Print Friendly and PDF

MUHAMMEDİ ESRARIN KARANLIK DEHLİZLERİ

Bunlarada Bakarsınız



“Carl Vett anlatımıyla”
1932 senesinde, Varşova’da yapılan, Beynelmilel Psişik Araştırmalar Kongresi’ne katılanlar arasında, çalışmalarını, bir çok hurafelerin karışması sebebiyle, doğunun sırlarına ve izahına hasretmiş, bazen de psişik araştırma konularına dalmış, genç bir Arap olan Şeyh Abdülvahhabda vardı. Onun tebliğini, bol inziva tecrübelerime ve batılı normal profesyonel sırların, Doğuda son yıllarda yayılmakta olan etkisi sebebiyle, İslâm mistisizminin bir yönüne aydınlık getirdiği için özetleyeceğim.
Benim dervişler arasındaki tecrübelerim tamâmen kaba bir karşılaştırmaya dayanmaktadır. Bu, sadece boş saçma hurafeler anlatmamakta, aynı zamanda geçmişe bağlı, şimdiki yakın doğunun düşünme usullerini ve geleneklerini anlamayı ihtivâ etmektedir.
Şeyh Abdulvehhab, bağlı olduğu tasavvulî ekolün elbisesini giymiş olarak kürsüye geldi. Tebliğini sunmadan önce, dinleyicilerle temas sağlamak ve düşüncelerini toparlamak için, bir kaç dakika sessizlik ricasında bulundu. Sonra, Türk ve Araplarda medyumistik güçler konusunda yaygın inanç ve hurafeleri özet olarak anlatmaya başladı.
Bu kişiler, iki dünyanın var olduğuna inanırlar. Sıkı ilişkilerimizin bulunduğu görünen dünya ve cinlerin bulunduğu görünmeyen dünya. Onlar her insanın 127 cin tarafından çepeçevre kuşatıldığına inanırlar.İşi iyi gitmezse, kız kardeşleri evde kalırsa, hastalanırsa, yahut soyulursa, kısaca, başına ne kötülük gelirse, sebebi cinlerdir. Onlara engel olmanın bir kaç yolu var. En iyisi, Faust'un şeytan'ı gibi görünmeyen dünyada hizmet eden bir "hüddam" elde etmektir. Böyle bir hizmetçiyi elde etmek için, çok güç egzersizler yapmak gerekir. Biri, kendini kırk gün bir yere hapseder. Bu süre içinde günlük 450 gram ekmek, bir kaç incir ve sadece bir saatlik uyku ile yetinir. Vakti, meditasyon (tefekkür) ve ruhî egzersizler yapmakla geçirmek lazımdır. O kişi, dikkatini, sırrı önemi olan Aramî ve Süryanî mantramlar üzerinde sabitleştirir. Bu egzersiz eskiden gelen bilgilere göre, söz konusu maksad için hazırlanmış özel bir hücrede uygulanmalıdır. Bunu yapan kişinin, insan veya hayvan, her canlıdan kaçınması, kimse tarafından da rahatsız edilmemesi gerekir. Bu tecrübeyi yaşayan dostlarımdan biri bana, bu kırk günün sonunda, altın parçalarıyla kaplı, iki küçük siyah şekil gördüğünü söyledi. Fakat, her nasılsa dostum, bu deneme sırasında yaptığı bir yanlışlık yüzünden hediyelerini alamamış, onları geri göndermek zorunda kalmıştı.
Ölümünün artık yaklaştığını hisseden yaşlı bir Arap, yıllarca kullandığı hüddamı, oğluna havale edip, onun emrine verdi. Oğlunun ilk işi, hüddamdan para istemek oldu. Hüddam "baban şimdiye kadar benden, bu tür bir hizmet istememişti," dedi. Az değerde biraz para verdikten sonra gözden kaybolan hüddam, bir daha da geri gelmedi.
Hüddam üzerinde güç sağlayan bu denemeler, çok tehlikelidir. Bu işe teşebbüs edenlerin çoğu, ya hastalanmakta, ya da aklını kaybetmektedir. Çünkü bunun için, insan üstü bir güce ihtiyaç vardır.
Khat (hat), batıkların 'apports' diye bildikleri Arapça bir kelimedir. Herkesten uzak, dağlarda yalnız başına yaşıyan yogi büyükleri, sufiler gibi, her nerede olursa olsun, khat vasıtasıla, arzu ettikleri her hangi bir şeyi kendilerine getirebilirler.
Çalışarak elde edilen bu özellik, bir çeşit telepati yoluyla, görünmeyen dünyanın bilgisine ulaştırır. Asırlar boyu, Araplarca büyük itibar görmüş, en önemli ilim, bir çeşit yıldız bilgisi olan, gressin ilmidir. Eski Arap elyazmalarında, hüdddamları elde etme veya öteki dünyadaki benzeri güçlerle işbirliği sağlama metodlarıyla ilgili bölümler bulabilirsiniz. Orada, sezgi gücü ile, karşısındaki kişinin cebindeki para miktarının ne olduğunu bilen, geçmişin ve geleceğin olaylarını birleşmiş görebilecek derecede geliştirmiş üyeleri bulunan, sırrı bir sufi ekolün varlığı görülür. Bu ekolün üyeleri, yeteneklerinden memnundurlar. Fakat, kendi dışındakilerin gözünde, büyük önem taşımazlar. Çünkü bu dervişlerin gücüne inanmak, yabancılar için hemen hemen imkansızdır.
8 yaşından 14 yaşına kadar olan çocuklarda, telepati yoluyla kapasiteyi artıran moendel denen bir metod vardır. Çocuklar yıkanılır, temizce giydirilir ve buhurla kokulandırılmış bir odaya bırakılır. Bu maksatla seçilen çocuklar iffetli, ufak boylu ve iyi huylu olmalıdır. Bu tecrübeyi yaşamış bir Ermeni kızı, kendine görünüp evini ve kendine ait kaybolmuş altınların yerini vs.yi dosdoğru haber veren bir kadının söylediklerini, ana babasına aktarmıştı. Beraberce tarifi yapılan yere gittiler, kaybolmuş altınları, gerçekten tam yerinde buldular. 12 yaşındaki medyumların, Avrupa'da St. Anthony'e tahsis edilmiş çalışmaları meşhurdur. Kaybolmuş, gömülü eşya veya paraya ait başarılı spekülasyonlar, ve benzeri diğer çoğu olaylar, bu durumu yaşayan kişilerce rapor edilmiştir.
Bir defasında genç bir bayan, doktorunun teşhis koyamadığı bir rahatsızlığından şikayetle konferansı veren zata gelmiş. Konferansı veren, 13 yaşlarında bir kız çocuğu çağırmış, birkaç dakikalık refleksiyon (in'ikâs, yansıma) sonunda kız çocuğu, bir oda, içinde bir sanda İye, üzerinde bir ceket, ceketin astarında da küçük bir paket gördüğünü, kötü niyetli biri tarafından oraya konulduğu için, rahatsızlığın muhtemelen bundan kaynaklanabileceğini söylemiş. Bunun üzerine, bitişik odadaki ceket hemen alınıp astardaki büyülü paket (muska) sökülüp çıkartılmış ve genç bayan da sıhhatine kavuşmuş.
Tasarruf, bir kimsenin iffetli yaşayış ve temiz kalple kişiliğini olgunlaştırarak kazanabileceği bir güçtür. Olgunluğun en yüksek derecesine ulaşanlar, meyveden başka bir şey yemedikleri için, muhtemelen tuvalete de fazla çıkmazlar. Tasarruf sahibi kişiler, hastayı iyileştirebilir, uzakta yaşayan kişilere etki edebilirler.
Konferansçı, bir gün, şu saatte misafir gelecek diye ümid beslemekteymiş. Misafir gözükmeyince, telepatik temas sağlamak için tasarrufunu kullanmış. Duyarlılığı yüksek, beklenen misafir İstanbul'un Asya yakasında ikamet etmekte ve o sırada çalışmakla meşgulmüş. Ansızın, derhal şu adrese git, diye çok güçlü bir ses duymuş. Ancak. emre hemen uyamamış. Geç kalması sebebiyle, özürler dileyerek randevusuna iki saat geç ulaşmış.
Sonunda konferansı veren zat, 1 Mart 1923 tarihinde İstanbul'da geçirdiği bir tecrübeyi anlattı. O gün öğleyin. Beyoğlu'na bir gazetenin yazı işleri müdürünü görmeye gitmişti. Büroya girerken kapıda, önceden tanıştığı, Cologne’da yaşayan bir İngiliz bayanla karşılaştı. Onu selâmladı, bazı sorular sordu, fakat hiç cevap alamadı. Büroda işini bitiren konferansçı caddeye çıkınca, o kadını tekrar gördü. Kadın tam bir sessizlik içerisinde ona yaklaştı, yaklaştı, derken ansızın gözden kayboluverdi. Olayın nasıl olduğunu açıklamaktan bir anda aciz kalmıştı. Ancak bu görünen hayal ve Cologne’lı İngiliz bayanın tek ve tıpkısı olduğundan emindi. Bu olaydan rahatsız olan konferansçı, neler olduğunu öğrenmek üzere tekrar gazete bürosuna girdi. Oradakiler de, az önce arkasından seslenen bir bayanın kendisini takip etmek üzere bürodan çıktığını söyleyebildi. O zaman konferansçı, apaçık gündüzün ortasında, büyük ihtimalle bir "çift yansıma veya maddîleşme" olayıyla karşılaştığını anladı.
Yukarıdaki misallerden ortaya çıktığı üzere, Doğu, Batı’nın metafizik dediği olayla yakından tanışıklık halindeydi. Şeyh Abdülvahhab, Doğu’nun bu tür olayları üzerine yapılacak yoğun bir çalışmanın, psikoloji bilimlerine büyük faydalar sağlıyacağı inancında olduğunu belirtti. Tek faktöre dayanmaksızın, yapılacak münasip yorum ve değerlendirmeler şimdiye kadar meçhullüğünü koruyan bu olaylara, yeterince aydınlık getirebilir.
Konuşmasının sonunda konuşmacı, ilgilerinden dolayı dinleyicilere teşekkürlerini sunarak, ülkesine döndüğünde, Avrupa'dakilerin çılgın olmayıp, bu gibi konularla farklı şekilde uğraşanların bulunduğuna kuvvetle inandığını söyledi.
"Güneş bizim ülkelerimize doğduğu halde, Batı'da siz daha aydınsınız. Görülen olay perdesinin ardında, insanlığın saadetine katkıda bulunabilecek büyük güçler saklı. İnsanlığın saadetine dikkatini vermiş herkes, metafizikle uğraşmayı kendine görev bilmelidir!.."
İşte bu hünerli ve parlak zekalı genç, Doğu sırrîliği üzerine olan çalışmalarımda bana yardım etmeye söz verdi. Tabiî olarak o, dindardı, ama kendini Avrupa'da medyumlar, gaybtan haber verenler, astrologlar ve Batı mistisizminin diğer yan ürünlerini incelemeğe hasretmişti. Öyle ki, İstanbul'da İslâm’da iyi görülmeyen büyücülüğe dayalı bir büro açmış, adını da "Psişik Müzakereler ve Esrarlı Tecrübeler Bürosu” koymuştu.
Amerikan reklam usûlleriyle iyi kârlar elde etti. İstanbul Telefon İdaresi Müdürlüğündeki ilanlarından biri şu şekildeydi:






Bu modern Arap büyücünün üç bekleme odasındaki ziyaretçiler, iyi eğitim görmüş bir Türk hizmetçi tarafından sınıflandırılır. Bu gibi yerlerde göze çarpmak istemeyenler özel bir odaya, geri kalan müşteriler de kadın erkek ayrı gruplar halinde diğer iki odaya almıyor. Büronun taban ve duvarları tamamen halılarla kaplı olup içerisi karanlıktı. Kendisi, içi mukaddes ve sırrı konulu kitaplarla çepeçevre kuşatılmış siyah rafları olan bir mihrabın içinde bağdaş kurmuştu. Önündeki küçük masa üzerinde medyumistik efekt için seçilmiş bazı eşyalar vardı: Bir ölü kafatası, bir cam saat. Arap Tarot kartları. Kitap raflarında Budist ve Arap büyü kitapları yanısıra İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde yazılmış Avrupa sırrîliği üzerine birçok cildler bulunmaktaydı. Müşteri, profesörün tam karşısındaki divan üzerine otururken, aydınlatma sürekli donuk tutulurdu. Fakat Profesör gizli düğmelerle bu aydınlanmayı kontrol edebilmekteydi. Aydınlatma sahnesinde en büyük rolü, yeşil ve kırmızı renkler oynamaktaydı.
Üzerinde durduğu ana hususlar; geleceği önceden söyleme, kayıp eşyanın bulunabileceği yeri ve gizli definelerin nasıl ortaya çıkarılabileceğini bildirmek şeklinde özetlenebilir. Profesör, aynı zamanda sırrî tıp, bilhassa kalp rahatsızlığı, steril gibi konularla da meşgul oluyordu. Onun tedavileri, içerisine şifalı otlar ve madenî parçalar dikilmiş küçük muskalardan teşekkül etmekteydi. Hastalara okuyup üflüyor, etkili bir telkinle kuvvetlendirip, onları, çoğunlukla, aktif hale getiriyordu.
İnancı kuvvetli olanlara Kur'ân kullanmaktaydı. Müşterinin keskin bir kağıt bıçağıyla, Kur’ân-ı Kerim’in yapraklan arasında bir nokta delmesi gerekiyordu. Böylece, Şeyh de tabiî olarak, delinen âyeti müşterinin özel durumuna göre yorumluyor ve açıklıyordu.
Bazen de el çizgilerini ve kartları kullanırdı. Ünlü bir Arap münecciminin yardımıyla müneccimlik de yapmaktaydı. Çok zor durumlarda 12-14 yaş arasında, dış dünyadan tecrid edip bir tür derin uyku haline soktuğu çocukları kullanırdı. Uyuttuğu çocuklara, siyah kadife üzerinde, boşta duran kristal bir küreye baktırırdı. O çağdaki çocuklar özellikle ruhî konularda fevkalâde duyarlı olup keşif nimeti genelde hayli gelişmiş vaziyettedir. Kullandığı medyumların kalitesine son derece dikkat eder, büyük şöhret kazandığı başarılarıyla, bilhassa müşterileri şaşkına çevirirdi. Toplumun her seviyesinden kadın-erkek onun kapısını aşındırıyor, hatta kordiplamatik bile göze çarpıyordu.
Profesör Abdülvahhab Medine'de doğmuş, mükemmel ekonomik şartlarda büyümüştü. Kendisinin de ifade ettiği gibi, bu rahatlığından dolayı, birçok kadın-erkek zencî köleleri, altında çalıştığı serin yaprakları olan bol gölgeli incir ağaçlarıyla dolu büyük bir bahçeleri vardı. Geçim derdi olmaksızın sükûnet içinde hayatını sürdürmüştü. Fakat I. Dünya Savaşı onu bu cennetten koparıp macera ve huzursuzluklarla, dolu yıllarla yüzyüze getirdi.
Askerlik mükellefiyetini, subay veya Tabur İmamı olarak ifa etme fırsatına sahip oldu. Orduda Tabur İmamı'nm ilk görevi, defnedilmeden önce ölenleri yıkamak olduğu için, subay olmaya karar verdi. Dil bilmesi ve istidadlı olması nedeniyle genelkurmayda yaver ve mütercim, savaşın çeşitli merhalelerinde de zekî bir gözlemci oldu.
Bu muhterem genç, çeşitli cami ve dervişleri ziyaretimde bana da rehberlik yaptı. Gerçek bir doğulu gibi, sırrî güçlerin bilinmeyen muammalı kuvveti hakkında hiç şüphesi yoktu. Hayatın her merhalesinde, maddeye karşı ruhun önemini çok iyi biliyordu. Kendi sırrı tecrübeleri hakkında, bana bir tek kelime bile bahsetmedi. Bir Avrupalı olarak, benim, kendi fikirlerinin temel mantığını anlayamayacağımı düşünüyordu. Belki de, başkalarının güvenini sarsmaya mecbur bırakacak bir iş peşinde koşmaktan utanmaktaydı. O sırada, bunu anladım. Kendisini, kazanç getiren takat huzur getirmeyen bu işi terkedip, mükemmel özelliklerini ciddî dinî araştırmalara hasretmesini ikna ettim. Bugün o, Şam’da, İslâm'ın kurallarını araştıran, sarık cübbe giymiş, sürekli beş vakit namazını kılan bir vaizdir.
Suskun efendisine benzemeyen evin hizmetçisi konuşmayı severdi. Bir keresinde, bekleme odasında bana, "geçen yıl" dedi, "Profesör bir tekkede ikâmete kabul edildiğinde, buradaki bu evde ansızın bir yangın patlak verdi. Üst kattakiler heyecanla aşağı inerek alevlerin döşemeden fışkırdığını, bizim evden fışkırması gerektiğini söylediler. Bizim evin her tarafına baktık, araştırdık, ortalıkta ne ateş, ne de bir duman vardı. Profesörün çalışma odası her zaman olduğu gibi kilitliydi. Penceresinden dışarı bakınca, orada da ateş göremedik. Çok geçmeden alevler kayboldu. Bu alevlerin nasıl, ve nereden çıktığını bir türlü anlayamadık. Ancak profesör buraya gelirse gerçek sebebini, sanırım size söyleyebilir."
Profesörden ilmî merak saikasıyla bu konu hakkında bir şeyler söylemesini rica ettim.
"Geçen yıl" dedi, "Ramazanı tekkede geçirdim. Orası murakabe ve tefekkür için buradaki dairemden daha elverişli. Ruhî gelişmenin önemli bir parçası olan murakabe'de düşüncelerimi bir türlü kontrol edemiyordum. Düşüncelerim, burada gördüğünüz etrafımı çepeçevre kuşatan saçma şeylere ve kitaplarıma kayıp gidiyordu. Beni rahat bırakmıyorlardı. Kızdım ve bağırdım: Bütün bu karışıklıklar, cehenneme! İşte tam bu sırada Pangaltı’da bulunan dairemden yangın zuhur etmiş."
Ev taştan yapılmıştı. Alev üst eve göre, sadece profesörün çalışma odasındaki mihrabın üzerinden yukarı sirayet etmişti. Bana bunları anlatırken gülümsüyordu. Ama ev hizmetçisi kadın, işi çok ciddiye alıyor, gizli güçlerle şaka yapılmaması gerektiğini, zira onların çok kuvvetli ve tehlikeli olduklarını söylüyordu.
Daha önce de karşılaştığım bu ilginç zata Varşova'da verdiği konferansta bahse konu ettiği olayı biraz açmasını rica ettim. Bana şu cevabı verdi:
"Bir keresinde reklam ücretlerini ödemek üzere, bir gazete bürosuna gitmiştim. Dışarıda, bekleme odasında pencere kafesinin ardında, birdenbire, burada tanıştığım fakat sonradan şehri terk edip başka bir yerde yaşayan genç bir hanım gördüm, müthiş heyecanlandım. Arasına paralan koyduğum cep kitabımı bekleme odasına bırakıp, peşinden yetişmek üzere hızla alt kata inen merdivenlere koştum. Yetiştim. Onunla Beyoğlu Caddesi'nden aşağı uzun bir mesafe birlikte yürüdüm. Ama şaşırmıştım. Tek bir söz bile konuşmuyor. Bana sadece gülümsüyor, başını sallıyordu. Derken, gündüzün ortasında sabun köpüğünün patlayıp yok olması gibi, birden gözümün önünde kayboluverdi. Şaşkınlıktan donakaldım. Bu genç hanım hakkında belki bir şeyler öğrenebilirim ümidiyle, acele gazete bürosuna geri geldim. Bu bayan hakikaten büroda mıydı?, Yoksa bütün bu olanlar hayal miydi? Memurlardan biri, aceleyle bıraktığım cep kitabımı iade ederken gülerek, ben de güzel bir hayalet gördüm, dedi. Bundan, olayın tamamen sübjektif olmadığım anladım ve Varşova'da bu hususu tebliğime ekledim."
Sh: 17-29

"Tarikatımızın kurucusu, Allah'a aşkla bağlanmış, Kur'ân’ın emirlerine harfiyyen uyan çok büyük bir zattı. Sultan çeşitli kereler, onu törenlere davet ettiği halele o, hep reddetmiş, gitmemişti. Her nasılsa sonunda bir yolu bulunup ikna edildi. Kendi şerefine verilen bir ziyafete katılmayı kabul etti. Saraya doğru yola çıktı. Fakat Altın Kapı'nın yanında birden kendisini harekete geçiren çok acaip bir müzik işitti. Öyle ki, yeri ve zamanı unutup dervişlerin yaptığı gibi bir daire içinde dönmeye başladı, O sırada sultan gitgide artan bir sabırsızlıkla onu beklemekteydi. Çok geçmeden diğer misafirlere ziyafet hizmetinin başlamasını emrederek, Şeyh'e gelmek için canını sıkmasın, diye adamlar yolladı. Gidenler, onu sarayda kapalı bir yerde hala dönüyor vaziyette buldular. Onu kendine getirmeyi başardılar. Şeyh vecd halindeyken, kendini ikaz eden bir şey görmüştü. Bir çok ısrardan sonra, sultanın kafasını uçurulmuş olarak gördüğünü söyledi. 2 yıl sonra, gerçekten sultan öldürüldü. Herkes Şeyhin kerametini hatırladı. İşte bundan sonra, bu dervişi velî olarak kabul ettiler.
Gaybdan haber verme kabiliyeti, diğer sık vukubulan keramet çeşitleriyle, dervişler arasında oldukça enderdir. Yirmi yıl önce Sultan II. Abdülhamid devrinde, Medine'de Hamza adında bir Rufai Şeyhi yaşamıştı. Bir tür kılıçlı fakirdi. Bir keresinde sanatını icra ederken, ulak bir çocuğun dilini kesip biraz üst kısmına tekrar yapıştırdı. Aradan bir sûre geçti ve bu parça düştü, çocuğun konuşması zorlaştı. Babası dava açtı ve Hamza İstanbul’da hapse atıldı. Bu olay, onun üzerinde en ufak bir etki bile yapmadı. Ailesine merak etmemelerini, en kısa zamanda döneceğini söyledi. Hapiste oruç tuttu, zikre devam etti. Hamza hapisteyken, çocuğun dilinin ucu yavaş yavaş büyümeye başladı. Bunun üzerine, Hamza'nın bir velî olduğu ortaya çıktı. Baba davayı geri aldı. Sultan II. Abdülhamid de onu hediyelere garketti. Sorun olan dil, bugün tamamen normal.
İslâm'da herhangi bir spritizm olup olmadığını sordum. "Önde gelen din adamlarımız" diye cevapladı" ölenlerin ruhlarıyla temas sağlamanın mümkün olduğunu bilir, fakat yapmazlar. Semaların yüksekliklerindeki yeni evlerine çıkmak üzere ayrılan ruhları yeryüzüne çağırmak, onlara zarar verebilir. Yakınlarımdan biri, Üsküdar'da bir şeyh, vecd halindeyken, yakın zamanlarda ölmüş bir arkadaşının ruhunu, hayatında bildiği gibi, açıkça kendi şekliyle bakarken görmüştü. O, kendisine güven veren efendisine öğüt almak için gelmişti. Muayyen şartlar altında bir kimse, bâtın gözüyle ölmüş kişileri görebilir. Ancak, bu gibi toplantılardan, her iki tarafa zarar olabilmesi nedeniyle kaçınmak gerekir,
İnsanların hüddam, cin vs. gibi büyülü güçlerle hizmetlerini gördürdükleri varlıklar, ölmüş kişilerin ruhları değil, aksine ateşin köleleri yahut ateşten vücut bulmuş şeytanî güçlerdir. Kur’ân'da, bunlar zikrolunmuş olup varlık hâlinde mevcuttur, şeref itibariyle, olgun miislümandan kendisiyle münasebet kurulamayacak derecede aşağıdadır. Birçok büyücülerin güç sağlamak üzere cinleri kullanmasına rağmen gerçekte bu, kara büyü şeklinde düzenlenen usûllerin tümünü içine alır."
Sh:35-37
"Bir zamanlar, şöyle böyle otuz yıl kadar önce, (1895 li yıllar) bir grup ihvanımla kıra gezmeye çıkmıştık. Uzun çimenler üzerine büyükçe bir halı serilmişti Yemeği yemiş, zikre başlamıştık. O anda, hepimizin, bu güzel tabiat içinde kaybolduğunu ve onunla senkronize hâlinde hareket ettiğim hissettim. Zikir esnasında hepimiz birden manevi alemlerden gelen bir müziğim tatlı nağmelerini işittik, Tabiat, Allahı hamd ile tesbih ediyordu. Zikrimiz tabiatınkiyle birbirine karıştı. Zikrin sarhoşluğundan ilk sıyrılan ben olmuştum. Hemen yanı başımda, halı üzerinde havaya dikilmiş vaziyette bir yılan başı ile karşılaştım. Fakat vücudumun ile kısmı halı altındaydı. Ses çıkarmadan, kımıldamadan, sadece titreyen gözlerle öylece duruyordu, Bana, o esnada zikir halkamıza onun da katıldığı keşf oldu. Hepimiz vecd halinden sıyrılınca, hemen kafesim çevirip,, çabucak kaçıp gözden kayboldu.
Selefim Şeyh Taha’l-Harirî Hazretleri, hayvanların Allah'a insanlardan: daha çok ibadet ettiğini söylerdi. Verdiği derslerle manevi kemâldim yüceliklerine vasıl otmuş cin taksimden, üç yüz kişilik bir cemaat ona intisablıydı"
Bit son ifadeleri şupfeeyle karşıladım. Durumumu sezen Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî Hazretleri konuşmasına: şunları da ekledi::
"Çok yüksek manevi kemalata ulaşmış müridlerimden biri, mezarlıkta bir Allah dostunun kabri yanında geceyi geçirmek üzere yatmıştı. Geceleyin orada, insanlar gibi

toplanıp zikir çeken, murakabe yapan cinler gördü. Cinler, her zaman, şeytanca imiş gibi anlaşılmamalıdır. Onlar da belli bir sülûktan (dervişler gibi) geçerek Efendi gibi olgun olurlar. Eğer o iyi ise, ona iyi varlıklar cezbolunur. kötü ise, kötü ve şeytanca cinler onun peşine takılırlar"
Hüddamlann Goethe'nin Faust adlı eserindeki Mephistopheles (Mefistofeles)’e (hiç bir şeyden yılmayan şeytan)a tevafuk edip etmediğini sordum. Bu soruya Muhammedi Es'ad Erbilî Hazretleri şu cevabı verdi:
"Hüddam, yüksek kemâle vasil olmuş bir cinnî liderdir. Bir insan oruç, namaz ve geceyi ibadetle uykusuz geçirmek suretiyle belirli Süryanî, yahut Aramî, İbranî büyüleri kullanarak, bunlardan birini kendine yardımcı olarak elde edebilir, sahip olabilir. "
Mehmed Ali Efendi "benim bir dostumun" dedi, "babasından bir hüddam miras kalmıştı. Babası ölüm döşeğinde, oğluna bu cinni çağırması için, iki şamdanı sürtüp hangi kelimeyi okuyacağını öğretmişti. Babasının vefatından bir süre sonra, arkadaşım denileni yapınca, karşısına uzun boylu, siyah bir cin çıktı. Ne gibi hizmetler yapabileceğini sorunca cin, 'herşeyi yapabilirim, fakat babanızın emri altındayken hizmetlerimden, hayatında sadece bir defa faydalandı. Bir yolculuğa çıkmış, çadırında tek başına hasta kalakalmıştı. Beni çağırarak ekmekle su getirmemi istedi' diye cevap verdi. Arkadaşım hüddama, kendisini âzâd etmek için ne yapması gerektiğini sormuş, o da sihirli güçlerle bağlı olduğum şamdanı kırmanız gerekir demiş. Bu cevabı alır almaz arkadaşım şamdanı kırıp hüddamı azat etmiş."
"İstanbul’da" dedi “Gazi Mahmûd Muhtar (Katırcıoğlu) Paşa (1867- 1935)" yüz on yaşlarında sara hastalığını ve öteki akıl hastalıklarını tedavi eden birisi var. Bu tedavileri, kötü cinni çıkarıp, yerine iyisini koymakla yaptığını söylüyor."
Bak. https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahmud_Muhtar_Kat%C4%B1rc%C4%B1o%C4%9Flu
Bunun üzerine milletvekili şöyle dedi:
"Cinlerin kovulmasını daha mantıklı buluyorum. Birisi cinlere tutulmuş, vahşi hayvanlar gibi hareketler yaparak etrafındakilere saldırmaya başlamıştı. Bu adam iplerle bağlanıp, İhüddamları vasıtasıyla cin kovmakla ünlü gerçek bir şeyhe getirildi. Şeyh iplerini çözdü ve ona Kur'ân-ı Kerîm'de tarif edildiği şekilde namaz kılmak üzere abdest almasını söyledi. Cine tutulmuş adam, isteksizce Şeyh’e itaat etti. Denileni yaptı. Abdestten sonra, Şeyh onunla yanyana namaz kıldıktan sonra, onu zikir halkasına soktu. Vecd haline ulaşıp hastanın ruhu vücudundan dışarı çıkıp, halkadaki dervişler tarafından sıkı sıkı yakalandığı zaman, Şeyh bir dua mırıldanarak, hastanın yüzüne olanca gücüyle bir kaç tokat attı. Hasta çok bozuk bir halde kendine gelip çocuk gibi, hüngür hüngür ağlamaya başladı. O günden sonra, hasta cinlerden kurtulup, normal insan haline geldi."
Mehmed Ali Efendi bir başka cin metodu daha görmüştü:
"Bu metodda, hasta ateşin önüne getirildi. Şeyh hususî otlarla ruah adlı (galiba ruh olacak) özel bir tütsü yaptı. Cin, bu tütsüyle dışarı çıkmak üzere kandırılabilirmiş. Hasta adam sol elinin avucunu ateşe karşı tutarak kaldırdı. Şeyh Kur'ân-ı Kerîm okumaya başladı. Hasta yarı vecd durumuna girdi. Sol eli kendiliğinden alnına gitti. Eli alına değince şuurunu kaybetti Hasta adamın Müslüman, Hristiyan veya Yahudi oluşuna göre Hz.Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem), Hz.İsa (aleyhisselâm), -Hz. Musa (aleyhisselâm) diye peygamberlerden birinin adıyla seslenerek Şeyh bir takım dualar mırıldanmaya başladı. Biraz sonra hasta adamdan normal olmayan bir çığlık duyuldu. Hastanın ağzından bağıran cini, Şeyh okumak suretiyle çıkması için zorlamaya başladı. Fakat cin, hasta adamdan çıkmak istemiyordu. Şeyh, bunun üzerine onu çekip çıkarmak için bütün gücünü kullandı. Sonunda cin mağlubiyeti kabul etmek zorunda kaldı. Cin önce hastanın bir gözünden dışarı çıkmak istedi. Adamcağız kör kalabilirdi. Fakat, Şeyh hastaya zarar vermeyecek şekilde, cinin sol ayak ucundan çıkmasını sağladı. Sol ayak hemen titremeğe başladı. O anda hasta tiz bir çığlık attı ve kötü cin onu ayak ucundan terketti. İyice sağlığını elde edince, Şeyh hastayı koruyacak bir muskayı sürekli üzerinde taşıması için verdi."
Mehmed Ali Efendi (Şeyh Esad Erbili kuddise sırruhu'l-âlî’nin oğlu)aynı Şeyh'in bu son metodu zehirli yılan ısırığına da uyguladığım görmüştü. Isırığa okunmasının ertesi günü, orada bezelye büyüklüğünde küçük bir siyah nokta kalmış, fakat zehirlenme atlatılmıştı.
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri bir misal vermek üzere biraz su rica etti. Kulpsuz bir kase içerisinde kendisine su getirildi. Şeyh Efendi parmağını içine sokup suyu kenarlarından dışarı taşacak gibi yükselinceye kadar, parmağıyla dairevî olarak karıştırdı ve şöyle dedi:
"Bardaklara çeşitli miktarlar su koyun, onları bu şekilde şırıltılı bir ses verir hale getirene kadar karıştırın. İçindeki su miktarına göre, farklı notalar duyacaksınız. İnsanlarda da durum aynıdır. Allah kendi ruhundan insanlara farklı olarak üfürmüştür. Derecelerin farklılığına göre her biri farklı ses verir. Bir kimse, iyi ruhtan öylesine az nasibe sahip olur ki nefs, onu tam anlamıyla hakimiyetine alır. Bir başkası iyiden o kadar çok nasiplenir ki, onun yardımıyla günahları yenebilir. Doğrudan konuşan hiç bir yaratık yoktur. Sadece kendini sonsuz biçimler, şekiller halinde izhar eden Allah vardır. O, dört aylık ana rahmindeki çocuğa ruhunu üfüren ve ona hayal veren Allah'tır. O, doğarken görme ve işitme ihsan etmek için çocuğa güç veren Allah’tır. O, kulu ve halifesi olan Şeyh vasıtasıyla kalplere üfürür. İşte insan o zaman, yüksek dünyalara kapılar açan manevi görme (müşahade) ve işitmeye mazhar olur. İşte, Allah’ın kendisinden bir şey üfürdüğü hu insan, Allah’ın yeryüzünde halifesi olabilir.
Rivayet olunur ki, Bâyezid-i Bistamî (kuddise sırruhu'l-âlî) vefatından sonra sorgu meleklerinin huzuruna çıkarılır, melekler Bâyezid'e) bize ne getirdin, diye sorarlar. O da şaşırarak şu cevabı verir:
'Dünyada iken bir adam hükümdarı ziyaret etme arzusuyla saraya girip huzura çıkar. Gayesi sadece hükümdarı görmektir. Lâkin huzurda hükümdar kendisine ne istediğini sorarak, tamamen tersi bir duruma sebep olur.
İşte bu adam gibi, ben, şu ana kadar Allah’ı sürekli arama ve görme halini yaşadım. Ama şimdi Allah'ın beni aramakta olduğunu anladım.' Eğer Allah'ın ruhu bir insanda yerleşmemişse, o hüsrandadır. Allah sadece kendine yardım edenlere yardım eder."
Şeyh Efendiye Allah’a giden, yüksek alemlere ulaşan yolu öğretecek Şeyhî bulamayan kişi öldükten sonra nasıl yol alır, diye bir soru sordum. O da "fark budur ki, tarikatın bize verdiği usulle, bu dünyada manevi gözlere kavuşanlar Hinduların Kamaloka dedikleri Araf tan (cennet-cehennem arası) bu dünyada iken geçerler. Diğerleri için Araf ölmeden başlamaz. Netice şudur ki, müridler kendilerine liderlik yapan efendilerinin (yani şeyhlerinin) etrafında ahirette de toplanırlar. Zaten Efendi (şeyh), dünyada iken müridleri toplayıp onları ahiret yurduna hazırlamıştır. Diğerleri ahirette şuursuz olarak kalmaya devam ederler. Çünkü onlar cismani bedenin dışında şuura destek veren ruhun gizli manevi bünyelerini dünyada iken geliştirmemişlerdir."
Sh:237-243
Kaynak. Carl VETT, Kelâmi Dergâhından Hatıralar- (İstanbul - 1925), trc: Prof Dr. Ethem GEBECİOĞLU, Ankara – 1993


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar