CANSIZ HOCA - 1-
Hzl. Mehmet GÜNAYDIN
1. Yetiştiği Sosyal
ve Kültürel Çevre
Mustafa Cansız, 1311/1895 yılında Trabzon’un Dernekpazarı ilçesinin Kondu
Mahallesi’nde dünyaya geldi. Dernekpazarı, 1925 yılında Kondu adıyla Of
ilçesine bağlı bir bucak idi. 1948 yılında Çaykara’nın Of’tan ayrılarak ilçe
olmasıyla birlikte buraya bağlanarak köy statüsüne dönüştürüldü.[1]
Ancak duyulan ihtiyaç üzerine 1956 yılında yeniden teşkilatlı nahiye haline
getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda bağlı olduğu ilçeye yakınlığı gerekçe
gösterilerek adlî teşkilat ve hizmet birimleri kaldırılıp teşkilatlı bucak
durumuna son verilmiştir. Dernekpazarı, 10 Mayıs 1990 tarihinde müstakil ilçe
oldu. Bugünkü Dernekpazarına “Kondu Altı" denilirdi. Çünkü Kondu,
merkezden dört kilometre yukarıda olan köyün adıdır. Nitekim şu anda Kondu,
ilçenin bir mahallesi durumundadır. Kondu’nun Dernekpazarı adını almasının
sebebi, her Cumartesi günü burada kurulan pazardan dolayıdır. Bu gün ilçe
Merkez (Dere), Kondu, Güney, ve Yenicami adlı dört mahalleden oluşmakta olup,
ilçeye bağlı on köy bulunmaktadır.[2]
Şu hususu önemle ifade etmemiz gerekir ki, Çaykara ve Dernekpazarı ilçeleri
daha önce Of ilçesine bağlı idiler. Bu itibarla yörenin tarihi dokusundan
bahsederken Of, Çaykara ve Dernekpazarı ilçelerinin birlikte değerlendirilmesi
gerektiğini düşünüyoruz.
Şakir Şevket, “Trabzon Tarihi”[3] adlı
eserinde “Of Kazası” başlığı altında yörenin tarihi hakkında bilgiler
vermektedir. Hayatını araştırdığımız Mustafa Cansız da “Of Kazasının Umumî
Tarihçesi” adlı makalesinde yöre ile ilgili önemli bilgiler vermenin
yanında Şakir Şevket’in verdiği bilgilere de dikkate değer eleştiriler
getirmektedir.
Şakir Şevket, “Of’ adının, yılan anlamına gelen Yunanca ofis kelimesinden
geldiğini, çünkü Of’un yollarının kıvrım kıvrım olduğunu belirttikten sonra
Of’ta çıkan bir isyandan dolayı Trabzon valisinin isyanı bastırmak için on bin
kişilik bir kuvvetle yöreye gittiğini ancak yollarının sarp olması nedeniyle
bir netice alamadan döndüğü ifadesine yer vermektedir.[4]
Cansız, Şakir Şevket’in verdiği bu bilginin tenkite değmeyecek kadar zayıf
olduğunu belirterek şu görüşlere yer vermiştir: “Of kelimesinin de Trabzon
tarihinin Yunanca yılan demek olan (Ofis) den çıkarması, buna sebepte Of
yollarının yılanvari olmasını göstermek, tenkide değmeyecek kadar zayıftır.
Böyle olsa Karadeniz 'in batı sahili, birkaç yer istisna edilirse hepsinin adı
Of olmak icap eder. Çünkü hepsi Of gibi yamaçtır; hepsi Of gibi arızalıdır.
Esasen bugün için iştikak usul ile tarih yapmak ilmi olmaktan uzak kalmıştır.
Kalmasa da bu iştikak Türkçe’de de olabilir. Nasıl ki Amasya müverrihi
Hüsamettin (Ofa), (Hopa) yı Opodan çıkarmışsa.”[5]
Cansız’ın bu tenkidine biz de katılıyoruz. Zira doğu Karadeniz sahili coğrafi
konumu bakımından büyük çoğunluğunun dik ve yamaç olduğu bilinen bir husustur.
Şakir Şevket, Of halkının hicri dokuz yüz altmış tarihine kadar tamamının
Rum milletinden olduğu ve ahalisinin hala Rum dilini konuştuğunu
aktarmaktadır. Bölge (Of, Dernekpazar ve Çaykara) Fatih Sultan Mehmet’in
Trabzon’u fethinden iki yüz sene(!) sonra yani hicri 960 (M.1553) yıllarında
İslâm’la şereflendi. Maraş ulemasından Osman Efendi namında bir zat Bayburt
yoluyla her nasılsa yöreye düşerek kendisine biraz baskı olunmuş ise de doğru
yolu göstererek en saygın papazlarını hidayete erdirme başarısını göstermiş
ve böylece yöre halkının ve papazların çoğunluğu İslâm dinine girmiştir.[6]
Bu konuda Cansız şu ifadelere yer vermektedir:
‘‘Trabzon tarihinde Şakir Şevket’in (400 sene mukaddem Müslüman olan
Oflular Rum milletinden idi.) sözünden çıkarmak yanlıştır. Çünkü Osmanlı
alimleri gibi müverrihleri de (Millet) kelimesini din yerinde istimal
ederlerdi. Bu sözüyle Şakir Şevket Oflular Hristiyandı demek istemiştir. Bu gün
Of'un birkaç köyünde konuşulan Rumcadan ötürü bu köylerin Rum olduğu hükmünü
çıkarmak, birincisinden daha az hatalı değildir. Of ta konuşulan Rumca'da Türk
dili unsurları Rumca’dan çoktur. Bu köylerde konuşulan bu dilin milli bir dil
olmadığı muhakkaktır. Yunan tarihinin bu yoldaki iddialarını kendi arkadaşları
bozmaktadır. (Militios) şehrinden ayrılan birkaç muhacirin Karadeniz
sahillerini doldurması aklın alacağı bir şey olamaz. Milâdî 500 yıl önce, on
binlerin ric’atını tasvir eden (Anapasis) adlı kitabında (Eksenofon) Trabzon’da
dillerini anlamadığı yerlilerle karşılaştığını söylüyor. Bu filozofun bize
verdiği bu hakikat, Yunan efsane tarihinin en kesin cevabıdır. Yine bunu teyit
edecek milattan sonra (Savayuvadis) in Pontus tarihindeki: Rumlar Sürmene’nin
sahilinde, Türklerde dâhilinde bulunuyorlardı sözüdür. Bu eserde takriben
miiâdî 13’üncü asırda yazılmıştır. Of un Rumca konuşan köylerinin çoğu ise
sahilden 30 kilometre dâhile yanaştıktan sonra görülmeğe başlar. Demek isteriz
ki bu köylerde Rumca’nın konuşulması Hristiyanlığın gelmesi ile başlamıştır.
Nasıl ki Oflular Müslüman olduktan sonra bir biri ile kadınlar da dahil olmak
üzere Arapça konuşacak kadar bu din dilini öğrenmişlerdi, medreselerin de çoğu
bu köylerde bulunmuş olduğu gibi Of hocalarının da yüzde 95'i bu köylerden yetişirdi.
Bu köyler halkının esasen Türk olduklarını ispat edecek Türk adetleri öteden
beri Of'ta Türkçe söyleyen köylerden daha çoktur. Bu köylerin hele kadınlarında
yabancılara ocaktan ateş vermemek âdeti kadınların Türk Şamanîliğinin ateşe
karşı gösterdiği saygının bir tezahürü sayılabilir. Bunların sevgili
babasından, sevimli çocuğundan öldükten sonra çok tiksinmeleri yine Türk
Şamalığından kalan bir izdir. Yine gelin, güveyin ilk gece odalarına yemek
için ekmek, tuz, son zamanlarda bal koymak bu köylerde Türklüğü yaşatan Şamanîlik
tezahürüdür. Yine bu köylerdeki kadınların ilkbaharda parlak bir güneş altında
tepeler üzerinde toplanıp eğlenmeleri, doğurma ilâhesi (Ayzit)e Şamanlar/n
yaptığı ayindir ki bugün gayesi unutulmuş fakat kendisi yaşıyor. Bu kadar
istihaleye uğrayan birkaç Türk’ün de Türklüğünü yaşatıyor.
Bu nokta üzerinde hayreti çeken bir olay da insanların ölmeye, öldürmeye
sürükleyen bir mesele din değiştirmesi olduğu halde Oflular hiçbir tazyik
görmeden Maraşlı bir Türk âlimi olan Osman Efendinin kimsesiz, yardımcısız
Of’un en mutaassıp papazlarla dolu olan bir yerinde ansızın kendini gösterip
günlerce samimi bir hava içinde, dinî münakaşalardan sonra Maraşlı din âliminin
teklifini Ofluların candan kabul etmeleri bunların da cemi yürekli bir Türk
olmalarından başka neye verilebilir? işte tarihte tazyiksiz Müslümanlığı kabul
eden Selçuk Türklerini görebiliyoruz. Yine bunlar da Türklere ait masallar
Türkçe söyleyen köylerden daha çok göze çarpar. Hepsinden biri bu köylerin
herhangi bir semtinde bulunan bir mağara, bir taş oyuğu Dede Korkut masalında
okuduğumuz (Tepegöze) mezar olarak gösterilir.
Şu ön sözlere etnoğrafik ve etnolojik tetkikler ilave edilirse bunlardan
çıkarılacak sonuç Of halkının Türk olmasıdır.89
Bunların Trabzon’un fethinden sonra Of’a yerleşenleri Çepni, ondan önce
yerleşmişlerin de Kaşkârlı Mahmut’un büyük eserinden anlaşılacağına göre
(Peçenek) olmasıdır,[7]
Cansız’ın aktardığı bu bilgiler elbette tenkide açıktır. Ancak İlmî
kriterleri gözeterek yaptığı değerlendirmeleri önemsediğimizi belirtmek isteriz.
Yaptığı bazı tespitler günümüz araştırmacıları tarafından da dile
getirilmektedir. Ancak, Cansız’ın bu makalesini kaynak olarak göstermedikleri
dikkate alınırsa bu çalışmadan habersiz oldukları söylenebilir.[8]
Trabzonlu Şakir Şevket’in Of’un Müslümanlaşması ile ilgili verdiği
tarihlerde çelişki olduğu görülmektedir. Fetihten iki yüz sene sonra ifadesi
doğru ise, Of’un Müslümanlaşması 1650’lı yıllara tekabül etmesi gerekir. Eğer
Hicri 960 tarihi doğru ise, bu da 1553 yılına rastlar ki, kanaatimizce doğru
olan da budur. Şu halde Trabzon’un fethinden iki yüz sene sonra değil, yüz sene
sonra denmesi gerekirdi ki hicri 960 tarihi bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yörenin Türkleşme ve İslâmlaşması 16.yüzyılın ikinci yarısından itibaren
gerçekleşmiştir. Bunun gerçekleşmesine en önemli katkıyı sağlayan kişinin
Maraşlı Osman Efendi olduğunu söylememiz mümkündür. Osman Efendi Maraş’taki
Saçaklı ailesindendir. Maraş’ta yetişip ilim tahsil etmiş, zamanın müderris ve
ilim adamlarından eğitim almıştır. Haşim Albayrak’ın “Of Çaykara” adlı
eserinde Osman Efendi’nin Kahramanmaraş’ta evliyaullahtan sayılan merhum
Saçaklızade Mehmet Efendi’nin kardeşi olduğu söylenmektedir.[9]
Ancak bu bilginin doğru olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü Kahramanmaraş’ta
Saçaklızade Mehmet Efendi diye bilinen meşhur kişinin vefat tarihi 1145/1732
olması, bu âlimin Osman Efendi’den yaklaşık iki asır sonra yaşadığını
göstermektedir. Dolayısıyla bu bilgi inandırıcı olmaktan uzaktır."
Albayrak, aynı hatayı “Of’a İslâmiyeti Yayan Maraşlılar”93 adlı
makalesinde de tekrarlamıştır. Bununla birlikte iki âlimin de Saçaklızadeler
soyundan olduğu söylenebilir.
Yörenin tarihi ile ilgili dikkate değer çalışmaları bulunan M. Hanefi
Bostan, arşiv kayıtlarında Maraşlı Şeyh Osman Efendi ile ilgili bilgilere
rastlanmadığını, bununla birlikte O’nun Çaykara bölgesine gelmediğinin
söylenemeyeceğini ifade ettikten sonra, yörede yaşayan halk arasında nesilden
nesile aktarılan Osman Efendi ve kardeşleri ile ilgili kuvvetli rivayeti inkar
etmenin veya görmezlikten gelmenin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Bununla
birlikte Osman Efendi ve kardeşlerinin yöreye İslâmiyet’i yaydıkları
rivayetine ihtiyatla yaklaşmaktadır. Zira bölgede Müslümanların artışının OsmanlI
Devleti’nin değişik sancaklarından gelen Müslüman Türklerden kaynaklandığını
ortaya koyduğunu belirtmektedir.[10]
Aynı yazar daha sonraki bir çalışmasında verdiğibilgiler şöyledir: “Bayburt'un
Türklerin eline geçmesinden, özellikle 1243 Kösedağ Savaşından sonra Müslüman
Türklerin bölgeye gelmeye başladıkları anlaşılmaktadır. İlk İskan olunan
halkın askeri görevlilerden oluştuğu, bugün yeri bilinmeyen Of kalesi
muhafızlarının bunlardan olması lazım geldiği, hatta Solaklı ve Baltacı dere
adlarının bu sebeple isimleştiği öne sürülmektedir. Bölgenin İslâmla tanışması
hakkındaki rivayetler birkaç kitabî kaynakta yer almışsa da arşiv malzemesine
aksetmiştir.95 Bunlardan en meşhuru ve en çok bilineni Maraşlı Selçukîzade
Osman Efendi ve torunlarının Of’ta İslâmî yaydıkları ve bunu ihtida etmiş
papazlar aracılığıyla gerçekleştirdikleridir. Bu İslâmlaşmanın tarihi XVI.
asrın ortalarından itibarendir. XVII. yüzyıl sonlarından itibaren bölgede bu
yöndeki gelişmeler son şeklini almıştır. Of ve civarı daha az göç almış
görünmektedir. Bölgenin coğrafyasıyla bu doğrudan ilgilidir.” Bostan,
Saçaklızade Osman Efendi ile ilgili kuvvetli rivayetin olmasını belirtmesine
rağmen Geçmişten Geleceğe Çaykara Dernekpazarı adlı eser için yazdığı “Çaykara
ve Dernekpazarı Tarihi" adlı makalesinde bu kuvvetli rivayete yer
vermemesinin izahı mümkün gözükmemektedir.
Of ilçesi ve özellikle Çaykara’nın Paçan (Maraşlı) Köyü ve çevresinde
derin izler bırakan Osman Efendi Hicri 960, milâdî 1552-1553’lü yıllarda vefat
etmiş ve köy camii önünde türbesi yapılmıştır. Paçan Köyü bu yüzden Maraşlı
adını almıştır. Yakın zamanda cami ve çevresi ile birlikte Osman Efendi’nin
kabri de yeniden düzenlenmiştir. Maraşlı Osman Efendi ile ilgili değişik rivayetler
söz konusudur. Bu rivayetler içerisinde kabul gören husus, yörenin Maraş’tan
gelen üç kardeş ve özellikle Maraşlı Köyü’nde metfun bulunan Osman Efendi
tarafından Müslümanlaştırıldığıdır. “Osman Efendi’nin din âlimi olmasının
yanında “feyz-i batini ashabından” yani tarikat şeyhi olduğu, bu nedenle “Şeyh
Osman Baba” olarak da anıldığı bilinmektedir.” [11]
Buradan hareketle şu hususu belirtmek isteriz: Bilindiği üzere Müslüman
Türkler, bir beldeyi fethettikleri zaman oranın halkına din değiştirme konusunda
bir baskı yapmamışlardır. Çünkü “dinde zorlama yoktur” anlayışı İslâm dininin
en önemli prensiplerinden biridir. ‘Nitekim Of kazası civarında İslâm dininin
yayılması için zorlama ve şiddet hareketleri olmamıştır. Hristiyanlar Solaklı
ve Baltacı derelerinde dinlerini, dillerini, adetlerini ve kiliselerini
korumuşlardır.’ " Ancak yöre halkına İslâm dinini tebliğ etmek için dini
iyi bilen derviş ruhlu insanların gönderildiği de bir vakıadır. Bu âlim ve
derviş ruhlu insanların gerek yaşantı ve gerekse İlmî kişiliğiyle halka örnek
oldukları bir gerçektir. Biz, Maraşlı Saçaklızade Şeyh Osman Efendi’yi böyle
bir görevi yüklenen kişi olarak görüyoruz.
Şakir Şevket’in verdiği bilgilerden, Maraşlı Şeyh Osman Efendi’nin yörenin
Müslümanlaştırılması için büyük gayret sarf ettiği ve bundan dolayı çeşitli
sıkıntılara maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Allah’ın kendilerine yardım ettiği
doğrudur. Ancak bunun yanında Osman Efendi’nin güçlü bir din âlimi olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim yörenin en saygın papazlarıyla dinî konularda
münazaralar yapmış ve onları ikna ederek Müslüman olmalarını sağlamıştır. Bu
öyle kolay başarılabilecek bir iş değil, güç ve sabır isteyen bir durumdur.
Saçaklızade Osman Efendi ehlisünnet çizgisinde olup, bu bölgeye Sünnî İslâmlığı
yaymıştır. Bu itibarla yerleştirdiği Sünnî İslâm çizgisi tarihi süreç
içerisinde muhafaza edilmiş ve yakın tarihe kadar bölgede yetişen din
âlimlerinin ülkemiz genelinde bir ağırlığının olduğunu belirtmek isteriz.[12]
Çaykara ilçesinin eski adıyla Paçan, yeni ismiyle Maraşlı Köyü’nde metfun
bulunan Osman Efendi’nin mezar taşına hayatını araştırdığımız Mustafa Cansız’ın
yazdığı mısralar şöyledir:
“Of’a imanı, İslâm’ı getirdi
Kemalin membaı Maraşlı Osman
Ne kudsî kudrete malikti hayret!
Boyun eğmişti bir görmede ruhban
Dokuz yüz altmış idi hicri yıllar
O’nu rahmetlere gark etti Rahman.”
Geçmiş yüzyıllarda Of-Dernekpazarı ve Çaykara’nın ilim seviyesi o günün
şartlarına ve memleketin diğer bölgelerine göre çok yüksekti. Bu bölge ülke çapında
meşhurdur. Nitekim 1869 Trabzon vilayet Salnamesine göre, bütün vilayette
bulunan 397 medresenin 350’si yalnız Of’ta, 11 ’i Trabzon merkez ilçede, 11 ’i
Vakfıkebir’de, 1 ’i Akçaabat’ta, 8’i Sürmene’de idi. Geri kalanlar diğer
kazalardadır. Bu medreseler yüksek tahsil kurumlan olduğu için öğrenim için
başka bölgelerden bu kurumlara gelinirdi. Bu sayıma göre vilayetteki
medreselerin %90’ı Of’ta bulunmaktaydı. Aynı şekilde seksen iki müderrisle
vilayetteki müderrislerin % 80’ine, 2364 öğrenci ile tüm öğrencilerin %70’ine
sahipti.[13]
Aynı salnameye göre, Trabzon merkez sancağında toplam 615 okulun olduğu ve
bunların 191 ’inin, yaklaşık dörtte birinin, dönem sancağının en kalabalık
yeri olan Of’ta bulunmakta idi. 1914 yılına ait İstanbul Şeyhülislâmlık arşivlerinde
Of’ta 69 medrese, 69 müderris ve 1490 öğrenci olduğu belirtilmektedir. O
tarihlerde Çaykara, Kadohor adı ile Of’un bir bucağı olduğundan oradaki medrese
ve müderris sayısı da Of’a dâhildir. Hâlbuki Trabzon dâhil olmak üzere tüm
kazalarında 8 medrese vardı. Bu rakamlar açıkça göstermektedir ki, Of kazası
OsmanlIların sayılı ilim merkezlerinden biri idi.[14] Haşim
Albayrak’ın salname ve Şeyhülislamlık arşivlerine dayanarak verdiği bilgilerde
izah edilmesi gereken noktalar olduğu görülmektedir. 1869 tarihinden 1914
yılına kadar geçen 45 yıllık zaman içerisinde medreselerin sayısının 350 den
69’a nasıl düştüğünün aydınlatılması gereken bir husus olduğunu belirtmek
isteriz. Ancak bütün bu veriler, bölgenin bir ilim merkezi olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır.
“Çaykara’nın Maraşlı Köyü’nden, Beşir oğlu İbrahim isimli bir ilim erbabı,
Koldere Mahallesi’nde 1695’te 75 kuruşa bir arazi ve 40 kuruşa bir arsa satın
alır. Fakat daha sonra kendisinin ilim tahsili için İstanbul’a gitmesi
üzerine, eski mal sahibi, iki yalancı şahit göstererek sattığı mülkleri mahkeme
kanalı ile geri almıştır. Ancak ulemadan İbrahim’in müracaatı üzerine, mahkeme
1699 yılında aldığı kararla bu yanlışı düzeltir. Bu resmi belge, bundan 300 yıl
önce Çaykara’dan ilim tahsili için zamanın başkenti olan İstanbul’a
gidildiğini göstermektedir. Yine aynı köyden bir âlimin kazaskerlik makamına
yükseldiği bilinmektedir ki, Şeyhülislâmlığın iki ana kolu olan Anadolu ve
Rumeli Kazaskerliği o devrin en yüksek makamlarından biridir.”[15]
Yörenin Cumhuriyetten önceki din âlimi yetiştirme özelliği Cumhuriyet
kurulduktan sonra da devam etmiştir. Özellikle 1930 -1950 yılları arasında din
eğitimi ve öğretimine getirilen kısıtlamalar, yörenin coğrafi konumu ve din
bilginlerinin çokluğu nedeniyle din öğretiminin sürdürüldüğünü görüyoruz.
Hayatını kitaplaştırdığımız Kıraat âlimi merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun
1936 yılında, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün önerisiyle Diyanet İşleri Başkanlığınca kendilerine Kur’an Kursu
açma izni verilmiştir. Aşıkkutlu’nun özellikle 1950’li yıllardan sonra din
görevlisi ihtiyacını karşılayan elemanları yetiştirmesi takdire şayandır.
Ayrıca merhum Haşan Rami Yavuz’un da din görevlisi yetiştirme konusundaki
gayretleri zikretmeye değerdir.
“Of-Dernekpazarı ve Çaykara bölgesi, bir diğer ifadeyle Solaklı
vadisindeki insanların eskiden beri öğrenmeyi seven ve ilme meraklı oldukları
bilinen bir husustur. İlim ve irfan sahibi bu insanların başka bazı meziyetleri
daha vardır. Genellikle çalışkan, dürüst, güzel ahlaklı, dindar ve zekidirler.
Bu meziyetlerin bölge insanında toplanma sebepleri içinde kalıtım, aile, sosyal
çevre, bölgedeki insan faaliyetleri, nüfus hareketleri, topografya ve iklimin
yanında eğitim kurumlan da sayılabilir. Bütün bu sebeplerin tarihi gelişimi ve
sosyal yapısı, konunun uzmanlarınca incelenmesi faydalı sonuçlar ortaya
çıkarabilir”[16]
düşüncesine katılıyoruz.[17]
Mustafa Cansız’ın doğduğu Kondu Köyü bir ilim merkezi olup, önemli
diyebileceğimiz bir medreseye sahipti. Bu medresenin on bir odası vardı.
Mustafa Cansız, hocası “Gargar”lâkaplı Muhammed Müslim Efendi’den[18]
burada okumaya başladı.[19]
Ayrıca Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin[20] meşhur
haleflerinden Yusuf Şevki Efendi de bu köylü olup yörede önemli bir ağırlığı
vardı. Nitekim bu medresede görev yapan Efendioğlu[21]
Müderris Ali Şakir Efendi ile aralarında her ne münakaşa geçmiş ise O’nun bu
medresedeki görevine son vermiştir. Ali Şakir Efendi daha sonra Gürpınar
(Mapsino) medresesine müderris olmuş, ancak Yusuf Şevki Efendi O’nu oradan da
çıkartmıştır. Ali Şakir Efendi buradan çıktıktan sonra Sürmene’nin Asu beldesine
gitmiş ve müderrisliğini orada sürdürmüştür.[22] Bu iki
âlim arasında geçen meselenin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız Yusuf
Şevki Efendi’nin yöredeki etkinliği düşünüldüğünde Ali Şakir Efendi’nin
tarikatlara karşı bir tutum içerisine girdiğini akla getirmektedir.
Şu halde yörede
medrese geleneğinin yanında tasavvufî yönü öne çıkan âlimlerin ağırlığının
olduğu görülmektedir. Nitekim Yusuf
Şevki Efendi’nin
vefatından sonra, damadı Ferşat Efendi’nin[23] tasavvuf
ağırlıklı diyebileceğimiz bir din eğitimi faaliyetini yürütmüş ve çok önemli
bir üne sahip olmuştur. II. Abdülhamid döneminde tarikat önderlerinin önemli
bir güce sahip oldukları bilinen bir husustur. Yusuf Şevki Efendi ve daha
sonraki dönemlerde özellikle Of-Çaykara-Dernekpazarı yörelerinde yayılmaya
başlayan Nakşibendîlik tarikatına karşı bir kısım âlimler tarafından kuşku
duyularak eleştirilerde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Bu eleştirilerin ortadan
kaldırılabilmesi için Yusuf Şevki Efendi bir risale kaleme almıştır. Bu
oluşumlara sıcak bakmayan Cansız’ın yöredeki tarikatlarla ilgili
değerlendirmesi şöyledir: “Oflular vaktiyle medresenin hâkimiyeti altında
akide itibariyle ehlisünnet kalmışlar, Of’a Şiilik, tekke girmemiştir. Of’ta 70
medrese mevcut iken Of'ta bir tekke yapılmamıştır. Oflular dindar olmakla hiç
de mutaassıp [24]
değildirler. Burada tarikatlardan ilk defa Nakşibendîlik Erzurum’dan, sonra
da Abdülhamit devrinde İstanbul’dan getirilmiştir. Bu tarikatın da burada
tutunabilmesi medrese ile bağdaşabilmesindendi. Nakşîlikten başka tarihte
burada hiçbir tarikata yer verilmediği gibi bu tarikatın son mümessilleri de
sona ermiştir. Bu gün bu tarikata bağlılığın kalmadığı söylenebilir.”[25]
Ancak yörede Nakşibendîliğin Hâlidî kolunun bir anlamda günümüze kadar
geldiğini söylememiz mümkündür. Nitekim yukarıda adı geçen Yusuf Şevki
Efendi’nin oğlu Ali Galip Yücel, vefatına kadar bu geleneği sürdürmüştür.
Bununla birlikte bölgenin yoğun göç vermesi nedeniyle bilinen tarikat
yapılanmalarının etkisini kaybettiğini söyleyebiliriz.
Genel anlamda müderris ve mutasavvıfların din ile devleti karşı karşıya
getirmemek için azami dikkat gösterdikleri gibi meşru zeminde kalarak İslâm’a
hizmet etme görevini sürdürmüşlerdir.[26] Mustafa
Cansız’ın hocası Müslim Efendi de tarikat yapılanmasına karşı çıkan önemli bir
şahsiyettir. Ferşat Efendi’nin Çaykara’nın Yeşilalan (Holayısa) Köyü’nde açtığı
tekkede, özellikle kadınlara yönelik yürüttüğü eğitim faaliyetlerinden dolayı
Gargar Müslim Efendi, “Ferşat, Yeşilalan’da kerhane[27] açtı”[28]
ifadesiyle çok ağır diyebileceğimiz eleştiride bulunmuştur. Bu konuda ileride
ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Mustafa Cansız, 1921 yılından itibaren bir anlamda köyden çıkmış,
Trabzon’da yaşamıştır. Trabzon, kültür açısından önemli bir şehirdir. Özellikle
Trabzon Lisesi’nin felsefe ve edebiyat hocaları o gün için çok ileri seviyede
olan insanlardı. Cansız, vefat yılı olan 1975 yılına kadar bu çevrelerde kalmış
ve uzun yıllar il daimi encümen üyeliği yapmıştır. Ayrıca en yakın çevresi
vali, hâkim, savcı, bir diğer ifade ile devletin bürokrat kesimi olmuştur.
Öğretmen camiası ile sıkı diyaloğu vardı. Cansız’ın felsefi derinliği
mükemmeldi. Yöremizdeki hocaların olaylara felsefi derinlikle bakmaları mümkün
değildi. Hocalar genelde köyünde yaşıyordu. Köyde felsefi derinlik olması pek
düşünülemez. Cansız Hoca aynı zamanda merakı olan, araştırıp öğrenmek ve bilmek
isteyen bir yapıya sahipti. Yani alanını genişletmek istiyordu. Köy insanından
farklıydı. Maddeye değer veren bir insan değildi. Ancak maddi seviyesi
köylüden daha iyi idi. Bayburt’ta arazileri vardı. Oradan gelen gelirle idare
edip hayatını sürdürüyordu. Eğer maddi sıkıntısı olsaydı, “Cansız Hoca”
olamazdı. Çünkü geçinmek için çalışmak zorunda olan insanın ilme ve felsefi
düşüncelere ağırlık vermesi zordur. Gerçekten de Cansız Hoca’nın boş zamanı çok
olmuştur. Bu itibarla sürekli okumuş, düşünmüş ve oluşan fikirlerini etrafına
aktarmıştır. Hayatının yetmiş yılı hareketli geçmiştir. Gençlik yılları savaş
yıllarına rastlar. Bu yıllar onun için öğretici olmuştur diyebiliriz. Hayat
bir biri üzerine gelişiyor, değişiyor ve insanı geliştiriyor, derinleştiriyor
ve olgunlaştırıyor. Ortam da elverişli ise ve aynı zamanda alma kapasitesi de
varsa, yani doğuştan yetileri varsa o gelişir ve serpilir. Cansız, bu
fırsatarı yakalamış ve iyi değerlendirmiştir116 dememiz mümkündür.
Talebeliğinde zeki ve çalışkanlılığı ile bilinirdi. Yaya olarak yaklaşık
on iki saat süren yayla yolculuklarında bile okuyacağı kitapları yanından eksik
etmez, insanlar dinlenmek veya horon oynamak için konakladıklarında o bir
kenara çekilir ve ders çalışırdı.[29]
Yaz mevsiminde Müslim Efendi Limonsuyu civarında bulunan Mahtala yaylasına
giderdi. Mustafa Cansız da kendi yaylasına çıkardı. Dersini vermek için
hocasının yaylasına giderken yol boyu başını kitaptan kaldırmaz ve bu şekilde
dersini yapardı.[30]
Yaramazlıkları nedeniyle Hocası Müslim Efendi O’nu dövmek isterdi. Ancak
aldığı dersleri muntazam bir şekilde verdiği için bir türlü dövme imkânı
bulamazdı. Mustafa’ya diğer talebelere vermediği zor dersleri verir ve
medresenin bir odasına gönderirdi. Arada sırada kapının anahtar deliğinden kontrol
edermiş. Bakar ki Mustafa uyumuş. Bunun üzerine, “uyu bakalım, yarın ne
olacağını sana sorarım” diye söylenirmiş. Mustafa sabahleyin gelir. Hiçbir
talebenin veremediği o dersi açar okur, hocası hayran kalırdı.[31]
Öğrencilik yıllarında derslerde konularla ilgili hocasıyla sıkça tartışırdı.
Bundan dolayı, hocası zaman zaman O’nu dersten dışarı çıkarırdı. Ancak
meselenin içinden çıkılamayınca tekrar çağırıp görüşlerine başvurmak zorunda
kaldığı[32]
ifade edilmektedir.
Tahsil hayatını Kondu, Fındıkoba (Mavran) ve Maraşlı (Paçan) medreselerinde
tamamlayarak Müslim Efendi’den R.1330, H. 1332, M. 1916 tarihinde icazetname
almıştır. (Belge: 4) İcazetnamede şu ifadelere yer verilmektedir: “Allah’u
Teala bilgili, şerefli, doğru, değerli Mustafa Sıtkı bin Ahmet Cansız zade
lakaplı kardeşime ilmi bilgi ve ilmi davranışlar nasip etmiştir. Bu şahıs alet
ilimlerini, şer’i ilimleri ve fıkhı tahsil etmek için bir müddet bu fakirin
sohbetine devam etmiştir. Allah önemseyene ve ilmi isteyene verir ve ilmi üstün
tutanın sonunu hayır kılar. O benden icazet istedi ve ben defona aktarmakta
olduğum şer’i ilimlerden tefsir, hadis ve bu iki ilmi ilgilendiren hususlarda
alet ilimlerini ve felsefede hocam (bahr’ul-ulum) zahir ve batın ilimlerin
denizi, çeşitli sanat dallarına sahip zamanın kutbu, etrafındakilere yardımcı
olan ve Numan Zade olarak bilinen Numan Efendi bin Muhammed el-Kadohorî’ [33]
nin bana icazet verdiği gibi ben de O’na icazet verdim..."(Belge:
1)
Mustafa Cansız’ın icazetname silsilesi: Muhammed Müslim elOfî, Numan Efendi
bin Muhammed el-Kadohorî, Ahmed Efendi bin İbrahim Efendi el-Ofî, İsmail bin
Ahmed el-Ofî el-Bacanî, Kasım bin Mahmud el-Kayseri, Osman bin Mustafa
el-Akşehir, Seyyid Ömer Harputî, ...an Abdillah es-Serahsî, ... el-İmam
Fahreddin er-Razi...el-İmam Muhammed bin Haşan eş-Şeybani... diye devam etmektedir.
Cansız, din bilimleri ile ilgili olarak Müslim Efendi’nin haricinde başka
bir hocadan ders almamıştır. Tahsil hayatı boyunca Arapça gramer ilimlerinin
yanında fıkıh, tefsir, hadis ve felsefe okumuştur. Farsça öğrenimini kısmen
Müslim Efendi, kısmen de Musullulu Abdülgani Efendi’den yapmıştır. Başarısının
arkasındaki en önemli unsurun, adeta bitmek tükenmek bilmeyen araştırma ve öğrenme
merakının olduğunu belirtmek isteriz.
Kendi gayretiyle kendilerini yetiştirmiştir. Bir anlamda kitaplarla
uğraşmaktan başka bir işi yoktu. Evde kitapları açar, devamlı okur ve notlar
alırdı. Ara verdiği zaman evdekilere, “niçin bir şey söylemiyorsunuz?” diye
sorardı. Bazen evde komşulardan yaşlı kadınlar olurdu. “Ne diyeceğiz? Senin,
dinin, imanın, her şeyin kitapların. Evde çoluk çocuğun var mı, onun bile
farkında değilsin” diye sitem ederlerdi. O da gülerdi. Eşi Hatice Hanım, zaman
zaman şu sözü söylerdi: “Eğer ben ölürsem Hoca ile kimse evlenmesin. Ben evlendim
ama O’nun hanımı kitapları.” Okumayı seven ve çok okuyan bir insandı.[34]
Bir kitabı okumaya başlayacağı zaman “Allah'ım, bu kitabı okumadan canımı alma”
diye dua ederdi.[35]
Trabzon İl Özel İdaresi’ndeki 1946 Genel Meclisi üyeleri sicil defterinde
Cansız’ın tahsil derecesi “Dersiâm”[36] olarak
geçmektedir. Daha önce aktardığımız gibi Cansız, klasik medrese usûlü ile din
ilimlerindeki tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Aldığı bu icazetnamenin
usulüne uygun olup olmadığı Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu’nca
incelenmiş ve diplomanın geçerli olduğuna karar verilmiştir. (Belge: 5) Bunun
üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi, “Öğrenim derecesinin
tespiti istenilen Trabzon Gezici Vaizi Mustafa Cansız’ın Rumî 1330, Arabî,
Cemaziyelevvel 1332 yılında Müderris Muhammet Müslim'den aldığı icazetnemeye
göre eski ilmiye mesleğine hazırlayıcı mertebelerden geçerek bu yolda yüksek
öğrenim görmüş sayıldığını”onaylamıştır.[37]
Medreseden aldığı diplomaya denklik verilmesine çok sevinmişti. Bildiğimiz
kadarıyla Karadeniz sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din âlimi yoktu. Okul
görmediğine göre kendi kendini yetiştirmişti. Bu da elbette üstün zekâyı
gerektirir.[38]
Cansız çok güçlü bir hafızaya sahipti. Ayaklı kütüphane olarak bilinirdi.
Yöresinde Arapça ve Farsçayı en iyi bilen kişi olmanın yanında hazır cevaplığı
ve zekâsı ile hocaların hocalarıydı.[39]
Gargar Müslim Efendi, talebesi Cansız için “ilmi beni okutur” söylemesine
rağmen, zaman zaman O’nu “Komünist Mustafa”diye nitelendirirdi.[40]
Müslim Efendi “Kasım Kıroğlu[41] ile
Mustafa Cansız’ı Müslüman yapamadım" diyerek öğrencilerinden
şikâyetini dile getirirdi. Bununla ilgili bir hatıra şöyledir:
Müslim Efendi bir gün beyaz binişini giymiş, binişinin arkasını toplamış
belinin üzerine koymuş ve elleri arkaya bağlı olarak geliyormuş. Birisi ona:
—Efendi bir derdin mi var. Ne düşünüyorsun?
—Var.
—Nedir?
-Allah bana diyecek ki Ya Müslim, sen Cansız Mustafa ile Kıroğlu Kasım’ı
niçin Müslüman yapamadın. Ben ne cevap vereceğim?
Öğrencisi Kasım arkasından geliyormuş. Müslim Efendi Kasım’ın geldiğini
görmemiş. Bu sitemi duyan Kasım Kıroğlu hocasına şunları söylemiş:
-Efendi, ne biliyorsun Allah sana Müslim diyecek. Yâ gayri Müslim! derse”
sen ne diyeceksin?
-Doğru dersin be.[42]
Cafer Cansız’ın, Gargar Müslim Efendi ile ilgili bir anısı şöyledir:
İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulduğu zamandı. Rize’de infazlar yapılıyordu.
Camiye geldim. Amcam Cansız Mustafa Efendi de oradaydı. Baktım ki, endişeli ve
titriyordu. Sebebi ise, hocası Gargar Müslim Efendi’yi Çaykara’da hapse
koymuşlar. Müslim Efendi çok titiz bir insandı. Bazı şahıslar kestikleri
hayvanların etlerini Çaykara Camii’nin duvarına asmışlar. Müslim Efendi bu
durumu görünce, “hangi gâvur etleri buraya astı. Burası cami mi yoksa kasap
dükkânı mı?” Müslim Efendi olumsuzluklarda gâvur tabirini çok kullanırdı.
Bundan dolayı Müslim Efendi’yi şikâyet etmişler ve hapse attırmışlar.
Amcam da korkuyor. Haber almak için Çaykara’ya gittim. O sırada baktım ki bir
çavuş, Müslim Efendi’nin tahkikatını yapmak için Of’tan geldi. Kosgor Mahmut
Efendi’nin evinde kaldım. Sabahleyin döndüm. Dernekpazarı’nın haftasıydı.
Dükkânı açacaktım. Amcam Mustafa Efendi birkaç kişi ile birlikte pazarda
dolaşıyorlardı. Gördüklerimi O’na aktardım. Daha sonra Of’a gitti. Orada gerekli
görüşmeleri yaptıktan sonra mahkemeye çıkartmadan hocası Müslim Efendi’yi
beraat ettirtip serbest bıraktırdı. Bundan dolayı Müslim Efendi O’na çok dua
ederdi.
1.3.
Evliliği
Gençlik yıllarında köyünden bir kızı sevmişti. Ancak o kızı, bir başka
şahıs zorla kaçırmıştı. Buna çok üzülmüştü. Daha sonra yine köylerinden
Ekşioğulları sülalesinden İsmail Ekşi’nin kızı Hatice Hanım’la evlendi.
Ekşioğulları ile Cansızların arası iyi değilmiş. Bundan dolayı kızı düğün
yaparak almak isteseydi belki vermezler diye kendileri anlaşıp[43]
kaçarak evlenmişler. Normalde Ekşioğulları Cansızlara kız vermezdi. Kendileri
anlaşıp kaçtıkları için Ekşi ailesi de bir itirazda bulunmamıştır. Eğer zorla
almış olsaydı elbette tatsızlıklar olacaktı.[44]
Mustafa Cansız’ın eşinden üç kız, bir erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya
geldi.[45]
Hatice Hanım çarşaf giymez, manto giyerdi. Hanımı çarşaf giymiyor diye de
bazıları Cansız’ın aleyhinde konuşurdu.[46]
Eşi ve çocukları köyde, kendileri ise Trabzon’da ikamet ediyordu. Ancak
zaman zaman köye gelirdi. Hatice Hanımın bilinen bir hastalığı yoktu.
Vefatından bir hafta önce Trabzon’a gitmişti. Bu esnada tifo hastalığına
yakalanmış. Hastaneye kaldırılmış, ancak bu hastalıktan kurtulamayıp genç
diyebileceğimiz bir yaşata, 1944 yılında vefat etmiştir. Cansız Hoca, eşinin
cenazesini köye getirtmedi. Hiç kimseye haber vermeden Trabzon’da defnetti.
Bundan dolayı çocuklarının kendilerine kırgınlığı vardı.[47]
Ansızın eşini kaybetmesi kolay bir hadise değildi. Artık kendileri yalnız
kalmıştı. Ancak hayat devam ediyordu. Bu nedenle yeni bir hayat arkadaşı
aramaya başladı. Nitekim aşağıdaki mektupta görüleceği üzere başarısız bir
girişimin kendilerinde yarattığı ıstırabın sitem cümleleri edebi niteliktedir:
19.10.945 Canan!
Cansız’ın ağarmış saçları taşıyan başına kara duyguların yer almasını
yersiz bulmadınız mı? Öğretmen Cemil Bey vasıtasıyla size teklif edilen hayat
arkadaşlığının bir takım arkadaşlar tarafından ‘lantazi”[48]
tasvir edilmesi, nedense sizin de biraz tatsız bulduğunuz bu konsere pek
soğuk bir nida katmaz mı?
Üç gün önce Almanca öğretmeni Hulusi Bey’den “sizinle aramızda tesis
edecek münasebetin” fantazi olacağını duyuşum yok mu? Dimağımı uyuşturdu,
havsalamı tutuşturdu. Bu küçük varlığımda buz diyarıyla sahrayı kebiri birleştirdi
dersem mübalağaya sapmış sayı lamam. Sizin ince ruhunuz buna tahammül
edebiliyor mu? Bu sözlerle alakanızın derecesini kestiremem fakat sizden de
şikâyet ediyorum, susamam.
Canan! Temiz, duru isteğim tarafınızdan reddedilebiliyor. Yalnız hissimin
kalitesi değiştirilemezdi.
İsteğim müspet cevap verdiniz de biz menfi mi yürüdük, üç aydır adet,
hayır diyerek tereddüdün, vesvesenin benzersiz örneğini vermediniz mi? Ben bu
orijinal tereddütlerin asıl bir karara bağlanabileceğini beklemekten başka ne
yaptım?
Günlerdir bu istifhamların akrep kuyrukları kalbime saplanıyor, biriken şu
istifham yekûnları yanlış mı saplanıyor, lütfen anlatır mısiniz? Saygılar...M.
Cansız (İmza)[49]
Mektubun içeriğinden anladığımız kadarıyla Cansız, kendilerine hayat arkadaşı
olarak seçtiği kişiye dileğinin iletmesi, bir kısım arkadaşları tarafından
olması mümkün olmayacak bir hayal olarak nitelendirilmesi ve bu konuda
sevgilinin de bazı olumsuz sözlerinin olmasından dolayı büyük bir ıstırap
duyduğu anlaşılmaktadır. Bu isteğe sevgilinin bilinen tarzda evet veya hayır
demeyip, bu ikisi arasındaki kararsız sözlerin kendilerinde yarattığı
huzursuzluğu dile getirmektedir. Kendileri açısından bunun bir hayal olmayıp
gerçekleştirilmesi için kararlı olduğunu ifade ederken, ince ruhlu sevgilinin
buna nasıl tahammül edebildiğini soruyor.
İlk eşinin vefatından üç yıl sonra ikinci evliliğini gerçekleştirdi. İkinci
evliliği şu şekilde olmuştur: Mustafa Cansız’ın öğretmen bir arkadaşı vardı.
Arkadaşının vefat etmesi nedeniyle eşi dul kalmıştı. Trabzon Valisi Salim
Özdemir Günday’ın arabuluculuğuyla dul kalan Hatice Neriman Hanım ile evlendi.
Cansız Hoca, 1947 yılında evlendiği ikinci eşiyle vefatı ettiği 1975 yılına
kadar birlikte hayatlarını sürdürdüler. İkinci eşiyle mizaçları bir birine pek
uygun değildi. Aynı zamanda eşinin modern bir giyimi vardı. Cansız Hoca bu durumunu
pek tasvip etmiyordu. Ancak umumiyetle iyi geçindiler. Hatice Neriman Hanım
idare kadınıydı. Cansız, maaşından kendisine bıraktığı harçlıktan geriye kalanını
hanımına verirdi. Evin ihtiyaçlarına hiç karışmazdı. Erkeklik tarafı olduğu
gibi kendisinin ağa sülalesinden olmasının da bunda etkisi vardı.[50]
Başkasına yük olmayı istemezdi. Hayatının sonlarına doğru hanımı
İstanbul’a gitmişti. Bu esnada damadı Ahmet Cemal Uygun’un yanında kalıyor ve
kızı hizmetini yapıyordu. Ancak hanımı İstanbul’dan döndüğü gün valizini
toplayarak evine gitti. Kalması için ısrar etmelerine rağmen kabul etmedi.
Zira eşinden ayrı olduğunda aralarının açık olduğu gibi dedikoduların
yayılmasını istemiyordu.[51]
Kültür açısından
Cansız ile hanımı arasında büyük fark vardı. Üvey oğlu Doktor Gündoğdu Sanımer[52]de
bunu söylerdi: “Cansız, çok farklı bir dünyanın insanıydı. Annemin O’nu
anlaması mümkün değildi.”[53]
Giyim kuşamına çok titizdi. Temiz ve ütülü elbise giyinirdi. 1.90 boyunda
ve yakışıklıydı. Vücudu ince ancak çok çevikti. Hareketleri çok süratli idi.
Trabzon’dan geldiği zaman köy kadınları gizlice bakarlar ve “Mustafa Efendi
geçiyor” derlerdi. O da bu denilenleri duyardı. “Yahu bu kadınlar kapılara
dikiliyorlar, başka uzun boylu adam görmediler mi?” derdi.[54]
Yemeği az yerdi. Yemekten her zaman aç kalkılmasını tavsiye ederdi ve
kendileri de öyle yapardı. Mısır ekmeği ve lahana yemeğini çok severdi. En çok
sevdiği yemekten tabağına ölçüsünün dışında iki kaşık dahi koysanız onu asla
yemez, bırakırdı. Nimettir, dökülür diye bir endişesi yoktu. Çünkü en büyük
nimetin sağlık olduğunu ifade ederdi.[55]
En büyük tutkularından biri tavla oynamaktı. Bunun haricinde başka bir oyun
oynamazdı. Tavla oynaması nedeniyle zaman zaman kendilerini şikâyet edenler
olurdu. Bir din görevlisinin bunu yapması, dine zarar veriyor algılaması
nedeniyle 1965 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e şikâyet edilmiş,
ancak yapılan soruşturmada dilekçeyi yazan kişinin verdiği adreste bulunamaması
nedeniyle soruşturmanın kapatıldığı anlaşılmaktadır. Şu halde şikâyet eden kişi
kendi adını yazmamış, açıktan şikâyet etme cesaretini gösterememiştir. Çünkü
Cansız Hoca’nın alacağı tavırdan çekinmiştir.[56] Tavla
oynamanın dinen mahsuru olup olmaması ayrı bir konudur. Ancak halkın meselelere
bakışı çok farklı olduğu için bir din âliminin tavla oynamasını kendilerine
yakıştıramamışlardır. Cansız Hoca’nın bu tür tutumları nedeniyle şahsına
(Cansız-dinsiz) olumsuz bakılmasına sebep olmuştur.
Trabzon’un meydan parkında bulunan manolya ağacının altındaki sohbetleri
çok meşhurdur. Sohbetlerine genelde öğretmen camiası iştirak ederdi.
Trabzon’da dönemin önde gelen öğretmenlerinden olan felsefeci Topal Fahri
lakaplı Fahri Bey(!), Ford Osman lakaplı fizikçi Osman Aydemir, matematikçi
Osman Çebi,[57]
pedagoji öğretmeni Ahmet Gürsoy ve fizikçi Sait Aydemir Cansız’ın
hayranlarından olup uzun yıllar beraberlikleri olmuştur, felsefe öğretmeni
Fahri Bey’le felsefî münakaşalara girerlerdi. Her ne kadar Cansız Hoca’nın bazı
görüşlerine iştirak etmese de O’nu hayranlıkla dinlerdi.[58]
1.4.
Üniversiteye
Alınması İçin Yapılan Girişimler
Bu konuyla ilgili Ahmet Cemal Uygun’un hatırsını aşağıya aktarıyoruz.
Cansız Hoca’nın enteresan bir kişiliği vardı. En önemli meziyeti, hiç
kimseye boyun eğmeyen, bildiklerini serbestçe müdafaa eden bir yapıdaydı.
Sanırım 1940’lı yıllardı. İlkokuldan arkadaşım olan Osman Turan,[59]
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde hoca idi. Bende Ankara
emniyetinde çalışıyordum. Devamlı görüşür ve konuşurduk. Osman Turan, ısrarla
Cansız Hoca’ya, “gel seni fakülteye alalım” derdi. O zaman doçentti. Osman
Turan, Cansız’ı, hocası Fuat Köprülü’ye anlatmıştı. Nasıl anlattı bilemiyorum
ama bu anlatım üzerine Köprülü, “senin anlattığın çok mühim bir kişi. Buraya
gelsin bir görüşelim” demiş. Ben de kendilerine “ fakülteye git. Aynı zamanda
devamlı bir iştir” diye söyledim. İstemedi. Niçin diye sorunca şunları
söyledi: “Osman Turan zeki bir kişi değildir. Çok
çalışkan bir kişi olduğu için başarılı olmuştur. Kendisi zeki olmadığına göre
O’nun tavsiye ettiği hoca da nasıl olur? Onun gibi.”
Bir gün Osman Turan bana telefon ederek “Cansız Ankara’ya gelirse onu
fakülteye getir de görüşelim” demişti. Şu anda buradadır, kendisiyle bir
konuşayım dedim. Konuştum, “gidelim” dedi. Beraber fakülteye gittik. Baktık ki
Osman Turan’ın odası hocalarla dolu. Meğerse Cansız’ı imtihan edeceklerdi.
Girdik, selam, aleyküm selam. Hemen sual sormaya başladılar. O da cevap vermeye
başladı. Doçentlerden bir tanesi tatmin olmamış olacak ki, kalkıp kütüphaneden
kitap aramaya başlamış. Bunun üzerine Cansız “anladım, o konuyu falan kitapta bakarsan daha iyi tatmin olursun” dedi. O şahıs,
“estağfurullah Hocam, böyle bir şey hatırımdan geçmedi.” Fakültede iki-üç saat
kaldık. Sonuç itibari ile orada görev almayı kabul etmedi. Bir yere bağımlı
olmayı istememesinin yanında beğenmeme, üstten bakma gibi özelliklerinin
olduğunu belirtmek isterim.”
Ahmet Gürsoy’un Cansız Hoca’dan bu konuda dinlediği ifadeleri şöyledir:
1940’lı yıllarda Cansız Hoca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine Arapça
metinler şarihi olarak çağrılmıştı. Bir gün, o zaman Doçent olan Osman Turan’ın
odasında diğer hocalarla birlikte İslâm medeniyeti tarihinde önemli
şahsiyetlerden biri olan el-Cahız üzerinde sohbet ederlerken hocanın biriyle
tartışmaya başlamışlar. Cansız, Osman Turan’a hitaben, “falan kitap senin
kütüphanende var, getir bakalım” der. Kitabı getirir ve ilgili bahsi okumaya
başlar. Oradakiler meselenin Cansız’ın anlattığı şekilde olduğunu görürler.
Şayet onların görüşlerine karşı çıkmayıp sussaydı ve sizin dediğiniz doğrudur
demiş olsaydı yüksek maaşla orada çalışma imkânı elde edecekti. Hâlbuki
Cansız Hoca’nın İlmî konularda hiç şakası yoktu.[60]
Her insanın hayat çizgisini belirleme hakkı vardır. Ancak Cansız’ın bu
fırsatı değerlendirmemesi kanaatimizce doğru olmamıştır. İlmî kişiliği, ilim
merkezlerince görülüyor ve kendilerinin değerlendirilmesinin yararlı olacağı
kanaatine varılıyor. Ancak O, bu tekliflere hiç aldırış etmemiştir. Hâlbuki
böyle bir kurumda görev almış olsaydı belki düşünce ve fikirlerini yazma
zorunluluğu hasıl olabilecekti. Ayrıca İlmî derinliği olan Cansız Hoca’nın
kanaatimizce intisap edebileceği en uygun yer böyle bir ilim müessesesi idi.
Maalesef yöresinde kalarak hayatını geçirmiştir.
1.5.
Vaizliğe Atanması
Cansız Hoca, Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde görev almayı
düşünmemişti. Memur hayatını, daha doğrusu bir yere bağımlı olmayı hiç
istemiyordu. Çünkü bağımlı olmanın, bir bakıma savunduğu düşüncelerinden ödün
vereceği anlamına geleceğine inanıyordu. Kendisi yalnız başına Trabzon’da
kalıyordu. Eşi ve çocukları köyde çalışıp geçiniyorlardı. Yani ona maddi yönden
pek ihtiyaçları yoktu. O da hayatını sürdürüp gidiyordu. Maddi olarak da servet
yapayım, mal-mülk biriktireyim diye hiçbir düşüncesi yoktu. İlk eşinin 1944
yılında vefat etmesi nedeniyle 1947 yılında ikinci evliliğini yaptı. Bundan
dolayı Trabzon’da bir düzen kurma zorunluluğu ortaya çıktı. Yani hayat artık
eskisi gibi olamazdı. Evin ihtiyaçlarının karşılanması için maddiyata ihtiyaç
vardı. Bu nedenle Diyanette görev almayı kabul etmek zorunda kaldı.[61]
Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz olarak göreve başlaması şu
şekilde olmuştur: Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, 1949
yılında Trabzon’a geldiğinde resmi bir görev verebileceği üst düzeyde hoca
aramış. Cansız Hoca Trabzon ve civarında bulabildiği iki hocadan biri
olmuştur. Diğeri de vaktiyle Of’ta kadılık yapan Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri
Akdeniz idi. Cansız Hoca o yıllarda Of ilçesini temsilen İl Genel Meclisi
üyeliği görevini yürütüyordu. Şu halde elli beş yaşlarına kadar resmi olarak
din hizmetlerinde bir görev üstlenmemişti. Ancak din ilimlerinden hiç ayrılmamış,
gayri resmi de olsa talebe okutmuş ve dönemin hocalarıyla birlikteliğini
sürdürmüştür. Daha doğrusu sürekli öğreten bir konumu vardı.
Salih Sabri Akdeniz hocanın icazetnamesi Osmanlı döneminden ve resmi olduğu
için Ahmet Hamdi Akseki O’nu hemen vaizliğe atadı. Cansız Hoca’nın elindeki
icazetname devletin resmi bir belgesi olarak kabul edilmediği için Ahmet Hamdi
Akseki, “Şeyh Bedreddin’in “Vâridat”adlı eserini tercüme edersen seni de
yüksek seviyeli maaşla tayin ederim” demişti.1^
Vaizliğe atanabilmesi için Trabzon Müftülüğü’nce Diyanet İşleri
Başkanlığı’na gönderilen yazının ekinde icazetnamesi, Varidat adlı eserin aslı
ve tercümesi, Usûl’ül-Hikem fi Nizam’il-Alem adlı eserin aslı ve tercümesi ve
ayrıca Ahmet Hamdi Akseki’ye armağan edilmek üzere Mevlânâ’dan Rubailerin aslı
ve tercümesi ekli olarak gönderilmiştir. İstenen belgelerin gönderilmesi
üzerine Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki tarafından 35 lira maaşla
Trabzon Bölgesi gezici vaizliğine atanır ve 23 Haziran 1949 tarihinde görevine
başlar.
Mustafa Cansız, 6
Eylül 1950 tarihinde hazırladığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği
raporda şu ifadelere yer vermektedir: 23 Haziran 1949’da işe başladım.
Ödevlerimi Diyanet işleri Başkanlığı’nın 945 tarih ve 583 sayılı (Müftü ve
Vaizlerin ödevleri hakkında gerekli açıklama) sına göre ayarlamak tabii idi.
Ramazan’ı Şerife tesadüf eden Haziran ve Temmuz aylarında haftada dört gün,
Cum'a günlerinde öğleden evvel, Salı, Perşembe ve Pazar günlerinde de ikindi
namazından sonra derslerimi Diyanet İşlerinin adı geçen açıklamasına uygun
düşürmeğe çalışarak şehrin Ortahisar ve İskender Paşa Camileri’nde veriyorum.
Her haftanın boş kalan üç gününü de şehrin muhtelif camilerinde vaiz
arkadaşlarımın öğütlerini tetkik ile dolduruyorum.
Ağustos, Eylül aylarında mevsim icabı cemaatin dağılmasıyla[62]
derslerimi haftada ikiye indirmiştim ve bölgemiz merkezindeki hatip, imam ve
vaiz arkadaşlarımla müftülük binasında adı geçen açıklamanın 41, 42 inci
maddelerinden faydalanmak suretiyle toplanarak günün münasip bir zamanında
bilhassa itikat ve ibadet meseleleri üzerinde ehemmiyetle durmak üzere bu
meseleleri anlamaya ve anlatmaya çalıştık.
Görüldüğü üzere Mustafa Cansız, göreve başladıktan sonra öğütlerine devam
etmenin yanında diğer vaiz arkadaşlarını kontrol etme görevini üstlendiği gibi
günün belli saatlerinde din görevlilerine itikat ve ibadet konularında bilgi
verdiği anlaşılmaktadır.
1950 yılında çıkarılan 5634 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı
yeniden düzenlendi. 29 Nisan 1950 tarihinde yürürlüğe giren bu kanunla merkez
teşkilatında bazı yeni birimler kurulmuş ve bazı birimlerin adları
değiştirilmiştir. İlk defa gezici vaizler ihdas edilmiş ve bütün vaizler maaşlı
kadroya geçirilmiştir.[63]
Bu kanuna istinaden aynı tarihli Başkanlık oluruyla Mustafa Cansız, tekrar
Trabzon gezici vaizliğine atanır.
Trabzon Bölgesi gezici vaizlik görevini sürdürürken Diyanet İşleri
Başkanlığı’nca 1951 yılında yapılan bir düzenlemeye göre Türkiye geneli 21 bölgeye
ayrılır. Mustafa Cansız, Trabzon merkez olmak üzere Gümüşhane ve Rize illeri
bölge gezici vaizlik görevine atanır ve 1965 yılına kadar bu görevini sürdürür
,
Daha önce ifade ettiğimiz gibi Mustafa Cansız, klasik medrese usulü ile din
ilimlerindeki tahsilini tamamlamış ve icazet almıştı. Bu icazetnamesine Milli
Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi İlâhiyat
Fakültesi mezunu
denkliği vermiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve görevleri hakkındaki
633 sayılı Kanun’un[64]
yürürlüğe girmesiyle birlikte bu kanunun geçici 1. inci maddesinin (b) bendi
gereğince Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Trabzon vilayetine tahsis edilen
950 lira kadro aylıklı (ihtisas) vaizliğine atanır.[65]
Mustafa Cansız, Diyanet işleri Başkanlığı’nca zaman zaman bazı hususları
konuşmak ve görüşlerini almak üzere Ankara’ya çağırılmıştır.[66]
Ayrıca teftiş maksadıyla görevlendirildiği gibi bazı yörelerin din yapısını
incelemek ve bu konularda Başkanlığa rapor vermek için de görevlendirilmiştir.[67]
1960 ihtilalinden sonra Diyanette bir komisyon kurulmuş ve başkanlığına
Cansız’ı getirmişler. Komisyon çalışmaya başlamadan önce bir üye ayağa
kalkarak, “efendim ben Kahire el-Ezher mezunuyum. Şunları şunları yaptım...
Kendini uzun uzun tanıtıyor. Cansız kendisine müdahale ederek, “bu yaptıklarını
bir dilekçeye yaz ve Başkanlığ’a ver de maaşına zam yapsınlar, mevzuya geç”
diyerek adamın kendisini bu şekilde tanıtmasına müsaade etmemiştir.[68]
Remzi Yavuz’un anısı dikkate değerdir:
Cansız Hoca yıllarca gezici vaizlik yapmış. Ayrıca devlet ona başka
görevler de verdi. Kendilerinden dinledim. İmroz ve Bozcaada’ya incelemeye
gitti. Rumların ibadet yerlerini gezdi. Keşişlerin kaldığı yerleri baktı.
Kaldıkları yerlere pencere yerine mazgal delikleri yaptırmışlardı. Herhangi
bir karışıklıkta orayı bir savunma merkezi olarak kullanmak için öyle
yapmışlardı. Karşı tarafa ateş etmek için kullanacaklardı. Bunları Diyanet’e
rapor etmiş. Şunu demek istiyorum ki, ayrıntıları görebilen bir yapıdaydı.
Bu konuda Yusuf Ziya Cansız şu bilgileri aktardı:
1960’li yıllarda devletin yetkili birimlerince araştırma yapmak için
İmroz ve Bozcaada’ya
gönderilmiştir. Oralarda bazı olaylar olmuştu. Bu yöreler Hristiyan cemaatin
bir merkezi gibiydi. Oranın yapısıyla ilgili -nüfus dağılımı-bir rapor
hazırlamış. Daha sonra Çaykara’dan oraya göç aktarması yapmışlar. Cansız,
İmroz ve Bozcaada’ya görevli gittiğinde Rumlarla rahatlıkla anlaştığını bana
söyledi. Hâlbuki oranın Rumcası ile bizim yörede konuşulan Rumca bir birini
tutmazdı. Demek ki o dili iyi biliyordu.
Bir ayrıntıyı anlatmadan geçmenin doğru olmayacağına inanıyoruz:
İmroz ve Bozcaada’da ki bizim din hocalarıyla orada olan papazlar arasında
dinî münazaralar olurmuş ve bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet
Cansız Hoca’yı, olayı soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir
rapor düzenleyerek dönemin Diyanet işlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş.
Daha sonra bakan, biraz da resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzerine
Cansız: “Böyle güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları varken bizim
Müslümanların Hristiyan olmamaları zor" diyerek gülüşmüşler. Latifeyi
sever ve konuşmalarında latifeye yer verirdi.[69]
Meslek olarak vaizliği sevdiği pek söylenemez. Kürsüye çıkarken biniş
giymediği gibi başına sarık koymazdı. Başı açık ve kravatlı olarak kürsüye
çıkar ve vaaz ederdi. Çok fazla konuşmazdı. Erken iner ve cami görevlilerine
“bir aşr okuyun” diyerek zamanı doldururdu. Çünkü kendisinin halkın seviyesine
inip bir şeyler anlatması kendilerini tatmin etmiyordu. Yüksek seviyeden
konuşsa halkın anlaması mümkün değildi. Ama yinede kürsüye çıkar bir şeyler söylerdi.[70]
Cansız Hoca, vaizliğe başlamadan önce namaz kılmak için camiye pek
gitmezmiş. Samsun’da ikamet eden ve medreseden arkadaşı, Cansız’ın camiye
namaz kılmaya gitmediğini duymuş. Trabzon’a geldiğinde bunu kendisine sormuş:
-Duydum ki camiye namaz kılmaya gitmiyorsun. Doğru mu?
-Evet doğrudur. Cami ahır gibi kokuyor. Onun için gitmiyorum.
Arkadaşı bu sözünden çok alınmıştı. Cansız vaizliğe başladığı sıralarda
tekrar Trabzon’a gelmiş. Namaz kılmak için İskender Paşa Camiî’ne gitmiş.
Kürsüde biri vazediyor. Yaklaşmış, bakmış ki Cansız Hoca. Hoca’nın daha önce
söylediği sözü hatırlar ve şöyle der:
-Seni ahırına bağlayan Allah’u Teala’ya hamdü senalar olsun.™
Sarık, cübbe giymezdi. Bundan dolayı elbette tenkit edilirdi. Ancak yüzüne
karşı tenkit etmeye korkarlardı. Yaptığı işin dine aykırı olmadığını bildiği
için bu tür tenkitlere karşı ana avrat küfrederdi. Çünkü tenkit edenlerin
şekilci bir anlayışa sahip olduklarını biliyordu. Günümüzde bu anlayışın
nispeten aşıldığını söyleyebiliriz.[71]
Görev yaptığı esnada sürekli uzlaşmadan yana tavır takınırdı. Bulunduğu
sınav komisyonlarında torpile asla müsaade etmezdi. Görevli olduğu dönemde
özellikle Süleymancı cemaatinden bilinen ve sınavlara giren hocalar için,
“bunlar iki kelime öğrenmekle dini bildiklerini sanıyorlar. Hâlbuki bu
bildikleri ile dinimize faydadan ziyade zarar getirirler. Ben onlar falan
cemaattendir diye asla farklı muamele yapmıyorum. Bilen görev alsın diyorum”
derdi.[72]
Konu ile ilgili Ali Şenocak’ın hatırası dikkat çekicidir:
Cansız Hoca ile aynı köylüyüz. 1955 yılında Trabzon’da Müftülük
imtihanlarına girdim. İmtihanda komisyon üyesiydi. Sorulan hadis sorusunu pek
anlayamadım. Daha doğrusu metni çözemedim. Kendisine işaretle bir bakmasını
istedim. Baktı ve bildiğin gibi yap dedi. Oldu veya olmadı diye bir şey
söylemedi. Biz de anladığımız kadarıyla cevaplandırmaya çalıştım. Zaten yapacak
başka bir şey de yoktu. Şunu demek istiyorum: Ben köylüsü olmama rağmen bana
bir yardım yapmadı. Yani kimseye iltiması söz konusu değildi.
Hoca’nın bir diğer önemli özelliği, inanmadığı şeylere hemen itiraz eder
ve aksini savunurdu. Sadece kendi doğrusunun kabul edilmesi hususunda çok
ısrarcıydı. Ancak daha sonra yanlış olduğunu anlayınca düzeltir ve sen haklısın
demesini de bilirdi.[73]
Mustafa Cansız, 1970 yılında vaizlik görevinden emekliye ayrıldı.
1.6.
Müftü ve Vaizler
Kursu Müdürlüğü
Kursa katılan emekli Müftü Mehmet Aydınlı’nın verdiği bilgileri
aktarıyoruz:
Diyanet işleri Başkanlığı’nın 1961 yılında Erzurum’da açtığı iki aylık
hizmet içi eğitim seminerine doğu illerinin (20 il ve ilçeleri) müftü ve
vaizleri katılmıştı. Kurs müdürlüğüne Mustafa Cansız getirilmişti. Aynı zamanda
hocamızdı. Usul’ü Fıkıh ve ifta derslerimize girdi. Çok geniş bir ilme,
ansiklopedik bir bilgiye sahipti. Ayaklı bir kütüphane idi. Onun ismi Türkiye
Cumhuriyeti’ne yeterdi. Cansız Hoca’ya karşı olumsuz bakan müftü ve vaizler
Hoca’ya sataşmak istediler. Özellikle doğulu Şafiî müftü ve vaizler daha çok
sataştı. Ancak onun geniş ve açıklayıcı cevapları hepsini susturdu. Adeta pes
etmek zorunda kaldılar. Ben Tercan Müftüsü’ydüm. Kendisine saygıda kusur
etmedim ve o da bizi severdi. Kursun sonlarına doğru dönemin İstanbul Valisi
Prof.Dr. Fahrettin Kerim Gökay bizi ziyarete geldi. Cansız Hoca onu, O, Cansız
Hocayı takdim etti ve Gökay Hoca, Cansız’ın elini öptü.
Bir gün Gürcü kapıda lokantada yemek yiyordum. İçeri girdiler. Biz de ayağa
kalkarak buyur ettik. O zamanda bir tas içerisinde, bir okka kaymaklı koyun
yoğurdu olurdu. Biz ondan yiyorduk. “Bu nedir”? diye sordu. Biz de anlattık.
Bunu üzerine “bu yoğurdu hep siz mi yersiniz” diye espri yaptı. Hocam emriniz
olur dedim. Ben de yörede tanınmış idim. Erzurum Radyosunda Kur’an okuyordum.
Garsonlara söyledim Hoca’ya her gün yoğurt vereceksiniz. Cansız Hoca “ancak
250 gram yiyebilirim” dedi. Ben de “hocam siz alın, yiyemediğinizi başkasına
verirsiniz” dedim. Böyle bir hatıramız olmuştur kendileriyle. Allah rahmet
eylesin.181
Mahmut İslâmoğlu’nun kursla ilgili Cansız Hoca’dan dinledikleri dikkat
çekicidir:
Erzurum hizmetiçi kurs müdürlüğü ve hatıratlarını bana anlatmıştı.
Cansız’ın konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: “«atılanlar içerisinde iyi
hocalar vardı. Fakat bizim yörenin insanları benimle ilgili olarak onlara bir
fesatlık yaptı. Orada bana ilim adamıyım diye bakmadılar. Ders başlayınca İmamı
Azam böyle dedi, falan kitapta yazar. İmamı Şafiî hazretleri de böyle dedi. O
da falan kitapta yazar. Benim İmamı Şafi’ye hazret kelimesini eklemekle bana
bir sevgi, iltifat etmeye başladılar. Bir gün içlerinden biri usul
kurallarıyla ilgili bir şey sordu. Ben de “Usulü fıkıhta Molla Hüsrev’ in
görüşü şöyledir. Şafiî hazretlerine mensup falan âlimin görüşünde böyle der. Bu
görüş daha uygundur. Bu sözlerimden dolayı bana iltifat etmeye başladılar.
İçlerinden Halep’te okumuş Gaziantepli bir vaiz yanıma geldi. ‘Biz sekiz
vaiziz. Sizi yemeğe davet ediyoruz. Ben de reddetmedim. Gittik ve yemek
esnasında sohbet ettik. Davet eden kişi bana şöyle dedi: “Hocam, ben
Türkiye’deki büyük hocaları tanıyorum. Mürailik olsun diye söylemiyorum. Sizin
gibi bir hoca bu zamana kadar görmedim. Hakkınızı helal edin. Biz ilk görüşte,
Halk Partili olduğunuz için size iltifat etmedik. Özür dileriz.’ Cansız: “Ooo
benim için neler demişlerdir. Onlara hiç itibar etmem. Ne derse desinler.” Sonunda
Hoca’nın hakkını teslim ettiler. Erzurum’da otelde kalacaktı. Fakat Çaykaralı
bir tüccar vardı. Evin bir odasını O’na tahsis etti ve orada kaldı. Nazım
Okur’da Cansız’ı davet etti ama gitmedi. Dedim ki, “O Demokrat Partili siz Halk
Partili onun için mi gitmediniz?” “Yok canım. Onun babası öğretmen ve dostum
idi. Partinin ne önemi var.” Yani oraları aşmış bir kişiydi. Taassup sahibi
değildi.
Cumhuriyet Halk Partisi fikriyatına mensup bir kişi olmasından dolayı
hocaların kendilerine olumsuz baktıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayışın doğru
bir yaklaşım olmadığını belirtmekte yarar görüyoruz. Ancak ilmi siyaseti
sayesinde olumsuzlukları nasıl bertaraf ettiği de dikkati çekmektedir.
1.7.
Vefatı
Mustafa Cansız, prostat kanserine yakalanmış ve bu hastalıkla on yedi yıl
mücadele etmişti. Hastalıktan dolayı üç kez ameliyat oldu. Ameliyatların hiç
birinde doktorların kendisini bayıltmasına müsaade etmeyip, sınırlı uyuşturma
yaptırtarak ameliyat olmuştur. Zira bayıltıldığında hafızasının kaybolmasından
endişe ediyordu. “Canımı al, aklımı alma” diye Allah’a dua ederdi.[74]
Ölümüne yakın bir zamanda ziyaretine gidenlere şunları söylemişti: “Yahya
Kemal Beyatlı’yı ziyarete gitmiştim. Hasta yatıyordu. Bize şunu söyledi: “Güneşin
gurûbunu seyretmek, insanın gurûbunu seyretmekten daha güzeldir”. Sürekli
olarak insanın ölüm halini seyretmenin kişiye mutluluk vermeyeceğini ima
ederdi.[75]
Dinî noktadaki hassasiyetini ifade eden ve ölümüne yakın zamanlarda
söylediği şu sözü de anlamlı buluyoruz: Hastalığında ölüm anı yaklaştığında
kızı Nadire Hanım arkasında duruyordu. “Beni kaldır” dedi. Doğruldu. “Yarabbi! Sana şirk koşmadım. Kusurlarım
çoktur. İlmimi de elimden geldiği kadar yaydım. Dininden asla taviz vermedim.
Senin huzuruna geliyorum. Beni affeyle. Eşhedü...”diyerek ruhunu
teslim etti.[76]
Dursun Behzatoğlu’nun söyledikleri de dikkate değerdir:
Hastalığı sırasında tedavi için Numune hastanesinde yatıyordu. Gençliğinde
Cansızla zaman zaman birlikte içki içen arkadaşı Necmeddin ile birlikte
ziyaretine gittik. Hanımı da yanında idi. İçeri girdik ve ben elini öptüm.
Konuşurken arkadaşı olan Necmeddin, eli ile işaret ederek “içelim” dedi. Bunun
üzerine Cansız Hoca: “Ulan Behzatoğlu, bu şeytanı nereden taktın peşine, son
nefeste imanımı alacak. Euzu billahi mineşşeytanirrecim...” Bu söz üzerine
gülüştük. Şu halde ölüm anında bile espri yapmayı ihmal etmemiştir. Bir gün
sonra gittim, ölmüştü. Orada olan bakıcıya sordum. Bizim hoca burada öldü.
Nasıl öldü? Son sözleri şu oldu: ‘Ya Rabbi Mustafa sana karşı bilerek veya
bilmeyerek günah işledi. Fakat Rabbim ben sana asla şirk koşmadım. Sen
buyuruyorsun ki, bana şirk koşmayanı cennetime koyacağım. Mustafa kapına
geliyor, eşhedü enla ilahe illallah’ diyerek ruhunu teslim etti.[77]
Ölüm anında söylediği bu sözleri değişik kişilerden dinledik ve farklı
kişilerin söylediklerinin örtüştüğünü gördük.
Hastalığında ziyaretine giden Şakir Çıkrık’a şunları söylemiş: “Oruç
noksanlarımı tamamladım. Namazlardan eksiklerim var. Allah ömür verirse onları
da tamamlayacağım.”[78]
Ahmet Cemal Uygun’un Cansız’ın hastalığı ve vefat ile ilgili bilgileri
şöyledir:
Ölümüne yakın zamanda bir miktar parası vardı. Bu parayı bankaya koymasını
söyledim. Kabul etmedi. “Ölürsem varislerin alması zor olur” dedi. Kitabın
arasına koydu ve bana, “paranın ktabın arasında olduğunu, öldüğümde buradan
alın ve cenaze masraflarımı karşılayın” dedi. Çarşı Camii imamı Hüseyin Sarıca
ve vaiz Ahmet Arslantürk’ün cenazesini yıkamasını vasiyet etti. Mevlidin kesinlikle
okutulmamasını istedi. “Hocaları, hafızları toplayın Kur’an okutun” dedi. Bu
vasiyetlerini yerine getirdik.
Nerede gömüleceği, mezar taşı için bir şey yazıp yazma dığını sordum.
“Kabrin türbe yapılmasının dinen uygun olmadığını, mezar taşı için de bir yazı
yazmadığım” ifade etti. 04.11.1975 yılında ahirete göç etti. Cenazesini
Trabzon’dan alarak Dernekpazarı ilçesinin Kondu Mahallesi’ne çıkarken çarşıya
yakın ve yol üzerinde ağabeysinin yanına defnettik. Ahmet Gürsoy o zaman şunu
söyledi: “Getirdik bir deryayı köye gömdük”.
Cansız Hoca vefat ettiğinde on beş yaşında idim. Kendilerini tanıma şansım
olmadı. Cenazesini Trabzon’dan getirdiklerinde inşaat halindeki Dernekpazarı
Camii’nin önüne koydular. Bakmak isteyenler için yüzünü açmışlardı. Ben o
halini hatırlıyorum. Daha sonra cenazesi çarşıya yakın bir yerde olan aile
mezarlığına götürüldü. Cenaze namazı, yanılmıyorsam yörenin din âlimi Haşan
Rami Yavuz tarafından kıldırıldı. Trabzon Müftüsü Fazlı Çan’ın, Yasin
suresinin bir bölümünü okurken bir kaç defa şaşırdığını ve kendilerine
hatırlatma konusunda Aşıkkutlu Hoca’nın yardımcı olduğunu hatırlıyorum.[79]
Burada bir vefasızlığı üzülerek dile getirmek istiyorum: Mustafa Cansız,
yirmi yıl Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz ve müfettiş olarak görev
yapmıştır. Diyanet Gazetesinin 1968-1990 yılları arasında çıkan sayılarının
yüklendiği CD de yaptığımız araştırmada, vefat eden din görevlilerinin haber
konusu yapıldığını gördük. Ancak Cansız Hoca’nın vefatının haber konusu
yapıldığına rastlayamadık. Bunun yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı
İslâm Ansiklopedisi’nde madde olarak yer verilmediğini de belirtmek isterim.
Bu konuda bir art niyetin olduğunu düşünmemekle birlikte, vefatının dahi haber
konusu yapılmadığını görmek üzüntü vericidir. Cansız Hoca’nın ölümü ile ilgili
Yaşar Nuri Öztürk’ün söylediği sözleri anlamlı buluyoruz:
“...Yani, ben Cansız Hoca’yı düşünüyorum da, bazen toprağa gıpta ediyorum.
Eğer bunlar toprağın bağrına gitmiş ise dünyanın üstü hiç bir işe yaramaz.
Nasıl toprak bu insanları yiyor diye bazen kızıyorum toprağa, bazen de
imreniyorum... O ölümüne yakın: ‘Ey, artık misafir bu eski evi beğenmiyor;
yerine dönmek istiyor” diyordu. [80]
Mezar taşında 1930’lu yıllarda kaleme aldığı şiirinin şu mısraları
yazılıdır:
Uzak geçme fâni
sessizce dinle,
Hasbi hal eylesin
taşım seninle
Halimden ibret al
içinden inle.
3. İlmî Kişiliği
Cansız Hoca’ya hitaben yazılan bir mektubu aktarmak suretiyle İlmî kişiliği
konusunda bir kanaate varmak isabetli olur diye düşünüyoruz:
Kars’tan 17.6.1338
Cansız!....
Nerelerde? Acaba yerde mi yoksa semavatta mı?....
Bana pek mukârin, ruhen pek müşabih olduğu takarrür eden bir şahsiyet
hakkındaki mütalamın pürüzsüz ve doğruluğuna iman edebildim. ..
Evet!.... Cansız; Maddiyeti itibariyle
mahkum, esir-i zemindir; fakat; mahiyet-i ruhiye ve maneviyesi itibariyle
kainatı meşhudenin maverayı mesturesinde ulumu nazariyat ve feraziyatı
felsefenin çalkalandığı saha-i mütelaşiyenin daha gerilerinde maksudini; mevcut
ve mestur ve mevzah gayey-i muhteriğ-i ezeliyi bulup yakalamak istiyor
çabalıyor, didiniyor, yoruluyor. Bu kimseyi âzurde etmeyen sukuti ve dahili
kıyametlerle derunî püskürmelerin zaruriyat-ı münkeşifesine humna alud bir
inkıyat gösteriyor. Heyhat...
Gene subhaninin takrir ve tecellisi imkansızlığını edayi mu’ciz beyanı
Kuran'iyenin fesahat ve belağatı bînazirinden tatmin ve teskin etmeye daha
alışkın, daha ziyade m üste'id, ve meyyal olan şahsiyeti İlmiyeleri bu vadide
arzuyi kafisini bulamayan her bîçare gibi Hazreti Şeyh Sa’idiyden imtisalen
dimağın hali malumuna kanaatle fikrin arzuyi itilasına zayıf fakat tatlı bir
perde-i teselli kavuşturuyor....
Ey berter-i ez-heyal kıyası kuman ve vehm
Ve zehrçe küftene sinidim ve havendeyim
Meclis temam keset ve bîaher resid-i ömr
Mahemçinani der evvel vasf-ı tumandayım
İşte bu feryad deryai hakikatin müntehayı maksuduna erişmek isteyen ve bu
yolda senelerce çırpınan bir âiim-i muazzamanın nakaratı me’yuse-i ahiresidir.
Siz ruhen bu şeddi metini parçalamak için tecavüzkâr mahiyetli mütehallik
kimselere benzersiniz.... Fakat....
Fakat;., bu
imkansızlıktan mütevellitye’si asabiyetlerinizi avalim-süfliyeye dönerek;
gaye-i şümulü sizce de keşfedilemeyen barid ve ateşîn hitabeleriniz ve derin
iniltili, üzücü sanihatınızın edayı maluliyle tabiatı adiyenin kızgın
bulutlarına, yırtıcı gecelerine, ısırgan güzelliklerine, aldatıcı
mülatefelerine, kahır ve sitemine, vefasız mevaidine ilan-ı müşateme eder
durursunuz
Kars ’tan 17
Haziran 338
Ey Salih-i mecrayı
hakikat; nedir ol kin?..
Bîşevk ve âzam; her
görünen neşeye gamkin
Yüz bin senelik
derdini feryadını hâmil
Bir hilkat-ı buhran
ve elem kerdesi günün
Dehrin ezeli hem
ebedi rah-ı azizi
Mahkum eder her
bar... evladı fatini
Bin, bin kere müsbet
mücerreb kim râh
Yine iğfal ediyor
müntesibini
Ya Rab bu ne hikmet
ki verdin akıl ve feraset
Emrin dahi esrarı
ilah iyeye te’min-i basiret
Herkeste tecessüs
yine bahşasın hilkat
İnsan ne için
günahında pamali hakaret
Aciz kalıyor akıl-1
beşer hem im’an
Her yer çöküyor
sanki feza bir zindan
Fikrin oluyor saha-i
lem’anesi viran
Çok görme bu
feryadını vaveylini kalbin?
Hâlât ve sevaikini
m’utı sensin
Sensin bize imkan-ı
takarrub verdin
Yine sensin ki bu
imkanları takyid ettin
Yandı nice bin
kafile şundan yandı...
Anlat ki bu
peymaneye Cansız.... Dendi..
Bir ateş-i fevvare-i
tâban yolda;
Bir heykel-i zulmet
ile mahsue kaldı.
Ey savt-ı samut ne
ise bu ne kenz-i layemüt
İnsan çalışır hem
çalışır bir gayret
Hala çekemez
künhünüzün elifini himmet
Ey kenz-i layemüt bu
ne savt-ı samut
İşte Cansız... buralarda
sersemsin
Bu geniş sahada
zindan bendsin
Tutkunusun ezelden
bu belaya çıkamazsın
Her zaman ağlayacak,
ağlayacak, ağlayacaksın.
Kars Mevkii Müstahkemi Mevlüt Hakî
Şahsiyeti fazılalar hakkında icale-i hama etmekliğim gerçi bir cüret-i
müstemile ise de etmeye af gözüyle bakınız bir
parça pervasızca taallukı bildiğim itibarla hususiyet-i ahvalimi bildirmek
isterim. Çünkü hayat sirkini....... anlarıdır.
Sarıkamış’tan bir buçuk mah mukaddem infisali ile Kars mevkii müstahkemi
inşaatı istihkamiye komisyon azalığına tayin edildim. Komisyonuna ibraz-ı
mevcudiyet edince inşaat istihkamiye taburu üçüncü bölük kumandanlığına tayin
edildiğim gibi diğer taraftan mevki-i müstahkem müdüriyetini dahi uhdeme
tefviz buyurdular. Şimdi oldukça kalabalık işler arasında bulunuyorum. Sizin
sıhhat ve afiyetinizi mübeşşir lutufnameler çok zamandır.....
Baki taşkın hürmet ve samimiyetlerimle sizleri selamlarım sevgi ve
muhterem kardeşim.
Kars Mevkii Müstahkemi İnşaat-ı istihkamiye Komisyonu Azasından ...
İbrahim Ağaya, Haşan Ağaya, Kaymakam Efendiye arz-ı huluskari eyler, diğer
komşulara dahi selamımı tebliğ buyurunuz efendim.
Adresim, Kars Mevkii Müstahkemi İnşaat İstihkamiye Komisyonu Azasından
Bu mektup, 1922 yılında yazılmış olup, o zaman Cansız Hoca henüz yirmi yedi
yaşlarındadır. Gençlik yılları diyebileceğimiz yaşlarda arkadaşının O’na olan
iltifatları kendilerinin nasıl bir düşünce dünyası ve ne tür fikir çileleri
içerisinde olduğunu açıkça dile getirmektedir. Mektubu aşağıda sadeleştirmeye
çalıştık:
Kars’tan
Cansız!...
Bana pek yakın, ruhen çok benzediği belli olan bir şahsiyet hakkındaki
düşüncelerimin doğruluğuna inanıyorum.
Evet!... Cansız; bedeni olarak mahkûm ve yeryüzünün esiridir. Fakat ruhi ve
manevi yönü itibariyle görünen kâinatın perdesinin arkasında tabiat ilimleri
ve felsefi düşüncelerin çalkalandığı telaşlı sahanın daha gerilerinde maksadın
varolup ve gizli olan açık gayesini ve ezeli yaratıcıyı bulup yakalamak
istiyor, buna çabalıyor, didiniyor, yoruluyor.
Bu kimseyi incitmeyen sessiz iç buhranlarla (sıkıntılar) içten
püskürmelerin keşfedilmesi gerekenlere yakalanmış, ateşe tutulmuş boyun
eğiyor.... Ne uzak
Yine Allah’ın yerini belli etmesi ve görünmesi imkânsızlığını Kuran’ın
benzersiz lisanı açık ve meramını düzgün anlatan tatmin ve teskin olmaya daha
alışkın, buna daha çok hazır ve daha çok yakın olan ilmi şahsiyetleri bu sahada
kesin hissettiklerini bulamayan her çaresiz gibi Şeyh Sadi’den bağlı kalarak
Sen hayalimdeki ve aklımdaki en güzel şeysin
Her ne kadar söylediklerimi duymamış ve okumamışsan da
Meclisin sonunda anlaşılacak fakat ömür bitecektir.
Biz başta nasıl
yaratılmışsak yine öyleyiz ve hep öyle kalacağız. İşte bu feryat,
hakikat denizinin sonsuz maksadına erişmek isteyen ve bu yolda senelerce
çırpınan büyük bir âlimin üzüntüsünün tekrarlarının sonudur. Siz ruhen bu
sağlam şeddi parçala mak için aşırı derecede ileri giden yaratıcı kimselere
benziyorsunuz.
Fakat bu imkânsızlıktan dolayı üzüntü veren asabiyetlerinizi aşağı
âlemlere dönerek genel gayesi sizce de keşfedilemeyen soğuk ve ateş gibi kızgın
konuşmalarınız ve derin iniltili, üzücü fikirlerinizin (tam yerini bulmayan)
normal tabiatın kızgın bulutlarına, yırtıcı gecelerine, ısırgan
güzelliklerine, aldatıcı iltifatlarına, baskı ve sitemine, vefasız yerine
getirilmeyen vaatlerine sövüp duruyorsunuz.
Ahmet Cemal Uygun’un Cansız’ın ilmi kişiliğiyle ilgili düşünceleri
şöyledir:
Cansız, çok okuyan bir kişiydi. Kendileri ile hısım olmadan yani kızıyla
evlenmeden önce de babamın arkadaşı olduğu için bize gelirdi. Babamla çok
konuşur ve sohbet ederlerdi. Daha doğrusu fikirleri uyuşurdu. Büyük
kütüphanemiz vardı. Yataklarını serdikten sonra gidip yatardım. Orada sabaha
kadar okur ve konuşurlardı. Gittikten sonra babam, “Çok zeki bir insan,
hafızası çok kuvvetli ve bunu da istediği istikamette çok iyi kullanıyor”
ifadelerine yer verdi. Din bilgisi ve felsefi külürüne herkes hayranlık
duyardı. Görüşlerini beğenmeyenler bile bu özelliğini kabul eder, altından
kalkamadıkları meseleleri istemeyerek de olsa O’na sormak zorunda kalırlardı.
İsmail Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili düşünceleri şöyledir:
Cansız Hoca halam ile evli idi. O kadar kitap okurdu ki bazen kitapla uyur
kalır, sabahleyin halam yani hanımı uyandırırdı. Sigara içtiği için bazen
kitabı bile yanardı. Çok kuvvetli bir hafızaya sahipti. Bununla ilgili bir
anımı anlatmak isterim: Halamın kocası olması nedeniyle bizimle hısımdı. Bir
güz mevsimi idi. Yanılmıyorsam yıl 1939. Biz yaylada idik. Limon suyunda
babamın dükkânı vardı. O zaman çocuktum. Cansız Mustafa Efendi atla birlikte
Bayburt’tan geliyordu. Bize uğradı. Çocuk yaşta olduğum için yaya zor giderim
diye babam beni ona verip gönderdi. Birlikte konuşa konuşa Ataköy’e geldik.
Herkes etrafını sardı. Çünkü onu tanımayan olmadığı gibi itibarı da çok
yüksekti. Beni de at vurdu. Sandalyeye yan oturuyorum. Bana bakıp “doğru otur”
dedi. Bakmadığı zaman tekrar yan oturuyorum, görüyor “doğru otur”. Anladı beni
at vurdu, bana espri yapmaya çalışıyordu. Aradan otuz yıldan fazla zaman
geçmişti. Trabzon Nümune Hastanesinde ambulans şoförü idim. Bir gün Cansız
Mustafa Efendi’nin kadın doğum uzmanı olan üvey oğlu Gündoğdu Sanımer’i evine
bıraktım. Cansız ona, “kiminle geldiğini” sordu. “Ekşioğlu ile geldim” dedi.
“Haber verin ona beni beklesin” dedi. Ben de kendilerini bekledim. Yaşlı ve
hasta olduğu zamanlardı. Gelince bana, “Ekşioğlu şimdi taşıma sırası
şendedir.” Çok yaşlı olması ve aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen birlikte
yaptığımız yolculuğu hatırlamasına hayret etmiştim. Demek ki güçlü hafızası
vardı.[81]
Mahmut İslâmoğlu Cansız’ın ilmi kişiliği ile ilgili şu ifadelere yer
vermiştir:
Bir Ramazan ayında Rize’de geçici görevliydim. Rize Müftüsü Yusuf Karalı[82]
Efendi’ye sordum: “Karadeniz’de âlim olarak kimi tanıdın?” “Cansız Mustafa
Efendi’yi” diye cevap verdi. Aynı soruyu Cansız’a da sordum. Yusuf Efendi için
“çok zeki bir insan. Her şeyi ezber okur” diye cevap verdi. Bunlar iltifat
olsun diye söylenmiş sözler değildir. Cansız çok zeki ve ilme değer veren bir
kişiliğe sahipti.[83]
“Gerçek din adamlarına çok saygısı vardı. Karali Hoca’yı çok beğenir ve takdir
ederdi.”[84]
Müfettiş Ahmet Çıkrık’ın hatırası dikkate değerdir:
1960 yılıydı. Öğretmen okulunda okuyordum. Hocamız bize Sosyoloji ile
ilgili yaz tatilinde araştırıp yapmamız gereken bir ödev vermişti. Kaynak
olarak adlarını verdiği kitaplar içerisinde “Rûh’ul -Akvam” da vardı. Ancak bu
eseri bulmamızın zor olduğunu söyledi. Köye geldiğimde Cansız Hoca’nın torunu
Yusuf Ziya Cansız’a, “dedesinin kütüphanesinde böyle bir kitabın olup
olmadığını sordum.” Kitabı bana getirdiğinde hayret etmiştim. Sonuna adını
yazarak 1930 tarihini atmıştı.[85]
1930 yılında “Ruhu’l Akvam” adlı kitabı okuduğu sonuna düştüğü nottan anlaşılan
Cansız Hoca’nın o yıllarda ne tür eserlerle meşgul olduğunu ve kendisinin ne
kadar araştırmaya ve okumaya meraklı bir din bilgini olduğunu anlatmak için yeterli
olduğunu düşünüyoruz. Zira o günün yöresel din adamlarının böyle kitapları
okuduğunu söylemek bir yana ilgi duyduklarını bile düşünmemiz oldukça zordur.
İmamı Gazali’ye atfedilen “Faysalut’tefriketi Beyne’l İslâmi ve Zindikati”
adlı Kelâm kitabının üzerine Arapça şu notu düşmüştür: "Tacettirı
Sebki’den nakledildiğine göre “Faslut’ tefrikati Beyne’l İslâmi ve
Zindikati" adlı kitap Şafiîlerin kaynağı olan Gazali ve Sebki’ye aittir.
Müteehhir imamlardan ve sofilerden olan İbni Mısrî bu kitabı mutezilenin telif
atından saymıştır. Ben de bu kitabı en güzel telifattan sayıyorum. Allah
gizliyi açığa çıkarsın. 1960, Cansızoğlu. ”[86]
Birinci Dünya Savaşından sonra Sadıkzadeler’in[87] vapur
işletmelerinin İstanbul’daki şubesinde bir müddet kâtiplik yapmıştır. Bu
esnada batı kültürüyle yakın teması olmuş ve batılı ünlü bilim adamlarının
eserlerini okumuştur. Eski Yunan ve Romalı felsefecilerin eserleri de buna
dâhildir. Aynı zamanda filozofların görüşlerine eleştiriler getirmeyi de ihmal
etmezdi. Yani okuduklarını kabul eden bir yapıya sahip değildi. En önemli
özelliklerinden biri çok okumasıydı. Yanından asla kitap eksik olmazdı.
Hafızasının güçlü olması nedeniyle okuduğunu da unutmazdı. Birlikte olduğu öğretmenler
onun yanında acziyetlerini ifade ederlerdi.[88]
Ali Şakir Günaydın’ın hatırası da dikkate değerdir:
İhtiyarlık dönemi idi. Teftiş için Karadeniz Ereğli’ye gelmişti. Ben de
kendilerini misafir ettim. Sohbet ettik. Hocam neler yapıyorsunuz diye kendilerine
sorunca şunları anlattı: “Cevaplandırılmak üzere çok yerlerden, hatta yurt
dışından bile sorular gelir. Bundan dolayı her gün yaklaşık sekiz saat kitap
okurum. Bu sorulara cevap verebilmek için bir kitabı alırsınız, oradan bir
başka kitaba derken kitapların sayısı on, on beşi bulur. Sererim kitapları ve
araştırırım. Bazen öyle olur ki, kitapların üzerine uyur kalırım.” O yaşlı
halinde hala daha bu kadar okuyup araştırma yapmasına ben hayret etmiştim.
Torunu Yusuf Ziya Cansız’ın konu ile ilgili ifadelerini anılmaya değer
buluyoruz:
Dedem, ayaklı kütüphane olarak nitelendirilirdi. Gerçekten de öyle idi.
Bence gereksiz. İsteyen gitsin kütüphaneden öğrensin. Bir sahada derinleşseydi
daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Hiç unutmuyorum 1960’lı yıllardı. CHP’nin
Trabzon il kongresine Konya milletvekili İsmet Kabadayı gelmişti. Askerden
ayrılma ve kültürlü biriydi. Kongreden sonra Ural Palas Oteli’ne gidildi.
Kendisi Mevlevi olduğu için Mevlevilikten bahsetmeye başladı. Konuşulanları
dinleyen Cansız Hoca, sonunda Mevlevilik sizin dediğiniz gibi değil ve
başlamış anlatmaya. Adeta bir konferans vermiş. Anlattıklarına İsmet Kabadayı
hayran kalmış. Sonunda “Hocam bu işi siz bizden daha iyi biliyorsunuz.
Gerçekten bu konuda bizden kabadayı çıktınız" diyerek iltifatta
bulundu.
Sanırım 78 yaşlarında idi. Trabzon’a gittiğimde ziyaretine gittim.
Masasının üzerinde Bernard Russell’ın Felsefe Meseleleri adlı kitabı duruyor.
Onu okuyor ve kenarlarına not düşüyordu. Seksenine merdiven dayamış bir insanın
bu kitapla ne işi olabilir? Hani kitap yazsa diyeceğim bir şey yok. Ama sadece
öğretmenler lokaline gittiğinde mesele açılırsa konuşacak ve bu bilgileri karşı
tarafı ezmek için kullanacaktı. Bence bu kadarına gerek yoktu. Bir kere ayaklı
kütüphane diye adı çıkmıştı. Bu sözün devamı için didinip duruyordu. Böyle bir
insandı. Keşke yazıp da yorumlar getirseydi günümüzde bunlardan istifade
edilirdi. Ama malesef bunu yapmadı. Bu yönünü eleştiriyorum.
Bir toplulukta konu açıldığında bu eleştirimi dile getirmiştim. Bir
arkadaşımız bana katılmayarak şunları söyledi: “Olay sizin dediğiniz gibi
değildir. O’nun gördüğü hizmet farklı bir hizmet anlayışıydı. Toplumsal
gelişmede böyle insanların önemli katkıları olur. Gelecek kuşaklarca isimleri
bilinmeyebilir ama fikirleri yayılır. Ayrıca o tür kişiler, suyun yükselmesine
yavaş yavaş katkıda bulunur ve toplumun değişim ve dönüşümüne önemli
hizmetlerde bulunur.”
En önemli özelliklerinden biri de, herhangi bir konuda geniş, teferruatlı
bir araştırması yoksa konu hakkında fikir beyan etmezdi. O, bir konuda bir şey
söylüyorsa karşı taraftan geleceği de hesap ederdi. Aynı zamanda çok güçlü bir
hafızaya sahipti. Meseleleri açıklarken kaynakların sayfa numaralarını vererek
ortaya koymak herkesin yapabileceği bir iş değildir. O bunu yapıyordu.
Ali Düzenli’nin hatırasını da anılmaya değer buluyoruz:
1950’li yıllardan sonra Of-Çaykara ilçelerinden Malatya ve çevresine
hocalık yapmaya gidenler olurmuş. Hüseyin Kılıç1" Malatya’da
vaiz olarak görev yapıyordu. Bir gün müftü İsmail Hakkı Erzen ile görüşmek için
yanına gitmiş. Müftü Erzen, Oflu hocaları sevmezmiş. Kendisine niçin geldiğini
sormuş. “Hocam, sizden ders okumak için geldim” demiş. Bu esnada Hüseyin
Kılıç’a “Of’tan âlim çıkmaz, Cansız Hoca müstesna” diyerek Cansız’ı övmüş.
Cansız Hoca’nın döneminde Trabzon genelinde en meşhur hocalar, Oflu Dursun
Efendi[89],
Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Efendi, Çaykaralı idris Efendi, Dursun Efendi ve Haşan
Rami Efendi idiler. Ancak Cansız Hoca dinî ilimlere vakıf olma konusunda bu
hocaların hepsinden üstündü.[90]
Nitekim kendisi ile teşriki mesaide bulunan Mustafa Genel, Cansız’ı
Reîs’ul-Ulema olarak nitelendirmektedir.[91]
Gerek kıyafeti ve gerekse fikirleriyle diğer din görevlilerinden farklı bir
yapıya sahip olduğu için kendisini öğretmen camiasına daha yakın gördüğünü
söylememiz mümkündür. Bu itibarla mesaisinin önemli bir kısmını onlarla
birlikte geçirirdi. Felsefeci (Topal) Fahri Bey(!), Ahmet Gürsoy, Ömer Çebi,
(Fort) Osman Aydemir ve Sait Aydemir bu grubun önemli şahsiyetleridir.
Öğretmenler, düşünce ve fikirlerine önem verdiği gibi kendileri de onlara
yakınlık gösterirdi. Meydan parkındaki sohbetleri meşhurdur. Cansız Hoca
onlardan çok yaşlı idi. Zaman zaman, “emsallerimin hepsi vefat ettiği için
çocukların arasında kaldım" diye latife ederdi. Bu açıdan
öğretmenler, arkadaşlıktan öte onunla dost idiler. Ömer Çebi ile yakınlığı
vardı. Fort Osman’la tavla oynardı. Osman Bey, Cansız Hoca’yı konuşturmak için
oyun içerisinde zaman zaman bilerek hile yapardı. Hoca farkına vardığında “b.k
yema Osman” diye küfür basar, etrafındakiler gülerdi.
İyi yetişmiş, yetenekli ve müstesna bir insandı. Gençliğinde içki
kullandığını söylerdi. Ama sonraları bunu bırakmıştı. Hayat adamı, hoş sohbet,
akılcı, yeri geldiğinde sözünü esirgemeyen bir yapıdaydı. Küfürü de söylemeyi
ihmal etmezdi. Çok renkli bir hayat geçirdiğini söylememiz mümkündür.
Yobazlığa ve akıl dışı şeylere çok kızardı. “Dinin elbette bir inanç boyutu vardır. Bunları tartışmaya gerek yoktur.
İnandık Müslümanız” ifadesini kullanırdı. Ancak batıl
inançlara yer vermezdi. Dine giren hurafelerin çoğunun İslâm dininin
yayılmasından sonra farklı kültürlerden geldiğini, dolayısıyla bunların dinle
bir alakasının olmadığını söylerdi. O kadar kültürlü bir şahsiyetti ki öğretmenler
onun yakın çevresinde bulunmaktan onur duyar ve bununla övünürlerdi. Bildiğimiz
kadar, Karadeniz sahilinde yetişmiş O’nun gibi bir din âlimi yoktu. Okul
görmediğine göre kendi kendini yetiştirmişti. Bu da elbette üstün zekâyı
gerektirir.
Genelde Hoca’yı dinsiz diye itham ederlerdi. Bunun bir sebebi şudur: Molla
tipli insanlar gelip hocaya sorular soruyordu. Sordukları sorularda
saçmalıklar olursa kızıyor ve sözünü de esirgemiyordu. Aynı zamanda ağa
sülalesinden olduğunu da hissettirmekten çekinmiyordu. Hocaların çoğu
kendinden korkar, yanına bile yaklaşamazlardı. Yanlış gördüğü zaman en yakını
bile olsa bağışlamazdı. Yaşar Nuri Öztürk’ü dinlediğiniz zaman Cansız Hocayı
hatırlamamak mümkün değildir. Kıyafeti de ona benziyor.[92]
Köylüsü Mehmet Saygılı bize şu hatırasını aktardı:
12
veya 13 yaşlarında idim. Mustafa Cansız’ın
hocası Gargar Müslim Efendi Dernekpazarı kasabasına gelmiş ve Molla Kibâr adlı
şahsın dükkânında oturuyordu. Ben de dükkânda idim. Mustafa Cansız, hocasının
kasabalarına geldiğini duyunca O’nunla görüşmek için oturduğu dükkâna gelmiş.
Hocası, Cansız’ı görünce kalkıp ona doğru yürüdü ve kucaklaştılar. Daha sonra
Cansız Hoca oradan ayrılmış. Dükkân sahibi Molla Kibar, Gargar Müslim
Efendi’ye:
-Hocam siz bu Cansız Hoca’ya niçin bu kadar değer veriyorsunuz? Çünkü bu
ilmi ile amil olan bir kişi değildir. Dinin vecibelerini yerine getirmiyor.
Müslim Efendi şu cevabı verdi:
-Merak etmeyin ondaki bu ilim zamanla onu evirir, çevirir yola getirir,
düzelir ve mutlaka istikametini bulur.
Nitekim uzun yıllar sonra Diyanette gezici vaiz olarak görev aldığı zaman
hocasının söylemiş olduğu sözü hatırladım ve böyle bir görevi üstlenmesinden
çok memnun kaldım.[93]
Otoriter bir kişiliği vardı. Halk Partisini tuttuğu, sakalı olmadığı,
kravat taktığı, sigara ve nargile içtiği için herkes aleyhinde konuşur ve
kendisine kızardı. Hocalardan bazıları kendisine soru sorardı. Sorulan soruya
cevap verdiğinde adam tatmin olmayıp hocam, öyle diyorsun ama böyle de olmaz
mı dediğinde; “Mademki bana inanmayacaktın ne b.k yemeğe sordun, bildiğin gibi
yapsaydın.”
Her dönemde olduğu gibi az sayıda da olsa da Cumhuriyete ve onu kuranlara
karşı hiç de hoş olmayan sözler sarf eden ve kendilerini hoca diye tanıtan
kişilere rastlamak mümkündür. Adam hoca ve diyor ki, “keşke onlar bu
memleketten olmasaydı da o camiler kilise olsaydı.”Cansız bu sözü
duyduğunda “oy senin sakalına İşte bu tip hocalar Cansız’ın aleyhinde konuşur
ve O’nu dinsizlikle itham ederlerdi.[94]
Rıza Selim Başoğlu’nun konu ile ilgili sözleri anılmaya değerdir:
Cansız Hoca, Cemalettin Afgani, Musa Carullah, Reşit Rıza, Mehmet Akif,
Fazlurrahman, gibi düşünürleri tanıyan ve okuyan biriydi. Batı felsefesini çok
iyi bildiği gibi Hindistan’daki düşünürleri de iyi tanıyordu. Bunu nereden
anlıyorum. Bu düşünürlerin eserleri ile tanıştıkça Hoca’nın o kitapları
okuduğunu anladım. O dönem, hoca olarak geçinen kişilerin bahsettiğimiz
düşünürlerden hiç haberleri yoktu. Zaten o imkânları da yoktu. Mesela Hacı Haşan
Rami Yavuz, Fazlurrahman’ın hangi kitaplarını nereden temin edecekti? İşte hoca
bunların farkındaydı. Hoca batı felsefesini iyi bildiği için, bir şeyi izah
ederken çok farklı açıklamalar getirebiliyordu. Farklı izahı duyan bir kimse
de hemen onu imanı ile irtibatlandırıyordu. Ama bunu Hoca’nın yüzüne söylemeleri
mümkün değildi. Hiç birinin bu cesareti yoktu. Hoca’nın yanında hepsi sus pus
olur, ancak gittikten sonra konuşmaya başlarlardı.
Hoca’nın cemaatin cebinde gözü yoktu. Onun için inandığını rahatlıkla
konuşurdu. O’nun fikirleri bu gün tartışılıyor. Bu gün tartışanların da imanı
tartışılıyor. Hoca, o dönemde bunları tartışıyordu. Çok takdir ediyorum.
Cumhuriyetle birlikte yapılan inkılâpların manasını biliyordu. İnkılâpları
yapan kişilere tan edenlere çok kızardı. “Yahu bu inkılâpları padişahlar
yaptı. Bu uğurda kelle verdiler. Bunun için Yeniçeri ocağında binlerce insanın
kanına girildi. Şimdi niye böyle tan ediyorsunuz. Osmanlıdaki yenileşme hareketlerini
çok iyi okuyan ve bilen bir kişiydi. Dolayısıyla Cumhuriyetle birlikte
çıkarılan kanunların ve yapılan yeniliklerinin 1800’li yıllara kadar
gittiğini, çekilen çilelerin, yapılan gayretlerin bir sonucu olduğunu ifade
ederdi.
Cansız Hoca’nın dinî bilgisi ve genel kültürü konusunda Prof. Dr. Yaşar
Nuri Öztürk’ün verdiği bilgiler gerçekten dikkat çekicidir:
Trabzon’da kısmen devam ederek, kısmen de dışardan, orta-lise eğitimimi
tamamlarken, bir yandan da Cansız Hoca diye ünlü büyük bilgin Mustafa
Cansızdan din ilimlerinin temel kaynaklarını okudum. İslâm ilimlerindeki
nasibimin en büyük dayanağı olan bu rahmetli üstadımdan, okuduğum ana
kaynaklar arasında, en önemlilerini şöyle sıralayabilirim: Tefsirlerden: Kadı
Beyzâvi ve Keşşaf; hadisten: Buhari ve Dârimî; fıkıhtan: Usül-i Pezdevi,
Multeka, Kudüri; akaidden: Nesefi ve Emalî; Arap edebiyatından: İbn Fârız
Yaiyyesi; Fars edebiyatından; Hafız Divanı, Ömer Hayyam Rubaiyâtı, Sadi’nin
Bostan ve Gülistan’ı Türk edebiyatından: Fuzulî, Tevfik Fikret ve Akif...
Yaşar Nuri Öztürk, kendisiyle Haziran 1998 tarihinde “Kitap Dergisi”
için yapılan mülakatta Cansız Hoca’nın kaynağı neydi? diye sorulan bir soruya
şu cevabı verdi:
“Efendim eski medrese... Of’ta okumuş, Of’taki en ünlü ilim adamlarından
biri olan, Gargar Müslim Efendiden okumuş Diyanet Müfettişiydi; Karadeniz
bölgesini teftiş ediyordu...Felsefeyi çok iyi bilen, batıyı bilen adam,
fevkalade Rumca biliyor... Muhteşem bir hafıza, muhteşem bir sentez kudreti,
bir mütefekkir... Yani, yazmamış; eğer yazsaydı Türkiye’de ihtilal olurdu,
fikir ihtilali. Çok kalender bir adam. Ama biraz hemen küsen bir tarafı
var. Takdir edilmeyen değerleri gündeme getirmekte asla ısrarlı değil; bence
hatası o. Biraz ısrarlı olsa, takdir edileceğini görecekti. Hiç ısrarlı olmamıştır.
Kendi köşesinde...
Ve on yıla yakın ben ondan feyz aldım. Akâid-i Nesefî’den Ömer Hayyam’a,
Hafız Divanı’ndan Pezdevi’nin Usul’üne, Serahsi'ye kadar bütün bu temel
kaynakları bana okuttu. Bir umman... Bir meseleyi alır; Usul-i fıkıh
okuyorsunuz, oradan alır, O’nun İslâm ilimlerindeki bütün bağlantılarına
girer, edebiyatta ilişkileri varsa oraya girer, felsefe ile münasebetlerine
girer; mest olursunuz, kendinizi kaybedersiniz, yerde misiniz, gökte misiniz,
kendinizi kaybedersiz ve kalkıp gitmek istemezsiniz. Yani orada on gün geçse
hiçbir şeyin farkında değilsinizdir. Resmen transa girersiniz. Böyle muhteşem
bir insandı.[95]
Cansız Hoca’yı keşfetmek benim hayatımın en bereketli dönüm noktasıdır.
Çünkü Cansız Hoca bu gün ki Türkiye’de meselâ eşi belki de zor bulunacak bir
ilim adamıydı. Türkçe, Arapça, Farsça, Çağatayca, Rumca gibi dört beş dili,
edebiyatlarıyla, bütün literatürüyle ezbere bilirdi. Hangi kitabı okutmuşsa
bana, ezberden okutmuştur. Bazı kitapları elime vermezdi, yazdırırdı ki, ben de
ezberleyeyim, okutayım. Bu Ömer Hayyam rubaiyatı için geçerli, İbn-i Fariz’in
Yaiyyesi için geçerli, Şanfera’nın şiiri için geçerli... Cansız Hoca böyle bir
zattı. Ben böyle bir insan bir daha görmedim. Çok büyük emeği var bende.
Muhteşem bir hafıza, muhteşem bir sentez kudreti, bir mütefekkir.. ,[96]
Bana okuttuğu temel kaynakların çoğunun adını bile o günün hocaları
bilmiyordu. Bir meseleyi ele aldığı zaman onun doğu-batı Arap, Fars, Türk
Dünyasıyla bütün bağlantılarını önünüze koyar ve siz hayran kalırsınız. Aynı
zamanda çok gerçekçi ve hiçbir taassubu olmayan bir insan idi. Her şeyi
tartışan bir mütefekkir idi. Arap ve Fars edebiyatını çok iyi bilirdi. İran’ın
Trabzon Konsolosu, çoğu zamanlar Fars şiiri ile ilgili çözemediği müşkülleri
gelir hocanın önüne diz çöker ve ondan öğrenirdi. Buna senelerce şahit oldum.[97]
Bu anlatılanlardan Mustafa Cansız’ın, gerçekten ilme değer veren ve ilmin
peşinde koşmayı ibadet aşkıyla yerine getiren bir kişi olduğu görülmektedir.
3.1. Öğrencileri İle İlişkileri
Cansız Hoca’dan okuyan öğrenci sayısı çok sınırlıdır. Araştırdığımız
kadarıyla icazet verdiği bir öğrencisi maalesef yoktur. Medrese geleneğini
sürdürecek bir arayış içerisinde de olmamıştır. Kendilerinden okuyacak
öğrencilerin daha önce alet ilimleri denen Arapça sarf ve nahiv kitaplarını
okumuş olmaları gerekirdi. “Ben, kâle-kîle ile uğraşamam” derdi. Usul kitapları
okuturdu. Bu günkü anlamıyla yüksek lisans ve doktora seviyesinde dersler
verirdi. Meseleleri detaylı açıklar ve geniş malumat verirdi. Vereceği derslere
saatlerce çalışırdı. Yani işi çok ciddi tutardı.[98]
Remzi Yavuz’un, Cansız Hoca ile ilgili düşüncelerini aktarılmaya değer
buluyoruz:
1950-52 yıllarında Cansız Hocadan Trabzon’da okudum. Hoca, babamın köyden
arkadaşı idi. Beni okutması için babam kendilerine ricada bulunmuştu. Daha
önce köyümüzdeki Çıkrık Süleyman Efendi ve Şenocak Yusuf Efendi’den alet
ilimlerini bitirmiştim. Trabzon’da Samsun Otelinde kalırdım. Derslerimizi
bazen Hoca'nın kendi evi, bazen de Zeytinli Camii’nin dershanesinde
yapıyorduk. Zeytinli Camii’nde fahri müezzin-imamlık yapan merhum İsmet Selim[99],
İskender Paşa Camii İmamı Yakup Gürsoy, Merkez Vaizi Adnan Sağlam ve ben olmak
üzere dört kişi Hoca’dan ders okuyorduk. İlk defa İsmet Selim ile başladık.
Cansız Zeytinli Camii’ne gelir, bizi okutur ve çıkardı. O zamanlar bere
meşhurdu. Benim başımda da bere vardı. Dersten sonra meydana doğru giderken ben
de yanında yürümek isterdim. Başımda bere olduğu için “sen yanımda yürüme”
derdi. Hoca sigara içerdi. Dershanedeki sigarayı, Hoca içsin diye İsmet Selim
alırdı. Bazen dalgınlıkla sigarayı cebine koyar giderdi. Ertesi gün o paketten
hiç içmemiş, getirir yerine koyar ve şu espriyi yapardı. “Çocuklar,
tiryakiler hiç farkına varmadan çok kibar hırsızlık yaparlar.” Bazen
İstanbul Oteli’nin lobisinde gider bulur ve sormak istediklerimi sorardım.[100]
Kendilerinde öyle bir zekâ vardı ki hayran kalmamak mümkün değil. Molla
Cami ve Kadı Beyzavi tefsirini okuyordum. İki kişi aynı dersi diğer iki kişi
ise ayrı ders okuyordu. Yani aynı anda üç farklı dersi okutuyordu. Bir ara
özetleme yapardı. Bize şunu söyledi: “Tarihte adını bilmediğim bir hoca üç
dört talebesine dersleri ayrı ayrı özetler ve hiç hata yapmazmış. Ben de bunu
deneyeyim dedim. ” Hiçbir hata olmadan üç ayrı dersi özetliyordu. Hocamız
böyle bir zekâya sahipti.
Hoca ile her şeyi çok rahat bir şekilde tartışırdık. Dersi okuyup geçmezdi.
Tahakkümü yoktu. Müsamahalı, hoşgörülü idi. Böyle insanlar bilgisinden emin
olan kimselerdir. Cahil, vereceği cevabı olmayınca meseleyi kapatır. Ama
hocamız o kadar geniş bir alana sahipti ki, bir yoldan sizi götüremediği zaman
alır öbür taraftan götürür. Buradan da yol gider. Oradan götüremedi, alır
başka yoldan götürür. Oradan da yol gider. Ondaki müsamaha bilgiden
kaynaklanan müsamaha idi. Baktı ki yobazlaştınız, o zaman kulağınızı çekerdi.
Demokrasilerde çare tükenmediği gibi dinde de, ilimde de çare tükenmez. İlimde
tükenme yoktur, ilim gümrüğe de tabi değildir. Düşünce devam ettiği sürece
bilgide yenilenecek. Önceleri çarık bile yoktu. Daha sonra lastik, şimdi ise
çeşit çeşit ayakkabılar. Ayağınızdaki yenileniyor da ilim niçin yenilenmesin?
Takke, sarık, cübbeyi hiç dikkate almazdı. Hoca, kafanın dışına değil,
içindekine önem verirdi. Daha doğrusu bilgiye değer veren bir insandı. Onun
için öğretmenlerle diyalogu çok iyi idi. Aynı zamanda oturup kalktığı çevre
elit insanlardı.
Yakup Gürsoy’un Cansız Hoca ile ilgili düşünceleri dikkat çekicidir:
Hoca’nın bir bakıma kendisine sahip çıkmadığını söyleyebilirim.
Çevresindekilere pek bir şey verdiğini söyleyemem. Ben de kendilerinden gıdım
gıdım bir şeyler almaya çalıştım. Teşbihte hata olmazsa bu hususta şu misali
verebilirim: Bol süt veren inekler vardır. Bunların bazıları aksi olur. Sütünü
sağar kaba doldurursunuz. Ama son anda bir tekme ile bütün sütü döker ve
kaybeder. Hocamızın huyu da böyleydi. Kızdığı zaman bağırır, çağırır ve her
şeyi bitirirdi. Kendilerini kızdırmadığınız zaman da çok iyi idi. Sohbetleri
sırasında o konuşacak, siz dinleyeceksiniz. Aslında bilgisini tam olarak aktarabileceği
bir meclis bulamayıp deşarj olamadığı için asabi idi. Ayrıca Hocanın öğrenci
okutup yetiştirme diye bir derdi yoktu.
Pişman olduğu durum söz konusu olursa öğrencisi bile olsa özür dileyerek
gönlünü almaya çalışmak için çok gayret gösterirdi. Bu konuda talebesi Ömer
Lütfü Odabaş’ın anısı şöyledir: Derslerimizi İskender Paşa Camii görevlilerinin
caminin dışında bulunan odasında yapıyorduk. Hocamız mutlaka bizden önce gelirdi.
Bir gün üç arkadaş hocamızla birlikte ders işliyoruz. Bir konu hakkında malumat
verdikten sonra Ali adlı arkadaşımız konuyu anlamadı. Bu nedenle dersi birkaç
kez daha tekrar etti. Yine anlamayınca sinirlenen hoca çok gür bir sesle
bağırarak bazı sözler sarf etti. Beklemediğimiz bir çıkış olduğu için
arkadaşımız korktu. Daha sonra hocamız onun boynuna sarılarak gönlünü almaya
çalıştı. Bir ay müddetle her gün ona “Yavrum Ali seni üzdüm, beni bağışla”
derdi. Bağırıp çağırmasına rağmen duygu dolu bir yapısı vardı.
Öğrencilerine, “Arkamdan
konuşulanları bana gelip söylemeyin. Dedikleri gibi olmadığımı anlatırsanız bir
şey demem. Bana söylerseniz o olumsuzluğu gidermem için konuşan şahısları
bulup, onlara düşündükleri gibi olmadığımı anlatmak zorundayım” derdi.
Hacca gidilmeye müsaade edildiği ilk yıllarda yörenin meşhur hocalarından
Of’lu Dursun Efendi ile Çaykaralı İdris Efendi hacca giderken Ankara’da Diyanet
işleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’yi ziyaret ederler. Sohbet esnasında Akseki, ‘‘Allah’a
şükür, Cansız Hoca'yı da saflarımıza kattık" deyince Dursun Hoca, “Evet
saflarımıza kattınız ama dini kurdun eline verdiniz” diye bir söz sarf
eder. Akseki bu sözden alınır. İdris Hoca devreye girerek “Efendim, Cansız
Hoca kurt gibi adamdır demek istedi” derse de Akseki bu sözü olumsuzluğa yorar.
Cansız Hoca hacdan dönüşlerinde onlardan Arabistan’ın durumu ve hac hakkında
bilgi almak için kendilerini ziyaret etmek ister. Of’un haftası olan Perşembe
günü vaazını yapar. Ancak çıkışta Dursun Hoca’yı aramasına rağmen bulamaz.
Söylemiş olduğu sözü duymuş olacağını sanarak Dursun Hoca ortalıktan kaybolur.
Salı günü Çaykara’nın haftasıdır. Oraya çıkar. İdris Hoca ile görüşür. İdris
Hoca, bu meseleyi Cansız Hoca’ya aktarır. Bu sözden müteessir olan Cansız
Hoca, “Keşke sen de O’nun gibi söylesen de bunu bana söylemeseydin. Zira ben
ona düşündüğü gibi olmadığımı anlatmak zorundayım. Yine bir Perşembe günü Of’a
gider. Bir at kiralar ve Dursun Hoca’nın köyüne çıkar. Gece sabaha kadar
sohbet ederler. Namazlarını kılıp yatacakları sırada Dursun Hoca meseleyi
kendine söyler. Ancak amacının dediği şekilde olmadığını anlatmaya çalışır.
Bunun üzerine Cansız, “Yok sen doğru söyledin. Eğer öyle söylemeseydin ben
buraya kadar gelmezdim. Ancak ben sizin düşündüğünüz gibi olmadığımı size
anlatabilmem için buraya kadar gelmek zorunda kaldım” der.[101]
Trabzon vaizlerinden Kemal Parlak da Cansız’dan çok ders okumuştur.
Derslerini İskender Paşa Camii’nin odasında yaparlardı ve Cansız Hoca’ya karşı
çok saygılıydı.[102]
Yaşar Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca ile ilgili ifadeleri de anılmaya değerdir:
Daha önce ifade ettiğim gibi Cansız Hoca, bu güne kadar tanıdığım en büyük
din âlimidir diyebilirim. Meseleleri çok iyi kavramış bir din âlimi olmasının
yanında filozof kafalı ve aynı zamanda çok güçlü bir şairdi. Kendileriyle
tanışmam 1961 yılında henüz çocuk diyebileceğim yaşata başlamıştır. Babam beni
ona teslim etti. Bana “kursi” derdi. Bu tabir, tespihin püskülü için
kullanılırdı. Peşinden hiç ayrılmadığım için bana bu adı vermişti. Gece
yataktan dahi beni kaldırıp istediğini sorabilirsin diye izin verdiği tek
kişiydim. Evine herkes giremezdi. Bana demişti ki, ‘‘gönlüm isterdi ki keşke
ben seni otuz sene evvel tanımış olsaydım. Biraz geç kaldık ama gene epey
şeyler yapacağız. 1961 yılından 69 yılına kadar yanından hiç
ayrılmadım. Derslerimizi evinde, İskender Paşa Camii’nin oturma odasında, Sulu
Han’da nargile içerken, bir de hocamın çok sevdiği Mustafa Baltacıoğlu’nun2i6
oğulları Kemal ve Reşat Baltacıoğlu’nun terzi dükkânının bir odasında yapardık.
Mustafa Baltacıoğlu’da derslerimizin çoğuna iştirak ederdi.
“Cansız Hoca bana açık çek vermişti. Yani günün herhangi bir saatinde
yatakta olsam dahi beni kaldırıp istediğin bir şeyi bana sorabilirsin. Tabi
senelerce bu büyük insandan, bir canlı kütüphane, bir hafıza harikası adam;
adamın dört dili edebiyatıyla birlikte, ana kaynaklarıyla ki bunların
bazılarını ezbere okurdu, bilen bir allame bir adam... Okyanus gibi... O
muhteşem dersler, sohbetler verirdi ki yani ifade edilemez tabi... Öyle bir
güzellik bir daha yaşamadım..."2''7
Benden çok ümitli idi ve aynı zamanda benden çok şeyler bekliyordu. “Gözüm
arkada kalarak gitmeyeceğim” diyordu. “Bütün ömrüm boşa gitti”
diye vahlanıyordu ve bunu ağlayarak defalarca söylemişti. “Olan kursi,
sonunda benim seksen yıllık ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı
bilerek öleceğim.” Bunları ağlayarak söylüyordu. Bunlar benim
hayatımın müthiş tablolarıdır ve bunları yaşadım.
Beni gözü gibi korurdu. Tembelliğe kaçmama asla müsaade etmezdi. Bununla
ilgili bir hatıramı aktarmak isterim: Trabzon’da Şavrole Ahmet lakaplı meşhur
bir kişi vardı. Hem servetiyle hem de yumruğuyla meşhur. Adeta mafya babası...
Fakat hocaya çok saygısı vardı. O sıralarda da Zeytinli Camii’nde Küçük Hoca
lakabıyla vaaz ediyorum. En büyük cemaat benim. Cansız Hoca keyiften adeta
uçuyor. Trabzon Müftüsü bile iflas etti.
Bir gün hocamızdan ders okuyoruz. Şavrole Ahmet beni överek şunları
söyledi:
-Hocam, bu yaştaki çocuğun bu kadar bilgisi var. Bu kitapla, öğrenmekle
olmaz. Buna yukarıdan Allah veriyor.
Sen mi bunu söylersin. Hoca bir kükredi ki,
-Ahmet Bey! Ahmet Bey! Ben adamın ağzınası... Yetmiş senedir beklediğim
bir cevher bulmuşum. O’na bilgilerimi aktarıyorum. Sen onu tembelliğe,
uyuşukluğa ve ben ne oldum kurgusuna teslim edeceksin. Sen nasıl böyle laflar
söylersin.
Şavrole Ahmet’e bunu diyen bir insan, kurşunu alnından yemeye hazır demekti.
Ahmet Bey’in ona nasıl bir hürmeti vardı ki,
-Hocam, böyle bir şeyi dünyada bana yalnız siz yaparsınız. Ama size öyle
bir hürmetim var ki herhalde ben bir hata ettim. Sizden özür diliyorum.
İşte Cansız Hoca benim üzerime o kadar titrerdi. Saatlerce okutur. Üç,
beş, sekiz saat, ne varsa vermek için adeta paralan irdi. Dokuz yıl boyunca
yanından hiç ayrılmadım. Beş üniversite bitirsem O’nun bana verdiklerine denk
olamaz. O’na alışan kişi bir daha bırakması mümkün değildi. Gece rüyalarıma
girerdi. Sabah olsa da yanına gitsem diye düşünürdüm.[103]
Mahmut İslâmoğlu’nun Yaşar Nuri Öztürk’ün öğrenciliği ile ilgili ifadeleri
şöyledir:
Cansız Hoca gibi ben de Halk Partili idim. Sürmene’den Elazığ’a sürgün
gittim. İzinli geldiğimde mutlaka yanına uğrardım. Yanılmıyorsam 1969 yılıydı.
Kapısını çaldım ve beklemeden içeri girdim. Baktım ki, Cansız Hoca divanın
üzerinde ve kitap elinde, yerde de bir delikanlı ders okuyorlar. Bana işaret
etti. Koltuğa oturdum. Dersi bitirdiler. Hoca ile görüştüm. Okuyan kişiye şöyle
dedi:
-Oğlum yengene söyle, iki kahve yapsın ve bize getir de öyle gidersin.
Kahveleri yaptırmaya gitti. Ben de Hoca’ya ne okuduklarını sordum.
“Makamat-ı Harîrî”[104]
diye cevap verdi. Arap Edebiyatı. Cansız, edebiyata çok merakı olan bir
kişiydi.
-Hocam okuttuğunuz kişi kimdir?
-Sürmene’nin Gorgor köy ündendir.
-Kimlerdendir?
-Niyazi oğullarındandır. Bu çocuk İmam-Hatipte okuyor. Okuduğumuz
beyitleri bir gün sonra hep ezber okur. Çok zekidir.
Yaşar Nuri Öztürk meşhur olduğu yıllarda Trabzon’a konferansa geldi. Onu
çağıranlar arasında üniversitede hoca olan oğlum da vardı. Bana telefon etti.
Yaşar Bey gelecek istersen sen de gel. Ben de gittim. Konferans boyunca sürekli
bakışı benim üzerimde idi. Konferansın bitiminde hemen yanıma geldi ve “ben
sizi bir yerden tanıyorum ama nereden. Seninle nereden tanışıyoruz. O da beni
ben de onu bir kez dediğim zamanda görmüştük. Bunu kendisine anlattım.
Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişlerinden Mahmut Özdil’in Cansız Hoca ile
ilgili anıları şöyledir:
“1964-1965 öğretim yılında stajyer öğretmen olarak Trabzon İmam-Hatip
Lisesi’nde göreve başladım. Müdürümüz Ahmet Yazıcı, yeni göreve başlayan
meslek dersleri öğretmenlerine mevcut dersleri dağıtıyordu. Ben Farsça
derslerini de istedim. Arkadaşlarımızdan biri dedi ki “zaten Mahmut Bey’den
başka bu dersi okutacak kimse de yok”. Müdürümüz bunun üzerine “Cansız Hoca
var” dedi. Biz de “bu Cansız Hoca kim" diye sorduk. Ahmet Yazıcı “çok
geniş ansiklopedik bilgisi var. İsteyene ders veriyor” dedi. Daha sonra hoca
ile ilgili birçok söz işitir olduk. Bunları özetlersek; Trabzon da dinî
bilgileri en iyi bilen hocanın O olduğu, kim olursa olsun isteyene istediği
yerde, istediği saatte ve istediği kadar ders verdiği, çok nüktedan olduğu,
CHP’yi tuttuğu, Üniversite ve Eğitim Enstitüsü öğretmenleriyle tavla oynadığı,
aşırı derecede küfürbaz olduğu vb.
Yaşar Nuri Öztürk öğren cimdi. O’nun Cansız Hoca’dan ders aldığını
işitiyordum. Ona sordum. “Kendisinden şu anda Hafız’ın Divanını okuyorum.
Yakında da Usul-u Fıkh’a başlayacağız” dedi. 1966-1967 öğretim yılı başı idi.
Hocaya haber gönderdim “beni de kabul eder mi?” diye, “gelsin” demiş. Üç gün
derslerine gittim. Benden başka 3-4 öğrencisi daha vardı. Sonra beni müdür
muavini yaptılar. Müdür Yardımcısı olunca “vaktim olmaz” diye gitmedim. Daha
doğrusu bir şey oldum sandım. Tabii daha sonra da çok pişman oldum.
Hoca, ilk derse girerken “Fatih Eğitim Enstitüsü’nden bir hocayı devirip
geliyorum” dedi. Tavla oynayıp rakibini yendiğini daha sonra öğrendim. Ebu
Hanife’nin: “Kur’an’ın manası Kur’andır. Farsça tercümesi ile de namaz
kılınabilir” görüşü üzerinde duruldu. Bu görüşe karşı olanların bunun Ebu
Hanife’nin görüşü olduğunu bilmediğini, ama yine de hep konuştuklarından
yakındı. Kendisinin ahkâmı me’hazlardan istihraç edecek seviyede olduğu halde
böyle gelişi güzel fetvalar vermediğini ifade etti.
Para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak görüyordu. O sıralar
Trabzon’da konuyla ilgili bir de fıkra anlatılırdı. Tonyalı bir mümin
geçmişlerin ruhuna hatim indirmesi için bir hafıza para vermişmiş, mümin
parayı alan hafızın Kur’an hatim etmediğini öğrenmiş, buna çok üzülmüş ve
Cansız Hocaya şikayet etmiş. “Hoca Efendi falanca hafız Kur’an hatim ederim
diye benden para aldı sonra da okumadı ne yapayım?” Hoca “ver oni mahkemeye
s...ler anasuni” demiş, işte ben oni yapamam Hocam demiş Tonyalı. Hoca da peki
demiş “öyleyse o senun anani s....”
Cansız Hoca’nm sahip olduğu CHP fikriyatı, oyun oynaması, küfürbaz oluşu
geleneksel din adamı çizgisinden O’nu ayırıyordu. Bu nedenle seveni kadar
sevmeyeni de olmalıydı. Kendisine karşı olanları küçümsediğini ve onlara
küfürler ettiğini duyardık. Bir ders sırasında da küfürler etmeye başladı. Hem
de küfürlerin en ağırlarını sıraladı. “Bunlar İnönü’yü sevmezler, bunlar İnönü
düşmanı” diye sözlerini bitirdi.
Her konuya derin bir vukufiyeti vardı. Konuları çok güzel açıklardı. İlim
öğrenmek isteyenlere her türlü yardımı esirgemezdi. Hiçbir çıkar gözetmeden,
isteyene istediği yerde, istediği saatte ve istediği kadar ders verirdi.
Herhangi bir çıkar olmazsa adımın bile atılmadığı bir çağda O harika bir
örnekti. Allah emeklerini zayi etmesin.[105]
Mahmut Özdil’in ifadeleri bir anlamda Hoca’yı özetler mahiyettedir. O’nun
değişik özelliklerini özlü bir şekilde ortaya koymuştur. Belirtilen konuları yeri
geldikçe tartışmaya çalışacağız. Ancak bir hususu burada belirtmeden
geçemeyeceğim. Günümüzde sıkça gündeme gelen ve tartışılan konuları o dönemde
öğrencileriyle rahatlıkla tartıştığını görüyoruz. Türkçe ibadet konusu günümüzde de en fazla tartışılan dinî konular
arasında yer almaktadır. O zamanlar bu konuları gündeme getirmesi kaynaklara
ne kadar hâkim olduğunun bir göstergesidir. Türkçe ibadetin mümkün olmadığını
söyleyenlerin aslında bu konuda Ebu Hanife’nin fetvası olduğunu
bilmediklerinden yakınmaktadır. Bununla birlikte kendilerinin de Ebu Hanife’nin
verdiği fetvaya katılmadığını belirtmektedir.
Sizlerden din hocası yapma yolunda gayreti oldu mu? diye soru yönelttiğimiz
torunu emekli öğretmen Yusuf Ziya Cansız şu ifadelere yer verdi:
İlkokulu bitirdiğim zaman köyümüzde (Kondu) Bekir Topaloğlu’nun[106]
dedesi hoca idi. O’ndan hafızlık yapmaya başladım. Dedem, hafızlık yapmama
şiddetle karşı çıktı. Hafızlık yapmanın gerekli olmadığına inanıyordu. Ben de
bıraktım. Daha sonra Arapça öğrenmek istedim. Bunu da istemedi. Dini bir
kazanç kapısı olarak görmeye karşı çıktı. Gerçi kendisi sonunda diyanete girdi
ama hocalığı bir meslek olarak yapılmasını istemiyordu. Sen bir başka meslek
sahibi ol. Daha sonra din ilimleri ile uğraşacaksan yine uğraşabilirsin. Ama
meslek olarak din adamı olmamı istemedi. Ancak din bilimleri ile uğraşacak
olanın elbette uzman olması gerekir. Özellikle hafızlığa kesinlikle karşıydı.
Kendilerine bir eleştiri yapacaksam şunu söyleyebilirim. 1961 yılında
Trabzon’a gittim. Yatılı sınavına girecektik. Evraklarımız eksik diye bizi
imtihana almadılar. Hatta yatılı pansiyona girmemi bile istememiştir. Gerçi o
dönemler onun yaşlılık dönemi idi. Ama yinede Trabzon Lisesi müdürüne deseydi
ki, bana 3-4 yatılı kontenjanı ayıracaksın. Köyümüzden çocuklar gelip
okuyacak, inanıyorum ki hiç tereddütsüz kabul ederlerdi. Ama onun hiçbir zaman
dünyalık bir derdi olmamıştır. Hâlbuki azar azar köyümüzün çocukları gidip
okusaydı toplum bunu görecek ve herkes okumak için yarış yapacaktı. Maalesef bu
konuda hiçbir katkısı olmamıştır.
3.2. Niçin Eser
Yazmadı?
Cansız Hoca’nın hayatını araştırırken merak ettiğim konulardan birisi de
şudur: Hayatını bir anlamda ilme vermiş, aynı zamanda çok okuyan ve araştıran
bir kişinin özellikle dinî konulardaki düşünce ve fikirlerini gelecek nesillere
bırakarak bir ufuk açmasını niçin dikkate almamıştır? Edindiğimiz izlenimler
çerçevesinde Cansız Hoca’nın dönemi itibariyle meslektaşlarına ilmi açıdan
üstünlüğü vardı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadesiyle “yazmadı, eğer yazsaydı
Türkiye’de fikir ihtilali olurdu” sözünü abartılı bulmuyoruz. Niçin yazmadığını
yaptığımız mülâkatlarda soru olarak yönelttiğimiz kişilerin bu konudaki
düşünceleri şöyledir:
Yaşar Nuri Öztürk, “Hoca’nın topluma çok kırgın olduğunu" belirttikten
sonra şu ifadelere yer vermiştir:
O’na düşman olanlar bile eline ayağına kapanırdı. Hoca’nın hürmet
görmediğini söylemem mümkün değildir. Ben onun o alımlı boyuyla caddede
gezerken, karşılıklı dükkânlardan insanlar çıkar, iki tarafa dizilir,
ceketlerini ilikler ve hocayı selamlardı. Sanki bir devlet başkanı gibi. Ama
arkasından da söverlerdi. Evet, yobazın tavrı budur. Yobaz ikiyüzlü olduğu için
arkasından söver, gördüğünde de ellerini bağlar hürmet gösterirdi. Hocam elini
ayağını öpeyim der, arkasından da tavla oynuyor zındık derlerdi. O bunun
farkında idi. Toplumun ilme değer vermediği inancında idi. Bunun da bir kültür
meselesi olduğunu ifade ederdi. Bu durumda yazdıklarının okunmayacağı
kanaatini taşıyordu. Bundan dolayı yazmadı. Bana şunları söyledi: “Benim
yazdığımı kim okuyup anlayacak? Kursi, sen benim yerime yazacaksın. İleride bu
cemiyet okumayı öğrenecek, ilme saygıyı öğrenecek ve sen de o zaman
yazacaksın. Sen olduktan sonra da benim yazmama gerek yok. ”
Babamın büyüklüğünü de burada anlıyorum. Babam beni getirip ona teslim etti.
Ben Arapça, Farsça’yı babamdan öğrendim. Ancak bana, “Beni aşan şeyler var. Sen
Cansız Hoca’dan okuyacaksın.” Benim ilmi mirasımın arkasında babamla Cansız
Hoca vardır. Ondan sonrası sadece etikettir.[107]
Bir diğer sebep ise çok seçici bir özelliğinin olması idi. Nitekim bir
talebesinin aktardığına göre, “Okuduğum hiçbir kitabı beğenmedim ki, ben de
bir kitap yazayım” ifadesini kullanırdı.[108] Rıza
Selim Başoğlu’nun görüşleri şöyledir: Aslında Cansız Hoca oturup yazacak bir
yapıda değildi. Çok okuyup çok konuşan bir kişiliği vardı. Yazmak için sabırlı
olmak ve çok uğraş vermek gerekir. Hoca, daha ziyade sohbet ehli idi. Çok zeki
ve yakaladığı açıkları acımasız tenkit eden bir yapıya sahip olduğu için
kendileri yazmaya cesaret edememiştir. Yani kendileri tenkit edilmekten
korkmuştur.
Bir ramazan günü müftülükte oturuyordum. Hoca yanıma geldi. Sohbet
ediyoruz. Öğle tatili. Selam konusundaki görüşlerini dinliyorum. O’nu
dinlerken içeriye hocanın biri girdi. Selam vererek oturdu. Hoca bana bir
şeyler söylüyordu. Cümlesini keserek, ‘yahu Rıza Bey, bazı insanlar var
okumasını öğrenmeden kitap yazmaya kalkıyorlar. Ulan anasını avradını ...
adamı, önce okumasını bir öğren. Kitap yazmak kim sen kim.’ Ben şaşırdım.
Konumuzla hiç ilgisi olmayan cümleler. O içeri giren hoca rahatsız oldu. Bana
müsaade diyerek kalkıp gitti. Gidince “nasıl sinekledim gördün mü?” Meğer ona
küfretmiş. O mu? de dim. “Evet o” dedi. O hoca bir risale yazmış ve satıyor.
Cansız almış okumuş ve hiç beğenmemiş.[109]
Hocaların ekserisi O’nu dinsizlikle itham ederlerdi. Bu açıdan kitap yazıp
da ardından dinsizlikle anılmasını istemediği gibi, çocuklarına dinsizlikle
itham edilme mirasını bırakmak istemiyordu.[110] Dönemin
dini yayınları konusunda şunları söylemiştir: “Piyasaya çıkan kitaplar,
meselenin aslını değil, halkın istediği şekilde yazdıkları için sürüm
yapıyorlar. Benim böyle bir kitap yazmam mümkün değildir. Aksini yazsanız zaten
kimse okumaz.”[111]
Bu konuda Yusuf Ziya Cansız’ın hatırası şöyledir:
Bir kere Cansız Hoca’nın adı vardı. Bir başkası yazar ama o kitap okunmaz.
Bu o kadar önemli değildir. O’nun yazacağı kitap öyle olamaz. Çünkü yazdığı
kitap hayatında ve ölümünden sonra başkaları tarafından okunacak ve tenkit
edilecek. Bu öyle kolay başarılacak bir iş değildir. İstanbul’da bir olayına
şahit oldum. Sanırım 1967 yılıydı. Bir şahıs Cansız’a, “milli piyangodan çıkan
para haram mıdır? diye bir soru sordu. Esprili bir şekilde, “çıkarsa al da ye”
diye cevap verdi. Konu açıldı ve faize geldi. Bu konuda şu ifadeyi kullandı:
“Bu günkü faiz, Kuran’da ki faiz değildir. Ben bu fetvayı veririm ama gelecek
saldırılara göğüs germek zorundasınız.” O sıralar yetmiş beş yaşlarında idi ve
prostat rahatsızlığı nedeniyle de sağlığı yerinde değildi. “Onunla uğraşacak
gücü kendimde göremiyorum. Çünkü çalışma bir manada ekip işidir. Çetin
meseleler tek başına zor halledilir. Kaynak lazım ve emek sarf etmek gerekir.
Gelecekte yetişen âlimler bu mesele ile uğraşsınlar.” diye cevap verdi. İşte düşüncelerini
yazmamasının nedenlerinden biri gelecek saldırılardan çekinmesiydi. Kendisi çok
öfkeli bir adamdı. Cevap vermesi gerekiyordu. Ayrıca maddi konularda olduğu
gibi diğer konularda da bir eserim olsun, geleceğe bir şeyler bırakayım
endişesi içerisinde olmamıştır. Dikili bir ağacım olsun dememiştir. _
Trabzon’un Of ilçesi din âlimleriyle bilinir. Âlimlerin hayat hikâyelerinden
bahsedilirken “büyük âlim idi” gibi sözleri duyarız. Yazdığı bir eser var mı
diye sorduğunuzda maalesef “hayır” cevabı ile karşılaşırsınız. Hayatları
müddetince yaptıkları dinî öğütler ağızdan ağza aktarılarak gelir. Bunlar da
yazıya geçirilmediği için zaman içerisinde kaybolup gittiler. Cansız Hoca da
bunlardan biridir. Bu konuda maalesef selefleri gibi geleneği bozmamıştır.
Dini konulardaki düşünce ve fikirlerini kaleme almamasının pek çok nedenleri
olduğu görülmektedir. Yaşadığı dönem itibari ile din bilimleri sahasında
müçtehit derecesinde bilgi birikimine sahip olmasına rağmen önüne çıkan
fırsatları değerlendirmemesini üzüntüyle karşıladığımız gibi hangi sebeple
olursa olsun, düşünce ve fikirlerini yazmamasının bir hata olduğunu ifade etmek
isteriz. Ayrıca, Öztürk Hoca’nın ifadelerinden anladığımız kadarıyla Cansız
Hoca, geleneksel din anlayışının dışında çok farklı fikirlerinin olduğu anlaşılıyor.
Hoca bu fikirlerinde çok fazla ısrarcı olmamıştır. Zira çok basit şeylerde
bile dinsizlikle itham edildiğine göre ısrarcı olmamasını normal karşılamak gerekir.
Bu eksikliğni öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’ün giderdiğini söyleyebiliriz. Bu
bilgilerden sonra aşağıda “eserleri” adlı başlık şaşırtıcı gelebilir.
3.
3. Eserleri
Cansız Hoca, dinî konularda kendi görüş ve düşüncelerini kaleme aldığı bir
eser bırakmamıştır. Ancak vaizliğe atanması sıra sında Diyanet İşleri
Başkanlığı’na gönderdiği belgeden edindiğimiz bilgiye göre bazı eserleri
tercüme etmiştir. Bu eserlerin basıldığına dair bir bilgiye de rastlamadık.
Çevirilerini yaptığı eserler şunlardır:
1.
Şeyh Bedrettin’in Varidat adlı eserin
tercümesi,
2.
Usûl’ül-Hikem fi Nizam’il-Alem adlı eserin
tercümesi
3.
Mevlana’dan Rubailer Asıl ve Tercüme.[112]
Vaizlik görevini sürdürdüğü esnada da Diyanet İşleri Başkanlığımın
görevlendirmesi üzerine Arapça’dan çeviriler yapmıştır. Bu çeviriler arasında;
4.
Zâhid Kevseri’nin imam Ebû Yusuf
Tercüme-i Hâli
5.
Hüseyin Kâşifî’nin Osmanlı Devletinde
Çöküş Devri[113]
4.
Fikirleri-Uygulamaları
Cansız Hoca’yı hem bir din âlimi, hem esprili bir hayat adamı olarak biraz
daha anlatır mısınız? sorusu üzerine Yaşar Nuri Öztürk şu bilgileri veriyor:
“Efendim, Cansız Hoca bir anlamda da espri demek. Muhteşem esprileri var,
hep böyle ibret verir. Bir defa Türkiye’yi karış karış bilir. Doğudan batıya,
kuzeyden güneye her yerin mahalli şivesini bilir. O şivelerle espriler yapar.
Yani sohbetine gelen insanların memleketlerini, doğup büyüdükleri yerleri
öğrendi mi, anlayın orayla ilgili belki de hiç duymadığınız, yeni bir fıkra,
yeni bir espri duyacaksınız muhakkak. Çoğu zaman da bunlar müstehcene kadar
varırdı. Muhteşem esprileri vardı. Hiç unutmuyorum, Amerikalılar aya gittiler;
ben o sırada Trabzon’dan ayrılmıştım da tekrar gitmiştim, Hocamı da ziyaret
ettim. Şimdi böyle kıyıda köşede hocalar bağırıp duruyorlar. “Ay nurdur; aya
gidilemez, Amerikalılar yalan söylüyorlar. ” Hocaya da gelip diyorlar ki;
“hocalar böyle diyor, siz ne dersiniz?”. “Böyle şey olur mu, siz onları
dinlemeyin, diyor, onlar cahildirler, bilmezler, namazlarını kıldırsın,
otursunlar yerlerine, onlar anlamazlar."
Gittiler... Adam
gene ısrar ediyor, öbürü geliyor aynı şeyi söylüyor, öteki geliyor benzeri bir
şeyi söylüyor, Hoca bıktı. Dedi ki: “Yahu ben size diyorum gittiler aya.
Gittiler, hem de orada tuvaletlerini bile yaptılar. Şimdi bunu kabul edin
artık, diyor, gitmediler, yok nurdur, bilmem nedir. Nur mur değildir diyor,
ışığını güneşten alıyor” O anlatıyor insanlara, onlar hala nurdur falan
deyince, böyle taşı gediğine koyuyor. Ondan sonra dinleyenler, estağfirullah,
estağfirullah şartlanmış, hala, nurdur tabiri var ya; tabi gittiler ve
tuvaletlerini de orada yaptılar diyor, gittiler ne demek!.. Çok acımasız bir
biçimde hakikati ifade etmede tabirler kullanırdı. Hele karşısındaki insanlar
bir istismar içine girmişler ise, Hoca da bunu fark etti mi, onun elinden sizi
ancak Allah kurtarır, başkası mümkün değil. Çok meşhurdur, o bütün Karadeniz
bölgesine, esprileri, hikmetleri, çıkışları yerleşmiştir. Bakın size yine
muhteşem bir şey anlatayım. O sıralarda, o sıralar dediğim 1960’lı yıllar... Trabzon genelevinde bir kadın,
meşhur olmuş bir kadın, öldü. Cenazesini getirdiler, cenazeyi imamlar kılmıyor.
Cemaat dağıldı; kimi kılmak istiyor, kimi kılmak istemiyor. Hoca da orada.
Fırlıyor, diyor ki; “Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz? Bunun
cenazesini kılmak istemeyenlerin birçoğundan, bunun Allah katındaki durumu
daha iyidir" diyor. Sonra, “Siz diyor, birçoğunuz birkaç gün önce orda
kuyruğa giriyordunuz!" çünkü çok ünlü bir kadın, kalp sektesinden gitmiş;
anlatılır dururlardı sokaklarda, Gülizar
diye meşhur, “kaç gün önce kuyruğa giriyordunuz, sizi kabul etsin diye;
şimdi nasıl oldu da cenazesini kılmıyorsunuz? Peki siz ölünce sizin cenazeniz
ne olacak? Sizin adınız çıkmamış diye sizin cenazeniz nasıl kılınacak? .. Ve
etki ediyor tabi, Hoca muazzam karizması olan, ismi olan, itibarı olan, oranın
kutbu kabul edilen bir adam; derhal toplanıyorlar; imam da gitmiyor, cemaatte
geri dönüyor, gidenler gitmiş tabi. Ve kılıyorlar cenaze namazını. Şimdi böyle
tarafları var... Yahut, gidiyor camiye, işte hoca orada konuşuyor; bunlar
Nasreddin Hoca fıkrası gibi anlatılır bize, öyle değil; bunları biz yaşadık.
Hoca gayet esprili ama, o cami âdâbına yakışır bir biçimde, dışarıdaki sertliği
ile değil, esprili ve tebessümlü, orada adamın devirdiği çamları hemen kurtarır
ve adamı ikaz eder, hatta kaç tanesine, “Biraz okuyarak buraya gelseydin
böyle yapmazdın. O
dediğin öyle değil, filan yerde, git onu oku yahut gel bana, ben sana onu
okutayım, biraz zahmet çek de bu durumlara düşme” filan diye... Ve söylediği
adamlarda bunu onur sayardı. Hiç kimse bundan alınmazdı. Cansız Hoca'nın bunu
bir adama demesi, onun için bir şeydir. [114]
Hocayı tanıdığım kadarıyla ondan ehli-sünnet itikadına ters düşecek en
küçük bir şey duymuş değilim. Genelevi patroniçesinin cenaze namazını
kılmayanlara ilmi bir izah yapmaya kalksa onları ikna etmeleri mümkün değildi.
“Siz gidersiniz sizin namazınız kılınır. Size hizmet eder. Onunki kılınmaz.
Geçin kılın bakayım.” Bu ilmin mantıkla izahından başka bir şey değildir. Kimse
de itiraz edemezdi. Hoca’nın talihsizliği, o günkü cemaatin hazır olmaması,
daha doğrusu halkın kültür seviyesinin onun dediklerini anlayacak seviyede
olmamasından kaynaklanmaktaydı. Şimdi bile hazmedilemiyor. Bir kilo keçiboynuzu
yiyeceğine bir gram bal ye daha iyi değil mi? Hoca Efendinin fazlası yoktu.[115]
Cansız Hoca’nın mizahi yönü konusunda ileride bilgi vereceğiz. Bazı
durumlarda olaylara müdahale etmesi veya sorulan sorulara verdiği cevaplar çok
yerinde olmasına rağmen üslubu çok ağırdır. Bu tutumunda bilgi yönünün güçlü
olmasının yanında ağa sülalesinden gelmesinin de önemli etkisi olduğunu ifade
etmemiz gerekir. Ağaya karşı gelmek mümkün mü? Daha doğrusu korkusuz ve pervasızdı.
Önemli özelliklerinden biri de yanlış gördüğü bir şeye sonucu ne olursa
olsun mutlaka müdahale etmesiydi. Trabzon İskender Paşa Camii’nin meşhur İmamı
Cafer Hoca, caminin mütevelli heyetinin başkanıyla ters düşmesi nedeniyle
aralarında olan bu tartışmayı cami minberine taşıyarak cemaate anlatmaya
kalkmış. Camide bulunan Cansız Hoca ayağa kalkarak, ‘‘Hafız, orası şahsi
meselelerin konuşulacağı yer değildir, in oradan aşağı” diyerek çıkışmış ve
hocayı mimberden indirmiştir.23ı
4.1.
Hadislerle İlgili Görüşleri
Hadisin kelime anlamı, haber vermek demektir. Sonradan Hz. Peygambere
nispet edilen her türlü söz, fiil, takrir ve hallerin her birine isim
olmuştur. Sünnet ise belirli bir yol demektir. Terim olarak sünnet, Hz.
Peygamberden nakledilen söz, fiil, yaşayış tarzı, takrir veya Hz. Peygamberin
hayatlarında takip etmeyi alışkanlık haline getirdiği yol, hareket tarzları ve
yaşayış şekillerini içerir. Görüldüğü üzere sünnet de hadis anlamındadır.
Ancak, O’nun söylediklerinden bahsedilirken “bir hadislerinde” şöyle buyurdu
ifadesiyle dile getirildiği gibi, Peygamberin sözlerini toplayan eserlere de
hadis külliyatı denmektedir.[116]
Cansız Hoca’nın hadislerle ilgili düşünceleri konusunda sorulan bir soruya
yazdığı cevabı aktarmak yerinde olacaktır. Şöyle ki: Mehmet Rüştü Günaydın
Hoca, “Dürre’tün-Nasihin" adlı kitapta geçen bir hadis konusunda
görüşlerini öğrenmek ister. Hadisin “bir teravih namazı kılan kimsenin bütün
günahlarının bağışlanacağı” konusunu içerdiği anlaşılmaktadır.
"25 Ocak 1965
Sevimli Hocaml
Biraz rahatsızım. Mesanede iltihap oldu. Doktor ilgi gösterdi, ilaç verdi.
Vazife verilir diye yirmi günlük bir rapor verdi. Kanama geçti, ızdırabım
azaldı. Tanrı size afiyet versin.
Yazdığınızı aldım. Kitapçıya uğradım. Çünkü ben kitaphaneme
Dürre'tün-Nasihîn'i sokmadım ki..,[117] Kitapçıda
bir nüsha buldum. Fakat sorulan meseleyi verdiğiniz sahife numarasında
bulamadım. Demek nüsha farkı vardı. Teravih hadisini 31 inci sahifede buldum.
Erkek, kadın sünnet olan teravihin cemaatle kılınmasının sünnet-i kifaye
olduğu mezhebimizin beyanı cümlesindendir. Bu ibadetin sağlayacağı sevap da
şer’i mahiyetinin mahsulü olacağını şüphesiz buluruz.
Mecalisterı menkul teravih hadisinin dikkatinizi çekmesi çok yerindedir.
Çünkü bir gecenin teravih namazı bizi anadan doğma günahsız bir bebek
yaptıktan sonra artık dinimizin farzlarını yapmaya (haşa) lüzum kalmayacak bir
durumla karşı karşıya kalırız. O gördüğün Mecalis, “Nüzhe'tül-Mecalis” dir.
Uydurma hadislere ambar olan kitapların 16 incisi “Dürre'tün-Nasihin" de
28 numarayı almıştır. Hadis Usulü ilmi uydurma hadislere on al met vermiştir.
Bu hadiste ben 10 uncu nişanı buldum. Göstereyim: “Rekâket", küçük bir iş
için şedid bir va’id, bir emri yesire, azim bir va’d demektir.
Teravih namazı farzlar, müekked sünnetler karşısında bir emri yesir değil mi?
Bunun ifasına o gördüğün hadisin va’d ettiği mükâfata ne denir? Şüphe yok ki
va’di azim diyeceğiz. İşte sahihlerde kendilerine yer verilmeyen uydurma
hadislerin bağdaş kurduğu kitapların bu hususta şöhret yapanları Siyer-i
Celile-i Nebevide 52 rakamını bulmakta ise de doğrusu İslâm dünyasında bu kötü
yolda yürüyen müelliflerin yazdığı kitapların sayısını verebilmek için 50
rakamına iki sıfır sağdan ilavesi de az gelir sanırım. Elinizdeki
Dürre’tün-Nasihin belki Tenbih’ül Ğafilin işte hep o ellinin içindedir.
Selamlar.234 (Belge: 15/ a-b)
Dürre’tün-Nasihin kitabını kütüphaneme sokmadım ki, diyerek üç nokta
koyması, o tür kitapları kaynak kitap olarak kabul etmemesinden
kaynaklanmaktadır. Zira bu çeşit kitapların içindeki bilgilere güvenmemekte ve
bunları okuyup insanlara anlatanların toplumu yanlış yöne sevk ettikleri
kanaatindedir. İslâm dünyasının bir manada bu tür bilgilerden beslendiğini
açıkça dile getirmekte ve bundan şikâyetçi olmaktadır. Bu çeşit kitapların
sayısı her ne kadar elli iki olarak gösteriliyorsa da kendilerinin bu kanaatte
olmadığı, esasen bunların sayısının binlerle ifade edilebileceğinin altını
çizmektedir. Genelde din görevlilerinin ellerinden düşürmeyip insanlara
aktardıkları bilgilerin kaynağını bu tür kitaplar oluşturduğuna göre
toplumumuzun nasıl bir dinî anlayışa sahip olduğunu anlamakta sanırım zorluk
çekmeyiz. İşte Cansız Hoca, bu kaynaklardan beslenen bir dinî yapılanmayı
sağlıklı görmemektedir.
Özellikle Emeviler döneminde çok hadislerin uydurulduğunu, bu durumun da
İslâm dinini yozlaştırdığına kani idi. Hatta Sahih-i Buhari için, altı yüz bin
hadisin içinden seçildiğini ve altı bin küsur hadisten oluştuğunu beyan ettikten
sonra, altı yüz doksan dört bininin nasıl hadisler olduğunun sorulması
gerektiğini ve ihtilafların bu hadislerden kaynaklandığını belirtirdi. İmam-ı
Azam’ı çok beğenirdi. Zira onun hadislerden ziyade aklı kullanmasını takdir
ederdi. Buhari bile Şafiî olduğu için kitabında imam-ı Azam’ın ismini
zikretmez, “Bağdat’takiler şöyle dedi” der ifadesini kullanırdı. Çünkü onlar hadis
ekolünü temsil ediyorlardı.[118]
Burada Cansız’ın hadislere cephe alma gibi bir özelliğinin olmadığını, ancak
hadisleri, “Hadis Usûlü İlmi” içerisinde değerlendirdiğini görüyoruz.
Hadisler konusunda Yaşar Nuri Öztürk’ün Cansız Hoca’nın düşüncelerini
değerlendirmesi şöyledir:
Bu işi biliyordu. Bana onları çok açmazdı. Altından kalkamam ve yanlış
yaparım diye o meselelerin detayına girmezdi. Tabi ki doğru olanları vardır.
Ama uydurma hadislerin dini mahvettiğini bana söylüyordu. Sonradan bizim
araştırmalarımızla meselelere vakıf olduk. O, Ku’ran merkezli bir din arıyordu.
Eğer olmazsa “onun tabelası İslâm olur, içi İslâm olmaz” diyordu.
Bu konuda Remzi Yavuz’dan şunları dinledik:
Yaşar Nuri Öztürk’ün günümüzde söylediklerinin bir bölümünü Cansız Hoca’nın
özel sohbetlerinde dinledim. Hadisler geriye doğru gittikçe... Düşünebiliyor
musunuz, yüz sene sonra bu günün tarihi nasıl yazacak... Hoca bize şu ölçüyü
vermişti. “Çocuklar, itikadı konular hariç, ibadetlerde küçük bir işe büyük
sevap veriliyorsa o geçersizdir. Ufak bir hataya da çok büyük ceza veriliyorsa
oda doğru değildir. Bunlar şeyhlerin müritlerine verdikleri talimatlardan kaynaklanmaktadır.
Bu ifadelerle uzaktan kumandalı beyinler ortaya çıkar. O bunları çok önceden
kavramıştı. Bunları maalesef başka hocalardan duymamıştık.
Hadis ve sünnet, Hz. Peygamber’in anlamlı sözleri ve uygulamaları olmak
sıfatıyla her zaman ve her dönemde Müslümanların ilgi ve alakalarına mazhar
olmuştur. Bununla birlikte Müslümanlar, asırlar içerisinde saadet asrına
damgasını vuran ilke ve prensipleri kendi çağlarına taşıyabildiklerini
söyleyebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Bunun önemli bir sebebi, döndükleri
özün gerek tespiti ve uygulamalarında, gerekse anlaşılmasında ve yorumlanmasında
yapılan yanlışlıklardan kaynaklandığını söylememiz mümkündür. Ortaya çıkan
problemleri görmezlikten gelmek ve kendi içinde başlayan eleştirileri bastırarak
tüm yaratıcı entelektüel faaliyetlerden kaçınmak bu yanlışlığın başlıca
sebepleridir. Bir fikir ve düşünce, ilmi bir disiplin kendi eleştiri ve
alternatiflerini kendisi üstlenmez ve bünyesine sızan gerçek olmayan unsurları
görmezlikten gelirse, kendisine tepkisel harekette bulunacak muhalifler
üretmeye ve bu muhaliflerden gelecek en küçük eleştirilerle sarsılmaya mahkûm
olur.[119]
Hz. Peygamberin vefatından günümüze 14 asır gibi çok uzun bir zamanın
geçmesine rağmen, O’nu doğru tanıma ve anlayabilmek hâlâ önemli bir problem
olarak gözükmektedir. Çünkü Hz. Muhammed ve O’nun sünnetiyle ilgili muazzam bir
literatürün hiç olmazsa zihinlerde tereddüt uyandıran bazı yönleriyle tahlil ve
tenkide tabi tutulmaması Hz. Peygamberi ve sünnetini tanınmaz hale getiren bir
duruma sebebiyet vermektedir. Halka hizmet ettiği inancıyla yazılan bazı fıkıh
ve hadis kitaplarında Hz. Peygamberi zedeleyen pek çok ifadelere
rastlanabilmektedir.[120]
Döneminin hocaları kürsülerden halka bu tür hadislerin toplandığı
kitaplardaki bilgileri aktarıyorlardı. Cansız Hoca, hadis usulü ilmine vakıf
olmayanların hadisleri konuşmalarına kaynak yapmamalarını öğütlerdi. Çünkü
uydurma hadislerin çok olduğunu, bunları hadis diye aktarmanın dine ve
peygambere kötülük yapmış olacaklarını belirtirdi. Hocalara öğütlerinde Kur’an
ayetlerini esas almalarını tavsiye ederdi.[121]
Bu bağlamda İhsan Ekşi’nin bir hatırasını aktarmak yerinde olacaktır:
Değirmendere Camii’nde hocanın biri vaaz vermiş. Gelişi güzel konuşmuş
olacak ki Cansız’ın kulağına gitmiş ve adama kendisini görmesi için haber
göndermiş. Benim dükkânımı tarif etmişler. Sarıklı, sakallı biri dükkâna
geldi. O esnada cansız Hoca dükkânda oturuyordu. Bana dedi ki, “Mustafa Efendi
buraya gelir dediler. Kendisini gördün mü?” Ben cevap vermeden Cansız Hoca,
“Niçin arıyorsun Mustafa Efendi’yi?” “Aradım” diye cevap vermiş. “Anladığıma
göre Cansız’ı tanımıyorsun. Sarıklı, sakallı, cübbeli birini mi arıyorsun?”
(Tabi Cansız’ın sakalı yok. Takım elbise ve kravatlı) Mustafa Efendi benim”
deyince hoca hemen ellerini bağladı. “Bak! sen kürsüde gelişi güzel
konuşuyorsun. Öyle gelişi güzel konuşmalar yapmayın Kuran’dan ayetler okuyarak
konuşun.” diyerek kendisini uyardı.
Ahmet Gürsoy’un anıları dikkat çekicidir:
Bir mesele konuşulduğu zaman o konuda ilk kaynaklara inilerek
araştırılmasını tavsiye ederdi. Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki görüşlere
yapışmayacaksınız. Oradaki görüşlerin zıddını da okuyacaksınız. Buradan
senteze gitmeye çalışacaksınız. Eğer bir kitabı okuyup ona yapışırsanız o
kitabın hamalı olursunuz” diyerek günümüzdeki bilim anlayışını yansıtması
dikkat çekicidir. Etrafına metotlu şüpheyi öğretmeye çalışırdı. Taklît
etmemeyi tavsiye ederdi. Taklîtçi olan kimseden hayır gelmesi mümkün değildir.
Hz. Peygamberin örnekliği önemlidir. Yani bir işi yaparken amacı ne idi? Ona
yönelik çalışma yapıp değer ortaya konulması gerektiğini vurgulardı. Ahmet
Gürsoy sözlerine devamla şunları söyledi:
Bir gün Trabzon Cumhuriyet otelinde Haşan Atalay[122] ile
birlikte tavla oynuyorlardı. Hocanın biri yanlarına gelip Hoca’ya şu soruyu
yöneltir: “Dine inanmayan bir insanı nasıl ikna edebiliriz?” Cansız Hoca şu
cevabı vermiş: “İnanmayan bir şahsı ikna edebilmek kolay değildir. Ancak bir an
için seviyesine inip onun gibi düşünerek ikna etmeye çalışırsınız." Adam
“ben onun seviyesine hiç iner miyim?” diyerek karşılık verince Hoca, “siz değil
misiniz bu dini perişan edenler” diyerek küfürü basar ve adamı yanından kovar.
4.2.
Mezheplere Bakışı
Mezhep, kelime anlamı itibariyle gidilen yol, tarz, tavır, yorum, tutum
anlamlarına gelir. Terim anlamıyla mezhep, “din konusunda oluşmuş yorum ekolü”
demektir. Şu halde mezhep, beşeri bir kurum olup, kişinin dini konularda ortaya
koyduğu düşünceler bütününü ifade eder.[123]
Cansız Hoca, İslâm’da içtihadın her zaman açık olduğunu ve gelecekte
İlâhiyat Fakültelerinden çok şeyler beklediğini söylerdi. Mezheplerin fıkıh
ekolleri olduğunu, bunların din haline getirilmemesi gerektiğini ve bunları
benimsememenin insanı dinden çıkarmayacağını açıkça dile getirirdi.
Şunu ifade etmemiz gerekir ki, mezhep veya mezhepler din değildir. Din
bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının kişisel yorumlarıdır. Bu yorumları
yanılmaz kabul edip dinleştirmek dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Din
bilimleriyle uğraşıp bir mezhep ortaya koyan kişiler, yaşadıkları dönemlerinde
ortaya koydukları yorumlardan yeri geldikçe yanıldıkları ve başka yorumlar
getirdikleri bilinen bir husustur. Bu işin doğasıdır. Nitekim İslâm
medeniyetinin teşekkül ettiği ilk üç asırda yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır.
Bu, düşünce ve fikir özgürlüğünün en önemli bir göstergesidir. Ancak zaman
içerisinde mezheplerinin sayısının sınırlandırılması düşünceye ket vurulmasından
başka bir şey değildir. Bu yaratıcı düşüncesinin önünün kesilmesi İslâm
dünyasının geriye doğru dönüşünün bir ifadesidir.
Mezheplerin din haline getirilmesine çok karşı idi. Zira mezhepler din
haline getirildi mi peşinden örtülü şirk gelir. Mezhebi din yaptınız mı
mezhebin kitabı Kur’an’ın yerini, imamı da peygamberin yerini alır. Halk bunu
böyle anlar. İslâm dünyası Arap cahiliye devrindeki kabileciliği mezhepler
halinde adını değiştirerek İslâm dünyasına soktu. Cansız Hoca bunları o zaman
bize söylüyordu.[124]
Mezheplerle ilgili Carullah gibi düşünen biriydi. Hocalarla olan ihtilafı
da buradan kaynaklanıyordu. Pekâlâ, Hanefî olan bir kişiye Malikî mezhebinden
bir yol gösteriyordu. Hanefî mezhebinin dışındakileri din kabul etmeyen
hocalar vardı. Son derce sığ, dünya görüşleri olmayan insanlar, Cansız bunu
nasıl der? Yahu mecbur muyum ona uymaya? Bu yönden itikadının bozuk olduğunu
söylerlerdi. Esasen onun itikadını hayal bile etmeleri mümkün değildi. Çünkü
konuları çok iyi bilen bir insandı. Ben onun şahsiyetine ve dik duruşuna
hayranım.[125]
Cafer Cansız’ın hatıraları dikkat çekicidir:
Amcam Mustafa Efendi, Göktaş Ahmet Efendi’yi çok severdi. Göktaş Ahmet
Efendi Dernekpazarı Camii’nde sabah namazlarında uzun süre koşuyordu.
Çıktıklarında Amcam ona şunları söyledi: “Ahmet Efendi, burası yol üzeridir.
Yolcu olur, hasta olur, arabayı kaçırır ama cemaatle kılmak istiyor, vb. Onun
için kısa sûre koşarak namazı kıldır.” Ahmet Efendi ise sabah namazında uzun
sure okuyarak namazı kıldırıyordu. Hz. Peygamberin 40 ayet okuduğunu, usulünün
böyle olduğunu söyledi. Beraber Şenocak Yusuf Efendiye gittik. Amcam ondan bir
kitap istedi. Onu açıp oradan durumu Ahmet Efendi’ye okudu. Hatta sabah
namazında Felek ve Nas surelerini okuyarak namazı kıldırmasını Peygamberimiz
ifade ediyordu. Ben de orada idim ve bu olaya şahit oldum. Ahmet Efendi “ben
bunu hiç görmemiştim.” Amcam, “insanların işi olabileceğini, yola gideceğini
onun için kısa okuyarak bitirmesi gerektiğini” tekrar ifade etti.
Bir gün köyümüzün camisinde Yusuf Şenocak Efendi’nin vaazını dinledim. Eve
gelmekte geciktim. Geldiğimde amcam Mustafa Efendi nerede kaldığımı sordu. Ben
de camide Yusuf Efendi’nin çok güzel vaaz verdiğini, onu dinlediğimi söyledim.
Bunun üzerine amcam “ onun söylediklerinin yüzde otuzunun yanlış olduğunu”
söyledi. Ben de hocanın dediklerinin nasıl yanlış olduklarına hayret ettim.
Demek ki o işi biliyordu. Biz cahil olduğumuz için bir şey anlamıyor,
denilenlerin doğru olduğunu kabul ediyorduk.
Aya ilk çıkılacağı sıralarda Çaykara yöresinin hocalarından biri, “ayın
Allah’ın nuru olduğunu, oraya çıkılamayacağı” konusundaki konuşmalarını duyunca
ona bir mektup yazar ve şunları söyler: “Bilginizin olmadığı konularda böyle
kesin ifadeler söylemeyin. Kuran’da aksi olmadıkça mümkündür, olabilir deyin.
Eğer böyle kesin ifadelerle konuşur ve bu gerçekleşirse o zaman din zarar
görür. Çünkü halk sizlerin dediğine itibar ediyor. Sizin söylediklerinize karşılık
dini anlamaya çalışıyor. Aksini görünce kabahatin sizde değil dinde olduğunu
söylemeye başlar ve Kuran’ın geçersiz olduğuna inanır. Bundan dolayı vebal
altında kalırsınız. O açıdan sahanız olmayan konularda konuşmayın” şeklindeki
ifadeleriyle uyarır.[126]
Devletin köy camilerine kadrolu imam tayin edilmesini tasvip etmiyordu.
1960 ihtilalinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nda kurulan komisyonda bu
görüşünü dile getirdi. Köydeki imam devletin memuru olursa gereği gibi görev
yapmayacağı kanaatini taşıyordu. Ancak köylünün istediği imamı tutmasına
taraftar değildi. Diyanetin düzenleyeceği sınavlarda başarılı olup sertifika
alanların imam olabileceklerini benimsiyordu.[127]
Talebesi Yakup Gürsoy’un hatıralarını anılmaya değer buluyoruz:
Trabzon’da hocaları kendi etrafına çeken, aynı zamanda Nakşi Şeyhi ve
kitapçı dükkânı olan Abdurrahman Beşikçi vardı. Kendileri de Cansız Hoca’dan
okumuştur. Cansız Hoca onun dükkânına çok gelirdi. Abdurrahman Hoca koltuğundan
kalkıp hocaya yer verir ve kahvesini ısmarlardı. Dükkânda sigara içmek yasak
olmasına rağmen Cansız Hoca’nın kahvesinin yanında sigara içmesine asla ses
çıkarmazdı. Bir gün ben de o dükkânda bulunuyordum. Abdurrahman Hoca ve yanında
üç hoca ile birlikte oturuyorduk. Abdurrahman Hoca da dahil olmak üzere hepsi
Cansız Hoca'nın aleyhine konuşmaya başladılar. Hoca’yı fikirlerinden dolayı
eleştirmeyi o kadar ileriye götürmüşler ki sonunda onun dinsiz olduğuna karar
vermişler. Dükkân ahşap olduğu gibi kapısı da çok alçaktı. Cansız Hoca uzun
boyluydu. Konuşmalar esnasında Hoca adeta rükû eder gibi kapıyı açarak içeriye
girdi. Aleyhinde konuşanların hepsi ayağa kalkarak, hocam hoş geldiniz. Bir
iltifat ki sormayın. O zaman içimden şöyle düşündüm: Cansız Hoca bu hocalardan
daha Müslüman’dır. Bu kadar ağır bir şekilde tenkit ettikleri kişiye karşı
gösterdikleri iltifat onların samimi olmadıklarının bir göstergesiydi. Bunlar
onun aleyhinde konuşurlarken Allah onu oraya gönderdi.
Yakup Gürsoy sözlerine devamla şunları ifade etti:
Cansız Hoca’nın çok uğradığı esnaflardan biri de Müslim Selçuk’tu. İstanbul
Üniversitesi'nden bir araştırmacı Hoca ile görüşmek için Trabzon’a gelmiş.
Hoca’yı Müslim Selçuk’un dükkânında bulabileceği kendisine söylenmiş. Adam
dükkâna uğramış ve Cansız Hoca’yı nerede bulabileceğini sormuştu. Müslim
Selçuk, Hoca’nın evini tarif etmiş, ancak adama, “Ne yapacaksın Cansız’ı? O
dinsizin biridir” diye bir söz söylemeyi de ihmal etmemişti. Araştırmacı, Hocayı
bulup görüşmüş ve kendisi için söylenen bu sözü de O’na aktarmış. Ben de
Müslim Selçuk’un dükkânında bulunduğum bir sırada Hoca bir hışımla içeri
girdi. Adeta fırtına gibi. Müslim Selçuk’a “benim dinsiz olduğumu sana kim
söyledi” diye ağır hakaretler etmeye başladı. Araya girmek zorunda kaldım.
Aslında Hoca’yı sevmeseler de onun ilmine ve kişiliğine saygı gösterirler ve
ikramda da kusur etmezler fakat arkasından da bu şekilde konuşurlardı.
Yine bir gün Pulcu Hoca lakaplı Salih Sabri Akdeniz’in[128] dükkânında
oturuyordum. O sırada Cansız Hoca geldi, ikisi de sigara içerdi. Kahveleriyle
birlikte sigaralarını içtikten sonra Cansız dükkândan ayrıldı. Pulcu Hoca bana
şunları söyledi: “Cansız Hoca için dinsizdir derler. Sakın inanma. Ben
dinimi ondan öğrendim”. Bu söz, hoca hakkındaki aleyhte propagandalara
verilecek cevap açısından son derece değerlidir.
Rıza Selim Başoğlu’nun, Hoca’nın dinî meselelere bakışı konusundaki
hatırası anılmaya değerdir:
Trabzon Müftü muavini olduğum dönemde stajyerliğimin kaldırılabilmesi için
bir risale hazırlamamız gerektiği söylenmişti. Ben de hangi konuyu işleyeyim
diye düşünüyordum. Sonunda “selam” konusunu çalışmaya karar verdim.
Kur’an’daki Tahiyye ayetini[129]
aldım ve selamın sosyal ve dini yönlerini inceleyen bir risale yazmaya
başladım. Cansız Hoca müftülüğe gelir ve sohbet ederdik. Genellikle ben
dinleyici olurdum. Bu tutumumdan hoşlanır ve iyi bir dinleyici olduğumu
söylerdi. Gerçekten çok geniş bir kültürü vardı. Bu ayeti kendilerine sordum.
Bana şunları söyledi: ‘Bu konuda senin bakacağın tefsirler o ayetin anlamını
anlamış değillerdir.’ Çok aykırı bir izah tarzı. Nasıl? diye sordum. ‘Ayetteki
tahiyye, ayn çatlatarak söyledikleri “esselamu aleyküm” demek değildir.
Ayetteki anlamı, gönül almadır. Pekala günaydın, iyi günler demek onun yerini
tutabileceği gibi, eliyle selamlama bile onun yerini tutar. İlla da ifade
edilen şekilde selam verilecek diye bir şart yoktur.’ Böyle bir izah tarzı
karşısında şaşırdım. Diğer hocalara sordum: ‘O’nun zaten imanı yok’ dediler.
Cansız Hoca’nın sözlerine yakın bazı şeyler söyledim ancak bu izah tarzını
risaleye yazacak cesareti kendimde bulamadım. Hoca bu konularda çok cesur ve
kendine güvenen bir kişiliğe sahipti. Yani dinin şekilden değil, özden ibaret
olduğunu her haliyle vurgulayan ve yaşayan bir tavır içerisindeydi. Aksi
düşüncelerden de hiç endişe duymayan bir kişiliği vardı.
Cansız, alışılan bir hoca tipi olmadığı için farklı değerlendiriliyordu.
Bir gün Yavuzların dükkânının önünde oturuyordu. Sanırım Haziran ayıydı.
Dinin, ibadetlerin dışında insana vermesi gerektiği formasyondan bahsediyordu.
Bu esnada karşıdan bir adam geliyordu. Çoban. Paltosu sırtında Belli ki dağdan
geliyordu. Konuştuğu şahıslara, “bakın şuradan gelen adam belki de
cennetliktir. Bu adam dünyadan ne anladı ki cennette ne yapacak? Tabir aynen
bu şekildedir. Bir hocanın bunu söylemesi çok aykırı görülüyordu.
Biz ilahiyat sahasında emekleme safhasındayız. Bunu da normal
karşılıyorum. Zira Cumhuriyetin kurulmasında Dar’ül-Fünun’a bağlı İlahiyat
Fakültesi’nin kapatılması ve bu sahada 1949 yılına kadar akademik manada dinî
tefekkürü doğuracak bir çalışma yapılmaması çok büyük bir eksiklik olmuştur.
Bunu yapanları yargılamıyorum. Belki haklıydılar. Çünkü dinî anlayış bir
anlamda tefessüh etmişti. Ama bu fetret yaşanmamalıydı. Bu dönemde kırsal kesimlerde
yapılan dinî tedrisatı gerçek manada dinî tedrisattan kabul etmemiz mümkün
değildir. Çünkü öyle bir hoca olmadığı gibi talebede yoktu diyebilirim. 1949
da İsmet Paşa’nın baskısıyla İlahiyat Fakültesi’ni açtılar. Kapatan da açan da
aynı zihniyettir. İsmet Paşa “inkılâpların üzerinden yirmi beş sene geçtiğini
ve korkmaya gerek olmadığım” açıkladı. Günümüzde Diyanet’in personelini
İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakülteleri gönderiyor. Ama iddia ediyorum. 1960’dan
sonra din adamı yetişmedi. Neden? Çünkü ideoloji devri başladı. İdeoloji
devreye girdi mi her şey alt-üst olur. Dini daha liberal ortamda topluma
anlatmak zorundayız. Bizim buna katkımız olması lazım.
Hoca çok enteresan biriydi. Öncelikle istismara çok karşı idi. Mesela bir
kişi inkılâpçılığı savunmaya kalksa o onun muhalifi olur ve karşısına geçerdi.
Şekilden ibaret olan inkılâp anlayışının yanlış olduğunu hem söverek hem
döverek karşısındakilere anlatırdı. Ama bir mutaassıbın karşısında da kendi
imanından şüphe edecek şekilde cephe alırdı.
Dini grupların hepsine karşı idi. Ama onun yanında gruplardan birinin
aleyhine konuşan ve dine lakayt davranan kimseye karşı da adeta aslan
kesilirdi. O’nun böyle bir özelliği vardı. Tenkit eden kişinin tavrını ve
niyetinin bozuk olduğunu anlayınca hemen onun karşısına geçer, diğer tarafı
savunurdu. Dine kliklerin ve cemaatlerin bakışından bakılmasına tamamen karşı
idi. Dinin esas kaynağından öğrenilmesinin gerektiğini, dini menfaatlerine
kullananlara çok karşı idi. Dini politik, şöhret veya servet amaçlı
kullananların da karşısında idi.
Müftüler ona saygılı davranırlardı. Onunla kimse ters düşmek istemezdi.
Çünkü pervasızdı. Hoca öyle realist bir anlayışa sahip ki, onun din anlayışı
Türkiye’ye ve İslâm ülkelerine hâkim olsun, İslâm dünyası silkinir. Trabzon’da
genelevi Patroniçesi Gülizar ölmüş. İskender Paşa Camii’ne getirmişler. Benim
kayın pederim de o camide müezzin idi. Hemen bir dedikodu yayılmış. Bu kadının
cenazesi kılınmaz. Oflu bir müezzin de vardı. O, cenazenin kılınmasını arzu
ediyor. Çünkü çok zengin. İşin içinde de para da var. Cemaatten de çekiniyor. O
gün Cansız Camiden en son çıkmış. Cami cemaati genelde civar esnafı idi. Bir
gürültü duymuş. Ne oldu? diye sormuş. Demişler.... Cenazesini kılmıyorlar.
—Durun bir dakika! Ben ömrümde bu karıya hiç gitmedim. Siz bu kadına
gittiniz. Sizin ki kılınıyor da bunun ki niçin kılınmıyor?
Burada bir anlayış meselesi var. Erkek her türlü melaneti işler, onun
cenazesi kılınır. Mevlitler okunur, yemekler yedirilir ama o kadının cenazesi
kılınmaz. Ama sen gidiyorsun bu kadına. Diğer hocalar bunu söyleyemez. Çünkü
cemaatten korkarlardı. Hocanın öyle bir derdi yoktu.
1940-50’li yıllarda pozitivist bir anlayış hâkim. Aydınlar genelde böyle.
Öğretmen olan böyle bir kişi gelişi güzel olarak Ebu Hureyre’nin çokça hadis
rivayet etmesini doğru bulmadığını ve uydurma olduğunu dile getirir. Bir kişi
bu kadar hadis rivayet edemez. Tahmin ediyorum bir yerlerden bir şey okumuş.
İzah etmeye çalışanların sözlerinden ikna olmamış. Cansız Hoca’yı kabul eder
misin? Ederim. Cansız Hoca Meydan Parkı’nda bir ağacın altında sohbet ediyor.
Gelmişler. Hafız Murat var, Muharrem Aslantürk var. Hocam böyle diyen bir adam
var. Anlattık ama tam izah edemedik. Siz ne dersiniz? Kalem kâğıdınız var mı?
Var. Yazın. Bir: Ebu Hureyre’ye yalancı deyenin anasını avradını... Adam
duraklamış. Bu kalayı safhası demiş. Daha sonra Usul-i Hadisten anlatmaya
başlamış. Toplanması, rivayeti... İlmi bir izah. Kalkmış gitmiş. Öğretmene sormuşlar
nasıl buldun? Çok iyi anlatmış ama çok kaba bir insan. Adamın yüzüne
küfretmiş. Çok acımasız tenkit eder. Ama o adamın niyetini biliyor. Pozitif
bir anlayışa sahip olduğu için ona sözünü söylemekten çekinmiyor.
Cansız Hoca’nın dini meselelere bakışıyla ilgili bir fikir vermesi
açısından “zekâtın hayır işlerinde harcanıp harcanamayacağı” konusunu içeren
bir soruya yazdığı cevabi mektubu aktarmayı gerekli görüyoruz:
“27.6.964 Bay
Rüştü!
Takvayı ihmal edip fetvaya değer verenler için gerek Behçet, gerek Ali
Efendi’nin yazdığı fetvalar doğru olabilir. Fakat Tevbe suresinin
“innemessadakât.. .el-ayet [130] ” nazmı
celilin sarih ifadesine dikkat edecek takva sahiplerinin bu fetva ile amil
olamayacakları şüphesizdir. Bu fetva ile avam amil olabilir vesselam...
Hamiş [131]:
Rüştü Efendi! Bu mesele üzerinde neden durduğunuzu anlamadım. Malî
ibadetlerde esas yardımdır. Yardım mefhumu ne suretle tekemmül ederse fetva da
ona göre yazılır. Hatta Şafi-Usulcülerinden ‘Kaffâl’ zekat gibi sadakaların her
umür-i hayriyeye sarf edilemeyeceğini söylemektedir. Yol, köprü, mescit, cami
inşası da bu cümleden olabiliyor. Kazı Haşiyesi Şeyh Zade ayetin tefsirinde
bu ciheti söyler.[132]"
Cansız Hoca’nın, kendilerine sorulan soruya kaynaklara inerek verdiği ilmi
cevap dikkat çekicidir. Anladığımız kadarıyla soru, zekâtın hayır kurumlarına
verilip verilemeyeceği konusunu içermektedir. Bu konuda bir kısım fetva
kitaplarında zekâtı yol, cami vb. hayır işlerine verileceği hatırlatılmaktadır.
Ancak kendileri, o tür fetvalar olsa bile, konuyla ilgili ayetin açık anlamı
olduğunu, dolayısıyla ona uymanın gerekli olduğunu ifade ettikten sonra muteber
kaynakların konuya bakış açılarını aktarıp kendi görüşünü ortaya koyması ilmi
metodun gereğidir. Sanırım dönemi içerisinde bölgesinde kendilerini değerli
kılan da bu husus olsa gerektir.
Cansız Hoca’nın“hürmet-i müsahere ” konusunu içeren soruya yazdığı cevabi
mektubu aşağıya alıyoruz:
“27 Eylül 1966 Muhterem
Hocam:
Sorunuza verdiğim karşılık “Mültekâ” ile şerhindendir. Evlenmede göz önünde
tutulan bu durumun adı müsahereti hürmetiyedir. Bu yasaklık şöyle olur: Zina
edenler: Kadın, erkek: Zina işlediğinin ne usûlî ne de furûği ile evlenemez
demek: Zina yapan ‘Zeyd” zina yaptığı Hind'in ne anası, ne de çocuklarıyla
evlenemez. Kadın da böyledir. Şehvetle tutmak, tenasül yerlerine şehvetle bakmak
da kadın erkek, kimden vaki olursa o da müsahereti hürmet sağlar. Tutmak....
Öpmeyi, kucaklamayı, boynuna sarılmayı hatta bunlar arasına tenasül aletini
sürtmeyi de ifade eder. Çimdiklemek de bunlar arasında yer alır. Yalnız
tutulan, bakılan, öpülen, benzerleri icra edilenin müştehât olması şarttır.
Demek dokuz yaşından eksik olmaması gerektir. Şehvetin duyulması yukarıdaki
hadiseleri yapacak olanlarla ilgilidir. Merhum Damad’ ın yazdığı bir mesele ile
yazıya son veriyorum. Eşiyle cinsi münasebet yapmak üzere yatağına giren erkek
ise kızını, kadın ise oğlunu şehvetle tutsa yahut çimdiklese erkekse kadından,
kadınsa kocasından boşanmış olur. Yukarıda yazılan “cinsi münasebet" söz
ve bir izahtır. Yoksa lazım olan şehvetle dik.... Selamlar
Not: Tenasül yerlerine bakarak boşanmak da müsahereti hürmet sakıt olur. [133]
Burada “hürmeti müsahare” konusunu kaynak göstererek izah etmeye
çalışmıştır. Konu ile ilgili fıkıh kitaplarında geçen bilgileri aktardıktan
sonra anladığımız kadarı ile anlatılanların söz ve bir izahtan ibaret olduğunu,
“hürmeti müsaharenin” meydana gelebilmesi için cinsi münasebetin vuku bulması
gerektiği kanaatinde olduğunu belirtmektedir.
Ahmet Cemal Uygun’un hatıraları dikkat çekicidir:
Hastalığında yanındaydım, hizmetini yapıyordum. Kapı çalındı baktım bir
adam, “Hoca ile görüşeceğim” dedi. Buyur ettik içeri aldık. Hocanın yanına
vardı, “Hocam bir şey sormak istiyorum” dedi. O da “buyur” dedi. Benim babam
vefat etti. Hocalar diyorlar ki babanın ıskatını yapacaksın. Benim de sadece
bir ineğim var ne yapayım? Hangi hoca söyledi? Falan hoca söyledi. Ko… o
hocanın ... Adam bu sözü söyleyemeyeceğini söyledi.
-Yahu hem bana gelip soruyorsun hem de inanmıyorsun. Madem inanmayacaksın
niye gelip soruyorsun? Sakın ineğini satıp da çoluk çocuğunun hakkını
başkalarına yedirme. Sütünü sağ çocuklarına içir. [134]
Bir gün kadın biri geldi. Kocasıyla arası iyi değilmiş. Aralarının
düzelmesi için Hoca’dan muska yazmasını istedi. Ona şöyle dedi:
-Ben muska yapan hocalardan değilim. Git kocanla anlaş ve güzel geçin.
Bazen kendisine sorular sorardım. Bana “siz onları anlayacak seviyede
değilsiniz onun için fazla derinlere gitmeyin” derdi.
Uzun bir süre İl
Genel Meclisi üyeliği yaptı. Vali ve müdürlerle diyalogları çok iyi idi.
Dairelerin birine yeni bir müdür gelmişti. İslâmiyet’le hiç alakası olmayan
bir kişiydi. Hristiyanlığın üstünlüğüne inanıyor, hatta bu dine girmeyi
düşünüyordu. Arkadaşları onu Cansızla tanıştırmak istiyordu. Bir toplantıda
konu açılmış ve müdür bu görüşlerini tekrar etmiş. Bunun üzerine Cansız ona,
“Kur’an’ı inceleyip de içinde beğenmediğin neler buldun?” diye sormuş. Müdür,
“Kur’an’ı hiç okumadım” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Cansız, “Peki,
Hristiyanlığın kutsal kitabı olan incil’i okuyup neleri beğendin?” diye sordu.
Müdür, “İncil’i de hiç okumadığını” söylemiş. Bu cevap üzerine Cansız Hoca
valiye dönerek, “Sayın valim, bu adamdan ne Müslüman ne de Hristiyan olur.”[135]
Sait Aydemir’in bir hatırası anılmaya değerdir:
Hoca’dan ders okuyan Tonyalı Ahmet Hoca’dan dinledim: Amerikalı astronotların
aya çıktıkları sırada bir grup hoca Cansız’a gelip bu konuyu sormuşlar. Hocam,
Amerikalılar aya çıkmış doğru mudur? Hoca, tabi doğrudur, aya çıkmışlar.
Gruptan bazıları tövbe, tövbe demeye başlamış. Bunun üzerine Cansız kızmış ve
şöyle demiş; Sadece çıkmış değiller, aya sı.mak bile sı.mışlar. Ahmet hoca bu
cevabı duymuş ve Cansız Hoca böyle bir cevap vermez diye düşünmüş. Hoca’nın
yanına gider ve bu konuyu sorar: Hocam, Amerikalıların aya çıkmasıyla ilgili
bazı sözler söylediğinizi duydum doğrumu? “Ola Ahmet, bu dünyayı görüyorsun,
her türlü nimet ve güzellik var. Bizler de bu nimetlerden yiyoruz, içiyoruz.
Ve sonunda dünyanın içine sı..yoruz. Bu günah olmuyor da krater ve küllerden
oluşan aya sı.mak niçin günah olsun” diye cevap verir.
İhsan Ekşi’nin şahit olduğu bir hadise dikkat çekicidir:
Köyde (Kondu) bir
Cuma namazı kıldık. İki rekât farz kıldıktan sonra Cansız Hoca dışarı çıktı. O
zamanlarda iki rekât kılındı mı genelde çoğunluk çıkardı. Dışarı çıkanlar
caminin dışında oturuyordu. Namazı kıldıran Şeyh Ali Galip Yücel, Cansız
Hoca’ya “sünnetleri kılmadan niçin dışarı çıktın? Bir hoca camiden çıkarsa
cemaatte onu görüp dışarı çıkar” deyince Cansız, “b.kyema, farz üstüne farz
olmaz” diye cevap verdi. Bu sözden çok üzülen Ali Efendi yolda giderken
ağlamış. “Bu küfürlü sözü söylemesine ben sebep oldum. Keşke bir şey
söylemeseydim” demiş.
Ali Şenocak’ın Cansız Hoca’nın verdiği bir fetva ile ilgili hatırası
aktarılmaya değerdir:
Çaykara’nın bir
köyünden adamın birisi şart yaparak hanımını boşamış. Daha sonra yaptığı işten
pişman olan adam, eşini tekrar geri alabilmek için hocalara soruyor. Buna bir
çare bulun. Hocalar da senin hanımın zevc-i aher yani hülle olacak diye cevap
vermişler. Günün birinde Cansız Hoca Of’ta bir kahvede nargile içiyordu.
Adamla birlikte yanına gittik. Hoca’yı adama gösterdim ve kendisine “size
probleminiz konusunda bu hocayı tavsiye ettiler” dedim. Cansız Hoca adamı
tanımıyor. Gittik, selam verdi.
-Buyur, elerdin
nedir?
-Hocam, hanımı
boşadım. Hangi hocaya gittimse hülle yapmaktan başka bir tavsiye yapmadılar.
Bu fetva bana çok ağır geldi ve ben böyle bir şeyi kabul edemem ve yaptırmam.
Bir de bu konuyu size danışmamı söylediler.
-Peki sen hanımını
boşarken o nerede idi?
-Hanımım ormanda
odun kesiyordu.
-Hülle olacağını
kim söyledi?
-Hocalar söyledi.
-Evet, hocalar
doğru söyledi. Hülle vardır ama bu durumda hanımın değil, sen hülle olacaksın.
Çünkü kadının burada bir suçu yoktur.
Bu fetvaya ben
şahit oldum.
Sait Aydemir’in bir hatırası ise şöyledir:
Bir gün birlikte
yolda giderken, adamın biri yanımıza geldi ve Cansız’a;
-Hocam, bir
Müslüman erkek Hristiyan bir kadınla evlenirse günah olur mu?
-Olmaz.
-Ne olur?
-Kusurlu bir
Müslüman olur.
Müslüman bir erkeğin kitap ehli bir bayanla evlenmesinde Cansız Hoca’nın
ifade ettiği gibi bir sakınca söz konusu değildir. Nitekim Maide suresinin 5.
ayetinde “...ehl-i kitaptan olup iffetli-hür bayanlarla evlenmeniz... size
helal kılındı” hükmü yer almaktadır. Kusurlu bir Müslüman olur ifadelerinden
sanırım, kitap ehli bir bayanla evlenmenin ileride ortaya çıkabilecek
olumsuzlukları dikkate alarak söylenmiş olması veya Müslüman bir bayanla
evlenme söz konusu ise diğer tercihin ikinci planda kalacağını düşünmesinden
kaynaklanabilir.[136]
Kızı Nadire Cansız’ın, Hoca ile ilgili sözlerini anılmaya değer buluyoruz:
Hocalar genelde
bize vaaz ettiklerinde hep koca hakkından bahsederlerdi. Kadının cennete
girmesi erkeğinin ayağının altındadır derlerdi. Bu konuyu babama sordum. Şu
cevabı verdi:
-O şehir kadınları
için geçerlidir. Sizin kocalarınız sizden hiçbir şey alamaz. Bu şartlarda siz
onlardan hak alacaksınız. Sırtınızdan yük eksik değil. Vay olsun onların
haline, asıl onlardan hak siz alacaksınız.
Bayram gününde çalışmanın günah olduğunu söylüyorlar doğru mu?
-Kızım bayramda
çalışmanın günahı yoktur. Bizim memleketimizde insanlar sürekli çalışıyorlar.
Bir gün çalışmadan bizim geçinmemiz mümkün değildir. Kadınların hiç istirahatı
yoktur. Bir bayram gününde istirahat ediyorlar. Bu söz bunun için söylenmiş.
Bayramda gençler yaşlıları ziyaret etsin diye. Eğer görüştüğünüz kimselerle
dedikodu yapacaksanız hiç konuşmayın. Gidin tarlada çalışın. Bayramda
çalışılmaz diye bir şey yoktur.
Son zamanlarında kadınlar ziyaretine gelirdi. Falan hoca böyle dedi.
Onlara çok kızardı. Onları ben okuttum. O e.ekleri dinlersiniz, benim dediğimi
dinlemezsiniz. Çok sinirli bir yapısı vardı. Bundan dolayı pek talebe
yetiştirmedi.
Köyümüzden Hüseyin Ekşi hafızlık yapıyordu. Bir ara ruh hali bozuldu.
Babası, babamın yanına gelerek durumu anlattı. Babam da ona, “hafızlık yapmayı
bıraktır. Çünkü her bünye onu kaldıramaz. Gitsin serbest dolaşsın. Horonlara,
öteye beriye gezsin. Bırak kendi haline. Yoksa oğlunu tamamen kaybedersin.
Daha sonra Hüseyin Ekşi düzelmiş ama kumar, horon gibi işleri yapmaya
başlayınca gâvur hafız lakabıyla anılmaya başlandı. Öldü gitti ama hala gâvur
hafız diye anılır. Böyle anılmasına babam sebep olmuş oldu. Ama öyle yapmasaydı
yani hafızlığı bırakmış olmasaydı hepten delirmemesi içten bile değildi. O’nun
durumunu antayarak hafızlığı bırakması yönünde tavsiyede bulundu ve düzelmiş
oldu.
Babam gençliğinde horonlara çok giderdi. Aynı zamanda horonlarda türkü de
söylerdi. Talebeliğinde Paçan’da (Maraşlı Köyü) okuduğu için o köylüler genelde
Rumca konuşurdu. Rumcayı çok iyi öğrendi. Annesinden bile daha iyi Rumca
konuşurdu. Çok güzel sesi vardı. Evde şarkı ve türkü söylerdi. Eve girdiğimizi
duysa hemen sesini keserdi. Babam için namaz kılmazdı derler. Asla. Evde olduğu
zaman namazını kılar, hatta bizim kıldığımız namazları beğenmezdi.
Hafızlıkla ilgili bir hususa işaret etmekte yarar görüyorum. Özellikle
yöremizde hafızlığa büyük değer verildiğini biliyoruz. Bazı aileler bir iki
hatta daha fazla çocuğunu Kur’an kurslarına göndererek hafız olmalarını
sağlamaya çalışıyor. Şüphesiz bu aileler, dine olan samimi bağlılıklarından ve
hafızlığa yüklenen anlam nedeni ile çocuklarını Kur’an kurslarına
gönderiyorlar. Ancak hafız olanların büyük çoğunluğu din görevlisi olmadığı
için zaman içerisinde hafızlığını kaybediyorlar. Şu halde iki yıldan fazla bir
zaman verilen büyük emeğin bir anlamda yok olduğuna şahit oluyoruz. Bu maddi ve
manevi açıdan büyük bir kayıptır. Eğer yönlendirme ile çocuk din görevlisi
olacaksa ve kabiliyeti varsa hafız olmasında fayda vardır. Bunun haricinde
çocuğum illa hafız olsun demenin anlamlı olduğuna kani değilim. Ancak,
hafızlık geleneğinin bu ölçüler içerisinde yaşatılmasının gerekliliğine
inanıyoruz.
Mehmet Saygılı’nın Hoca ile ilgili hatıralarını anlamlı buluyoruz:
Babam ile çocukluk arkadaşı idiler. İkisi de 1895 doğumlu idi. Babam ikinci
kez hacca gideceği zaman Cansız Hoca’nın ziyaretine gitti. Hacca gideceğini
söyleyince Cansız,
-Bir kez gittikten sonra ikinci kez gitmenin ne anlamı var? -Hocam, ben
sizi seviyorum ve ziyaretinize geliyorum. Orayı da sevdiğim için ikinci kez
gidiyorum. Bunun üzerine Cansız Hoca sesini çıkarmadı. [137]
Bir Ramazan ayında köyden pazara inerken mevsim kış olduğu için ayağı
kaymış, düşmüş ve eli yaralanmış. Canı sıkılmış olacak ki sigarayı yakıp
pazara inmiş. Ağabeyi İbrahim Ağa, kardeşinin sigara içtiğini görünce:
-Mustafa, Allah’tan korkmuyor sun, kuldan da mı utanmıyor sun?
Aslında ağabeysine karşı çok saygılı olan Cansız Hoca o vakit herhalde
morali bozulmuş olacak ki şu karşılığı verdi:
-Namaz kılmak, oruç tutmakla cennete gideceğinizi mi zannediyorsunuz?
Oğlu Nihat’ın oruç tutmadığını duymuş. Bunu duyunca eve gelmiş. Odaya
kapatmış. Herhalde sigara da içiyordu. Oğlunu iyice haşlamış.
Sait Aydemir’in bir anısı şöyledir:
Bir Ramazan ayında Meydan Parkın’da öğretmenlerle oturuyordu. Kendisinin
prostat rahatsızlığı vardı. Hoca’nın oruçlu olup olmadığını bilmiyorlardı.
Orta yaşlı bir garson geldi. Çay olmadığı için para karşılığı şeker veriyordu.
Hoca, garsona:
-Bana bir kahve yap.
Garson beden diliyle, “bu yaşta oruç tutmuyorsun” tavrıyla Hoca’ya baktı.
Hoca bunu anlar.
-Ben senin yaşından fazla oruç tutmuşum. Git kahveyi yap getir.
Kahve gelir ve onu içer. Hoca yaşlı olmasının yanında hasta idi. Bundan
dolayı ruhsatları kullanmaktan çekinmezdi.
Remzi Yavuz’un ifadeleri oldukça dikkat çekicidir:
Hocayı çok tenkit edenler olurdu. Namaz kılmaz, oruç tutmaz... Bir defa
Hoca ruhsatı iyi kullanırdı. Diyelim Ramazanda Erzurum’a gitti. Seferidir.
Orada oruç tutmaz, yemeğini yerdi. Otelde yemek yediğini görmüşler. Ama
seferi. Namaz da herkesin peşinde kılmazdı. Ama onun haricinde kılar mıydı
kılmaz mıydı? O Allah’la kendisi arasında kalmış bir şeydir. Biz kılmıyor deme
hakkına sahip değiliz. Biz onun için beynamaz diyemeyiz. Ondan çok rivayetler
var da benim bizzat yaşadığım şeyler vardır. Bir gün köyde camide abdest
alıyordu. Naylon çoraplar üzerine mesh yaptı. Gözümün önünde. Hocalar görmesin
dedi. Neden? İslâm’ı olduğu gibi yaşıyordu. Sünnetleri kılmazdı. Sadece
farzları kılardı. Çok temiz giyinirdi. Minnetsizdi. Hiç kimseye eyvallahı
yoktu. O’nu tenkit etmeye korkarlardı. Ana avrat küfr ederdi. Yaptığı iş dine
aykırı değildi ki. Aklı ermeyenler tarafından şekilci bir anlayışla tenkit
ederlerdi.
Yusuf Ziya Cansız’ın anısı da dikkat çekicidir:
İdris Güney’den dinledim. Cansız Hoca ile çocukluk arkadaşı idiler.
Yaylaya (o zaman yaya 50 km.) gidiyorlardı. Namaz kılacaklar. Cansız’ın
pantolonu ütülü. Namaz kılmamış. Daha sonra kendisine sormuş. Cansız, “bu namaz
kılmamanın bir yolu varsa bize de söyle, biz de kılmayalım?” Şu cevabı verdi:
“Siz bildiğiniz gibi abdestinizi alın ve namazınızı kılın. Gerisini
araştırmayın. Yani benim anlatabileceklerimi anlayabilecek seviyede
değilsiniz. Onun için bildiğiniz gibi yapmaya devam edin.” Aslında sorulan
meselelerin cevabını karşı tarafın seviyesi kaldıramayacaksa geçiştirmeye
çalışırdı. Ama çoğu zaman da kırardı.
İhsan Ekşi’nin Cansız Hoca ile ilgili anısı şöyledir:
Bir Cuma günü İskender Paşa Camii’nde vaazını yaptı ve iki rekât farzı
kıldıktan sonra camiden çıktı. Suluhan’ da nargile içerdi. Oraya gideceğini
tahmin ettim. Dolaylı yollardan peşinden gittim. Beni görmesi mümkün değildi.
Kahveye girdim. Orada bekliyorum. Kapıyı açtı. Bana, “dükkâna git ben de
geliyorum” dedi. Benim dükkânım vardı. Dükkâna gittim. Kendileri de geldiler.
Kahvesini ısmarladım. “Ulan peşimden geldin ve bakacaktın Mustafa Efendi diğer
namazları kılacak mı yoksa kılmayacak mı? Evet, farzın haricindekileri
kılmadım. Bunu Allah biliyor sen de bil. Ancak şunu da bil ki, benim abdestim
tutmuyor. -Prostat rahatsızlığı vardı. Bu şekilde kıldığım namazı
beğenmiyorum. İçime sinmiyor. İnsan namaz kılar ve kendisi bunu beğenmezse
Allah bunu kabul etmez. Ama bazısı o kadar yapabiliyor. Allah onu kabul eder.
Ben şimdi yeniden abdest aldım. Benim temizliğim olmuyor” dedi.
Rıza Selim Başoğlu’nun Hoca hakkındaki hatıra, düşünce ve kanaatlerini
anılmaya değer buluyoruz:
Cansız Hoca kendi dönemindeki hocaları adam yerine koymuyordu ki. Gezici
vaiz olduğu dönemlerde otobüsle Samsun’a gidiyordu. Saçlar uzun. Başında fötr
şapka. Yanında veya arka koltukta birisi Arapça bir metin açmış onu okuyor. O,
Cansız’ı tanımıyor. Cansız sormuş: Elindeki kitap nedir? Ne okuyorsun? Adam
bakmış ki uzun saçlı, fötr şapkalı bir adam, “sen anlamazsın demiş.” “Anladım
ama sen anlat bana ne var orada?” Kıyafetine bakmış ya her halde gâvur
zannetmiş. Çünkü şekilcilik var ya. “Merak ettim biraz oku bana.” Adam okumaya
başlamış ama bir cümlede kırk tane irap hatası yapmış. Hoca, ver şu kitabı
demiş ve başlamış okumaya. Bak kitap böyle okunur. Senin ağzına, sakalına, ...
Hoca, hoca geçinen insanlara hakaret ediyordu. Daha sonra görev icabı karşılaştığım
tablolardan dolayı anladım ki Cansız Hoca haklıymış. Çünkü bu tür insanların
sosyal hayatlarına din hiç girmemiş. Dini sadece namaz ve oruçtan ibaret
sayıyorlar. Cansız bu tür hocalara asabileşiyordu. Onlara olan düşmanlığından
değil. Belki maksadı aşan ifadeler kullanıyor ama hiçbir zaman niyeti kötü
değil ve hiçbir zaman zannedildiği gibi dine saygısız ve kayıtsız bir insan değildi.
Bana göre tahkiki olarak Allah’ı bulan bir insandı. Ben onu böyle tanıyorum.
Biz Cansız Hoca’yı İmam-Hatipte olduğumuz yıllarda dinliyorduk. Ama o
yaşlarda onu anlayabilecek seviyede değildik. O dönemlerde biraz ibare okumuş
ve vaiz olarak camilerde kürsüye çıkan hocaların Hoca ile ilgili olarak
“itikadının çok zayıf olduğu, dininin zayıf olduğu ve adeta inançsız biri
olduğu” propagandasını yapıyorlardı. Bizler, O’nunla ilgili olarak hep bu
sözleri duyarak yetiştik. Bunun takdirini yapabilecek durumda da değildik.
Acaba Hoca için niçin böyle söylüyorlar? Bunu söylemelerinin tabi çok sebepleri
var. Bir kere şunu söylemek lazım ki Hoca çok liberal bir kişiydi. Kıyafetiyle,
hareket tarzıyla hocalardan çok farklıydı. Geleneğin çok dışında yaşayan bir
kişiydi. Mesela oturur tavla oynar. Tavla oynuyor ya, zındık oldu. O tavla,
hocalara göre O’nun küfrünü gerektirecek bir durum olarak görülmektedir. Çünkü
o dönemlerde hocalar, tavlanın zarına bile tutmanın insanın hınzır kanına
bulaşacağı konusunda hadisler söylerlerdi. Yani tavla oynamak dinsizlikti.
Hoca olarak o bu tür hadislerin tahlilini yapacak bilgiye sahipti. Ancak hoca
diye geçinen o devrin insanları bu hadisleri yorumlayabilecek bilgiden bile
yoksundular. Onun için hocaya böyle olumsuz bakarlardı.
Tabi Cansız'ın bir özelliği şu: Hoca, milletin cebinde gözü olmayan bir
adam. Bilahare ben bunu takdir etmeye başladım. 1969 yılında Trabzon İl
Müftülüğü’nde müftü muavini olarak görev yapmaya başladım. O zaman Hoca bizim
görevlimizdi. Hoca ile orada irtibatlarım oldu. Ben o irtibatlarımda Cânsız’ı
tanımaya başladım ve onun hakkında niçin olumsuz propaganda yapıldığını
anlamaya çalıştım. Bir kere hocanın dünya menfaati ile ilgili cemaati ile
hiçbir ilişkisi yoktu. Cemaatten bir yemek yemek, çay içmek veya diğer hocalar
gibi cenazelerde para almak, hatim indirmek mevlit okumak ve benzeri hiçbir
ilişkisi söz konusu değildi. Ayrıca son derece hür düşünceli biriydi,
inandığını cemaate çok rahatlıkla söyleyen bir kişiliği vardı. Çünkü söylediklerinden
dolayı cemaatin kendi hakkında vereceği hükümle dünyevi bir menfaatinin
azalacağından hiç endişesi yoktu. Hoca ömrü boyunca böyle yaşadı. Bana göre bu
özelliği onu çok farklı kılıyordu. Hocalar genel olarak cemaatin yemeğine,
çayına, en azından cemaatin kendilerine değer vermelerine çok önem verirlerdi.
O’nun böyle şeylere ihtiyacı olmadığı gibi hoca kendini biliyor ve kendine
güvenen bir adamdı. Kendisine saygı duyulup duyulmaması önemli değildi. Esas
sorumluluğun ne olduğu ve kime ait olduğunu biliyordu. Sorumluluğun Allah’a
karşı olduğunu ve ona bağlanmış biri olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim.
Ölümüne yakın zamanlarda kendilerini ziyarete gelen bazı arkadaş guruplarına,
Allah’a yakarışı sırasında, “Yarabbi, ben
ömrüm boyunca çok günahkâr bir insanım. Ama en çok günahı işlediğim anda bile
senin varlığından bir an bile şüpheye düşmedim. Sana hep inandım. Senin
birliğini her zaman tasdik ettim. Bana merhametinle muamele et, merhametinle
yargıla"diye Allah’a yalvarırdı. Bunu çok arkadaşlardan dinledim.
Hoca için olumsuz manada söylenen şeyleri o dönemin hocalarının bir
kısmının gizli yerlerde yaptıklarını ancak insanlar içerisinde itibarları veya
maddi kayıplarını düşünerek açıktan yapmıyorlardı. Hocanın böyle bir endişesi
yoktu. Kendilerini böyle bir ihtiyaç içerisinde hissetmiyordu. Zaten kendileri
gençlik ve il daimi encümeni olduğu dönemlerde çok günahlar işlediğini
söylüyordu. Yalnız imanının tahkiki iman sahibi olduğuna şahitlik ederim.
Bırakın o dönemin hocalarını, günümüzdekilerin bile yüzde doksanının onu imanını
anlayabilmeden yoksun olduğu kanaatindeyim. Gerek Kuran’ı ve gerekse Hz.
Peygamberi ve sünnetini son derece derinden anlayan bir kişiydi. Sakalla,
sarıkla hiç uğraşmazdı. Onun İslâm dinini idrak etme ve anlama noktasında
Türkiye henüz o noktaya gelmiş değildir. O’nun idrakinde olanların ülkemizde
ortaya koymaya çalıştıkları düşüncelerden dolayı da zaten onlara da gâvur
diyorlar. O noktada ben Cansız Hoca’yı çok ileride görüyorum. Hoca hakkındaki
benim kanaatim budur.
İbadet noktasında eksiklikleri olabilir. Onu bilemiyorum. O Allah ile kendi
arasında olan bir hadisedir. Bu konuda gerek Çaykara ve gerekse Trabzon’da
O’nun hakkında hüküm verenlerin büyük çoğunluğu cahildir. Hiç birisinin şuurla
ve bilgi ile bir şey yaptıkları kanaatinde değilim. Çünkü kendi pagan
kültürlerinden getirdikleri hurafeleri din kabul ediyorlar. Hâlbuki Hoca
bunlara aykırı hareket ediyordu. Hoca bunları biliyor ve onlara değer
vermiyordu. Bu yüzden de Cansız Hoca’yı imanı zayıf, dinsiz gibi tabirlerle
yaftalıyorlardı.
Bizim dönemimizde O’nun hakkında yapılan bu menfi propagandadan dolayı
kendilerinden fazla istifade edemedik. Çünkü bu menfi propagandayı yapanlar
bizim hocalarımız ve aynı zamanda herkesin hürmet ettiği hocalardı ve ben o zamanlar
Cansız’a kızardım. Yahu niye söver bu adamlara. Ama şimdi anlıyorum ki Cansız
çok haklıymış. Çünkü onların tebliğ ettiği İslâm, İslâm değildi. Törenin hâkim
olduğu bir din anlayışı vardı ve halka da bunu anlatıyorlardı. Keşke Cansız bu
dönemde yaşasaydı. Türkiye’de ilahiyat fakültelerinde bilimsel manada
araştırma yapma yetmişli yıllarda başladı ve fikir mahsulü, özgün fikirler yeni
yeni ortaya konulmaya başlandı. Bu manada geleceğimizin çok daha aydınlık ve
parlak olacağını düşünüyorum. Yeni yetişen bilim adamlarından çok ümitliyim.
Cansız Hoca’nın ruhu şad olsun. Ama o bu günü ve yapılan çalışmaları görmeliydi.
Bizim okuduğumuz dönemde Musa Carullah kâfirin biriydi. Niçin? Çünkü
Mustafa Sabri Efendi O’nun için şöyle dedi denildiğinde olay bitiyordu. Yoksa
onun kitaplarını okuyarak bu kanaate varmış değil. Sabri Efendi’nin
reddiyelerini okuyarak bu kanaate varılır ve onu öyle bilirlerdi. Cansız,
Diyanet camiasına büyük oranda böyle bakardı. Elbette saygı duyduğu insanlar
vardı ama bunlar sayılı kişilerdi. Yani çok azdı.[138]
Örflerin din yapılmasına karşı çıkardı. Arapların giydiği fistanlar,
başlarına sardıkları şeyler onların örfüdür. Oranın iklimine göre seçilmiş
kıyafetlerdir. Arabistan bölgesi için geçerli olan bu kıyafetler başka
bölgelerde giyilmesi mümkün olmayabilir. Kutuplarda Arabın giydiği entariyi
giyersen yaşaman mümkün değildir. Onun için Arabın örfünü din gibi gösterip
kutsallaştırmanın hiç bir anlamı yoktur.
Sakal bırakılmasına kızardı. Şöyle sakalı, böyle sakalı var dendiğinde “iyi
süpürge olur” derdi. Peygamberin işaretidir ama şart değildir. Dini kisve diye
bir şey yoktur. Giyim ve kuşam da örfidir. Arabın örfünü din yapmayın. Kutsal
kıyafet yoktur, her toplumun yaşadığı coğrafi konum ve örfüne göre bir kıyafet
gelişmiştir. Bunun dinle bir alakası yoktur derdi.266
Ahmet Gürsoy’un hatıralarını aktarmak istiyoruz:
Cansız Hoca, Cumhuriyeti kuranları savunurdu. Zira Mustafa Kemal Atatürk’ü
diğerlerinden ayıran en önemli özelliğinin ülkeyi tam bağımsızlığa kavuşturması
olduğunu ifade eder ve yaptığı inkılâpları desteklerdi. Ancak beğenmediği
konuları eleştirmekten de geri kalmazdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. ve 19.
yüzyıllardaki içinde bulunduğu duruma çok üzülür ve Tanzimatçıları
taklitçilikle itham ederdi. Şuursuz batılılaşmaya kesinlikle karşı idi. Dilde
sadeleşmeyi savunur ancak Türk Milleti’nin tasavvuf, divan ve halk edebiyatından
kopmasının mümkün olmadığını, zira milletin köklerinin ve felsefesinin oralarda
olduğunu ve onların anlaşılıp yorumlanmadan geleceğin sağlıklı bir şekilde
inşa edilemeyeceğini söylerdi. Ahmet Gürsoy sözlerine devamla şunları söyledi:
Cansız Hoca, eski Başbakanlardan Haşan Saka257 ile arkadaştı.
Hatta Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi bir ara Akçaabat’ta O’nun köyünde
hocalık yapmış ve Haşan Saka O’ndan okumuş. İkisinin aynı hocadan okuması bir
tesadüftü. Haşan Saka, milletvekilliği süresi bittikten sonra(1954) tütün
işlerini takip etmek için Trabzon’a gelirdi. Bir gelişleri Ramazan ayına
tesadüf etti. Birlikte otelin oturma salonunda sahura kadar sohbet ederlerdi.
Ben de yararındaydım. Bir gece Haşan Saka, “bu gece teravih namazını Tabakhane
Camii’nde kılacağız. Zira oranın imamı hem hatimle kıldırıyor, hem de sesi
güzeldir. Okuyuşunu takip edeceğim”. Birlikte camiye gittik. Hoca İsra
suresinden okumuştu. Otele döndüklerinde Necm suresiyle bağlantılı olarak İsra
ve Miraç olayını tartışlar. Sonuçta Hz. Peygamberin Mekke’den Kudüs’e
götürülmesine inanmanın farz olduğu, buradan ötesine ise inanmanın muhayyer
olduğunu ve inanmayanların dinden çıkmayacakları kanaatine vardılar.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in miraç yolculuğu ile ilgili pek çok
hadisler vardır. Toplumumuzdaki yaygın kanaate göre Hz. Peygamberin miraca
çıktığı kesindir. Zira din görevlileri bunu topluma o şekilde aktarmışlardır.
Cansız Hoca’nın meseleyi bu şekilde aktarması bilinene aykırı olduğu için
tepki alması kaçınılmazdı.
Cansız Hoca’nın yakın çevresinin öğretmenler olduğunu ifade etmiştik.
Sohbetlerinde öğretmenlere şu tavsiyede bulunurdu:
Davranışlarını beğenmediğiniz bir talebenin bu sebepten dolayı notunu
kırarsanız Allah katında sorumlusunuz. Bilgi ile not termometre ile sıcaklık
gibidir. Termometre sıcaklık ile yükseldiği gibi bilgi artınca not da yükselir.
Nota davranışı katmamak gerekir. Eğer katarsanız talebeye en büyük kötülüğü
yapmış olursunuz. Bilgi ve davranış ayrı şeylerdir. Ancak davranışı ayrı bir
şekilde değerlendirebilirsiniz^
Haşan Türk’ten dikkate değer bir hatırasını dinledik:
Öğretmenliğimin ilk yıllarında Trabzon’un Meydan Parkında arkadaşım Nazım
Kumaş ile birlikte oturuyorduk. Baktım ki uzun boylu ve biraz da öne doğru
eğik yürüyen bir kişi bize doğru geliyor. Cansız Hoca’yı tanımıyordum. Ancak
Cansızlarla aynı köylü olduğumuz için onlara benzeterek arkadaşıma bu kişinin
Cansız Mustafa Efendi olup olmadığını sordum. Evet, Cansız Hoca’dır dedi. Bize
yaklaşınca ayağa kalkıp elini sıktık ve buyur ettik. Oturdular. Kendimizi
tanıttık. Zaten dedemin arkadaşıydı. Öğretmen olduğumuzu söyleyince bize
şunları söyledi: “Evvelce öğretmenler çok araştırır, okur ve sorarlardı. Bu
durum bu gün çok azaldı. Önceleri öğretmen evine gider, onlarla sohbet eder ve
tartışırdık. Çok soru sorarlardı. Şimdi gittiğimde bakıyorum da hep oyun ile
meşgul oluyorlar. Siz onlar gibi olmayın. Çok okuyup araştırın. Zira sadece
okuttuğunuz çocuklar değil, ileride kendi çocuklarınız olacak. Onları çok iyi
yetiştirmek zorundasınız[139]
Cansız Hoca’nın bu sözlerinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu
üzülerek belirtmek zorundayız. Öğretmenlerin eğlenme hakkının olmadığını söylemek
istemiyoruz. Ancak bu günkü durumun öğretmenler adına iç açıcı olmadığı bir
gerçektir
Hoca için çok küfür söylerdi derler. Bu doğru değildir. İnsan durup
dururken küfür söyler mi? Bu elbette mümkün değil. Elit çevrede bir şeyi
anlatırsa niye küfür söylesin. Ancak halk arasında bir şeyi anlatırken eğer
mesele anlaşılmazsa küfürlü anlatırsan anlaşılır. Yoksa Cansız durup dururken
küfür söylerdi diye bir şey söz konusu değildir. Ayrıca kör inat edilirse o
zaman küfürlü konuşurdu.[140]
Burada İbrahim Güveli'nin bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
1972 yılında Of Orman Bölge Şefliği görevini yürütüyordum. Bir meseleden
dolayı Çalekli Dursun Feyzi Güven
(Dursun Efendi) benimle tanışmak istemiş. Köyüne varıp kendileriyle
görüştüm. Akraba adlarımız aynı olduğu için nereli olduğumu sordu. Ben de
Dernekpazarı’nın Kondu Köyü’nden olduğumu söyleyince Cansız Hoca’yı tanıyıp
tanımadığımı sordu. Ben de “Cansız Hoca ile aynı köylü olduğumuzu, öğrencilik
yıllarımda Trabzon’da sohbetlerini dinlediğimi ve kültürlü bir insan olduğunu
ifade ettim. Bunun üzerine Dursun Efendi, “küfürbazlığı olmasa ben de
kendisini seveceğim” demiş.[141]
Cansız Hoca düşünce ve fikirleri ile yaşadığı dönemde bir ekol olduğunu
söylememiz mümkündür. Günümüzde bu çizgiyi öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’ün
sürdürdüğünü ve meyvelerini verdiğini görmek sevindiricidir.
Sadık Albayrak’ın anısı dikkat çekicidir:
Sanırım doksanlı yıllarda idi. Yaşar Nuri Öztürk’ün fikirlerini Milli
Gazete’deki köşemde eleştiriyordum. Bir yazımda Öztürk’ün ortaya koyduğu
görüşlerin gayet doğal karşılanması gerektiğini, çünkü “Cansız Mustafa”
ekolünden olduğunu yazmıştım. Bir gün savcılıktan bir çağrı aldım. Niçin
çağrıldığımı bilmiyordum. Savcı ile görüşmemizde kullandığım bu ifadeyi sordu.
Meğer “Cansız Mustafa” ifadesini Atatürk için kullandığımı zannetmiş ve bundan
dolayı hakkımda dava açılacağını belirtti. Atatürk’e nasıl Cansız Mustafa dersin?
Savcıya, ‘Cansız Mustafa’nın Yaşar Nuri Öztürk’ün hocası olan Mustafa Cansız
olduğunu anlattım. Konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra hakkımızda açılması
düşünülen dava böylece açılmadan kapanmış oldu.[142]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar