GÖNÜL SOHBETLERİ
http://www.gonulsohbetleri.net/index.asp
Çıkmazda
olan, sözüm ona bir uygarlık içinde yaşıyoruz. Zahiri başarılar, ihtişam,
sonsuz incelikteki makineler, bilgisayarlar, hemen her gün bilim âlemindeki
yeni bir keşif, buluş... Gözler kamaştıran laboratuvarlar, fabrikalar...
Bunların hepsi iyi, güzel, fevkalade. Ama unutulan bir husus var. İNSAN... Biz
asıl onu unutuyoruz. İşte zahiri başarılarla gözümüz öyle dönmüş ki... Bütün bu
büyük, görkemli işlerin ne için, kimin için yapıldığını gözden kaçırıyoruz.
"Soruversem ben neyim ve bu hâl neyin nesi" diyemiyoruz. Dört bir yandan dalga dalga üstümüze
üstümüze gelen sel karşısında bırakıveriyoruz kendimizi...
Kimim? Neyim? Nereden geldim? Niçin yaşıyorum, diyemiyoruz.
Varoluşumun amacı nedir?
Ne
olmalı diye soramıyoruz kendimize. Dört bir yandan üstümüze üstümüze gelen
çeşitli tahrip edici, uyuşturucu, edep ve haya duygularımızı yok edici,
benliğimizi, aile duygumuzu, insanlığımızı çiğneyici etkilerin altında kendi
kendimizi kaybediyoruz. "Aynalar söyleyin bana ben kimim? ..."
Bütün
bu soruların sonunda kazanılacak ya da kaybedilecek olan husus, hayatın,
varoluşun anlamı ve amacıdır. Ve buna, yaradılışın amacına göre sağlam, temiz
ve gerçekçi bir çözüm yolu gösteremeyeceğimiz sürece boş yere mutlu ve huzurlu
olmak için gayret gösterip kendi kendimizi kandırmış olacağız ve kafalarını,
kalplerini, markın, sterlinin, doların, mercedesin hayalleri ve rüyaları ile
dolduranlar, boşu boşuna memnun ve mesut görünmeye çalışarak ömür boyu hüsran
içinde yaşayacaklar. Ne yazık bu yüzyılın insanlarına ki, kendi kaosunu kendi
yaratıyor. Işık tektir. Karanlık ve kaos çoktur. İnsan adedince karanlık ve
kaos vardır. Ve ilmiyle, malıyla, mülküyle, rütbesiyle, makamıyla mağrur
günümüz insanları bilmiyorlar ki, "kalpler yalnız Allah'la beraber
olmakla. Allah'ı anmakla huzur, sükûn ve mutluluk" bulurlar. O bize
şah damarımızdan daha yakınken, biz O'ndan uzaklaşmak için ne bahaneler
buluyor, neler icat etmiyoruz ki... Oysa ibadet, insanın kendi ruhunu
ziyaretidir. "O her an yeni bir şe'ndedir ...” Şunu iyice bilin ki,
muhakkak, "Allah'ın dostları için, hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da
olmazlar."
Bugünkü
psikoloji ve felsefe, dış dünyayı bizim kendi duygu ve düşüncemize göre tefsir
ettiğimizi ortaya koyuyor. Eğer evreni kötü ve karanlık görüyorsak, bunun
nedenlerini daha çok kendimizde aramalıyız. Bir gönül dostu, "kapı kapı
dolaşma, muratlar sendedir" diyor. Hariçte arama, dışarda bir şey kalmadı
da sen var oldun. Ulu ve yüce bir ağaçtır inanç insanda... Hilkatten murat
idraktir. Bugün insanın en bilmediği şey, kendisidir. İnsanı insan yapan
yine insandır. Dışını değil, içini süslemeğe çalış. İnsanoğlu ışıkla dolunca
ışıktan fark edilmez. İnsan, maddenin ve eşyanın kölesi olmaya doğru gittikçe
kendinden ve büyük bütünden uzaklaşmış oluyor. Kartallar yalnız uçar, kargalar
sürü halinde, bundaki hikmeti çözmeğe çalışın. İnsimin gözü aklı kadar görür.
Vücut bir mabettir. İçinde, sana senden yakın olan vardır. Her insan,
kendisinde bütün insanlık ve evrenin sırlarını taşır. Kendi kendini tahlil
insanı derin gerçeklere götürür.
İnce,
zarif ve olgun dediğimiz kimseler iç dünyalarına sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü
yerleştiren, onları günlük hayatlarına geçirip, her an ve her vesileyle
uygulayanlardır. Onlar bütün cihanı, evrensel bir sevgiyle kucaklayanlardır.
Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. İç dünyalarında güzelliğe yer vermeyenler,
isteseler de gönüllerin kilidini açamazlar. Önemli olan sevgi ile kalpleri
yumuşatmaktır. Yunus bir şiirinde "taş gönülden ne biter" diye sorar,
Yunus'un sevdiği su ve güldür, yumuşaklık ve tatlılık, güzellik insanları
gerçeğe ve Allah'a, sertlik ve katılıktan daha kolay, daha çabuk götürür. Kur’an’da
Allah, Hz. Musa'yı. Firavun'u Hakk'a davetle görevlendirirken "yumuşak ve
tatlı söyle" buyurur.
Her
fena ve çirkin gibi görünen eşya ve yaratığın altında bir güzellik gizlidir.
Onu görmeğe gayret etmelidir. Sevgi en büyük kıymettir. Sevgiyle dolan bir
gecekondu, sevgiden uzak bir saraydan daha değerlidir. Mevlânâ, "sevgiden
bakır altınlaşır" der. En fakir, en zavallı insanlar, sevgiden uzak
yaşayanlardır, sevgiyi kalplerinde duymayanlardır. Karanlıkları aydınlatan,
insanların yüzünü nurlandıran, sevgidir, dostluktur, kardeşlik duygusudur.
Hayatta fena ve çirkin insan yoktur. Kendisindeki yüceliği, güzelliği ortaya
çıkaramayan insan vardır. Kendini bilmek, tanımak, yaradılışın ve varoluşun
amacına göre hayatını düzene koymak, en büyük erdemdir. Allah kuluna kâfidir.
Unutmayalım ki, kâinatın ve insanın sırlarına ancak sürekli, derin, sistemli
bir düşünme ve anlama aşkı ve heyecanı ile ulaşılabilir. İnsanı mutlu eden,
kendi iç âleminde bir düzen, bir güzellik, bir ahenk kurabilmesidir.
İnsanoğlunun aradığı gerçek kendi içindedir.
Rabia Sultan, bir gün bahçede
hani harıl bir şeyler arıyormuş; sormuşlar, iğnemi kaybettim, bulamıyorum
demiş.
Birisi, Ya Rabia iğneni nerde
kaybettin deyince, evde dikiş dikiyordum, düşürdüm, demiş.
İlahi Sultan, hiç evde düşürülen
iğne bahçede aranır mı diye sorulunca,
Neden şaşırdınız, demiş, siz de
kalbinizde, iç dünyanızda kaybettiğiniz mutluluğu dışta, dış âlemde aramıyor
musunuz?
Kendi
özünü bulmak ve bütün varlıkla, kâinatla bir ve beraber olmak... İşte
varoluşun, yaşamanın özeti... İşte o zaman "Yunus bir haber verir,
işitenler şadolur" deriz. Varolmanın çılgın heyecanını yaşar, "sevelim,
sevilelim, dünya kimseye kalmaz" deriz. O zaman "Kökü bende
bir sarmaşık, olmuş dünya sezmekteyim, mavi, masmavi bir ışık, ortasında
yüzmekteyim..." deriz. O zaman, "sevdiğimi demez isem, sevgi
derdi boğar beni..." deriz. Kalbin edebi sükûttur. Gözü yerde olanın
gönlü âsumana çıkar. Elde edilmesi en güç dostluk, insanın kendi kendisiyle
dost olmasıdır. Ve kendimizi yalnız kendimiz kurtarabiliriz. Büyük Yunus, "Bir
siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu" der. Işık olmadan gözler
eşyayı seçemez, mutluluk, aslında, yaşamda bir şiir bulmak ve o şiiri yaşamak
demektir. İnsanoğlu aşkla yükselir. İnsan olmak bir sanattır. Istırap bir
rendedir, fazlalıklarımızı alır. Önemli olan, kendimizi ve başkalarını her an
yeniden keşfedebilmektir. Yunus, "her dem taze doğarız, bizden kim
usanası " der.
Hayatın
sonsuz güzelliği ve cömertliği karşısında, insanoğlunun yaşadığı boş ve sefil
hayat ürperticidir. Sevgiden, dostluktan, incelikten ve güzelliklerden uzak
yaşayanlar ne kadar zavallıdırlar. Ârif olan şikâyet etmez. Ruhî tekâmül
şikâyet ikliminden uzaklaşmakla başlar. Günlük hayat, koşuşturmalar, gevezelik,
televizyon, gazete, dedikodu, oyunlar, içki ve sigara bize varlık muammasını
unutturuyor. Gerçek sanat, doğanın ve sanatın güzellikleri, bizi yeniden, asıl
kaynaklarla karşı karşıya getiriyor. Allah'ın insanla buluşma yeri kalptedir.
Varlığın sebebi sevgidir. Var edene sevgi ile ulaşılır. Dünyaya gelişin sebebi
ve amacı sevgidir. Sevgiye ulaşmanın yolu da insan gönlünden geçer. Hepimiz
O’ndan geldik O’na gidiyoruz. Var olan Hak'tır. Gayrısı yoktur. İçimiz kin ve
nefretle doluysa, eşyanın esaretinden kurtulamamışsak, mutlu ve huzurlu
olmamıza imkân yoktur. Biz kendimizin olmadan, hayat bizim olamaz. Sıkıntı ve
bunalımlarımızın asıl sebebi, insanın kendi kendisi olamamasıdır. Kendi
aslından, özünden uzaklaşan, kendi kendine yabancılaşan insan, kesinlikle huzur
bulamayacaktır. Hayattaki en büyük, en muhteşem yolculuk, insanın kendinden
kendine yaptığı yolculuktur! Gerçek aydınlanma insanın kendi kendisiyle yüz
yüze gelmesidir. Gerçek sohbet, gönül sohbeti işte bu ortamı hazırlayan, bu
imkânı ortaya çıkaran, insanın içindeki gizli güzellikleri gün ışığına çıkaran
sohbettir. Ellerinde bir tomar kağıtla sözüm ona gönül sohbetine çıkanlar,
gönülleri yerine dudaklarını konuşturanlar için, ne sıfat kullanılacaksa, onu
da siz bulun lütfen. Kâinatın en büyük sarayı, içi sevgi ile dolu kalptir.
İnsan âlemde insanları sevdiği müddetçe yaşar. İyi bilelim ki, açık kalple
verdiklerimiz, sonunda bize döner, insan ektiğini biçer, gönül erinin işi
mahlûkta kalmak değil, Halika varmaktır. Çok konuşmak, gevezelik etmek, sırf
zaman öldürmek için malâyani konuşmak, içten fethi engeller. Tekâmüle engel
olur. Etki gücünü son derece azaltır. Özdemir Asaf, bir şiirinde "bir
kelimeye bin anlam yüklediğim zaman, sana sesleneceğim" der. Sükûta
sarılan kurtulur. Kurtuluş, diline sahip olmaya bağlıdır. Söz gümüşse, sükût
altındır. Sükûtları daha güzel şeyler söyleyeceksek, hayır ve güzelliği
konuşacaksak ağzımızı açmalıyız; yoksa sükûtun şiiriyetini yaşamak da çok
güzeldir. Hayatın birçok güzelliklerini görmeden geçiyoruz. Dünya, öylesine
güzelliklerle dolu ki, arada sırada herhangi bir çirkinlik gözümüze batacak
olsa, kendi kendimizden utanmalıyız.
Varlığı
kucaklayan aşk, kendi dışında birşey bulamaz ki, şikâyetçi olsun. Şikâyet
etmek, hayatı hep karanlık ve çirkin görmek, hep olumsuzluklardan bahsetmek,
çevreye hep karanlıkları yaymak, yetersizlik ve bencilliğin, nefsaniyete köle
olmanın ürünüdür. Kimi kime şikâyet ediyoruz?
Şikayet
ve bedbinlik ilah!
Aşkla,
Muhammedi sevgi ile bağdaşmaz. Şikâyet ve karamsarlık unutmayalım ki
şükürsüzlüğün, sabırsızlığın, nefsin çığlığıdır. Ne olur, her günü sanki son
günümüzmüş gibi yaşayabilsek... Hayatta kötü ve çirkin insan olmadığını,
sadece, çeşitli nedenlerle içindeki iyilikleri ve güzellikleri ortaya
çıkaramamış insanların varolduğunu bir bilebilsek... Kalplerimizi açıp,
Allah'ın bize her gün bahşettiği iyilikleri hatırlayabilsek; şükredebilsek;
direnebilmek, dayanabilmek, kötülüklerle mücadele edebilmek için kâfi derecede
kuvvet sahibi olurduk. "Ey kardeş, sen yalnız duyuş ve düşünüşten
ibaretsin... Geri kalan ise sadece et ve kemiktir" diyor Mevlânâ...
İbadetin özü nefsin erimesidir. İnsan sonsuzluğu kucaklamak istidadında bir
yüce mekândır. İnsan kendi kendinin büyüklüğünün farkında olmalı, nefsaniyet
yolunda kendini hırpalayıp, örselememelidir. İnsanoğlu nazlı bir kuş gibidir.
Kanatlarına hırsın, egoizmin, nefsaniyetin taşlarını bağlarsa olduğu yerde
kalır, yüceliklere varamaz. İnsanı insan yapan yine insandır. İnsanların çoğu
dışını süslemekle uğraşır. Bütün dikkatleri hep dışadır. Önemli olan içi
süslemek, güzelleştirmek, temizlemek ve arıtmaktır. İnsanın manevî tekâmülünde
sohbetin yen çok önemlidir. Bazen bir sohbette insan büyük, çok büyük mesafeler
kat edebilir. Yalnız o sohbetin gönül sohbeti olması gerektir. Bir sohbet,
bir dalgıç gibi, bizi kendi içimize daldırıyorsa; kendi gönül âlemimizden bize
inciler çıkartıyorsa işte ona gönül sohbeti denir. Gerisi sadece bir laf
yığını ve zaman öldürmektir. Bize bizden yakın olanla bizi temasa getiren
sohbete gönül sohbeti denir. O zaman insan etrafında olup bitenleri gözle
değil, özle görmeye başlar. Öze, saf olana ulaşmadan gerçek bilgiye, huzura ve
mutluluğa varamayız.
Bugün
nice insanlar yalnızlıktan kıvranıyorsa, bütün imkânlarına rağmen bunalım ve
sıkıntı içinde yaşıyorlarsa, en önemli sebep kendilerinden ve Allah'tan uzak
oluşlarıdır. Bütün o zenginlikler, debdebeler, şaşaalar, lüks, ruhlarındaki
boşluğu dolduramıyor. Ama insanoğlu, varlıkla doğrudan doğruya temas etmeden,
bütüncü görüşe varmadan. O'na ulaşmadan, hiçbir zaman mutluluğu ve huzuru
bulamayacak, boş yere çırpınıp duracaktır. Nasıl madde âleminin kanunları
varsa, mânâ âleminin de kanunları vardır. Bu kanunlara riayet etmeyen herkes,
zahiri durumu ne olursa olsun, sonunda hüsrana uğrayacaktır. Her kap içinde
olanı sızdırır. Kendini aşan manevî değerlerle ilişki kuramayanlar için, günün
birinde bunalıma düşmek kaçınılmazdır.
Gerçek
inancı yakalayan insanın vücudunun bütün hücreleri sevgiyle dolar, bu sevgi
onun bütün konuşmalarına, davranışlarına yansır. İnsan gönlü ışıktan billura
benzer. Işıkla dolunca ışıktan fark edilmez. Bir insanın inancının büyüklüğü,
yüceliği çehresine yansır. Her an yeni bir hal içreyiz. Her an yeni bir
sınavdayız. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Şükretmemek
nimetin elden gitmesine sebep olur. Temiz bir insanın vicdanını ferahlandıran,
onun kalbine inşirah veren her şey sevaptır. Günahlarımız, bizi bizden
uzaklaştıran, içimizi tırmalayan, kemiren, bizi manevi ışıktan ve güzellikten
ayıran şeylerdir. Hakiki bayram, iç ile dış, ruh ile beden, maddî alemle manevî
âlem arasındaki dengeyi kurabilmek, o kıvama varabilmek demektir. İşte ancak o
zaman bayram neşesini bulmuş oluruz. "O senden razı, sen O'ndan razı
olarak, dön Rabbine" emrini gerçekleştirebilenlere, insan aklının,
kültürünün, gayretinin bu en son noktasına ulaşabilenlere ne mutlu...
Bundan
elli yıl kadar evveldi. Ankara'da, Posta Caddesinde, şimdi modern çarşının
olduğu yerde. Devrim ilkokulu vardı, orada okudum. Okulun karşısındaki
işhanının önünde Boyacı Osman Efendi dururdu.
Osman
Efendi, Erzurumlu, uzun boylu, zarif bir insandı. Büyük bir dikkat ve ihtimamla
ayakkabıları boyar, cam gibi parlatırdı. Hiç üşenmez, defalarca cila sürerdi.
Çocukken elime geçen parayı ayakkabı boyatmaya verirdim. Osman Efendinin fırça
tutuşu, cilayı deriye emdirebilmek için yaptığı hareketler, bende hayranlık
uyandırırdı. Bakmaya doyamazdım.
Bir gün rahmetli annem, "Oğlum seni
gezmeye götürüceğim. Git ayakkabılarını boyat" dedi. Hemen Osman Efendiye
koştum. Acele boyamasını söyledim. O, kaşları çatık, 'boyayamam', dedi.
Hiçbirşey anlamamıştım. Şaşkınlıkla, "boya iki misli para vereyim,'
deyince 'olmaz elli misli de versen boyayamam,' dedi. İyice şaşırmıştım.
Sebebini sordum. Acele iş olmaz. Acele işten hayır gelmez. Birisi Osman
Efendinin boyadığı ayakkabı bu muymuş derse, benim bu işi bırakmam
gerekir," dedi.
Bunca
yıl geçti hâlâ unutamadım. Osman Efendi işine aşkla, şevkle bağlı, kendine ve
işine saygılı güzide bir insandı. Bende mükemmellik duygusu uyandıran ilk insan
o oldu.
Bir
insanın, meşgul olduğu, ekmeğini yediği işi ne olursa olsun, onu sevmesi,
benimsemesi, hergün biraz daha iyiye, güzele götürmeye gayret etmesi ne kadar
sevindirici bir olaydır. Hatta, işini sadece ekmek kapısı olarak değil de aynı
zamanda, kendini, kendi kişiliğini tekâmül ettiren, büyüten, yücelten bir olay
olarak düşünmesi, kabul etmesi ne güzeldir. O önemli, bu önemsiz diye ayırım
yapmak, işine burun kıvırmak, işini ve çevresindeki insanları halife almak,
küçük görmek tarih boyunca kime ne kazandımııştır ki? İş
konusunda Japonların, bu önemli, bu önemsiz diye bir ayrım yaptıkları
görülmemiştir. Onlara göre herşey önemlidir. Her iş, hergün, insana
kişiliğini biraz daha ötelere götürebilmesi için verilmiş bir şans, bir
imkândır. Bunu iyi değerlendirmek gerekir.
Uzun yıllar evvel okuduğum bir Japon hikâyesini
hatırlıyorum. Hikâyede bir saat tamircisi anlatılır. Şöyle başlar hikâye:
"...Sayın bay saat tamircisi, sayın
dükkânını açtı, sayın masasına oturdu, sayın âletlerini önüne çekti.."
Okuduğumda
beni ürpertmişti. İnsana duyulan saygı öylesine büyüyor, gelişiyordu ki, içine,
sınırlarına eşyayı dahi alıyordu. Daha sonra Ahileri incelerken de aynı duruma
tanık oldum. Ürperdim. Divan şiirinin en zarif insanı Şeyh Galip boşuna
dememiş. "Bir şulesi var ki şem-i cânın/
Fanusuna sığmaz âsumanın..."
Dünyada
herkesin yapacağı bir iş, bir görev vardır. Önemli olan önündeki işi, zevkle,
heyecanla, aşkla yapabilmektir. Kalbinde taşıdığı en güzel duygularla işi
arasında bir ayniyet kurabilmektir. Beklemesini, sabretmesıni, tahammül
etmesini bir arada öğreniyoruz. Karekter orada şekilleniyor, güçleniyor. Acılarımızı
orada disiplin altına alıyoruz. Dünyada yalnız çalışan insanlar yararlı ve
mutlu olabilirler.
Büyük
ve ebedî Yunus, bir şiirinde "Cümle yerde
Hak nazır/ Göz gerektir göresi" diyor.
Evet, heryerde ve her zerrede O'nu görebilmek, müşahede edebilmek...
Varlık
binbir sırla doludur. Yaşamayı, büyük, güzel, ürpetici yapan da bu değil midir?
Önemli olan varlığın dar hendesinden kurtulmak, kendimizi kâinatla bir
hissetmektir. Çünkü, insan bir gözdür, insan kâinatta kendi kendini seyreden
gözün, gözbebeğidir. Kâinata baktığımızda, herşeyin bir uyum, bir nizam içinde
olduğunu görürüz. Hayvanlar, kuşlar, çiçekler... Hepsi bu nizama uyarlar.
İnsanın ancak sevgi ve çalışmakla hayatı uyumlu hale gelir. Kendi geleceğinin
mimarı olur. Bir kaos manzarası gösteren duygu ve düşünceler insanı rahatsız
eder, sıkar, bunaltır. Ne zaman onlara bir düzen, bir ahenk, bir güzellik
gelirse, o zaman iç dünyalar huzura kavuşurlar. Mutsuzlukların asıl kaynağı
dışta değil, içtedir. Yunus 'Seni deli eden şey,
yine şendedir, sende ...' diye
boşuna seslenmemiştir. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren, varoluşunun
anlamını bilememek, neden dünyaya geldiğine, niçin yaşadığına bir cevap, bir
çözüm yolu bulamamaktır. Gerçeği bilmeyen, bulamayan insanlar için yanlış
yollara sapmak kaçınılmazdır. Hayatın anlamını bulan ve bilen insanların,
olaylara yaklaşımda, daha başarılı olduklarını görürüz. Çünkü onların eşyaya,
insanlara, olaylara yaklaşımı, daha yumuşak, daha olumlu, daha sıcak, insanca
olmakta, sonuç olarak toplum genelinde daha başarılı, daha güzel, daha uygar
bir düzeye varılmaktadır.
Çağımızda
sadece iş hayatında değil, hayatın her safhasında insanların birbirlerinden
beklediği, biraz ilgi, biraz sevgi, saygı ve yakınlık değil midir?
Hemen
herkes günlük hayatında bunu müşahade etmiş, kendi iç dünyasında yaşamıştır.
Bizi sevecen bakışlarla, ilgiyle, saygıyla karşılayan yerlere gitmek istemez
miyiz? Kış ayazından daha soğuk bakışlı insanlar vardır. Haklı nedenleri
olabilir. O insanlarla birlikte olmayı hangimiz isteriz? "Yüzü gülmeyen dükkân açmasın" diye
bir atasözü vardır.
Kendi
iç dünyası ile barış içinde olmayan insanlar, huzuru hiçbir yerde bulamaz.
Huzuru kendi kalbinde hissedemeyen insana başkaları bunu nasıl verebilir? Hayat
şahsî bir maceradır. Manevî değerler bizi, iç üzüntülerimizin, ezikliklerimizin
üstüne çıkarır. Kederlerinin üstüne çıkamayan insanlar, bir süre sonra onların
altında ezilir. Hayat inanılmaz, akıl almaz güzelliklerle, binbir sırla
doludur. İnsan kâinatın en zengin varlığıdır. Her an yeniden var olan ve binbir
şekilde tecelli eden sonsuz güzellikler içindeyiz. Günlük hayatın basitlikleri,
ezbere yaşamalar bize varlığın ihtişamını unutturuyor. Ancak manevî değerlerle,
güzelliklerle, san'atla yeniden asıl kaynaklarla karşı karşıya geliyoruz.
Bunlarla yeniden duymaya ve düşünmeye, ebediyetle göz göze gelmeye başlıyoruz.
Yunus, "her dem taze doğarız/ bizden kim
usanası..." diyerek bu gerçeği ne güzel dile getiriyor.
Güzel bir ilkbahar günü... Yaprak en güzel
yeşilinde, gökyüzü en güzel mavisinde... Mahallenin bir köşesinde çocuklar
cıvıl cıvıl oyunlarıyla bu güzelliğe güzellik katıyorlar. Birden içlerinden
biri, haydi arkadaşlar Şekerci Şükrü Amcaya gidelim, şeker alalım diyor. Bir
çocuk hariç, hepsi sevinçle haykırarak bu fikri onaylıyorlar. Ona:
- Sen
gelmeyecek misin? denildiğinde,
- Evet,
diyor geleceğim ama birazdan, siz şimdilik gidin... O çocuk mahallenin en fakir
ailesinin tek çocuğudur. Babası genç yaşta ölmüş, boynu bükük 4-5 yaşlarında
bir yetim. Annesi, bazı evlere temizliğe giderek yetimini büyütmeye çalışıyor.
Tereddüdü parasının olmayışından. Ama herkes sevinçle -evet- deyince, utanıyor,
sıkılıyor, param yok, harçlığım yok diyemiyor. O an müthiş bir sıkıntı, eziklik
duygusu içinde... Düşünüyor ne yapabilirim diye. Birden eğiliyor, yerden birkaç
tane renkli cam kırığı topluyor. Doğru şekerciye. Arkadaşları şekerleri
almıştır. Dükkandan çıkıyorlar. Son kişi de çıkınca, birden içeri giriyor. Cam
kırıklarını tezgaha bırakıyor. Şükrü Amca diyor, bu paralarla şeker alınır mı?
Ve gözleri bir projektör gibi şekerciyi tarıyor. Çok önemli, hayatî bir an.
Mahallenin sevimli şekercisi derhal durumu anlıyor ve -Evlât, diyor. Bu iyi
para, istediğin şekerlerden alabilirsin.
Aradan
elli küsur yıl geçti. Unutamadım bu asil, zarif, anlayışlı, olgun insanı. Her
zaman temiz yüzü, çıkık ve geniş alnı ile Şükrü Amca bana hep, bizim gün
görmüş, olgun, tecrübeli, ruhen efendi ve asil esnafımızın bir simgesi gibi
göründü. Hatıralarıma öyle karıştı. Sonradan o çocuk büyüdü, okudu, profesör
oldu. Bu hikâyeyi sırası geldikçe anlatırdı. Şekerci Şükrü Efendilerin, bir
toplumun varoluşunda, yaşamasında türlü fesatlıklara karşı direnişinde, tıpkı
tuğlaların arasındaki harç gibi olan rolünü belirtirdi.
Çok
zaman düşünürüm. İyi bir esnaf olmak, bir bilim adamı olmaktan daha zor gibi
gelir bana... Çok çalışan, disiplinli çalışan insanlar, bilim adamı olabilir.
Ama vasıflı, kaliteli, gerçek bir esnaf olmak için daha pek çok ruhsal
yetenekler, özellikler gereklidir. Ve onların her zaman toplumda seçkin bir
yeri olmuştur. Anadolu'ya görevli gidenler
bilirler. İlk günler nerede yemek yenilir, nerede iyi kebap yapılır, diye
sorduklarında hep aynı cevabı almışlardır. Efendim, filânca yere gidin. Esnaf
oradan yer. Bu cevap bütün tereddütleri giderir. Madem ki, esnaf oradan yiyor,
o halde, orası temizdir, kalitelidir.
Çevrede
olumlu izler, etkiler bırakabilmek ne güzeldir... Kendi işini saygıyla,
heyecanla yapabilmek, insanlara Allah rızası için hizmet etmenin hazzını
duyabilmek ne güzeldir. Bir sanatta ustalığa ulaşan kişinin bu ustalığı onun
her hareketine yansır. İşini yaparken mutlu ve huzurlu olanlara hep gıpta
etmişimdir. Her iş önemlidir. İşin basiti olmaz. Hepimiz birbirimize muhtacız.
Bazı işlere burun kıvıranlar hayatın mânâsını anlamayanlardır. Hamlar,
olgunların halinden anlamaz, özenle, itina ile, edep ve saygı ile yapılan her
iş, o insanı ruhen geliştirir, yüceltir, arıtır, temizler. Onlar mutluluğun
tafrada, gösterişte değil, sadelikte bulunduğunu; içte, kalpte bulunamayan
mutluluğun hiç bir yerde olamayacağını anlamış, irfanlı insanlardır...
Efendim, hikâyeyi bilirsiniz. Rabia
Sultan, bir gün evinin etrafında dolanmakta, yerde birşeyler aramaktadır. Konu
komşu yardıma gelirler. '
- Ya
Rabia, aradığın nedir, söyle ki biz sana yardımcı olalım. Rabia Sultan:
- Eksik
olmayın, der. Sağ olun. Evde iğnemi kaybettim. Bir türlü bahçede bulamıyorum.
Bir komşusu:
- İlahi
Rabia Sultan, der.
Hiç evde kaybolan iğne bahçede aranır mı?
Koca Sultan bu anı beklemektedir. Niye hayret ettiniz der, sizin yaptığınızı
yapıyorum. Siz de kalbinizde kaybettiğiniz huzuru ve mutluluğu dışarıda
aramıyor musunuz? Ne farkımız var? Komşular donakalır. Rabia kulübesine girer.
İşini
ciddiyetle, sükûnetle, incelikle yapanlar büyük ve saygıdeğer insanlardır.
İbadet eder gibi edeple, saygıyla, tevâzu ve dikkatle iş gören insanların
ellerinden öpmek gerekir. İşinden lezzet alan insanlar her türlü gıptaya
lâyıktırlar. Çünkü yaptıkları bir nevi ibadete dönüşmüştür. Aslolan, bir çocuk
kadar yalın, saf, basit, tertemiz olmaktır. Bir insan dürüst, sessiz, azla kanaat
eden, soğukkanlı, görevine aşkla bağlı, mütevazı ve içi sevgi, şefkat ve yardım
duygusuyla dolu olduğu zaman, manen tekâmül etmiş olur.
Önemli
olan, günlük yaşamadır. Günlük yaşama ile ilgili olan işler, o kadar hassas,
ince, temiz, zarif bir şekilde yapılmalıdır ki, insan vecd içinde, aşkla,
heyecanla, estetik hazlar içinde olmalıdır ki, yaptıkları ibâdet düzeyine
yükselsin. Önemli olan, şiiri, estetiği günlük hayatın içinde yakalamaktır.
Duygularını eğitemeyen ve arıtamayan insan tekâmül edemez. İnsan günlük
yaşayışında, iç aydınlığın yankısını bulabilmelidir. İnsan hayatının en küçük
olayları bile büyük bir önem taşırlar ve bu yüzden insan her davranışında titiz
ve dikkatli olmalıdır.
Ahî
kültürü insanlar arasındaki ilişkileri imrenilir bir düzene koyduğu gibi,
onlara temizliği, sağlıklarını korumayı, mutluluğun tafra satmakta değil de
sadelikte bulunduğunu gösterir. Günün adamı değil, hakikatin adamı olmalıdır.
Gün değişir, hakikat değişmez. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma
pazarıdır. Son nefesimize kadar hayat bir okul ve bizler o okulun
öğrencileriyiz. Olgun bir insan daima telaşsız ve sâkin olur. Sükût öyle bir
unsurdur ki, içinde büyük şeyler kendiliğinden şekillenir.
Edep aklın dıştan görünüşüdür. Edep
İnsanı hayvandan ayıran farktır. Edep, inceliktir, zarafettir, efendiliktir.
Bir insana beyefendi, hanımefendi dedirten onun edebidir. Edep eşittir hayat
desek mübalağa yapmamış oluruz. Edepli insan, herkese karşı saygılı olandır;
yalnız kendinden büyük olanlara karşı edepli olmak, yetmez. Çünkü zorunlu bir
durumdur. Aksi halde, bir takım tatsız, nahoş durumlar ortaya çıkar, önemli
olan kendimizden büyüklere de, küçüklere de aynı şekilde, edepli, saygılı,
incelik ve zarafetle dolu olarak, hareket edebilmektir. Yunus Emre ”göz odur ki Hakkı göre" der. Önemli olan herkesde, her yerde, herşeyde
Hakkı müşahede edebilmektir.
Ve edep denilince akla, ister
istemez Paşa Dede geliyor. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Hiç
bir kelimenin tasvir edemeyeceği kadar, edepli, ince, zarif bir insandı. Edebin
ta kendisi, yaşayan, canlı bir örneği idi. Bir gün Edip Atam Beyefendi telefon
etti ve Paşa Dedenin geldiğini, kendilerinde misafir olduğunu söyledi. Gittim.
O gece Paşa Dede ile tanıştım. Aradan otuz yıl geçti. Hâlâ, anısını içimde
sımsıcak saklarım. Hangi misafir geldiyse, her defasında o yaşlı vücudundan
beklenmeyen bir çeviklik, harikulâde bir zarafet, edep ve incelikle ayağa
kalkıyor, saygıyla, sevgiyle, özlemle o şahsı selâmlıyor, o oturmadan yerine
oturmuyor, zamanın en büyük insanına gösterilecek hürmeti o şahsa gösteriyordu.
Nihayet, içeriye ev sahibinin torunu Deniz girdi. Deniz o zaman 5 yaşında
tatlı, sevimli bir kız çocuğu idi. Misafirlerden biri dayanamadı. Sevgili
Paşamız, kendinizi niye böyle yoruyorsunuz. Yazık değil mi? Beş yaşında bir kız
çocuğu hürmetten ne anlar deyince, Paşa Dede hiç unutmuyorum, o muhteşem
cevabını verdi. "Ah efendim, bizler bu
yavrucuğa sevgi, saygı, edep, incelik, ihtiram göstermezsek, bu yavrucak bütün
bu güzel hasletleri nereden öğrenecek" buyurdular. Aradan
yıllar geçti. Ama bu sözü, bu sözdeki derinliği, yüceliği hiç unutamadım. Bir
meşale gibi ışık tuttu bana. Yıllardır içimi aydınlatıyor, ışıtıyor. Ve edep
kelimesi nerede geçse hep Paşamızı hatırlıyor, ürperiyorum.
Edepli
insan kendine karşı da edepli olandır. Önemli olan, yalnız başına kaldığı zaman
da. Allah onu görüyormuş gibi, edepli, ince, zamanını en güzel şekilde
değerlendiren bir insan olabilmektir. Nasıl olsa yalnızım, kimseler görmüyor
diye, lâübali, derbeder, çirkinlikler içinde olmak aslında Hakkı bilmemek
demektir. Biz, görmesek de O bizi görüyor. Biz farkında olmasak da O farkında.
Neyi kimden gizleyeceğiz. "Ben size
şahdamarınızdan daha yakınım" demiyor mu?
Hayat,
yaşamak, var olmak aslında, sandığımızdan daha girift bir mekanizmadır. Hiçbir
şey, hiçbir kimse boş ve anlamsız değildir. Her zerrenin bir yaradılış hikmeti
vardır. Önemli olan, her zaman, her yerde, herkese karşı edepli olabilmektir.
Onun için de bilinç altımızı her vesile ile. imkân, nisbetinde edeple, saygı
ile, sevgi ile, şefkat ve merhametle, zarafet ve incelikle, yardım ve hizmet
duygusu ile doldurmak gerekiyor. Yunus "tehi
görme kimesneyi, hiç kimesne tehi değil" [tehi: Boş, avare
kalmak, hâlî. Eli boş. ]diyor. Evet her insan, insan yaratıldığı için, Allah'ın
kulu olduğu için, sevgiye, saygıya lâyıktır. Hayatta kötü insan yoktur. Çeşitli
nedenlerle içindeki iyilik, güzellik, asalet duyguları örtülü kalmış, gün
ışığına çıkamamış, tezahür edememiş insan vardır. Bizim görevimiz, onları
küçük, hakir görmek değil, imkânlarımız nisbetinde el uzatarak, yardımcı
olarak, onlardaki bu hasletleri uyandırıp, gün ışığına çıkarmaya,
filizlendirmeye çalışmak olmalıdır. Yunus'un "yaradılanı
hoşgör, yaradandan ötürü" sözünde büyük bir gerçeklik vardır.
Yunus'un en önemli sözlerinden biridir. Hayatta ideal, mükemmel, kusursuz insan
yoktur. Hiç birimiz, "ben hiç hatası
olmayan, ideal bir insanım" diyemez.
Ama bir kısmımız, bunun bilincinde olup, her gün, her saat, daha iyiye, daha
güzele gitmenin çabası içindeyiz. Hani karıncaya sormuşlar, nereye gidiyorsun
diye. Kâbe'ye demiş. Hiç bu ayakla, bu bedenle Kabe'ye gidilebilir mi, boşuna
emek demişler. Karınca, hayır demiş, ben de biliyorum, ulaşamayacağım. Ama
ölürken, o yolda olmak istiyorum demiş. İdeal, kusursuz, mükemmel insan olmak
için, elden gelen gayreti göstermek, işte hedef bu. Ama, o yolda ne kadar
gidebilirsek...
Gülün
yetiştiği ortama bakalım. Ne görürüz? Çamur, gübre, kireçli su... Ama, o
ortamdan, rengiyle, kokusuyla gözleri ve gönülleri kamaştıran, erişilmez
güzellikte bir gül çıkıyor. Çevresinden hep şikâyet eden insanlara gül örneğini
veririm. Gül gibi olmak... Bütün insanlara faydalı, bütün insanlara karşı sevgi
ve saygı dolu... Neden karınca gibi biz de o yola gitmeyelim...
Vaktiyle insanların hamamda kille
yıkandığı dönemde, bir adam hamamdan kil alarak yıkanmaya gider. Biraz sonra
kilden etrafa mis gibi bir gül kokusu yayılmaya başlar. Adam hayret içindedir.
Kile sorar. Sen bir nevi topraksın. Nasıl oluyor da böyle gül gibi koku
yayıyorsun. Kil, cevap verir. Evet der, benim aslım toprak. Ama üç gün gül ile
arkadaşlık yaptım da, bu güzelliğim, kokum oradan geliyor.
Bir
gül gibi, kalplerini ve kafalarını arıtarak, temizleyerek, yaptıkları
hayırlarla, iyiliklerle, gösterdikleri edep ve incelik örnekleri ile
çevrelerine örnek ve rehber olabilenlere ne mutlu.
Günümüzde
moda olan kelimeler ve konuşmalar var. Bilen, bilmeyen, aklı eren, ermeyen
onları kullanıyor. Bir yerde bazı kimseler kendilerini mecbur hissediyorlar o
kelimeleri kullanmaya. İşte o kelimelerden biri de stres. Her yerde karşımıza
çıkıyor. Sabahtan akşama kadar işitiyorsunuz. Hani, insanın, stressiz
tarafından bir bardak su ver diyeceği geliyor. Kelime olarak insanın zorlanması
demek olan stres, gerçek anlamından saptırılarak, her an, her duruma
uygulanıyor. Bu sebeple insanlar ruh sükûnetlerini kaybediyorlar. Kendi
kendilerini hasta ederek, olumsuzluklar, şikâyetler içinde, yaşama sevincinden
uzak, hayatın güzelliklerine sırt çevirerek bedbin, karamsar bir ruh hali
içinde kahrolup gidiyorlar.
Niçin
dünyaya gönderildiğinin, yaşamaktaki amacının ne olduğunun bilincinde olmayan
insanlar için yapacak başka ne kalıyor ki...
Hayatın,
yaşamanın, var oluşun insan denilen son derece karışık, çapraşık, çözülmesi güç
mekanizmanın farkında olmayan kimseler için, bir lakım yakıştırmalarla,
faraziyelerle hareket etmek kaçınılmaz bir yoldur. Görülen şu. Biz insanı,
hayatı, varoluşun amacını çoğu zaman bilmiyoruz. İnsana yaklaşımımız kendi
zanlarımıza, varsayımlarımıza, kişisel veya toplumsal genel veya ön
yargılarımıza göre oluyor. Tabi neticede kendimizi ve diğer insanları
anlıyamıyor, bazen onlara, bazen kendimize haksızlık yaparak, adına yaşamak
denilen, o büyük, o güzel, o muhteşem olayı berbat ediyoruz.
Yazık
değil mi?
Kendimizi
de, başkalarını da mutsuz ve huzursuz etmeye ne hakkımız var?
Gayet
tabii. Hayat da ölüm de var. Sıkıntı da var. Çile de var. Hastalık da var. Ne
sanıyorsunuz? Biz bu dünyaya yiyip içip, keyif sürüp, nefsimizin azgınlıklarını
tatmin etmeye mi geldik? Neden dikensiz gül arıyoruz ki.. Hiç dikensiz gül olur
mu? Şu minicik örnek bile, gönül gözü açık olanlara neler neler anlatıyor. Evet
hayatın diyalektiği hep zıtlıklar üstüne kurulmuş. Varoluş yokoluş, ölüm hayat,
gece gündüz, güzel çirkin, asil bayağı, acı tatlı... Böyle bu iş. Bunu
değiştirmeye kimin gücü yeter ki... Transistörlü radyonuzu çalıştırmak için pil
alıyorsunuz. Pilin bir +, bir - ucu var. İki ucu da +, veya iki ucu da -
olsa, radyo çalışır mı? Hayır değil mi?.
O
halde ... Bu meseleyi büyük Yunus, bir mısrada ne kadar güzel anlatıyor. "Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya" Evet, hepsi Hakkın tecellisi. Biz kendi
nefsaniyetimize göre, o birliği, o vahdeti, o tevhidi parçalıyor, işimize
geleni almak, işimize gelmeyeni atmak istiyoruz. Ama ne biliyoruz, ya o işimize
yaramaz dediğimiz, asıl bizim için yararlı ise. Aman ne güzel dediğimiz bizim
için hayırlı olmayacaksa... Madem baştan bunu bilemiyoruz. O halde bu itirazlar
niçin?
Kime?
Ve
asıl zararlı çıkan sonunda biz olmuyor muyuz?
Bazı
ilâçlar acıdır, ama sonunda hastaya faydalı olur, şifaya kavuşturur. Hiç düşünüyor
muyuz bunları. İşler kendi minicik, daracık kafamıza göre olmadı mı, basıyoruz
feryadı. Yok şudur, yok budur... Sonrada bunları adına stres deyip, bir iş
yaptığımızı sanıyor, kasılıp duruyoruz. Stres içindeyim, stres altındayım, diye
feryadı basacağımıza, sâkin olabilsek, efendi olabilsek, yüzme bilmeyen bir
insanın kendini denizde sırt üstü bırakması gibi, Allah'a tam bir teslimiyetle
kendimizi bırakabilsek, "Allah'ım, narın da
güzel, nurun da güzel. Bunun da bir sebebi, bir hikmeti vardır. Allah'ım bu
sınavdan yüzümün akı ile çıkmamı nasibet" diyebilsek, inanın, bütün müşküller hallolur.
Bütün sıkıntılar biter. Bazen doktorlar, hastanın iyileşmesi için, acı ilâç
verirler. Bu veriş keyfiyeti hastaya bir zulüm, bir ihanet değil, bilâkis onun,
sağlığı, huzuru ve mutluluğu içindir.
Nasıl Hazreti İbrahim ateşe atılırken, inancını,
teslimiyetini bozmadı. Rabbim beni yakmaz, beni korur dedi. Ve ateşin içinde gül bahçesi oluştu. Günümüzde de o
yolda olan güzel insanlarımız var. Şartlar ne kadar ağır olsa, onlar yine,
sabırla, sükûnetle, edeple, "Rabbim beni sınıyor, inşaallah bu sınavımı
da yüz akıyla verip, mânâ yolunda bir basamak daha çıkacağını"
diyorlar ve "Haktan gelen şerbeti içtik
elhamdülillah’"ın huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Allah
onlardan razı olsun. Onlar ne güzel insanlar...
İstediğiniz
kadar en iyi malzemeden nefis bir börek yapınız. O, fırının alevleri içinde
çıtır çıtır pişip, nar gibi kızarmayınca neye yarar?
Bizim
de içimizde güzel duygular, güzel düşünceler olabilir. Ama. hayatın alevleri
içinde pişmedikçe neye yarar?
O
acıları, ıstırapları, çileleri sineye çekip, her gün biraz daha iyiye, güzele,
mükemmele gitmeye çalışmadıkça, nasıl hamlıktan, çiğlikten kurtulur,
olgunlaşabiliriz?
Bunun
hayatta bir tek örneğini bana gösterebilir misiniz? Yiyip içip, keyif sürerek,
vur patlasın çal oynasın yaşayarak hangi insan hayatta çiğlikten, basitlikten,
kabalıktan, hoyratlıktan kurtulabilmiş, sevmenin, vermenin, paylaşmanın
güzelliğini duyabilmiş ve yaşayabilmiştir?
Rasûlüllâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz "Allah
şahittir ki, hayatta kimse benim kadar acı ve ıstırap çekmemiştir"
buyuruyor.
Vaktiyle
büyük bir veli varmış İstanbul’da, elini öpüp, hayır duasını isteyenlere, "Yavrum, Allah dertsizlik
derdi vermesin"
dermiş. Evet, hayat yolunda karşımıza çıkan, güçlükleri, engelleri,
hastalıkları bir baş belası gibi görmeden, onların sebebini ve hikmetini
anlamaya çalışarak, asil, vakur, yiğitçe bir direnişle en iyiye, en güzele
çevirmeye çalışalım. Her gün biraz daha tekâmül ederek, O'na yaklaşalım.
Mânâ âleminin yolcularından Buda,
birgün talebeleriyle beraber ders yapıyorlarmış. Konu, ölüm. Ölüm olayını
anlatır. Anlamını açıklar. Fazla büyütülmemesi, tabii karşılanması gerektiğini
izah eder. O sırada kapıdan bir talebe girer. İki gözü iki çeşme. Ne oldu
yavrum, der. Neden ağlıyorsun? Efendim der, bir komşumuz vardı. Dün öldü.
Hayatında hiç acı çekmedi. Hastalanmadı. Para sıkıntısı olmadı. Çile çekmedi.
Ömür boyu yedi, içti, göbek attı. Onu bir kere bile düşünceli görmedik. Çok
üzüldük. Dünden beri ağlıyoruz der... O büyük zat, bir süre sükût eder. Sonra o
da ağlamaya başlar. Öğrenciler, hayret içindedir. Ama hocam, derler. Siz demin
bize ölüm olayını sükûnetle karşılayın dediniz, şimdi kendiniz ağlıyorsunuz.
Biz bu işi anlayamadık, derler. Buda, neden şaşırdınız der. Ben, ölüm için
ağlamıyorum ki. Bu adamcağız yedi içti, keyif çattı. Hayatta acı çekmedi,
sıkıntı görmedi. Bu suretle hiç tekâmül edemedi. Zavallı eşek geldi, eşek
gitti. Onun için ağladım.
Önemli
olan, olaylar değil, o olaylara bizim yaklaşım tarzımızdır. En küçük bir
sıkıntıda, feryat edip, isyana kapılanlar hayatta hiçbir zaman olgunlaşıp,
güzelleşemezler. Hamlıkları, çiğlikleri, kabalıkları; isyanları ve itirazları
oranında büsbütün artar. Hem kendilerine zehir ederler hayatı, hem çevrelerine.
Her köşesi binbir güzelliklerle dolu şu dünyaya biz çehremizi asar, surat
ederek bakarsak, herhalde dünya bize gülümsemez.
Güzel
gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır. Bu çağda bir insana
yapılacak en büyük iyilik, onu kendi kendisiyle ve hayatla barış haline
sokabilmektir. Bugün insanların çoğu kendi kendilerine küs yaşıyorlar. Asıl
savaş insanların kendi içinde. Onun da sebebi varoluş kanunlarına aykırı
yaşamaları. Ancak "huzura çıkanlar", huzur içinde
yaşayabilirler.
İnsanda
küçücük bir et parçası var ki, o arındığı, temizlendiği zaman her şey
güzelleşiyor, ihtişam kazanıyor. O aslî hüviyetinden, yaratılış kanunlarından
uzaklaşınca hayat cehenneme dönüyor. Kalp düzelmedikçe, arınmadıkça, temiz,
nezih davranışlar beklemek hayaldir. Yunus bir şiirinde "seni deli eden
şey, yine sendedir, sende" der. Bu üzerinde uzun süre düşünülmesi
gereken bir sözdür. Önemli olan, karanlıklara küfretmek değil, karanlıklar
içinde bir mum yakabilmektir. Yunus, "Bir
siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu" der. Bugünün insanları susadıkça tuz yalayan
insanlara benziyorlar. Önce insanlara neden susadığını, aradığı suyu nerede
bulacağını öğretmek lâzım. Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir?
Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Şu anda
birçok insanın söverek, tükürerek, "batsın bu dünya" diye
baktığı şu âlemde nice güzel, örnek, tertemiz, pırlanta gibi insanlar yaşıyor.
Bir gül gibi yetiştirmişler kendilerini, etraflarına mis gibi edebin,
inceliğin, insanlığın, efendiliğin kokularını saçıyorlar. Ama görene... Köre
ne?
Şikâyet,
şikâyet hep şikâyet... Biz bunun için mi yaratıldık?
Kimi
kime şikâyet edeceğiz?
Bunlar,
hayatın, varoluşun mânâsını bilmemekten doğan, nefsin tekme atmalarıdır.
Zamanını kaybeden insana yazık değil mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca, bir şiirinde "gelme,
gelme üstüme, bir şifa vermeyeceksen eğer" diyor. Ne olur, ya hayır
söyliyelim, ya susalım. Bitsin artık bu bunakça şikâyetler...
Bir
tasavvuf şairi, "insanda duyan kulak, gören göz. hisseden kalp varsa,
kâinattaki her zerre onu irşad eder" diyor. İnsan konuştuğu her şahıstan,
okuduğu her kitaptan, dergiden, yazıdan, gördüğü her zerreden bir şeyler
öğrenmeye, hissetmeye çalışmalıdır; böyle yapa yapa gün gelir, herkese, her
zerreye saygıyla, edeple, incelikle bakmanın sırlarına ulaşır. Yunus'un "cümle
yerde Hak nazır, göz gerektir göresi" mısraındaki güzelliği yaşar.
Mânâ âleminin kapıları, sabır, şükür, edep ve tevazu ile açılır. Gözü yerde
olanın gönlü âsumana çıkar. Günün adamı değil, hakikatin adamı olmadadır hüner.
Gün değişir, hakikat değişmez. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma
pazarıdır. Son nefesimize kadar, hayat bir okul, bizler, o okulun
öğrencileriyiz.
Büyük
Yunus, "Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” der. Her dem yeniden
doğmak, her an yepyeni oluşları, pırıl pırıl güzellikleri yaşamak, ne muhteşem
bir olaydır. Güzellik Allah'ın tecellisidir. Ve... doya doya içmek gerekir bu
pınardan. Madem ki, doldurmaya geldik testimizi... gitmesin elimizde bomboş...
İnsan
içi ile dışı arasında, madde ile mânâ arasında, ruhu ile bedeni arasında denge
kurabildiği nisbette huzura erebilir.
Mevlânâ'nın
varlığı, O'nu okumak, O'nu düşünmek insana bir ömür boyu mutluluk verebilir.
İnsan Mevlânâ’yı okuduğu, düşündüğü, önerilerini uyguladığı oranda büyür,
arınır, temizlenir, yücelir, güzelleşir. Okumayan ve düşünmeyen kafalar kabuk
bağlar; insana ve hayata daracık bir açıdan bakar. Kısır bir döngü içinde
hayatını götürür. Vardığı yargılar yanlış, noksan ve isabetsiz olur. O hayat da
tüm rengini, tüm güzelliğini, şiiriyetini kaybeder. Tatsız tuzsuz, zevksiz,
anlamsız cılız bir yaşantıya dönüşür. Yazık değil mi? İnsanımız, aydın
geçinenlerimiz okumuyorlar. Gazeteye bakmayı, okumak sayanlarımız var.
Gazeteden kitaba geçmedikçe yetişmemiz; olgunlaşmamız imkânsız. Güncel
haberlerden, olaylardan kalıcı, ebedî fikirlere, insanlığı yükselten, yücelten
ideallere geçmedikçe nasıl yetişebilir, tekâmül merdiveninin basamaklarından
birer birer nasıl çıkabiliriz?
Düşüncelerinin
temelinde, iyiyi, doğruyu, güzeli ve gerçeği görmek, bilmek, bulmak, onları
yaşamak, uygulamak olmayan insanların tekâmülü, nasıl mümkün olur?
Mevlânâ
"Bu cihan bir zindandır. Biz de bu zindanda
mahpuslarız. Zindanı del de kendini kurtar. Sen zamanın Yusuf’usun, gökyüzünün
güneşisin. Bu çölden, bu zindandan çık, yüzünü göster. Surette sen küçük bir
âlemsin ama, gerçekte en büyük âlem sensin”
diyor.
Yunus
gibi Mevlânâ da "ölüm" diye bir şey kabul etmez. Bunlara göre ölüm,
insanın vücud ve dünya perdesini yırtarak ebedî hayata, en büyük sevgiliye
kavuşmasıdır. Bundan dolayı, asla keder verici değil, neşe, mutluluk veren bir
olaydır; "şeb-i arûs” dur. Düğün gecesidir. Mevlânâ sadece öbür
dünyada değil, bu dünyada da ebediyete ulaşmış insandır. Yüzlerce yıldır,
yaşayanlar üzerinde etkili olmakta, nice kuşaklara, iyinin, güzelin, doğrunun
yollarını göstermektedir. Siz böyle bir insana nasıl öldü diyebilirsiniz?
Doğudan batıya, nice insanlar, onun mızrak mızrak yükselttiği ışıklarla
aydınlanmakta, ruhları huzura kavuşmaktadır. Çünkü Mevlânâda bütün insanlığa
hitab eden, şekilleri aşarak, onların gönüllerine seslenen bir kudret vardır. O
bir şehri, bir ülkeyi, bir dönemi, bir çağı aşan beşerî bir büyüklüğe ulaşmış,
ışığını ve gücünü Kuran'dan, Hazreti Muhammed’den alan güzeller güzeli bir
insandır. Mevlânânın açtığı iman yolu, aşk yolu, altın bir nehir gibi, yediyüz
yılın ötesinden bugüne kadar geliyor. Eserleri yüzlerce yıldır insanlara,
gözleri ve gönülleri aydınlatan bir nur şelâlesi gibi akmakta, sevmeyi,
varoluşun anlamını, hayatın ve ölümün mânâsını öğretmektedir.
Alpaslanlar
bize nasıl üzerinde yaşadığımız bu toprakları vermişlerse, Mevlânâ gibi, Yunus
gibi, Eşrefoğlu Rumî gibi, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi gönül
sultanları da bize ruhumuzu, maneviyatımızı bahşetmişlerdir. Hepimizin üzerinde
derece derece onların hakkı vardır. Madde ve ruh sentezini onlar gösterdiler
bütün insanlığa, bütün medeniyet âlemine. Bugün insanlığın, bu tevhitten, bu
sentezden uzaklaştığı için ne hale geldiğini görüyoruz. Bugün yeryüzünde sadece
maddeyi tanıyan, maddeyi ilâhlaştıran fertler ve toplumların insana ne kadar
kötülük yaptıkları ortadadır. Hayata, gazete ile bakın, televizyonla bakın,
dünyayı gezerek bakın, durumu bütün açıklığı, dehşeti, vehameti ile görürsünüz.
Sadece maddeye önem veriş, insanı ve toplumu hayvanlaştırıyor, hatta daha aşağı
hâle getiriyor. Sadece ruh olmak ise, imkânsız, insanoğlu hem ruh, hem madde
olan, maddî ve manevî varlıktan, onların sentezinden meydana gelen, son derece
karışık, kompleks bir varlık. Onun için huzur ve mutluluk, maddî ve manevî
güzellik, birbirine zıt olan bu iki kutup arasında bir denge, bir anlaşma, bir
yakınlık kurmakla mümkündür. Bu en güzel, bu en büyük, bu en yüce sentezi
insanlık tarihinde yalnız ve yalnız, yüceler yücesi Hazreti Muhammed ve onun
izinden gidenler meydana getirdiler. Mevlânâlar, Yunuslar, bu millete,
asırlarca ta köylere kadar ulvî kıymetleri aşıladılar. İnsanda hayvanı aşan bir
ruh dünyası, bir iç âlemi olduğunu telkin ettiler. Bunu en güzel, en faydalı
şekilde sundular insanlara. İnsanın sadece vücuttan, maddeden ibaret
olmadığını, içlerinde ulvî bir ruh taşıdıklarını, bunun Allah’ın ışığı
olduğunu, bunu unutanların hayvanlardan daha aşağı bir dereceye düşeceklerini,
bu şekilde gerçekten, güzellikten uzaklaşacaklarını, insanların kendi içlerinde
taşıdıkları bu yüceler yücesi gerçeğin farkında ve bilincinde olmaları gereğini
duyurdular.
Mevlânâ,
"kafirim ben, bir kimse iman ve taat
yolunda yürüyüpte bir ân bile ziyan etmişse" diyordu ve ilâve ediyordu:
"Bu cihan sizin canlarınızın
hapishanesidir. Kendinize gelin de o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız,
mesire yerinizdir."
Yeniden
yeniye ve süratle yaratılmış olmak, ömrü ve bütün varlıkları daimî imiş gibi
gösterir. Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor ve diriliyorsun.
Bu
âlem halkı "hikmet hâzineleri gizli
kalmasın, meydana çıksın" diye
yaratılmıştır.
Yunuslar,
Mevlânâlar ve onların yolunda yürüyen büyük veliler, dünya işlerine, maddeye
dalan insanları uyandırarak, onları kendi iç varlıklarına döndürerek, ebedî
güzellikleri, solmayan rengi, pörsümeyen yeniyi kendi iç dünyalarında
bulmalarına yardımcı oldular, yol gösterdiler. Işık tuttular. İnsanoğlu, kendi
kendini, varoluş nedenini, neden dünyaya gönderildiğini unutunca, dünyaya,
maddeye, ihtirasa dalınca, haliyle bir süre sonra, istese de istemese de,
kendinden, aslından, özünden uzaklaşıyor, kirleniyor, basitleşiyor, kötü ve âdi
oluyor, İşte Yunuslar, Mevlânâlar ve onların yolunda gidenler insanları kendi
varlıkları ve kâinat sırları üzerinde düşünmeğe şevkettiler. Neden varım,
varoluşumdaki hikmet nedir. Hayat nedir, insan nedir, insanın özü ve aslı
nedir? Nasıl bir hayat yaşamalıyım ki, sonunda pişman olmayayım soruların en
güzel cevaplarını, bu gülyüzlülerin, bu güzeller güzeli insanların eserlerinde
ve yaşantılarında buldular. Onlar insanoğlunun günlük işlere dalınca, kolayca
unutuverdiği ebedi hakikatleri hatırlattılar, gündemde tuttular. Bunun temeli,
insanın kendine dönüşü, kendinde kendini buluşu oluyordu. Allah’a, Resulüne
aşkla, inançla bağlanmak; yalansız, riyasız, şüphesiz, an duru bir gönülle
onları sevmek Mevlânâyı öyle yüceltmişti ki Galileden 4 asır önce dünyanın
yuvarlak olduğunu ve zıt kuvvetler arasında fezada döndüğünü, mikrop denilen
canlı varlıkları mikroskopla değil, gözüyle gördüğünü, bugün dünyanın dört
bucağında uygulanmakta olan psikiatrik tedavinin önce onun eseri Mesnevi'de
görüldüğünü Mevlânâya karşı kalbinde, kafasında şüpheler taşıyanlara
hatırlatmak isterim.
Açık söylemek isterim.
Mevlânâ'nın sadece edebiyatını yapıyoruz. Mevlânâ şöyle büyük, böyle büyük
diye. Aynı sözleri radyolarda, televizyonlarda dinlemekten bıktık. Gazetelerde,
dergilerde okumaktan usandık, Yıllardır aynı sakız çiğneniyor, Geçenlerde,
matematik profesörü olan bir arkadaşım ziyaretime geldi. Söz döndü dolaştı Mevlânâ’ya
geldi. Bak Sabri dedi, yıllardır dinlemekten gına geldi. Bana Mevlânâ şöyle
büyük, böyle büyük diye değil, Mevlânâ niçin büyük insan olmuş, ondan bahset
dedi. Bu satırları onun için yazıyorum. Bugün Türkiyede psikiatrt ile uğraşan
profesörlerden kaç tanesi, ilk psikiatrik tedaviyi Mevlânâ'nın Mesnevide
anlattığını, hem de ayrıntılara inerek uygulamasını da gösterdiğini bilir?
Yerli yabancı kitapları açın.
Sizin burnunuza Freud'u sokacaklardır. Freud aşağı, Freud yukarı...Kendimizden,
kendi özümüzden, aslımızdan, kendi öz kültürümüzden o kadar uzaklaşmışız ki,
farkında değiliz gerçeklerin. Uyur gezerler gibi şaşkın şaşkın dolaşıyoruz.
Einstein'den yedi yüz yıl önce izafiyeti, zamanın izafiliğini Mesnevî'nin haber
verdiğini kaç kişi biliyor?
Ne
yazık ki, beylik övgü edebiyatının dışında, önemi, büyüklüğü, ileri görüşleri
oranında Mesnevi ne bizim insanımıza ve ne de dünya kamu oyuna gerektiği gibi
tanıtılmamış, anlatılmamış bir eserdir. Mevlana’dan 389 yıl sonra dünyaya
gelen, 17. yüzyılın ünlü filozofu Descartes varlığının en büyük delili olarak
düşüncesini görüyor ve o çok meşhur sözünü söylüyordu, "düşünüyorum, o
halde varım", Mevlânâ, "Kardeş,
sen tamamıyla düşüncesin. Geri kalanın kemik ve dokudur" diyordu.
Hangi ifade daha güçlü, cevabını siz kendinize söyleyin. Bütün âlem nur ve
şekillere bürünse, bu güzellikten ancak göz haberdar olur. Yüzbinlerce kulak,
bir araya gelip sıraya dizilseler, yine aydın bir göze muhtaçtırlar. Gözün var
ise, körcesine gelme. Gözün yok ise, âsâ elde et. Biri senin gözüne yılan gibi
görünür de, aynı kimse başkasının gözünde sevgilidir.
Rasûlüllâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde "Yarabbi, bana eşyayı olduğu gibi göster" buyurur. Ne ganp, dünyayı kimi insan bir zindan,
bir çöplük, bir kömürlük gibi görür, kimi insan cennet gibi görür. Nasıl,
anlatılmaz bir izafiyet var hayatta, birinin ak dediğine öbürü kara diyor.
Herşeye görüşümüz nisbetinde değer veriyonız. Büyük sanatçı Rodin'e "dünyayı nasıl görüyorsun,
değiştirilmesi gereken bir yönü var mı" diye
sormuşlar, gülmüş, hayır demiş, "her şey o
kadar yerli yerince yaratılmış ki, değiştirildimesi gereken hiç bir yönü
yok.."
Herşeye
bilgimiz, kültürümüz, zekâmız, hayat tecrübelerimiz kadar, anlayış, seziş,
kavrayışımız kadar, önem ve değer veriyoruz.
Mevlânâ,
"dostlarının sevinciyle sevinirsen, bu cihan sana bir gül bahçesi gibi
görünür" diyor. İlâve ediyor "ey
bayağı kişiler, sizler Firavunun dostusunuz da ondan NİL nehri size kan
görünmektedir." Doğruyu görme, doğru görme kolay ve önemsiz
olsaydı, Peygamber hiç onu Allah’dan ister miydi? Nitekim bu cihan, Peygamberin
gözüne Hakkı tesbih eder göründüğü halde, bize göre cansızdır. Allah’ım, bu
aldatıcı âlemde olanları, bize oldukları gibi göster. Hazreti Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem) , "Yarabbi, çirkini bana çirkin olarak, iyiyi de iyi olarak
göster" diye dua ederdi.
Bir
hastanın, hasta iken içtiği tertemiz, berrak bir su, bazen ona zehir gibi acı
ve kötü gelir. İnsanlar da öyledir. Kötü niyetle bakınca, garazkâr bakınca, ön
yargılı olunca, onu olduğu gibi değil, kendi istediği gibi görür. Gönül
gözlüklerimiz, kinden, hasedden, kıskançlıktan temizlenmedikçe, hayatı ve
insanları objektif olarak göremeyiz.
Halk içre bir ayineyim herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi özün, ger yahşi ger yaman görür.
Her ne görür kendi özün, ger yahşi ger yaman görür.
Hasetlerinden
ve kıskançlıklarından kardeşleri Yusuf’u kurt gibi gördüler de onu kuyuya
attılar. Şehvete düşkünlük, maddeye tapma gönül gözünü kör ve sağır eder. Büyük
Yunus ne güzel der:
Sağır işitmez sözü, gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü, âlem münevver ise...
Kördür münkirin gözü, âlem münevver ise...
İnsanın
gözü garaz, inat, ahmaklık gibi manevî hastalıklarla malûl olunca, görüşü de o
oranda değişir. Mevlânâ bu duyguyu ne güzel anlatır.
"Bu cihan güneş ve ay ışığı ile doluyken o bunu bırakmış, başını kuyuya
sokmuş, hani aydınlık? der. Başını kuyudan çıkar da bak, a bayağı kişi, bütün
âlem, o nuru buldu. Sen kuyuda oldukça ne faydası var?"
Zahir
görüş dışta kalan, insanı çok zaman yanıltan bir görüştür. Kıt görüş, içi
göremez, mânâya eremez. Kardeşleri Yusuf’un güzelliğini görmedilerse, bu
güzellik Yakup’un gönlünden hiç eksildi mi? Sen önündeki aydınlık yolu
görmezsin, taneyi görür de tuzağın sıkıntısını görmezsin. Ünlü fizikçi B.
Houlle Vigue "acaba madde var mıdır' diye sorar ve şöyle der, "eğer madde varsa, bir fizikçi olarak ben, onun ne
olduğunu bilmediğimi itiraf etmek zorundayım" Mevlânâ, mânâyı denize, maddeyi ise denizin
köpüğüne benzetir. Köpüğün denizden meydana geldiğini, denize nisbetle bir
hiçten ibaret olduğunu beyan eder.
Dış
varlık, zâhir âlem değişmelere, fenâ ve zevale mahkûmdur, mânâ âlemine eren
gözlerin karşısında, bu dış varlık, bir sis gibi, sıyrılır, çekilir gider. Her
yerde mânâ âleminin saltanatı pırıl pırıl zuhur eder. Hâkim olan mânâ âlemidir.
Bizler o muhteşem denizin üzerinde meydana gelip, az sonra tekrar denize
karışan kabarcıklarız.
Mevlânâ,
kalbin bir ayna veya berrak suya benzediğini, dış âlemdeki suretlerin o suya
aksettiğini, fakat su veya ayna bulanık olursa, suretlerin onda
görünemeyeceğini söyler. Madem ki kalp duru berrak bir su gibidir. Gayb
âlemindeki hakikatlere ve esrara bir aynadır. Bu İlâhî sırlar kalbin parlaklığı
nisbetinde ona akseder. Herkes, görüşü nisbetinde gaybı, hayn ve şerri bilir.
Kim gönlünü daha çok cilâlamışsa, daha çok görür. Ona gayb âleminden suretler
daha çok görünür. O insan zerrede beka güneşini, katrede denizin tümünü görür. Gözünü
tozdan gizliyen bir katrada Dicle'yi görür.
Dünya
ehli, balçıkla bulanmış suyu içmekte olduklarından, gönül gözleri kördür.
Her ne yüzle baksa göz, âyinede kendin görür
Vechini pâk eyle kim, mir'âta bühtan olmasın
Vechini pâk eyle kim, mir'âta bühtan olmasın
İki
gözünle önü ve sonu gör de, şeytan gibi şaşı olma. Sebepleri delip geçecek,
perdeleri kökünden söküp atacak bir göz gerek...
Göz
kemâle ermişse aslı görür. Şaşı olan kimse ise, fer’i görür. Kâinat bir
sebepler zinciridir ki, her halkanın sonu Allaha varır. Hakka hâl ile ulaşılır.
Bu, ancak hâlin ve zevklerin gelişmesi ile mükün olabilir. Hayvanî hislerimizi
terketmeden, Allah aşkını hissetmek ve ona ermek, onu bütün güzelliği ve
ihtişamı ile yaşamak imkânsızdır. Çekirdeğin dış varlığını toprağa vererek
yepyeni bir hayata kavuştuğu gibi, bizler de bu fâni varlığımızı Hakka vererek
O'na ermeliyiz. İnsan görüşten ibarettir. Ondan sonrası kabuk. Görüş de dostu
gören görüştür. Yunus, "Ayrıık yüze nice
bakar, Dost yüzünü gören kişi" der. Göz Hakkı görmekle
aydınlanır. Dostu görmek, ölümsüzlüğe ermektir, çünkü dostu görmek âb-ı
hayattır. Yunus, "senin sevgin bana
yeter/her nerede olur isem" der.
Dostun
yüzünü gör, gözün de gönlün de aydınlansın. Gözünü de, gönlünü de aydınlat ki.
dostun yüzünü göresin.
Kâinata,
şu emsalsiz güzelliklere, şu çılgın, akıl almaz güzellikteki her an yeniden
varoluşa bir bak, ibretle, hayretle, hayranlıkla, alıcı gözle yeniden, tekrar
tekrar bak...
Nereye
yönelsek, orada Allah’ın vechini göreceğiz. O zaman Mevlânâ gibi vücudumuzun
bütün hücreleri aşkla dolarak haykıracağız, şarap bizden mest olmuştur, biz
ondan değil, diye...Her an yok oluyor, yeniden var oluyoruz. Bir mânâ
gemisindeyiz. Sonsuz bir akış içindeyiz.
Sen
yarasa değilsin. Gözünü aydınlığa alıştır.
Gönül
gözünün açılıp kapanması, Allah’dandır. Yüce Resulümüz, Allahtan, çirkini
çirkin, Hakkı Hak göstermesini dilerdi. Peygamberler, insanların görmediğini
gördüklerinden dolayı, onları gizli şeylerden haberdar ettiler. Akıbetlerinden
haberler verdiler. Bu nedenle üstümüzdeki haklarını ödeyemeyiz. Yüceler yücesi
Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem), "biz senin kalbini
açmadık mı?" hitab-ı İlâhisine muhatap oldu da, Cebrail'in görmeye
tahammül edemediği şeyleri gördü. Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü.
Sonunda kâfir olacak kimse de ona belli oldu.
Kâinat
her an yepyeni oluşlar içinde, doyumsuz güzellikler içinde. Her an yeni bir
varoluşu, yeni bir güzelliği yaşayan insanda, gam, tasa, kasavet, sıkıntı,
bunaltı kalır nıı? Büyük Yunus, ne güzel söylüyor, "her dem taze
doğarız, bizden kim usanası..." Dışarıdan o kadar çok şeyin yıktığı
insan onları dinledikçe kendi içinde yeniden doğar. Mevlânâ fâni hayatında da
ebediyete ermiş bahtiyarlardan biri idi. "ölümümüzden
sonra türbemizi yerde arama. Bizim mezarımız âriflerin gönlündedir"
diyordu. O'nun coşkun ruhuna ışık veren hidayet meş'alesi ancak Kur'an ve
hadisti, sünneti Resüldü. O her zaman "Kur'anın kölesi, Hz.
Muhammedin yolunun toprağı" olmakla
öğündü. Kabukla yetinmedi. Öze ve mânâya geçti. Gerçekleri, içinde yaşadı. Dar
bir dogmatizmin içinde saplanıp kalmadı. Olaylara daha geniş, daha engin
açılardan baktı. Bir ömür boyu iç âlemini, sevgiyle, saygıyla, hoşgörüyle,
edep, tevazu, şükür, kanaat ve sabırla doldurdu. Kendisini, İslâmdan,
Kur'andan, Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrı gören ve göstermek
isteyenlerden şikâyetçi oldu..."Ben bu
sözden de, bu sözü söyleyenlerden de davacıyım" diyerek
inancındaki samimiyetini belirtti.
Mevlânâ’ya
göre şiir bir gaye değil, bir vasıtadır. Engin ruh âleminden gelen İlâhî sesleri
şiir kalıbına dökmekle onlara daha cazip bir şekil ve ifade güzelliği
kazandırmıştır. Mevlânâ, yaşama sevincini, mutluluğunu, iç dünyasındaki
güzelliklerle irtibatını kaybeden insanlara bir şifa gibi gelir. Onların mânâ
âlemindeki yaralarını sarar, kopan uçları birleştirir, içle dış, madde ile
mânâ, zahir ile batın arasındaki dengeyi sağlar.
Mevlânâ’da,
sanat, tabiat, bilim, varoluş, estetik bir imaja bürünür. O ölümü bile
güzelleştirir, derin bir anlam verir. Ölürken gülmeyen kimseye mum deme; aşk
yolunda mum gibi eriyenlerdir ki, dağılırken amber gibi kokular neşrederler...
O,
bir ömür boyu solmayan rengin, pörsümeyen yeninin, ebedî güzelliğin simgesi
oldu. İç âleminin derinliklerinden doğan en güzel mücevherleri zevkle ve
cömertçe etrafına saçtı. Mevlânâ, Şemsin de etkisiyle, "kâl"e değil,
"hâl"e, söze değil davranışa, nazariyata değil, tatbikata önem
veriyor, yaşanmayan, uygulanmayan bilgilerin, insana fayda vemeyeceğini, bir
yükten başka bir şey olamayacağını tekrar tekrar söylüyordu. Bir toplantıda, hep
başkalarından bahsedildiğini, falan şöyle yaptı, filan böyle uçtu denildiğini,
böylece işin lâfa düştüğünü, boşuna zaman harcandığını gören Şems birdenbire
yerinden fırlar ve şöyle hitabeder.
"Ne zamana kadar
başkalarının sözlerini naklederek övüneceksiniz. İçinizden bir kişi çıkmıyor
ki, "Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu" diye söze başlasın. Bu
söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleridir. Bunlar kendilerine ait
hâl ve makamdan bahsetmişler. Siz bu zamanın adamlarısınız. Sizin söyleyeceğiniz
bir söz yok mudur?
Bir
Kutsî Hadisle "Ben bir gizli hazine idim, muhabbet ettim ki bilineyim”,
buyuruluyor. Kâinatın yaratılış sebebi aşktır. Allah'ın bulunması için de, AŞK
BURAK'ı gerekir. Mevlânâ bir şiirinde, "Gönül
gözünün Burak'ı üstünde sefa edenler, bulutsuz sissiz o ayı görürler" diye seslenir.
Aşk
sözü ile Mevlânâ hep beraber gider. Tepeden tırnağa aşk... Dünya tarihinde
aşkı, ilâhı aşkı böylesine dolu dolu yaşayan çok az insan vardır. Aşk Allah’ın
sıfatıdır diyordu ve ilâve ediyordu. Ebede kadar bakî olan şey, aşk ve âşıktır.
Aşksız olma ki, ölü olmayasın, Aşkla öl ki diri kalasın. Aşk şarabını içmek her
can taşıyanın harcı olsaydı Şemsin aşkı âleme yayılırdı. Aşksız geçen ömrü ömür
sayma.
Biz
gafletimizden yoku var görüyoruz. Mevlâna berilerimizin sesini dinliyoruz.
Bütün kâinat, eşya mutlâk bir varlığa sahip değildir. Müstakil olarak vücutları
yoktur. Her varlık HAKK’IN'dır. Varlık diye gördüğümüz her şey Vücudu Mutlâk'ın
ârızî sıfatlarının istihalesinden ibarettir. Bunun için; biz yoklarız. Bizim
varlığımız da ademdir. Mevlânâ her yaratılmışla beraberdir. "Ben her cemiyette inledim. İyi hallilere de
fenalara da eş oldum." derken
cümleye yâr oluşunu, af ve rahmetini, lütfunu, büyüklüğünü açıkçası birlik
mertebesinden cümleye dost oluşunu ifade eder. Bir şiirinde, "tepeden tırnağa kadar Allah diyerek Allah'a en
yakın mertebeye geldim." der.
Mevlânâ
mânânın ölümsüzlüğünü ne güzel anlatır. "Ölümümüzden
sonra mezarımızı yerde arama. Ariflerin gönülleridir mezarımız bizim." der. Öyle de oldu, âşık gönüllerde, ariflerde,
kâmillerde mekân tuttu.
"Âdemoğlunun eğer edepten nasibi
yoksa, âdem değildir. Âdemoğluyla hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç ta
bak cümle kelâmullaha, Kur'anın bütün ayetlerinin mânâsı edepten
ibarettir." diyen Mevlânâ, hayal boyunca bütün hizmetini, din ve
Allah yolunda yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını
sağlamak için çırpındı. Mevlânâ, bütün sözlerini duyarak söyledi, eserlerini
yaşayarak verdi...Allah, Resûlullâh, Kur'an-ı Kerim hayatının, varoluşunun her
zaman için tek rehberi oldu. O, Allah yolunun hakiki yolcularından biri idi. "Bizim Mesnevimiz, vahdet dükkânıdır. Onda Allah'dan
gayri ne görürsen o puttur" derdi. Allah aşkını, maddî ve
manevî bütün dertlerin devası olarak gördü. Mevlânâ, Hazreti Muhammedi,
insanlık tarihinde çok nadir görülen büyük bir aşkla, heyecanla, deliler gibi
sevdi. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, o en büyük, o en yüce, o en
güzel insana her şeyini feda etti. Yürüyüşünde O'nun vekarı, seslenişinde O'nun
belâgati, yaşayışında O'nun tevazuu, sadeliği, güzelliği, muaşeretinde O'nun
iffet ve nezâketi, yüzünde O'nun tebessümü vardı ve başında O'na ümmet olmanın
şeref tâcını taşıdı. Ben sağ olduğum müddetçe Kur'an'ı Kerimin kulu, kölesi,
hâdimiyim dedi. Ey insan sen güzellik Yusufusun dünya kuyusuna atılmışsın seni
bu karanlık kuyudan kurtaracak tek çare, Kur’ana sımsıkı sarılmandır. Eğer sen,
mukaddes Kur'an'ın dergâhına kaçarsan, orada bütün peygamberlerin ruhlarıyla
görüşürsün diyen Mevlânâ en büyük zevki Allaha ibadet ve zikirde buldu. Nefis
şeytanı diyordu, o nimetten, o mânevi lokmadan yemedikçe nasıl müslüman olur?
Kâr, ancak takvada, dinde ve güzel amellerdedir ki iki âlemde de felâh,
bunlarla olacaktır.
Mesnevi'nin
beşinci cildinde, "sufi, zamanının
içerisinde yaşamasını bilmelidir." der.
Tasavvufun şartı, geçmişe ve geleceğe bakmayıp, vaktin hükmünü vermektedir.
Kızmaya ve çatmaya, şikâyete kendini kaptırmayıp, içini kargaşadan ve kalbini
dünya tasalarından, olurdu, olmazdı'lardan boşaltıp, arı ve duru eylemektir.
Mevlânâda
yaşama sanatı sabırla başlar. Sabır dayanabilmek, güçlüklere katlanabilmek
sanatıdır. Olgunluk, günlük yaşantısında sade ve basit olanı seçebilmek,
uygulayabilmek, bir zevk haline getirebilmek sanatıdır. Ancak bu suretle
doğruyu düşünebilme, doğruyu görebilme ve doğruyu yaşayabilme imkân dahiline
girer. Gösterişi, çalımı, cakayı bırakmadan bütün bunlar nasıl mümkün olur?
Yaşama sanatının temeli sabırdır. İftiraya dayanmak, kötü düşüncelere, yalana,
çamur atmalara, kuşkulara... dayanmak sabır işidir. Sabır, insanı affetmeye
yöneltir. Yaşama sanatı için zorunlu durumlardan biri de affedebilmektir.
Karşılık vermemektir. Kurtuluş için affetmekten başka çare yoktur. Mevlânâ, "sevdiğin işi hergün azar azar yap. Belki böylece
kendine yeni bir yol bulursun." buyuruyor
ve ilâve ediyor. Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün. Benim sana
anlatabileceğim, ancak senin anlayabileceğin kadardır. İş dediğin yapmaktır,
söylemek değil. En büyük israf ömrün beyhude yere sarfıdır. Sabır, sevincin
anahtarıdır. Sevgi ve acımak insanlık vasfıdır. Kötülükten kork. Yaptığın
kötülük bir tohumdur, mutlaka yeşerir, Allaha ancak sabır ile ulaşılabilir.
Efendim,
sohbetimizin sonuna yaklaşıyoruz, konumuz bir güzel insan, seçilmiş insan
olunca, ondan söz etmek bile bütün varlığımızı aşkla, heyecanla, özlemle
doldurmaya yetiyor... İnsan ... Bilinmeyen
insan.. Aleksi Karel boşuna "İnsan bu meçhul" dememiş insan
halledilmeyen çözülmeyen muamma... Kudretine pâyân olmayan yüce
varlık... Ancak bu kudret maddî değil. Madde itibariyle çok zayıf, âciz olan
insan mânâ itibariyle muaazzam bir kudrete sahip: bu kudretle madde üzerinde
tasarruflar yapıyor. Mevlânâ bu insanların içinde yaşamış, sevmiş, sevilmiş,
okumuş, gezmiş, kâinat kitabını en güzel şekilde okumuş ve yorumlamış, seçkin,
nadir, bir güzel insandır. O aşk sanatının ustası, O söz sanatının ustası, o
yaşama sanatının ustası, bir güzeller güzelidir. Mevlânânın en büyük meziyeti,
kâinata hem akıl, hem gönül gözü ile bakmasında, bu iki âlemi en güzel şekilde
birleştirerek, yepyeni bir uygarlık ve insanlık anlayışını, madde ile mânâ, iç
ile dış, zahir ile batın arasındaki en güzel sentezi insanlığa sunmasındadır.
Ne yazık ki günümüz insanlığı, insanlık anlayışı henüz bu düzeye gelemedi.
Henüz o gül bahçelerinin kokularını koklayamadı. Ötedenberi bir düşüncem var.
Yıllardır içimde büyüyen gelişen... Efendim, dünyayı bir vücud olarak
düşünürsek Asya bu vücudun kalbi, batı dünyası, Avrupa beyni oluyor. Batıda
akıl, doğuda gönül egemen, ama tek başına ikisi de yetmiyor. Bakıyoruz, geziyoruz,
görüyoruz. Doğu da perişan, batı da ... Ancak ikisi bir araya gelince, bir
sentez halinde birleşince, yepyeni bir insanlık, uygarlık, irfan güneşi
doğacak. İkisinin en güzel terkibini önce Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimizin, Muazzez, Mukaddes, yüceler yücesi varlığında görüyoruz.
Dikkat buyurun mübarek Anadolu toprağı doğu ile batı, Asya ile Avrupa arasında
atılmış bir köprü gibi. İşte bu güzelim terkib bundan sonra da bu topraklarda
yetişen insanlar tarafından yapılacak. Yarınki büyük, güzel, uygarlık sentezini
düşünüp, uygulayıp, insanlığa sunacaklar. Bütün insanlık, kendi kurtuluşunu
getirecek Yunusların, Mevlânâların, Erzurumlu İbrahim Hakkıların torunlarını
bekliyor. İşte o zaman, "sevmek devam eden en güzel huyum"
diyecekler, "sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni"
diye haykıracaklar... Evet, maddenin helak uçurumuna dev adımlarla koşan
insanlığı ancak bu kurtaracaktır. Bu senteze, fert ve toplum olarak ulaşmadan,
sağlıklı, huzurlu ve mutlu olmayı beklemek boş bir hayalden başka nedir ki...
Efendim, çok eskiden bir adam hamama
gider. Yıkanmak için kil ister. Kullanırken kilin mis gibi gül koktuğunu görür.
Sorar. Sen Bir Topraksın nasıl böyle gül gibi kokuyorsun, der. Toprak
cevap verir. Haklısınız der. Ben bir alelade topraktım, ama üç gün gül ile
sohbet ettim, arkadaşlık yaptım da...
İnşallah
bizlere de o gül yüzlülerle arkadaşlık yapmak, sohbet etmek nasibolur. Hepinize
gönüller dolusu selâmlar...sevgiler...saygılar...
Kaynak: Sabri Tandoğan, GÖNÜL SOHBETLERİ, 1. Baskı: Mart 1994
ANKARA
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar