LOKANTA ESRARI-ÖMER SEYFETTİN
Yakacık, 20 Kânunusani
Sevgili Server!
Dün akşam mektubunu aldım. Bir sene içinde
o ne dehşetli daüssıla... Diyorsun ki:
“Bekârlık âlemleri
gözümde tütüyor. Hele "Abeille d'or"un yemekleri... Acaba o vakit
iştahımız mı çok açıktı? Şimdi artık evde hiç o nefis yemeklerin tadım
bulamıyorum. En tatlı kompostolar bile bana saman gibi geliyor.”
Sonra beni yine eski lokantamızda bir
yemeğe davet ediyorsun. Heyhat Serverciğim, bu davetine icabet edemeyeceğim.
Sen evlenip Beyoğlu'ndan, pansiyon hayatından çekildikten sonra ben de oralarda
yaşayamadım. Vakıa beni ailemin köşkünden uzak tutan “Abey d'or”un nefis
yemekleriydi, çünkü bilirdin, müthiş bir oburum. Evet, müthiş bir obur... Bu
kusurumu bir felsefeye de istinat ettirmişim. İsmini hatırlayamadığım büyük bir
adam demiş ki:
“İnsanın hayvaniyeti
yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir! “
Pek yanlış bir “kavli hekimane!” Adeta “bir
binanın metaneti temelde değil, çatıdadır” gibi bir şey... İnsaniyet
hayvaniyetimizin derişidir. Vücut olmayınca deri nasıl yaşar canım.
Belki hatırlarsın, daima itiraf ederdim ki:
- Ben yaşamak için
yemiyorum. Yemek için yaşıyorum!..
Kullarından pek çok fazla hâkim olan Allah
bütün mide-li mahlûkatım zevklerine lezzetli gelen şeyleri yesinler, içsinler,
hazmetsinler diye yaratmıştır. Kâinatın, hilkatin bu basit, bu muazzam manasım
sezmeyen budala filozoflar mahut meslekleri uydurarak hakikatten ne kadar
uzaklaşmışlardır. Neyse. Pek derinlere dalmayalım! Sözün kısası: Ben artık “Abey
d'or” lokantasının kapısından içeri giremem. Senin özlediğin o nefis
yemekleri hatırladıkça şimdi gönlüm bulanıyor. Hani o masaldaki kör ihtiyar
gibiyim! Dur, evvelâ masalı anlatayım:
Vaktiyle kör bir şair
varmış. Yetmiş seksen yaşına gelinceye kadar tabiatın o, göremeyip tahayyül
ettiği güzelliklerine neşideler düzmüş. Bir gün bulunduğu şehirden bir hekim
geçiyormuş. Onun gözünü açmış. İhtiyar şair zihninde o kadar yaldızlayıp da
terennüm ettiği güzelliklerin hakikatim görünce bir feryat koparmış:
- Ah, benim hayalimdeki
şiirler bunlar mıydı?
Demiş... Tıpkı ben de
öyle. Zevkten, hazdan homurdanarak yediğim yemeklerin hakikatini gördükten
sonra sanki birdenbire hayatın lezzetini kaybettim. Evet, evin yemekleri
kat'iyyen lokantanınkine benzemez, adeta saman... Artık, “yemek için
yaşamıyorum, yaşamak için yiyiyorum”
Ölmeyecek, verem olmayacak kadar... “Abey d'or”daki
nefis yemeklerin hakikatini nasıl gördüm, bak!
Sen evlenip çekildikten sonra, ben
pansiyonda öksüz kaldım. Ah, bir sevgili arkadaşın evlenmesi; bu adeta yarım
ölüm demektir! Aradan sanki soğuk rüzgârlar savuran bir kara kedi geçti.
Beyoğlu'nda kafa dengi bir arkadaştan mahrum yaşamağa başlayınca kendimi bütün
bütün midemin faaliyetine hasrettim. Sabah akşam köşedeki masamda ihtiyar
garson Mihalla şakalaşarak tabakları karnııma indiriyordum. Yegâne zevkim bu
idi. Fakat yavaş yavaş fiyatlar o kadar yükseldi ki... Perhiz eder gibi hesapla
yediğim halde yine her yemek bir buçuk lirayı geçmeğe başladı. Halbuki
varidatım nihayet yüz lira idi... Kendi kendime:
- Bu olacak şey değil, ne yapmalı?
Diyordum.
- Tabakları eksiltmek...”
- Hayır, hayır, bu “olamaz”dı.
Bir gece rüyada kendimi Abey’in mutfağında
gördüm. Yeni kızarmış rostoları kesiyor, uçlarından kavruk parçalar kopararak
ağzıma atıyordum. Uyandığım zaman hâlâ damağımda kalan bir tat duydum.
- Niçin bir aşçı yamağı
olmayayım, dedim, mademki yemek için yaşıyorum?..
Fazla muhakeme etmedim. Çünkü en son bir
muhakeme en kavi karan gevşetir. Fakat nasıl nefis yemekli lokantaların birine
aşçı yamağı gibi girmeli? Bu bir meseleydi. “Abey d'or” un garsonları beni
tanırlardı. Sonra serde Türklük var... Beyoğlu lokantalarının aşçıları Türk
yamak kullanmazlardı. O sabah dünya cennetine, yani mutfağa nasıl gireceğimi
düşüne düşüne lokantaya gittim. Mihalla selâmlaştık, bermutat günün en iyi
yemeklerim haber verdi. Sonra dedi ki:
- Koşmak'tan bir aşçı çırağı kaçırdık,
şimdi bize geldi. Atinalı... Kokoreç yapmasını biliyormuş. Yarın yaptırazayiz?
Kokoreç ne? Diye sordum.
- Ah, bilmezsin. Kuzu
barsağı... Kız saçı gibi örülü... Ah beğim, bak ne kadar güzel.. Görezeksin...
görezeksin.
- Görürüz.
Dedim, ama aklım Kosmos'taydı. Biliyorsun
ya... Bu lokantaya da giderdik. Kuk Birahanesi'nin yanında. Aklıma gelen planı
düşünürken yapmağa başladım. Doğru Galata'va indim. Eskicilerden kaba bir
elbise aldım. Sonra bir rie kasket... Odama döndüm. Kıyafetimi değiştirdim.
Boynuma mavili-beyazlı bir ipek mendil bağladım. Dolabın aynasında kendimi
tanımıyordum. Tam bir palikarya olmuştum. Nasıl güzel Rumca bildiğimi elbet
hatırlarsın. Evet, bir sene beraber yaşadığım Rene Misyonun yadigârı... Halbuki
mekteplerde on sene içinde o kadar uğraştıkları halde öğretemezler.
Zavallı terbiyeciler,
bilmezler ki, dünyanın en mükemmel lisan muallimi aşktır. Ecnebi lisanı için
usul kadındır. Çince mi öğrenmek istiyorsun? Hemen bir Çinli kadın bul, sev!
Onunla yaşa! Üç ay sonra, elli beş senede grameri tamamlanmayan bu meşhur lisanı
bülbül gibi şakırsın!
Kosmos'un mutfağına indim. Aşçı kır
bıyıklı, bodur bir Rum'du. Rumca, yanında boğaz tokluğuna çıraklık etmek
istediğimi söyledim. Mırın kırın etti. Kendime Atina'dan yeni gelmiş bir işsiz
süsü veriyordum. Vatanperverlikten, milliyetperverlikten bahis açtım. Sonra
çıkardım, eline yirmi beş lira toka ettim. Yumuşadı:
- Fakat sen işten anlamazsın... Dedi.
- Anlarım.
- Hiç lokantalarda çalıştın mı? Yalan
söylemedim:
- Hayır... Yalnız evlerde aşçılık ettim.
- O halde çok acemisin. Lokanta yemekleri
başkadır, dedi.
- Öğrenirim.
- Haydi bakalım...
Soyundum. Önlüğü taktım. Ustamın gözüne
girmek için gayet güzel bir kız kardeşim olduğunu, burada yer bulursam onu da
getirteceğimi söylüyor, yalanları dallandırıyordum. Üç tane kara kuru küçük Rum
çocuğu pirinçleri ayıklıyorlar, zerzevatları doğruyorlardı. Mutfak karanlıktı.
O kadar pisti ki... Mahiyeti tayin olunamayacak derecede karışık bir taaffün (pis
koku) insana nefes aldırmıyordu. Ben gösterilen işleri yapıyor, sabah akşam karnımı
tıka basa doyacağı için ayda açıktan doksan lira kâr edeceğimi hesaplıyordum.
Yemekler filân hazırlandı. Saat on biri geçiriyordu. Acıkmıştım. Ustanın
çocuklardan birisine para vererek peynir üzüm aldırmağa gönderdiğini gördüm.
Şaşakaldım:
- Acaba perhizde mi? Diyordum, sordum:
- Usta, hasta mısın?
- Yok.
- Neye peynir, üzüm aldırıyorsun?
- Yemeğe.
- Burada yemek yok mu?
- Buradaki yemekler yenir mi? Anlamadım:
- Patron, aşçılarına yemek vermez mi?
- Verir ama kim yer!
Yine bir şey anlamadım. Usta, kır
bıyıklarının altından siyah çürük dişlerini gösteren geniş bir kahkaha ile
güldü. Masumiyetim hoşuna gidiyordu:
- İstediğin yemekten al ye. Daha senin bir
şeyden haberin yok. Yarın bakalım yiyebilir misin?
Hâlâ anlamıyordum. Bununla beraber
biftekten, pilâvdan yedim. Ağzımı silerken usta benimle Atina'ya dair konuşmağa
başladı. Lâfı döndürdüm, dolaştırdım, mutfağın sırrına getirdim. O söyledikçe
gözlerim açılıyor, kristal, arjante kapların içinde şimdiye kadar neler
yediğimizi öğreniyordum. Bir kere etler kasapların satılmayıp kalan, kokmağa
bir karış kalmış mallarıydı. Patron, piyasa fiyatından yüzde yetmiş
noksanına bunları topluyordu. Zerzevatlar da böyle idi. Yağlar piyasa
fiyatından beş defa az bir para ile alınıyordu.
- Bu nasıl olur? Dedim.
- Yağlarımız sahici yağ değildir ki...
dedi, ayrı bir fabrika vardı. Lokantalara mal verir. Bu fabrika, kapısından bir
dirhem süt, bir dirhem et girmeden yüzlerce okka yağ çıkarır. Ama neden
yaparlar? Bilmem. Bu onların sırrı... Fakat mideyi zaçyağı (sulfric acid) gibi bozar.
Her sabah yemeğinde büyük büyük lokmalarla
yuttuğu nefis omletleri hatırladım.
- Ya yumurta... Dedim. Güldü:
- Gel!
Diye beni mutfağın nihayetindeki kilere
götürdü. Elektrik düğmesini çevirdi. Birden parlayan aydınlık için de birçok
çuvallar, gaz tenekeleri, fıçılar gördüm. Bu tenekelerden birisinin kapağını
kaldırdı. Gösterdi. Sarı, yağ gibi bir madde idi.
- İşte omletlerin yumurtaları...
- A...
- Evet.
- Bunlar ne?
- Sözümona yumurta işte... Balıkçılar
Hayırsızada'dan martıların filân yumurtalarını toplarlar. Kırıp kırıp tenekelere
doldururlar. Getirip lokantalara toptan satarlar.
- Vay.
- Evet.
Akşama kadar hemen san'atın yarı esrarını
bana anlattı. “Lokantacılıktan maksat elâlemi doyurmak değil, kendini
doyurmaktır.” diyordu. Havyara varıncaya kadar neden yapıldığım öğrendim. Okkasını
sekiz on liraya yediğimiz o nefis havyarlar, meğerse hep öküz dalağından
yapılırmış... Hele bir portakal şurubu reçetesini tarif etti... “Kavunların
çürük tarafı çıkarılıp sıkılacak, bu koku için... Helvacıkabağının kabukları
renk için... Biraz da asit... Sonra alabildiğine su babam su...” Tatlılar
için münhasıran sakarin kullanıyorlarmış. Maydanozlar, salatalar, hâsılı
önümüze ne gelirse, bizim zannettiğimiz şeylerden pek başka, pek hasis
maddelerden yapılıyordu.
... Nihayet dayanamadım:
Pekâlâ usta, dedim, bu kadar fena zahire
ile bu kadar lezzetli yemek nasıl yapılıyor?
- Bu da bir sırdır!
Diye güldü. Sonra onu öğretti. Ah, keşke
yalnız bu sırrı öğrenmeseydim... Bir kumanda verdi:
- Etrafına bak!
Bir göz gezdirdim. Tabaklar, satırlar,
bıçaklar, hâsılı bin türlü alât, edevat...(aletler) Kıyma makineleri, tazyik
kapları...
- Belki ev mutfaklarında olan bir şey
yoktur, onu bul bakayım..
Aradım, aradım. Bulamadım. Ev değil, saray
mutfağında bile alât, edevatça buranın yanında fakir kalırdı. Ben düşüne düşüne
bakarken usta sabredemedi. Sanatın sırlarını acemi bir çırağa ifşa etmekten
doğan bir neşeyle güldü:
- Sabun be... Dedi.
Hakikaten ortada hiç
sabun yoktu. Sonra
buranın yemelerindeki meçhul tadın, hani evlerde bir türlü verilemeyen tadın
korkunç esrarını söyledi:
- KAPLAR HİÇ YIKANMAZ, HER ESKİ YEMEĞİN
ARTIĞI YENİ YEMEĞE KARIŞIR. BU, İŞTE BİR NEVİ MAYADIR, O TAD BURADAN GELİR.
Ertesi gün, ayda bana doksan lira kâr
getirecek işime gitmediğimi söylemeğe hacet yok sanırım. Serverciğim, o
vakitten beri beni davet ettiğin “Abey d'or” a da veda ettim. Annemin köşküne
geldim. Şimdi Sudanlı dadımın pişirdiği temiz yemekleri yiyorum. Fakat bunlar
hakikat kadar tatsız... Ah, ne olurdu yine karanlık içinde yaşasa idim, oburluk
cennetinin içinde... Artık İstanbul'da bir işim oldu mu, gündüzleri sadece
zeytin ekmeğe kanaat ediyorum. Çünkü Kosmos'un mutfağı hayalimdeki o şairane, o
temiz, o masum mandıraları da berbat etti.
Vallahi peynir bile yiyemiyorum!
(Not: Dışarıda yemek yemenin bedeli budur.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar