İNTİHAR
http://www.izinsizgosteri.net/asalsayi103/nurettin.caliskan_103.html
İnsanlık
tarihi boyunca yasaklandı, hor görüldü intihar. Daha da kötüsü uzak tutuldu
insan düşüncesinden, hep “akla uygun” gerekçeler arandı üzerine. Romanlarda,
öykülerde ve mitolojik hikâyelerde yazarın/anlatanın kurgusuyla, görünen
gerekçeler konuldu okurun/dinleyenin çok rahat görebileceği. Psikoloji bilimi
imdada yetişti daha da olmadığında. Gerçi toplumsal sorunların getirdiği
rahatsızlıkları açıkladılar ama, sorun intiharı yaşayanındı, toplumun değil.
Fransız
sosyolog, Emile Durkheim'e göre “intihar, nedenleri yadsınamayacak kadar
toplumsal olan bir olgudur. Bu olgunun nedenlerini belirleyen güçler, bir
toplumdan diğerine, bir dinden diğerine değişiklik gösterebilir, ama önemli
olan bireyden değil, grup veya toplumdan kaynaklanmış olmalarıdır. İlk bakışta
bireysel yapının bir sonucu gibi görünen intihar, gerçekte toplumsal yapının
bir sonucudur.”
İntihar
varolan hayatın idamesine dayalı toplumsal bağları zedeleyici bir eylemdir.
Çünkü kendi hayatına kıyan kimse, aynı zamanda varolan toplumsal düzenin
kendisine yüklediği sosyal, kamusal ve kültürel kimlikleri de katleder. İntihar
eden kişi, varolan toplumsal düzenin içinde bir boşluk olduğunu gösterir ya da
baş edilmez bir boşluk açar. Böyle bir boşluğa tahammülü olmayan kurulu düzenin
tepkisi ise intihar edeni ve eylemini mahkûm etmek biçiminde olur.
* * *
kimse duymadan
ölmeliyim
ağzımın
kenarında bir parça kan bulunmalı
beni
tanımayanlar
mutlak birini
seviyordu demeliler
tanıyanlarsa
´zavallı´ demeli
çok sefalet
çekti
fakat hakiki
sebep
bunlardan
hiçbiri olmamalı
Orhan Veli
* * *
Hoşçakal,
dostum, hoşçakal, mutluluklar.
Sevgili
dostum, yüreğimde yaşayacak anın,
Sonunda
ayrılık yazgısı olsa da insanın.
Hoşçakal
dediğimiz gibi buluşmak da var.
Hoşçakal,
dostum, el sıkışmadan, suskunlukla
Sakın üzülme,
nedir bu gözlerindeki hüzün?
Şu yaşamda
yeni bir şey değil ki ölüm,
Ama pek öyle
yeni sayılmaz yaşamak da.
Daha sonrada
otel odasında ceketinin koluyla kendini pencereye asarak intihar etti.
Devrimle gelen
toplumsal düzenlemelere alışamadığı, köy yaşamına özlemi ve sevgilisi İsadora
Duncan gerekçe gösterilir Yeseven’in intiharına. Beklide onun intihar
gerekçesini anlayan, Sergey Yesenin’in 12 yıllık arkadaşı, en yakın devrimci
dostu olan Mayakovski oluyordu. Yoldaşının intiharı üzerine şaşkına dönen
Mayakovski ‘Sergey Yesenin’e isimli uzun bir şiir yazacaktı.
SERGEY
YESENİN'E
Sen gittin
diyorlar, yukarılarda bir dünyaya.
Sonsuzlaşma -
Uçuyorsun, parıldayan yıldızlara çarparak.
Ne borç var
artık bize, içki ne de ayılma.
Hayır,
Yesenin, oh çekmek değil benim istediğim.
Görüyorum ben
kesik bileklerinle sendeleyişini
Ve alayla
değil acıyla düğümleniyor yüreğim
Görüyorum bir
kemik çuvalı gibi yere atışını gövdeni.
- Dur!
diyorum. Bırak! Delirdin mi sen?
Sürer mi ölümü
hiç insan tebeşir tozu gibi yanaklarına?
Sen ki çok
daha iyi verirdin ölüme ağzının payını herkesten.
(…)
Beklide aynı
gerekçe Mayakovski’ye ilham olacaktı, Mayakovski’de 5 yıl sonra, farklı
tarzlada olsa, yoldaşının peşinden gidecekti.
37 yıllık
yaşamına yüzlerce şiir, desen, afiş, kolaj ve karikatür sığdıran, geleneksel
Rus şiirine savaş açarak alışılagelmiş anlayışları alt üst etmiş, değişebilen
ve değiştirebilen, devrimin ozanıdır Vladimir Vladimiroviç Mayakovski. Bir
devrimcidir o, bir “gelecekçi”, beklide bu yüzden geleceği (ölümünden 60 yıl
sonrasını) görüyordu, …
(…….)
Marx
duvarından bir süre baktı durdu,
Sonra
birdenbire bizim ihtiyar
Açtı ağzını,
lâkin gülümsemek için değil,
Ama ne
kükreyiş bir bilseniz:
“Devrim
sığkafaların ağına dolanmış durumda,
Sığkafaların
sığ alışkanlıkları Wrangel’den beterdir” diye haykırdı.
“Daha çabuk,
bu
kanaryaların boynunu sıkın,
izin vermeyin
Komünizmin içini boşaltmalarına!”
1925 yılında
intihar eden arkadaşı Yesenin adına yazdığı uzun şiirde
Şu hayatta en
kolay iştir ölmek
asıl güç olan
yepyeni bir
yaşama başlamak
demesine
rağmen, bu intihar olayından etkilenmişti ve 1930 yılında 37 yaşındayken
intihar etti. Kaldığı otel odasında tetiği çekti, zihni gibi kızıla boyandı o
anda oda. Son devrimini kendine karşı yaptı.
Öldüğünde,
sevdiği kadın Lili Brick'i ve ailesini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği
hükümetine emanet ettiğini belirten bir mektup bırakıyordu.
Son Mektup
Hepinize!..
İşte ölüyorum.
Kimseyi suçlamayın bundan ötürü.
Hele
dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım,
kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni.
İş değil bu,
biliyorum (kimseye de öğütlemem),
ama benim için
başka bir çıkar yol kalmamıştı.
Lili, beni
sev.
Hükümet
Yoldaş!
Ailem Lili
Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya' dan ibarettir.
Yaşamlarını
sağlarsan, ne mutlu bana...
Bitmemiş
şiirleri Brik'lere verin, ne lazımsa onlar yapar.
"Bir
varmış bir yokmuş" derler hani:
Aşkın küçük
sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp
parçalandı işte sonunda...
Acıları,
mutsuzlukları, karşılıklı haksızlıkları, hatırlamaya bile değmez:
Ödeşmiş
durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler
mutlu olun yeter.
* * *
okudu. 1933'te
kurulan Einaudi Yayınevinde görev aldı. 1935’te faşistlere karşı çalışmaları,
özgürlük ve demokrasi çevirileri ve yazıları yüzünden bir yıl hapse mahkûm
oldu, fakat kapalı kaldığı o bir yılı da “Hapis” adlı romanında malzeme olarak
değerlendirdi. Serbest bırakıldıktan sonra aynı yayınevinde şiir, hikaye, roman
yazmaya devam etti. 1950 yılında yazarlık hayatının doruğuna ulaştı. 1950
Nisanı'nda, “Yalnız Kadınlar Arasında” adlı kitabına verilen Strega Ödülü'nü
aldıktan sonra Torino'da bütün özel çalışmalarını yok etti.
Pavese,
hayatının son 15 yılını yazdığı günlüğünde anlattı. Ölümünden sonra günlükleri
1952 yılında, arkadaşları tarafından, “Yaşama Uğraşı” adıyla yayımlandı.
Yaşamının son
aylarında, Yaşama Uğraşı’na şunları yazıyordu:
"İnsan kendini bir kadına duyduğu aşk yüzünden
öldürmez. Çünkü aşk, her türlü aşk bizi kendi çıplaklığımız, sefaletimiz,
kırılganlığımız, hiçliğimizle ortaya çıkarır. Derinlerde, çok derinlerde akıp
gitmekte olan bu şaşırtıcı aşk ilişkisine var gücümle tutunmamış mıydım? Salt
kendimi o eski düşünceye geri götürmek için, onu eskiden beri hep aklımı çelip
duran o itkiye, o eski düşünceye, aşka ve ölüme geri dönmenin bir özrü yapmamış
mıydım?"
18 ağustos
günü güncesine yazdığı son sözler ise şöyleydi:
'Gizlice en
çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey,
Sen, acı.
Peki sonra?
Bütün gerekli olan, biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse,
yaşam içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay
sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük
istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan.
Sözler değil.
Eylem. Artık yazmayacağım.'
Bu küskünlük
ve başkaldırı yalnız 'yazmak'a değil hayatın bizzat kendisineydi. Cesare Pavese
1950 yılının 26 Ağustos'unda küçük bir otel odasında uyku hapı alarak yaşamına
son verdi; ardında bir "Yaşama Uğraşı" bırakarak.
Herkese
bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek
ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son
verir gibi olacak,
belirmesini
görür gibi
aynada ölü bir
yüzün,
dinler gibi
dudakları kapalı bir ağzı.
O derin
burgaca ineceğiz sessizce.
"Yaşama
Uğraşı" adlı kitabında Pavese, "herkesin intihar etmek için
iyi bir nedeni vardır" derken insanları yaşamları ve ölümleri
konusunda özgür olmasını savunuyordu.
* * *
Fransa'da
sosyalist düşüncenin halk arasında yayılması için çalıştı, eylemlerini daha çok
İşçi Partisi safında yoğunlaştırmıştı. Lafargue, Marx'la tanışmadan önce
Proudhoncuydu, ahlakı ve ekonomi bilimini her türlü Tanrısal öğeden arındırma
girişiminin temsilcisi Proudhoncu.
Önceleri
bağlandığı cumhuriyetçi ve demokratlardan kopup, "gençlik düşlerinden
'vazgeçerek', hükümetin değil, toplumun değişmesini isteyen" işçilere
katıldı. 1865'te, Londra'da Genel Konsey'e, Fransız işçi devinimi üzerine bir
rapor sundu ve bu olay sırasında Marx'la tanıştı.
Paris'te
hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden
uzaklaştırılan Lafargue, tıp öğrenimini Londra'da sürdürdü. 1867’de Marx’ın
kızı Laura ile evlendi ve Paris'e yerleştiler. 18 Mart 1871'de
ayaklanma patlak verdiğinde, Hükümet, bu ayaklanmayı kanla bastırdı
Lafargue, tutuklanacağını anlayınca İspanya'ya geçti. Burada kaldığı bir yıl
içinde, "Kapital"in İspanyolca'ya çevrilmesine yardımcı oldu. 1877'de
Egalité gazetesinde Fransa işçi sınıfını örgütlemek üzere yazılar yazdı,
1880'de, Londra'da Engels'in evinde Marx ve Guesde ile birlikte örgütün
programını hazırldı. O günlerde, "Tembellik Hakkı" da Egalité'de
tefrika olarak yayımlanıyordu...
26 Kasım
1911'de, Lafargue eşi Laura ile bir koltukta kucak kucağa son soluğunu vermiş
olarak bulundu. Kendilerini öldürmelerinin nedenini, bıraktığı mektupta şöyle
açıklamaktaydı Lafargue:
"Bedence
ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan,
beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce
uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük
olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum. Yıllardır, yetmiş yaşımı aşmamaya
söz verdim kendime. Yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve
kararımı uygulama yolunu tasarladım: deri altına siyanür enjekte etmek. 45
yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya
ulaşacağından
emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum."
* * *
1890'de,
Rembrandt'tan sonra en büyük Flemenk ressam olarak isimlendirilen, modern
sanattın dışavurumcu akımının temsilcisi Vincent van Gogh kendini
tabancayla vurarak intihar etti. 27 Temmuz
1890 da
silahını sol göğsünün altına dayadı ve ateşledi fakat kurşun onu öldürmedi.
Olaydan sonra tedaviye alındığında “bunu da başaramadım” diyordu, fakat iki gün
sonra 29 Temmuzda aldığı yaranın sonucunda öldü. Yaptığı resimlerin satamamanın
getirdiği hayal kırıklığı, yoksulluk, hastalık ve yalnızlık sonucunda intihar
ettiği söyleniyordu.
30 Mart
1853’te Hollanda’nın taşrası Zundert’te doğdu. Koyu bir Protestan olan babası,
Vincent’in papaz olmasını istemekteydi. Papaz okuluna kaydı yaptırdı ve yıllar
sonra Okul bittiğinde Belçika’ya vaiz olarak gönderildi. İlk vaizinde, yaptığı
konuşma yeterli bulunmadığı için vaizlik görevine son verildi.
Daha sonraları
aradığı ışığı ve özgürlüğü resim yapmada bulacaktı. Van Gogh için resim,
insanlara ve nesnelere karşı duyduğu derin sevgiyi anlatabileceği tek yoldu. Bu
düşünce ile ateşli renklerin kuvvetli tonlarını tuvale yansıttı.
Bir dönem, aynanın karşısına oturup yüzünü seyreder ve
kendi portresini yapmaya başlar. Amacı kendini sorgulamaktır. Sorguladıkça da
yeterli bulmayacak bir başka portresini çizecektir.
Bir “deli-dahi” diydi o, hem de ağrısına dayanamadığı sağ
kulağını kesip, aşık olduğu Parisli fahişeye hediye etmeye kalkacak kadar...
Sefalet içinde
geçen 37 yıllık kısacık ömrüne, o günlerde beş para etmeyen, günümüzde ise en
kötüsüne 20-30 milyon dolar paha biçilen 366 renkli, 60 siyah-beyaz tablo
sığdırdı. Daha sonra ortaya çıkanlarla birlikte toplam 463 esere sahiptir.
Ölümünden
sonra, onun yaşamını inceleyen Antonin Artaud (1896-1948), “Van Gogh: Toplumun
İntihar Ettirdiği” adlı kitabında Van Gogh’un intiharının savunuculuğunu
yapacak, onun “feci bir duyarlılıkta” olduğunu söyleyecekti. “Hayır, van
Gogh deli değildi” der kitabında Antonin, “Çünkü van Gogh’un resmi,
törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa
bile, mevsimleriyle, gel gitleriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van
Gogh’un yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.”
* * *
Berlin
yakınlarındaki Wansee gölü kıyısında gezintiye çıkan çifti görenler, onların
birlikte intihar kararı aldıkları ve bunu o gün uygulayacakları düşüncesinden
uzak, iki sevgilinin romantik gezi yaptıklarını düşünürler.
“Şimdi,
hepten benimsin ey ölümsüzlük” diyen Alman şair Heinrich Von Kleist,
karısına bıraktığı son mektubunda intiharını açıklar:
Marie Von
Kleist`a
Pek sevgili
Marie’ciğim, ruhumun şu ölüm anında tutturduğu zafer türküsü içinden seni bir
kez daha anmalı ve sana kendimi anlatmaya çalışmalıyım: sana, duygu ve
düşüncesine değer verdiğim biricik insana; bunun dışında yeryüzündeki her şeyi,
tümeli ve tikeli, yüreğimde kesinlikle aştım. Evet doğru, seni aldattım, daha
doğrusu kendimi aldattım; böyle bir şeyin ölümüm olacağını sana binlerce kez
söylemiştim, işte şimdi elveda diyerek, sözümü tutuyorum. Sen varken, başka bir
kadın arkadaşa değiştim seni Berlin’de; ama belki avuntun olur diye söyleyeyim,
benimle yaşamak isteyen değil, hayır, kendisine de sana olduğum denli az bağlı
kalacağım duygusu içinde, benimle birlikte ölmek isteyen birisiyle aldattım.
Daha fazlasını söylememe, bu kadına olan saygım izin vermiyor. Yalnız şunu bilesin,
ruhum onunkiyle ilişkisinden sonra, ölüme salt erginleşti; insan ruhunun
ululuğunu onunkiyle ölçtüm ve yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey
kalmadığı için ölüyorum. Elveda!
(…)
18 Kasım
1777'de Oder üzerindeki Frankfurt'ta doğmuş olan Heinrich von Kleist, matematik
ve Kant felsefesi ile ilgilendi. 1802 de Schroffenstein Ailesi adlı oyununu ve
Kırık Testi adlı güldürüsünü yazdı. 1807 yılında Phöbus adında aylık bir dergi
yayımlamaya başladı. 1808'de yazdığı Hermann Savaşı adlı oyununda, Napolyon'a
karşı duyduğu uçsuz bucaksız nefreti, ortaya koyuyordu .
1810'da
oyunlarının en ünlülerinden biri olan Prens Friedrich von Hamburg'u yazdı ve
Kısa süren Berliner Abendblätter adındaki gazeteyi çıkarmaya başladı.
Yukarıda sayılanlardan başka 1810'da yazdığı Das Kütchen von Heilbronn ve
Penthesilea adında iki oyunu, birçok uzun öyküsü ve şiirleri vardır.
Zweig,
sevgilisiyle birlikte intihar eden Alman sairi Kleist'in biyografisini yazarken
şöyle diyordu:
"Bazen
ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de
bulunmalıdır."
(…..)
"Hepsi de
bilinmeyen bir gücün sürgünleridir, o güçten asla kaçmamaya hükümlüdürler,
çünkü onları kovalayan şey, kendi kanlarında dolaşmaktadır hararetle, kendi
alınlarında başına buyruk barınmaktadır. İçlerindeki düşmanı, yani efendilerini
ve kaderlerini yok etmek için, kendilerini yok etmek zorundadırlar."
Stefan Zweig,
1934 yılında, Nazilerin baskılarından yılıp, ailesini bile yanına almadan yurdu
terk etti ve Londra’ya yerleşti. 1937'de karısı Frederike'den ayrıldı, bir yıl
sonra Portekiz'e giderken yanında Lotte Altman adında genç bir kadın vardı.
16 Eylül 1939
tarihli günlüğünde, Alman faşizminin saldırganlığını karamsar bir halde kaleme
alacaktı:
“ne olursa olsun mahvolduk, hayatlarımız onlarca yıl
düzelmeyecek… Fransa’nın teslim olması yakın… bitti. Avrupa’nın işi bitti,
dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.”
Çok geçmeden
2. Dünya Savaşı patlak verdi.
1942'nin Şubat
ayında Brezilya’daydılar. Gazetelerde okuduğu Nazi saldırganlığı moralini
bozmuş, katıldığı Rio de Jonerio karnavalını bırakarak karısı Lotte ile
birlikte Petropolis'e döndü.
23 Şubat 1942
sabahı, Rua Gonselves Dias, 34, Petropolis adresindeki yatak odasının kapısı,
öğleye kadar açılmadı. Bu durumdan şüphelenen hizmetçiler, polise haber verdiler.
Yatak odasına giren polisler, sırtüstü yatan Stefan ile elini onun göğsüne
koymuş olan Lotte'yi buldular. "Veronal" adındaki ilaçtan almışlardı.
Titizce düzenlenmiş masanın üstünde, pulları bile yapıştırılmış olan veda
mektupları duruyordu. Ayrıca, Petropolis Valisi'ne hitaben yazılmış,
"Deklarasyon" başlıklı bir mektup vardı:
"Kendi
isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine
getirmeğe kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve
konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür
etmeliyim. Her gecen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanım
konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi
kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla
isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama 60 yasından sonra, yeni baştan başlamak
için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar suren yurtsuz
göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci
ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve
dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım!
Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala
görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum."
Zweig 22 Şubat
1942'de karısı Lotte ile birlikte intihar ettiler ve devlet töreniyle
Petropolis Mezarlığına gömüldüler.
Kleist’in
biyografisinde aynı zamanda kendi intiharını yazdığını, üzerine eğildiği hayatın
kaderiyle benzeşeceğini kim bilebilirdi ki?
“Her zaman en
büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı,
zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor…”
* * *
Virginia Woolf, 1882 yılında Londra'da doğdu. Hiç
okula gitmedi, evde eğitim gördü. 1929'da yayımlanan Kendine Ait Bir Oda isimli
kitabı ile adını dünyaya duyurdu. Dalgalar, Deniz Feneri, Orlando en ünlü
romanları arasındadır.
Erkek kardeşi
Adrian 'Hitler'in acımasızlığına boyun eğmektense intihar edeceğine' karar
verdi. Doktor olduğu için elinin altında öldürücü dozda zehir vardı, bunları
gerekirse Leonard ve Virginia'yanın da kullanabileceğini söyledi. Savaşın iyice
gelip kapılarına dayandığını düşünmelerine koşut olarak, Woof'lar garajın
kapısı kapayıp, intihar etmekten söz eder oldular. Ama biraz düşününce Virginia
ölmek istemediğine karar verdi, güncesine şunları yazıyordu: 'Sonumun
garaj olmasını istemiyorum. Daha on yıl yasayıp kitabımı yazmak istiyorum...'
Takvimler 28
Mart 1941’ı gösteriyordu. Virginia Woolf, o sabah bir şey yazamamıştı.
Leonard'ın önerisine uyarak hizmetçiye Leonard'ın odasını toplamakta yardım
etmeye çalıştı. Çok geçmeden bundan yoruldu ve odayı terketti. Daha sonraları,
11:30 sıralarında, hizmetçi onun mantosunu ve bastonunu alıp evin çevresinden
uzaklaştığını gördü. Irmağa varınca bastonunu kıyıya uzattı, ceketinin
ceplerini büyük taşlarla doldurarak suya girdi. Yüzme bilmiyordu. Üç hafta
sonra çayırlıkta oynayan çocuklar ırmağın altlarına rastlayan yerde cesedini
buldular. Kocasına bıraktığı mektupta "Senin yaşamını berbat
etmeye devam edemem, yapabilecegim en doğru şeyi yapıyorum. Bundan böyle
savaşamam." diyordu.
Cesedini
yaktırdıktan sonra küllerini Monks House'daki bahçeye, büyük karaağaçlardan
birinin altına gömdü. Mezar taşındaki yazıt Dalgalar'ın son cümlesidir:
"Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve
boyun eğmeden, ey ölüm!"
* * *
'Bilinçli'
intiharından dolayı 'unutturulmuş' Beşir Fuad, Osmanlı'da
denemenin, yazınsal eleştirinin, eleştirel biyografinin ilk ürünlerini veren,
yine ilk materyalist unvanını taşıyan adam. 1852 yılında dünyaya geldi. Fransızca,
İngilizce ve Almanca bilen Fuad, ömrünün son üç yılına sıkıştırdığı yazı hayatında,
çevirileriyle birlikte 200'e yakın yazı ve 16 kitap yayınlamıştı.
İntiharını iki
yıl önceden kendisi duyurmuştu. Ahmed Mithad Efendi'ye yazdığı mektupta,
intihar edeceğini ve bedenini derslerde kullanmaları için Mekteb-i Tıbbiye’ye
bırakacağını yazdı.
"Mekatib-i
Tıbbiyye'nin teşhir etmek için senevi beş altı cenazeye ancak nail
olabildikleri ve bu miktarın mükemmel teşrih öğrenmeye adem-i kifayesi
malumdur. Hayatımda fenne hizmet eylediğim gibi, cenazemin de öyle hadim
olmasını arzu eylediğimden, cenazemi teşrih olunmak üzere teberruan Mekteb-i
Tıbbiyye'ye terk eyledim. Ümid ederimki, veresem şu arzuma mani olmazlar.
İntiharımı
fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan birinin geçtiği mahalde cildin altına
klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp
şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.
Kan akmakta
iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek muhafaza-i
hayat mümkün olduğu halde azmimden nükul etmeyeceğim!
Şairler söz
ile pek çok kahramanlık satarlar; fakat fiiliyata gelince, böyle bir metanet
göstereceklerinden pek emin değilim. Çünkü şu intihar, beyne bir tabanca
sıkmak, kendini asmak veya suya atılmak gibi değildir. Onlara bir kere teşebbüs
edilince, onu menetmek ihtiyarı elden gider."
24 Kanun-ı Sani sene 302, Beşir
Fuad.
Beşir Fuad, 6
Şubat 1887' de, Cağaloğlu Yokuşu' nda Kitapçı Arakel' in dükkanı karşısındaki
12 numaralı evinde gece geç vakit bileklerini kestiğinde 35 yaşındaydı.
Bileklerindeki kesik atardamarına klorit kokain şırınga ederek intihar etti.
Ölürken izlenimlerini kanıyla bir kağıda yazıyordu:
"Ameliyatımı
icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken
baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım.
Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum.
Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.
Canib-i
zabıtadan gelecek tahkik memuruna size anlatmağa mecbur olmadığım bazı esbabdan
dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve
imzam alem-i matbuatta bulunan muharrirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude
işgüzarlık edeceğim diye zaten matem içinde bulunacak familyam azası hakkında
bi-lüzum tahkikata girişip de onları iz'ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın
vukusunu müsbittir. Sizin vazifeniz kağıdı alıp bir jurnal ile makama takdim
etmekten ibarettir.
Vücudumu
teşhir olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiyye'ye teberrüan bahşettim. Cenaze oraya
naklolunmalıdır. Beşir Fuad"
5 Şubat 1887
gelen doktora
söylediği söz, ''zahmet etmeyin, beş dakikalık ömrüm kaldı'' oldu.
* * *
Gerard De
Nerval 1808'de Paris'te doğdu. Babası Napolyon ordusunda görevli olan Nerval,
küçük yaşta annesini kaybedince amcası tarafından büyütüldü. 12 yaşında
Paris'te bir kolejde okumaya başladı, sanat çevresiyle tanıştı. Kendisine kalan
yüklü bir mirasla italya'ya gitti ve burada Alman edebiyatı üzerine çalıştı. 1842
yılında çıktığı doğu gezisinde edindiği izlenimleri "Doğu
izlenimleri" ismiyle kitaplaştırdı. Aşırı bir duyarlıkla bağlandığı oyuncu
sevgilisi Jenny Colon 1842 yılında öldükten sonra
onu sevmeye
devam etti ve "Aurelia" isimli eserinde Meryem Ana'yla onu
özdeşleştirdi. Bu karşılıksız aşk yüzünden ruh sağlığı bozuldu ve birkaç kez
tedavi gördü. 1854'de kaleme aldığı "Ateşin Kızları" isimli eserinde,
yitik bir güzellik, saflık ve gençlik cenneti düşündüğü konu edindi.
"Kuruntular" isimli eserinde ise sonelerini topladı. Goethe'den
yaptığı Faust çevirişi büyük beğeni topladı. Büyük yolculukların yazarı Nerval,
arkadaşı Theophile Gaitier'ye şöyle yazmış bir mektubunda:
"Ülkeden
ülkeye, bir kentten diğerine taşırken benliğimi, en güzel hayallerimi tek tek
getirdim. Yakında düşlerimin hayaline dönüşeceğim."
Nerval, 1855
yılının Ocak ayında, Paris'teki Vielle Lanterne caddesinde, yağmurlu bir kış
gecesi kendisini kravatıyla bir fener direğine asarak intihar etti. Evinde
kaldığı teyzesine intihar etmeden önce bıraktığı kâğıtta şu not
yazılıydı: "Bu akşam beni bekleme, çünkü gece siyah beyaz
olacak."
Nerval'in tüm
eserilerinde düşlerinin ve yaşadıklarının hüzünlü bir anlatımı vardır.
Kendinden sonra ortaya çıkmış olan simgeciliğin ve gerçeküstücülüğün öncüsü
olmuştur. Baudelaire, Mallerme, Rimbaud, Nerval'in takipçisi olmuşlardır. Batı
edebiyatının önemli şairlerinden biri olan Nerval, düşleri günlük hayatla
olağanüstü olaylar arasında bir köprü olarak görmüş ve bu konudaki deneyimleri
eserlerinin temelini oluşturmuştur. Nerval canına kıydığında henüz 47
yaşındaydı.
"Yazık! Her şey ölecek
demek ben ölürsem!".
Antonin Artaud ''Van Gogh: Toplumun İntihar
Ettirdiği'' adlı kitabında Nerval için şunları yazacaktı:
“Gérard de
Nerval deli değildi ama öyle olmakla suçlandı, yapmaya hazırlandığı kimi önemli
açıklamaları değersiz kılmak için, ve suçlanmaktan başka, bir de kafasına
vuruldu, bir gece kafasına fiziksel olarak vuruldu, açıklayacağı korkunç
olayların belleğini kaybetmesi için, ve onlar, bu darbenin etkisiyle, onda
doğaüstü düzleme geçtiler, çünkü onun bilincine karşı gizlice birleşmiş bütün
toplum, o anda onların gerçekliğini unutturacak kadar güçlü oldu.”
* * *
Doktor bir
babayla opera şarkıcısı bir annenin oğlu olarak 21 Temmuz 1899'da Şikago
yakınlarında Oak Park'ta dünyaya gelen Hemingway, burada beş kardeşiyle
birlikte büyüdü ve 1917'ye kadar okula devam etti. Tutkulu bir sporcu olan
Hemingway, henüz öğrenci gazetesinde çalışırken gazeteci olmaya kararlıydı.
18 yaşında
Kansas City Star gazetesinde başladığı eğitimini, I. Dünya Savaşı'nda Kızılhaç
örgütüyle birlikte sağlık memuru olarak İtalya'ya gitmek üzere bıraktı. Ağır
bir şekilde yaralanan Hemingway, iyileştikten sonra piyade birliğine gönüllü
olarak katıldı.
Hemingway,
1920'de evlendigi Hadley Richardson ile birlikte Toronto Star Weekly gazetesi
için dış ülke muhabiri olarak Avrupa yolculuğuna çıktı. Birlikte bir çocuk
sahibi olduğu ilk eşinden 1924'te boşandı. İkinci evliliğini gazeteci Pauline
Pfeiffer ile yaptı ve 1940'ta boşandı. 1921'de Türk-Yunan savaşında savaş
muhabiri olarak bulundu. Bir yıl sonra da Mussolini'nin Roma'ya yürüyüşü
sırasında Amerikalı yazar Gertrude Stein ile arkadaş olunca Hemingway edebiyata
yönelmeye heveslendi. Bunun ilk semeresi ‘Zamanımızda’ adlı kısa öykülerden
oluşan bir kitaptı.
Hemingway
1953'te Pulitzer Ödülünü aldıktan sonra 1954'te Nobel Edebiyat Ödülüne layık
görüldü. Arteriyosklerozlu tutkulu avcı Hemingway yedi yıl sonra, 2 Temmuz
1961'de, 61 yaşında, Ketchum/Idaho'da kendisini avcı tüfeğiyle vurarak yaşamına
son verdi.
* * *
Ernst Bloch,
Theodor W. Adorno ve Bertolt Brecht'in etkisiyle 1930'larda giderek Marksizme
yakınlaşan Benjamin 1933'te Almanya'yı terk ederek Paris'e yerleşti. Burada
edebiyat dergilerine ve New York'ta Adorno ve Horkheimer tarafından yayımlanan
Sosyal Araştırmalar Dergisi'ne eleştiri ve denemeler yazdı. 1939 yılında, Alman
mülteciler tarafından yayımlanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyle Alman
vatandaşlığından çıkarıldı. Almanların Fransa'yı işgal etmesi ve Paris'teki
evini Gestapo'nun basması üzerine Fransa'nın güneyindeki Port-Bou kentine
kaçtı; burada polis tarafından Gestapo'ya teslim edileceğini öğrenince, 26
Eylül 1940'da intihar etti. Bu ölümü Bertold Brecht “Hitler'in Alman
edebiyatına verdiği ilk ciddi kayıp olarak” yorumlamıştı.
* * *
Turing, 1952
yılında genç bir erkekle uygunsuz şekilde yakalandı ve tutuklandı. Toplumsal
ahlakı bozmaya yönelik davranışları düzenleyen yasa kapsamında yargılanacaktı.
O dönemde homoseksüellik İngiltere’de suç olarak görülüyordu. Suçunu
kabul etti. Yargılama sonunda önüne iki seçenek koydular: ya hapse girecekti ya
da hormon tedavisini kabullenecekti. Turing, hormon tedavisini seçti. Bu
suçlama ve verilen ceza sonunda, birçok şeyden mahrum kalmasına yol açtı.
Güvenlik belgeleri elinden alındığından, yürüttüğü danışmanlığına son verildi.
Ayrıca, bildiği devlet sırlarını açıklaması olasılığına karşı gözetim altında
tutuldu.
Haziran ayının
o soğuk ve yağışlı pazartesi gününde, siyanür şırınga edilmiş bir elma yiyerek
intihar etti. Turing öldüğünde sadece 42 yaşındaydı. İntiharı, yaşam tarzını
kabul etmeyen topluma karşı bir tepki oldu.
* * *
Iris
Chang, Amerika'da doğup büyümüş, Nanking'den oradan kaçan bir çiftin
torunuydu.
"Irzına
Geçilen Nanking" başlıklı araştırmasında, II. Dünya Savaşı boyunca japon
askerleri tarafından ırzına geçilen, öldürülen, işkence edilen Çinlilerin
hikâyelerini kaleme
almıştı. Çin Hükümeti onu yılın kadını seçti, Japonya'daki aşırı sağ kanat öfke
ve hakaret bombardımanına tuttu. Yazdığı, kendi anneannesinin hikayesiydi. Daha
evvel yazdıkları görülmedi, daha sonra yazdıklarıyla da ilgilenilmedi. Yine de
herşeye rağmen, yazmaya, araştırmaya devam etti.
Sesini yazıya,
yazı dünyasına duyuramayanların, altkültürlerin, ezilenlerin, marjinlere
itilenlerin hikâyelerini kendi ağızlarından dinleyip, kendi ağızlarından
aktarabilmek için, onlarla yaptığı görüşmeleri videoya çekiyordu.
Araştırdıklarından
fazlasıyla etkilendi, yazdığı konuların tesiri altında kaldı. Yazdıklarıyla
arasına mesafe koymayı başaramadı. Bazen bir bölümü yazdıktan sonra günlerce
bunalıma giriyor, insan içine çıkamıyordu. Yaptığı görüşmelerden sonra evine
çekilip, hayata küstüğü oluyordu. Gerçek hayat ve geçmişte olanlar iç içe
geçmeye başlamıştı, kendi hayatıyla başkalarının hayatları birbirine karışmaya
başlamıştı...
36 yaşındaydı,
günlerden salı'ydı. Sabah dokuzda arabasına atlayıp kendi kafasına göre
belirlediği bir mesafe boyunca arabasını tek başına sürdükten sonra durdu, tek
kurşunla kendini vurdu.
* * *
Kaan İnce, 2 Şubat 1972 tarihinde Ankara’da
doğdu. Ankara üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde
okudu. İlk şiiri, 1991 yılında, Milliyet Sanat Genç Şairler Köşesinde
yayınlandı. Şiirleri: Yazılı Günler, Çağdaş Türk Dili, Promete, Karşı
dergilerinde yayımlandı. 1992'de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü
kazandı.
1992
Ağustos’unun ilk haftasında, Gizdüşüm dosyasını yayınevine vermek üzere
İstanbul’a geldi. İstanbul'da iken kaldığı Kadıköy'de Ozan Eczanesi'nin
üstünde, Ümit Oteli'nde şiir kitabının yayınlanacağı haberini aldıktan sonra,
sabah saat 05:00 de balkonundan atladı Şiirlerini arkadaşları bir araya
getirdi. Zaman, yalnızlık, ölüm ve hüzün şiirlerinin baskın temaları oldu. Şiir
Kitapları: Gizdüşüm (1992), Ka n (1997).
Çok yazıldı
intiharı üzerine, gerekçeleri sorgulandı, “her şeyi” olan bir şair neden
seçerdi ki intiharı?. Şöyle diyordu ‘Gece Şiirleri’ şiirinde Kaan,
Sıcak bir buğu
düşürdüler ceplerinden,
kışın gelişini
gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken.
Sonuna vardım
ufuk renginin, gündüz rüyalarımda gördüğüm.
Gün sayıyor
kör eşgalim.
Sönüyor
gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti.
Zaman
çağlıyor, ömrümü biçmeden.
Çölde ıssızlık
sürüsü gecelerim.
Pencerelerden
akan yollarda usulca büyüyor hüzün. İsyan dumanları.
Bir kıyı,
boğulduğum. Suçluyum.
Talan edilmiş
sokaklara yeleler taktım, yenilgilerimi asmak için.
Korku salmış
düş dudaklarına.
Üzgünüm.
* * *
Sosyal
Ekinci, 1954 yılında Kars'ta doğdu, 4 Eylül 1994 tarihinde İstanbul'da yaşamına
son verdi. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu'nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen
Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü'nü bitirdi.
Siyasal
kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı. 1983-1989
yılları arasında İstanbul'daki cezaevlerinde tutuklu kaldı. 1989 yılında Çağrı
adlı kitabı toplatıldı ve hakkında iki ayrı dava açıldı. Şiirleri cezaevi
günlerinde çeşitli dergilerde yayımlandı. 1991 yılında "susma" kararı
aldı. Toplumsal yurt ve dünya tarihini, bireyi yoksaymadan sorgulayan, dilin
olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu debisi yoğun şiirler
yazdı. Eserleri: Biri Yitik İki Ülke (1989), Çağrı (1990), Yıkıntılar Altında
(1991),
Toplu Şiirler
(1995, tüm şiirleri, ölümünden sonra)
Ne kadar
düşünsem aynı
Ne zaman
üşürsem yağmur yağar
Yolum değilse
bile sevgilim
Benim sonum
belli
Sevginin ince
tülüyle sarmadıkça ben seni (sen beni)
Yine kana
düşerim hiç yoktan
Yine davalar
açılır aleyhimde...
* * *
Polonyalı
yazar Jerzy Kosinsky'nin çocukluğunda Nazi işgali altındaki yaşadı.
Savaş sonrası Polonya'dan Amerika’ya kaçtı. Orada zengin bir kadınla evlendi ve
yazmaya başladı. Boyalı kuş, Bir Yerde, Şeytan Ağacı, Adımlar, Boşluk, İhtiras
Oyunu ve Kör Randevu romanları arasında yer almaktadır. Jerzy Kosinsky
kendisine kitapları kadar ürpertici bir son biçti. Karısı ile tv izlerken
banyoya gidip kafasına naylon torba geçirip bağlayarak intihar etti.
1935'te, Alman militarizm ve
milliyetçiliği ile modern çağın insanı aşağılayan kuvvetlerini hicveden
denemeleri ile tanınan şair ve eleştirmen Kurt Tucholsky, Nazi
iktidarı tarafından lanetlenip yurttaşlıktan çıkarılınca intihar etti
1940'da, siyasi ve dini dogmalara karşı
Nietzschevari güvensizliği ve "Holanda edebiyatının vicdanı" olarak
tanınan ironi üstadı, edebiyat eleştirmeni Menno ter Braak,
Almanların, ülkesini istila etmesi üzerine intihar etti.
1951'de, 2. Dünya Savaşı sırasında
Auschwitz ve Dachau'daki toplama kamplarında mahpus olmuş, savaştan sonra,
komünistlerin iktidarı sırasında parti üyesi olup Genç Aydınlar Kulübü'nü
kurmuş ama eserlerinde bir zamanlar Nazi kamplarındaki hayatı betimlerken
ahlaki bozuk ve haysiyet kırıcı yaşam temalarını işleyen Leh yazarı ve
şairi Tadeusz Borowski, ülkesindeki polis devleti ile de
yabancılaşınca intihar etti.
1963'te, ilk şiirini henüz 8 yaşında
yayımlamasına rağmen, yabancılaşma, ölüm ve özyıkım temalarını işleyen
yapıtlarıyla asıl ölümünden sonra tanınan Amerikalı şair Sylvia Plath intihar
etti.
Zafer Ekin
Karabay, 13 Eylül 2002 günü Eskisehir'de henüz 29 yasındayken kemeri ile kendini
asarak hayatına son veren şair - yazar - akademisyen. 1999 varlık şiir ödülü ve
2000 Arkadaş Zekai Özger şiir ödülü sahibi. "şubatta saklambaç" adlı
ilk şiir kitabını ne yazık ki göremedi.
5 Nisan 1994
sabahı, müzik dünyası bir elemanını daha sonsuzluğa kanat açtığını öğrenmenin
şokuyla çalkalandı. Kurt Cobain, Seattle'daki evinin garajında çenesine
dayadığı tüfeğinin tetiğini çekerek 27 yıllık hayatını noktalamıştı.Ardında
bıraktığı mektupta, artık acı çekmek istemediğini söylüyordu Cobain. Herkes
bulduğunu sanmıştı ama demek ki aslında O hep Nirvana'yı arıyordu.
Ve diğerleri:
"Gözlerimi
geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum" diyen İranlı yazar Sadık
Hidayet; "Gece sona eriyor, gök ışıyor. Ayık olarak
öleceğim." diyen Osamu Dazai; "Eyvallah baylar gözlerimi
kapıyorum işte." diyen Andre Frederique; "Bir mezar
kazıyoruz gökyüzüne rahatça yatmak için." diyen Paul Celan; “Hırsız!
Nasıl bir başına çekip gidebildin/ Ne zamandır fena halde arzuladığım ölüme”
diyen Anne Sexton; “Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş
bedenimin/ kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!” diyen Nilgün Marmara,
"intiharlar her akşam ıslak - yapışkan saçlarıyla girip odama paniğimden
pay toplarlar" diyen İlhami Çiçek, Primo Levi, Arthur Koestler, Jack
London, Fransiz filozof Gillez Deleuze
Cornelius
GALLUS, Stig Dagerman, José Asunción Silva, Lucius
Annaeus SENECA, Panait STRAT, Georg Trakl, Italo
Svevo, Yavuz Çetin, Özge Dirik ve daha niceleri…
* * * * *
“Ben kendimi
öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için
olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi,
varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce
davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca.”
Seyirci
oyundan kopuk olmamalıydı ona göre, oyun sahnede değil hayatın kalbinin attığı
yerde kendisini yaratılmalıydı. “Sözler
yetmez,” diyordu, “hareketlere, göstergelere , dilin yetişemediği
yerleri çıplak bırakacak özellikle bedensel anlatımlara ihtiyaç
var.” Artaud, ilki 1932, ikincisi ise 1933’te olmak üzere, iki
kez, “vahşet tiyatrosu” bildirileri yayınladı, bu tiyatro anlayışıyla ilgili
görüşlerini, 1938 yılında, Tiyatro ve İkizi adlı kuramsal
kitabında toparladı. Bu kitapta Artaud, “tiyatro veba ile aynı şeydir” der.
“Veba gibi dehşet verici ve aynı zamanda saflaştırıcıdır. Vebanın vahşetinde
bir hayat vardır, çünkü bu canlı, can veren, ölümün ve yaşamın ayırtına
vardıran bir ölümdür.”
“Çünkü vasat
öldürücüdür. Çünkü vasat insan ölüdür. Yozlaşma onu çürütmüştür. Tüketim onu
emmiştir. Yaşamadığının farkında değildir, kendinde değildir, kendi değildir.
Kendi olan şeyler yokmuş gibi davranır, kendi olarak gördüğü şeyler varmış gibi
davranır, herkesi kendi gibi sanır. Sıradan insan, sıradan insan diye bir şey
olmadığını bilmez.”
Artaud’un
vahşeti rahatsız ediciliktir. Yayınladığı ikinci manifestoda, Vahşet
Tiyatrosu’nun konuları, “çağımızın başlıca huzursuzluk ve endişelerine cevap
veren konular arasından” seçilecek olduğunu yazar. Aynı yazıda, ilk
gösterinin adını da koyar: “Meksika’nın Fethi”. Gösteri, sömürgecilik sorununu
işleyecektir; yani, “bir kıtanın bir başka kıtayı kendi yararları
için kullanmak hakkına sahip olduğu inancını sorgularken aynı zamanda bazı
ırkların öteki ırklara olan (ama bu sefer gerçek) üstünlüğünü de sorgulayacak
ve bir ırkın dehasını uygarlığın kesin formlarına bağlayan içsel akrabalık
ilişkisini gösterecek.”
Kasım 1947'de
Radio Information'dan 'La voix des poetes' adlı program için kırk beş dakikalık
bir yayın teklifi aldığında, dokuz yıllığına kapatıldığı klinikten henüz
çıkmıştı. 'Tanrının Yargısının İşini Bitirmek', o radyo programının
metninden oluşuyordu. Radyo yönetimi tarafından yayımlanması yasaklanan bu
metinlerde büyük güçlere, topluma, onun kurumlarına, dinine, sanatına, gelecek
tasarılarına, savaşla belirlenen ilerleme arayışına ateş püsküren, küfürler
yağdıran bir şairdi bu metinlerde. Aynı ruh halini ‘Heliogabalos Taçlı
Anarşist’ kitabının girişinde de gösterdi. “Bu kitabı Mesih'in çağdaşı Tyanalı Apollonius'un
yaşayan ruhuna ve geçip gitmekte olan şu dünyada hala kalmış olabilecek bütün
gerçek aydınlanmışlara ithaf ediyorum; ve derin güncellik-dışılığını,
maneviliğini, yararsızlığını iyice belirtmek için de onu anarşiye ve bu dünya
uğruna verilen savaşa ithaf ediyorum.” diyordu kitabında.
Suç Ortakları
ve İşkenceler kitabının girişinde ise, yeni dünya düzeninin jandarmalığını
üstlenen Amerika için: “..Çünkü
Amerikalılar git gide daha çok kol ve çocuk eksikliği duymaktalar, işçi değil
de asker ve ne pahasına olursa olsun ve elden gelen bütün yollarla asker yapmak
ve üretmek istiyorlar daha sonra olabilecek bütün gezegen savaşlarını göz
önünde bulundurarak, o savaşlar ki gücün ezici faziletleriyle kanıtlamayı hedef
almışlardır.” diye yazacaktı.
Van Gogh’un
yaşamını inceleyen Artaud, ‘Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği’ isimli
kitabında, “Van Gogh, gözbebeğinin boşluğa devrileceği an’ı
yakalamıştır” ifadesiyle Gogh’un yaşamının ve ölümünün savunuculuğunu
yapıyordu. O’nun deliliği konusunda “van Gogh deli değildi, ama resimleri
suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı
kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve
III. Napolyon’un kilerin olduğu kadar Thiers’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un
polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek
nitelikteydi. Çünkü van Gogh’un resmi, törelerin belirli bir konformizmine
değil, kurumlarınkine saldırır.” diyecek, ve van Gogh’u deli olarak
tanımlayan “insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek
için sadece gülünç bir terminolojiye sahip, bozuk beyinli” psikiyatrları
sapkın davranmakla suçlayacaktı.
Afyon
Savunması yazısında: “Afyonun kesin olarak etki ettiği bir hastalık vardır
ve bu hastalığın adı, İçsıkıntısıdır. (…) Yasanızla benim içsıkıntımı, en ufak
bir güven duymadığım insanların, tıbbi salakların, gübre eczacılarının,
adaletsiz yargıçların, doktorların, ebelerin, tıp müfettişlerinin eline
bıraktınız.” diyordu. “afyonu yok ederek suç işleme gereksinimini,
beden ve ruh kanserlerini, umutsuzluğa eğilimi, doğuştan alıklığı, kalıtımsal
frengiyi, içgüdülerin ezilgenliğini ortadan kaldırmayacaksınız; herhangi bir
zehre, morfin zehrine, okuma zehrine, inziva zehrine, otuzbir zehrine, sürekli
düzüşme zehrine, ruhun köksüz zayıflığının zehrine, alkol zehrine, tütün
zehrine, toplum karşıtlığı zehrine güdümlü ruhların varolmasını
engellemeyeceksiniz.”
Ve yazının
sonunda: “Acı bizlere tutunacağımız huzur dolu bir yerin arayışıyla,
ötekilerin iyilik içinde aradıkları düzenin kötülük içindeki arayışıyla,
ruhumuz içinde yolculuklar yaptırıyor. Biz deli değiliz, biz harika hekimleriz.
Hemen intihar etmeyeceğiz. Bizi rahat bırakmanızı bekliyoruz.” diyordu.
Edebiyat
dünyasına bir çok eser bırakan Artaud, kendi kuşağının sloganı olacak “Beni
intihar ettiler” ifadesiyle tedavi gördüğü klinikte intihar edecekti.
* * *
Yukarıda anılan isimlerin büyük çoğunluğu, şair, yazar ya
da düşünürlerdi. İntiharlarındaki ortak özellik, zamanlamalarıydı. Ülkelerinin
içine düştüğü bunalımlı dönemleri seçmişlerdi intihar etmek için. Ve bütün
duyarlılıklarıyla, rahatsızlıklarını dile getirdikleri son yazılarını yazdılar,
çok daha etkili olacak bir yöntemle; intiharlarıyla. . .
Bir de,
Cervantes'in Donkişot'u misali yaşama kılıç çeken “romantik devrimciler”
vardı ki, ikinci yazımızda onları onları anımsayacak ve yeniden anacağız…
Nurettin Çalışkan, 9
Eylül 2006…
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar