NUSRET ÖZCAN
25 Kasım 1958'de
İstanbul-Eyüp'te doğdu. Gümüşsuyu İlkokulu’nu bitirdikten sonra (1965-70)
Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi'ne kaydoldu. 1972'de İstanbul İmam-Hatip
Lisesi'ne geçti. "Uyumsuz ve aykırı öğrenci" olarak 1977'de
Tekirdağ İmam-Hatip Lisesi'ne "sürgün" edildi. Bu kısa
maceradan sonra "yuvaya" dönerek 1978 yılında İstanbul
İmam-Hatip Lisesi'nden mezun oldu.
Bu dönemde anarşi olayları
ve siyasi istikrarsızlık sebebiyle neredeyse kangrene dönmüş olan üniversite
eğitim ortamı dolayısıyla üniversite hedefini erteleyerek öncelikle askerlik
görevini aradan çıkarmak istedi. Bu arada nişanlandı (Şubat 1979).
Mart 1979'da başladığı
askerlik görevini, Antalya'daki acemi birliği dönemini müteakiben Mayıs
1979'da gittiği Ardahan'da, 12 Eylül darbesinin sert rüzgârları altındaki 1980
sonbaharında tamamladı (Kasım 1980).
1981'de Millî Gazete'de
çalışma hayatına başladı.
3 Aralık 1981'de evlendi.
Eylül 1982'de ilk oğlu Abdullah Ümit dünyaya geldi.
12 Eylül cuntasının baskıcı
yönetiminin hüküm sürdüğü bir tarihte, 25 Mayıs 1983'te vefat eden büyük şair
ve mütefekkir Necip Fazıl'ın cenazesinde gözaltına alınan gençler
arasındaydı. 15 gün gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
1982 yılında girdiği
Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi'ni bırakıp yine aynı üniversitenin
Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi (1983-1987).
Öğretmen olarak ilk atama
yeri olan Bingöl-Kiğı'ya gitmedi. 1990 yılında ikinci atama yeri olan
Nevşehir-Hacıbektaş ilçesinde öğretmenliğe başladı ancak ikinci oğlu Ahmet
Bilal'in doğumu ve İstanbul hasreti dolayısıyla 15 gün sonra istifa ederek
İstanbul'a döndü.
Birkaç arkadaşıyla
kurdukları Nüans Ajans'ta dizgi, baskı, mizanpaj ve reklam işleri yaptı.
Ağustos 1992'de üçüncü oğlu Mehmet Yusuf dünyaya geldi. Nüve Ajans'ı kurdu,
daha sonra adını değiştirerek Ümit Ajans yaptı (1993).
Bir süre TGRT ve MÜSİAD'da
çalıştı. Kuruluş çalışmalarına katıldığı Yeni Şafak gazetesine geçti. Başta
kültür-sanat sayfası olmak üzere muhtelif birimlerde editör olarak görev yaptı
ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. Ayrıca Radyo Onbeş'te "Her Mevsim
İstanbul" adlı bir program hazırladı ve sundu.
Lise yıllarında tiyatro ile
ilgilenen Nusret Özcan, MTTB (Millî Türk Talebe Birliği) bünyesinde de oyuncu
ve yönetmen olarak tiyatro faaliyetlerine katıldı. Büyük bir yetenek olarak
görüldüğü hâlde 1980'lerin ortalarında çeşitli sebeplerle tiyatroyu bıraktı.
Edebî çalışmaları ve
yazıları izlenim, Kayıtlar, Dergibi, Kafdağı, Kitle, Cemre, Semerkand Aile ve
Bizim Market gibi dergilerde ve Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı. Şiir,
hikâye, roman ve deneme türünde eserler verdi. Çok önem verdiği, titizlendiği
ve bir kısmını da "olmaya" bıraktığı şiir çalışmalarını
kitaplaştırmaya fırsat bulamadı.
Sağ ayağındaki damar
tıkanıklığı sebebiyle son yılları tedavi sorunlarıyla geçen Nusret Özcan 22
Haziran 2007 Cuma günü sabaha doğru kalp krizi geçirerek önce Vakıf Guraba
Hastanesine, oradan da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı. Aynı
gün saat 11:15 sularında vefat etti. 23 Haziran 2007 Cumartesi günü Eyüp Sultan
Camii'nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Eyüp
mezarlığında Necip Fazıl Kısakürek ve Hilmi Oflaz'ın yakınında toprağa
verildi.
Birkaç
düzel Gün (çocuk romanı, 1998; 2002
baskısında adı Bizim Mahalle olarak
değiştirilmiştir)
Mustafa
Kutlu Kitabı (Kemal Aykut'la birlikte,
2001)
Sokak
Sesleri (belge-anı, 2003)
Beşir
Ayvazoğlu Kitabı (Kemal Aykut'la birlikte,
2004)
Leyla ile Mecnun (roman, 2005)
Kar
Kelebekleri (uzun hikâye, 2006)
Bir Hüzün
Yolcusu (hikâye, 2007, vefatından
sonra yayınlanmıştır.)
Söyleşi:
Ebubekir KURBAN
Doğunun
en büyük aşk hikâyesi Leyla ile Mecnun’u yazdın. Neden?
Bu bir
aşk hikâyesi olduğu kadar aşk hikâyeleri içerisinde de aşkın murâdına uygun
olan bir hikâye. Zira çok temiz. İnsanın murâdı iyi, güzel ve doğruya ilişkin
değerlerle yaşamak. Onlarla birlikte hemhâl olmak. Leyla ile Mecnun
hikâyesindeki neredeyse hiçbir unsur kötülüğü murâd etmez. Ama yine de, bu
hikâyede dahi trajedi dediğimiz bir açmaz vardır. Aşkı güzelleştiren de aslında
odur. Dolayısıyla hem aşkı duyma adına, hem aşkın murâdı adına çok uygun bir
hikâyedir Leyla ile Mecnun. O yüzden işte Leyla ile Mecnun’u ele aldım. İyi ki
de yazmışım diyorum.
Yeniden
gündeme getirmen bir aşk ‘yoksunluğu’ndan mı?
Şimdi bir
aşksızlık olduğu gerçek. Aslında modern dünya pek çok kıymetimiz gibi aşkı da
alıp götürdü bizden. “Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok, kimseler âşık
değil bu şehirde” diyor şairlerimizden İsmet Özel. Gerçekten ciddi bir
aşksızlık var ve insan bazı şeyleri aşk zannediyor. Ama bu, aşkın olmayışından
dolayı değil. Belki de modern dünyanın insan hayatını imhâya yönelik
dayatmalarından kaynaklanıyor. İşte o yüzden aşkı tekrar gündeme getirmek,
insanlarla aşkı yeniden buluşturmak, “Aşk diye bir şey vardı hayatımızda;
farkında mısınız?” diyebilmek için yazdım. İnsanlar aşka kayıtsız
maalesef.
Evet,
İsmet Özel, kayıtsızlık bağlamında, “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse
öbürüne sağır” diyor...
Evet aşk
çok ulvi, çok manevi bir şeydir. Ama maddileşen dünyada yeterince duyamıyoruz
ister istemez. Aşka kapatıyoruz yüreğimizi.
Leyla ile
Mecnun da bizim çok dışımızda, ötede bir yerde duruyor adeta. Aşk’ı hayatımıza
katamıyoruz. Ne dersin?
Ama işte
hayatımıza getiremeyişimizin sebepleri aşkı yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Ve
hayatımızda aşk olmazmış gibi geliyor. Oysa...
Oysa
olmaması mümkün değil...
Kesinlikle!
İnsanoğlunun olduğu her yerde aşk vardır. Mesela hatırlayın, Love Story
diye bir film çekildi ve bayağı bir sükse yaptı. Batılı bir aşkı anlatıyordu.
Fakat o zamanlar dedim ki “Bırakın Allah aşkına bu çok ciddi bir film değil”;
bizim konfeksiyoncu kızımızla kunduracı çocuğumuz daha trajik bir aşk
yaşıyordu. Bizde daha sahici aşklar var, Doğuda daha sahici aşklar var, ama biz
farkında değiliz bunun.
Sahici
aşklar artık çok geride kaldı diyorlar...
Şimdi
şöyle bir şey söyleyeyim ben size, hayat Allah’ın sanatıdır. Aşk ise o sanatın
şiir bölümünde bence. Aşk yeryüzünde cennet duygusudur. Hepimiz, erkekler
biraz Hz. Âdem’den parça taşıyoruz, hanımlar da Hz. Havva’dan... Ve ilk aşk
cennette başladı. Yeryüzünde hayat sürdükçe aşk her zaman var olacaktır.
Günümüzde eğer gençler âşık olamıyorsa bu onların bir eksikliğidir ve tabii ki
burada dış etkenler, modern dünyanın getirdiği dayatmalar söz konusudur. Ama
“aşk eskide kaldı” gibi bir sözü kabul etmem mümkün değil, hayat sürdüğü sürece
aşk sürecektir. Bir yerlerde birileri binlerine âşıktır ve biz de onlara
karışacağız.
Günümüz
insanı aşkın neresinde duruyor?
Ne yazık
ki çok uzağında duruyor. İşte biraz önce de konuştuk, aşkların hep geride
kaldığını zannettiğimiz sürece âşık olamıyoruz. Oysa aşk ısmarlama olmaz. Aşk,
Allah’ın vermiş olduğu bir şeydir, nasıl insan kendi kendine var olamazsa,
kendi kendine de âşık olamaz. Bu, Allah vergisidir. Günümüzde aşktan
bahsederken hep bir netice bekleniyor. Oysa aşk bir netice beklemez. Yani bir
şeyler öğrenmeye, iç âleminin büyümesine sebep olur aşk. Hiçbir zaman kötülüğü
istemez. Hep iyiliği ister. İnsanımız değer karmaşası yaşadığı için iyi ve kötü
de birbirinden ayırt edilemez oldu. Aşk da bu değer karmaşasının kurbanı oldu.
Oysa buna lâyık değil bizim insanımız. Gerçekten çok iyi şeylere layık. Aşk
toplumuyuz aslında biz, bunu fark etmiyoruz. Aşk toplumu olduğumuz unutturulmak
isteniyor.
Modern
hayat bunları düşünmemize izin vermiyor. Mesela gençlerimiz ünlü olmak, meşhur
olmak, kariyer yapmak istiyor. Ne diyorsunuz gençlere ?
Modern
hayat eleştirisi yapıyoruz ama, bir insanın hem kariyer yapması hem âşık olması
birbirini yok eden, birbirine tezat teşkil eden şeyler değil ki. Hem âşık olsun
hem okusun hem iyi bir noktaya gelsin. Çok sıkı âşık olsunlar, sırılsıklam âşık
olsunlar, o kariyerlerine de çok büyük katkı sağlayacaktır. Zira yapılan
kariyerde ruh dediğimiz şeyin etkisi çok büyüktür. Aslında insan aşkta kendi
ruhunu da duyar. İşte bu yüzden zevksiz, keyifsiz bir hayat sürüyoruz. Aşkı
tekrar bulmamız lazım.
Ne
kayboldu ki aşk gitti hayatımızdan?
Aşkı biz
sanki olsa da olur olmasa da olur diye telakki ediyoruz ve sadece bazıları
yaşar diye düşünüyoruz. Halbuki öyle değil, mutlaka ve mutlaka Allah her insana
bir gün dahi olsa, bir an dahi olsa hissettirmiştir. Bunu devam ettirip ettirmemek
belki kişinin elindedir.
Nasıl
olacak bu?
İşte
sebat gösterecek. Âşıkân-ı sâdık dediğimiz şey bu. Aşkı takip etmek lazım.
Konuşurken,
çay içerken...
Elbette.
Ne güzel söylüyorsun, konuşmayı da aşkla yapmak lazım. İbadet yaparken de aşk
olacak, arkadaşlık yaparken de.
Fethi
Gemuhluoğlu yeni tanıştığı her gence “Hiç âşık oldun mu?” diye sorarmış.
Ardından da “Git âşık ol, öyle gel!” dermiş...
Fethi Bey
Ağabeyimiz bir geleneğin temsilcisi, çok da güzel bir geleneğin temsilcisi.
Aslında Fethi Bey’in devam ettirdiği şey tasavvufta bazı mürşid-i kâmillerin de
çok sık başvurduğu bir şey. Müridini kabul ederken mürşit onun istidadını
ölçme noktasında, Allah’ı sevdirme noktasında, bir şeyi sevip sevmediğini
yoklama açısından, “Hiç âşık oldun mu, herhangi bir şeyi sevdin mi ?” dermiş.
Fethi Bey Ağabeyimiz de aşkı hayatın içinde arayan birisiydi. “Kalplerinizi
aşka açın; âşık anneler, babalar olun” derdi.
Peki âşık
kalpler, âşık anneler, nereye götürür bizi?
Kanatlandırılmış
bir hayata götürür. Çok güzel bir hayata götürür. Bütün insanlar kanatlanmış
bir şekilde yaşardı.
Başımızı
döndürür müydü?
Başımızı
döndürmek ne demek? Sarhoşlar olarak dolaşırdık. Hayat o kadar güzel olurdu ki
kanatlanıp uçmak isterdik. Zaten bakın cennet duygusu derken, yani huzur
içerisinde olmak; Hz. Âdem ve Havva annemiz cennette huzurdaydı. Aşkın
“yeryüzündeki cennet duygusu” oluşu da burada başlıyor. Yüksek, ulvi bir duygu.
Ancak yeryüzüne inen bir şey; dolayısıyla gündelik hayatın içinde olması gereken
bir şey. Seninle benim, benimle onun arasında olması gereken bir şey. Aşkı
bulutların üzerinde değil, hayatın içinde, inceliklerde, detaylarda,
yeryüzünde aramamız gerekir. Hayatımızın merkezine yerleştirmemiz gerekir.
Yani
bakışlarımızı dış dünyaya ve imajlara çevirmeyelim, kendi içimize dönelim,
orada derinleşelim diyorsun. Burada nasıl yoğunlaşabiliriz? Bu detaylarda...
Ne yazık
ki inceliklerimiz kaybettirilmek isteniyor. İncelikleri fark etme
hassasiyetimiz... Bize dayatılan maddi hayat o kadar bizi kuşattı ki. Biz
hayatın içerisinde çok küçük ama küçük olduğu kadar da insanı kanatlandıracak
olan şeyleri ıskalamaya, görmemeye başladık. Oysa bunlar lazımdı. Mesela âşık
insanı düşünelim; binlerce güzel vardır ama hiçbir tanesinin gözünü süzüşü veya
saçını yana atışı kendi sevdiği gibi değildir. Zira aslında karşı cinste
gördüğü, Allah’ın bir sanatıdır. Bunu bilse de bilmese de Allah’ın sanatıdır.
Aslında ona tutunuyordun Elbetteki suretlerin, manaların tecelligâhı olması
bâbında... Biz işte yeniden o incelikleri görmek zorundayız. Mesela, bu
incelikleri fark edenlerden ve hayatına bunu aktaranlardan bir büyüğümüz var,
belki siz de tanırsınız, Yusuf Abi; karınca besleyen birisi o. Karıncaları
gerçekten besliyor. Bu çok büyük bir incelik.
Genç
âşıklara bir şey söylüyor musun?
Kesinlikle
ama günümüzde gençler aşktan bir netice bekliyorlar. Aşktan illa bir netice
beklenmemesi lazım. Gençler gerçekten sevmeli; aşkı zaten severek öğrenecekler.
Siz bunların önüne geçtiğiniz sürece aşksız kalacaksınız. Dolayısıyla gençlere
sevmeyi de öğretmek gerekiyor. Sevmenin, aşkın bir incelik olduğunu anlatmak
gerekiyor. Bunu en başta Allah’tan istemeli gençlerimiz. Aşık olan gençleri de
hiç kimse örselememeli, zira aşk Allah’ın o insana, gönüllere bir lütfudur. Ben
hem yaşıtlarıma hem diğer yaştakilere genç âşıkları örseleyici, incitici sözler
söylemeyin diyorum. Aşklarını köreltici sözler söylemeyin diyorum.
Alabildiğine, çılgınca, çığlık çığlığa sevmelerini istiyorum.
Çocuklarına
da söylüyor musun aynı şeyi?
Elbette
çocuklarıma da söylüyorum. Uç oğlum var, üçüne de söylüyorum. Zira biz bir aşk
ailesiyiz.
Ustad,
bir tanımı var mı aşkın?
Aşkın
tanımı yok. Niye yok? Çok ferdî, çok kişisel bir şey olduğu için yok. İnsan
adedince aşk vardır. Bu, aslında aşkın içinde olan biricikliği duymakla
alakalıdır. Sadece biricikliği duymak değil, aslında yaratış ve yaratılış
sırrını anlamakla da alakalı. İşte bu yüzden ağır. Biricikliği düşünme,
yaratış ve yaratılışı anlama çok rabıtalı bir şeydir. İşte bunu duyamıyor
insanlar, çünkü öğretilmiyor. Bu öğretilseydi yani biz bu geleneği kopartmamış
olsaydık emin olun insanlar daha güzel olacaktı, daha güzele âşık olacaktı ve
daha mutlu olacaktı. Hayatlarını daha çok seveceklerdi.
Hiç âşık
oldun mu?
Elbette.
Çok büyük bir aşk yaşadım. Elhamdülillah şu anda eşim. Hadi çekinmeden
söyleyelim, dünyaya bir kere daha gelsem yine onu isterim.
Gerçek
Hayat, Şubat 2007
Ne uzun
bir bekleyişti Efendim!..
Ne
uzun... ve ne hazin bir bekleyiş!...
Zaman ve
mekân
Efendimi
bekledi,
Âlemler
Efendimi...
Dünya
Efendimi bekledi...
Her doğan
gün “Belki bugün...” diye tarifsiz bir umutla sürdürdü bekleyişini...
Haberciniz
olan Resûller geldikçe bir bir daha da arttı bekleyişin azabı...
Resûller
Efendimi bekledi,
ümmetler
Efendimi...
Gece ve
gündüz; güneş ve ay ve yıldız Efendimi özledi...
Yeryüzü,
gökyüzü ve deniz Efendimi...
Dağ-ağaç,
göl-ırmak ve kara toprak Efendime hasretti... Taş, kuş-ağaç, göl-ırmak ve kara
toprak Efendime hasretti...
Onlar
yalnız Efendimi bekledi.
Efendimi
bekledi dünya ve insan yalnız Efendimi istedi...
Keremli
Mekke asırlarca sürdürdü bu hasret ateşini...
Safa ve
Merve ile birlik Kâbe, Efendimi bekledi...
Putlardan
kurtulmak ve Efendime kavuşmak için, Efendimi... Onulmaz hasretiyle Medine
yollarınızı gözledi her gün, her saat...
Her gül
mevsimi Efendimin geleceğinizi umut ederek gül açtı Medine...
Başınızda
cezbelenip cezbelenip aç Medine’nin gülleri...
Başınızda
cezbelenip cezbelenip dolaşan bulut ve Bahira, Efendimi bekledi..
-Abdullah’ın
pâk zevcesi, annelerin annesi Âmine, O Sevgili Annemiz Efendimi bekledi... Ve
Annelerimiz Halime,
Hatice,
Fâtıma ve Âişe Efendimi... Dört gözle gözbebeğiniz Ebu Bekir ve Ömer ve Osman
ve Ali... ve Sahabe ordusu, Efendimi, Efendim’de Efendimi..
Kur’ân’ı
indirmek için Cebrail dahi Efendimi... Kusvâ da hep Efendime hazırladı kendini.
Burak ve muhteşem İsrâ gecesi ve Kudüs Efendimi bekledi... Fethedilmeye can
atarak Diyâr-ı Rûm, Konstantiniyye, İran ve Tûran, Endülüs Efendimi Efendim
Efendimi... Küfrü karanlığında boğmak için Efendimi bekledi Bedir, Uhud ve
Hendek...
Ay muazzam
bir istiğrakla tâ orta yerinden büyük bir vecdle yarılmak için parmak
işaretinizi... Hira önce ağırlamak ve bir ömür boyu saklamak için en aziz
hatıralarını... Sevr bir kerecik sımsıkı basmak ve kıyamete kadar bu saadetle
mest olmak için yüzyıllarca açık tuttu bağrını... Arafat gaşy olmak için
saadetli kademlerinizin altında, Uhud dertleşmek için ... Ensar ve Muhacir
öğrenmek ve bütün insanlığa öğretmek için kardeşliği...
Gonca
gülleriniz Haşan ve Hüseyin Efendilerimiz... Yüzünüzün hasretiyle yanan fakat
“Gül Yüzünüz’ü göremeyen ama “Kardeşlerim!...” dediğiniz Efendimden sonraki
ümmetiniz...
Ve bütün
âlemler şereflenmek için Efendimin teşrif etmenizi... Boğulmak için rahmete...
Efendimi bekledi.
Yâ
Rasûlallah!
Hep
bekledik
Efendim!
Bütün
ruhumuzla Efendime kulak kesildik. Dedik ki: Gel! Ey En Sevgili Resûl!
Başımızın Tâcı, Gönüller Sultanı Efendimiz! Gel ki gönlümüzün toprağı
ayaklarınızın altını öpmekle şereflensin... Kararmış ufuklarımız eşsiz
ışığınıza garkolsun. Paslanmış kalplerimiz Yed-i Beyzâ’mzın nûruyla cilâlanıp
ışısın...
Ey
Allahım, başlasın bahar ve gül mevsimi!
Ve
geldiniz Efendim!...
Ne
muhteşem, ne şanlı bir gelişti o Yâ Rabbî!
Kitap
gibi geldiniz, yıkıldı Kisrâ’ların saraylarındaki burçlar...
Sûre gibi
geldiniz, ey Allah’ın Sevgilisi...
Âyet gibi
geldiniz, söndü ateş gecelerdeki nâr...
Geldiniz
ve ashab dedi: Kalbimizde taht kurdun ey Yürüyen Kuran... Bütün benliğimiz
emrindedir
Ey
Resûl-i Zîşân !
Anamız
babamız hepsi Efendime kurban olsun,
Bu canımız
Efendime kurban!
Geldin,
kavurucu sıcaklardan bunalmış, dudakları çatlamış çöllerden berrak ırmaklar
çağıldadı çavlan çavlan.. Geldin ki bir aşk deminden bir aşk demine ve aşktan
söz ettiğinde... Saf aşk kesti kalpler...
Canım
Efendim! Varlığın Nûr’u Efendim! Bizler dahi beklemedeyiz... Yüzünü dünya
gözüyle bir kerecik görememenin azabıyla yanan bizler, yani ümmetin, biz dahi
beklemedeyiz
Efendim!...
Ne
kahredici, ne yakıcı, ne kavurucu bir bekleyiştir.
Efendim!..
İslâm
coğrafyası her ne kadar şerha şerha kanasa da bugün, Somali’de açlıktan
kırılırken Müslümanlar, bir köşede yine de Efendimi ve emanetlerinizi düşünüyor
bir yandan, direniyor açlığa ve zorbalara Efendim!... Daha dün “Allah Allah!”
nidâlarıyla yedi iklim dört bucak koştururken i’lâ-yı kelime-tullah uğruna
Efendimin müjdelerinizi bekliyorduk ve gürbüz coğrafyalar açılıyordu omuzda...
Nasıl dün Efendimin emanetinizi yaymak için dünyaya canla başla uğraştıysak
bugün de Afganistan’da Efendimin kutlu nefesinizin rüzgârıyla darmadağın oldu
düşmanlar... Bosna’da Efendimin ümmetinizin kanı aktı ve Kosova’da sizin
ümmetinizin kanı akıyor oluk oluk... Cezayir’de, Eritre’de, Doğu Türkistan’da,
Çad’da Efendimin ümmetiniz direniyor bütün zorluklara, Efendimin ümmetiniz
olma onuruyla ve aşkla...
Efendim,
Ah
Efendim!..
Efendimin
Livanız altında buluşmayı bekliyor ümmetiniz...
Ne uzun
sürmekte Efendim!..
Ne uzun
anlı ve ne kutlu bir bekleyiştir...
Ne şanlı
ve ne kutlu bir bekleyiştir...
Savaşta
ve barışta Efendimin aşkınızdır gönülleri yakan Efendim! Sürüyor eşsiz sevginiz
ve getirdiğiniz aşk...
Cânım
Efendim!
Cânımın cânı Efendim!...
Şairler
yürek yakıcı ateşten kelimelerle seni anlatıp duruyorlar bir hayli zamandır;
güzelliğinizi bitiremiyorlar.
Efendim!...
Kelimeler
tükendikçe daha da artıyor güzelliğiniz.
Rabbim! Yüce
Rabbim!
Bütün
ümmetin beklentisini boş çevirme adı görklü Yüce Rabbim!
Kavuştur
bizi!..
Boğsun
bizi de Allahım bu nûr tufanı... bu aşk... bu... bu... bu...
Kafdağı
(Nusret
Abi, metinde geçen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için yazdığı “Siz’i” ve “Siz’e” kelimelerini hassaten bana “Efendim” olarak değiştirerek
yazmamı istediğinden bu şekilde kayda geçirdim.)
Bu gözleri zekâ
pırıltılarıyla dolu çocuk daha geçenlerde, kundağının içinde sevinç çığlıkları
atan o ak pak bebek midir?
Bu delikanlı ne
zaman düştü ekmek tuz derdine ?
Taşlığında dizi
dizi hüsnüyusuf, fesleğen, menekşe saksıları olan evi hatırlıyor musunuz?
Gazi madalyalı
dede demek artık rahmetlik.
Bu bahçe nasıl
bozuldu? Daha düne kadar her tarafı pıtrak gibi goncalarla doluydu yediverenin.
Hanımeli yağmurdan sonra ak zambakla bir olup akıştan bir bahis açardı. Daha
dün gibi diye başlayan cümlelerle dolu hayatımız, daha dün gibi... Zamana karşı
direnmek ne mümkün! Ne varsa alıp götürüyor kendi hâzinesine. Silik fotoğraflar
olarak alıyoruz yerimizi bu macerada.
Hep ucunda
yaşıyoruz zamanın. Geçmiş, bütün haşmetiyle o kısacık anda saklı; bizi biz
lalan ne varsa, hayatımızı idare eden ne varsa o kısacık anda bir bütün olarak
duruyor. Kimbilir hangi kırıklıklarımızla hangi mahzunluklarımızla o kısacık
anda sürdürüyoruz varlığımızı. Unutmak istediğimiz hatıralar yaralıyor.
Geçmişi
onaramamanın acısıyla kanıyor içimiz. Güzel günleri yâd edince mutlu bir
tebessüm dudaklarımızda. Geleceğe açık, meçhullerle dolu bir serüven
bizimkisi, işimiz zor. Tedirginliğimiz bundan. Kader bir muamma. Tehlikeli ve
girift. Üstelik, boynumuzu büken bu acziyet.. Ve günümüzün cinneti...
Hayat müthiş
olağanüstü ama göremiyoruz. Bir çocuk gözümüzün önünde büyüyor, bir çiçek
gözümüzün önünde patlatıyor tomurcuğunu. Yaratışın kesiksiz sürdüğünü anlamıyoruz
nedense. Gözümüzün önünde yalan söyleniyor ve hayret, inanılıyor o yalana bile
bile. Şaşırtıcı bir kuşatılmışlık daraltıyor bizi. Her şeyi tüketiyor ve
eritiyor zaman.
Günübirlik
telaşlar bizi dağıtıyor, hayatı ve zamanı duyamıyoruz. Bu keşmekeş içinde
hayatı iyiliklerle, güzelliklerle donatmamız gerektiğini unutuyoruz.
Tökezlediğimizin, sürçtüğümüzün farkında değiliz çoğu kere.
Hayatı
kaçırıyoruz. Kendimize ayırdığımız vakit yok. Kendimize ait olmayan şeyler
alıyor zamanımızı. Kendimize aitmiş gibi gelen nice şeyler. Hayatımızın
merkezine bir sürü araz musallat. Günler yeni bir şey getirmiyor. Yüzümüz asık,
kırık dökük oradan oraya sürükleniyoruz biteviye. Yine de bir şeyler var;
sözleri aşan, ifadelere sığmayan, hareketlerimizden ayrı, bakışlarımızdan
başka.
Çıkıp kurtulmak
istiyoruz bu cenderenin içinden. Zamanı ve hayatı duymak istiyoruz. Başka bir
hayatı. Daha arı duru, daha dingin ve huzurlu. Ama takatimiz yok, yorgunuz. Bir
yığın fuzuli şeyle meşgul ve baş döndürücü değişimlerle allak bullak. Ama ya
ruhumuz? Göklere ağmak, bütün bu kayıtlardan uzaklaşmak istiyor. Sonsuzluğu
duyuyor çünkü. O biliyor bize lazım olanı ve direniyor. Günümüzün bu amansız
cinnetine sabırla direniyor. O hep bir adım ileride, hayatı arındırmak istiyor.
Vazgeçin boş uğraşlardan, bana kulak kabartın, diyor gülerek. Güzel bir şarkıyı
bizim için istiyor, içimizin şarkısını istiyor. Hür ve uzun bir şarkı için
hazır mıyız?
Yeni Şafak,
07.09.1996
Nasıl da
zor bir hayattı Virginia Woolf’unkisi...
Bu dünyanın kirliliği erken bulaşmıştı ona... Bu kirliliğin o büyük ve amansız
boşluğuna düşmekti onun nasibi... Bu halin biçimlenmesi kalıyordu ona yaşamak
ve yazmak için... O da öyle yaptı ömür boyu... Izdırap çekti ve yazdı...
Çocukluğunda başlayan -kimbilir belki de dehasını ve dolayısıyla sanatını
besleyen bu acı, onu kuralsız ve kutsalsız bir yaşama hazırlıyordu.
Kuralsızlık ve kutsalsızlık; her anarşist için nasılsa öyle... Kuralı ve
kutsalı kendisinin koyması yani... Hayatından çok sanatında görülen bu içsel
kargaşa, bu bir türlü yuvasını bulamama, bu huzursuzluk ve bunalım -hem de ne
bunalım!- hayatına mal olacak, ama edebiyata çok şey kazandıracaktır... Fakat
hayat da bir eser değil midir sanki?...
Üç yaşına
kadar konuşamamış, ebeveynini bu yüzden telaşlandırmış bu çılgın, aykırı ve
uyumsuz kız, daha sonraları bütün kardeşleriyle birlikte uyuduğu odalarında
geceler boyu anlattığı hikâyeleriyle hazırlanıyordu geleceğine... Dilin
imkânları ve hayal gücünün muhteşemliği hikâyeleri dinleyen kardeşlerinden çok
kim-bilir belki de onu büyülüyordu... Dilin ve hayalin ona fark ettirdiği şey
şuurunu aydınlatıyor ve o gerçekten de zamanından önce büyüyordu... Önemli bir
dönemdi o devir: Dostoyevski öldükten bir sene sonra doğmuştu Virginia...
Marcel Proust ile aynı
yıllarda yaşayacaktı... Oscar Wilde fırtınası
henüz dinmemişti. Sacher-Masoch hayattaydı.
Rimbaud’nun anısı tazeydi. Gide ve Zweig gibi devlerin mevsimiydi... Nietzsche öleli de çok olmamıştı...
Avrupa’nın zihin serüvenindeki hareketlilik sürüyor ve tıpkı Virginia
Woolf gibi,
cinnet karanlığı ile deha parıltılarının arasında gelgit yapıyordu koca kıta.
Ne garip?.. James Joyce ile
yaşıttı Virginia, her ikisi
de aynı rüzgârlı, dik ve tehlikeli bir dağa tırmanıyordu... Bilinç ve zihin
bulanıklığı, yoğunlaşan ve genişleyen anlarla uğulduyordu her ikisinin de
duyduğu gerçek... İşin tuhafı bu isimler gerçekten sıra-dışı ve hepsi tam bir
günahkârdı...
Virginia daha
henüz küçük bir kızken üvey ağabeyinin tasallutunu hatırlar ölmeden bir yıl
kadar önce ve kayda geçer... Çocukluğu mudur kirletilen, yoksa cinsiyeti mi?
Aslında bütün bir ömrü tarazlanmıştır Virginia’nın... Daha sonraki yıllarda
yaşayacağı şeyler bu hasarlı mizacı daha da hassaslaştıracak hayata karşı,
olağanın dışına çıkmaya zorlayacaktır... Mevcut olandan kaçış, içe kapanış, üst
oluş Dostoyevski’nin aksine, hayatın değil, zihnî olanın daha gerçeküstü olduğuna,
dolayısıyla asıl olanın, kıymetli olanın bu olduğuna inanır Woolfonun hayatının idaresini ele
alır... Dalgalar’da, bu “nesirden fazla şiirden eksik” metinde, o zihin
aydınlığını, o iç âlem zenginliğinin ferahlatıcılığım yakalamaya ve göstermeye
çalışır... Becerir bunu... Zira o dış hayattan kaçarken, bir korkuyu,
güvensizliği, tedirginliği de ardında bırakmak ister ve bilincin enginliğine
sığınır... Nasıl sığınmasın ki?
Dış
dünyada yaşadığı birçok olumsuzluk vardır. Nişanlanmıştır ama bunun doğru olup
olmadığını bilmiyordun.. Ayrılır... Kocasına karşı kadınca hemen hemen hiçbir
şey hissetmiyordur, ama saygı duyuyordun.. Erkek veya kadın eşcinsellerin
olduğu çeşitli derneklere gidip geldiği için ruhu, günah duygusu ile
kıvranır... İntihar girişimlerinin ikisi istediği gibi neticelenmemiştir ve
hayat ona ağır gelmektedir... Kendini hem kıymetli hem değersiz görüyor,
Kirilov gibi olmasa da varlığının ispatı olarak ölmek istiyordur. Eserleri için
yapılan sert eleştirilere tahammül edemiyordun 40 yaşında, kendinden 10 yaş
küçük, kendini kadından ziyade erkek gören Vita Sackville-West ile tanışır ve
tuhaf bir ilişki başlar... İki ünlü kadın yazar birbirlerine hem hayrandır hem
de iktidar savaşına girişir.. Aslında her ikisi de birbirlerinde olmayanı
seviyordun. Fakat kirli ve yanlış bir sevgidir bu, yer yer de çirkin ve kötü...
Zihnî temellendirmelerinde haklılıklarını ve doğruluklarını göstermeye
çalışsalar da aslında ikisi de biliyordur bu ilişkinin günah dolu olduğunu ve o
yüzden de beyhude yere haklılıklarını söyleyip dururlar.. Ama ruh intikamını
alır... Her ikisi de hakaretlere varan ifadeler kullanmaya başlamışlardır..
Evet Virginia daha
kibar ve nazik davranır ama zehir zehirdir...
Garip bir
çekicilikle bu ilişki Virginia’nın son ve kesin intiharına kadar sürer...
Yaklaşık yirmi yıl... Vita da tıpkı Virginia gibi çocukluğundan itibaren
haksızlığa, belki de tasalluta uğramış bir kadındır... Onun hayatı da zordur ve
sıradışı olmayı istiyordur... Virginia ve
Vita’yı birbirine ruhlarında besledikleri bu sıradışı olma ihtirası
kaynaştırmıştır dersek haksızlık etmiş olmayız... Birbirlerine yazdıkları
mektuplarda bu tuhaf ikili ruh hali yani hem sevme hem aşağılama görüldüğü
için, aynı zamanda iki kadından ziyade iki sanatçının iktidar kavgasını da
okumuş oluruz... Hem bedensel hem zihinsel tuhaf bir hazdır onlarınkisi...
Anlaşılmaz bir şekilde birbirlerine sığınırlar zaman zaman... Sonra ne olursa
olur, hakaretler başlar yine... Virginia kocasını
da seviyordun Vita’yı da ama bu her ne olursa olsun sağlıklı değildir, Virginia bir gün bunu anlar.. Virginia için hakikatin perdesi aralanmış
ve o saadeti yok olmakta bulmuştur... Hayata katlanamıyordur artık.. Sıradışı
yaşayan ve yazan Woolf hayatın
dışına da sıradışı bir şekilde mesut bir cinayet/intiharla çıkar...
Virginia Woolf’un yeğeni Quentin Bell bu sıradışı yaşam öyküsünü
“Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür” adıyla kaleme almış. Çok emek verilmiş
güzel bir çalışma... Mütercim Zehra Savana ve Everest Yayınlarına Woolf için gösterdiği gözükaralık için
tebrikler...
Vita
Voolf mektuplaşmaları da Louise DeSalvo
ve Mitchell Leaska tarafından derlenmiş. Vita’nın hırçın ve küstah ifadeleri, Woolf’un o asil mukabeleleri ile nasıl
yumuşamış ve zaman zaman zavallılaşmış doğrusu okunmaya değer... Mefkure
Bayatlı Türkçeye kazandırmış bu çalışmayı... Agora Kitaplığı’ndan Virginia hayranlarına mükemmel bir jest...
Léonard
Woolf’a, İS Mart 1941
Sevgilim, yine çıldırmak üzere
olduğumu hissediyorum... Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya
başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi
yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey
oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu
olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını
mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam rahatça çalışabileceğini de
biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile
beceremiyorum... Söylemek istediğim şey şu ki yaşadığım tüm mutluluğu sana
borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları
herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim
için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla
mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.
[Virginia Woolf Vita
Sackville Mektuplaşmaları, Mitchell Leaska,
Agora
Kitaplığı, 425 sayfa,
Yaşam Bir
Rüyadır, Uyanmak Öldürür, Quentin Bell, Everest Yayınları, 698 sayfa]
Kafdağı,
02.05.2007
Sesin karlı buzlu kış geceleri
Keskin ayazlar sesin
Dağların
doruğunda uğuldayan bir rüzgâr
Buz
tutmuş aynasında yapayalnız göllerin
Titreyen
ayışığı
Yüzyıllar ötesinden elenir gelir
sesin
Ve karanlıklar kadar derin
Öyle meçhul, öyle kimsesiz
Bildik bir hikâyeyi fısıldar
Öleceğiz... öleceğiz
Dergâh
Mayıs 1996
Vefakâr göğüslerde boğuluruz bir
zaman
Artık kendimizi ne yapsak
tanıyamayız
Birden kanar rüyalar
Ve günden güne büyür büyük
boşluklarımız.
Kan revan güneşlerle her gün terk
ediliriz
Ağlayarak bir çocuk bu kuytu
akşamlarda
Rüzgârlı sokaklarda, sırılsıklam
yağmurda
Gezdirir yalnızlığı O korkunç
ıssızlığı
Her gece kuyusuna inilen mağarada
Kıpkızıl bir köpeğin ağzında
sürünürüz
Ve nedense bu tuzlu, bu kekre
uykulardan
Yeşil bir ejderhanın zehri kalır
yalınız
Ve bir türlü bilmeyiz, bilemeyiz
nedendir
Durmadan ağrır durur, sızlar hep
bir yanımız.
Kötü
davranışlardan istemediğiniz için kaçının, beceremediğiniz için değil.
***
İçimizdeki
şarkılar gibisi var mı?
***
Bilmek
ihtiyacı, yabancı olunan âlemdeki ifade arayışlarıyla orantılıdır.
***
“Ben
şuuru” hakkında bir yazı hazırlamam gerekti. Gördüm ki kafamdakileri kağıda
geçiremiyorum. Ne oldu Allah’ım... Yazamamak ne kötü. Oysa konuya hakim olduğumu
sanıyorum. Okul hiç mi hiç çekmiyor. Sırada bekleyen roman, hikâye, piyes gibi bir
sürü taslak var fakat içimden hiç kalemi elime almak gelmiyor... beni boğan bir
takım şeyler var... Yeni bir dil kurmanın zorluğu. Bilinen kelime dağarcığıyla
yeni, yepyeni şeyler anlatmak... Ben ben değilim, bu değilim.
10.04.1986
***
Allah’ım!
Bu yalnız kulunu affet.
Sanatçı:
Dış dünyada olup bitenlerle kendi iç aleminin karşılıklı yankılanmaları
arasında tarassut kulesini kurmuş ve bunu bilinçli bilinçsiz yapan kişidir.
***
Kişinin
yabancılaşması problemiyle ilgili Marxist felsefeye bakın: Adam Schaff,
Marxizm ve Varoluşçuluk, De Yayınları, Kasım 1966, sahife: 8, 9, 10
***
Her işte
bir sanat yönü vardır. Sanat da fikirsiz olmaz.
O halde
Necip Fazıl’ın sanatı ile mütefekkir yönünü birbirinden ayırmak kabil değil.
***
Birbirimizin
zindanı olmak!
***
Şiirde
duygu; bildirim cümlelerine hayır.
***
Günün
bütün hengâmesini ardınızda bırakıp şöyle bir uzandığınızda, dalların arasında
bir yıldız yağmuru.
***
Merhametle
bakmak her şeye. Çepeçevre kuşatıldığımız ama farkında olamadığımız merhametle
bakmak.
“Ne
söylediğine ve hangi zamanda söylediğine dikkat et.”
Hz.
Ebubekir
radiyallâhü anh
“Şu
topluluk senin kullarındır. Dinlerine olan bağlılıkları yüzünden ve sana
yaklaşmak ümidiyle beni öldürmek için toplanmışlar. Onları affet. İyi biliyorum
ki bana açtığın sırları onlara açsan yahut onlardan gizlediğin şeyleri benden
de gizleseydin bu hâl başıma gelmezdi.”
Hallâc-ı
Mansûr
Zât-ı Hakk’ta mahrem-i irfan olan
anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan
anlar bizi.
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar
anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan
anlar bizi.
Dünyâ vü ukbâyı tamir eylemekten
geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan
anlar bizi.
Biz şol abdalız bıraktık
eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan
anlar bizi.
Kahr-u lûtfu şey-i vâhid bilmeyen
çekti azâb,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi.
Zâhidâ ayık dururken anlamazsın
sen bizi,
Cür’a-yı sâfî içüp mestân olan
anlar bizi.
Arifin her bir sözünü duymaya
inşân gerek,
Bu cihânda sanmanız hayvân olan
anlar bizi.
Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık
biz bugün,
Katre nice anlasın ummân olan
anlar bizi.
Halkı koyup lâ-mekân ilinde
menzil tutalı,
Mısrîyâ şol canlara cânân olan
anlar bizi.
Niyazî-i
Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz
“Mescide komadılar meykededen şiirdiler âh
Ne helâle
yarar olduk ne harâma nidelüm”
Necâtî
Bey
“Sanıyorum,
ruhsal kuvvetini ve şiirsel duygularını muhafaza etmek isteyen her kişi
hayvansal gıda maddelerinden ve çok yemekten çekinir”
“Kim yüce bir varlığın her yerde
hazır ve nazır olduğuna samimiyetle inanırsa, gıda olarak her şeyden
yararlanabilir.”
Henry
Thoreau
“Söyle
evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de hicran olmasın. Hicran oldu
anne.”
Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar
“Kötü adam kendinden ürküp kaçar; dışarıya
atılarak neşelenir; endişeli gözlerle etrafına bakınarak kendisini eğlendirecek
bir mevzu arar; acı hiciv, saldırıcı alay imdadına yetişmese hüzün ve kederden
kurtulamazdı; alaycı gülüş tek zevkidir. Bunun tam tersine, doğru adamın huzuru
kendi içindedir; onun gülüşü sinsi değildir, duyduğu saadettendir: o bu
saadetin kaynağını kendinde taşır.”
Rousseau
“Fichte’nin
sisteminin egemen düşüncesi, yaratıcı insan düşüncesidir; insanın yaptığından
ibaret olduğu düşüncesidir. Kuşkusuz ki bu noktada varoluşçuluğun temel
ilkesiyle karşılaşıyoruz: insanda varlık özden önce gelir. Fichteci Le Guier’in
bu ana teması, varoluşçular tarafından sık sık yeniden ele alınmaktadır:
Yapmak, yaparken kendini yaratmak ve yapılandan başka bir şey olmamak. Fakat bu
noktada Marxizm, Fichte’nin öğrettiklerini daha yakından izlemektedir. Çünkü
Fichte için öz ile varlık arasındaki ilişki diyalektiktir.”
Garaudy
“Yalnızlığına
kaç dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin
iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.
Seninle
nasıl susulacağım pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen,
o geniş dallıya; sessiz ve dinlercesine sarkar o denizin üstüne.
Yalnızlığın
bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse büyük
oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.
Dünyada
en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: halk bu göstericilere
büyük adam der.”
“Her
insan, benliğinde entelektüel yüksekliğin ve ahlaksal temizliğin çifte
özlemini taşır. Her düşüncede açılmak eğiliminde olan iki kanat vardır: deha
ile kutsallık.”
Nietzsche
“Tanrı
ufkunuzu her gün daha genişletsin! Kendilerini sistemlere bağlayan kişiler, tüm
gerçeği algılayamayanlar ve onu ancak kuyruğundan yakalayanlardır; bir sistem,
gerçeğin kuyruğundan başka bir nesne değildir ve gerçekte kertenkeleye benzer;
onu yakaladığınızda kuyruğunu elinizde bırakıp kısa sürede bir yenisini
üreteceğinin bilinci içinde kaçıverir.”
Turgenyev’den
Tolstoy’a
“Büyük
fikirler, büyük zekâlardan daha çok büyük ruhlardan doğar.”
“Ben
ancak önemsiz konularda uysal ve küçük insanlara özgü bir yumuşakbaşlılık
gösteririm. Önemli konularda hiçbir zaman boyun eğmem.” (Delikanlı’dan)
Dostoyevski
“Günümüzde
şiiri, şiirden çok da felsefeyi birer ölü sanat haline getiren şey nedir
biliyor musunuz ? Hayattan kopmuş olmaları. ”
Andre
Gide Ayrı Yol
“Ve ben
ancak inleyerek arayanları beğenirim.”
Pascal
“Tanrıya
şiddetle ihtiyacım var, diyor; çünkü daima sevebileceğimiz biricik varlık
odur.”
S. Zweig Dostoyevski
“Felsefe
bir romanda sindirilmemişse, bir cümlenin altını çiziyor, verilen bir öğüdü
makasla kesip çıkarabiliyor, parçaları birleştirip bir düzen
oluşturabiliyorsak, o zaman bu felsefede, romanda ya da her ikisinde birden bir
yanlışlık var diyebiliriz.”
The
Common Reader V. Woolf-J. Bennet
“Trajik
duygu aslında iki yöne bakan bir yüzdür, dehşete doğru ve acımaya doğru bakar.”
“Sanırım
Eflatun güzelliğin, doğrunun görkemi olduğunu söylemişti. Bunun bir anlamı
olduğunu sanmıyorum ama güzelle doğru akrabadır.”
“Güzellik
için üç şey gereklidir: bütünlük, uyum ve aydınlık...”
James Joyce
Sanatçının
Bir Genç Adam Olarak Portresi
“Bizzat
kendi kendilerinin hakemleri olsunlar. En hür, en içten gelen arzularının
kendilerini nereye sürüklediğini görsünler, bilmeksizin ne yaptıklarını ve
yapmaksızın ne bildiklerini öğrensinler.”
Blondel
“Şiirin
orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama
iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kurallarını aşar... Büyük şiir,
muhakememizi tatmin etmez, allak bullak eder.”
Montaigne
“Bir
eserin içinde bir fikir, bir soyut düşünce bulamayınca o eserden hemen
ümidinizi kesmeyin. Ben Faust’ta hangi fikri ortaya koymak istediğimi biliyor
muyum sanki!”
Goethe
“Şiirle
resim başka başka yollardan aynı kanunlara uyarlar; bir resmin ana şartı resim
olmak, bir şiirin ana şartı şiir olmaktır!”
Chabaud
“Şiir,
konuşma ile susmayı bir araya getirmektir.”
Cariyle
“Zevk
sahibi bir genç tanırım, her resim yapmaya başlarken diz çöker, dua ederdi:
Yarabbi beni modelden kurtar!”
Diderot
“Yazmak,
insanların davranışlarını yazarak kurcalamak hayatı formüle edip çözülebilir
bir problem haline soktuğunda, insan ilişkilerinin duygusal paylaşım yanı
absürd bir görüntü kazanmakta.”
İhsan
Durdu
Kaynak:
Hayy’dan Hû’ya-Nusret ÖZCAN,
Editör: Ekrem AYYILDIZ, İstanbul, 2012
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar