Print Friendly and PDF

NUSRET ÖZCAN

Bunlarada Bakarsınız



25 Kasım 1958'de İstanbul-Eyüp'te doğdu. Gümüşsuyu İlkokulu’nu bitirdikten sonra (1965-70) Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi'ne kaydoldu. 1972'de İstanbul İmam-Hatip Lisesi'ne geçti. "Uyumsuz ve aykırı öğrenci" olarak 1977'de Tekirdağ İmam-Hatip Lisesi'ne "sürgün" edildi. Bu kısa maceradan sonra "yuvaya" dönerek 1978 yılında İstanbul İmam-Hatip Lisesi'nden mezun oldu.
Bu dönemde anarşi olayları ve siyasi istikrarsızlık sebebiyle ne­redeyse kangrene dönmüş olan üniversite eğitim ortamı dolayısıyla üniversite hedefini erteleyerek öncelikle askerlik görevini aradan çı­karmak istedi. Bu arada nişanlandı (Şubat 1979).
Mart 1979'da başladığı askerlik görevini, Antalya'daki acemi bir­liği dönemini müteakiben Mayıs 1979'da gittiği Ardahan'da, 12 Eylül darbesinin sert rüzgârları altındaki 1980 sonbaharında tamamladı (Kasım 1980).
1981'de Millî Gazete'de çalışma hayatına başladı.
3 Aralık 1981'de evlendi. Eylül 1982'de ilk oğlu Abdullah Ümit dünyaya geldi.
12 Eylül cuntasının baskıcı yönetiminin hüküm sürdüğü bir ta­rihte, 25 Mayıs 1983'te vefat eden büyük şair ve mütefekkir Necip Fazıl'ın cenazesinde gözaltına alınan gençler arasındaydı. 15 gün gö­zaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
1982 yılında girdiği Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi'ni bı­rakıp yine aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Ede­biyatı bölümünü bitirdi (1983-1987).
Öğretmen olarak ilk atama yeri olan Bingöl-Kiğı'ya gitmedi. 1990 yılında ikinci atama yeri olan Nevşehir-Hacıbektaş ilçesinde öğ­retmenliğe başladı ancak ikinci oğlu Ahmet Bilal'in doğumu ve İstan­bul hasreti dolayısıyla 15 gün sonra istifa ederek İstanbul'a döndü.
Birkaç arkadaşıyla kurdukları Nüans Ajans'ta dizgi, baskı, mizan­paj ve reklam işleri yaptı. Ağustos 1992'de üçüncü oğlu Mehmet Yu­suf dünyaya geldi. Nüve Ajans'ı kurdu, daha sonra adını değiştirerek Ümit Ajans yaptı (1993).
Bir süre TGRT ve MÜSİAD'da çalıştı. Kuruluş çalışmalarına katıldı­ğı Yeni Şafak gazetesine geçti. Başta kültür-sanat sayfası olmak üzere muhtelif birimlerde editör olarak görev yaptı ve bu görevini ölümü­ne kadar sürdürdü. Ayrıca Radyo Onbeş'te "Her Mevsim İstanbul" adlı bir program hazırladı ve sundu.
Lise yıllarında tiyatro ile ilgilenen Nusret Özcan, MTTB (Millî Türk Talebe Birliği) bünyesinde de oyuncu ve yönetmen olarak tiyatro faa­liyetlerine katıldı. Büyük bir yetenek olarak görüldüğü hâlde 1980'lerin ortalarında çeşitli sebeplerle tiyatroyu bıraktı.
Edebî çalışmaları ve yazıları izlenim, Kayıtlar, Dergibi, Kafdağı, Kitle, Cemre, Semerkand Aile ve Bizim Market gibi dergilerde ve Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı. Şiir, hikâye, roman ve deneme türünde eserler verdi. Çok önem verdiği, titizlendiği ve bir kısmını da "olmaya" bıraktığı şiir çalışmalarını kitaplaştırmaya fırsat bulamadı.
Sağ ayağındaki damar tıkanıklığı sebebiyle son yılları tedavi so­runlarıyla geçen Nusret Özcan 22 Haziran 2007 Cuma günü sabaha doğru kalp krizi geçirerek önce Vakıf Guraba Hastanesine, oradan da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı. Aynı gün saat 11:15 sularında vefat etti. 23 Haziran 2007 Cumartesi günü Eyüp Sultan Camii'nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından son­ra Eyüp mezarlığında Necip Fazıl Kısakürek ve Hilmi Oflaz'ın yakının­da toprağa verildi.
Birkaç düzel Gün (çocuk romanı, 1998; 2002 baskısında adı Bizim Mahalle olarak değiştirilmiştir)
Mustafa Kutlu Kitabı (Kemal Aykut'la birlikte, 2001)
Sokak Sesleri (belge-anı, 2003)
Beşir Ayvazoğlu Kitabı (Kemal Aykut'la birlikte, 2004)
Leyla ile Mecnun (roman, 2005)
Kar Kelebekleri (uzun hikâye, 2006)
Bir Hüzün Yolcusu (hikâye, 2007, vefatından sonra yayınlanmıştır.)


Söyleşi: Ebubekir KURBAN
Doğunun en büyük aşk hikâyesi Leyla ile Mecnun’u yazdın. Neden?
Bu bir aşk hikâyesi olduğu kadar aşk hikâyeleri içerisin­de de aşkın murâdına uygun olan bir hikâye. Zira çok te­miz. İnsanın murâdı iyi, güzel ve doğruya ilişkin değerlerle yaşamak. Onlarla birlikte hemhâl olmak. Leyla ile Mecnun hikâyesindeki neredeyse hiçbir unsur kötülüğü murâd et­mez. Ama yine de, bu hikâyede dahi trajedi dediğimiz bir açmaz vardır. Aşkı güzelleştiren de aslında odur. Dolayısıy­la hem aşkı duyma adına, hem aşkın murâdı adına çok uy­gun bir hikâyedir Leyla ile Mecnun. O yüzden işte Leyla ile Mecnun’u ele aldım. İyi ki de yazmışım diyorum.
Yeniden gündeme getirmen bir aşk ‘yoksunluğu’ndan mı?
Şimdi bir aşksızlık olduğu gerçek. Aslında modern dünya pek çok kıymetimiz gibi aşkı da alıp götürdü bizden. “Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok, kimseler âşık değil bu şehirde” diyor şairlerimizden İsmet Özel. Gerçekten ciddi bir aşksızlık var ve insan bazı şeyleri aşk zannediyor. Ama bu, aşkın olmayışından dolayı değil. Belki de modern dünyanın insan hayatını imhâya yönelik dayatmalarından kaynaklanıyor. İşte o yüzden aşkı tekrar gündeme getirmek, insanlarla aşkı yeniden buluşturmak, “Aşk diye bir şey vardı hayatımızda; farkında mısınız?” diyebilmek için yazdım. İn­sanlar aşka kayıtsız maalesef.
Evet, İsmet Özel, kayıtsızlık bağlamında, “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” diyor...
Evet aşk çok ulvi, çok manevi bir şeydir. Ama maddileşen dünyada yeterince duyamıyoruz ister istemez. Aşka kapatı­yoruz yüreğimizi.
Leyla ile Mecnun da bizim çok dışımızda, ötede bir yerde duruyor adeta. Aşk’ı hayatımıza katamıyoruz. Ne dersin?
Ama işte hayatımıza getiremeyişimizin sebepleri aşkı yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Ve hayatımızda aşk olmaz­mış gibi geliyor. Oysa...
Oysa olmaması mümkün değil...
Kesinlikle! İnsanoğlunun olduğu her yerde aşk vardır. Mesela hatırlayın, Love Story diye bir film çekildi ve bayağı bir sükse yaptı. Batılı bir aşkı anlatıyordu. Fakat o zamanlar dedim ki “Bırakın Allah aşkına bu çok ciddi bir film değil”; bizim konfeksiyoncu kızımızla kunduracı çocuğumuz daha trajik bir aşk yaşıyordu. Bizde daha sahici aşklar var, Doğuda daha sahici aşklar var, ama biz farkında değiliz bunun.
Sahici aşklar artık çok geride kaldı diyorlar...
Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim ben size, hayat Allah’ın sanatıdır. Aşk ise o sanatın şiir bölümünde bence. Aşk yer­yüzünde cennet duygusudur. Hepimiz, erkekler biraz Hz. Âdem’den parça taşıyoruz, hanımlar da Hz. Havva’dan... Ve ilk aşk cennette başladı. Yeryüzünde hayat sürdükçe aşk her zaman var olacaktır. Günümüzde eğer gençler âşık olamıyor­sa bu onların bir eksikliğidir ve tabii ki burada dış etkenler, modern dünyanın getirdiği dayatmalar söz konusudur. Ama “aşk eskide kaldı” gibi bir sözü kabul etmem mümkün değil, hayat sürdüğü sürece aşk sürecektir. Bir yerlerde birileri bin­lerine âşıktır ve biz de onlara karışacağız.
Günümüz insanı aşkın neresinde duruyor?
Ne yazık ki çok uzağında duruyor. İşte biraz önce de ko­nuştuk, aşkların hep geride kaldığını zannettiğimiz sürece âşık olamıyoruz. Oysa aşk ısmarlama olmaz. Aşk, Allah’ın vermiş olduğu bir şeydir, nasıl insan kendi kendine var ola­mazsa, kendi kendine de âşık olamaz. Bu, Allah vergisidir. Günümüzde aşktan bahsederken hep bir netice bekleniyor. Oysa aşk bir netice beklemez. Yani bir şeyler öğrenmeye, iç âleminin büyümesine sebep olur aşk. Hiçbir zaman kö­tülüğü istemez. Hep iyiliği ister. İnsanımız değer karmaşası yaşadığı için iyi ve kötü de birbirinden ayırt edilemez oldu. Aşk da bu değer karmaşasının kurbanı oldu. Oysa buna lâyık değil bizim insanımız. Gerçekten çok iyi şeylere layık. Aşk toplumuyuz aslında biz, bunu fark etmiyoruz. Aşk toplumu olduğumuz unutturulmak isteniyor.
Modern hayat bunları düşünmemize izin vermiyor. Mesela gençlerimiz ünlü olmak, meşhur olmak, kariyer yapmak istiyor. Ne diyorsunuz gençlere ?
Modern hayat eleştirisi yapıyoruz ama, bir insanın hem kariyer yapması hem âşık olması birbirini yok eden, birbirine tezat teşkil eden şeyler değil ki. Hem âşık olsun hem okusun hem iyi bir noktaya gelsin. Çok sıkı âşık olsunlar, sırılsıklam âşık olsunlar, o kariyerlerine de çok büyük katkı sağlayacak­tır. Zira yapılan kariyerde ruh dediğimiz şeyin etkisi çok bü­yüktür. Aslında insan aşkta kendi ruhunu da duyar. İşte bu yüzden zevksiz, keyifsiz bir hayat sürüyoruz. Aşkı tekrar bul­mamız lazım.
Ne kayboldu ki aşk gitti hayatımızdan?
Aşkı biz sanki olsa da olur olmasa da olur diye telakki ediyoruz ve sadece bazıları yaşar diye düşünüyoruz. Halbuki öyle değil, mutlaka ve mutlaka Allah her insana bir gün dahi olsa, bir an dahi olsa hissettirmiştir. Bunu devam ettirip ettir­memek belki kişinin elindedir.
Nasıl olacak bu?
İşte sebat gösterecek. Âşıkân-ı sâdık dediğimiz şey bu. Aşkı takip etmek lazım.
Konuşurken, çay içerken...
Elbette. Ne güzel söylüyorsun, konuşmayı da aşkla yap­mak lazım. İbadet yaparken de aşk olacak, arkadaşlık yapar­ken de.
Fethi Gemuhluoğlu yeni tanıştığı her gence “Hiç âşık oldun mu?” diye sorarmış. Ardından da “Git âşık ol, öyle gel!” dermiş...
Fethi Bey Ağabeyimiz bir geleneğin temsilcisi, çok da güzel bir geleneğin temsilcisi. Aslında Fethi Bey’in devam ettirdiği şey tasavvufta bazı mürşid-i kâmillerin de çok sık başvurduğu bir şey. Müridini kabul ederken mürşit onun is­tidadını ölçme noktasında, Allah’ı sevdirme noktasında, bir şeyi sevip sevmediğini yoklama açısından, “Hiç âşık oldun mu, herhangi bir şeyi sevdin mi ?” dermiş. Fethi Bey Ağabeyi­miz de aşkı hayatın içinde arayan birisiydi. “Kalplerinizi aşka açın; âşık anneler, babalar olun” derdi.
Peki âşık kalpler, âşık anneler, nereye götürür bizi?
Kanatlandırılmış bir hayata götürür. Çok güzel bir ha­yata götürür. Bütün insanlar kanatlanmış bir şekilde yaşardı.
Başımızı döndürür müydü?
Başımızı döndürmek ne demek? Sarhoşlar olarak do­laşırdık. Hayat o kadar güzel olurdu ki kanatlanıp uçmak isterdik. Zaten bakın cennet duygusu derken, yani huzur içerisinde olmak; Hz. Âdem ve Havva annemiz cennette huzurdaydı. Aşkın “yeryüzündeki cennet duygusu” oluşu da burada başlıyor. Yüksek, ulvi bir duygu. Ancak yeryüzüne inen bir şey; dolayısıyla gündelik hayatın içinde olması ge­reken bir şey. Seninle benim, benimle onun arasında olması gereken bir şey. Aşkı bulutların üzerinde değil, hayatın için­de, inceliklerde, detaylarda, yeryüzünde aramamız gerekir. Hayatımızın merkezine yerleştirmemiz gerekir.
Yani bakışlarımızı dış dünyaya ve imajlara çevirmeye­lim, kendi içimize dönelim, orada derinleşelim diyorsun. Burada nasıl yoğunlaşabiliriz? Bu detaylarda...
Ne yazık ki inceliklerimiz kaybettirilmek isteniyor. İnce­likleri fark etme hassasiyetimiz... Bize dayatılan maddi hayat o kadar bizi kuşattı ki. Biz hayatın içerisinde çok küçük ama küçük olduğu kadar da insanı kanatlandıracak olan şeyleri ıskalamaya, görmemeye başladık. Oysa bunlar lazımdı. Me­sela âşık insanı düşünelim; binlerce güzel vardır ama hiçbir tanesinin gözünü süzüşü veya saçını yana atışı kendi sevdi­ği gibi değildir. Zira aslında karşı cinste gördüğü, Allah’ın bir sanatıdır. Bunu bilse de bilmese de Allah’ın sanatıdır. Aslında ona tutunuyordun Elbetteki suretlerin, manaların tecelligâhı olması bâbında... Biz işte yeniden o incelikleri görmek zorundayız. Mesela, bu incelikleri fark edenlerden ve hayatına bunu aktaranlardan bir büyüğümüz var, belki siz de tanırsınız, Yusuf Abi; karınca besleyen birisi o. Karıncaları gerçekten besliyor. Bu çok büyük bir incelik.
Genç âşıklara bir şey söylüyor musun?
Kesinlikle ama günümüzde gençler aşktan bir neti­ce bekliyorlar. Aşktan illa bir netice beklenmemesi lazım. Gençler gerçekten sevmeli; aşkı zaten severek öğrenecekler. Siz bunların önüne geçtiğiniz sürece aşksız kalacaksınız. Do­layısıyla gençlere sevmeyi de öğretmek gerekiyor. Sevmenin, aşkın bir incelik olduğunu anlatmak gerekiyor. Bunu en baş­ta Allah’tan istemeli gençlerimiz. Aşık olan gençleri de hiç kimse örselememeli, zira aşk Allah’ın o insana, gönüllere bir lütfudur. Ben hem yaşıtlarıma hem diğer yaştakilere genç âşıkları örseleyici, incitici sözler söylemeyin diyorum. Aşk­larını köreltici sözler söylemeyin diyorum. Alabildiğine, çıl­gınca, çığlık çığlığa sevmelerini istiyorum.
Çocuklarına da söylüyor musun aynı şeyi?
Elbette çocuklarıma da söylüyorum. Uç oğlum var, üçü­ne de söylüyorum. Zira biz bir aşk ailesiyiz.
Ustad, bir tanımı var mı aşkın?
Aşkın tanımı yok. Niye yok? Çok ferdî, çok kişisel bir şey olduğu için yok. İnsan adedince aşk vardır. Bu, aslında aşkın içinde olan biricikliği duymakla alakalıdır. Sadece biricikliği duymak değil, aslında yaratış ve yaratılış sırrını an­lamakla da alakalı. İşte bu yüzden ağır. Biricikliği düşünme, yaratış ve yaratılışı anlama çok rabıtalı bir şeydir. İşte bunu duyamıyor insanlar, çünkü öğretilmiyor. Bu öğretilseydi yani biz bu geleneği kopartmamış olsaydık emin olun insanlar daha güzel olacaktı, daha güzele âşık olacaktı ve daha mutlu olacaktı. Hayatlarını daha çok seveceklerdi.
Hiç âşık oldun mu?
Elbette. Çok büyük bir aşk yaşadım. Elhamdülillah şu anda eşim. Hadi çekinmeden söyleyelim, dünyaya bir kere daha gelsem yine onu isterim.
Gerçek Hayat, Şubat 2007


Ne uzun bir bekleyişti Efendim!..
Ne uzun... ve ne hazin bir bekleyiş!...
Zaman ve mekân
Efendimi bekledi,
Âlemler Efendimi...
Dünya Efendimi bekledi...
Her doğan gün “Belki bugün...” diye tarifsiz bir umutla sürdürdü bekleyişini...
Haberciniz olan Resûller geldikçe bir bir daha da art­tı bekleyişin azabı...
Resûller Efendimi bekledi,
ümmetler Efendimi...
Gece ve gündüz; güneş ve ay ve yıldız Efendimi özledi...
Yeryüzü, gökyüzü ve deniz Efendimi...
Dağ-ağaç, göl-ırmak ve kara toprak Efendime hasretti... Taş, kuş-ağaç, göl-ırmak ve kara toprak Efendime hasretti...
Onlar yalnız Efendimi bekledi.
Efendimi bekledi dünya ve insan yalnız Efendimi istedi...
Keremli Mekke asırlarca sürdürdü bu hasret ateşini...
Safa ve Merve ile birlik Kâbe, Efendimi bekledi...
Putlardan kur­tulmak ve Efendime kavuşmak için, Efendimi... Onulmaz hasretiyle Me­dine yollarınızı gözledi her gün, her saat...
Her gül mevsimi Efendimin geleceğinizi umut ederek gül açtı Medine...
Başınızda cezbelenip cezbelenip aç Medine’nin gülleri...
Başınızda cezbelenip cezbelenip dolaşan bulut ve Bahira, Efendimi bekledi..
-Abdullah’ın pâk zevcesi, annelerin annesi Âmine, O Sevgili Annemiz Efendimi bekledi... Ve Annelerimiz Halime,
Hatice, Fâtıma ve Âişe Efendimi... Dört gözle gözbebeğiniz Ebu Bekir ve Ömer ve Osman ve Ali... ve Sahabe ordusu, Efendimi, Efendim’de Efendimi..
Kur’ân’ı indirmek için Cebrail dahi Efendimi... Kusvâ da hep Efendime hazırladı kendini. Burak ve muhteşem İsrâ gecesi ve Ku­düs Efendimi bekledi... Fethedilmeye can atarak Diyâr-ı Rûm, Konstantiniyye, İran ve Tûran, Endülüs Efendimi Efendim Efendimi... Küfrü karanlığında boğmak için Efendimi bekledi Bedir, Uhud ve Hendek...
Ay muazzam bir istiğrakla tâ orta yerinden büyük bir vecdle yarılmak için parmak işaretinizi... Hira önce ağırla­mak ve bir ömür boyu saklamak için en aziz hatıralarını... Sevr bir kerecik sımsıkı basmak ve kıyamete kadar bu saadet­le mest olmak için yüzyıllarca açık tuttu bağrını... Arafat gaşy olmak için saadetli kademlerinizin altında, Uhud dertleşmek için ... Ensar ve Muhacir öğrenmek ve bütün insanlığa öğret­mek için kardeşliği...
Gonca gülleriniz Haşan ve Hüseyin Efendilerimiz... Yü­zünüzün hasretiyle yanan fakat “Gül Yüzünüz’ü göremeyen ama “Kardeşlerim!...” dediğiniz Efendimden sonraki ümmetiniz...
Ve bütün âlemler şereflenmek için Efendimin teşrif etmenizi... Boğulmak için rahmete... Efendimi bekledi.
Yâ Rasûlallah!
Hep bekledik
Efendim!
Bütün ruhumuzla Efendime kulak kesildik. Dedik ki: Gel! Ey En Sevgili Resûl! Başımızın Tâcı, Gönüller Sultanı Efendimiz! Gel ki gönlümüzün toprağı ayaklarınızın altını öpmekle şereflensin... Kararmış ufukla­rımız eşsiz ışığınıza garkolsun. Paslanmış kalplerimiz Yed-i Beyzâ’mzın nûruyla cilâlanıp ışısın...
Ey Allahım, başlasın bahar ve gül mevsimi!
Ve geldiniz Efendim!...
Ne muhteşem, ne şanlı bir gelişti o Yâ Rabbî!
Kitap gibi geldiniz, yıkıldı Kisrâ’ların saraylarındaki burçlar...
Sûre gibi geldiniz, ey Allah’ın Sevgilisi...
Âyet gibi geldiniz, söndü ateş gecelerdeki nâr...
Geldiniz ve ashab dedi: Kalbimizde taht kurdun ey Yürüyen Kuran... Bütün benliğimiz emrindedir
Ey Resûl-i Zîşân !
Anamız babamız hepsi Efendime kurban olsun,
Bu canı­mız Efendime kurban!
Geldin, kavurucu sıcaklardan bunalmış, dudakları çatla­mış çöllerden berrak ırmaklar çağıldadı çavlan çavlan.. Gel­din ki bir aşk deminden bir aşk demine ve aşktan söz ettiğin­de... Saf aşk kesti kalpler...
Canım Efendim! Varlığın Nûr’u Efendim! Bizler dahi beklemedeyiz... Yüzünü dünya gözüyle bir kerecik göreme­menin azabıyla yanan bizler, yani ümmetin, biz dahi bekle­medeyiz
Efendim!...
Ne kahredici, ne yakıcı, ne kavurucu bir bek­leyiştir.
Efendim!..
İslâm coğrafyası her ne kadar şerha şerha kanasa da bu­gün, Somali’de açlıktan kırılırken Müslümanlar, bir köşede yine de Efendimi ve emanetlerinizi düşünüyor bir yandan, direni­yor açlığa ve zorbalara Efendim!... Daha dün “Allah Allah!” nidâlarıyla yedi iklim dört bucak koştururken i’lâ-yı kelime-tullah uğruna Efendimin müjdelerinizi bekliyorduk ve gürbüz coğrafyalar açılıyordu omuzda... Nasıl dün Efendimin emaneti­nizi yaymak için dünyaya canla başla uğraştıysak bugün de Afganistan’da Efendimin kutlu nefesinizin rüzgârıyla darma­dağın oldu düşmanlar... Bosna’da Efendimin ümmetinizin kanı aktı ve Kosova’da sizin ümmetinizin kanı akıyor oluk oluk... Cezayir’de, Eritre’de, Doğu Türkistan’da, Çad’da Efendimin üm­metiniz direniyor bütün zorluklara, Efendimin ümmetiniz olma onuruyla ve aşkla...
Efendim,
Ah Efendim!..
Efendimin Livanız altında buluşma­yı bekliyor ümmetiniz...
Ne uzun sürmekte Efendim!..
Ne uzun anlı ve ne kutlu bir bekleyiştir...
Ne şanlı ve ne kutlu bir bekleyiştir...
Savaşta ve barışta Efendimin aşkınızdır gönülleri yakan Efen­dim! Sürüyor eşsiz sevginiz ve getirdiğiniz aşk...
Cânım Efendim!
 Cânımın cânı Efendim!...
Şairler yürek yakıcı ateşten kelimelerle seni anlatıp duruyorlar bir hayli za­mandır; güzelliğinizi bitiremiyorlar.
Efendim!...
Kelimeler tükendikçe daha da artıyor güzel­liğiniz.
Rabbim! Yüce Rabbim!
Bütün ümmetin beklentisini boş çevirme adı görklü Yüce Rabbim!
Kavuştur bizi!..
Boğsun bizi de Allahım bu nûr tufanı... bu aşk... bu... bu... bu...
Kafdağı
(Nusret Abi, metinde geçen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için yazdığı  “Siz’i” ve “Siz’e” kelimelerini  hassaten bana “Efendim” olarak değiştirerek yazmamı istediğinden bu şekilde kayda geçirdim.)
Bu gözleri zekâ pırıltılarıyla dolu çocuk daha geçenler­de, kundağının içinde sevinç çığlıkları atan o ak pak bebek midir?
Bu delikanlı ne zaman düştü ekmek tuz derdine ?
Taşlığında dizi dizi hüsnüyusuf, fesleğen, menekşe saksı­ları olan evi hatırlıyor musunuz?
Gazi madalyalı dede demek artık rahmetlik.
Bu bahçe nasıl bozuldu? Daha düne kadar her tarafı pıtrak gibi goncalarla doluydu yediverenin. Hanımeli yağ­murdan sonra ak zambakla bir olup akıştan bir bahis açardı. Daha dün gibi diye başlayan cümlelerle dolu hayatımız, daha dün gibi... Zamana karşı direnmek ne mümkün! Ne varsa alıp götürüyor kendi hâzinesine. Silik fotoğraflar olarak alı­yoruz yerimizi bu macerada.
Hep ucunda yaşıyoruz zamanın. Geçmiş, bütün haşme­tiyle o kısacık anda saklı; bizi biz lalan ne varsa, hayatımızı idare eden ne varsa o kısacık anda bir bütün olarak duruyor. Kimbilir hangi kırıklıklarımızla hangi mahzunluklarımızla o kısacık anda sürdürüyoruz varlığımızı. Unutmak istediğimiz hatıralar yaralıyor.
Geçmişi onaramamanın acısıyla kanıyor içimiz. Güzel günleri yâd edince mutlu bir tebessüm dudaklarımızda. Ge­leceğe açık, meçhullerle dolu bir serüven bizimkisi, işimiz zor. Tedirginliğimiz bundan. Kader bir muamma. Tehlikeli ve girift. Üstelik, boynumuzu büken bu acziyet.. Ve günümü­zün cinneti...
Hayat müthiş olağanüstü ama göremiyoruz. Bir çocuk gözümüzün önünde büyüyor, bir çiçek gözümüzün önünde patlatıyor tomurcuğunu. Yaratışın kesiksiz sürdüğünü anla­mıyoruz nedense. Gözümüzün önünde yalan söyleniyor ve hayret, inanılıyor o yalana bile bile. Şaşırtıcı bir kuşatılmışlık daraltıyor bizi. Her şeyi tüketiyor ve eritiyor zaman.
Günübirlik telaşlar bizi dağıtıyor, hayatı ve zamanı du­yamıyoruz. Bu keşmekeş içinde hayatı iyiliklerle, güzellikler­le donatmamız gerektiğini unutuyoruz. Tökezlediğimizin, sürçtüğümüzün farkında değiliz çoğu kere.
Hayatı kaçırıyoruz. Kendimize ayırdığımız vakit yok. Kendimize ait olmayan şeyler alıyor zamanımızı. Kendimize aitmiş gibi gelen nice şeyler. Hayatımızın merkezine bir sürü araz musallat. Günler yeni bir şey getirmiyor. Yüzümüz asık, kırık dökük oradan oraya sürükleniyoruz biteviye. Yine de bir şeyler var; sözleri aşan, ifadelere sığmayan, hareketleri­mizden ayrı, bakışlarımızdan başka.
Çıkıp kurtulmak istiyoruz bu cenderenin içinden. Za­manı ve hayatı duymak istiyoruz. Başka bir hayatı. Daha arı duru, daha dingin ve huzurlu. Ama takatimiz yok, yorgunuz. Bir yığın fuzuli şeyle meşgul ve baş döndürücü değişimlerle allak bullak. Ama ya ruhumuz? Göklere ağmak, bütün bu kayıtlardan uzaklaşmak istiyor. Sonsuzluğu duyuyor çün­kü. O biliyor bize lazım olanı ve direniyor. Günümüzün bu amansız cinnetine sabırla direniyor. O hep bir adım ileride, hayatı arındırmak istiyor. Vazgeçin boş uğraşlardan, bana kulak kabartın, diyor gülerek. Güzel bir şarkıyı bizim için istiyor, içimizin şarkısını istiyor. Hür ve uzun bir şarkı için hazır mıyız?
Yeni Şafak, 07.09.1996

VIRGINIA WOOLF’A DAİR İKİ YENİ KİTAP
Nasıl da zor bir hayattı Virginia Woolf’unkisi... Bu dün­yanın kirliliği erken bulaşmıştı ona... Bu kirliliğin o büyük ve amansız boşluğuna düşmekti onun nasibi... Bu halin biçim­lenmesi kalıyordu ona yaşamak ve yazmak için... O da öyle yaptı ömür boyu... Izdırap çekti ve yazdı... Çocukluğunda başlayan -kimbilir belki de dehasını ve dolayısıyla sanatını besleyen bu acı, onu kuralsız ve kutsalsız bir yaşama hazır­lıyordu. Kuralsızlık ve kutsalsızlık; her anarşist için nasılsa öyle... Kuralı ve kutsalı kendisinin koyması yani... Hayatın­dan çok sanatında görülen bu içsel kargaşa, bu bir türlü yu­vasını bulamama, bu huzursuzluk ve bunalım -hem de ne bunalım!- hayatına mal olacak, ama edebiyata çok şey kazan­dıracaktır... Fakat hayat da bir eser değil midir sanki?...
Üç yaşına kadar konuşamamış, ebeveynini bu yüzden telaşlandırmış bu çılgın, aykırı ve uyumsuz kız, daha sonra­ları bütün kardeşleriyle birlikte uyuduğu odalarında gece­ler boyu anlattığı hikâyeleriyle hazırlanıyordu geleceğine... Dilin imkânları ve hayal gücünün muhteşemliği hikâyeleri dinleyen kardeşlerinden çok kim-bilir belki de onu büyülüyordu... Dilin ve hayalin ona fark ettirdiği şey şuurunu ay­dınlatıyor ve o gerçekten de zamanından önce büyüyordu... Önemli bir dönemdi o devir: Dostoyevski öldükten bir sene sonra doğmuştu Virginia... Marcel Proust ile aynı yıllarda yaşayacaktı... Oscar Wilde fırtınası henüz dinmemişti. Sac­her-Masoch hayattaydı. Rimbaud’nun anısı tazeydi. Gide ve Zweig gibi devlerin mevsimiydi... Nietzsche öleli de çok olmamıştı... Avrupa’nın zihin serüvenindeki hareketlilik sü­rüyor ve tıpkı Virginia Woolf gibi, cinnet karanlığı ile deha parıltılarının arasında gelgit yapıyordu koca kıta. Ne garip?.. James Joyce ile yaşıttı Virginia, her ikisi de aynı rüzgârlı, dik ve tehlikeli bir dağa tırmanıyordu... Bilinç ve zihin bulanıklı­ğı, yoğunlaşan ve genişleyen anlarla uğulduyordu her ikisinin de duyduğu gerçek... İşin tuhafı bu isimler gerçekten sıra-dışı ve hepsi tam bir günahkârdı...
Virginia daha henüz küçük bir kızken üvey ağabeyinin tasallutunu hatırlar ölmeden bir yıl kadar önce ve kayda ge­çer... Çocukluğu mudur kirletilen, yoksa cinsiyeti mi? Aslın­da bütün bir ömrü tarazlanmıştır Virginia’nın... Daha sonraki yıllarda yaşayacağı şeyler bu hasarlı mizacı daha da hassaslaş­tıracak hayata karşı, olağanın dışına çıkmaya zorlayacaktır... Mevcut olandan kaçış, içe kapanış, üst oluş Dostoyevski’nin aksine, hayatın değil, zihnî olanın daha gerçeküstü olduğu­na, dolayısıyla asıl olanın, kıymetli olanın bu olduğuna ina­nır Woolfonun hayatının idaresini ele alır... Dalgalar’da, bu “nesirden fazla şiirden eksik” metinde, o zihin aydınlığını, o iç âlem zenginliğinin ferahlatıcılığım yakalamaya ve göster­meye çalışır... Becerir bunu... Zira o dış hayattan kaçarken, bir korkuyu, güvensizliği, tedirginliği de ardında bırakmak ister ve bilincin enginliğine sığınır... Nasıl sığınmasın ki?
Dış dünyada yaşadığı birçok olumsuzluk vardır. Nişan­lanmıştır ama bunun doğru olup olmadığını bilmiyordun.. Ayrılır... Kocasına karşı kadınca hemen hemen hiçbir şey hissetmiyordur, ama saygı duyuyordun.. Erkek veya kadın eş­cinsellerin olduğu çeşitli derneklere gidip geldiği için ruhu, günah duygusu ile kıvranır... İntihar girişimlerinin ikisi iste­diği gibi neticelenmemiştir ve hayat ona ağır gelmektedir... Kendini hem kıymetli hem değersiz görüyor, Kirilov gibi olmasa da varlığının ispatı olarak ölmek istiyordur. Eserleri için yapılan sert eleştirilere tahammül edemiyordun 40 ya­şında, kendinden 10 yaş küçük, kendini kadından ziyade erkek gören Vita Sackville-West ile tanışır ve tuhaf bir ilişki başlar... İki ünlü kadın yazar birbirlerine hem hayrandır hem de iktidar savaşına girişir.. Aslında her ikisi de birbirlerinde olmayanı seviyordun. Fakat kirli ve yanlış bir sevgidir bu, yer yer de çirkin ve kötü... Zihnî temellendirmelerinde haklılık­larını ve doğruluklarını göstermeye çalışsalar da aslında ikisi de biliyordur bu ilişkinin günah dolu olduğunu ve o yüzden de beyhude yere haklılıklarını söyleyip dururlar.. Ama ruh intikamını alır... Her ikisi de hakaretlere varan ifadeler kul­lanmaya başlamışlardır.. Evet Virginia daha kibar ve nazik davranır ama zehir zehirdir...
Garip bir çekicilikle bu ilişki Virginia’nın son ve kesin in­tiharına kadar sürer... Yaklaşık yirmi yıl... Vita da tıpkı Virgi­nia gibi çocukluğundan itibaren haksızlığa, belki de tasalluta uğramış bir kadındır... Onun hayatı da zordur ve sıradışı ol­mayı istiyordur... Virginia ve Vita’yı birbirine ruhlarında bes­ledikleri bu sıradışı olma ihtirası kaynaştırmıştır dersek hak­sızlık etmiş olmayız... Birbirlerine yazdıkları mektuplarda bu tuhaf ikili ruh hali yani hem sevme hem aşağılama görüldüğü için, aynı zamanda iki kadından ziyade iki sanatçının iktidar kavgasını da okumuş oluruz... Hem bedensel hem zihinsel tuhaf bir hazdır onlarınkisi... Anlaşılmaz bir şekilde birbir­lerine sığınırlar zaman zaman... Sonra ne olursa olur, haka­retler başlar yine... Virginia kocasını da seviyordun Vita’yı da ama bu her ne olursa olsun sağlıklı değildir, Virginia bir gün bunu anlar.. Virginia için hakikatin perdesi aralanmış ve o saadeti yok olmakta bulmuştur... Hayata katlanamıyordur ar­tık.. Sıradışı yaşayan ve yazan Woolf hayatın dışına da sıradışı bir şekilde mesut bir cinayet/intiharla çıkar...
Virginia Woolf’un yeğeni Quentin Bell bu sıradışı ya­şam öyküsünü “Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür” adıyla kaleme almış. Çok emek verilmiş güzel bir çalışma... Mütercim Zehra Savana ve Everest Yayınlarına Woolf için gösterdiği gözükaralık için tebrikler...
Vita Voolf mektuplaşmaları da Louise DeSalvo ve Mitchell Leaska tarafından derlenmiş. Vita’nın hırçın ve küs­tah ifadeleri, Woolf’un o asil mukabeleleri ile nasıl yumuşa­mış ve zaman zaman zavallılaşmış doğrusu okunmaya değer... Mefkure Bayatlı Türkçeye kazandırmış bu çalışmayı... Agora Kitaplığı’ndan Virginia hayranlarına mükemmel bir jest...
Léonard Woolf’a, İS Mart 1941
Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum... Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mut­luluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam ra­hatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum... Söylemek istediğim şey şu ki yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek is­tediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bi­zim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.
[Virginia Woolf Vita Sackville Mektuplaşmaları, Mitchell Leaska,
Agora Kitaplığı, 425 sayfa,
Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür, Quentin Bell, Everest Yayınları, 698 sayfa]
Kafdağı, 02.05.2007

Sesin karlı buzlu kış geceleri
Keskin ayazlar sesin
Dağların doruğunda uğuldayan bir rüzgâr
Buz tutmuş aynasında yapayalnız göllerin
Titreyen ayışığı
Yüzyıllar ötesinden elenir gelir sesin
Ve karanlıklar kadar derin
Öyle meçhul, öyle kimsesiz
Bildik bir hikâyeyi fısıldar
Öleceğiz... öleceğiz
Dergâh Mayıs 1996
Vefakâr göğüslerde boğuluruz bir zaman
Artık kendimizi ne yapsak tanıyamayız
 Birden kanar rüyalar
Ve günden güne büyür büyük boşluklarımız.
Kan revan güneşlerle her gün terk ediliriz
Ağlayarak bir çocuk bu kuytu akşamlarda
Rüzgârlı sokaklarda, sırılsıklam yağmurda
Gezdirir yalnızlığı O korkunç ıssızlığı
Her gece kuyusuna inilen mağarada
Kıpkızıl bir köpeğin ağzında sürünürüz
Ve nedense bu tuzlu, bu kekre uykulardan
Yeşil bir ejderhanın zehri kalır yalınız
Ve bir türlü bilmeyiz, bilemeyiz nedendir
Durmadan ağrır durur, sızlar hep bir yanımız.

Kötü davranışlardan istemediğiniz için kaçının, becere­mediğiniz için değil.
***
İçimizdeki şarkılar gibisi var mı?
***
Bilmek ihtiyacı, yabancı olunan âlemdeki ifade arayışla­rıyla orantılıdır.
***
“Ben şuuru” hakkında bir yazı hazırlamam gerekti. Gördüm ki kafamdakileri kağıda geçiremiyorum. Ne oldu Allah’ım... Yazamamak ne kötü. Oysa konuya hakim oldu­ğumu sanıyorum. Okul hiç mi hiç çekmiyor. Sırada bekleyen roman, hikâye, piyes gibi bir sürü taslak var fakat içimden hiç kalemi elime almak gelmiyor... beni boğan bir takım şeyler var... Yeni bir dil kurmanın zorluğu. Bilinen kelime dağar­cığıyla yeni, yepyeni şeyler anlatmak... Ben ben değilim, bu değilim.
10.04.1986
***
Allah’ım! Bu yalnız kulunu affet.
Sanatçı: Dış dünyada olup bitenlerle kendi iç aleminin karşılıklı yankılanmaları arasında tarassut kulesini kurmuş ve bunu bilinçli bilinçsiz yapan kişidir.
***
Kişinin yabancılaşması problemiyle ilgili Marxist felsefe­ye bakın: Adam Schaff, Marxizm ve Varoluşçuluk, De Yayın­ları, Kasım 1966, sahife: 8, 9, 10
***
Her işte bir sanat yönü vardır. Sanat da fikirsiz olmaz.
O halde Necip Fazıl’ın sanatı ile mütefekkir yönünü bir­birinden ayırmak kabil değil.
***
Birbirimizin zindanı olmak!
***
Şiirde duygu; bildirim cümlelerine hayır.
***
Günün bütün hengâmesini ardınızda bırakıp şöyle bir uzandığınızda, dalların arasında bir yıldız yağmuru.
***
Merhametle bakmak her şeye. Çepeçevre kuşatıldığımız ama farkında olamadığımız merhametle bakmak.

Ne söylediğine ve hangi zamanda söylediğine dikkat et.”
Hz. Ebubekir radiyallâhü anh
“Şu topluluk senin kullarındır. Dinlerine olan bağlılıkla­rı yüzünden ve sana yaklaşmak ümidiyle beni öldürmek için toplanmışlar. Onları affet. İyi biliyorum ki bana açtığın sırla­rı onlara açsan yahut onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizleseydin bu hâl başıma gelmezdi.”
Hallâc-ı Mansûr

Zât-ı Hakk’ta mahrem-i irfan olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.
Dünyâ vü ukbâyı tamir eylemekten geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi.
Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.
Kahr-u lûtfu şey-i vâhid bilmeyen çekti azâb,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi.
Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi,
Cür’a-yı sâfî içüp mestân olan anlar bizi.
Arifin her bir sözünü duymaya inşân gerek,
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi.
Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.
Halkı koyup lâ-mekân ilinde menzil tutalı,
Mısrîyâ şol canlara cânân olan anlar bizi.
Niyazî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz
 “Mescide komadılar meykededen şiirdiler âh
Ne helâle yarar olduk ne harâma nidelüm”
Necâtî Bey
“Sanıyorum, ruhsal kuvvetini ve şiirsel duygularını mu­hafaza etmek isteyen her kişi hayvansal gıda maddelerinden ve çok yemekten çekinir”
“Kim yüce bir varlığın her yerde hazır ve nazır olduğuna samimiyetle inanırsa, gıda olarak her şeyden yararlanabilir.”
Henry Thoreau
“Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de hicran olmasın. Hicran oldu anne.”
Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar
 “Kötü adam kendinden ürküp kaçar; dışarıya atılarak neşelenir; endişeli gözlerle etrafına bakınarak kendisini eğ­lendirecek bir mevzu arar; acı hiciv, saldırıcı alay imdadına yetişmese hüzün ve kederden kurtulamazdı; alaycı gülüş tek zevkidir. Bunun tam tersine, doğru adamın huzuru kendi içindedir; onun gülüşü sinsi değildir, duyduğu saadettendir: o bu saadetin kaynağını kendinde taşır.”
Rousseau

“Fichte’nin sisteminin egemen düşüncesi, yaratıcı insan düşüncesidir; insanın yaptığından ibaret olduğu düşüncesi­dir. Kuşkusuz ki bu noktada varoluşçuluğun temel ilkesiyle karşılaşıyoruz: insanda varlık özden önce gelir. Fichteci Le Guier’in bu ana teması, varoluşçular tarafından sık sık yeni­den ele alınmaktadır: Yapmak, yaparken kendini yaratmak ve yapılandan başka bir şey olmamak. Fakat bu noktada Marxizm, Fichte’nin öğrettiklerini daha yakından izlemektedir. Çünkü Fichte için öz ile varlık arasındaki ilişki diyalektiktir.”
Garaudy
“Yalnızlığına kaç dostum! Seni büyük adamların gürül­tüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.
Seninle nasıl susulacağım pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya; sessiz ve dinlercesine sarkar o denizin üstüne.
Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı si­neklerin vızıltısı başlar.
Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersiz­dirler: halk bu göstericilere büyük adam der.”
“Her insan, benliğinde entelektüel yüksekliğin ve ahlak­sal temizliğin çifte özlemini taşır. Her düşüncede açılmak eğiliminde olan iki kanat vardır: deha ile kutsallık.”
Nietzsche
“Tanrı ufkunuzu her gün daha genişletsin! Kendilerini sistemlere bağlayan kişiler, tüm gerçeği algılayamayanlar ve onu ancak kuyruğundan yakalayanlardır; bir sistem, gerçeğin kuyruğundan başka bir nesne değildir ve gerçekte kertenke­leye benzer; onu yakaladığınızda kuyruğunu elinizde bırakıp kısa sürede bir yenisini üreteceğinin bilinci içinde kaçıverir.”
Turgenyev’den Tolstoy’a
“Büyük fikirler, büyük zekâlardan daha çok büyük ruh­lardan doğar.”
“Ben ancak önemsiz konularda uysal ve küçük insanlara özgü bir yumuşakbaşlılık gösteririm. Önemli konularda hiç­bir zaman boyun eğmem.” (Delikanlı’dan)
Dostoyevski
“Günümüzde şiiri, şiirden çok da felsefeyi birer ölü sanat haline getiren şey nedir biliyor musunuz ? Hayattan kopmuş olmaları. ”
Andre Gide Ayrı Yol
“Ve ben ancak inleyerek arayanları beğenirim.”
Pascal
“Tanrıya şiddetle ihtiyacım var, diyor; çünkü daima se­vebileceğimiz biricik varlık odur.”
S. Zweig Dostoyevski
“Felsefe bir romanda sindirilmemişse, bir cümlenin al­tını çiziyor, verilen bir öğüdü makasla kesip çıkarabiliyor, parçaları birleştirip bir düzen oluşturabiliyorsak, o zaman bu felsefede, romanda ya da her ikisinde birden bir yanlışlık var diyebiliriz.”
The Common Reader V. Woolf-J. Bennet
“Trajik duygu aslında iki yöne bakan bir yüzdür, dehşete doğru ve acımaya doğru bakar.”
“Sanırım Eflatun güzelliğin, doğrunun görkemi olduğu­nu söylemişti. Bunun bir anlamı olduğunu sanmıyorum ama güzelle doğru akrabadır.”
“Güzellik için üç şey gereklidir: bütünlük, uyum ve ay­dınlık...”
James Joyce
Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi
“Bizzat kendi kendilerinin hakemleri olsunlar. En hür, en içten gelen arzularının kendilerini nereye sürüklediğini görsünler, bilmeksizin ne yaptıklarını ve yapmaksızın ne bil­diklerini öğrensinler.”
Blondel
“Şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kuralları­nı aşar... Büyük şiir, muhakememizi tatmin etmez, allak bul­lak eder.”
Montaigne
“Bir eserin içinde bir fikir, bir soyut düşünce bulamayın­ca o eserden hemen ümidinizi kesmeyin. Ben Faust’ta hangi fikri ortaya koymak istediğimi biliyor muyum sanki!”
Goethe
“Şiirle resim başka başka yollardan aynı kanunlara uyar­lar; bir resmin ana şartı resim olmak, bir şiirin ana şartı şiir olmaktır!”
Chabaud
“Şiir, konuşma ile susmayı bir araya getirmektir.”
Cariyle
“Zevk sahibi bir genç tanırım, her resim yapmaya başlar­ken diz çöker, dua ederdi: Yarabbi beni modelden kurtar!”
Diderot
“Yazmak, insanların davranışlarını yazarak kurcalamak hayatı formüle edip çözülebilir bir problem haline soktu­ğunda, insan ilişkilerinin duygusal paylaşım yanı absürd bir görüntü kazanmakta.”
İhsan Durdu

Kaynak:
Hayy’dan Hû’ya-Nusret ÖZCAN, Editör: Ekrem AYYILDIZ, İstanbul, 2012

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar