Print Friendly and PDF

Hattat Hamid AYTAÇ kaddesa'llâhu sırrahû (ö. 1891-1982)



XX. yüzyılın meşhur Türk hattatı.

O zamanki adı Âmid olan Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Şeyh Mûsâ Azmi’dir. Babası, Müstakimzâde’nin Tuhfe’sinde adı geçen hattat Âdem-i Âmidî’nin torunlarından Zülfikar Ağa, annesi Müntehâ Hanım’dır. Diyarbakır’da sıbyan mektebini, askerî rüşdiyeyi ve idâdîyi bitirdikten sonra 1908’de yüksek tahsil için İstanbul’a gitti. Bir yıl Mekteb-i Nüvvâb’a (1910’dan sonraki adıyla Mekteb-i Kudât) devam ettikten sonra sanata karşı kabiliyetini gören hocalarının tesiriyle Sanâyi-i Nefîse Mektebi’ne kaydoldu. Fakat babasının ölümü üzerine geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kaldığından tahsilini tamamlayamadı. Haseki’de Gülşen-i Maârif Mektebi’nde hat ve resim hocası olarak çalışmaya başladı; bu arada özel şekilde matbaa işleriyle de uğraştı. Rüsûmat (Gümrük) Matbaası, Mekteb-i Harbiyye Matbaası ve sonra da hocası Mehmed Nazif Efendi’nin vefatı üzerine tayin edildiği Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Matbaası’nda Mehmed Emin Efendi ile beraber hattat olarak çalıştı. Bir yıl kadar da Almanya’da haritacılık ihtisası yapan Mûsâ Azmi Bey, döndüğünde memuriyeti yanında geçim sıkıntısı sebebiyle Bâbıâli’de Hattat Hâmid Yazı Yurdu’nu açarak Hâmid müstear imzası ile piyasaya yazılar yazmaya başladı. Bir süre sonra da resmî görevinden ayrılıp kendini tamamen bu işe verdi. 1928 harf inkılâbından sonra atölyesini matbaa haline getirerek klişecilik, çinkografi, pantografi, mâmul maddeler        
Hamit Aytaç yazı sevgisini ve ilk yazı derslerini, yetişmesinde büyük rolü olan sıbyan mektebindeki hocası -sonradan Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem Diyarbakır mebusu olan- Mustafa Âkif (Tütenk) Bey’den aldı. Askerî rüşdiyede, aynı zamanda Ali Rızâ Bey ekolüne bağlı bir ressam olan Yüzbaşı Hilmi Bey’den sülüs, Vâhid Efendi’den de rik‘a meşketti. Bu iki sanatkârdan Romen ve Gotik yazılarını da öğrendi. Ayrıca Hoca Esad Efendi ile Kolağası Ahmed Hilmi Efendi’den de sülüs ve nesih dersleri aldı. Yazıya olan merakı sebebiyle mektepte bir yılını kaybedince babası yazıyla uğraşmasını menetti. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in cülûs yıl dönümünde yazdığı bir tuğra sebebiyle aldığı ödül, tekrar yazıyla meşgul olmaya başlamasını sağladı. İdâdî yıllarında, Mustafa Râkım yolunda bir hattat olan akrabası Abdüsselâm Efendi’den sülüs ve celîsini ilerletti, şahsiyeti ve sanat anlayışı büyük ölçüde bu zatın etkisinde gelişti. İmam Said Efendi’den de istifade etti. Ayrıca resimle de ilgilenerek ressam Ali Rızâ Bey tarzında eserler verdi ve daha çok peyzaj ile meşgul oldu. İstanbul’a geldiğinde Gülşen-i Maârif’teki öğretmenliği sırasında mektebin müdürü Süreyyâ Bey vasıtası ile tanıştığı Hacı Nazif Bey’den celî-sülüs, Reîsülhattâtîn Kâmil (Akdik) ile Neyzen Emin (Yazıcı) efendilerden sülüs ve nesih yazılarında faydalandı. Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer) Bey’in yanında tuğra çekme tekniğini geliştirdi. Ta‘likte bir müddet Hulûsi (Yazgan) Efendi’ye devam ettiyse de daha çok Mehmed Esad Yesârî’nin yazı örneklerinin etkisinde kaldı ve onun yolunu benimsedi. 1916’ya kadar yazılarında “Şeyh Mûsâ Azmî”, “Mûsâ Azmî” veya sadece “Azmî”, bu tarihten sonra ise Diyarbakırlı oluşuna telmihen “Hâmidü’l-Âmidî” ya da yalnız “Hâmid” imzasını kullandı ve daha çok bununla tanındı. Celî-sülüste Mustafa Râkım ve Sâmi efendiler yolunda mükemmel bir sanat çizgisi ortaya koydu. Yetmiş beş yıllık sanat hayatının en parlak devresi 1920-1965 yılları arasına rastlar. Bu sürede ve sonrasında sayısız eser veren ve hayatını hattatlıkla kazanan Hamit Aytaç’a, Türk sanatı ve kültürüne üççeyrek asra varan hizmeti ve katkıları sebebiyle İstanbul’da 1982 yılında Aydınlar Ocağı Bilim ve Sanat Kurulu tarafından “Üstün Hizmet Armağanı” verildi.

BİBLİYOGRAFYA:
İbnülemin, Son Hattatlar, s. 119-124; Habîbullah Fezâilî, Atlas-ı Hat, İsfahan 1391, s. 379, 380, 649, 650; Mahmûd Şükr el-Cebûrî, Neşetü’l-hatti’l-ǾArabî ve tetavvüruh, Bağdad 1974, s. 171-173; Nâci Zeyneddin, Musavverü’l-hatti’l-ǾArabî, Beyrut 1974, s. 133, 150, 188, 194, 263, 352, 361; a.mlf., BedâǿiǾu’l-hatti’l-Arabî, Bağdad 1981, s. 193, 196, 252, 253, 293, 294, 302, 335; M. Uğur Derman, “Hamid Aytaç”, Türk Hat Sanatının Şaheserleri, İstanbul 1982, s. 65-67; a.mlf., “Hamid Bey”, Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 18-19; Kâmil el-Baba, Rûhu’l-hatti’l-ǾArabî, Beyrut 1983, s. 102-103, 134-136, 201, 221, 230, 246-251; Şevket Rado, Türk Hattatları, İstanbul 1984, s. 267-269; a.mlf., “Kaybettiğimiz Büyük Sanatkâr Hattat Hamid Aytaç”, Türkiyemiz, sy. 39, İstanbul 1983, s. 1-4; Milletlerarası Hattat Hamid Aytaç Hat Yarışması (nşr. IRCICA), İstanbul 1985; İsmet Kerim Yenisey, “Hattat Hamid’le Mülakat”, Selâmet, nr. 40, İstanbul 20 Şubat 1948, s. 12-13; Ali Alpaslan, “Hamid Aytaç”, Hayat Tarih Mecmuası, sy. 11, İstanbul 1972, s. 16-20; a.mlf., “İslâm Yazı Çeşitleri”, Sanat Dünyamız, sy. 32, İstanbul 1985, s. 35; sy. 33 (1985), s. 33; sy. 35 (1986), s. 41; a.mlf., “Hattat Hamid’in Kaybının Düşündürdükleri”, Milliyet, İstanbul 04 Temmuz 1982; a.mlf., “Hattat Hamid”, Kaynaklar, sy. 1, İstanbul 1983, s. 48-53; Necmeddin Şahiner, “Hat Ustası Hamid Aytaç”, Yeni Nesil, İstanbul 14 Şubat 1975; “Illüminating The Quran”, Arabia, London 1981, s. 74-75; Muhammed Harb, “Hâmid: âhirü’l-hattâtîni’l-izâm”, el-Arabî, Küveyt 1982, s. 76-81; “Harflerin Bestekârı Kendisini Anlatıyor”, İlme İrfana Umrana Köprü, sy. 61, İstanbul 1982, s. 8-15; İsmail Yazıcı, “Hattat Hamid’le Hastanede Yapılan Son Mülakat”, Sanat ve Kültürde Kök, XVI, İstanbul 1982, s. 10-26; Emin Barın, “İslâm Âlemi Hattat Hâmid’i Çok İyi Tanır”, Yeni Nesil, İstanbul 31 Temmuz 1982; Selçuk Erez, “Bir Kültür Ustasının Ölümü”, Güneş, İstanbul 1 Haziran 1982; “Regard sur la Calligraphie Islamicue: Calligraphe Hamid Aytaç”, Bulletin d’Information IRCICA, İstanbul 1982, s. 11-13.

[AYTAÇ, Hamit - M. Hüsrev Subaşı]
Kaynak: İslam ansiklopedisi, cilt: 04; sayfa: 287-289
Memleketin en meşhur hattatı idi.
işinin erbabıydı.
Fakat harf devriminden sonra, eski yazıya rağbet iyice azalmıştı. Eskisi gibi iş gelmiyordu artık…
Kocaman bir işhanında küçük bir bürosu vardı.
Uzun zamandır iş yoktu.
Yüzlerce talebe yetiştiren usta hattat, dükkânının kirasını bile ödeyemiyordu.
Han sahibi yaşlı bir Ermeniydi…
Hattatı sabah işe gelirken gördü.
– Usta, kirayı ödemezsen, Cuma gününe kadar büroyu boşalt! Dedi.
Bir şey diyemedi hattat.
Büktü boynunu:
– Bakarız bir çaresine, dedi. Bizi bugüne kadar darda bırakmayan Rabbim, bundan sonra da bırakmaz.
Derin bir nefes aldı usta hattat.
“O ne güzel vekildir”diye düşündü. Hat ile çok yazmıştı bu âyeti.
Cuma gününe kadar birkaç parça iş gelseydi, iyi olacaktı.
Ama Cuma sabahına kadar iş gelmedi-
Cuma sabahı olunca, onu büyük bir makam sahibi yanına çağırdı ve yüklü miktarda iş verdi
Hattat, gece-gündüz çalışarak işleri yetiştirdi ve ücretini fazlasıyla aldı.
Kirayı hazırlamıştı…
İhtiyar Ermeninin oğlu öğlen vakti dükkâna geldi.
Hattat hazırladığı kirayı vermek çizere çekmecesine uzandı.
Çocuk:
– Amca, dedi. Babam iki gün önce vefat etti… Bu han da bana kaldı. Seni seviyorum. Dürüst adamsın… Birikmiş kira borcun varmış. Senin için uygun zamanda ödersin. Bunun için kendini üzme deyip gitti. Sh:147-148
**
Kaynak: Ahmet Sırrı ARVAS, Herkesin Bir Hikâyesi Var, Şubat-2003, İstanbul
**************************
Hattat Hamid Bey artık son günlerini yaşadığını fark etmiş ve hattan ayrı düşmek istemediği için ölümden tedirginlik duymaktadır. Bu ruh haliyle bir gece rüyasında genç yaşta vefat eden talebesi Hattat Halim (Özyazıcı) Efendi’yi görür. Halim Efendi yemyeşil bahçeler içinde habire yazmaktadır. Tıpkı hayatında olduğu gibi hızlı hızlı yazmakta her yan yazıyla dolmuş durumdadır. Halim Efendi; “Hocam kabrimde de habire yazıyorum” der.
Ertesi gün Hattat Hamid, neşeli bir vaziyette öğrencilerine rüyasını anlatır ve “Çocuklar artık rahatça ölebilirim” der.
Hattat Hamid Bey 18 Mayıs 1982’de vefat etmiş, vasiyeti üzerine Karacaahmet Mezarlığında Şeyhü’l-hattâtîn Şeyh Hamdullah’ın yakınında bir yerde toprağa verilmiştir.
İrfan Özfatura/9.12.2007
Yaklaşık 5 yıldır iz bırakanları hazırlıyoruz. Zaman zaman bize “Nereden buluyorsunuz bu mevzuları, bu bilgilere nasıl ulaşıyorsunuz?” diye soruyorlar. Konu bulmak hakikaten zor. Zira biz hikayesi olan insanları arıyoruz, inişler çıkışlar yaşayan, “vay beee” dedirten, hayatı beklenmedik şekilde sonlanan…
Yoksa büyük adam çoook. Filan yerde doğdu, idadiyi şurada rüşdiyeyi burada okudu, filanca fakülteden mezun oldu şu şu şu vazifelerde bulundu, öldü, gömüldü. Evet bu da bir tarz ama gazete okuyucusunu sarmaz.
Birçok ünlüyü araştırıyoruz, çoğundan malzeme çıkmıyor. “Bak bu yazılmalı işte” dedin mi iş belge bilgi toplamaya kalıyor. Sizden saklayacak değilim, bir kere Google müthiş bir imkan. O zat hakkında ne söylenmişse karşınıza çıkıyor. CTRL X , CTRL V… Kes yapıştır, kes yapıştır. Dosyanızda yüzlerce sayfa birikiyor. Ancak internetten alacağınız bilgiler dağınık ve kirli. Ölçü yok, kimi yerin dibine batırıyor, kimi göklere çıkarıyor, sevenler sövenler birbirine giriyor… Sonra bıktıracak kadar tekrar bulunuyor. Tasnifi bir yana doğrulatmak için yine kitap karıştırmanız gerekiyor.
Kitap deyince akla ilk gelen kaynak hatıralar. Üstelik birinci tekil şahsın ağzından çıktığı için emin, buradan alacağınız hiçbir cümlenin tekzip şansı bulunmuyor. Ancak biyografiler okuyucuyu pek de alâkadar etmeyen teferruatlarla dolu ve tuğla cesametindeki kitabı devirmek bir haftanızı mal oluyor. İşin en temizi ne biliyor musunuz? Bahsi geçen zatı yakinen tanıyan biri olacak. Basacaksınız teybin düğmesine anlatacak. Ohhh kurtuldu hafta, keyfler keka…
Bu kolay ele geçen bir nimet değil ama bu defa talihimiz yaver gidiyor. Üç beş hafta evvel koridorda karşılaştığım Hattat Cemil Ağabey “Sana Hamid Aytaç’ı anlatsam yazar mısın?” diyor. Emrin olur ağam… Hastaya ilaç soruyor. Ayaküstü bir sohbet başlıyor “Aslında ressamdım” diyor ve ekliyor: “Bir büyüğümüzün tavsiyesi ile hat sanatına niyetlendim, gidip Hamid Beyin kapısını çaldım…”
Özet geçiyorum: Hattat Hamid o günlerde Ankara Caddesi üzerindeki Reşit Efendi Han’ında bir oda kiralamıştır. Ki avluya bakan izbenin küçük bir penceresi vardır, havasızdır, güneş almaz.
Bir somya, yazı masası, piştahta… Başka şey arama… Dar mı dar, hani üç misafir gelse zor sığar. Üstelik rutubetlidir, akar. Tavandan kırk mumluk bir ampul sallanır, etrafına iliştirilen kağıt güya ışığı toplar.
Geceleri el ayak kesilince ocakçılar kaybolur, o sabahlara kadar yazar da yazar. Gece sessiz, tek tük Cağaloğlu yokuşunu tırmanan arabalar… Kağıt üzerinde cızır cızır gezinen kamış, martı çığlıkları, dem çeken kumrular…
Ayak altında Arap zamkları, porselen havanlar… Hamid Hoca baca islerini itina ile ezer, mürekkebini de kendi yapar.
Odası perişandır. Temizlemek isteyene de izin vermez, düzeninin bozulmasından hoşlanmaz.
Geceleri çalıştığından olacak gündüz içi geçer, gözleri ufalmaya başlar. Bazen harfin ortasında hareketleri donar, başka âlemlere dalar. Bir lahza hareketsiz kalır, başı düşünce sıçrar, gözlüklerinin üstünden mahcup mahcup etrafına bakar. Düşünebiliyor musun bir şey olmamış gibi yazıyı tamamlar ve hat asla bozulmaz.
Yaşlıdır, zor yürür, kırk yılın bir başı dışarı çıkar, berbere filan uğrar. Üstü başı temizdir ama mürekkep lekesini lekeden saymaz.
Bu odacık akademi kesilir, talebelerin biri gider, biri gelir, Mısır’dan, Suriye’den koşan koşana… Hoşsohbettir de, ders esnasında menkıbeler, hatıralar anlatır, ağzından bal damlar.
Rahmetli âdeta yazıyla yatar, yazıyla kalkar. Şişli Camii’nin kapı üstündeki müsenna hattı istiflerken lamelifleri bir türlü oturtamaz, işin içinden rüyasında gördüğü usulle çıkar.
Bütün eslafa hürmet besler, adlarını saygıyla anar. Hassaten Hattat Rakım’ı beğenir, taklit ettiğini söylemekten kaçınmaz. Huzuruna gelen talibleri sülüs nesih “Rabbiyessir” meşki ile pişirmeye bakar. Önce bir tane kendi yazar, mesafeleri baklava dilimi gibi noktalarla belirler, kurallarını koyar. Çalışmaları tashih eder, hataları gösterir, beğendi mi “aferin” demekten sakınmaz. Ama ona beğendirebilmek kolay değildir, bir sene boyunca Rabbiyesir yazarsınız yine de hata çıkar. İşin içinden kopya çekerek sıyrılmaya çalışanları anlar, ancak bunu yutmuş görünür, heves kırmaz.
Mektupla gönderilen çalışmaları da inceler, üzerine şu olmuş, bu olmamış kabilinden notlar yazar, geri yollar.
Öyle uzun uzun tafsilattan hoşlanmaz. Hevesli dediğin el hareketine bakarak da hisse kapar.
Doğrusu fukara sayılır, çorbası zar zor kaynar. Bu yüzden kırık dökük işlerle de oyalanır, bir ara gider Paşabahçe’de cam işi yapar.
Bazen yazdıklarını eşe dosta teklif eder, ne verirlerse “he” der, yüksekten uçmaz.
Öyle Halim Efendi gibi seriu’l-kalem değildir, acele etmez, tadını çıkara çıkara yazar. Evvela kurşun kalemle bir taslak (müsvedde) hazırlar, sonra kamışla şeffaf kağıda geçirir, yazıyı ince ince tashih eder, rötuş yapar, adeta harflerle oynar. Bıkmaz, usanmaz, “içine sinesiye” tekrarlar. Ona göre bir hamlede çıkan yazıya bir kere bakılır, emek verilenden ise göz alınamaz!
Aceleye gelemez, elinde iş var diye talebelerinden kopamaz. Bu yüzden uyanık müşteriler Hattat Hamid’e sipariş verdikten sonra kapıya “Meşgulüm, rahatsız etmeyin” yazan bir kağıt yapıştırırlar. Garibim günlerce insan yüzüne hasret kalır, o kuytu han odasında bir başına tıkırdar.
Bir ara han sahibi onu çıkarmak ister. Hamid Hoca, boynunu büker. Ama bakın şu işe ki han sahibi ölür, o yerinden oynamaz. Hanın yeni sahibi ondan kira mira almaz.
Hattat Hamid’in son günleri hastane köşelerinde geçer. Orada da boş durmaz, parmaklarının titrediği günlerde bile elinden kamışı bırakmaz.
(Bunları yazıya döküp Hattat Cemil Ağabeye götürüyorum, şüphesiz ilaveleri olacak. Ancak beynine giden damarlardan birinin aniden tıkandığını öğreniyorum. Dileriz iyileşir, şu muhabbet yarım kalmaz. Şimdilik bununla yetinin, onun adına sizden dua istiyorum.)
Hattat Hamid velüd bir sanatkârdır, yazdığı tevafuklu Kur’an-ı kerim ve Kırk Hadis özenle basılır. Şişli Camii’nin nefis yazıları onun elinden çıkar. Ankara Kocatepe, Eyüp, Söğütlüçeşme’nin yazıları sayısız kitap kapağı, hilyeler, mezar taşları, levhalar…
Diyarıbekirli Musa Azmi Amidî, Celep Zülfikar Ağa’nın oğlu, Hattat Seyyid Adem Efendi’nin torunu olur ki eli çocuk yaşta kalem tutar. Henüz sıbyan mektebinde iken Mushaf-ı şeriflerin kenarına ayetler yazar. İlk hocası Diyarbakır Meb’usu Mustafa Akif Efendi’den çok şey kapar. Rüşdiye mektebinde Hoca A.Vahid Efendi’den rik’a, jandarma kolağası Ahmed Hilmi Efendi’den de sülüs öğrenir. Sonra Kavas-ı Sağır imamı Said ve Abdü’s-selam Efendilerin peşi sıra koşar. Üsküdarlı Ali Rıza’nın talebesi Hilmi Efendi’nin nezaretinde resim yapar. Hasan Ferid Bey’in atlasından bakarak çizdiği haritalar öyle hoş olur ki okulun müzesine kaldırırlar.
Musa Azmi vaktini resim ve yazıya ayırdığı için dersleri pek iç açmaz. Bu yüzden babası ona (muvakkaten) hat resim yasağı koyar. Ancak gizli saklı hazırladığı tuğra Ulu Hakan’ın ihsan-ı şahanesine lâyık olunca, oğlunun kıratını fark eder, artık önünde durmaz.
Nitekim “İstanbul’a gideceğim” deyince de (16 yaşındadır) mani olmaz. Musa Azmi Sanayî-i Nefise mektebinde ünlülerle tanışır. Saray müzehhibi İranlı Hüseyin Tahirzade ve Büyük Postanenin mimarı Vedat Bey gibi mesela…
Tahsil tam istediği gibi gitmektedir, lâkin babası ölünce ekmek parası kovalamak mecburiyetinde kalır. Maarif nezaretinde münhal yazı hocalıkları vardır ama yaşı tutmaz. Erkanı Harbiye-i umumiye Ser Hattatı Hacı Nafiz Bey yine de elinden tutar, tıfıllara ders vermesini sağlar.
Mâlum devlet memurları ilave iş yapamazlar. Ancak o paraya sıkışınca gider Nuruosmaniye’de ufak bir dükkan açar, tabelaya mecburen müstear bir isim (Hattat Hamid) yazar. Kısa sürede ünlenir, amirleri “Git şu Hattat Hamid’le konuş, onu işe alalım” buyururlar.
“Gitmesem filan” diye kıvranır ama ısrarcı davranırlar. “O Hamid benim” deyince iş çatallanır, mahkemeye çağırırlar. Olacak bu ya hakim İbrahim Hakkı Altunbezer’in ahbabı çıkar, işi usulüne uydurur, beraatını yazar. Ama bu saatten sonra memuriyette kalamaz, istifasını sunar.
O günlerde Ankara Caddesi’ndeki Arif Hikmet Yazı Yurdunun (şimdiki Afitab mağazası) sahibi vefat eder, dul kalan hanımı matbaacılıktan anlamaz. Hattat Hamid burada çalışmaya başlar ve işleri yoluna koyar, bir süre sonra evlerini de birleştirir ve yeni bir yuva kurarlar. Hattat Hamid vakayı veciz bir cümle ile özetler “Azmi iken azmettim Hamid oldum şimdi Allah-ü tealaya hamd ediyorum!”
Her ne kadar parayı mühür, klişe, etiket ve kartvizitten kazanırlarsa da, gönlünde hat yatar. İlerleyen yıllarda matbaadan tamamen kopar.
Hattat Hamid velüd bir sanatkârdır, yazdığı tevafuklu Kur’an-ı kerim ve Kırk Hadis özenle basılır. Şişli Camii’nin nefis yazıları onun elinden çıkar. Ankara Kocatepe, Eyüp, Söğütlüçeşme, Yeni Postane arkasındaki mescidin yazıları, sayısız kitap kapağı, hilyeler, mezar taşları, levhalar…
Hamid Hoca dışarıda da iyi tanınır. Sadece Irak’a binlerce levha yazar. Arap al-Umme dergisi onu “Şeyh’ul hattatin fi’lkarnil işrin” (20. asırdaki hattatların piri) diye tanıtır, Japonya’dan bile röportaja koşarlar.
Hattat Hamid; Hacı Kamil Akdik, Hulusi Yazgan, Neyzen Emin Dede gibi sanatkârlardan istifade etse de kendi kendinin muallimidir, Yesari ve Rakım Efendilerin yazılarını inceleyip dersler çıkarır. Yenicami şadırvanında Sami Efendi’nin hattına bakar, bakar, bi daha bakar. Yağmura çamura aldırmaz. Alimi alim anlar derler, şüphesiz hattatı da hattat!
Bir kitapçı vitrininde Yesari’ye ait celi ta’lik levha görünce adeta abone olur. Kepenk kalkar kalkmaz dükkanın önüne dikilir, saatlerce seyreder. Bir gün… İki gün… Üç gün…
Sahaf da huzursuz olur ama ses çıkaramaz. Bir gün yine gelir yazıya dalar, dükkan sahibi: “Eee sıktın ama” der, “Al senin olsun, bizi de rahat bırak!”
Nasıl sevinir anlatılamaz.
Hat sanatının harf devrimi ile amansız darbe yediği günlerde çok bunalır. Baskılar artınca levhalarını alelacele elden çıkarmaya bakar.
Hasılı o güzelim tablolar ehil olmayanların eline geçer, büyük bir kısmı yurt dışına çıkar. Tavan aralarında solanlar, gömülenler, yakılanlar…
Garibim “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” diye dertlenir. Anlayana…
Bazıları ondan Latin harfleriyle estetik istifler yapmasını arzular, Hamid Bey, “İslâm harfleri asr-ı saadetten beri yazıldı” der, “Üstünde binlerce sanatkârın, emeği, zekâsı, üslubu var. Yeni yazıyı şekle sokmaya ömrüm yetmez, uğraşamam da!”
Hamid Bey; Rakım, Sami, Nafiz efendilerin yolundan gitse de sülüse, kendine has bir şive katar. Erbabı, Hoca’ya ait bir yazıyı uzaktan tanır. Hele celi sülüs istiflerindeki tenasüp, kıvraklık, akıcılık, rahatlık, denge ve leke dağılımı parmak ısırtır. Bu, onun kuru bir mukallit olmadığını ispatlar ki eslaftan aldığı emanete çok şey katar. “Yazı, dilin eli, elin dilidir” demişler, o eliyle konuşur, duyana…
Bir ara handa yangın çıkar, kâhya kapıyı döver, “Üstad!… Üstad!” diye yırtınır “Çabuk çık, yanacaksın!” Bina ahşap, tavan taban çıtır çıtır tahta… Hattat Hâmid hiç istifini bozmaz, “Biz Allah (Celle Celalüh) yazıyoruz kardeşim” der, “Git sen başının çaresine bak!” Dediği gibi olur, yangını yan odada kontrol altına alırlar.
M. Uğur Derman anlatır: Hâmid Bey, Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarını anlatan ‘hilye – i nebevî’ler yazmaya bayılırdı. Bunlardan Dervişzâde Hasan Fehmi’de de bir tane vardı. Bakmaya doyamazdım. Bir ara bu ta’lik hilyeyi lupla inceledim, tek kusur bulamadım. Gidip üstada anlattım… “Yâhu, ben onun tashihi için 2.5 yıl uğraştım” dedi, “kolay mı?”
Hattat Hamid kamışları ustalıkla açar, iki tarafını da sivriltir. Sorar gibi bakan talebelerine “Sivriltelim ki” der, “Şeytanlar oturmasınlar!” Ayet-i kerime, hadis-i şerif yazan bir kamışın üstüne şeytan oturabilir mi? Onu bilmiyoruz ama riyadan, kibirden pek korkar. Kamış yongalarını titizlikle saklar, yakınlarına “Defin suyum bunlarla ısıtılsın” diye fısıldar. Hattat Hamid bir Miraç gecesi dostlarına kavuşur (18 Mayıs 1982). Vasiyeti üzerine Karacaahmet Kabristanında (Şeyh Hamdullah’ın yanı başına) toprağa bırakırlar.
Odasını açarlar. Bir divan, kafasına ısıtıcı takılmış bir piknik tüpü ve bir masa… Sağda solda yarım kalmış birkaç levha.. Karalamalar kalıplar… Han sahibi “Birileri şu emanetleri alsın” dese de talibi çıkmaz. Keşke metrukatı toplanabilse de müze yapılsa… “Olmak için ölmek lâzım” diyen Hamid Usta, ne yazık ki ölünce de adam yerine konulmaz. Adı haber bültenlerine çıkmaz, (IRCICA’yı saymazsanız) belgeseli yapılmaz. Şu vefasızlığımıza bakın ki ruhuna okutulan Mevlid-i şerif ve Kur’an-ı kerim ziyafetlerine bile ahım şahım katılım olmaz.
Hattat Hamid, Ankara Caddesi üzerindeki Reşit Efendi Han’ında avluya bakan küçücük bir odada onlarca sanatkâr yetiştirdi.
Acaba bu han “hat müzesi” yapılabilir mi?
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/irfan-ozfatura/357536.aspx

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar