Print Friendly and PDF

POSTKAPİTALİST BİR EKONOMİYE DOĞRU

Bunlarada Bakarsınız



Selçuk Salih CAYDI
20.11.10
Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö. 1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır.
Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)
Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var: Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir. Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu. İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu (faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının (kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir şekilde binlerce yıl işlemiştir.
Bugünkü şekliyle para, ürünlerin değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu “cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet denen şey olmadı.
Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi) katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin –bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri, yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar “ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz) sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!” demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.
İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup, uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru, sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar olabilir.
Faizin monoteist dinlerin kutsal kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile, 1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden “para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler, yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe yarayabilir.
1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld). Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve 10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar, parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz- duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir. Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde kurtulduklarını” söyler. (7)
Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini, Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu. Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey; paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene “mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş edeceğiz).
Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir akım, bir moda, başarılı olabilir.

Burada özellikle altını çizmemiz gereken konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal” haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler. Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.
Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin, insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz, tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın faizi ve faizin faizi” meselesidir. Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara (Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması olayıdır” (10) sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi, “para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez. Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.
Dipnotlar:
1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9. İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens, içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır. Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış” ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da, yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri: Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için: http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard “Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir maalesef.

PARANIN FELSEFESİ VE DİNİ

Selçuk Salih CAYDI 16.11.10
Paraya karşı olan bu aşırı düşkünlük nereden geliyor? Modern zamanların giderek alçalan "kalitesi"ni belirleyen, vasatizmi ve onun arsızlığını/ahlaksızlığını dünyaya hakim kılan paranın felsefesi hakkında bin sayfalık ilk teorik temel kitabı, Georg Simmel yazmıştı.
Paranın bir din haline geldiğini ilk kez temellendiren ve anlatan düşünür Simmel'dir. Bütün bunlardan bahsederken, EN önceliğin Karl Marx'a ait olduğunu unutmuyoruz elbette. Ama Simmel, paranın toplumu ele geçirmesi ve değiştirmesini, çok yönlü bir şekilde ve Marx gibi teorik çerçevenin içinde kalmadan, onun dışına çıkarak ve yenılmak endişesi taşımadan "rahat" bir dille anlatıyor. Temel eseri "Philosophie des Geldes" 1900 yılında Berlin'de ilk piyasaya çıktığında, büyük gürültü koparmış olmalı. Simmel'in kitabında verdiği bir örnek, mıh gibi, akıldan çıkmayacak cinsten bir cümledir:
"Bankalar, artık kiliselerden daha büyük ve daha muazzam (binalar). Şehirlerin merkezi haline geldiler." Malumunuz Orta-Avrupa'da şehirler hep kiliselerin etrafına kurulur, Kilise hep merkezdir. Banka binalarının, yeni kiliseler olarak şehirlerin merkezleri haline geldiğine dikkat çekiyor.
Simmel'in bir de ünlü makalesi vardır. "Die Großstädte und das Geistesleben"
Bu orta uzunluktaki makaleyle Simmel, şehir sosyolojisinin babası sayılır. Böyle sınıflanırmaları pek sevmemekle birlikte, Georg Simmel'in 'Hayat Felsefecisi' diye sınıflandırılması hoşuma gider.
Erişim: http://konstantiniye.blogspot.com/

2012 SONRASI KEHANETLERİYLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME VE TÜRKİYE'NİN YÜKSELİŞİ

2012 Kehanetleri denince herkesin aklına önce, büyük felaketler ve savaşlar gelMEmeli. Kıyamet'i sadece korkunç felaketlerden ibaret görmek, geri/uyuklayan bir ruh halinde ısrar etmekten başka birşey olamaz. Bız burada bir uyanıştan, bilnçlenmeden ve yeni yüksek/yüce bir ruh halinden bahsedeceğiz ve yaşanması olası sürecin asıl/iyi/güzel yanına odaklanacağız. Önce bir soru:
Ruh ile madde arasındaki sınır nerededir? Galiba yüz yıllık bir soruyu sorup, yeniden yanıtlamak zorundayız. "Yüz yıllık" diyoruz zira, -aslında onbinlerce yıl önce sorulup yanıtlanmış ve kutsal yazıtlarla günümüze kadar ulaşmış bir soru/cevap olmasın rağmen- maddeyi herşey sayan modern zamanlarda rasyonel/bilimsel yoldan yeniden yanıtlanması gerekiyor. (Çünkü artık en çok 'Bilim'e "inanılıyor")
Yüz yıl önce Kuantum Fiziği, 'Madde'nin 'Enerji' demek olduğunu, 19'uncu Yüzyıldaki kökten materyalist (sonra diyalektik materyalist) madde anlayışının gerçekle alakasının olmadığını gösterdi. Böyle şeylerin Türkiye'de, sadece bir "genel kültür" meselesi olarak anlaşılıp kullanıldığı, sadece soyut entel muhabbetlerinde dillendirilen bir tür çok bilmişlik malzemesi sayıldığı ve sohbet bitince de, kaba 19'uncu yüzyıl materyalizmine -hem de "Sol bir marifet" sayılarak aynen devam edilmesi, asıl gerçeği değiştirmiyor: "Madde enerji de değil, ruhun emanasyonudur" (yani şekle bürünmesidir/yansımasıdır). Bu gerçeğin her zaman geçerli olduğu ve bundan sonra daha da geçerli olacağını unutmamak, bunun yeni ifade biçimlerine hazır olmak gerekiyor. Burada yer alan "irrasyonal" yazılar, rasyonal ile irrasyonal arasında makul bir köprü kurulmasına katkı yapmak isteyenleri özendirmeyi amaçlıyor.
İşte buradan, bu yazının ve burada bundan önce ve sonra burada yeralmış/yeralabilecek yazıların sebebine de gelmiş oluyoruz. 19'uncu yüzyılda kemikleşen materyalist anlayışın özü, modern "uygarlığın" da ana fikriyle ilgilidir. Maddeyi ruhtan tamamen ayrı bir kategori sayan "moderen" insan, kendi ruhu dışındaki herşeyi karmaşık mekanik bir makina olarak görmüştü. Sadece doğayı değil, hayvanları bile ruhsuz saymış, ama insanın iradesinin olduğuna bakarak kendisini bütün varoluşun üzerinde bir yere koymuştu: Doğaya hükmeden insan! Bu anlayışın en mükemmel ifadesini bilimde gördük. Bu maddiyatçı anlayış, herşeyin materyalist/mekanik yasalara göre işlediği önkabulüne dayanarak, geleceğin de şimdiden madde üzerinden hesaplanabileceğini sanıyordu. Şimdi insanın trajedisi, evdeki hesabın çarşıya uymadığını anlamasıdır. Dünya, materyalist hesaplarla geleceğe doğru tahmin edilemiyor. Genel kültüre gelince herkesin Einstein kesildiği ve kuantum fiziğini bildiği günümüzde, Alternatif Nobel ödülü sahibi Profesör Hans-Peter Dürr'ün deyimiyle, "Madde enerji bile değil, ruhtur." Şimdi bu sözün pratik anlamının anlaşılacağı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Düşünsel alışkanlıklar kolay değişmez. Ama artık değişmek zorunda
Burada sadece modern veriler temelinde geleceği konuşmak mümkün değil maalesef -Sorry!..
"Bilimsel yazılar"la yetinmek hiç mümkün değil. (Konulara hem şimdi "irrasyonel" dediğimiz açıdan yaklaşıp hem de onların gerçekliğinden/doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? İşte bu başka bir önemli konu kuşkusuz. Ama bu yazının konusu değil.)
Vishnu Puranalar'da ( विष्णु पुराण) bugünün dünyası
Günümüz hakkında yapılmış en eski kehanet, aslında onsekiz adet olan Purana'ların Vishnu Puranaları arasında yer alır. Özünde tarihle ilgili olan ve yaklaşık 1500 yıl kadar önce yazılı hale getirilmiş bu eski Hint yazıtlarında yer alır. 1952'de hayata veda eden ve "Bir Yoginin otobiyografisi" adlı kitabıyla tanınan Paramahansa Yogananda'nın aktardığı üzere, Kali döneminin son periyoduna tekabül eden bu dönemin özellikleri şöyledir:
"Sürekli maddeleşme (herşeyin/düşüncelerin madde olarak ifadesi) olacak.
Dünyada hüküm süren Hükümdarlar, şiddet kullanmaya meyilli olacaklar.
Kamunun malını zimmetlerine geçirecekler.
Köleler ve kastsız sınıflar (iktidar) üstünlüğünü ele geçirecekler ve herkese emir verebilecek durumda olacaklar ama ömürleri kısa olacak, acıma duyguları pek olmayacak.
Mülk sahibi olanlar toprakla uğraşmayı ve ticareti bırakacaklar, onlar köle olacaklar ve başka meslekler seçecekler.
Hükümdarlar, vergi bahanesiyle, halklarını soyacaklar ve talan edecekler, özel mülkiyeti yok edecekler.
Ahlaki/etik sağlık ve adalet, günden güne azalacak -ta ki bütün dünya bozuluncaya ve nançsızlık hakim oluncaya kadar. İnançla ilgili uygulamaların tek nedeni fiziksel 'sağlık' haline gelecek.
Kadınla erkek arasındaki tek bağ, cinsel çekim olacak.
Başarıya giden tek yol, sahtecilik haline gelecek.
Yeryüzü, sadece yeraltı/yerüstü kaynakları nedeniyle değerli sayılacak. Din adamı giyimkuşamı, din adamı özelliklerinin yerine geçecek.
Sıradan bir yıkanma, arınma sayılacak, insan ırkı, Tanrısal/kutsal insanlar doğuramayacak hale gelecek.
İnsanlar soracak: "Bize kadar gelmiş eski yazıtları ne yapalım?"
Evlilik törenleri tören olmaktan çıkacak.
Dinin uygulanması da etkisizleşecek.
Hayat şekli, herkes için aynı olacak.
En fazla paraya sahip olan, halk arasında en çok para dağıtabilen, insanlara hükmedecek. Çünkü isteği zenginlik olacak -adil birşekilde sahip olsun veya olmasın.
Herkes kendini Brahman sayacak (en üst dindar kast).
İnsanlar ölümden ve aç kalmaktan korkacaklar, bu nedenle dini sadece bir gösteriş şeklinde uygulayacaklar."
Eski kehanetlerde yarının dünyası hakkında ipuçları
12'inci Yüzyıl başında hayata veda eden Kudüslü Yuhanna'nın kehanetine göre, karanlık dönemin sonunda insanların kalp gözü açılacak, insanlar dünyadaki her canlının Tanrı'nın nurunu taşıdığını doğrudan anlayacaklar, bir hayatın içinde birden fazla hayat yaşamış olacaklar ve artık ölümden korkmamaya başlayacaklar. Maya söylenceleri, yeryüzünün spiritüel merkezlerinin Aktif hale geleceğini ve bunun uyandırıcı/uyarıcı etkisinden bahsederler. Bunu kısaca, insanın güzel bir keşif yaptığı anda yaşadığı o sevinçli bilinç yükselmesine benzetebiliriz. Tabii bu yükselişin daha farklı ve mistik kaliteye sahip bir durum olacağı belli olmakla birlikte, nasıl/hangi vesileyle yaşanacağı, biraz da insanın/toplumun kendi özel/özgün yaşamıyla ilgili bir durum. Aztekler, 2012'de başlayan geçiş döneminin ardından, insanların kazanacağını tahmin ettikleri bu yeni yüce özelliklerin daha sonra kalıcı hale geleceğinden yola çıkarak, 2024'den itibaren başlayacak çağın insanını, 'Yeni bir insan ırkı' sayarlar. Buradan, oldukça büyük bir değişiklik beklediklerini anlıyoruz. Samanyolunun merkezinden geçecek olan Dünya arınacaktır. İnka'lara göre 2012'de Altın Çağ başlayacaktır. 2013 yılında hayatta olanlardan itibaren, yeni insan ırkı oluşturulacaktır. Maorilerin söylencelerine göre, insanları yüce duygulardan ve kutsallıktan koparan maddiyatçı aşırı tutkular ve savaşlar sona erecektir. Bunu bir olgunlaşma olarak da okuyabiliriz. Tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki söylenceleri belki ayrı bir yazıda ele almak gekir. Ama Başmelek İsrafil'in Kıyamet borusunu üç kez çalması, 2012'nin Mayıs ve Eylül aylarındaki (Eylül'de iki kere) üç güne tekabül eder. Uyanışın bu dönemde başlayacağı, bunun işaretlerinin görülebileceği düşünülebilir. Tabii burada Kıyamet sözcüğünün anlamı, ille de herşeyin yok olması ve herkesin ölümü falan demek değildir. Buna dikkat etmek gerekiyor. Tibet kehanetleri de, İyi ile Kötünün savaşının 2026 sonunda İyinin zaferiyle sonuçlanacağını söylerken, insanların 2014 yılının Temmuz ayından itibaren spiritüel bir aydınlanma yaşayacaklarından bahseder. Tabii bu yeni yükseliş halinin, coğrafi yerlerle de ilgisi olmalıdır ve Tibet, anlaşıldığı kadarıyla bu yerlerden biridir. Türkiye'de spiritüel etkilerin görülebileceği (coğrafi) yerler arasında Bursa/Uludağ, İstanbul/Sultanahmet, Denizli bölgesi, Kazdağlarını vd. sayabiliriz. Tibetliler, gelişmelerin seyri hakkında oldukça ayrıntılı tahminlerde bulunmuşlardır. Bunlara göre dünyanın milletlerinin birbiriyle savaştığı çok büyük bir kapışmanın ardından (böyle öfkeli anlaşmazlıkların savaşla değil diplomasiyle çözülmesi için çalışmak, her insan evladının görevi olmalıdır) eski öğretilere yeniden kulak kabartılmaya başlanacak ve samimi/sahici inanç geri dönecektir. 'Gerçeğin Savaşçıları' geri dönecektir. Onlara yardım edenler ödüllendirileceklerdir. Onların dünyaya dönüşlerinden birkaç yıl sonra, 'En Yüce Olan'ın başlatacağı yeni çağın ilk işatleri de görülecektir. Bu işaretler, O'nun vereceği mucizevi işaretler ve olağanüstü insanlar şeklinde zuhur edecektir. Bu insanlar (Gerçeğin Savaşçıları), büyük yeni ruhsal/spiritüel ilimlerin kapılarını insanlara açacaklardır. Tibet kehanetleri böyle.
Nisbeten yeni sayılabilecek kehanetlerde, sıklıkla, "Üçgün sürecek bir karanlık"tan bahsedilir. Bu kararmanın, 21 Aralık 2012'nin hemen öncesi veya sonrasında başlayacağı, o üç karanlık günde kesinlikle sokağa çıkılmaması gerektiği söylenir. 1929'da ölen İsveçli bir balıkçı, 2012 dönemiyle ilgili bir dizi felaket haberi verdikten sonra, ardından bazı siyasi değişikliklerin olacağından da bahseder, bunları ayrıntısıyla anlatır ve mesela İran ile Türkiye'nin Ruslar tarafından işgal edileceğini söyler. (Tabii böyle olmak zorunda değildir!)
Anna Taigi'nin gördüğü bir vizyon sonrasında 1818'de Roma'da dikte ettirdiği kehanetlere göre, kötülük, insanın elinden iktidar gücünü alınca, Tanrı'nın güçleri bizzat müdahale edecek ve düzeni yeniden kuracaklardır. Ama üç günlük bir karanlık olacak ve bunun nedeni, atmosferin kirlenmesi olacaktır. O uzun gecede şimşekler çakacak, kim camlarını açarsa ve dışarı çıkarsa ölecektir. Taigi, bu süre zarfında kutsanmış mumların sönmeyeceğini ve herkesin dua etmesi gektiğini söylüyor. Daha sonra Tektanrılı dinlerin birleşeceği kehanetinde bulunuyor. Ülkeler astrolojisiyle ilgilenenler, 26 bin yılda bir yaşanan özel bir yıldızlar kombinasyonuna dikkat çekiyorlar. Bu, çok özel bir Neptün-Uranus-Plüton kombinasyonudur ve bu denklemde Neptün spiritüel uyanışı ve yaratıcı düşünceleri, Uranus köklü değişimleri, Plüton ise geri dönüşü olmayan dönüşümü temsil etmektedir. Bu üç etkinin birbirini desteklediği bir atmosferde değişim/dönüşüm adına herşeyin olabileceğini söylüyorlar. Eski kehanetlerde her ne kadar (genellikle) falaketlerle birlikte anılsa da, bu dönemin muazzam bir değişim/dönüşüm potansiyelini temsil ettiği söylenebilir. (Peki neden ille de falaketlerden ve savaşlardan bahsedilmektedir? Bunu anlatmak/anlamak zorundayız).
Bu dönemin, herşeyden önce bir Bilinçlenme/uyanma döneminin başlangıcı olduğu sık sık vurgulanırken, "bilinçlenme"nin anlamına örnekler de verilir. Mesela Hopi kızılderilileri, 2012'de baslayacak 25 yllık dönemin sonunda aydınlanarak oluşacak insana, "Yeniden yaratılmış" diyorlar. Hintlilerin Vedik yazıtlarında, 2012'den itibaren insanın ışığa yükseltileceği yazılıdır. (Hintliler, bu dönemde giderek bilinçlenen insanlardan birinin, Vishnu'nun son enkarnasyonu Kalki olduğunu anlayacağına inanırlar. Bu da, aydınlanmanın türüne bir örnek sayılabilir)
Eski kehanetlerde neden ille de büyük felaketler ve savaşlardan bahsedilir?
Bu konu, tayin edici önemde... Benzeri zaman kalitelerinin yaşandığı eski dönemlerde büyük değişimler hep savaşlarla gelmiştir, çünkü insanların -iktidar olmak ve "güç" kayması anlamında- değişikliklerde savaşlara başvurmaları 'normal' bir durum sayılıyordu, kehanetleri yapanlar da söze döktükleri vizyonlarını böyle dillendiriyorlardı. Burada dikkat çekici nokta, 2012'ye "benzer" zaman kalitelerinin hiç birinin bugünkü yoğunlukta yaşanmamış olmasıdır. Karşı karşıya olduğumuz durum, insanlığın yeni bir bilinç seviyesine yükselmesiyle ilgilidir. Belki şöyle de ifade edebiliriz: En geç 2030'ların başında, yaşayan tüm insanların kalp gözü açılmış olacaktır. Bunun anlamı, bir gün gelip herkesin aniden "Aha!" diye uyanması falan değildir elbette. Bu süreçte, adına şimdilik 'Bilinçlenme' diyebileceğimiz durum, ilk etkilerini muhtemelen Hazirandan itibaren gösterecektir. Asıl sonuç bir tür yükselme olacağından, insanların makul davranıp savaşa mahal verMEme ihtimalleri yüksektir. Gelişmeler, gerektirdiği kadar yoğunlukla, tevekkülle, akılla, sevgiyle, karşılıklı toleransla karşılanırsa, kehanetleri eski zaman mantalitesiyle yorumlayanların söyledikleri yıkım/savaş olmayabilir. Ama bu, durumu aynen şimdiki gibi muhafaza etmekte kararlı olanların direncine bağlıdır. Muhafazakar (ve maddiyatçı) zihniyetin direnci yüksek olursa, yani eski zaman mantalitesine uygun bir insan tipinin hakimiyeti değiştirilecekse, sonuç eski kehanetlere benzeyebilir. Bu, günümüz insanının tercih meselesidir -ama ben makul insanların galebe çalacağına ve onların sayesinde yükselişin daha az sancıyla yaşanacağına inanıyorum (inanmak istiyorum).
Burada en çok güvendiğim kişiler kadınlar... Haziran ayında yeni bir ivme kazanacak ruh hali, gücün dişi yanının yükselmesidir. 'Eril' (Yang) gücünün hakim olduğu ruhsal atmosfer, 2003'den beri 'Dişi' (Yin) gücün mütemadiyen yükselişiyle etkileniyor. Bu yıl 'Dişi' gücün 'Eril' güç ile eşitlenmeye başladığı önemli bir süreç yaşanıyor. Kadınların toplumsal gücünün daha da artacağı bir süreç bu. Ve kadının mücadele biçiminin de erkeklerden farklı olduğu ve savaş anlayışından uzak olduğunu biliyoruz. Eşitlenme, bu yıl sağlanmasa bile, 'Dişi' gücün etki ivmesinin oldukça yükseleceğini ve erkeklere oldukça yaklaşacağını söyleyebiliriz. (Bu vesileyle tekrarlayalım: Türkiye'nin yeni Cumhurbaşkanı veya Başbakanı kadın olmalıdır.)
Geçen yılın Aralık ayından beri, Şubat ayında yaşanabilecek önemli olaylara dikkat çekiyoruz. Bunun nedeni, İktidarın bu tarihten itibaren çok zor durumda kalabileceği bir tarafa, nitel bir değişim sürecine girilme ihtimaliydi. Önce bir tekrar. 2013 ortasına kadar yaşanabilecek olayların -zaman kalitesiyle ilintili- genel karakterini şöyle özetleyebiliriz:
1. Ülkenin şimdiye kadarki haliyle varlığını değiştirecek olaylar -ve onlara karşı kitlesel olaylar... (Türkiye'nin hayat-memat meselesi haline gelebilecek bir takım olaylar...) 2. Şimdiki yönetici elitin bütünüyle değişmesine yol açacak bir dizi olay... 3. Olayların askeri bir boyuta sahip olması... (Bunun anlamı 'savaş', ayaklanmalara 'asker müdahalesi' ve/veya 'darbe' olabilir) 4. Türkiye'nin kendi karakterine ters hareket eder hale gelmesi... (Türkiye'nin komşularıyla ve dünyanın yarısıyla papaz olması ve bunu çok düşük bir seviyeden yapması, buna örnek gösterilebilir) 5. Hükümet demokrasiyi kıstıkça ve baskılar arttıkça, şiddet potansiyeli katlanarak artabilecek bir durum... Türkiye'de baskı ve diktatörlük eğilimlerine karşı, keyfi diktatoryal idareye karşı tepki, baskıların boyutu arttığı ölçüde katlanarak artabilir; muhalefet yetersiz kalırsa veya susturulursa, tepki devletin/hükümetin içinden gelebilir demiştik. Bunun en genal anlamı, 'Değişimi zorlayan gücü engellemenin mümkün olmadığı'dır. Önce, Şubat ayının ikinci haftasında ortaya çıkan ve MİT üzerinden Başbakan'ı hedefleyen hukuk darbesini -zaman kalitesi açısından- incelemeyi deneyelim. Sözkonusu durum Şubat ayı ortasında başlamıştır ve etkisini 2012 Aralık ayına kadar sürdürecektir. Geçiş döneminden hemen öncesinde yaşandığı için, bir tür 'Temizlik' ve/veya, 'Yeni Çağa Hazırlık' dönemi sayılabilir. Bu etki, daha çok ikili yakın ilişkileri belirleyen bir durumdur. İktidarın hem düşmanlarıyla, hem de yakın dostlarıyla ilişkilerini belirler ve burada gerginlik ortamı sözkonusudur (hem dostlarla hem düşmanlarla).
Eskiden beri olan ve geçiştşirilen gerginliklerin ve anlaşmazlıkların ateş olup yağdığı bir durum. Burada açıklık/şeffaflık yoksa -ki yok- gerginlik bir kopma/kırılma yaşanana kadar sürebilir. Açık/dürüst olunmayıp gerginliğin tırmanması halinde, çatışmanın iki tarafı arasındaki ortaklık sona erecektir. Bu denklemde ilginç olan, devreye üçüncü bir aktörün/faktörün girmesi olasılığıdır. Bu yeni faktör, varolan durumu tamamen değiştirecek ve geleceğe uzanan doğru kapıyı açacak faktör olabilir, veya o istikamette ilerleyecek olanların işini oldukça kolaylaştırabilir. Üçüncü Faktör'ün, Türkiye'yi tamamen dönüştürecek faktör olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu faktörün, iktidarla savaşarak Türkiye'yi değiştiren güçlü bir aktör olma ihtimali yüksek.
Türkiye, savaşla da ilgili olabilecek ve askeri yana sahip bu dönemden geçerek 2013 yılına geçtikten sonra, çok önemli bir çağın başlangıcını yaşayacaktır. Bu döneme kısaca, 'Yeni İstanbul/Anadolu Uygarlığı Devri' (veya 'Yeni Türk Uygarlığı Devri') diyebiliriz (Adı elbette sonra bu toprakların insanları veya dünya tarafından konacaktır). Biz burada belki, en genel çizgileriyle, bu yeni dönemin -bu topraklardaki- özelliklerinden bahsedebiliriz.
Yeni bir Anadolu/İstanbul Türk Uygarlığına doğru 
Türkler, 1912'den beri, "Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasının verdiği eziklik" diye nitelenen bir düşük ruk halinin etkiside. Bu etki, aynı zamanda bilinçaltındaki suçluluk psikololojisiyle ve "kendine lâyık görmemek" gibi (burada açıklayacağımız) bir ruh haliyle ilgili. 1908-1922 Anadolu kıyameti ve Anadolunun kapitalizme özgü kültürel homojenlesmesi sırasında yaşananlar, Türklerin kabul ettiğinden daha derin bir ruhsal tahribat yapmıştır. Bu cinnetten sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir "beklemek" devridir. Bu dönemde ülkenin yönetimi, hızla vasatizmin eline geçmiştir ve esasen 60 yıldır da muhafazakar vasat kesim tarafından yönetilmektedir. Bu durum, "Kendini birinci sınıf ülkelerden/halklardan sayamayan" bir düşük bilinç seviyesiyle ilgiliydi. Malum "Aşağılık kompleksi", kaba-saba böbürlenmelerle değil, sağlam/somut bir ruh haliyle (mantalite ile) aşılacaktır (şimdiki Hükümetin ekonomisiyle göbekten bağlı olduğu ülkelere kaba-saba böbürlenmeleri, aşağılık kompleksinin en bariz durumunu teşkil etmektedir) Yaşanan/yaşanacak yeni Bilinç Yükselmesi, Cumhuriyet döneminin bu eski "idare-i maslahatçı vasat müteahhit muhafazakar" zihniyeti aşmaktadır. Dönemin sonunda (yani 2013'ün ikinci yarısından itibaren), Türkiye Cumhuriyeti ve Halkı, kaderini belirleyen bu ezik/kompleksli durumdan kurtulacaktır -öyle görünmektedir. Bunun somut ifadesi, ülke içinde birbirine "uzlaşmaz" düşmanlıkla "bağlı" kesimlerin, bu düşmanlıklarına son vermesi olacaktır. Bu durum, "Üçüncü Faktör" dediğimiz faktörün yapıcı ve uzlaşıcı/uzlaştırıcı tavrıyla yakından ilgili olabilir. Her hal-u kârda, büyük bir rahatlama ve feraha çıkma duygusu yaşanacağı kesindir.
Bu durumun yaşanmasında, 'Dişi Güç' (Yin) diye özetlediğim -ve ayrı bir yazı gerektiren- durumun önemli bir payı olabilir, çünkü Türkiye'de 'Dişi' özelliklere sahip siyasi gücün yükselişi, olası yeni uygarlığın kurulması aşamasında önemli bir rol oynayabilir. Bu aşamada kadınlar, kendi güçlerinin farkına varacaklardır ve eski muhafazakar mantaliteyi önemli ölçüde sınırlayıp zayıflatacaklardır.
Türkler, T.C. üzerinden edindikleri ve yaşadıkları, kabaca "Biz Avrupalılar/Amerikalılar gibi olamayız" şeklinde karikatürize edebileceğimiz durumdan, bu aşamada kurtulacaklardır, çünkü bu durumu bilinç altında yeniden üreten (1912 sonrasından kaynaklanan) suçluluk/yetersizlik kompleksi ve ona bağlı "Kürt/Ermeni/Rum/Süryani/Alevi vs. sorunları", kimlikçilikler/ayrımcılıklar ötesi bir yerden aşılmış olacaktır. Bu konuların "sorun" olmaktan çıkışı, Türkiye'nin etrafında yaşanacakdeğişimlerle de ilgilidir. Oralar da değişeceklerdir elbette (özellikle Ermenileri yiyip bitiren 'Soykırım' konusu, Türklerin yapıcı/olumlu tavrıyla yakından ilgilidir. Ermenilerin huzura kavuşması için çok önemlidir).
Türkiye Cumhuriyeti, 2013 yılının ikinci yarısından itibaren, geçmişi nedeniyle (bilinçsizce) çekmekte olduğu ruhsal acılardan, engelleyici kötü (kader) etkilerinden kurtularak, dünyada (Atatürk dönemindeki gibi) tam anlamıyla önyargısızca kabul edilen ve hayranlık duyulan bir yer olmak sürecine girecektir. Cumhuriyet döneminin engelleyici bütün bagajlarının önemsizleştiği bu dönemde, 'Türk Değerleri' diye bir damarın canlanabileceğini söyleyebiliriz. Bunu kısaca, 'Bu topraklara özgü değerler'in, Türk kültürel renkleriyle birlikte globalleşmesi/evrenselleşmesi gibi de anlayabiliriz (20'inci Yüzyıl'ın ikinci yarısında Japon Kültürünün evrenselleşmesi konusu, bu duruma bir örnektir. Ama bu kez, daha derin bir durum sözkonusudur).
Sözkonusu negatif etkilerin aşılması ve rahatlamayla birlikte, Türkiye'nin önünde büyük bir yükselme dönemi açılabilir. Yaratıcılık, ülkenin yeni tip yüksek ekonomik refahı, kültürel/sanatsal patlama, Türkiye'yi hızla bir çekim merkezi haline getirebilir. Bu çekiciliğin, yeni çağın kalitelerine uygun olarak kültür/sanat, yeni alternatif ekonomi/düşünceler ve bilgi/iletişim alanında başı çekeceği ve bunda kadınların önemli bir rol oynayabilecekleri söylenebilir.
Yaratıcı alanlarla meşgul sanatçılara hep sorulur: "Fikirlerinizi nereden alıyorsunuz?" diye. Buna yanıt vermek zordur, çünkü açıklaması zordur, rasyonel bir cevabı da yoktur zaten. Ama burada "hayalimizi" zorlayarak, bu soruyu şöyle bir "tasavvur" ile yanıtlayabiliriz belki: Anadolu, dünyanın en eski üç uygarlık merkezinden en eski olanıdır. Bu süre zarfında o eski uygarlıkların bir tür spiritüel enerji ürettiklerini, ama bu enerjinin -maddeci modern uygarlık etkisiyle- yeraltına hapsedildiğini düşünün. Şimdi, şişeye kapatılmış bütün bu ve benzeri spiritüel güçlerin önündeki kapakların açıldığını düşünün. En büyük güçlerden biri, Anadolu ve İstanbul'da olacaktır. Ama radyo yayınlarını dinleyebilmek için nasıl aynı frekansta olan bir radyo alıcısı gerekiyorsa, bu muazzam yaratıcı enerjiden yararlanabilmek için, onun dalga boyunda olmak gerekir. O dalga boyunun ilk şartı da evrensel değerlerdir ve iyi bir insan olmaktır. Bu ilk şarta sadık kalanların (özellikle kadınların), önümüzdeki dönemde, 'Uyanan İnsanlar'ın ilk dalgasına dahil olacaklarını düşünebiliriz (Elbette bunun spiritüel boyutu çok daha önemlidir ve bu yazının konusu değildir). Yeni Uygarlık, coğrafi etkiden ziyade muhtemelen global etkide bulunan bir özelliğe sahip olacaktır. En genel özellikleri bakımından -şimdilik- bunlar söylenebilir.
Erişim:
http://konstantiniye.blogspot.com.tr/2012/02/zaman-kalitesi-ve-2012-kehanetlerinin.html




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar