Psikoterapiler
Çağımız insanı ciddi manada bunalım içinde
ve kendine yabancılaşmaktadır. Süratli bir
şekilde insan olma özelliklerinden uzaklaşmakta, mekanikleşmektedir. Globalleşme
ve kapitalist tüketim tarzı; kişiyi, tüketim yapan bir sistemin aracı haline
dönüştürmektedir. Kişi kendi yaratılışına ters böyle bir konumda varoluşsal
bir bunaltı ve derin bir yabancılaşma hissetmektedir. Refah seviyesinin
yükseldiği, gelecek kaygısının büyük oranda ortadan kalktığı ve her şeyin
güzelliklerle dolu olacağını ümit ettiğimiz bir ortamda bireyler, bunaltı ve
sıkıntının doruklarını yaşayabilmektedirler. Sonuç beklenildiği gibi
olmayabilmektedir.
BUGÜN BİRLEŞİK DEVLETLER’DEKİ HASTANELERDE
ACİL SERVİSLERE MÜRACAAT EDEN HASTALARIN YÜZDE ELLİDEN FAZLASINI PSİKİYATRİK
VAKALAR OLUŞTURMAKTADIR.
İnsanın tüm bunaltı ve sıkıntısına çare
olmaya çalışan ilaç firmaları; her duygunun karşısında bir ilaç üreterek
İnsanî duygularımıza da el atmışlar, insanı mekanikleştirme konusunda bir adım
daha ileri gitmişlerdir.
İnsan organizmasının bilinmezliği, yapılan
bilimsel araştırmalarla bilinir hale gelmiştir. Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm
oranı binde yedilere kadar düşürülmüş, ortalama yaşam süresi seksenlerin
üzerine çıkarılmıştır. Bu, istenen mutlu bir tablodur. Ancak ne yazıktır ki
insanın organizmasıyla ilintili hastalıkların kontrol altına alınması ruhsal
yapıyı hep ikinci planda bırakmıştır. Hâlbuki bir insanı insan yapan temel özellik,
beyninin fonksiyonel hususiyetleri ve onun üzerine bina ettiği kimlik ve
kişilik örüntüsüdür. Ruhsal yapının oluşması, gelişmesi ve tamamlanması organik
yapıdan daha karmaşık, daha kompleks ve daha çetrefillidir. Bugün gelinen
noktada ruhsal yapının ne kadar hayati bir önemi haiz olduğu ve ihmal edildiği
idrak edilmiştir. İnsanın biyolojik rahatsızlıkları alanındaki temel sorunlar
halledilmiş, koruyucu hekimlik geliştirilmiş ve bedensel sağlığın korunmasıyla
ilgili ileri tedbirler alınmıştır. Teknolojinin süratle ilerlemesi, toplumların
kültürel yapılarının yoğun bir şekilde devinim arz etmesi ve kültürler arası
mübadelenin hızlanması, sosyal ve bireysel kimliklerde ciddi uyuşmazlıklara,
kod karmaşalarına ve sonuçta bunaltı, sıkıntı hatta anarşiye neden olabilmektedir.
İşte böyle bir ortamda bireyler
ruhsal bir çaresizlik, ruhsal bir yabancılaşma, ruhsal bir açmazın ve ruhsal
bunaltının içine düşmüşlerdir. Bireyler bu problemlerini halledebilmek için
çözüm aramaktadırlar. Bugün medeniyetin getirmiş olduğu yalnızlaşma ve
yabancılaşma sorunlarına karşı, sistem, mutluluk hapları dağıtmaktadır. Bu
durum mekanikleşmeyi ve insanın kendine yabancılaşmasını daha da
artırmaktadır. Her duygusal eksikliğe, her haldi bunaltıya bir ilaç önerme çözümü
alda uygun bir çözüm değildir. Böyle bir öneri, biyolojik yapının bozulduğu,
acilen müdahale edilmesi gereken durumlarda mutlaka uygulanması gereken,
alternatifi olmayan bir tedavi olarak önümüzde durmaktadır. Ancak öyle klinik
tablolar vardır ki, bu tablolarda ilaç önermek, ilaç kullanmak tabloyu daha
da karmaşıklaştırmakta, bireyi insan olmaktan daha da uzaklaştırabilmektedir.
İşte bu gerçeğin farkına varmış çok
değerli klinisyenler ve araştırmacılar insanın biyolojik yapısının ötesinde
kimliğini ve kişiliğini oluşturan sanal programın, nasıl kurgulandığını incelemişlerdir.
Bir kimliğin ve kişiliğin oluşumunda aşama aşama hangi girdilerin, ne tür
süreçlerde, ne tür işlemlere tabi tutulduğunu incelemişler ve sonuçlarını
bilimsel çalışmalarla ortaya koymuşlardır. İnsan kendini yapılandırabilen,
kendini algılayabilen, kendini değiştirebilme yeteneğinde olan tek canlıdır.
Kimliğinde ve kişiliğinde yer alan bir takım hatalı öğeler nedeniyle, sinyal
veren bunaltı ve sıkıntı uyaranlarını ilaçlarla baskılamak yerine, o sinyallerin
göndermiş olduğu kodları deşifre edip çözüm yollarına yönelmek gerekmektedir.
İşte bir takım değerli klinisyen ve araştırmacılar, insanın bu sanal
programındaki yapının nasıl değiştirilebileceğinin ön çalışmasını
yapmışlardır. Her birisi kendi zihinsel becerisine göre insanı tanımlamaya
çalışmış, o insanın belli bir alanını aydınlatma gayreti içerisine
girmişlerdir.
Pavlov’la başlayan şartlı refleks
çalışmaları insanın birçok davranışının nasıl oluştuğunu izah ederken
hastalıklı bir takım davranış örüntülerinin kaynağını bize göstermiştir. Bu
çalışmalar bununla da kalmayıp davranışçı tedavi teknikleriyle problemler
halledebilir noktaya gelmiştir. Birçok rahatsızlıkta kişiye ilaç yerine
davranışçı tedavi teknikleriyle terapiler uygulanmış, insanlar şifaya
kavuşmuştur.
Bir diğer grup bilim adamı, insanı
hayvandan ayıran temel niteliğin düşünmesi ve yorumlaması olduğunu fark
etmiştir. Bir takım klinik tabloların; insan beyninin hatalı ve çarpık algılaması
veya yorumlaması sonucu ortaya çıktığını tespit etmişlerdir. Bu süreçlerin
nasıl geliştiği, beynin bilgiyi nasıl işlemlediği ve nasıl çıkarımda
bulunduğunun detaylarını bize göstermişlerdir. Bu değerli bilim adamları klinik
uygulamalar sayesinde bu çarpık tabloların nasıl düzeleceğini bize öğretmişlerdir.
Aaron T. Beck ile zirveye ulaşan bu klinisyen ve araştırmacılar, dünyanın dört
bir tarafında çalışmalarını samimiyetle sürdürmektedirler.
Freud ile başlayan dinamik yaklaşım
tarzını benimseyen bilim adamları, insanın geçmişten bugüne taşınan özelliklerini
ve ruhsal aygıtın ana yapılarını bize göstermiştir. Birçok klinik tablonun
ödipal ve prc-ödipal kaynaklarını tespit etmiş, bu yapıların nasıl oluştuğunu
en ince ayrıntılarına kadar bize göstermişlerdir. Daha da ötesi bu yapıların
nasıl tedavi edileceğini birçok alternatif dinamik psikoterapi yaklaşımlarıyla
izah eunişler ve ispat: etmişlerdir.
Heidegger, Kierkegard, Sartre ve
Neitsche ile yola çıkan egzistansiyalist felsefe, psikiyatride kendisini Irving
Yalom’la temsil etmiş, insanın ruhsal bunaltılarının varoluşsal krizlere de
dayanabileceğini göstermiştir. Hayatın anlamını sorgulayan, belirsizlikten
ürken, ölüm karşısında çaresizliği hisseden, sorumluluktan kaçan ve yalnızlığı
reddeden insanın; temel gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini ve bunun süreçlerini
bize anlatmıştır.
Yukarıda saymış olduğum tüm
psiko-terapötik yaklaşımlar ile bilim adamları bireysel terapi, grup terapisi,
bilgilendirme, telkin, ikna, tavsiye, eğitim gibi birçok tedavi teknik ve
usulleriyle hastalarına yardımcı olmaya çalışmaktadırlar. Bunların hepsine
birden bakıldığında bu çalışmaların her birinin çok değerli, üstün ve takdire
değer çalışmalar olduğunu görmekteyiz.
…………
Organik rahatsızlıkların ruhsal
yapıyı etkileyeceğinin ve bozacağının, ruhsal bozuklukların da organik yapılara
tesir edeceğinin şuuru içerisindeyiz. Yıllardır süren klinik çalışmalarımızda
bunun binlerce örneğini bizzat gözlemleme imkânına sahip olduk. Çok iyi bir
hekim olma zorunluluğu ile organik bozuklukların nerede başlayıp nerede
bittiğini, ruhsal bozuldukların nerede başlayıp nerede sona erdiğini ve birbirlerine
olan etkileşimlerinin ne oranda olduğunu tayin etmek çok önemlidir.
Kendimizi
tanımak ve nasıl bir hayat sürdüğümüzün farkına varmak istiyorsak ve insanı
insan yapan temel özellikleri fark etmek istiyorsak bu kitabı dikkatli bir
şekilde okumanızı tavsiye ediyorum. [sh:13-18]
Klinik Örnek 1:
Otuz yaşlarında yüksek tahsilli, sosyo-kültürel ve sosyoekonomik
düzeyi yüksek bekâr bir hastamız bize müracaat ettiğinde şu şikâyetleri dile
getirmişti: “Evlenme kararı veremiyorum, çeşitli partnerlerle beraber oldum
biseksiiel bir yapım var, dikkat ettim ki statü olarak kendimden aşağı gördüğüm
hanımlarla birlikte olduğumda büyüle bir keyif alıyor ve rahatlıyorum. Statü
olarak bana eşit veya benden yüksek olduğuna inandığım hanımlarla beraber
olduğumda hemen ardından büyük bir sıkıntı hissediyorum. Bu sıkıntıdan
kurtulmanın tek yolu olarak da pasif eşcinsel ilişkiye girme mecburiyeti hissediyorum.
Statü olarak bana eşdeğer birisiyle birlikte olduğumda hemen ardından en kısa
süre içerisinde bir başka erkek buluyor ve onunla pasif olarak ilişkiye
giriyorum. O zaman rahatlıyorum.”
Bu mekanizmada kendisine eşit veya yüksek statüdeki birisiyle
birlikte olma, anne ile beraber olmayı simgelemektedir. Bu da yoğun suçluluk
duygularını gündeme getirmekte ve baba tarafından cezalandırılacağı (kastre
edileceği) kaygılarını artırmaktadır. Babanın veya baba türevlerinin kendini
cezalandırmasının önüne geçmenin tek yolu kendi kendini cezalandırmaktır.
Bunun da en sağlam yolu kendi cinsel kimliğinden vazgeçme şeklinde tezahür
etmektedir. Statü olarak kendinden daha düşük birisiyle birliktelik bu
partneri anne türevi olmaktan çıkarmakta ve bu da herhangi bir tehlike
doğurmamaktadır.
Klinik Örnek 2:
Otuz beş yaşlarındaki orta tahsilli erkek bir hasta obsesyon
şikâyetiyle bize müracaat etti. Temel obsesyonu (takıntısı) makat bölgesinde
bir duyu hissedip hissetmediği ile ilintili idi. Ona göre makat bölgesinde bir
duyu hissetmek eşcinsel olmaya delalet edebilirdi. Hissetmemek ise normal
cinsel kimliğinin erkek olduğunu ispat ederdi. Bu hastanın ödipal çatışması
sanal dünyasında makat bölgesinde bir duyu hissedip hissetmediği ile ilintili
olarak geçmektedir. Kişi vücudunun herhangi bir yerine odaklandığında her
bölgede kan damarlarının atmasını duyabilir. Bu hastamız da makat bölgesine
odaklandığında arteriollerin/damarların vuruşunu hissetmekteydi. Bu ona göre
kendisinin eşcinsel olabileceğine delalet edebilirdi. Bunun için saaderce konsantre
olarak bu damar atmasını duymamaya çalışıyordu. Bu yogan konsantrasyon o kadar
yoğun bir enerji tüketiyordu ki bitkin düşebiliyordu. Eğer damar atma duyumunu
düşüncesiyle kontrol altına alamazsa, ikinci bir savunma düzeneği devreye
giriyordu. Damar atıyor ama ben bundan zevk almıyorum. Bu kez zevk almadığını
ve damar atmasını hissettiğinde bir acı duyduğunu kendine ispat etmeye
çalışıyordu ve bunun için saaderce konsantrasyona giriyordu. Acı ya da sıkıntı
duyduğunu gerçek olarak hissederse rahadıyordu. Bu ödipal çatışma
obsesif-kompulsif bir dinamik yapıyla bu gencin hayatını perişan etmişti.
Obsesyonlar (takıntılar)sadece bununla sınırlı kalmayıp yüzlerce alana
dağılabiliyordu. Her alanda mekanizma çok basitti. Otoriteye karşı bir
başkaldırı isteği ve hemen ardından oto kastrasyon sisteminin devreye girmesi.
Maço bir erkek olarak toplum içinde tanınmak isterken bir erkek arkadaşıyla
karşı karşıya kaldığında iki otomatik düşünce zihninden geçiyordu. Sen onun
cinsel bölgesine baktın niçin baktın. Ona bakarken nefes alışverişin değişti,
neden değişti? Mekanizma basitti erkekliğini ve gücünü hissettiği yerde hemen
suçlayıcı bir düşünce ona eşcinsel olacağını ima ettiriyordu.
Klinik Örnek 3:
Dini inançları kuvvetli olan yirmi beş yaşındaki bir genç,
dinî obsesyonlar nedeniyle bize başvurmuştu. Tanrıya ibadet ederken
mastürbasyon yapma şeklinde imajinasyonları geliyordu. Kur’an okurken
Kurana yanlış manalar yüklemek gibi düşünceleri aklına geliyordu. Burada
hem mutlak güç ve iktidara karşı boyun eğme sürdürülürken, hemen ardından bir
başkaldırı simgeleniyordu. Bu yüzlerce dinî obsesyon motifi içerisinde çok net
görülüyordu. Bir tarafta mutlak güç ve iktidar sahibi Tanrıya ibadet edilirken
ibadet kavramı içerisinde hep isyan ve başkaldırı gündeme geliyordu. Kutsal
şeylere (ibadethane, peygamber, kutsal kitaplar) tecavüze kalkışıldığında
hemen ardından, Tanrının, çevredeki insanların, babasının, öğretmenlerinin,
doktorun makat bölgesine tecavüz ettiği, hastanın bunu içine aldığı, bunu daha
da ileri götürerek oturduğu sandalyenin, mahallenin ve hatta şehrin makatına
girdiği şeklindeki bir obsesyonla kendini dengeye getiriyordu ki bu bir oto
kastrasyon şeklidir. Bu da ödipal çatışmanın farklı bir görüngüsü olarak değerlendirilebilir.
[sh:143-145]
Elektra kompleksi klinikte özellikle
ergenlik dönemde çok farklı görüngüler olarak karşımıza çıkabilmektedir. 14
yaşında muhafazakâr bir ailenin bir çocuğu olarak annesi tarafından bize
getirilen fazımızın şikâyeti babasıyla ilintili idi. İki yıl öncesine kadar
babası ile arasından su sızmayan, çok yakın sevgi ve ilgi gösterilerinin
yaşandığı bir aile ortamı var idi. Son iki yıldır kızımız yavaş yavaş kendi
kabuğuna çekilerek babasıyla iletişimini en aza indirgedi. Artık babasına
sarılmıyor, dokunmuyor, babası ile aynı mekânda bulunmaktan rahatsızlık
duyuyordu. Hastamızı incelediğimizde babasının kendisine sarılmasının cinsel
içerildi olduğunu, onu öpmesinin dokunmasının hep cinsel tatmin taşıdığını,
hatta ona bir takım kıyafetler ve elbiseler alarak onu ayartmaya çalıştığını,
kendisini yoldan çıkarmaya çalıştığını ve babasının çok ahlâksız birisi
olduğunu iddia ediyordu. Babasıyla görüşmemek için odasından çıkmıyor ve
sadece annesiyle görüşüyordu. Babadan aşırı bir uzaklaşma ve anneye aşırı
yaklaşma söz konusuydu. Anneyi babadan ayırma ve babanın kötülüğü konusunda
ikna etmeye çalışıyordu. Baba çok sevdiği kızının kendinden uzaklaşmasına
anlam veremiyor, onun gönlünü yapmak için daha çok yakınlaşmaya ve daha çok
hediye almaya çalışıyordu. Bu da çocuğun panik hissini daha da
kuvvetlendiriyordu. Baba yaklaşmaya çalıştıkça, kızımızın korkusu ve
tedirginliği artıyor, korunma refleksleri daha yoğunlaşıyordu.
Aile yapısı incelendiğinde babanın
kızını aşırı seven koruyan ve kollayan bir baba olduğu, kızının da babasına
karşı aşırı sevgi dolu olduğu anlaşılmış olup ergenlikle beraber bu sevginin
içine cinsel dürtülerin girmesi kızımızda panik hissi doğurmuştur. Bundan
kurtulmak için de babaya yönelik bilinç dışındaki cinsel dürtülerini kontrol
altına alabilmek için suçlamayı babaya yansıtıp babanın bunları istediği olayın
etkisinden kurtulmak için de reaksiyon-formasyon tavırla babadan
nefret hisleri geliştirdiği gözlemlenmiştir. Bu dürtüler ancak bu şekilde
kontrol altına alınabilmektedir. Bu vaka da göstermiştir ki kız çocuğu ile
baba arasındaki yakınlaşmanın derecesi fazla olduğunda ve ensestin sınırları
net çizilmediğinde, ergenlik döneminde dürtüler aktive olup kontrol dışına
çıkma tehlikesi yaratabilmektedir. Babaların kızlarıyla ilişkilerinde bir
dengeyi korumaları gerekmektedir.
Bir başka klinik örneğimiz ise
ergenlik dönemine kadar babasıyla çok iyi ilişkisi olan üç kız kardeşten en
küçüğü ergenlikle beraber babasından nefret etmeye başlamıştır.
Annesinin babasından daha çok
çalıştığını iddia ederek babasını tembellikle suçlayan kızımız, annesi gelene
kadar babasını eve almamaktadır. Baba kızının bu tepkisel davranışı karşısında
çaresiz kalmış eve zorla girmektense eşi eve gelene kadar vaktini
kahvehanelerde geçirme yoluna gitmektedir. İlginçtir ki evli olan kardeşlerden
birisi eve geldiğinde babanın eve girişi sorun olmamaktadır. Burada da
mekanizma, annenin geç saatte eve dönmesi nedeniyle ve ablaların ev dışında
bulunmaları nedeniyle baba ile aynı mekânda yalnız kalma durumuyla karşı
karşıya kalma şeklindedir. Baba ile yalnız kaldığında bilinçdışı cinsel
dürtüler aktive olmakta ve kendini kontrol edemeyeceği kaygısı ortaya
çıkmaktadır. Bunun için de babayı kendisinden uzak tutacak bir mantıklı
formül bulmaya çalışmıştır. Babanın anne kadar çalışmadığı iddia edilmekte ve
en azından anne eve gelene kadar dışarıda para kazanması gerektiği iddia
edilerek baba eve alınmamaktadır. Bu şekilde baba ile yalnız bir arada kalma
tehlikesi bertaraf edilmiştir. Çünkü bu durumda dürtülerini kontrol
edebildiğini ispat edebilecek şahitler mevcuttur.
Erkeklerde kastrasyon ve oto
kastrasyon anlamlı görülmektedir. Var olan bir
penis, güç ve iktidarın simgesel temsilcisidir. Güç ve iktidarı göstermek,
babaya başkaldırışı simgelemektedir. Bu da baba veya baba türevleri tarafından
her an cezalandırılabilir. Bu cezalandırılma korkusu kastrasyon anksiyetesi
olarak hissedilir. Bu büyük cezadan kurtulmak için erkek çocuk kendi kendini
kontrollü bir kastrasyona tabi tutarak az bedel ödeyip kastrasyonun yoğun
anksiyetesinden daha az zararla kurtulmuş olacağını düşünür.
Kız çocukta ise kastre edilecek ne
bir cinsel organ vardır ne de kız, o güç ve iktidarın temsilcisidir. Ancak güç
ve iktidarın sahibi olan babaya sahip olmak, hem güce hem de karşı cinse sahip
olmaktır. Ayrıca bu sahip olma rakip anneyi dışlamak anlamına gelir. Burada
temel evrensel yasak ensest yasağıdır. Güç ve iktidara ulaşmak insanoğlunun en
temel haz kaynaklarından birisidir. Bu nesneyi de kimseyle paylaşmak istemez.
Dolayısıyla kız çocuğu babaya yönelik çok yoğun libidinal (şehvetli) yatırım
içerisindedir. Baba tarafından reddedilirse libidinal yatırım yerine
saldırganlık yatırımı ön plana geçer. Babaları tarafından sevilmeyen, itilen,
aşağılanan kız çocukları babalarının şahsında tüm erkeklere karşı öfke ve
nefret doludurlar, karşımıza her an bir erkek düşmanı olarak çıkabilirler.
Babaya çok yakın olan, libidinal
yatırımını babaya yapmış kız çocuklarında ergenlikle beraber işin içine cinsel
dürtüler de girmeye başlar. Babayı cinsel bir partner gibi algılayan kız çocuğu
süperegonun baskısıyla yoğun bir suçluluk duygusu içine girer ve bu arzu ve
istekten kurtulmanın yollarını arar. Karşımıza birçok klinik tabloyla
gelebilir. Partner seçiminde bilinçdışı süreçlerle baba türevi bir partnere
yönelen bir kız çocuğu, evliliğinin çok mutlu ve huzurlu olduğunu eşini çok
sevdiğini beyan ederken evliliğinden bugüne cinsel ilişkilerinin hiç
olmadığından bahsedebilir. Sebep olarak da birçok şey ifade edilebilmektedir.
Vajinismus, cinsel isteksizlik, arzu duymamak, tahrik olamamak, vd. Bunların
her birinin klinik gelişim öyküleri farklıdır. Eşlerine bir baba gibi
sarılırken cinsellik boyutunda olayı bloke etmektedirler. Karşı tarafın da bir
ödipal çatışması var ise yıllarca bu ilişki sorun yaratmadan patolojik bir
şekilde devam edebilmektedir.
Klinik olarak annesine karşı
düşmanlık hisleriyle dolu ve bunu bilinçdışına bastırmış olan hastalarımızda
bir reaksiyon-formasyon tavrı gözlemlemek mümkündür. Evlenmemiş ve hayatını
annelerine adamış, onların hastalanabilecekleri konusunda aşırı hassasiyetleri
olan birçok hanım bilinçdışı öfkelerini ve suçluluk duygularını bu şekilde
tamir etmeye çalışmaktadırlar. Ergenlik döneminde anneleri ölen ve babalarıyla
beraber yaşamı devam ettiren bir kısım hastalarımızda yoğun panik atakların
oluştuğu ve bir takım ölümcül hastalıklara ilişkin hipokondriyak şikâyetlerin
geliştiği gözlemlenmiştir. Yapılan incelemelerde bu hastalarımızın annelerinin
ölümlerinden bilinçdışı olarak kendilerini sorumlu tuttuğu ve bunun bedeli
olarak da kendilerini mükerrer defa sanal olarak öldürdükleri kanaatine
varılmıştır. Yalnız kalma korkuları yaşayan birçok hanımın klinik incelemesinde
enseste yönelik cinsel dürtülerini kontrol edememe kaygısının hâkim olduğu ve
bunun için mutlaka yanlarında bu anksiyeteyi yatıştırıcı birisinin bulunmasını
arzu ettikleri gözlemlenmiştir.[sh:148-151]
Klinik Örnek 6:
Hastam karşımda oturuyordu. Kısa
hayat hikâyesini aldığımda üniversite tahsili yapmış ve iyi bir işe girmiş
evli ve bir çocuk babasıydı. Oturuşu, jest ve mimiklerinin bana verdiği intiba
karşımda ezilen, sıkıntıya girmiş, korkan bir görünüm arz etmekteydi. Hastamın
bu tavrını bilişsel süreçler açısından incelediğimde temel kabulünün,
yetersizlik ve değersizlik üzerine kurulmuş olduğunu tespit ettim. Daha
sonraki yaptığım incelemelerde hastanın çok çocuklu ailesi içerisinde devamlı
horlandığını, aşağılandığını, özerkliğinin tanınmadığını ve bu duygularla dolu
travmatik bir çocukluk hayatı geçirdiğini gördüm. Bu yetersizlik ve değersizlik
hislerini aşabilmek için hayat mücadelesine girmiş, imkânsızı başarmış, büyük
şehre gelerek üniversiteyi bitirmiş, bir işe girmiş, ancak bunların hiç birisi
kendisinde önemli ve değerli biri olduğu duygusunu oluşturamamıştı.
Çevresindeki insanların onu aşağıladığı, ona önemsizmiş gibi baktığı şeklinde
ön yargıları vardı. Bu önyargılar perspektifinde o arkadaşlarıyla ilintili
olarak birçok olumsuz otomatik düşünce zihninden geçiyordu. Arkadaşları
kendisine yalanlık göstermese bunu adam yerine konmadığının ve değersiz
olduğunun kanıtı olarak kabul ederken; kendisine yakınlık gösteren arkadaşları
karşısında ise onların kendisinin bu durumunu fark ettikleri ve ona acıdıkları
için yakınlık gösterdikleri şeklinde bir düşünceye sahip oluyordu.
Bu örnekte de görüldüğü gibi düşünce
zinciri çok basittir. Çocukluk döneminde bir ebeveynin yanında kendilerini
önemsiz ve değersiz hissedenler onların da aşağılamalarıyla birlikte çok daha
önemsiz ve değersiz olduğu hissine dayanan bir temel kişilik yapısı oluşmuştur.
Kırsal kesimdeki insan ilişkilerinde birey olarak varlığının tanınmaması her
ortam ve mekânda aşağılanmanın ve dışlanmanın mükerrer defa ortaya çıkması,
diğer insanlar hakkında temel yargıların ve ön kabullerin netleşmesini
getirmiştir. Başkaları onu sevmezdi onu değerli görmezdi. Eğer böyle bir
yaklaşım söz konusu ise bunun altında başka bir şey aranmalıydı.
Bu iki yapıyı doğrulayabilmek için
ömür boyu düşünce sistematiğini bu çerçevede çalıştırmıştı. Bilgi işleme
süreçlerini istediği gibi yanıltarak içteki yapıyı doğrulamaya yönelik
farkındalık oluşturuyordu. Nerede negatif olgu var, nerede negatif yorum imkânı
varsa, dikkat ve algı otomatik olarak o yöne kayıyordu. Temel kabulleri ve
önyargıları değiştirme imkânı olan tüm yaşantılar eşik değerin altında kalıyor,
dikkat ve konsantrasyon bunlar üzerine odaklanmıyor ve mecburen algılanan
pozitif materyal de hatalı yorumlarla çarpıtılıyordu. Gerçek yapıya
baktığımızda yakışıklı, zeki, üniversite mezunu, çok iyi bir evliliği, çok iyi
bir işi ve çok iyi bir geleceği olan insan bunları değerlendirmekten ve
algılamaktan çok uzaktaydı. Burada zihin tamamen kendini aldatmakta, reel ve
objektif yapıyı çarpıtmakta, temel kabullerine uygun bir kişiliğin devamına
imkân tanımaktaydı. Ancak bu yapı kişinin ruhsal enerjisini tükettiğinden
dolayı birey depresyona girmiş, mutsuzluk ve hüzün doruklara ulaşmıştı. Bize
geliş nedeni depresyonuyla ilintili idi.
Böyle bir klinik yapıya yaklaşırken
klinik tabloda temel kabuller, afonksiyonel şemalar ve otomatik olumsuz
düşüncelerle ilintili bir yapılandırma ağırlıklı ise tedavi uygulamamızı daha
çok bilişsel terapiler üzerine odaklamamız gerekir. Bilişsel terapileri bu
klinik tablolarda uygulayabilmek için birçok strateji geliştirilmiştir.[sh:
223-225]
Kaynak:
Bütüncül Psikoterapi, Tahir ÖZAKKAŞ Md., PhD.
Psikiyatrist-Psikoterapist, Litera Yayıncılık, 2011, İstanbul
Varoluşçuluk son yüzyılımızda felsefî bir akım olarak kendini
ortaya koydu. Ekzistansiyalist felsefe bir anlam arayışından yola çıktı,
insanın, kendini ve maddeyi sorgulaması sonucunda karşılaştığı açmazları
anlamaya çalıştı. Varoluşçu felsefenin oluşmasına tek bir filozofun katkısı
yoktur. Birçok filozof varoluşçu felsefî akımın gelişmesinde rol
almışlarıdır. Kirkegaard, Heidegger, Sartre,
Neitsche gibi filozoflar bu akımın öncülerinden
kabul edilir. Varoluşçu felsefeyi bir bağlamda değerlendirmek, tanımlamak
oldukça zordur. Herhangi bir filozof da ortaya çıkarak ‘ben
varoluşçuluğun temsilcisiyim’ iddiasında değildir. Özellikle Sartre’ın
etkisiyle toplumsal hayata açılan varoluşçu felsefe birçok alanda etkiler
yaratmıştır. İnsanı izah etmeye çalışan ve insanın sorunlarına yaklaşım
getiren varoluşçu felsefe elbette ki psikoloji içinde de temsilcilerini
bulacaktır. Varoluşçuluk bu manada insanın zihinsel yapısının ve dünyayı
algılama şeklinin bir başka izah tarzıdır. Psikoloji ve psikiyatride
varoluşçuluğun çok etkin bir takım sonuçlarını görmekteyiz.
Psiko-terapötik yaklaşımlar insanın sorunlarına katman katman
çözüm bulmaya çalışmaktadır. Davranışçı, Kognitif, Dinamik ekoller bu sorunları
çözme iddiasında bulunan psiko-terapötik ekollerdir. Ancak klinik uygulamalarda
bu terapötik yaklaşımların tıkandığı, çözüme ulaşamayan ve yolların bittiği
yerler ve zaman dilimleri mevcuttur. İşte bu aşamada varoluşçuluk akımı
psikiyatriye ve psikoterapiye yeni bir nefes aldırmış, yeni bir açılım
sağlamıştır. Psikiyatrik klinik tabloların ekseriyetinde karşılaştığımız temel
sorun anksiyete ve korkudur. Anksiyete yani bunaltı, iç daralması
bir sinyal niteliğindedir. Normalde reel hayatın uzantıları, bir
tehlike arz ediyorsa birey bunaltı içine girer. Bir yakının kaybı, ekonomik
felakeder, yaşanılan bir takım ağır travmalar, reel olarak bireyde bunaltı
doğurur. Gerçek bir olaya karşı kişinin hissettiği bunaltı normaldir, olması
gerekir. Çünkü bir sinyal niteliğinde olan bu bunaltı sayesinde birey bir
takım koruyucu tedbirler alır. Bu tedbirler sayesinde de canlığını ve
pozisyonunu korur. Aksi takdirde hayatın gerçek yüzü onu saf dışı bırakabilir.
Fakat bazı bunaltılar vardır ki bunlar, kaynağına indiğiniz de ya davranışsal
bir öğrenme ya bilişsel bir çarpıtma ya da dinamik bir alt yapıya
dayanmaktadır. Ancak bazı bunaltılar davranışçı bilişsel ve dinamik yaklaşım
tarzlarıyla izah edilememektedir. Zaman zaman klinik uygulamalarımızda bu tıp
tablolar karşımıza gelebilmektedir.
Bazı klinisyenler kendilerini varoluşçu psikoterapist olarak
isimlendirmektedirler. Bunların başında psikanalist okulundan yetişmiş Irving Yalom gelmektedir. Psikoterapi geleneğinde Irving Yalom varoluşçu psikoterapinin
temsilcisi gibi kabul edilmektedir.
Yalom geniş klinik tecrübelerinden yola çıkarak kendini bir
psikanalitik yaklaşımla sorgulamış, sonuçta varoluşçu psikoterapi anlayışında
karar kılmıştır. Varoluşçulara göre insanın psikolojik rahatsızlıklarının
temelinde, özünde varoluşçu bir takım etmenler bulunmaktadır. Tabloların
karmaşıklığı, kompleksliği veya kaotik olması insanı yanıltmamalıdır. İnsanlar
birbirlerinin aynısıdırlar. İnsan, elinde olmadan bu dünyada var olmuş bir
yaratıktır. Varlığını fark edebilen tek
yaratıktır. Varlığını fark etmeyle beraber
varlığının neden ve niçinlerini sorgulamak durumundadır. Bu durum, insanın varlığına anlam arama sürecidir. Varlığa anlam
aramak doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Kendini sorgulayan insan, sorgulamanın
sonucunda bir takım açmazlara düşmektedir. Bu açmazlarla karşılaşan birey
büyük bir bunaltı, sıkıntı ve korku hissetmektedir. Hissettiği bu derin
bunaltı halini tekrardan anlamlandırma ihtiyacı duymakta ve bundan da bir
takım klinik tablolar ortaya çıkmaktadır. Her birey varoluşuna anlam arayışıyla
birlikte sorgulamaları sonucunda bir takım sorulara ve sonuçlara ulaşmaktadır. Cevabını bulamadığı temel birkaç soru vardır. Bu soruların
cevapsızlığı ve çözümsüzlüğü insanı yalancı bir dünyaya mahkûm bırakmaktadır.
İnsan oyun içinde oyun oynamakta ve kendi kendini kandırmaktadır. Varoluşuna anlam arayan insanın cevaplamaya çalıştığı temel beş
soru şöyle sıralanabilir:
·
Hayatın
anlamı nedir?
·
Geleceği
bilmek ve belirlemek mümkün müdür?
·
Ölümden
başka bir hakikat var mıdır?
·
Kaderimizin
sorumluluğu kime aittir?
·
Hayatta
yalnız mıyız?
Bu sorular, özünde çok büyük hakikatleri barındıran, insanı
açmaza düşüren sorulardır. İnsanın varlığı ve gizemi bu soruların içeriğinde
yatmaktadır.
Herhangi bir insan başka birine hayatın anlamını sorduğunda
yüzlerce cevap alır: Hayat çok anlamlıdır, yapılacak çok iş
vardır, hayat amaçlar ve hedeflerle doludur. O kadar büyük amaçlar ve hedefler
vardır ki bunları bir ömre sığdırmak mümkün değildir. Her insanın hayat
hikâyesini ayrı ayrı alıp incelediğimizde hayata anlam yüklemelerinin çok
farklı olduğunu görürüz. Herkes kendi anlamını kurgulamakta, o anlamın
peşine koşmaktadır. Her bir dakikanın, her bir saatin, her bir günün, her bir
haftanın, her bir ayın, her bir yılın ayrı hedefleri ve anlamları vardır.
Ölesiye uğrunda mücadele edilen amaçlar gerçekleştiğinde, hedefler geride
kaldığında, geriye dönüp bakıldığında ilginç hisler yaşanır. Uğruna büyük mücadeleler
verilerek elde edilen amaçların daha sonraki dönemlerde çok gülünç durduğu
fark edilir. İnsanoğlu geriye doğru bakıp bebekliğinin, çocukluğunun, oyun
çağının, okul hayatının, meslek hayatının her bir evresinden amaçladığı hedeflerini
zihnen irdeleyebilir. Hepsine tatlı bir gülümseme ile bakar.
“Ne kadar da çok önemsemişti! Ne de büyük anlam yüklemişti.
Ama onların hepsi boş ve hayalden ibaretmiş, anlam yüklenecek şeyler
değilmiş...”
Esas anlam şu an önüne hedef olarak koyduğu şeydir. Ancak ne
kadar ilginçtir ki tekrar tekrar yaşadığı hatayı yine tekrarlamaktadır. Şu
anda çok önemsediği, büyük anlam yüklediği amaçlar da bir müddet sonra geçmişin
çöplüğüne atılacak ve daha sonraki yıllar gülünecek hatta alay edilecektir. İnsanoğlu
bu kısır döngüyü görmekten acizdir. Daha doğrusu bu kısır döngüyü görmek
insanoğlunun işine gelmez.
Buradan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz. Detaylı bir şekilde
incelendiğinde hayatın, özünde hiç bir anlam taşımadığı gerçeği suratımıza
şamar gibi vurulur. Hedef ve amaçlarımız ne kadar büyük, ne kadar yüce ve ne
kadar kutsal olursa olsun insan, özündeki anlamsızlığı kapatmak için alınmış
geçici tedbirlerden ibarettir. İnsan kendi varlığını sorgularken bu anlamsızlığı
kısmen hissedebilir. Bu anlamsızlığı kısmen hisseden veya anlamsızlığın
duygusal olarak yakınlarında dolaşan bir birey müthiş bir bunaltı içine düşer;
çünkü hedeflerin veya amaçların hiçbir anlamı kalmamıştır.
Anlamsız olan bir yaşamı devam ettirmenin ne anlamı vardır?
Bu anlamsızlık insanda daha da büyük bir bunaltının
oluşumuna neden olur. Kişi bu bunaltıyı hissettiğinde ego düzenekleri sayesinde
bunaltının kaynağına inmek yerine farklı bir yerde anlam arar. İşte bu anlam
arayışları klinik tablolar olarak karşımıza gelir. Hiçbir birey filozofik bir
manada, Sokratik bir yaklaşımla sorgulama yaparak varoluşçuluğu irdelemez. Hayatın
anlamını bu manada sorgulayanlar ancak filozoflardır. Ancak bazı bireyler
sezgisel yolla, yaşadığı hadiselerin sebep-sonuç ilişkisindeki bağlantılarla bu
anlamsızlığı derinden derine hissederler. Özellikle yaşamında anlam yüklediği
amaçlara ulaşmış, yeni bir hedef geliştirme konusunda kısır kalmış bireylerde
anlamsızlık hissi yoğundur. İşte bu durumda bunaltı çok fazladır.
Ekonomide arz-talep ilişkisinde piyasanın doygunluğunu
belirten bir doyum noktası yani ‘işba’ noktası vardır. Doyum noktasının
ötesinde piyasaya arz yaptığınızda fiyat büyük oranda düşer, arzı kıstığınızda
ise fiyat yüksek oranda artar. Bu klasik arz talep kanunudur. Ruhsal
yapımızdaki dürtülerin hedeflerine ulaşması da aynı mekanizmayla
değerlendirilecek olursa hedeflerin bir bir elde edilmesi, dürtülerin kısa
sürede amaçlara ulaşması bir müddet sonra bireyde doyum noktasını oluşturacak
ve o noktadan itibaren sıkıntı başlayacaktır. Aç olan bir insana yemek
sunduğunuzda bunu keyifle ve şükran İlişleriyle yiyecektir. Doyduktan sonra
bireye yeni bir porsiyon yemek yeme konusunda ısrarcı olduğunuz da bunu da yiyecektir.
Üçüncü kez yeni bir porsiyonu önüne sunduğunuzda yemeyi reddedecektir. Ancak
kişiye tehdide veya silah zoruyla yemek yedirmeye çalıştığınızda bu durumda
korkuyla yemeği yiyecektir. Bunun üzerine tekrar yemek yemeye zorlarsanız
sistem iflas edecek ve kişi kusacaktır. Bu doğal bir süreçtir.
Burada ne olmaktadır?
İnsan aynı insan, yemek aynı yemek olduğu halde tavırlar
değişmektedir. Birinci porsiyon yemek hayat kurtarıcı iken ve keyifle
yenirken son porsiyon yemek büyük bir zulümdür ve sonuçta kusmayla sonuçlanmaktadır.
Birey doyum noktasını aşmış, aynı madde yoğun bir şekilde kişiye yedirilmeye
çalışıldığında kişi küsmüştür. Bu durum cinsellikte, şöhrette, parada ve
eğitimde de kendini gösterebilmektedir.
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz faktörlere bağlı olarak,
amaçlanan hedeflere yönelen bireyler bunları elde ettiklerinde, doyum
noktasının ötesine geçtiklerinde hayat anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamsızlık,
kişide büyük bir bunaltı yaratmakta ve sıkıntı içine düşmektedir. Bu, insanın
varoluşundaki temel noktaya ulaşmasıdır. Yani anlamsızlığı idrak ettiği
noktadır. İşte bu noktaya ulaşmış birçok ünlü zenginin, şöhretin, bilim
adamının ve filozofun trajik intihar hikâyeleri oldukça sık rastladığımız bir
sonuçtur, insanoğlu medeniyeti oluştururken hep bir hedefler silsilesi
geliştirmektedir. Hedeflere ulaşma sürecinde alınan keyif, kişiyi anlamsızlığa
karşı korumaktadır. Bir hedefe doğru giderken bireyin hissettiği varoluşsal
zevk, hedefin bittiği noktada anlamını yitirebilmektedir.
İnsanlık tarihi, derindeki insanoğlunun temel yazgısı olan
hayatın anlamsızlığına karşı alınmış tedbirlerden ibarettir. Tarihsel süreç
insanın anlamsız bir hayatı kapatmaya yönelik tedbirleri nasıl aldığını bize
göstermektedir. Doğuştan itibaren farkında olmadan anne-baba ve kültür bireye
hep anlam pompalamaktadır. Öyle bir medeniyet geliştirilmiştir ki; doğudan
batıya kuzeyden güneye her toplumda birey, her yaş kesitinde hayata belirli
anlamlar yükletilerek yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kişiler veya kurumlar
şuursuz bir şekilde insanın anlamsızlık yazgısını örtmeye çalışmaktadır. Çünkü
anlamsızlığı ruhumuzda hafiften de olsa hissettiğimizde dayanılmaz bir bunaltı
ve acı yüreğimizi kavurmaktadır. İşte bu bunaltıdan kurtulmanın tek yolu
hayata her an bir anlam yükleme gerekliliğidir. Hayatta sarıldığımız her şey bu
anlamsızlığı kapatmaya yönelik alınmış tedbirlerden ibarettir.
Bir an oturup düşünün; bugün niçin yaşıyorum ve ne yapıyorum
sorusunu araştırın. Kimimiz para kazanmaya, kimimiz
eğitimimizi tamamlamaya, kimimiz bir sınavda başarılı olmaya, kimimiz karşı
cinse aşkımızı kabul ettirmeye, kimimiz yeni bir makama atanmaya ve kimimiz de
başkaları tarafından tanınmaya yönelmiştir. Bunlar, bizim hayata anlam yüklediğimiz hedeflerimizdir. Ve bunun için yüreğimizde büyük bir coşku ve istek bulunmaktadır.
Bunları gerçekleştirdiğimiz zaman ne olacaktır?
Bu hedefler tükendiğinde hayatın anlamı ortadan kalkacak
mıdır?
Mantıksal düşünce bunu gerektirir. Bugün için hayata
yüklediğim anlam, amaca ulaştığımda ortadan kalkmaktadır. Hayat yeniden
anlamsız hale gelmektedir. İşte bu nokta medeniyetin veya insanın ruhunun çatırdadığı
noktadır. Medeniyetin çökmemesi ve insanın varlığını sürdürebilmesi için
bireyin hayatına yeni anlamlar yüklenmeli, yeni bir koşu başlatılmalıdır. Bu
sanki bir kölelik harekâtıdır: Anlamsızlık efendimizin korkuttuğu benliğimiz,
anlamsızlığın korkunçluğundan kurtulmak için kendisine hep yeni hedefler
oluşturmak zorundadır. Bu şekilde derin katmanlardaki bunaltıyı benlik
düzeyine çıkarmamaya çalışmaktadır. Hayata anlam yükleyen birey, anlamını
gerçekleştirme sürecinde bir takım engellerle, bir takım problemlerle
karşılaşır. Bunlar benlik düzeyinde hissedilen bunaltı ve sıkıntıya neden olur.
Anlamsızlık bunaltısı karşısında hissedilen bu bunaltılar terazinin kefesinde
fazla bir yer tutmamaktadır.
Birey, hedeflerinin bittiği ve tükendiği noktada hayatının
anlamsız bir halde çoraklaştığını fark eder. Bu anlamsızlığı ortadan
kaldırmanın diğer bir yolu, var olmayı hissetmektir. Hissedilen bunaltı, var
oluşunun bir delili, bir karinesi olarak ele alınabilir. Bu durumda anlamsızlık
karşısında hissedilen bunaltı; yokluğa ve hiçliğe karşı var olduğuna,
varlığının devam ettiğine dair bir delil olarak hep yanı başında tutulur. Bu
tip bireylerin yaşamları, hissettikleri bu yoğun anksiyeteye yani bunaltıya
bağlıdır. Bu bireylerin bunaltılarını kaldırmaya yönelik alacağınız tedbirler
onların yok oluşunu meydana getirir. Burada paradoks bir tablo vardır. Bu tip
bir tabloyla karşımıza gelen hastalarımız, bunaltıyı önleyici bir takım
medikal veya terapötik tedbirlere başvurduğumuzda büyük bir boşluk hissi
oluştuğundan bahsetmektedirler. Bu boşluğun dayanılmaz bir şey olduğunu ifade
ederler. Bu boşluk ölü gibi, taş gibi, cansız bir dal gibi bir hiçlik halidir.
Bu hiçliktense bunaltı ile birlikte bir var oluşu hissetmek tercih edilen bir
yönelim olmaktadır.
Hayatın anlamsızlığı sadece bireyin hedeflerinin bittiği veya
bunları derinden sorguladığı durumlarda değil, ölüm hakikati ve gelecekle
ilgili belirsizliği ile ilgili suallerle birlikte ele alınmalıdır.
Aşağıda bahsedeceğimiz varoluşsal temel soruların açmazları,
anlamsızlığı daha da kuvvetlendirmekte, kişinin bunaltısını daha da
artırmaktadır. Bu durumda birey bu dünyada varlığını
sürdürebilmek için her an anlam arayışını sürdürmek zorundadır. Etrafımızda
veya kendimizde bu anlam arayışının yoğun telaşım her an gözlemleyebiliriz.
BUNU TEST ETMEK ÇOK KOLAYDIR. Birey olarak hiç hareket etmeden, mümkün olduğu kadar
düşünmeden sakin bir şekilde, hedefsiz bir şekilde kalalım. Bir müddet sonra
içimize bir bunaltının çöktüğünü hissederiz. Bunu bir grupla beraber
yaptığımızda, bu bunaltının daha da ağır olduğunu gözlemleriz. Çünkü yaşamları
her dakika anlamlandırılmalı, zaman içerisinde hedefler belirlenmelidir. Anlamsız,
hedefsiz bir vakit kişiye büyük bir acı ve ızdırap verir. Her an, hayata
otomatik olarak nasıl anlam yükleyip ardından bunun ne kadar anlamsız olduğunu
fark etmek ilginçtir. Bir ömür boyu bu şekilde kendimizi aldatmak ve kandırmak
ve hayatımıza hep yeni hedefler koyarak kör-topal varlığımızı sürdürmek
zorundayız. Bu süreç ölene kadar da devam edecektir.
Çevremizdeki herhangi bir insana: ‘Gelecekte ne yapacaksın,
neler planlıyorsun?’ dediğimizde çoğundan çok açık ve net cevaplar alırız:
“Bir saat sonra şunu yapacağım”, “Bir gün sonra şurada
olacağım”, “Bir ay sonra şu hedefe ulaşacağım”, “Bir yıl sonra şunları
halletmiş olacağım.”
İnsanlar o kadar emin konuşurlar ki bir ömür boyu neler
yapacaklarının plan ve programları zihinlerinde bellidir. Beş yıl sonra okul
bitecek, on yıl sonra fabrika kurulacak, filan yaşa gelinince evlenilecek,
filan senelerde çocuk sahibi olunacak, kışlık ve yazlık ev alınacak, yaşlılıkta
şunlar şunlar yapılacak... Her şey güzel görünmektedir. Herkes mutludur ve
herkesin geleceği garantidir.
Madalyonun bir yüzüne baktığımızda her şeyi planlı programlı
yapmak, geleceği belirlemek, adım adım bu geleceğe yürümek ve hedefleri tek tek
gerçekleştirmek insanı rahatlatmaktadır. Belirsizliğe ve bilinmeyene karşı
savaş açılmıştır. İnsanoğlu ille günden beri belirsizlik ve bilinmezlik
karşısında ürkmüş, korkmuş ve çaresizlik hissetmiştir. Bu belirsizlik karşısında
hissedilen duygu, bilimi doğurmuştur. Bilim, belirsizliği ortadan kaldırmaya
çalışmış ve geleceği tasarımlamaya gayret etmiştir. Geçmiş çağlarda belirsizlik
karşısında hissedilen korku ve panik insanları bir takım inançlara sürüklemiş,
felaketlerin önüne geçebilmek ve gelecekle ilgi tasarımların bloke edilmesini
önlemek için bir takım kutsal güçlere karşı ibadet edilmiştir. Belirsizliği
oluşturan bir nehirse nehre tapınılmış, bir dağ ise dağa tapınılmış; bu
belirsizlik kaynağı bir orman ise bu kez de ormana tapınılmıştır. Medeniyet
geliştikçe, sebep-sonuç ilişkileri ortaya kondukça ve insanoğlunun madde
üzerindeki hâkimiyeti güçlendikçe, belirsizlik ve bilinmezlik ortadan kaldırılmaya
çalışılmıştır. Bilim ne kadar gelişmişse belirsizlik ve bilinmeyen de o
kadar azalmıştır. İnsanoğlu da bu durumda daha da rahata kavuşmuş, geleceğini
garanti altına almıştır. Geleceği bilmek ve belirsizliği ortadan kaldırmak
insanoğlunun hedeflerinin en büyüklerinden biridir. Falcılık, astroloji veya
rüya incelemeleri bunun için getirilen çözüm yollarıdır. Modern çağda bunun
yerini bir takım bilimsel yöntemler almıştır. Emeklilik,
sigorta, kasko, sağlık taramaları ve güvenlik arayışları hep bu belirsizliği ve
bilinmezliği ortadan kaldırmak için medeniyetin getirdiği yeni tedbirlerdir.
Madalyonun bir yüzünde geleceği bilmenin ve belirlemenin
rehaveti ve rahatlığı vardır. Her birimiz geleceğimizden emin ve huzurlu bir
şekilde işlerimizi yapar, yatağımıza yatar ve uyuruz. Madalyonun öbür yüzüne
bakacak olursak burası, bir saniye veya bir dakika sonraki, bir saat, bir gün
ya da bir yıl sonraki geleceğimizdir. Her birimiz yatağımıza yatıp seksenli
yaşlara kadar yaşayacağımızın garantisi ve duyumu içinde tüm plan ve
projelerimizi bu bağlamda hazırlarken mutluyuzdur. Ancak çocuk, genç veya
olgunluk dönemlerimizde madalyonun öbür yüzünde bilmediğimiz çok farklı şeyler
vardır. O anda vücudumuzda bir kanser hücresi aktif hale geçmiş, bir yıl
sonra ölümümüzü gerçekleştirmek için faaliyete başlamış olabilir. O anda
vücudumuzun herhangi bir bölgesinde oluşmuş olan bir pıhtı, kalp damarlarımızı
tıkayarak bizi ölüme götürebilir. Veya beyin damarlarından birini tıkayarak
bizi kör, sağır veya felçli bırakabilir. O an, gündüz iş yoğunluğu nedeniyle
bulaştırdığımız bir mikro-organizma tehlikeli bir şekilde vücudumuzda çoğalıyor
olabilir. O an, yanı başımızda yatan eşimizin haince planlarının uykumuzun
ortasında faaliyete geçtiği andır. O an, bir başka şehirde bulunan çocuğumuzun
bir trafik kazası geçirdiği andır. O an, bir başka mekânda çok sevdiğimiz aile
fertlerinden birinin ölüm anıdır. O an, prizlerdeki bir kontak sonucu
başlayacak ve tüm binayı ateş yumağına dönüştürecek yangının başlangıç anıdır.
O an, karşı binada silahını temizlemekte olan bir subayın yanlışlıkla
ateşlediği silahından çıkan kurşunun bizim odamıza girip beynimizi parçaladığı
andır. O an, yer kabuğu altında hareketlenmenin başlayıp sekiz şiddetindeki
depremin binayı yerle bir edeceği andır. O an, tepemizden geçen uçağın
motorlarının patlayıp binamızın üstüne düşeceği andır. O an, ülkemizin düşman
ülkeyle savaş kararı alıp işgale uğradığı andır. Velhasıl bunlar bilinmezlikle
dolu, bir saniye sonra olacak olanlardır. Hiç birimiz bunları bilmiyoruz.
Bunları bilmek de mümkün değildir.
Teknolojinin getirmiş olduğu bilinmezi bilinir kılma, geleceği
kontrol altına alma, aynı oranda tehlikeyi, bilinmezliği ve belirsizliği
artırmaktadır. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz örnekler ve bunun milyonlarcası
her an başımıza gelebilir. Dahası bunların hepsi şu an milyonlarca insanın
başına gelmektedir.
Gerçek hangisidir; madalyonun birinci yüzü mü ikinci yüzü mü?
Gerçek, madalyonun ikinci yüzündeki yazgımızdır. Geleceği
bilmemiz ve belirlememiz bu manada mümkün değildir. Gelecekle ilgili bu
bilinmezlik ve belirsizlik insanın ruh dünyasında müthiş bir belirsizliğe ve
bunaltıya neden olmaktadır. Bir dakika sonra kalp krizi geçireceğini, çocuğunu
kaybedeceğini veya varlığını yitirebileceğini bilen hangi insan basit
hesapların ve planların peşine düşer! İşte bu belirsizlik ve bilinmezlik
karşısında ürken insan, bu belirsizlikle savaşır ve bilinmezliği bilinir hale
getirmeye ve de geleceğini kontrol altına almaya çalışır. Hayatını belirleyen
girdilerin ne kadarını kontrol altına alabilirse o kadar rahatlamaktadır. Bu
durumda bilinmezliğin ve belirsizliğin alanı daralmış, bilinmezlik ve belirsizlik
bilinen ve belirli bir hale dönüştürülmüştür. İnsanoğlu geleceğin
belirsizliğini kabullenmektense bir takım zihinsel tasarımlarla ve maddeyi
kontrol ederek, geleceği hep belirli hale dönüştürmeye çalışmaktadır. Başka
türlü de yapması mümkün değildir.
İnsan ne zaman geleceği bilinir hale getirip belirlediğine
inansa, karşısına yaşadığı bir travma geldiğinde şaşkına düşecek ve korunma
kalkanının o kadar da güçlü olmadığını ve tamamen sanal bir programdan ibaret
olduğunu fark edecektir. Böyle bir duyguya kapılmasına ölümcül bir hastalığa
yakalanma haberi, feci bir trafik kazası, bir deprem veya sel felaketi neden
olabilir. Bu durumda birey gerçekle yüz yüze kalmıştır. Yani hayatın
belirsizliğini ve bilinmezliğini yalandan idrak etmiştir. Bu, kişide çaresizlik
hissi doğurur. Bu his de bunaltı yaratır. Birey tekrardan, belirsizliği ortadan
kaldıracak yeni çalışmalar üretirse bu sıkıntılı dönemini adatabilir.
Belirsizlik duygusu bir kez yaşandığında geleceğe olan kuşku derinleşebilir.
Bu durumu klinik tablolarda çok net görebilmekteyiz. Kanser hastalığına yakalanan bir hastanın, oto parkta arabası
çalınan birinin, evine hırsız giren bir kişinin veya cinsel arzu ve istekle
partnerine yaklaştığında ereksiyon problemi yaşayan bir kimsenin hissettiği
şey, güven bunalımı ve geleceğe olan kuşkudur. Yani gelecek belirsizliğe ve bilinmezliğe gebedir. Bu şekilde
düşünmek de yaşamak da mümkün değildir. Kişi kendini korumak için abartılı bir
şekilde korunma tedbirlerine başvurabilir, korunma kalkanını
sağlamlaştırabilir.
Kendimize veya yanı başımızdakine gelecekle ilgili sorular
sorduğumuzda birçok cevap alırız; gelecekle ilgili beklentilerimiz,
yapacaklarımız, garantide olanlar vb. düşüncelerimizi mutlak olarak
gerçekleştirmiş gibi hisseder ve algılarız: Önümüzde duran yemeği biraz sonra
yiyeceğizdir. Biraz sonra kalkıp uyumak için yatağa gideceğiz, sabah kalkıp
işimize, hafta sonu yazlığımıza gideceğiz. Bu yıl tatilimizi deniz sahilinde
geçireceğiz. Çocuklarımızı önümüzdeki yıl yeni bir koleje vereceğiz vs. Bunlar
o kadar gerçek ki olmaması mümkün değildir. Bunların hepsi, gerçekleşecek olan mutlak
gerçeklerdir. Aklımıza her şey, ama her şey gelir,
tek bir şey gelmez: ÖLECEĞİMİZ.
Gelecekle ilgili tek bir gerçek vardır: Gelecekte mutlaka
öleceğiz. Gelecekle ilgili her şeyden bahsederiz,
her şeyi netleştirmeye çalışırız. Ama öleceğimizden hiç bahsetmeyiz. Bu,
paradoksal bir durumdur ve ‘bilinen tek gerçeği inkâr edip belirsiz olan bir
takım varsayımları gerçekmiş gibi kabul etmek’tir.
Ölüm, doğan bir insanın yaşayacağı kesin olan tek gerçektir.
Bilinen tek gerçektir. ‘Şu anda gelecekle ilgili emin olduğunuz hangi
gerçek var?’ diye sorulursa bunun cevabı çok basittir. Emin olduğumuz
tek gerçek ölüm gerçeğidir. Ölmek, yani yok olmak, yani ortadan kalkmak. Yani toprağın içine gömülmek veya yakılmak; insanoğlunun canlı
iken tasavvur edemeyeceği bir hakikattir. Ölümün gerçekliğini gerçekten hisseden bir insanın yaşamını
sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi hemen hemen imkânsızdır. Çünkü bu büyüle
bir bunaltı ve sıkıntı kaynağıdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği karşısında
zaten savaş vermekte olan bir bireyin, bunun üzerine ölüm gerçeğiyle de
yüzleşmesi mümkün gözükmemektedir. Ölüm, anlam yüklediğimiz anlamların bittiği
bir duraktır. Ölüm, belirsizliğin karşısında hissettiğimiz çaresizliği ortadan
kaldırmak için aldığımız tedbirlerin tükendiği noktadır. ÖLÜM GERÇEKTİR VE
HAKİKATTİR.
Ancak insanlık tarihine ve kültürlere baktığımızda insanoğlunu
yaptığı tek şey bir ömür boyu ölümü inkâr etmektir. Her an ölümle iç içe
olmamıza rağmen ölüm hep yok sayılır, yadsınır, inkâr edilir ya da kabul edilmez.
Ölüm hep bizim dışımızdaki bir yerlerdedir. Ölüm bize asla gelmez. Ölümün
bizle işi yoktur. Bu duygulan derinden hissederiz, insanlar yaşadıkları
süreçlerde zaman zaman ölüm hakikatiyle karşılaşırlar. Bu durumdaki
insanlar mekanik davranış sergilerler. Medeniyetin kendilerine öğretmiş olduğu
ölümü yadsıma düzeneklerini toplumsal olarak yaşarlar ve uygularlar. Ölümle
ilgili tüm ritüeller ve toplumsal kurallar ölümü yadsıma (inkâr) üzerine
oturtulmuştur. Hergün yanı başımızda ölüm veya ölümler akıp gider. Hiç
birimiz bu ölüm hakikatini görmek ve kabullenmek istemeyiz.
Günün birinde ölüm tüm çıplaklığı ve gerçekliği ile karşımıza
çıkabilir. Bu bir hastalık, bu bir kaza veya çok yakınımızın ölümü şeklinde
olabilir. Bu durumda ölüm hakikatinin yanma yaklaşmışızdır. Hayatın
anlamsızlığı ve belirsizliği, derinden idrak edilmiş ve insanoğlunun acziyeti
doruk noktasına ulaşmıştır. Ölüm hakikatiyle bu manada burun
buruna gelen ve bu noktada yadsıma reaksiyonlarının işe yaramadığını fark eden
birey hakikatle yüzleşmek zorundadır. Ölüm onun
tek gerçeğidir. Ölüm her an kapının eşiğindedir.
O halde yaşamın anlamı nedir?
Bu kadar hırsın, öfkenin, kızgınlığın, dürtünün anlamı
nedir?
Bu sorgulamalar insanı tekrardan bir açmaza düşürür. Açmaz
içinde açmazlar oluşturur. Bunaltı şiddetlenir, huzursuzluk artar. Kişi burada
kısır bir döngüyü tekrar oluşturabilir. Ölüme karşı hissettiği çaresizlik
karşısında bunaltı ve anksiyeteyi kalkan olarak ortaya koyabilir. Eğer bunaltı
hissediyorsa ölüm hala ortalıkta yok demektir. O halde bunaltı hissedilmeye
devam edilmelidir. Bunaltı ölümü öldüren şeydir, bunaltı varlığın ve canlılığın
alametidir. İnsanın en büyük cehennemi hiçlik ve yokluktur; yani olmamaktır,
var olmanın tersidir, var olamamaktır. Varlığı hissetmenin bedeli bunaltı ise
bu kabul edilir. Birey ya sanal bir dünya da yaşayacak, ölümü son ana kadar
yadsıyacak, kurgusal bir zeminde varlığım devam ettirecektir. Ya da ölümle
yüzleşecek ve varoluşunu bir başka bağlamda değerlendirecektir.
Kendimize veya civarımızdakilere, ‘şu anda bulunduğun
konumdan memnun musun veya daha iyi şartlara sahip olmayı arzu eder miydin?’
diye soralım. Bu durumda çoğu insan mevcut durumundan şikâyet etmekte; mevcut
durumundan memnun olanlar da daha iyi ve kaliteli bir yaşam umut etmektedir.
‘Peki, niçin bu yaşama ulaşamadınız?’ dediğimizde cevaplar çok ilginçtir.
Arzuladığı noktada olmayan veya daha iyi bir noktaya
ulaşamayan bireylerin çoğunluğu bu durumda bulunmalarının nedenlerini bir takım
faktörlere bağlamaktadırlar. Bu faktörler kendilerinin dışındaki, dış dünyaya
ait nedenlerdir. Kimilerine göre bu kötü durumdan anne-babaları sorumludur.
Kimilerine göre toplum, kimilerine göre devlet, kimilerine göre ülke,
kimilerine göre de coğrafi bölge sorumludur. Kimileri ise yanlış zaman
diliminde, yanlış yerde doğmuşlardır. Yani bulundukları konumda olmalarının
nedeni, gerekçesi ya da sorumluluğu kendilerine ait değilmiş gibi algılanmaktadır.
SORUMLULUK DIŞ DÜNYAYA AİTTİR. Dış dünya onlara engel olmuştur. İsteklerine
ulaşamamalarının nedeni dış dünyadır, kendilerini anlamayan da dış dünyadır.
İnsan, bulunduğu mevcut konumundaki zayıflıklarından kendini
sorumlu tutmaz; suçlu kendisi değildir. Suçlu dış dünyadaki bir takım
faktörlerdir. Bunun adı farklı olabilir ama kesinlikle kendisi suçlu ve sorumlu
değildir. Bu sorumluluk duygusu anne-babadan başlayan bir yapıyla Tanrının
çizdiği kadere kadar geniş bir yelpazede ifade edilebilmektedir. Bu şekilde
kişi rahatlamakta, vicdanen arınmakta ve sorumluluğu başka tarafa atmaktadır.
Yine bu madalyonun bir yüzüdür. Bu şahsı dinleyip gerekçelerini algıladığınızda mantıksal bir
kurgunun çok güzel işletildiğini görürüz; kişi gerçekten haklıdır, suçlu ve
sorumlu o değildir.
Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda tablo çok farklı
gözükmektedir. Kimliğin ve kişiliğin oluşum
evrelerinde de üzerinde durduğumuz gibi insanoğlunun insan olma vasfı, onun
irade kavramını oluşturmasıyla ortaya çıkmaktadır, irade, insanı insan yapan
temel zihinsel faaliyetimizdir. İrade, alternatifler arasında tercih yapma güç
ve iktidarıdır. Bu seçmeyi beceren canlı, insan olmuştur. Bir yaşından sonra
başlayan bu süreç, iradenin kullanılmasını bize gösterir. İrade elimizde bir
alet gibidir. İrademiz sayesinde zihinsel yapımızla dünyayı anlamlandırmaya ve
tercihlerin nasıl kullanılabileceğini öğrenmeye çalışmaktayız. Almak-almamak,
yapmak-yapmamak, gitmek-gitmemek bunların hepsi irademizin kararları
doğrultuşunda ortaya çıkan yaratıcı eylemlerimizdir.
Bu durumda bir yaşından itibaren eylemlerimizin yaratıcı tek
bir gücü vardır: İnsanoğlunun kendi iradesi. Fiziksel kapasitemiz, fiziksel
sınırlarımız ve realitenin ölçüleri içinde tercih yapabilme güç ve iktidarı,
ölene kadar bizimle beraber sürecektir.
Ergenlik dönemine kadar iradenin nasıl kullanılacağını
öğrenen bir birey, ergenlikle beraber hayatına gerçek manada yön verebilecek
bir kapasiteye ulaşmıştır. Yani eyleminin ne anlama geldiğini bilebilecek
sorumluluk gücündedir. Yani ‘fârik’ ve ‘mümeyyiz’ olmuştur. Sanki bu,
bir otomobilin nasıl kullanılacağını öğrenmek gibidir. Bir yaşından ergenliğe
kadar bir otomobilin nasıl kullanılacağını, trafiğe kapalı bir alanda öğrenen
birey, ergenlikle birlikte bu araçla yola koyulmaktadır. Bu andan itibaren
nereye gideceğini, nasıl gideceğini, hangi süratle gideceğini ve hangi yolları
tercih edeceğini kendi belirlemektedir. Aracının sürücüsü kendisidir.
Her insan kendi bedenini kullanan bir sürücü gibidir. Bu
sürücü bu bedeni istediği gibi kullanabilir. Üzerinde mutlak bir tasarruf gücü vardır. O bedeni canlı da
tutabilir, öldürebilir de. Bedenini istediği yöne kanalize edebilir. İstediği
hedeflere yöneltebilir. Bu duygu, aslında küçük bir Tanrılık duygusudur:
Her şeyi siz belirliyorsunuz, her şeyi siz şekillendiriyorsunuz. İnsan her
an milyonlarca alternatif yolun kavşağındadır. Her an bu yollardan birisini
tercih edebilme kudretine sahiptir. Böyle bir kudreti kullanabilmek güçlü bir
benliğe ve güçlü bir iradeye sahip olmayı gerektirir. Aksi durumda kişi kaosa,
bilinmezliğe ve korkuya kapılacaktır. Nereye gideceğini, nasıl gideceğini
bilmeyen bir sürücü gibidir. Hele hele kendi iradesiyle yöneldiği bir takım
tercihlerinden sonra yaşadığı başarısızlıklar olumsuzluklar veya felaketler
kişiyi korkutmuştur. Böyle bir yetisinin rastgele kullanımı çok ciddi sonuçlar
doğurmaktadır. Bunun acısını hem kendi yaşamakta hem de bu acının olumsuz
sonuçları nedeniyle çevresi tarafından yargılanmaktadır.
Kişi böyle bir tercihi karşısında gerçeği kabul etmek yerine
iki tür yönelim sergilemektedir.
Bunlardan birincisi iradî kararının veya tercihinin kendine
ait olmadığı iddiasıdır. Onu zorlamışlar, onu buna mecbur bırakmışlardır. O
istemeyerek veya bilmeyerek bu yöne yönelmiştir. Sonuçta ortaya çıkan
olumsuzluklardan o sorumlu değildir. Böyle bir birey, sürekli etrafı suçlayan,
kendi yaptığı eylemlerden ve kendi bulunduğu konumdan hep başkalarını sorumlu
tutan ve iç görüsü olmayan bir birey olacaktır.
İkinci davranış şekli ise daha tehlikesizdir. Burada
birey şoför rolünden vazgeçmektedir. İradesini başka iradelere emanet vermekte
veya ipotek ettirmektedir. Hayatın her anında binlerce alternatif yolu olan
kavşaklarda karar vermek çok zordur. Karar ve yönelimlerin sonucunda çok ciddi
badireler karşısına çıkabilmekte ve felaketler yaşanabilmektedir. Bu durumda
böyle bir tercih yaptığı için kendi benlik parçası kendisini yargılamakta ve
dış dünya tarafından da yargılanmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın toptan yolu
kendi iradesini bir başka iradeye teslim etmektir. Yani kendi adına karar
verebilecek yetkin mercilerden kendi adına karar vermesini istemektir. Bu, çoğu
zaman bireyin ebeveyni olduğu gibi ebeveyni olmadığı veya yok olduğu
dönemlerde çok çeşitli mecralara yönelebilmektedir.
Birey, özerkliğini ve bağımsızlığını kullanmaktansa kendi
irade gücünü bir başka güç ve otoriteye teslim etmeyi yeğlemektedir. Bu, yaşadığı mekândaki ebeveyni olabileceği gibi bir ağabey,
abla, öğretmen, imam, doktor, yaşlı bir insan olabilir. Daha da ötesi somut
irade tesliminden soyut irade teslimine gidebilir. Hayatı kendisine
rahatlatacak olan ve sorumluluğu üzerinden alacak olan bir takım ideolojik
yapılanmaların içine girebilir. Toptan bir ideolojiyi sahiplenerek,
özerk düşünen iradesini ortadan kaldırıp o ideolojinin körü körüne peşine
düşebilir. Artık kendi adına kendi karar vermemekte, hayatının akışını örgüt
lideri, parti lideri veya siyasi organizasyon lideri belirlemektedir. İşin içine kutsallık girdiğinde bu
iradeye ipotek koyma ve iradeyi teslim etme arzusu inançlarla birleşerek bir
cemaate mensup olma veya bir tarikat şeyhine bağlanma şeklinde tezahür
edebilmektedir. Artık sorumluluk kendisine ait değildir. Hayatında vereceği her türlü kararı örgüt liderine, parti
başkanına, kulüp yöneticisine, tarikat şeyhine veya cemaat liderine sorarak
belirleyecektir. Sonuçlardan artık o sorumlu değildir. Vicdanen rahattır.
Olumsuz sonuçlarla karşılaşması durumunda da bir hikmet arayışına gidilecektir.
GERÇEK İSE TAMAMEN FARKLIDIR, GERÇEKTE SORUMLULUK BİREYE
AİTTİR. BULUNDUĞU KONUMUNDAN, SADECE BİREYİN KENDİSİ SORUMLUDUR. Herkes
kaderini kendisi yazmaktadır. Herkes geldiği noktaya bireysel
tercihleriyle gelmiştir. Bazı bireyler iradelerini başkalarına emanet ederek
var olurlar. Emanet ettikleri insanlar onları olumsuz noktalara götürmüşlerse
bunun suçlusu onları o noktaya götürenler değildir. Suç veya sorumluluk,
iradesini onlara teslim eden bireydedir. Bu gerçeği gören ve irade gücünü fark
eden birey, ‘yaptıklarımla ve yapmadıklarımla tüm sorumluluk bana aittir’
diyebilen bir bireydir. Böyle bir duruş ve hissediş ancak güçlü bir benlikle
mümkündür. Kişi, özerk bir birey haline gelmediği, iradesini serbestçe
kullanabilir hale gelmediği müddetçe onu başkalarına emanet edecektir. Bu da
kişiyi kaygıdan ve bunaltıdan geçici olarak koruyacaktır. Çünkü sorumluluk ona
ait değildir!
İnsanoğlu doğduğu anda göbek kordonuyla annesine bağlıyken;
doğumdan hemen sonra göbek kordonu kesilerek annesinden ayrılır. İşte
yalnızlığın hikâyesinin başladığı an! Kişi bir ömür boyu yalnız başına bir
yolcuğa çıkmıştır. Bilmediği bir zamanda, bilmediği bir mekânda ölümle
kucaklaşana kadar yalnız seyahat edecektir. Zihni kendine özgü yapılanmış olan
birey, zihinsel yaşantılarını kendi yaşayacaktır. Kendi dünyasında sübjektif
algılarıyla kendi duygulanımını gerçekleştirecektir. Her birey iç dünyasında
nesne tasarımlarını kendine göre şekillendirecektir. Dünyayı algılamak
istediği gibi algılayacaktır. Her algımızın yanı başında bize bir duygu eşlik
edecektir. Bu duygu hüzünle mutluluk arasındaki bir sarkaçta gidip gelecektir.
Dış dünyada yaşadığımız olaylar ve etkiler ruhumuzda duygusal bir yansıma
bulacaktır. Muhtemelen insanoğlunun yaratılışındaki yalnız olamama duygusu
veya genetik açılımı, insanı hep birileriyle birlikte yaşamaya sürüklemiştir.
‘Yalnızlık Allah mahsustur’ özdeyişindeki gerçek de herhalde buraya
gönderme yapmaktadır. Yalnızlık ürkütücü bir şeydir. Yalnızlık
çaresizliktir. Yalnızlık belirsizliktir, yalnızlık kaostur.
Çocuğun gelişim evrelerine baktığımızda, ilk bir yaşında
nesnelerin dans ettiği kaotik ortamda bunları düzenli hale getiren, korkulur
olmaktan çıkaran, onları bir anlam sırasına sokan bir bakıcı mevcuttu.
Genellikle anne olan bu bakıcı bizi cehennemden çıkarmış, anne kucağıyla
bütünleştirerek ve kaynaştırarak bir cennete ulaştırmıştı. Bu birleşme arzusu,
birileriyle bir olma isteği içimizde ömür boyu hep süregelecektir. Gerçeklik
ise ayrı olmak, birey olmak ve özerk olmak zorunluluğudur. Annenin göğsünden
inmek ve hayatın içine yürümek gerekmektedir. Birileriyle beraber olurken
hayatın zenginliğini ve birey olmanın mutluluğunu kaçırıyor, anneden uzak
olduğumuzda ise annenin cennetini terk ediyoruz. Bu zıt duygular, bu ambıvalans
(kararsızlık) bir ömür boyu ruhumuzda çeşidi nesnelerle olan ilişkilerde
izdüşümlerini hep var ederek devam edecektir. Yalnızlıktan kaçıp anne
kucağını arayacak, zaman zaman da özgür olmaya kanat açacağız. Üç yaşında
kalabalık bir markette annesini kaybeden bir çocuğun o kalabalıklar içerisindeki
yalnızlığı ve çaresizliği nasıl yüzünden okunuyor ve kalabalıklar derdine
derman olamıyorsa, hepimiz de bunun izdüşümlerini bir ömür boyu yaşayacağız.
Yalnızlığı bir bağlamıyla bu şekilde ele alıp dinamik sürece
gönderme yaparken diğer bağlamıyla duygusal yaşantımızın tekliğini ve
biricikliğini ifade etmeye çalışacağım.
Herkesin hayatı kendine hastır. Herkesin yaşantısı kendi
içindedir. Herkesin hissettiği kendi malıdır. Kendi iç dünyamızdaki
yaşantıları, hissedişleri bir başkasına tam manasıyla aktarmamız, anlatmamız
mümkün değildir.
Duygu imgeye dönüşürken ve imge dc söze bürünürken
orijinalinden çok şey kaybeder. Dahası sözü kavrayan karşı birey, kendi söz
dağarcığıyla bilgiyi çaprazlar, sözleri kendi imgelerine çevirir. Kendi
imgelerini kendi duyguları olarak anlamaya çalışır. Orijinal bir duygunun
diğer bir kişi tarafından mutlak olarak anlaşılması mümkün değildir.
Anlaşılamamasının yanında veya ötesinde bir başkasının duygusunu ondan almak,
ona iştirak etmek ve onu değiştirmek, azaltmak veya artırmak mümkün değildir.
Bütün bunlara ancak bireyin kendisi karar verip bunları yaşama geçirebilir. Dolayısıyla insanlar yalnız başına duygulanan ve yalnız başına
yaşayan zavallı yaratıklardır. Bu yalnızlık duygusu, içimizdeki
yaşadıklarımızı başka tarafa aktaramama, anlatamama, içimizdekileri
başkalarıyla paylaşamama çaresizliği insanda müthiş bir bunaltı ve kaygı
yaratır. İnsan bir
ömür boyu bu yalnızlığını yaşayacaktır. Acılarını, çaresizliğini, bunaltısını,
öfkesini, kızgınlığını, umutsuzluğunu mutlak manada sadece kendisi hissedecek
ve yaşayacaktır. Karşı tarafın aynı şekilde bunları hissetmesi mümkün değildir.
Hissettiği şeyleri karşı tarafın azaltması veya artırması mümkün değildir.
Yalnızlığını derinden idrak eden birey bu kaygıdan, bu
bunaltıdan kurtulmak için, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi kendisini yalan
bir dünyanın kollarına atacaktır. Hayatta yalnız olduğunu yadsıyacak, hep
çevresinde eş-dost, arkadaş ve sevgililer oluşturacaktır. Tüm bu faaliyetler ve
çalışmalar derindeki yalnızlığı kapatmaya yönelik alınan tedbirlerdir. Günün
birinde yaşadığı bir travma karşısında, çok iyi tanıdığı çevresindeki
insanların duygusal olarak kendinden ne kadar uzakta olduğunu gördüğünde
gerçeği biraz daha yakından idrak edecektir. Acıyı gerçek manada o yaşamakta
ve çaresizliği gerçek manada o hissetmektedir. Ve ölüm kapıya gelmiş, dayanmış, sadece onu beklemektedir. En
yakın bildikleri dahi, onu ölüme uğurlamak için gelmişlerdir. Kimse onun yerine
ölememektedir. Hayat boyu
sınavlara kendi girmiştir. Kaygıyı kendi yaşamıştır. Başarısızlıkları kendi hissetmiştir. Hüsranları, hayal
kırıklıkları ve acziyeti sadece kendisine aittir. Öyle duyguları vardır ki kendisine dahi
itiraf edememektedir. Bu kadar yalnız ve çaresizdir. Gerçeğin bu tarafını
görmektense düşünmeden, idrak etmeden, farkında olmadan birçok insanla iletişim
içine girip zamanı alelacele doldurmuş, telaşı ön plana çıkarmıştır, insanoğlu
kendi kendini böyle kandırmakta ve çılgınca dostluklar ve arkadaşlıklar kurmaya
gayret etmektedir. Ancak hayatta yalnız olduğuna dair yalın gerçek çoğu yerde
yüzüne tokat gibi vurmaktadır.
Yukarda bahsetmiş olduğumuz temel
sualler insanoğlunun açmazlarıdır. Varoluşçu psikoterapi anlayışına göre bu ve benzeri suallere
insanoğlunun cevap verememesi ve bu gerçeklerle karşı karşıya kalması onu
bunaltmaktadır. Bu bunaltı ve kaygı çok değişik klinik
tablolar altında karşımıza gelmektedir. Ölüm
korkularının arkasında ölüm kaygılarını bulmak, duygu durum bozukluklarında
varoluşsal bunaltıyı hissetmek mümkündür. Klinik tablolara baktığımızda, anksiyete bozukluklarında, somataform
bozukluklarda, cinsel işlev bozukluklarında, yeme bozukluklarında ve diğer
birçok klinik tabloda varoluşçu krizlerin izlerini görmek mümkündür.
Çözüm nedir?
Varoluşçu terapistlere göre kişi bu temel gerçeklerden kaçamaz.
Yalancı ve kurgulanmış bir dünya yerine gerçeği kabul eden ve ruhuna sindiren
bir oluşumu yaşamak zorundadır.
Elinde olmayan nedenlerle, kendine sorulmadan bu dünyada
her birey var olmuş, varlığa fırlatılıp atılmıştır. Bu, varoluşun başlangıç
hikâyesidir.
Bilmediğimiz bir süreçte, belirsizlik içinde, anlamsız olan
bir hayatta, yalnız başına, sorumluluğun bize ait olduğu ve ölüm gerçeğinin her
an kapımızın önünde olduğu bir gerçeği yaşamak zorundayız. Bütün bu gerçekleri
yürekten kabul eden, bunu ruhuna sindiren güçlü bir benlik yapısıyla bu
dünyadaki bilemediğimiz yolculuğumuzu var olmak için geçirebiliriz.
Hedeflerden değil süreçlerden oluşan bir anlayışı ruhumuza egemen kılabiliriz.
Bu kubbede, yaşamımızı hiç ertelemeden bir hoş seda bırakmak zorundayız.
Vücudumuz ve ruhumuz bir enstrüman gibidir. Elimizde olmadan bu enstrüman ile
beraber var olmuşuz. Yapmamız gereken şey kendimizi kandırmak değil bu
enstrümanla en güzel besteyi çıkarmaya çalışmak, kendimiz için kendi bestemizi
oluşturmaktır. Bu, yaşamı ertelemeden her an keyif veren bir varoluşun
hikâyesidir. Bu enstrümanımızı en maksimal düzeyde, en güzel dizaynda, en güzel
besteyi yorumlayacak şekilde kullanmalıyız. Süreci olabildiğince içten,
kaliteli ve özellikle yaşamı ertelemeden yapmalıyız. Bu, varoluşsal psikoterapinin
temel dinamiğidir.
Gerçeklerden kaçarak hiçbir yere varamayız. Gerçekten var
olmak istiyorsak gerçeklerle yüzleşmeli ve onlarla hesaplaşmalıyız.
Bu güce erişmiş olan bireyler hayatta var olmayı
anlamlandırmış, sorumluğunu üzerine almış, belirsizlik karşısında o anı ve
süreci yaşamış, ölümü kabullenmiş, kendi bestesini kendisi için terennüm eden
bir oluş içindedir. Bu da bireye mutlak hazzı, mutlak keyfi yaşatmaktadır. Var
olmaktan daha güzel ne vardır! [sh. 245-267]
Kaynak:
Bütüncül Psikoterapi, Tahir ÖZAKKAŞ Md., PhD.
Psikiyatrist-Psikoterapist, Litera Yayıncılık, 2011, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar