POSTKAPİTALİST BİR EKONOMİYE DOĞRU
Selçuk
Salih CAYDI
20.11.10
20.11.10
Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan
sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe
sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı
ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır
ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen
çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını
ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli
ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö.
1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise
fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır.
Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa
olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)
Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var:
Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü
değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir.
Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu.
İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde
değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz
getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını
biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu
(faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en
karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının
(kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve
oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal
edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir
şekilde binlerce yıl işlemiştir.
Bugünkü şekliyle para, ürünlerin
değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal
olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam
ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya
sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı
bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece
uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu
“cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün
kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece
ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın
kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet
denen şey olmadı.
Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili
bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi)
katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin
–bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in
tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve
asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri,
yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken
güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para
gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki
gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin
olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere
hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar
“ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz)
sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak
çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!”
demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal
yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.
İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup,
uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada
yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir
tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru,
sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini
sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının
iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok
alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni
deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir
şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar
olabilir.
Faizin monoteist dinlerin kutsal
kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın
düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı
zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı
olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile,
1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden
“para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de
gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler,
yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe
yarayabilir.
1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra
Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael
Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması
üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz
alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld).
Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu
nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak
çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni
para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve
10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl
otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar,
parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri
kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların
paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan
Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de
ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden
yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz-
duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni
parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün
Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla
konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir.
Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde
kurtulduklarını” söyler. (7)
Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da
ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio
Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini,
Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu.
Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey;
paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal
haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal
üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı
düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak
yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını
sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene
“mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak
alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş
edeceğiz).
Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden
önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç
kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak
gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden
fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in
önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip
halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi
bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler
indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef
geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin
geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil
toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri
imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir
akım, bir moda, başarılı olabilir.
Burada özellikle altını çizmemiz gereken
konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem
olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin
temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para
değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve
ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü
kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal”
haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine
indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir
şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması
gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik
girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler.
Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.
Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin,
insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz,
tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın
faizi ve faizin faizi” meselesidir.
Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara
(Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen
kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin
muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması
olayıdır” (10)
sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli
endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün
devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik
ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri
yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye
çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi,
“para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski
sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce
finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu
ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden
kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez.
Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani
kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski
para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin
de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten
insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik
yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.
Dipnotlar:
1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric
Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük
ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla
karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş
yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9.
İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve
faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens,
içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz
sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır.
Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları
artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış”
ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği
gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da,
yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri:
Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings
Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz
Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap
olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das
jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die
natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için:
http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard
“Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus
als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda
başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir maalesef.
PARANIN
FELSEFESİ VE DİNİ
Selçuk
Salih CAYDI 16.11.10
Paraya karşı olan bu aşırı düşkünlük
nereden geliyor? Modern zamanların giderek alçalan "kalitesi"ni
belirleyen, vasatizmi ve onun arsızlığını/ahlaksızlığını dünyaya hakim kılan
paranın felsefesi hakkında bin sayfalık ilk teorik temel kitabı, Georg Simmel
yazmıştı.
Paranın bir din haline geldiğini ilk kez
temellendiren ve anlatan düşünür Simmel'dir. Bütün bunlardan bahsederken, EN
önceliğin Karl Marx'a ait olduğunu unutmuyoruz elbette. Ama Simmel, paranın
toplumu ele geçirmesi ve değiştirmesini, çok yönlü bir şekilde ve Marx gibi
teorik çerçevenin içinde kalmadan, onun dışına çıkarak ve yenılmak endişesi
taşımadan "rahat" bir dille anlatıyor. Temel eseri "Philosophie
des Geldes" 1900 yılında Berlin'de ilk piyasaya çıktığında, büyük gürültü
koparmış olmalı. Simmel'in kitabında verdiği bir örnek, mıh gibi, akıldan
çıkmayacak cinsten bir cümledir:
"Bankalar,
artık kiliselerden daha büyük ve daha muazzam (binalar). Şehirlerin merkezi
haline geldiler." Malumunuz
Orta-Avrupa'da şehirler hep kiliselerin etrafına kurulur, Kilise hep merkezdir.
Banka binalarının, yeni kiliseler olarak şehirlerin merkezleri haline geldiğine
dikkat çekiyor.
Simmel'in bir de ünlü makalesi vardır.
"Die Großstädte und das Geistesleben"
Bu orta uzunluktaki makaleyle Simmel, şehir
sosyolojisinin babası sayılır. Böyle sınıflanırmaları pek sevmemekle birlikte,
Georg Simmel'in 'Hayat Felsefecisi' diye sınıflandırılması hoşuma gider.
Erişim:
http://konstantiniye.blogspot.com/
2012 SONRASI KEHANETLERİYLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME VE
TÜRKİYE'NİN YÜKSELİŞİ
2012 Kehanetleri denince herkesin aklına önce,
büyük felaketler ve savaşlar gelMEmeli. Kıyamet'i sadece korkunç felaketlerden
ibaret görmek, geri/uyuklayan bir ruh halinde ısrar etmekten başka birşey
olamaz. Bız burada bir uyanıştan, bilnçlenmeden ve yeni yüksek/yüce bir ruh
halinden bahsedeceğiz ve yaşanması olası sürecin asıl/iyi/güzel yanına
odaklanacağız. Önce bir soru:
Ruh ile madde arasındaki sınır
nerededir? Galiba yüz
yıllık bir soruyu sorup, yeniden yanıtlamak zorundayız. "Yüz yıllık"
diyoruz zira, -aslında onbinlerce yıl önce sorulup yanıtlanmış ve
kutsal yazıtlarla günümüze kadar ulaşmış bir soru/cevap olmasın rağmen-
maddeyi herşey sayan modern zamanlarda rasyonel/bilimsel yoldan yeniden
yanıtlanması gerekiyor. (Çünkü artık en çok 'Bilim'e
"inanılıyor")
Yüz yıl önce Kuantum Fiziği, 'Madde'nin
'Enerji' demek olduğunu, 19'uncu Yüzyıldaki kökten materyalist (sonra diyalektik materyalist)
madde anlayışının gerçekle alakasının olmadığını gösterdi. Böyle şeylerin
Türkiye'de, sadece bir "genel kültür" meselesi olarak
anlaşılıp kullanıldığı, sadece soyut entel muhabbetlerinde
dillendirilen bir tür çok bilmişlik malzemesi
sayıldığı ve sohbet bitince de, kaba 19'uncu yüzyıl materyalizmine
-hem de "Sol bir marifet" sayılarak aynen devam edilmesi, asıl
gerçeği değiştirmiyor: "Madde enerji de değil, ruhun
emanasyonudur" (yani şekle bürünmesidir/yansımasıdır). Bu gerçeğin
her zaman geçerli olduğu ve bundan sonra daha da geçerli olacağını unutmamak,
bunun yeni ifade biçimlerine hazır olmak gerekiyor. Burada yer alan
"irrasyonal" yazılar, rasyonal ile irrasyonal arasında makul bir
köprü kurulmasına katkı yapmak isteyenleri özendirmeyi amaçlıyor.
İşte buradan, bu yazının ve burada bundan önce ve
sonra burada yeralmış/yeralabilecek yazıların sebebine de gelmiş
oluyoruz. 19'uncu yüzyılda kemikleşen materyalist anlayışın
özü, modern "uygarlığın" da ana fikriyle ilgilidir. Maddeyi
ruhtan tamamen ayrı bir kategori sayan "moderen" insan, kendi
ruhu dışındaki herşeyi karmaşık mekanik bir makina olarak
görmüştü. Sadece doğayı değil, hayvanları bile ruhsuz saymış, ama insanın
iradesinin olduğuna bakarak kendisini bütün varoluşun üzerinde bir yere
koymuştu: Doğaya hükmeden insan! Bu anlayışın en mükemmel ifadesini bilimde
gördük. Bu maddiyatçı anlayış, herşeyin materyalist/mekanik yasalara göre
işlediği önkabulüne dayanarak, geleceğin de şimdiden madde üzerinden
hesaplanabileceğini sanıyordu. Şimdi insanın trajedisi, evdeki hesabın çarşıya
uymadığını anlamasıdır. Dünya, materyalist hesaplarla geleceğe doğru tahmin
edilemiyor. Genel kültüre gelince herkesin Einstein kesildiği ve kuantum
fiziğini bildiği günümüzde, Alternatif Nobel ödülü sahibi Profesör
Hans-Peter Dürr'ün deyimiyle, "Madde enerji bile değil, ruhtur."
Şimdi bu sözün pratik anlamının anlaşılacağı bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Düşünsel alışkanlıklar kolay değişmez. Ama artık değişmek zorunda
Burada sadece modern veriler
temelinde geleceği konuşmak mümkün değil maalesef -Sorry!..
"Bilimsel yazılar"la yetinmek hiç mümkün
değil. (Konulara hem şimdi "irrasyonel" dediğimiz açıdan yaklaşıp hem
de onların gerçekliğinden/doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? İşte bu başka
bir önemli konu kuşkusuz. Ama bu yazının konusu değil.)
Vishnu Puranalar'da ( विष्णु पुराण) bugünün dünyası
Günümüz hakkında yapılmış en eski kehanet, aslında
onsekiz adet olan Purana'ların Vishnu Puranaları arasında yer alır.
Özünde tarihle ilgili olan ve yaklaşık 1500 yıl kadar önce yazılı hale
getirilmiş bu eski Hint yazıtlarında yer alır. 1952'de hayata veda eden ve
"Bir Yoginin otobiyografisi" adlı kitabıyla tanınan Paramahansa
Yogananda'nın aktardığı üzere, Kali döneminin son periyoduna tekabül eden
bu dönemin özellikleri şöyledir:
"Sürekli maddeleşme
(herşeyin/düşüncelerin madde olarak ifadesi) olacak.
Dünyada hüküm
süren Hükümdarlar, şiddet kullanmaya meyilli olacaklar.
Kamunun malını zimmetlerine
geçirecekler.
Köleler ve kastsız sınıflar
(iktidar) üstünlüğünü ele geçirecekler ve herkese emir verebilecek durumda
olacaklar ama ömürleri kısa olacak, acıma duyguları pek olmayacak.
Mülk sahibi olanlar toprakla
uğraşmayı ve ticareti bırakacaklar, onlar köle olacaklar ve başka meslekler
seçecekler.
Hükümdarlar, vergi bahanesiyle,
halklarını soyacaklar ve talan edecekler, özel mülkiyeti yok edecekler.
Ahlaki/etik sağlık ve adalet, günden
güne azalacak -ta ki bütün dünya bozuluncaya ve nançsızlık hakim oluncaya
kadar. İnançla ilgili uygulamaların tek nedeni fiziksel 'sağlık' haline
gelecek.
Kadınla erkek arasındaki tek bağ,
cinsel çekim olacak.
Başarıya giden tek
yol, sahtecilik haline gelecek.
Yeryüzü, sadece yeraltı/yerüstü
kaynakları nedeniyle değerli sayılacak. Din adamı giyimkuşamı, din adamı
özelliklerinin yerine geçecek.
Sıradan bir yıkanma, arınma
sayılacak, insan ırkı, Tanrısal/kutsal insanlar doğuramayacak hale gelecek.
İnsanlar soracak: "Bize kadar
gelmiş eski yazıtları ne yapalım?"
Evlilik törenleri tören olmaktan
çıkacak.
Dinin uygulanması da etkisizleşecek.
Hayat şekli, herkes için aynı
olacak.
En fazla paraya sahip olan, halk
arasında en çok para dağıtabilen, insanlara hükmedecek. Çünkü isteği zenginlik
olacak -adil birşekilde sahip olsun veya olmasın.
Herkes kendini Brahman sayacak (en
üst dindar kast).
İnsanlar ölümden ve aç kalmaktan
korkacaklar, bu nedenle dini sadece bir gösteriş şeklinde uygulayacaklar."
Eski kehanetlerde yarının dünyası
hakkında ipuçları
12'inci Yüzyıl başında hayata veda eden Kudüslü
Yuhanna'nın kehanetine göre, karanlık dönemin sonunda insanların kalp gözü
açılacak, insanlar dünyadaki her canlının Tanrı'nın nurunu taşıdığını doğrudan
anlayacaklar, bir hayatın içinde birden fazla hayat yaşamış olacaklar ve artık
ölümden korkmamaya başlayacaklar. Maya söylenceleri, yeryüzünün
spiritüel merkezlerinin Aktif hale geleceğini ve bunun uyandırıcı/uyarıcı
etkisinden bahsederler. Bunu kısaca, insanın güzel bir keşif yaptığı anda
yaşadığı o sevinçli bilinç yükselmesine benzetebiliriz. Tabii bu yükselişin
daha farklı ve mistik kaliteye sahip bir durum olacağı belli olmakla
birlikte, nasıl/hangi vesileyle yaşanacağı, biraz da insanın/toplumun
kendi özel/özgün yaşamıyla ilgili bir durum. Aztekler, 2012'de başlayan geçiş
döneminin ardından, insanların kazanacağını tahmin ettikleri bu yeni yüce
özelliklerin daha sonra kalıcı hale geleceğinden yola çıkarak, 2024'den
itibaren başlayacak çağın insanını, 'Yeni bir insan ırkı' sayarlar.
Buradan, oldukça büyük bir değişiklik beklediklerini anlıyoruz. Samanyolunun
merkezinden geçecek olan Dünya arınacaktır. İnka'lara göre 2012'de Altın Çağ
başlayacaktır. 2013 yılında hayatta olanlardan itibaren, yeni insan ırkı
oluşturulacaktır. Maorilerin söylencelerine göre, insanları yüce duygulardan
ve kutsallıktan koparan maddiyatçı aşırı tutkular ve savaşlar sona erecektir.
Bunu bir olgunlaşma olarak da okuyabiliriz. Tektanrılı dinlerin kutsal
kitaplarındaki söylenceleri belki ayrı bir yazıda ele almak gekir. Ama Başmelek
İsrafil'in Kıyamet borusunu üç kez çalması, 2012'nin Mayıs ve Eylül aylarındaki
(Eylül'de iki kere) üç güne tekabül eder. Uyanışın bu dönemde başlayacağı,
bunun işaretlerinin görülebileceği düşünülebilir. Tabii burada Kıyamet
sözcüğünün anlamı, ille de herşeyin yok olması ve herkesin ölümü falan demek
değildir. Buna dikkat etmek gerekiyor. Tibet kehanetleri de, İyi ile Kötünün
savaşının 2026 sonunda İyinin zaferiyle sonuçlanacağını söylerken, insanların
2014 yılının Temmuz ayından itibaren spiritüel bir aydınlanma yaşayacaklarından
bahseder. Tabii bu yeni yükseliş halinin, coğrafi yerlerle de ilgisi
olmalıdır ve Tibet, anlaşıldığı kadarıyla bu yerlerden biridir. Türkiye'de
spiritüel etkilerin görülebileceği (coğrafi) yerler arasında Bursa/Uludağ,
İstanbul/Sultanahmet, Denizli bölgesi, Kazdağlarını vd. sayabiliriz.
Tibetliler, gelişmelerin seyri hakkında oldukça ayrıntılı tahminlerde
bulunmuşlardır. Bunlara göre dünyanın milletlerinin birbiriyle savaştığı çok
büyük bir kapışmanın ardından (böyle öfkeli anlaşmazlıkların savaşla değil
diplomasiyle çözülmesi için çalışmak, her insan evladının görevi
olmalıdır) eski öğretilere yeniden kulak kabartılmaya başlanacak ve
samimi/sahici inanç geri dönecektir. 'Gerçeğin Savaşçıları' geri
dönecektir. Onlara yardım edenler ödüllendirileceklerdir. Onların dünyaya
dönüşlerinden birkaç yıl sonra, 'En Yüce Olan'ın başlatacağı yeni çağın ilk
işatleri de görülecektir. Bu işaretler, O'nun vereceği mucizevi
işaretler ve olağanüstü insanlar şeklinde zuhur edecektir. Bu insanlar
(Gerçeğin Savaşçıları), büyük yeni ruhsal/spiritüel ilimlerin kapılarını
insanlara açacaklardır. Tibet kehanetleri böyle.
Nisbeten yeni sayılabilecek kehanetlerde, sıklıkla,
"Üçgün sürecek bir karanlık"tan bahsedilir. Bu kararmanın, 21 Aralık
2012'nin hemen öncesi veya sonrasında başlayacağı, o üç karanlık günde
kesinlikle sokağa çıkılmaması gerektiği söylenir. 1929'da ölen İsveçli bir
balıkçı, 2012 dönemiyle ilgili bir dizi felaket haberi verdikten sonra,
ardından bazı siyasi değişikliklerin olacağından da bahseder, bunları
ayrıntısıyla anlatır ve mesela İran ile Türkiye'nin Ruslar tarafından
işgal edileceğini söyler. (Tabii böyle olmak zorunda değildir!)
Anna Taigi'nin gördüğü bir vizyon sonrasında 1818'de
Roma'da dikte ettirdiği kehanetlere göre, kötülük, insanın elinden iktidar
gücünü alınca, Tanrı'nın güçleri bizzat müdahale edecek ve düzeni yeniden
kuracaklardır. Ama üç günlük bir karanlık olacak ve bunun nedeni, atmosferin
kirlenmesi olacaktır. O uzun gecede şimşekler çakacak, kim camlarını açarsa ve
dışarı çıkarsa ölecektir. Taigi, bu süre zarfında kutsanmış mumların
sönmeyeceğini ve herkesin dua etmesi gektiğini söylüyor. Daha sonra Tektanrılı
dinlerin birleşeceği kehanetinde bulunuyor. Ülkeler astrolojisiyle
ilgilenenler, 26 bin yılda bir yaşanan özel bir yıldızlar kombinasyonuna dikkat
çekiyorlar. Bu, çok özel bir Neptün-Uranus-Plüton kombinasyonudur
ve bu denklemde Neptün spiritüel uyanışı ve yaratıcı düşünceleri,
Uranus köklü değişimleri, Plüton ise geri dönüşü olmayan dönüşümü temsil
etmektedir. Bu üç etkinin birbirini desteklediği bir atmosferde değişim/dönüşüm
adına herşeyin olabileceğini söylüyorlar. Eski kehanetlerde her ne
kadar (genellikle) falaketlerle birlikte anılsa da, bu dönemin muazzam
bir değişim/dönüşüm potansiyelini temsil ettiği söylenebilir. (Peki neden
ille de falaketlerden ve savaşlardan bahsedilmektedir? Bunu anlatmak/anlamak
zorundayız).
Bu dönemin, herşeyden önce bir Bilinçlenme/uyanma
döneminin başlangıcı olduğu sık sık vurgulanırken,
"bilinçlenme"nin anlamına örnekler de verilir. Mesela Hopi
kızılderilileri, 2012'de baslayacak 25 yllık dönemin sonunda aydınlanarak
oluşacak insana, "Yeniden yaratılmış" diyorlar. Hintlilerin Vedik
yazıtlarında, 2012'den itibaren insanın ışığa yükseltileceği yazılıdır.
(Hintliler, bu dönemde giderek bilinçlenen insanlardan birinin, Vishnu'nun son
enkarnasyonu Kalki olduğunu anlayacağına inanırlar. Bu da, aydınlanmanın türüne
bir örnek sayılabilir)
Eski kehanetlerde neden ille de
büyük felaketler ve savaşlardan bahsedilir?
Bu konu, tayin edici önemde... Benzeri zaman
kalitelerinin yaşandığı eski dönemlerde büyük değişimler hep savaşlarla
gelmiştir, çünkü insanların -iktidar olmak ve "güç" kayması
anlamında- değişikliklerde savaşlara başvurmaları 'normal' bir durum
sayılıyordu, kehanetleri yapanlar da söze döktükleri vizyonlarını böyle dillendiriyorlardı.
Burada dikkat çekici nokta, 2012'ye "benzer" zaman kalitelerinin hiç
birinin bugünkü yoğunlukta yaşanmamış olmasıdır. Karşı karşıya olduğumuz
durum, insanlığın yeni bir bilinç seviyesine yükselmesiyle ilgilidir. Belki
şöyle de ifade edebiliriz: En geç 2030'ların başında, yaşayan tüm
insanların kalp gözü açılmış olacaktır. Bunun anlamı, bir gün gelip herkesin
aniden "Aha!" diye uyanması falan değildir elbette. Bu süreçte, adına
şimdilik 'Bilinçlenme' diyebileceğimiz durum, ilk etkilerini muhtemelen
Hazirandan itibaren gösterecektir. Asıl sonuç bir tür yükselme olacağından,
insanların makul davranıp savaşa mahal verMEme ihtimalleri yüksektir.
Gelişmeler, gerektirdiği kadar yoğunlukla, tevekkülle, akılla, sevgiyle,
karşılıklı toleransla karşılanırsa, kehanetleri eski zaman mantalitesiyle
yorumlayanların söyledikleri yıkım/savaş olmayabilir. Ama bu, durumu aynen
şimdiki gibi muhafaza etmekte kararlı olanların direncine bağlıdır. Muhafazakar
(ve maddiyatçı) zihniyetin direnci yüksek olursa, yani eski zaman mantalitesine
uygun bir insan tipinin hakimiyeti değiştirilecekse, sonuç eski kehanetlere
benzeyebilir. Bu, günümüz insanının tercih meselesidir -ama ben makul
insanların galebe çalacağına ve onların sayesinde yükselişin daha az sancıyla
yaşanacağına inanıyorum (inanmak istiyorum).
Burada en çok güvendiğim kişiler kadınlar... Haziran
ayında yeni bir ivme kazanacak ruh hali, gücün dişi yanının yükselmesidir.
'Eril' (Yang) gücünün hakim olduğu ruhsal atmosfer, 2003'den beri 'Dişi' (Yin)
gücün mütemadiyen yükselişiyle etkileniyor. Bu yıl 'Dişi' gücün 'Eril' güç ile
eşitlenmeye başladığı önemli bir süreç yaşanıyor. Kadınların toplumsal gücünün
daha da artacağı bir süreç bu. Ve kadının mücadele biçiminin de erkeklerden
farklı olduğu ve savaş anlayışından uzak olduğunu biliyoruz. Eşitlenme, bu yıl
sağlanmasa bile, 'Dişi' gücün etki ivmesinin oldukça yükseleceğini ve erkeklere
oldukça yaklaşacağını söyleyebiliriz. (Bu vesileyle tekrarlayalım: Türkiye'nin
yeni Cumhurbaşkanı veya Başbakanı kadın olmalıdır.)
Geçen yılın Aralık ayından beri, Şubat ayında
yaşanabilecek önemli olaylara dikkat çekiyoruz. Bunun nedeni, İktidarın bu
tarihten itibaren çok zor durumda kalabileceği bir tarafa, nitel bir değişim
sürecine girilme ihtimaliydi. Önce bir tekrar. 2013 ortasına kadar
yaşanabilecek olayların -zaman kalitesiyle ilintili- genel karakterini şöyle
özetleyebiliriz:
1. Ülkenin şimdiye kadarki haliyle varlığını
değiştirecek olaylar -ve onlara karşı kitlesel olaylar... (Türkiye'nin
hayat-memat meselesi haline gelebilecek bir takım olaylar...) 2. Şimdiki
yönetici elitin bütünüyle değişmesine yol açacak bir dizi olay... 3. Olayların
askeri bir boyuta sahip olması... (Bunun anlamı 'savaş', ayaklanmalara 'asker
müdahalesi' ve/veya 'darbe' olabilir) 4. Türkiye'nin kendi karakterine ters
hareket eder hale gelmesi... (Türkiye'nin komşularıyla ve dünyanın yarısıyla
papaz olması ve bunu çok düşük bir seviyeden yapması, buna örnek
gösterilebilir) 5. Hükümet demokrasiyi kıstıkça ve baskılar arttıkça, şiddet
potansiyeli katlanarak artabilecek bir durum... Türkiye'de baskı ve diktatörlük
eğilimlerine karşı, keyfi diktatoryal idareye karşı tepki, baskıların boyutu
arttığı ölçüde katlanarak artabilir; muhalefet yetersiz kalırsa veya
susturulursa, tepki devletin/hükümetin içinden gelebilir demiştik. Bunun en
genal anlamı, 'Değişimi zorlayan gücü engellemenin mümkün olmadığı'dır. Önce,
Şubat ayının ikinci haftasında ortaya çıkan ve MİT üzerinden Başbakan'ı
hedefleyen hukuk darbesini -zaman kalitesi açısından- incelemeyi deneyelim. Sözkonusu
durum Şubat ayı ortasında başlamıştır ve etkisini 2012 Aralık ayına kadar
sürdürecektir. Geçiş döneminden hemen öncesinde yaşandığı için, bir tür
'Temizlik' ve/veya, 'Yeni Çağa Hazırlık' dönemi sayılabilir. Bu etki, daha çok
ikili yakın ilişkileri belirleyen bir durumdur. İktidarın hem düşmanlarıyla,
hem de yakın dostlarıyla ilişkilerini belirler ve burada gerginlik ortamı
sözkonusudur (hem dostlarla hem düşmanlarla).
Eskiden beri olan ve geçiştşirilen gerginliklerin ve
anlaşmazlıkların ateş olup yağdığı bir durum. Burada açıklık/şeffaflık yoksa
-ki yok- gerginlik bir kopma/kırılma yaşanana kadar sürebilir. Açık/dürüst
olunmayıp gerginliğin tırmanması halinde, çatışmanın iki tarafı arasındaki
ortaklık sona erecektir. Bu denklemde ilginç olan, devreye üçüncü bir
aktörün/faktörün girmesi olasılığıdır. Bu yeni faktör, varolan durumu tamamen
değiştirecek ve geleceğe uzanan doğru kapıyı açacak faktör olabilir, veya o
istikamette ilerleyecek olanların işini oldukça kolaylaştırabilir. Üçüncü
Faktör'ün, Türkiye'yi tamamen dönüştürecek faktör olma ihtimali oldukça
yüksektir. Bu faktörün, iktidarla savaşarak Türkiye'yi değiştiren güçlü bir
aktör olma ihtimali yüksek.
Türkiye, savaşla da ilgili olabilecek ve askeri yana
sahip bu dönemden geçerek 2013 yılına geçtikten sonra, çok önemli bir çağın
başlangıcını yaşayacaktır. Bu döneme kısaca, 'Yeni İstanbul/Anadolu Uygarlığı
Devri' (veya 'Yeni Türk Uygarlığı Devri') diyebiliriz (Adı elbette sonra bu
toprakların insanları veya dünya tarafından konacaktır). Biz burada belki, en
genel çizgileriyle, bu yeni dönemin -bu topraklardaki- özelliklerinden
bahsedebiliriz.
Yeni bir Anadolu/İstanbul Türk
Uygarlığına doğru
Türkler, 1912'den beri, "Osmanlı İmparatorluğunun
yıkılmasının verdiği eziklik" diye nitelenen bir düşük ruk halinin
etkiside. Bu etki, aynı zamanda bilinçaltındaki suçluluk psikololojisiyle ve
"kendine lâyık görmemek" gibi (burada açıklayacağımız) bir ruh
haliyle ilgili. 1908-1922 Anadolu kıyameti ve Anadolunun kapitalizme özgü
kültürel homojenlesmesi sırasında yaşananlar, Türklerin kabul ettiğinden daha
derin bir ruhsal tahribat yapmıştır. Bu cinnetten sonra kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, bir "beklemek" devridir. Bu dönemde ülkenin yönetimi,
hızla vasatizmin eline geçmiştir ve esasen 60 yıldır da muhafazakar vasat kesim
tarafından yönetilmektedir. Bu durum, "Kendini birinci sınıf
ülkelerden/halklardan sayamayan" bir düşük bilinç seviyesiyle ilgiliydi.
Malum "Aşağılık kompleksi", kaba-saba böbürlenmelerle değil,
sağlam/somut bir ruh haliyle (mantalite ile) aşılacaktır (şimdiki Hükümetin
ekonomisiyle göbekten bağlı olduğu ülkelere kaba-saba böbürlenmeleri, aşağılık
kompleksinin en bariz durumunu teşkil etmektedir) Yaşanan/yaşanacak yeni Bilinç
Yükselmesi, Cumhuriyet döneminin bu eski "idare-i maslahatçı vasat müteahhit
muhafazakar" zihniyeti aşmaktadır. Dönemin sonunda (yani 2013'ün
ikinci yarısından itibaren), Türkiye Cumhuriyeti ve Halkı, kaderini
belirleyen bu ezik/kompleksli durumdan kurtulacaktır -öyle görünmektedir. Bunun
somut ifadesi, ülke içinde birbirine "uzlaşmaz" düşmanlıkla
"bağlı" kesimlerin, bu düşmanlıklarına son vermesi olacaktır. Bu
durum, "Üçüncü Faktör" dediğimiz faktörün yapıcı ve
uzlaşıcı/uzlaştırıcı tavrıyla yakından ilgili olabilir. Her hal-u kârda,
büyük bir rahatlama ve feraha çıkma duygusu yaşanacağı kesindir.
Bu durumun yaşanmasında, 'Dişi Güç'
(Yin) diye özetlediğim -ve ayrı bir yazı gerektiren- durumun önemli bir payı
olabilir, çünkü Türkiye'de 'Dişi' özelliklere sahip siyasi gücün yükselişi,
olası yeni uygarlığın kurulması aşamasında önemli bir rol oynayabilir. Bu aşamada kadınlar, kendi
güçlerinin farkına varacaklardır ve eski muhafazakar mantaliteyi önemli ölçüde
sınırlayıp zayıflatacaklardır.
Türkler, T.C. üzerinden edindikleri
ve yaşadıkları, kabaca "Biz Avrupalılar/Amerikalılar gibi olamayız"
şeklinde karikatürize edebileceğimiz durumdan, bu aşamada kurtulacaklardır,
çünkü bu durumu bilinç altında yeniden üreten (1912 sonrasından kaynaklanan)
suçluluk/yetersizlik kompleksi ve ona bağlı "Kürt/Ermeni/Rum/Süryani/Alevi
vs. sorunları", kimlikçilikler/ayrımcılıklar ötesi bir yerden aşılmış
olacaktır. Bu
konuların "sorun" olmaktan çıkışı, Türkiye'nin etrafında
yaşanacakdeğişimlerle de ilgilidir. Oralar da değişeceklerdir elbette
(özellikle Ermenileri yiyip bitiren 'Soykırım' konusu, Türklerin yapıcı/olumlu
tavrıyla yakından ilgilidir. Ermenilerin huzura kavuşması için çok önemlidir).
Türkiye Cumhuriyeti, 2013 yılının
ikinci yarısından itibaren, geçmişi nedeniyle (bilinçsizce) çekmekte olduğu
ruhsal acılardan, engelleyici kötü (kader) etkilerinden kurtularak,
dünyada (Atatürk dönemindeki gibi) tam anlamıyla önyargısızca kabul
edilen ve hayranlık duyulan bir yer olmak sürecine girecektir. Cumhuriyet
döneminin engelleyici bütün bagajlarının önemsizleştiği bu dönemde, 'Türk
Değerleri' diye bir damarın canlanabileceğini söyleyebiliriz. Bunu
kısaca, 'Bu topraklara özgü değerler'in, Türk kültürel renkleriyle birlikte
globalleşmesi/evrenselleşmesi gibi de anlayabiliriz (20'inci Yüzyıl'ın ikinci
yarısında Japon Kültürünün evrenselleşmesi konusu, bu duruma bir örnektir. Ama
bu kez, daha derin bir durum sözkonusudur).
Sözkonusu negatif etkilerin aşılması
ve rahatlamayla birlikte, Türkiye'nin önünde büyük bir yükselme dönemi
açılabilir. Yaratıcılık,
ülkenin yeni tip yüksek ekonomik refahı, kültürel/sanatsal patlama, Türkiye'yi
hızla bir çekim merkezi haline getirebilir. Bu çekiciliğin, yeni çağın
kalitelerine uygun olarak kültür/sanat, yeni alternatif ekonomi/düşünceler ve
bilgi/iletişim alanında başı çekeceği ve bunda kadınların önemli bir rol
oynayabilecekleri söylenebilir.
Yaratıcı alanlarla meşgul sanatçılara hep sorulur:
"Fikirlerinizi nereden alıyorsunuz?" diye. Buna yanıt vermek zordur,
çünkü açıklaması zordur, rasyonel bir cevabı da yoktur zaten. Ama burada
"hayalimizi" zorlayarak, bu soruyu şöyle bir "tasavvur" ile
yanıtlayabiliriz belki: Anadolu, dünyanın en eski üç uygarlık merkezinden en
eski olanıdır. Bu süre zarfında o eski uygarlıkların bir tür spiritüel enerji
ürettiklerini, ama bu enerjinin -maddeci modern uygarlık etkisiyle- yeraltına
hapsedildiğini düşünün. Şimdi, şişeye kapatılmış bütün bu ve benzeri spiritüel
güçlerin önündeki kapakların açıldığını düşünün. En büyük güçlerden biri,
Anadolu ve İstanbul'da olacaktır. Ama radyo yayınlarını dinleyebilmek için
nasıl aynı frekansta olan bir radyo alıcısı gerekiyorsa, bu muazzam yaratıcı
enerjiden yararlanabilmek için, onun dalga boyunda olmak gerekir. O dalga
boyunun ilk şartı da evrensel değerlerdir ve iyi bir insan olmaktır. Bu ilk
şarta sadık kalanların (özellikle kadınların), önümüzdeki dönemde, 'Uyanan
İnsanlar'ın ilk dalgasına dahil olacaklarını düşünebiliriz (Elbette bunun
spiritüel boyutu çok daha önemlidir ve bu yazının konusu değildir). Yeni
Uygarlık, coğrafi etkiden ziyade muhtemelen global etkide bulunan bir özelliğe
sahip olacaktır. En genel özellikleri bakımından -şimdilik- bunlar
söylenebilir.
Erişim:
http://konstantiniye.blogspot.com.tr/2012/02/zaman-kalitesi-ve-2012-kehanetlerinin.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar