Ezilen Bir Kadının Öyküsü: CAMİLLE CLAUDEL
Camille Claudel (8 Aralık 1864 – 19 Ekim 1943), Fransız heykeltraş. Fransız şair ve diplomat Paul Claudel'in ablası.
Önceden
belirlenmiş konu ve temaları olmayan araştırma yapmak bir kentin sokaklarında
kaybolmayı göze almak gibidir. Her köşe dönüşünüzde ilginç yapılar, sokak
mobilyaları ve hiç kuşkusuz insanlar görürsünüz. Bu tesadüfi karşılaşmaların
bazılarındaki yüzler bilinmediktir. Kimi zaman ise (sanki o yüz daha önce
yaşamınızda yer almış da, zihninizin dar sokaklarında kayboluvermiş gibi) adeta
bir Dejavu yaşarsınız. Camille ile tanışmam böyle başıboş bir araştırma
sırasında oldu. Sonra; sanki onu çok önceleri tanıyormuşum gibi geldi.
Hikâyesinden etkilendim. Olağanüstü yetenekleri olan bu insanı zihinlerimizin
daha aydınlık noktalarına taşımak istedim. Belki de onun yaşamından alacağımız
dersler ihtimalini düşünmüş olabilirim. Bir dahi sanatçı olarak onu eserleriyle
takdir etmenin ötesinde; bir insan yalınlığında sevebiliriz de. İyi
okumalar…
1866-1945 yılları arasında yaşamış, Servet-i Fünun
Edebiyatı’nın ünlü yazarı Halid Ziya’yı kim hatırlar? Eğer onun kaleme aldığı
ve ilk önemli Türk romanı kabul edilen “Aşk-ı Memnu” iki kez TV dizisi olarak
yayınlanmasaydı, muhtemelen tanıyanı daha az olurdu. Onu az tanıdığımız gibi
yaşam öyküsünü de yeterince bilmiyoruz.
1989’da en iyi kadın oyuncu ve en iyi yabancı dilde
film dallarında iki adet Akademi Ödülü (Oscar Ödülü) alan filmin adı olmasaydı
Camille Claudel’i tanıyıp hatırlayacak mıydık? Claudel’in yaşamını anlatan 1988
yapımı film, 2 Oscar dışında 1989’da (en iyi film ve en iyi kadın oyuncu
ödülleri de dâhil olmak üzere) beş tane César Ödülü ve aynı yıl Berlin Film
Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü de aldı. Belki de film bu kadar çok
ödül almasaydı, Camille’in adı yine unutulmuşlar arasında kalacaktı. Bruno
Nuytten tarafından yönetilen ve başrollerini Isabelle Adjani ile Gérard
Depardieu’nün oynadığı film, Camille Claudel’in göze çarpmayan yaşamını sinema
diliyle gün ışığına çıkardı. Filme konu olan romanı Camille’in erkek kardeşinin
ikinci kuşak torunu Reine-Marie Paris kaleme almış.
Daha önce 19’uncu yüzyılın ünlü yazar ve şairi Edgar
Allan Poe ile Virginia Clemm’in duygusal öyküsünü anlatan bir yazı yazmıştım.
Yoksulluk içinde sevginin yeşerdiği etkileyici bir öyküydü Edgar ile
Virginia’nın hikâyesi… Poe’yu usta bir yazar ve şair olarak tanımakla birlikte
Virginia ile olan duygusal birlikteliğini eskimiş bir kitabın sararmaya yüz
tutmuş sayfaları arasında bulmuştum. “Buna benzer
bir başka yaşam öyküsü var mıdır?” diye
bakınırken Camille Claudel’in öyküsü ile karşılaştım.
Camille Claudel 1864-1943 yılları arasında yaşamış bir
Fransız heykeltıraş. Kuzey Fransa’da doğmuş. Kendinden iki yıl sonra doğan,
ileride bir şair ve diplomat olacak Paul Claudet isimli bir de erkek kardeşi
var. Babası Louis Prosper bir bankacıdır. Annesi Cécile Cerveaux oldukça
varlıklı bir ailenin kızıdır. Camille’in ailesi 1881 yılında Paris’in
Montparnasse Bölgesine yerleşmiş.
Camille’in heykele olan ilgisi çocukluk yıllarında taş
ve çamurdan yaptığı oyunlarla başlamış. Annesi hiçbir zaman sanata olan
ilgisini onaylamamış; babası ise daima maddi ve manevi destekçisi olmuş. Aile
Paris’e geldiğinde Camille, Académie Colarassi’de heykeltıraş Alfred Boucher ile
çalışmış. O dönemin heykel açısından önemli okulu École des Beaux-Arts… Bugün
için biraz şaşırtıcı olabilir ama o dönemde kadınlar bu okula kabul edilmiyor.
İşte; böyle bir zaman diliminde Camille heykeltraş olmakta ısrarlı. 1882’de bir
grup kadınla birlikte bir atölye kiralıyor. Atölyeyi oluşturan kadınların çoğu
İngiliz… Bunlardan birisi ünlü İngiliz kadın heykeltıraşlardan Jessie Lipscomb.
1886’da Jessie ile Camille birlikte İngiltere’ye Jessi’nin ailesini ziyarete
gitmişler. İlerleyen yıllarda ise araları bozulmuş. Hatta Camille, bir daha
asla Jessie’yi görmek istemediğini belirtmiş.
1883 yılında Camille, ünlü Fransız
heykeltıraş Auguste Rodin ile tanışır. Rodin’i ünlü “Düşünen Adam” heykeli nedeniyle
kolaylıkla hatırlayacaksınız. Rodin’le tanışması Camille için gerçek bir dönüm
noktası olur. Kanımca; bu tanışma, zaten yaratıcı bir sanatçı olan Camille’in
heykel yapma yeteneğinden daha çok onun ruhsal ve fiziksel dünyasını
(dolayısıyla ölümüne kadar olan yaşamını) etkiler.
Camille, 1884’ten başlayarak Rodin’in atölyesine dâhil
oldu. Üstün yeteneği ve etkileyici kişiliği onu diğer öğrencilerden farklı
kılmış; bu nedenle Rodin’in ilgisini çekmiş. Birlikte çalışmışlar. Camille,
Rodin için yeni bir esin kaynağı idi. Rodin’in modeli, arkadaşı ve sevgilisi oldu.
Camille ile Rodin tanıştıklarında Rodin’in Rose Beuret ile yaklaşık 20
yıllık bir birliktelik ilişkisi vardı. Rodin, Camille ile tutkulu bir aşk
yaşamasına rağmen hiçbir zaman Rose Beuret’den ayrılmadı.
Rodin ve Rose Beuret’nin birlikteliğinin sorunlar
yaşıyor olması, Rodin’i Camille ile yakınlaştırdı. Birlikte gerçekleştirdikleri
çok sayıda çalışma oldu. Birlikte “Cehennemin Kapıları (Le Port de L’Enfer)”
isimli çalışmayı gerçekleştirdiler. Bu eserde Camille’in etkileri açıkça
görülür; ciddi bölümünün Camille tarafından yapıldığı söylenmektedir. Ama ne yazık ki, pek çok eserde olduğu gibi “Cehennemin
Kapıları” yapıtında da Camille, Rodin’in ününün gölgesinde kaldı. Rodin’in
Camille’ye ait pek çok eseri sahiplendiği rivayet edilmektedir.
Camille Claudel, Rodin ile birlikteliğinden hamile
kaldı; fakat geçirdiği bir kaza sonucu doğmamış bebeğini kaybetti. Bu onun
ruhsal dünyasındaki sıkıntıların başlangıcı oldu. Bu dönemde annesi tarafından
reddedildi ve evden ayrılmaz zorunda kaldı. Biraz aşktan biraz da mecburiyetten
Rodin ile birlikteliği 1898’e kadar sürdü. Rodin’in kaba tavırları ve Camille’i
en büyük rakibi olarak görmeye başlaması, çiftin birlikteliğinin de sonu oldu. Sonunda Camille, Rodin’i terk
etti.
Camille çalışmalarını, ilki 1903 yılında olmak üzere
Salon des Artistes Français ve Salon d’Automne isimli sergi salonlarında
izlenmeye sundu. Baş yapıtlarını bu sancılı döneminde çıkarır ortaya; “Vals/ Le Valse”, “Clotho/ Clotho”, “Geveze Kadınlar/ Les Bavardes” ve “Sakuntala/ Sakountala” gibi eserleri verir peş peşe. Eleştirilerin bir kısmı
heykellerde Rodin etkisinin bulunduğu yönde oldu. Ama işin doğrusu; heykel
sanatı açısından Rodin’in mi Camille’i yoksa Camille’in mi Rodin’i etkilediği
hâlâ bir soru işaretidir. Camille’in Rodin ile çalıştığı ilk yıllarda Rodin
etkisi görülmekle birlikte sonradan kendi tarzını belirleyerek klasik heykelden
ayrılmış ve Art Nouveau akımına yaklaşmıştır. “Olgunluk Çağı” isimli eser,
Rodin’den ayrılığının acılarını yansıtır; diğer yandan bu yapıt, ona oniks
mermerini ilk kullanan heykeltıraş olma onurunu kazandırır.
1848-1917 yılları arasında yaşamış ve Camille’in
çağdaşı olan Fransız gazeteci, sanat eleştirmeni, yergici, romancı ve oyun
yazarı Octave Mirbeau, Camille’in deha düzeyinde yeteneğe sahip olduğunu
söylemektedir. (Mirbeau, ilişkinin ilk yıllarında Rodin’in Camille ile
ilişkisini kesmesi mesajını iletmesi amacıyla zaman zaman Camille’in annesi
tarafından görevlendirilmiş.) Gerçekten dehası, yaptığı heykellerde duygu ile
malzemeyi birleştirmesinde ortaya çıkar. Heykele ruh veren yaratıcılığı
karşısında Rodin tüm sanatçı kıskançlığına rağmen “Ona
altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” demek zorunda kalmıştır.
Çocukluk ile yaratıcılığın, deha ile deliliğin
sınırlarını çizmek zor. Deha ile deliliğin sınırlarını kolaylıkla (belki de
farkında olmadan) ihlal edebilen çok sayıda yaratıcı insan, sanatçı ve buluşçu
var. 1905’ten sonra Claudel’in ruh sağlığı
bozulmaya başladı. Bu süreçte hiç kuşkusuz Rodin ile olan ilişkisinin
olumsuzluklarının da etkisi oldu. Bir kriz anında eserlerini
parçaladı. Doksana yakın heykel, çizim ve eskizini yok ettiği söylenir. Giderek
daha fazla paranoya işaretleri göstermeye başladı. Hastalığı şizofreni olarak
tespit edildi. Bu dönemde Rodin’i onun fikirlerini çalmakla suçladı.
Kendisini öldürmeye çalıştığını iddia etti. Kendisine sürekli olarak destek
veren erkek kardeşinin 1906’da evlenmesi ve Çin’e gitmesi üzerine kendisini
atölyesine kapattı, inzivaya çekildi.
Babası, kadınların sanat okullarına kabul edilmediği
bir çağda onun heykel sanatı ile ilgilenmesini onaylamış; ona maddi destek
olmuştu. 1913 yılında babasının ölümünü Camille bildirmediler. Aynı yıl
Camille, bir ruh hastalıkları hastanesine yatırıldı. Camille’in bilgisine
sunulan yatış formunda kendi isteğiyle yazmasına rağmen gerçek belgede doktorun
ve kardeşinin imzaları vardı. Hastanede
heykel yapmasına izin vermediler. Camille’in sağlığı konusunda
hastanede yapılan gözlemler heykel ile uğraştığında normal bir insan gibi
davrandığını gösteriyordu. Doktorlar Camille’in dışarıda olmasını ve heykel
yapmasını önermelerine rağmen ailesi (özellikle annesi) bunu kabul etmedi ve
Camille ruh hastalıkları hastanesinde tutulmaya devam edildi.
Camille’in hikâyesi bu kısa özetten ibaret değil.
İlginç detaylar var. Ama ayrıntıları araştırmayı ve öğrenmeyi size bırakarak
birkaç küçük notla bitireceğim. Hastanenin doktoru Dr. Brunet 1920’de annesine
bir mektup yazarak Camille’in ailesini görmeye ihtiyacı olduğunu bildirdi fakat
herhangi bir cevap alamadı. Erkek kardeşi Paul Claudel ise birkaç yılda bir
(rivayete göre beş yılda bir) ziyaretine geliyordu.
Camille, erkek kardeşi Paul
Claudel’e yazdığı bir mektupta çaresizlik içinde şöyle haykırmıştı: ”Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma
hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi,
sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde
fikir vereyim diye; yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar
çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her
yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar.
Bilmiyorum, kaç
yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip
çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana
yaşatıyorlar. Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor. Kafasında
bir tek düşünce vardı zaten; kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım
yapıp onu aşmam… Bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra
da ben hep mutsuz kalmalıydım. Her bakımdan başarıya ulaştı işte!
Bu esaretten çok
sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”
Camille son yıllarında…
Yukarıda sözünü ettiğim atölye arkadaşı Jessie
Lipscomb, aralarının bozulmuş olmasına rağmen 1929’da Camille’i hastanede
ziyaret etti; ziyaret sonrası Camille’in ‘deli’ olduğu tezinin doğru olmadığını
savundu. Rodin’in arkadaşı Mathias Morhardt ise bir seferinde Camille’in
erkek kardeşi Paul Claudel’in ünlü heykeltıraşı hastaneden kapalı tutmaya devam
ettiği için bir budala olduğunu söylemişti.
Camille 1943 yılında tam 30 yıl yaşamak zorunda
bırakıldığı hastanede “Bu kadar yalnız kalmak için
ne yaptım?”
düşüncesiyle öldü. Sanırım; ona layık görülen yaşam, deha sahibi yaratıcı ve
farklı bir kadın olmanın cezasıydı. Dünya değişmiş görünüyor; ama görünenin
gerçek yüzü, deha sahibi güzel Camille’in yaşamından hâlâ pek farklı değil.
Duygu Güncesi'nden
alıntı yaptığınızda lütfen referans veriniz
"Bir avuç toprağı
yoğurmayı bile bilmeyenler.
Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım...
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.. Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum..." ”Camille Claudel
Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım...
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.. Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum..." ”Camille Claudel
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar