ERKEK – KADIN - ZAMAN
Tarihsel terminolojide güç ve iktidar büyük oranda
ataerkildir. Helenistik dünyada erkek ve kadın arasındaki
kutuplaşmanın, kadına mahsus önemsiz niteliklerin vurgulanmasını sağlayan, diğer
bütün zıtlaşmalarla irtibatı vardır. Aristo'nun tıp felsefesi kuramına göre
erkek daha sıcak, daha alçak gönüllü ve daha hayat doludur. Kadın ise bunun
aksine soğuk, kibirli ve hareketsizdir. Kadının adet görmesi, yoğun bir pişirme
işlemi neticesinde elde edilen, arıtılmış özsu olan erkek sperminin üretim
sürecine benzer bir işleyişe haizdir, ona paralel hareket eder. Sperm ne kadar
iyi pişirilirse kadının erkek çocuk doğurma ihtimali o kadar yükselecektir.
Bu Batı dünyasına özgü bir ayrışma
değildir. Zira Taoist felsefede kadını temsil eden yin, aynı zamanda
yeryüzünü, soğuğu, gölge ve karanlığı, kuzeyi, yağmuru ve bayağılığı sembolize
etmektedir. Erkeği temsil eden yang ise, gökyüzü, sıcaklık, güneş
ışınları, güney, tez canlılık ve üstünlük gibi kavramlar için de
kullanılmaktadır.
Dünyanın dört bir yanında yüzyıllardır, farklılaşma ve
ayrışmanın sosyal ve kültürel simgeleriyle, bahsi geçen bu farklılaşmanın
içindeki erkek egemen yapı, keyfi güç kullanımının dehşet verici boyutlara
ulaşmasının en büyük nedenidir. Erkekler, kadınları kamusal alanın dışına
itmeye çalışmaktadır. Özel hayatta ise kadınlar sürekli fiziksel şiddete
maruz kalmakta ve bir paçavra gibi kenara atılıp evlere hapsedilmektedir. 1990’lı
yılların başında Şili, Meksika, Papua Yeni Gine ve Güney Kore'de yapılan bir
araştırmaya göre, evli kadınların yaklaşık üçte ikisi, evlerinde eşlerinden
şiddet görmektedir. Kuzey Hindistan ve Bangladeş köyleri hakkında bir dizi
çalışmaya imza atan Martha Chen'den öğrendiğimiz kadarıyla, bu bölgelerde
erkekler, tarihsel bir geçmişe dayanan bir uygulamayı sürdürmekte ve kadınlara
sınırlı oranda hareket imkânı tanıyarak onları evlerine mahkûm etmektedirler.
Örneğin çarşı ve pazarlar, caddeler, şehir ve kasaba merkezleri onlara
yasaklanmıştır. Kast sisteminin ağırlığı altında ezilen kuzey Hindistan kadını,
kendisi ve ailesi açlıktan kırılsa bile, çalışma hakkı ve imkânı elde
edememektedir. Günümüzde hâlâ global yoksulluk etkisini daha çok kadınlar
üzerinden hissettirmektedir. Yaklaşık 1,3 milyar fakir insanın yüzde
yetmişi kadındır. Global Kuzey ve Güney arasında kadın-erkek oranı hakkında
çarpıcı bir mukayese yapmak gerekirse, Güney'de 100 milyondan fazla kadının
demografik anlamda 'kayıp' olduğu söylenebilir. Bu can alıcı rakam, yeni doğan
erkek bebekleri hariç tutarak, yetersiz veya kötü beslenen kız çocuklarını
adeta kendine kobay seçerek sinsi ve bir o kadar da trajik bir uygulamayı
ortaya çıkarmıştır.
Erkek egemenliğinin pek çok biçimi vardır. Bunun yanı
sıra ataerkil yapıda kadın kendisini değişik şekillerde ve farklı kisvelere
bürünerek ifade etmeye çalışmaktadır. Çoğu kez erkeğin gücü ve iktidarı
kadınların onay ve desteği sayesinde meşruiyet kazanmaktadır. Ender görülen
durumlarda ise, bilhassa çocuğu olan orta yaşlı evli kadınlar, ataerkil sistem
içerisinde egemenliklerini ilan edebilmektedir. Türk paşalarının anneleri
yahut padişahların haremlerindeki ilk zevceleri, bu anlamda en tecrübeli
örneklerdir. Bununla birlikte her ne kadar sistemler arasında büyük
değişimler yaşansa da, erkeklere ait belirli davranış kodlan ve muayyen
değerlerin öncelenmesi sayesinde kahramanlık, mertlik ve yiğitlik, şan ve
şeref, saldırganlık, disiplin ve kontrol gibi nitelikler sürekli ön plana
çıkarılmaktadır. Bahsi geçen bu değerleri askerlik ve deniz ticaretini baz
alarak, Avrupa imparatorluklarını inşa eden bir grup erkekten daha iyi anlayıp
yorumlayabilecek hiç kimse yoktur: “Portekizli kaptanlar şu hisarların
üzerinde durarak Lizbon'dan, kendilerine anayurtlarıyla alakalı o mübarek
haberleri getirecek gemileri görmek amacıyla denizi taramaktadır[...] Onlar ki
cesur ve şerefli ve bir o kadar da heybetli görünümleri, güneşten yanmış
kavruk çehreleri, takmış oldukları zırhı ve göğüslüklerin verdiği mağrur bir
duruşla cüretkârca ve onurlu bir biçimde sürdürdükleri hayatın kaderini kendi
elleriyle tayin etmektedirler.”[1]
20. yy.'ın ikinci yarısında, dünyanın tamamında olmasa
da pek çok bölgesinde, sınırları katı kurallarla belirlenmiş erkek egemen yapı,
yavaş yavaş etkisini yitirmeye başlamıştır. Feminist hareketlerin
seferberliği, eğitimli kadın nüfusunun artması ve uluslararası emek
piyasasındaki değişen şartlar, erkeklerin bu konuda geri adım atmasına neden
olmuştur. Bunun yanı sıra erkekler, önceleri meşruiyeti tartışılmayan güç
ve nüfuzlarının, giderek daha fazla sınırlandırıldığına şahit olmaktadır. Tüm
bu değişimler neticesinde yeni bir sayfa açılmakta ve ataerkil yapının yerine,
Avrupa aile kurumunun tasarlayıp öne sürdüğü, can alıcı bir tarihsel argüman
olan, eşler arası eşitlik, prensibine doğru bir yönelme gözlemlenmektedir. Kuşkusuz
bu iddia doğruluk payı taşımaktadır. Ancak kendimizi kandırmamalıyız. Zira
erkek bukalemunlar dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Erkekler farklı
maskeler takıp daha lütufkâr ve daha eşitlik taraftarı gibi görünseler de, özde
hiçbir şey değişmemiş ve erkek egemen yapı, gücünü ve etkisini muhafaza
etmiştir. Bu hususta tıpkı Françoise Heritier'in de ifade ettiği gibi: 'Her
şey yoluna konmuş ve belki bir nebze de olsa eşitsizliklerin önüne geçilmiştir.
Ancak bu durum, iki ayrı unsurun eski konumlarına (asymptotic regression) hiç
dönmeyecekleri anlamına gelmemektedir.'
Erkek egemenliğinin hâlâ etkin olduğu gerçeği
kendisini cinsellik alanında olduğu kadar hiçbir durumda bu denli
hissettirmemiştir.
Örneğin, pornografik filmlerin kurduğu mahrem
İmparatorlukta -simgesel bir anlam taşıyan bu filmler büyük oranda Amerikan
ürünüdür-cinsel hikâye hemen her zaman aynıdır: Film başladığı andan itibaren
bir kadın belirivermekte ve adeta karşısındaki erkeğin tenasül uzvuna
tapmaktadır. Bu sahneleri cinsel görüntüler takip eder. Kadının yaşadığı zevkin
hiç önemi yoktur. Filmin dönüm noktası, kadının erkek yahut erkeklerin 'sıcak'
spermini yutma sahnesidir. Sürekli tekerrür eden bu tip hikâyelerin, erkeğin,
kendi cinselliği hakkındaki fikirleri üzerinde uzun vadeli etkiler bırakacağı
gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu hassas noktayla bağlantılı bir diğer kafa
karıştırıcı durum, -aşağılanmış fahişelerin dünyasıyla ilgili olarak- kadın
ticaretinin 20. yy'ın sonunda, Güney Avrupa'nın bazı bölgelerine kadar
taşınmış olmasıdır. Nijerya, Arnavutluk ve genel olarak doğu Avrupa kadınları,
kendilerine batı Avrupa'da düzenli iş vaadinde bulunan suç çeteleri tarafından
tuzağa düşürülmekte ve sürüklendikleri bu yeni vatanlarında, zengin erkeklerle
beraber olmaya zorlanmaktadırlar. Bu birlikteliği reddetmek yahut kaçmaya
kalkışmak, hiç şüphesiz 'muhafızlar'ının elleriyle öldürülmeleri anlamına
gelmektedir.
Global manada, kadının özgürleşmesi için verilen mücadelede
son otuz yıl içerisinde çok önemli bir aşama kaydedilmiştir. Özellikle sağlık
ve eğitim alanlarında, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerdeki kadınların
durumlarında ciddi iyileşmeler görülmektedir. 1970 ile 1990 yılları arasında
global doğum oranlarındaki önemli düşüş (1970'de kadın başına ortalama 4.7
iken 1990'da 3.0'a gerilemiştir) kadınların çok sayıda çocuk doğurma risk ve
mesuliyetinden yavaş yavaş kurtulmaya başladıkları anlamına gelmektedir. Buna
paralel olarak doğum esnasındaki ölümlerde de, neredeyse yarı yarıya bir azalma
söz konusudur. Aynı yıllar içerisinde kadınların eğitim vasıtasıyla, bireysel
istidat ve kabiliyetlerini geliştirmeleri hususunda da ciddi ilerlemeler
kaydedilmiştir. Nitekim 1970 ile 1990 yılları mukayese edildiğinde okuma yazma
bilmeyen kadın nüfusu Arap devletlerinde %50, Güney Doğu Asya'da%26, Latin
Amerika'da ise %13 oranında azalmıştır. Üniversite eğitimine gelince, Latin
Amerika ve Karayipler'deki okullara kayıt olan kadınların oranında önemli bir
artış vardır. Bununla birlikte Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)
üyesi ülkelerde İsviçre hariç, sadece üniversitelerdeki kadın sayısında ciddi
bir artış gözlemlenmekte, aynı zamanda bu kadınların çok daha başarılı bir
ekonomik performans sergilediklerine şahit olunmaktadır.
Eğitim haricindeki alanlarda ilerleme ve gelişim
belirtileri çok daha zayıftır. Dünyanın dört bir yanında emek piyasasında mücadele
veren kadınlar, sistemli bir şekilde cezalandırılmaktadır. Nitekim erkeklerle
aynı işi yapan kadınların hiçbirisi onlar kadar maaş alamamaktadır. Bunun yanı
sıra üzülerek söyleyebiliriz ki, her ne kadar oy kullanma hakkını ortalama 50
yıl önce kazanmış olsalar da, pek çok ülkede kadınların kamu kurumlarındaki
temsil oranı çok çok düşüktür. Demokratik ülkelerin birçoğunda da bu hususla
alakalı benzer bir tatsız durum söz konusudur. Zira bu ülkelerde de kadınların
seçimlerde oy kullanmaları kendilerine siyasi bir temsil hakkı
kazandırmamaktadır. Ayrıca mesleki anlamda ciddi tecrübe kazanmış olan
kadınlar erkeklere göre daha başarılı kabul edilseler bile, devlet yönetiminde
önemli kademelere getirilmemektedirler. İtalya'dan örnek vermek gerekirse, bu
ülkede çok az sayıda kadın parlamento üyesi olabilmekte, bölge valisi olarak
atanabilmekte yahut belediye başkanı seçilebilmektedir. Çok iyi bilindiği üzere
kadınların temsili hususunda dört İskandinav ülkesi, İsveç, Finlandiya, Norveç
ve Danimarka başı çekmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın
kadın-erkek eşitliği konusunda belirlediği parametrelere göre, en iyi konumda
bulunan devletler de bunlardır. Buna rağmen bu soğuk ve uygar Kuzey
ülkelerinde bile, parlamento üyesi olan ve kabinede bakanlık yapan kadınların
toplam üye sayısına oranı yalnızca üçte bir kadardır. OECD ülkelerinin
ortalaması ise altıda birden bile daha azdır."
Aslında politik manada cinsiyet ayrımı sorununa çözüm
getirebilmek için en kalıcı adımların Batı demokrasileri taralından atıldığını
iddia etmek doğru olmayacaktır. Zira 1993 yılında mahalli idarelerdeki
(panchayats) encümen üyelerinin en az %33'ünün kadın olması zorunluluğu
yönünde, tartışmalı bir kanun yayınlayan ülke, İngiltere yahut Birleşik
Devletler değil Hindistan'dır. Hindistan belki de yaşadığı
çaresizlik neticesinde kadınlara yerel seviyede böylesine ileri düzeyde bir
temsil hakkı tanımıştır. Uzun vadeli demokratik değerlere sahip olmakla övünen
özgürlükçü devletlerin pek çoğu ise, yürüdükleri bu yolda yorulmuş ve sınıfta
kalmışlardır.
T. H. Marshall, modern Batı dünyasında vatandaşlık
bilincinin gelişimi konulu önemli bir makalesinde, demokrasinin inkişafıyla birlikte
tedricen ortaya çıkan ve vatandaşlık düşüncesinin temelini teşkil eden üç
önemli haktan söz etmektedir. Bunlardan birincisi ekseriyetle 18. yy.'la
birlikte kendisinden söz edilmeye başlanan, yurttaşlık haklarıdır ki, kanun
önünde eşitlik, mülkiyet hakkı ve ibadet özgürlüğü gibi meseleler, bu bağlamda
düşünülmelidir. İkincisi 19. yy.'da kazanılmış olan siyasal haklardır. Üçüncü
ve sonuncusu ise sosyal haklardır. Bunlar 20. yy.'da ciddi mücadeleler
neticesinde elde edilmiş olan sağlık ve eğitim hakları gibi önemli mevzuları
içermektedir.
Marshall’ın haklar konusundaki bu sınıflandırması, onaya
çıktığı dönemde (1950) oldukça değerliydi ve yenilikçi bil yaklaşım olarak
değerlendiriliyordu. Ancak bu teori, Sonraki yıllarda, cinsiyet temelinde
eleştirilmeye başlandı. Feminist eleştirmenler Marshall planının kadınlara hiç
değinmediğinden yakınmakta ve kadın hakları konusunda kaypak bir zemin
üzerine oturduğuna vurgu yapmaktadırlar. Genellikle kadınlar, özellikle de
gelişmekte olan ülkelerde, en temel vatandaşlık haklarından mahrum iken,
siyasal haklar edinmektedirler. Mesela Bangladeşli hanımlar bugün siyasi arenada
özne konumundadırlar; ancak görüldüğü üzere fiziksel ve ruhsal manada
benliklerini kontrol etme yetisinden, mülkiyet ve çalışma hakkından yahut iş
hayatında etkin bir şekilde yer alma hakkına sahip olmaktan çok uzaktırlar.
Endüstrileşmiş demokrasilerde de tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi. vatandaşlık
hakları, siyasal hakların gerisinde kalmıştır. Örneğin Fransa'da kadınlar,
1946'dan beri oy kullanabiliyorken, 1976 yılına kadar aile içinde ikinci sınıf
vatandaş muamelesi görmüşlerdir. Bu ülkede maaş yahut sosyal
kazanımlar gibi toplumsal haklar ise, hâlâ büyük oranda erkeklerin eline geçen
ücret baz alınarak yahut evin reisi olan erkeğin tayin ettiği kurallara
dayanılarak belirlenmektedir.
Bununla birlikte tüm bu eleştiriler bile meselenin
özünü kavrayabilmemiz için yeterli değildir. Böyle gelmiş böyle gider
mantığının değişebilmesi için farklılığın doğasına eğilmek gerekir. Millicent
Favvcett, 20. yy'ın başında kadın ve erkek tamamıyla birbirine benzediği
sürece, kadınların layıkı vechhiyle erkekler tarafından temsil
edilebileceklerini belirtmiş, ancak bu benzeşmenin tam manasıyla
gerçekleşmediğinin görülmesiyle birlikte, kadının farklılıklarının hâlihazırda
mevcut olan sistem içerisinde herhangi bir karşılığının kalmadığını da
sözlerine eklemiştir. Aradan yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ
Fawcett'in bu teorisi bir sonuca bağlanamamıştır. Kamuoyunda farklılıkların
yeterince ifade edilebilmesi, sadece kadınların sayısal yeterliliğe sahip
olmalarıyla sağlanamaz. Aksine bu bir kültür sorunudur ve gündemi belirlemenin
farklı bir yoludur. Bu sayede öncelikler belirlenebilir ve pek çok mesele
hallolabilir. Bu aynı zamanda farklı bir cinsiyetçilik yöntemi belirlemiş ve
değişik bir davranış modeli geliştirmiş kurumlarla devlet mekanizmasının da
sorunudur.
Böylesine çarpıcı bir iddianın arkasında bir dizi
varsayım yatmaktadır. Teşhisi, en azından genel anlamda, mümkün olan
varsayımlardan bir tanesi, bilhassa erkek ve kadınların değerleri ve
davranışlarıdır ki, erkeğin değerler bütününün baskın olduğuna dair bu muteber
anlayış, yalnızca kadınlara değil hepimize zarar vermektedir. Bu meseleyle
yakından alakalı bir diğer husus da, eskilerin, cinsiyet farklılıklarını
algılamaktaki isabetli yaklaşımlarının yanı sıra, gözlem ve tefekkürleri
neticesinde ortaya koydukları hiyerarşik düzende düştükleri yanılgıdır.
İşin gerçeği bu modası geçmiş düşüncelerin tamamen
değiştiğini iddia etmek saçmalıktır. Bunun yanı sıra, tüm fazilet ve meziyetlerin,
kadının hâl ve hareketleri neticesinde hayat bulduğunu ve kadının doğuştan
üstün olduğunu düşünmek de, bir o kadar saçmadır. Zira dünyanın dört bir
yanında bedeli ne olursa olsun, erkeklerin saldırganca tutumlarını ve erkek
egemenliğini tamamıyla benimsemiş kadınların yanı sıra, kontrol edilemez
derecede bireysel hırs ve ihtirasa sahip kadınlara da rastlanmaktadır. Akdeniz
ülkelerinde ve diğer birçok bölgede bu tip kadınların hayran olunacak derecede
erkeklere benzeyip, onları taklit ettikleri söylenebilir.
Günümüzde cinsel kimlikler her zamankinden çok daha
karmaşık bir hâl almış ve birbirleriyle değiştirilebilir bir görünüme
bürünmüştür.
Her şeye rağmen, bugün hâlâ kadınların
farklılıklarının ve kadınlara özgü hususiyetlerin, daima ayırt edici ve tavsiye
edilir bir şekil ve muhtevayla ortaya çıktığını tartışıyor olmamız bile çok
ehemmiyetlidir. Gerek endişe, ilgi, uysallık, sabır, gündelik ilişki ve
gereksinimlere karşı duyarsız kalmayıp bu konulara yönelik samimi bir ihtimam
göstermek gibi muayyen ahlaki hassasiyetler, gerekse de başkalarının
ihtiyaçlarını sezip bu ihtiyaçları giderme noktasında harikulade bir çabayla
onlara yardımcı olmak gibi belirli manevi değerler, kadınların farklılıklarının
ne derece önemli ve etkili olduğunu göstermek için yeterlidir. Bahsi geçen bu
meziyetlerin bilinçli bir şekilde kamuoyuna sunulması, olağanüstü bir
davranıştır. Aynı zamanda böylesine bir endişe taşımak, etik anlamda vatandaş
olmanın gerekliliğidir. Şayet parlamentolarımız bu fikir ve inançların
kılavuzluğunda hareket etselerdi bugün bulundukları konumdan çok farklı bir
yerde olacaklardı. (s.44-53)
“Her şeyin bir zamanı ve yeri vardır” fikri sistematik bir biçimde ilk kez Viktoryacılar (Kraliçe Viktorya taraftarları,
çev.) tarafından ortaya atılmıştır. 19. yy'ın ikinci yarısında Batılı
toplumlar, zaman kavramı hususunda en uygun ifadeyle 'kronolojikleştirme' diye
tanımlanabilecek devrimsel bir dönüşüme maruz kalmışlardır. Bu, nicelik
bakımından standardize edilmiş lineer (doğrusal) zamanın zorla kabul
ettirilmesi demektir. Bahsi geçen dönemde dünyanın merkezindeki başkent olan
Londra'da, her sabah buhar gücüyle çalışan trenler, tarifelere harfiyen
uyabilmek için müthiş bir çaba sarf etmekte ve her gün işiyle evi arasında
seyahat eden binlerce yolcunun, yüzlercesini şehrin büyük merkezi istasyonlarına
taşımaktadır. Dakiklik, yani bir işi tam vaktinde yapma hususundaki titizlik,
modern anlamda toplumsal münasebet ve ekonomik ilişkilerin asli özelliği hâline
gelmiştir. Sonraki dönemlerde 'zaman ve devinim' çalışmaları büyük çapta
imalat yapan fabrikaların üretim bantlarında-ki iş verimini kontrol edip
arttırabilmek için kullanılmaya başlanmıştır. İş saatlerinden sonraki çalışma
anlamına gelen 'mesai' artık farklı bir şekilde ücretlendirilmektedir.
Kronolojikleştirme süreci tedrici bir biçimde gelişen dünyaya yayılmakta ve
20. yy.'ın sonundaki global modernite hareketinin standardizasyonu, en hayati
unsurlardan birisi olarak önümüzde durmaktadır.
Günümüzde zaman neredeyse para kadar önemli bir mesele
hâline gelmiştir.
Otuz yılı aşkın bir süredir çalışanlar, zamanlarının
giderek daha fazla daraldığına şahit olmaktadır. Bir gün yahut bir hafta
içinde, neredeyse hiçbir zaman hiçbir şey için yeterli vakit bulunamamaktadır.
Güne başlarken yapılan listelerin gün sonunda çok az bir kısmının tamamlanabildiği
gerçeği artık çok sıradan bir durum hâline gelmiştir. Bu yaşanan süreçte
modern bilgi teknolojisinin oldukça önemli bir rolü bulunduğu gerçeği
yadsınmamalıdır.
İletişim imkânları -faks, e-mail, internet- olanca
hızıyla yaygınlaşmakta buna mukabil iletişim araçlarının her birinin kullanımı
için gerekli olan zaman olağanüstü bir biçimde azalmaktadır. Bilgi Teknolojisi
reformu bireyin hayatını kolaylaştıracağına daha karmaşık bir hâle
getirmektedir. Aslında boş gibi görünen her bir dakika çoktan işgal edilmiştir.
Juliet Schor'un 1991 tarihli 'Overworked American'
(haddinden çok çalışan Amerikalı) adlı çalışması bu bağlamda oldukça
aydınlatıcıdır. Birleşik Devletler'de işgünlerinin sayısı günden güne
fazlalaşmakta ve daha fazla insan, evine iş getirmektedir. Bu da stres
alanlarının artmakta olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Gerçekten de yüksek
tansiyon, mide ve kalp rahatsızlıkları, depresyon, kronik yorgunluk vb. hastalıklarda
belirgin bir artış söz konusudur.
Vardiya sistemi, bir başka deyişle 24 saat çalışma
esasına dayalı iş kültürü, ağırlaşan hayat şartları neticesinde, insanların
omuzlarına yüklenen sorumluluk artışı, bugünlerde daha fazla bireyin uyku düzensizliği
kliniklerine başvurmasına sebep olmaktadır. Günümüzde giderek
yaygınlaşan bir diğer şikâyet konusu da bireyin ailesine yeterince vakit
ayıramamasıyla ilgilidir. Bu problem özellikle çalışan kadınlar arasında çok
sık görülmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre çalışan annelerin yarısı
işleriyle evlerini uzlaştırmaya çabalarken ya 'biraz' yahut 'çok fazla' stres
yaşamaktadır. Schor, bu konuya şu sözlerle son vermektedir: 'Zaman fakirliği
sosyal dokuyu bozmaktadır.”
Bu aşırı zihni ve duygusal gerginlik her zaman
patolojik sonuçlar üretmeyebilir. Stres ve gerginliğe bağlı ifade biçimleri,
bazen gündelik hayatımız hakkında aldığımız önemsiz kararlarda da kendisini
açığa vurabilmektedir. New York'un Manhattan bölgesindeki ofis çalışanları,
öğle yemeği vaktinde, sandviçleriyle nam salmış bir dükkânın önündeki kuyruğa
katılmayı düşlemektedir. Bu hayal gerçeğe de de itişebilir; ancak kuyruktakiler
genellikle bekleme süresinin uzunluğu nedeniyle, saatlerine şöyle bir göz atıp
bulundukları yerden uzaklaşmaktadır.
Pret a Manger adlı bir İngiliz sandviç şirketi,
birbiri ardına gerçekleşen bu anlık faaliyetlerin arkasında yatan mantığı
kavrayarak, bundan bir fayda elde etmeye çalışmaktadır. Bu firma sandviçlerini müşteri gelmeden önce hazırlar. Hiç kimse daha
fazla peynir talep etmemekte ve kuyruklar hızla erimektedir. Bu İngiliz gıda
şirketinin acımasız ve rekabetçi piyasaya başarılı bir giriş yapması 'zamanın
değiş tokuşuna dayalı' ticaret anlayışının ortaya çıkışına zemin
hazırlamıştır. Buna göre müşteri elindeki sandviçi yeme konusunda biraz daha
zaman kazanabilmek veya ilkbahar güneşi altında birkaç dakika fazla oturabilmek
yahut günlük listesindeki vazifelerden bir tanesini daha öğle tatiline
sıkıştırabilmek için, tükettiği şeyin kalitesinden feragat edebilmektedir.
Sınırlı bir zaman için görünmeyen bir kafesin içine
hapsolunmak yalnızca bir Amerikan hastalığı değildir. İtalya'nın göbeğindeki Emilia-Romagna bölgesinde aileler üzerine yapılmış
yeni bir araştırmaya göre, her ne kadar Manhattan'daki tempoya sahip olmasalar
da, erkekler fevkalade uzun bir süreyi çalışarak geçirmektedirler: Erkeklerin
yüzde 45,2'si haftalık olarak 41 ila 55 saat arasında değişen bir süreyi evinin
dışında çalışmaya ayırmakta iken bir diğer yüzde 30'luk kesim için ise bu süre
55 saatten bile fazladır. Üstelik burada bahsi geçen bu çalışanlar güçlü ve
zengin iş adamları değildir. Aksine böylesine ağır çalışma koşulları
altında ezilenler ancak ve ancak işçi, tezgâhtar, zanaatkar ve küçük
girişimciler olabilir. İş kendi mantığını ve ritmini yaratacaktır ve bu
yaradılış zorla kabul ettirilerek değil içselleştirme yoluyla gerçekleşecektir.
Benzer şeyler, daha sonra da görüleceği üzere, çarşıya çıkmak ve alışveriş
yapmak için de söylenebilir.
Genellikle ikincil bir öneme haiz bu ve benzeri
tercihlerin bireysel manada sorgulanabilmesi için çok vahim sonuçlar üretmeleri
gerekir. Bakın bu kez Toskana'da yaşayan küçük bir girişimcinin kızı, babasının
esef ve pişmanlığını sosyolog Francesco Ramella'ya nasıl aktarmaktadır:
'Ebeveynlerimin her ikisi de çalışmaya gitti. Aslında
çocukluğumun ilk yıllarında, on yaşına kadar, onlarla çok az zaman geçirdiğimi
söyleyebilirim [...] Babamla ancak ve ancak kendisi vahim bir hastalığın
pençesinde kıvranırken beraber olabilmiştim. O, beynindeki bir tümör nedeniyle
öldü ve ömrünün son on üç yılını bu hastalığın sıkıntısını çekerek geçindi
[...] Zaten bu illetle boğuşmak zorunda kalmasaydı sanıyorum ki sonsuza dek
evlat sahibi olmanın önemini kavrayamayacaktı.[...] O zamanlar hep şunu
söylerdi: "Keşke zamanı geri alabilseydim. Şayet öyle bir imkânım
olsaydı çocuklarım küçükken Cumartesi ve Pazar günlerinin tamamını onlarla
geçirir ve hafta sonları işe yahut Fiera'ya gitmezdim." Sanırım ne
demek istediğim şimdi daha iyi anlaşılmaktadır!'
Toskanalılar'ın yakından tanıdığı Peder Ernesto
Balducci, müstesna kişiliğinin yanı sıra dünya meselelerine kayıtsız kalmayan
bir din adamı olması yönüyle de dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Peder,
çalışmalarının bir tanesinde iki tip zamandan bahsetmektedir. O, görünürde
'yararsız' kabul edilen yani 'kendi kendine dönüp duran ve dans eden'
zaman ile bize, bir başka deyişle gündelik hayatımıza ait olan, yani 'mevcut
olan (varolan)' zamanı birbirlerinden ayırmıştır. Aslında bu, çağdaş
dünyada çok fazla idrak edemeyeceğimiz esaslı bir ayrımdır:
Çocukken içinde uyuduğum odanın sarp kayalıklara bakan
manzaralı bir penceresi vardı [...] Bu manzarayı süsleyen tepelerin üzerindeki
güller bambaşkaydı. Kayalıkların bir kenarında, bir hayli uzakta, belli
belirsiz fark edebildiğim eski bir rahibe manastırı bulunmaktaydı. Geceleri
manastırın çanları düzenli aralıklarla çalarak rahibelere uyku vaktinin
geldiğini haber verirdi. Zaman zaman çanların gürültüsüyle kalkar ve rahibe
hücrelerinin o küçük pencerelerine başımı çevirerek, birbiri ardınca yanıp
sönen lambaların neden olduğu o dehşetli manzarayı dikkatle takip ederdim. Her
gece beni iliklerime kadar ürpertip zevk sarhoşu yapan bu mahrem manzaranın
büyüsünü, şimdi daha iyi kavramaktayım. O an sanki zamanın bizler için farklı
bir ritme sahip olduğu, bambaşka bir hayatla yüzleşmekteydim. Zaman adeta
kendi kendine dönüyor, dans ediyor ve asıl olana yani mevcut olan (varolan)
zamana en ufak bir ihtimam bile göstermeden 'yararsız' bir şekilde akıp
gidiyordu. Şunu itiraf etmeliyim ki hayatım boyunca o pencereden dolayı asla
doğru yoldan sapmadım."
Kaynakça
Paul GİNSBORG trc Muhsin Önal MENGÜŞOĞLU [Kitap]. -
Gündelik Hayat Politikaları(Tercih Etmek ve Hayatı Değiştirmek) Açılım
Kitapları, 2010,İstanbul.
Paul GİNSBORG
1945 yılında Londra'da doğdu. 1992'de Floransa
Üniversitesinde çağdaş Avrupa tarihi profesörü olmadan önce uzun yıllar
Cambridge'de çalışmalarını sürdürdü. Halen İtalya'da, Silvio Berlusconi'ye
yönelik muhalefet kampanyaları başta olmak üzere yurttaşlık meseleleri ile
yakından ilgilenmektedir. Berlusconi (2003) adlı eleştirel biyografisi satış
rekorları kırmıştır. Yazarın aynı zamanda A History of Contemporary Italy
(1990) ve Italy and its Discontents (2001) adlı eserleri de mevcuttur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar