SEÇİLMİŞ YAZILAR
30 Mart 2016
Yıl
1960. Hollywood, ‘Spartaküs’ filmiyle altın yılını yaşamaktadır. Ünlü filmin en
önemli iki özelliğinden biri, 13 yıldır yasaklı olan bir senaristin adının uzun
aradan sonra ilk kez filmin künyesine konulması, diğeri de unutulmaz bir
sahnesiydi. Roma İmparatorluğu döneminde köle olan ama güçlü yapısından dolayı
gladyatör olarak yetiştirilen Spartaküs, arenada başka bir
gladyatör köleyle halkın önünde dövüşe tutuşur. Köle, Spartaküs'ü tam
öldürebilecek bir konuma gelmişken, aniden kararını değiştirir ve mızrağını, tribünlerden “Öldür,
öldür” diye bağıran seyircilere atar. Kötüyü onlarda görmüştür zira.
Senarist
neden hikâyeyi tüm film seyircilerini ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek bir
şekilde yazmıştı böyle?
Cevabını
daha sonra alacaktı Hollywood.
***
Yıl
1947. ABD 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış ama Sovyetler Birliği ile soğuk
savaşa girmiştir. Komünizm, ABD’li yöneticilerin kâbusu olmuştur. ‘En iyi komünist ölü
komünisttir’ sloganı kıvamında bir düşünce hâkimdir devlete.
Senatör McCarthy önderliğinde,
‘Amerikan
Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ Amerikan entelektüellerine karşı korkunç
bir cadı avına çıkar. Ünlü isimlerin kapıları çalınır, ‘komünist’ arkadaşlarını
ihbar etmeleri için tehdit edilirler. Albert Einstein bile sorgulanır, ona
‘sopa’ gösterilir ama o ser verip, sır vermez.
Tehdit
edilenlerden bir başkaları da, ‘Hollywood 10’lusu’ diye tanınan
senaristlerdir. Sinema endüstrisinde çalışanların haklarını korudukları, grev
yapmalarını destekledikleri için adları ‘komünist’e çıkmıştır hemen. İçlerinde
bazıları yasal olan Komünist Partisi üyesidir bile. Elebaşı ise senarist Dalton Trumbo’dur. Varlıklı ve ünlü
bir sinema endüstrisi çalışanıdır. Sorguya çekilir ama arkadaşlarını ele
vermeyi reddeder. Cadı avına sonuna kadar direnir. Lakin başta kendisi olmak
üzere tüm arkadaşları işlerini kaybeder. Zira dev MGM şirketinin Yahudi patronu
onları işten çıkarmaya direnince Yahudilik üzerinden tehdit yer ve yelkenleri
suya indirir.
Dalton
Trumbo farklı isimler altında çeşitli senaryolar yazarak geçimini sağlamaya
çalışır. Bu senaryolardan biri Oscar ödülünü kazanır ama kimse gerçeği
öğrenemez. İki yıl sonra bir başka senaryosu da aynı ödülü alınca gerçeğin
kapısı aralanır. Hollywood çalkalanır.
1959’un
bir gününde kapısını genç Kirk Douglas çalar. Spartaküs
filminin ana oyuncusu olarak ondan filmin senaryosunu tekrar yazmasını ister.
Kabul eder. Kirk Douglas tüm protesto ve tehditlere rağmen filmin senaristi
olarak Trumbo’nun adını yazdırır, filmin yapımcısını ikna ederek. Film büyük
başarı kazanır. Başkan Kennedy, filmi izler ve çok beğendiğini
söyler. Komünizm karşıtları şoktadırlar. Lakin ülkedeki komünizm paranoyasında
da sona gelinmektedir zaten.
Aynı
yıl, sonraları yüzyılın en meşhur yönetmenlerinden biri olacak Otto
Preminger, Trumbo’ya Leon Uris’in ünlü ‘Exodus’ romanının senaryosunu
yazmasını teklif eder ve cümle âleme ilan eder. Trumbo kabul eder ve bu film de
çok iyi bulunur.
Bu
arada, ülkedeki ‘komünizm tehlikesi’ nihayete ermiştir. Trumbo artık
alabildiğine özgürdür ve hak ettiği Oscar ödüllerini tüm eski, yeni paranoyak
ünlülerin önünde alır. Ondan özür dilenir…
Trumbo,
kendisini yarı yolda bırakan kimi eski arkadaşlarının da katıldığı bir
Hollywood sinemacıları gecesinde kürsüden yaptığı konuşmada,
der.
Bu zorlu sürece dayanamayıp vefat eden Yahudi senarist arkadaşı, Arlen
Hird’i gözyaşlarıyla anar ünlü konuşmasında. Lakin büyük ve onarılmaz yaralarına
karşın kimseden intikam almak istemediğini, sadece yaraların sarılması için
çalışacağını da söyler.
Böylelikle
bu sessiz kahramanın, köleye o mızrağı neden kendisini yok etmek isteyen
düşmanına saplattırmadığını da anlamış oluyorduk.
Trumbo,
onca kötülüğe rağmen ihtiyacımız olanın intikamdan öte yaraların sarılması ve
bu kötülüğün tekrarlanmaması için çalışılması olduğunu anlatmaya çalışır.
Sadece ‘kurban’a odaklanır zira.
Trumbo
on üç yıllık kurban yaşamından sonra geri kazanmış olduğu onuruyla birlikte
saygın bir hayat sürdü, senaryolar yazmaya devam etti. 1976’da vefat etti.
Geriye,
insanlığa; bedeli ağır ödenen karanlık, paranoyak ve faşizan bir
döneme ait yaralı ama onurlu bir direniş hikâyesi bırakmış oldu.
O
kadar ihtiyacımız var ki Trumbo’lara bugün dahi…
**
20 Ocak 2016
18. yüzyıl İngiliz yazarı Jonathan
Swift, ‘Kitapların Savaşı’ adlı eserinde, düşünce
dünyasında asırlar boyunca tartışılan ‘tek seslilik/ çok seslilik’mücadelesine atfen
hayvanlar âleminden ilginç bir analoji kurar.
Örümceği tek seslilikle örtüştüren Swift, bu küçük canlının
tamamen kendisinin salgıladığı madde sayesinde ağını oluşturduğuna ve bunu
yaparken kimseden yardım almadan hayatını idame ettiğini hatırlatır okuyucuya.
Bu karakterin karşıtı olarak arıların çalışma şeklini dile
getirir, Swift. Arıların doğada buldukları ve işlerine yarayacak her türlü
çiçek ve bitkilerin nektarını yutarak, bunu bala dönüştürdükleri gerçeğinden
yola çıkarak bu faaliyeti de çok sesliliğe örnek bir doğa olayı olarak verir
okurlarına. Diğer bir deyişle, örümcek, kozasını kendi gücü ile ve kimsenin
yardımı, ‘fikri’ olmaksızın örerken arı ise faydalı bulduğu her ürünün
nektarını, ‘fikrini’ alarak balı üretir.
Çok
sesliliğin günümüzde tek sesliliğe açık ara tercih edilmesi gereken norm olduğu
biliniyor. Örneğin, homo sapienslerin diğer insan türlerine göre çok daha ileri
bir uygarlık kurmuş olmasının kendi içindeki işbirliği modeli sayesinde
olduğunu anlatır bize evrim teorisi. Aynı şekilde bugün insan beyninin güçlü
olması, diğer benzerleriyle sürekli iletişimde olması ile açıklanıyor bilim
dünyasında.
Pedagojiye
göre çocuklar, tecrübelerini birbirlerine aktardıkları oranda dünyevi
meselelerin nedenlerini daha iyi anlayabiliyorlar. Keza, fabrikalarda
yöneticiler ve işçiler yaptıkları ortak toplantılar ve beyin fırtınası
seansları sayesinde yeni ve yenilikçi fikirler yaratabiliyorlar.
Buna
karşın, insan karakterinin en önemli yapıtaşı olan ego’nun diğer egolarla
çarpışması durumundaysa çok sesliliğin bazen kaotik ve içinden çıkılmaz olumsuz
sonuçlar doğurduğunu da biliyoruz mutlaka.
René
Descartes ve Friedrich Nietzsche gibi
düşünürler münzevi ortamda ve sükûnet içindeki bir yalnızlıkta düşünmenin ve
teori geliştirmenin insanın kendisine ve topluma yararı olduğuna iddia
ederken Socrates ve Hannah Arendt gibi düşünürler
ise tersine diyalogcu yaklaşımı benimseyip ‘öteki’ ile sürekli iletişimde
olunduğu sürece doğruya ulaşılabileceğini savlarlar.
Bu
teoriler siyaset ve yönetim sistemleri düzeyinde incelendiğinde ise, çok
sesliliğin post modern toplumların olmazsa olmazı olduğu görülüyor.
Tek
sesliliğin ise zamanla toplumları nasıl da felakete götürdüğünü yazıyor tarih
zaten. Çok sesliliğin ise genelde toplumları siyaset bilimi bağlamında ileriye
taşıdığıysa başka bir tarihi gerçek.
Türkiye,
1948’den beri siyasette çok partili sisteme, yani çok sesliliğe geçmiş bir
ülke. Lakin bu çoğulculuğun genelde daha çok sandık demokrasisi anlamında
karşılığını bulduğu görülürken çok sesliliğin olmazsa olmazı olan farklı,
aykırı hatta saçma fikirlere pek de fazla açık olmadığı bir ülke görünümünden
bir türlü çıkamamakta.
Yerleşik
düşüncelere karşı çıkanlara veya onlara karşı alternatif fikir üretenleri
kıyasıya eleştirmek, hatta onlara hain damgası vurmak, Osmanlı’dan beri
süregelen ve değişmemekte ısrar eden tek sesliliğin sesi olarak hala uygulanan
bir pratik maalesef. Oysaki sorunlu, eksik hatta saçma dahi olsalar farklı
fikirlerden yola çıkarak yeni ufuklara dalmak, yerleşik düşünceleri ve
uygulamalarını çağın ve ‘yeni’ insanın ihtiyaçları doğrultusunda yenilemek pek
de mümkün. Diyalektik yasası da bunu söyler zaten.
Çok
seslilik adına; ölümü, terörü ve öldürmeyi yüceltmeyen, ötekiye ırkçılık ve
ayırımcılık yapmayan ve nefret söylemine itibar etmeyen her türlü farklı ve
ayrıksı düşünceleri mutlaka dinlemek gerek. Tarih zaten doğal seleksiyon
sayesinde ‘yanlış’ fikirleri çöp tenekesine atacaktır.
İktidarda
olsun, muhalefette olsun, siyasette tek sesliliğin ülke sorunlarına çözüm
getirmekte pek faydası olmadığını görüyoruz bugün dünyanın neresinde olursak
olalım.
Bu
nedenle, çok seslilik bizim yegâne hedefimiz olmalı.
Tek
sesliliğe karşı ise mücadele yolları arayışında olmalıyız.
Zira Hannah
Arendt’in dediği gibi, “İnsanlık, tekil
bireylerin çokluğundan ibarettir.”
**
Sigmund Freud’ün o ünlü
sözü hep aklımda:
“Barış dönemleri,
aslında iki savaş arası dinlenme dönemleridir…”
**
29 Mart 2012
Geçen
ay çok kısa bir ziyaret için İstanbul’a gittiğimde kız kardeşim Nazlı elime bir
kitap sıkıştırıverdi. Tavsiye veya hediye kitapları okumaktan sıkılan birisi
olarak pek dikkatimi vermedim ancak yazarını merak ediyordum. Uzun bir süredir
kendimi ait hissettiğim, hahamları, gabaylar, hazan ve Yahidlerini yakından tanıdığım
bir Etz Ahayim’li olarak yazık ki methini duyduğum Rav Mendy Chitrik’i dinlemek
fırsatını hiç bulamadım. Sürekli kendisi hakkında duyumlar alıyor ancak bir
türlü ortak bir çatı altında buluşmak nasip olmuyordu. Gözlem Yayınları’ndan
çıkan ‘On Yıldır Türkçe Konuşuyorum’ kitabı sayesinde Türkiye’de
bulunduğu süre içinde verdiği konuşmalardan alıntılarla haşır neşir oldum.
Kitabı
Roş Aşana, Yom Kipur, Evlilik, Ebedi Yaşam gibi pek çok başlık altında toplayan
Chitrik bizlere Yahudilik hakkında gerek tarih gerek anane gerekse mizahla
önemli bilgiler aktarıyor. Okuması çok keyifli olan bu kitabı dört düzine torun
ve sayısız büyük torun görmüş olan Zeide, dedesine adarken sürekli ihtiyaç
sahiplerine yardım eli uzatmanın ve yaşadığımız dünyayı daha yaşanır hale
getirmenin önemini vurguluyor. “İhtiyaç anında karşındaki kişinin bizim gibi olup
olmadığına veya onu sevip sevmediğine bakma,” diyor kitabında.
“Bir
Yahudi’ye ‘Sen Yahudi misin?’diye sorun, bir nutuk dinlemeye başlarsınız” diye devam ediyor.
Soruyu soran kişiye göre tepki gösterdiğimiz kesindir. Varoluşumuzla yok olmak
istediğimiz arasında bocalayan bir ırk olarak kitapta Morganbesser’e bir
gönderme yapıyor. “Incognito ergo sum”.
Bir
uçak yolculuğu esnasında tefilin takmanın zorluğunu yaşayan birisi olarak
Chitrik’ten yorumlarını okumak ayrı bir keyif verdi. Tuhaf bakışların altında
yatan, “Tansiyon ölçmenin Yahudi bir yolu olmalı” deyişine epeyce
güldüm. Değişik bayramlar başlıkları altında mizah yönü güçlü konuşmalarının
yanında gözlerimden yaşlar akarak okuduğum bir sürü de farklı hikâye vardı.
Din
ile alakalı konuşmalarında, “Yahudilik bir moda değildir o yüzden demode
olmayacaktır,” diye de vurguluyor. Bunun yanında da Tanrı’ya giden yolun
dolaysız olduğuna değiniyor ve Dostoyevsky’den bir alıntıyla, “ Eğer Tanrı yoksa her
şey mubahtır,”diyerek devam ediyor.
“Doğamız
gereği her birimiz eksik ve kusurlu olduğumuz için ancak birlikte olduğumuzda
bir bütünlük hissi elde edebiliriz,” diyor Rav Chitrik.
Hatırlamak
ve uygulamaktan sık sık söz ederken entegrasyon ve asimilasyona da yer veriyor.
Entegre olduğunuzda kendi öz kimliğinizi muhafaza edersiniz; asimile
olduğunuzdaysa bunu kaybedersiniz. “Çevrenizdeki ortama kendinizi
kaybedercesine katılırsanız, kendinize has katkılarınızı topluma artık yapamaz
hale gelirsiniz.”
Chitrik,
“ Ben tüm insanların eşit yaratıldıklarına inanırım. Benden farklı olanlara
tolerans değil saygı gösteririm,” diyor. Hayatla ilgili felsefesine
değinirken, “Hayat önünüze bir daha yaşanamayacak anlar çıkartır ve en büyük
trajedi onları görmemeniz veya daha kötüsü görmezden gelmenizdir,” diye
ekliyor.
İyilik
yap ve bunu sürekli hale getir mesajlarının yer aldığı kitapta “Şelah
lameha al pene Amayim” diyor. Ekmeğini sulara fırlat,
birkaç gün sonra onu tekrardan bulacaksın.Yaptığınız iyilikler
illa size geriye dönecektir. Bu iyiliğin kendi doğasıdır. Sonra devam ediyor: “
Hayatınızda melekler olsun istiyorsanız şayet siz bir başkasının hayatındaki
melek olun.”
Hayatımızda
sorunlar elbet vardır ancak sorunların farkına varmak dahi bunun çözümünün
yarısıdır diyor ilerleyen sayfalarda… Dünyanın pek çok farklı ülkesinde değişik
şartlarda yaşayan, çeşitli yaş guruplarından Yahudilerle olan deneyimlerine yer
veren Chitrik her sayfasında ayrı bir keyif yaşatıyor okuyucuya. Birlik ve
beraberlik mesajının tekrar ettiği kitapta “Hoşgörü olmayan yerde
yalnızca teslimiyet ve boyunduruk olur,”yorumunu yapıyor.
Ardından evlilikteki en
önemli üç kelimenin “Seni çok seviyorum” olmadığını “Ben hata yaptım” olduğunu yazıyor.
Kitapta
yer alan kısa esprilerden en iyisi, bir mohele (sünnetçiye) “Bugün lütfen
kısa keser misiniz?” denmeyeceğiydi.
Başımız
sıkıştığında Rav Chitirk’e gidip de “Sen Tanrı’ya çok yakın bir insansın, bu işi benim için
hallet” demeyin lütfen çünkü alacağınız cevap bir fıkrasında
gizli. “Ben üst yönetimden değilim, sadece satış bölümünde çalışıyorum” diyebilir.
Hazak Baruh Rav Chitrik, seni on sene boyunca dinlemiş kadar oldum.
Pazar günü İzmir’de yaz
günlerini aratmayan bol güneşli bir gün vardı. Kordon’da uzun uzun yürüdük.
Herkes kendini sokaklara atmıştı sanki. İstem dışı insanları gözlemledim. Güzel
güneşli bir günde sevdikleri ile birlikte olmalarına rağmen çok az insanın yüzü
gülüyordu. Bir büyüğümüzün rahatsızlığı nedeni ile biz de öyleydik ama ya şu
gençler? Onlar neden böyleydi?
Eve
döndüğümde bir araştırmam için nette sörf yaparken bir öyküye rastladım. Loren
Siebold isimli biri yazmış. Keşke sokaktaki o mutsuz insanlara da
okutabilseydim diye düşündüm. Kadın, erkek, genç, yaşlı kendimizi öyküdeki
delikanlının yerine koyarak okursak, birçok çıkarım yapabileceğimiz bu öyküyü
sizlerle paylaşmak istedim.
Bir
zamanlar şehrin büyüleyici manzarasına hâkim bir evde genç bir delikanlı
yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği sever,
yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün
Tanrı’ya “Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum” demiş.
“Nelermiş
bakalım bunlar?” diye sormuş Tanrı…
Delikanlı
sıralamaya başlamış.
“Büyük
bir evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapısında iki St.
Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun boylu, güzel ve
müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve
tatlı tatlı şarkılar söyleyen... Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla
futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki
senatör, üçüncüsü, milli santrfor olsun. Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara
yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir
Ferrari kullanayım, yollarda...”
“Ne
güzel bir hayaller bunlar” demiş Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim...”
Aradan
zaman geçmiş. Delikanlı bir gün futbol oynarken ayağını incitmiş.
Dağlara, ağaçlara tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş
tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket
kurmuş. Güzel ve müşfik bir kızla evlenmiş. Ama boyu uzun değil, kısaymış.
Saçları siyahmış ama gözleri mavi değil ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı
söyleyemezmiş ama harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri
yaparmış. Delikanlı işi dolayısı ile kent dışında bir villada değil, kentte bir
apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası
yine de harikaymış. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde
bembeyaz tüylü harika bir kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli
sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da babalarını çok
severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara
giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş bazen. En küçükleri hariç tabii. O
gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para
kazanmış ama bir Ferrari’si olmamış.
Bir
sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş...
“Ben” demiş “hiç
mutlu değilim...”
“Neden?” demiş
arkadaşı...
“Çocukken
siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla
evlenmek isterdim. Oysa karım kısa boylu, ela gözlü, gitar da çalamıyor.”
“Karın çok güzel” demiş arkadaşı... “Harika resimler yapıyor, enfes
yemekler pişiriyor üstelik.” Adam dinlememiş bile onu...
Bir
gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye dökmüş
içini... “Neden?” demiş karısı...
“Çünkü
büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47’nci katta bir
apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard’ın yaşayacağı bir bahçem olsun
isterdim, hani nerede?” “Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz”demiş
karısı... “Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Gülüyor, eğleniyor,
birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini
yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var…” Adam dinlemiyormuş bile...
Ruh
doktoruna koşmuş bir gün... “Ben mutlu değilim” diye... “Niye?” demiş
doktor...
“Çünkü
ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları
kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var
şimdi…” “Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat
kurtarıyor” demiş doktor... Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 dolar
vizite ücreti yazıp yollamış.
Bir
gün muhasebecisine “Ben çok mutsuzum” demiş... “Neden?” demiş
muhasebecisi...
“Bir
Ferrari’m olsun isterdim hep ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile
gidip geliyorum. Bir yığın da sorunum var.” “İyi giyiniyor, en iyi restoranlara
gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı, Amerika’yı gezdin” demiş muhasebeci. Ama adam
dinlemiyormuş bile... Muhasebeci adama 100 dolar danışma ücreti fatura
edip yollamış. Onun da hayalinde bir Ferrari varmış çünkü.
Adam,
rahibe “Çok mutsuzum” demiş. “Neden” diye sormuş rahip...
“Üç
oğlum olsun isterdim hep. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu! Oysa
üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.” “Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın
var” demiş rahip... “Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri
hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası.” Ama adam yine
dinlemiyormuş...
Öyle
mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bembeyaz bir hastane odasında, etrafı beyaz
giyinmiş hemşirelerle dolu, yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller, hastaneye kendi
sattığı kalp cihazına bağlıymış ve kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş.
Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibi yatağının başına
toplanmışlar, onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebecisi
imiş.
Bir
gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız
kaldığında “Tanrım” demiş... “Hatırlar mısın, çocukken sana
yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.”
“Hatırladım” demiş
Tanrı... “Güzel hayallerdi.”
“Peki,
niye onların hiçbirini vermedin bana?” diye sormuş.
“Verebilirdim!” demiş
Tanrı. “Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim.
Bak neler verdim sana... Bir güzel, sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak
güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden
biriydi bu.”
“Evet,
ama” demiş adam... “bana benim istediklerimi vereceksin sanmıştım.”
“Ben
de senin bana gerçekten çok istediğim bir şeyi vereceğini sanmıştım” demiş
Tanrı...
“Sen
ne istedin ki?” diye sormuş adam hayretle.
“Sana
verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.” demiş Tanrı...
Adam
karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar
vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke bunu hayal etseydim” dediği
bir hayal...
Bu
defaki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.
Adam
kısa zamanda iyileşmiş. 47’nci kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızlarının
şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında
mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... Geceleri de okyanusa yansıyan kentin
ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...
***
Sınır
tanımadan büyük düşünmek, hayal gücünü sonuna kadar zorlamak...
Ama
elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilebilmek...
Tanrı’nın
insanoğluna verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı...
İsterseniz
bir bakın bakalım! Tanrı size neler vermiş!
**
27 Kasım 2013
İlişkilerimizi
şekillendiren, renk veren, derinlik ve anlam kazandıran en önemli etken
duygularımızdır. Sevgilerimizi, aşklarımızı, üzüntülerimizi, sevinç ya da
kızgınlıklarımızı benliğimizde istem dışı gelişen bu duygular oluştururlar.
Bunları kontrol etmek aslında oldukça güçtür. Çoğu zaman özel bir çaba ve
deneyim gerektirirler.
İki
yaşındaki bir çocuğun, elinden oyuncağını zorla çekiştirerek alan bir yaşıtına
öfkelenerek ona vurması ve çığlıklar atarak ağlaması buna bir örnek olabilir. Ergenlik
çağındaki bir genç kızla delikanlının tanışmaları ve birbirlerinden
hoşlanmaları sonrasında, romantik bir ortamda müzik dinlerken kendiliğinden
gelişen o ilk sarılma ya da öpücük, aralarında oluşacak duygu fırtınasının ilk
belirtileridir. Sevdiğiniz birinin seyahate çıkmasından dönüşüne kadar onun
için duyduğunuz merak, hissettiğiniz o derin özlem bu duyguların ürünleridir.
Bir mağazanın vitrininde gördüğünüz bir giysiyi, bir objeyi, zihninizde hemen
sevdiğinizle özdeşleştirerek ona bunu alma isteğiniz de öyle!
Ondan
ayrı olduğunuz zamanlarda sürekli onu düşünmeniz, onun için kaygılanmanız,
kendiniz için isteyebileceklerinizden çok daha fazlasını onun için istemeniz,
ona duyduğunuz dayanılmaz özlem, sarıldığınızda tüm bedeninize dalga dalga
yayılanlar, birlikte olduğunuzda duyduğunuz o tarifsiz doyum işte bu
duygulardır.
Bunları hepimiz sık
sık yaşarız… Ama onları ifade edebilmeyi ne yazık ki çoğu zaman beceremeyiz.
Duygularımızı yüklenebilecek kelimeleri bulamadığımız için cümleleri kuramaz,
kurduğumuz cümlelerin ise yetersiz kaldıklarını, duygularımıza ihanet
ettiklerini görürüz. Dünyada en çok
kullanılan “Seni çok seviyorum” kelime üçlüsünü günde 100 kez
kullansanız, 101.’sinde duygularınıza hizmet etmediklerini görür, kullanmaktan
vazgeçersiniz.
Duygular
derinliğini arttırınca sözler yerine bir bakışın, kelimeler yerine bir el
tutuşun, sözlü ifadeler yerine yüreğinizden taşan bir hareketin ne denli daha
anlamlı olduğunu fark edersiniz. Ve o yalnızca ikiniz arasındadır. Yeter ki
karşınızdaki sizinle aynı derinlik seviyesinde bunları algılayabilsin…
Uzun
zaman önce okuduğum ve belleğimde yer eden “UN NUDO EN LA SABANA” başlıklı
İspanyolca bir öyküyü anımsadım.
Bir
okulun veli toplantısında okul yöneticisi, babaların çocuklarına vermeleri
gereken destek ve ilginin öneminden bahsetmekteymiş. Babaların çocuklarına
mümkün olan en fazla zamanı ayırarak çocuklarının yanında olmalarını
öğütlüyormuş. Babaların büyük bir çoğunluğunun zor şartlarda çalışanlar
olduğunu bilmesine rağmen, çocuklarını anlamaları ve yakın ilişki kurmaları
için onlara zaman ayırmaları gerektiğini söylüyormuş.
Tam
bu sırada, veliler arasından yüz ifadesi oldukça üzgün bir baba ayağa kalkarak
söz istemiş. Çalışma saatleri nedeni ile oğluna hafta arası günlerde hiç zaman
ayıramadığını, onunla görüşüp konuşma fırsatı bulamadığını anlatmış. İşyerine
zamanında yetişebilmek için sabah çok erken henüz oğlu uyurken evden çıkıyor ve
akşamları o yatıp uyuduktan sonra evine dönebiliyormuş. Ailesini
geçindirebilmek, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için başka çaresi
yokmuş. Çocuğunu görememek, konuşamamak onu da çok üzüyormuş. Her akşam eve
geldiğinde, elini yüzünü yıkadıktan sonra usulca oğlunun yatak odasına gidiyor,
o uyurken onu öpüp kokluyor ve odadan çıkmadan önce çarşafının bir köşesine bir
düğüm atıyormuş. Bunu her gece hiç bıkmadan tekrarlıyormuş.
Oğlu
sabah uyanıp düğümü gördüğünde, babasının gece yanına geldiğini, kendisini öpüp
kokladığını ve o düğümle kendisini çok sevdiğini iletmekte olduğunu anlıyormuş.
Bu düğüm baba ile oğul arasında her gün tekrarlanan bir iletişim aracı haline
gelmiş.
Yönetici,
babanın ağzından duyduğu oğlu ile arasında yaşanmakta olan bu sıradışı
ilişkiden çok etkilenmiş. Hele bu babanın çocuğunun okulun en parlak
öğrencilerinden birisi olduğunu öğrenmek onu oldukça şaşırtmış.
Bu
öykü bize, yanlarında olmasak bile sevdiklerimizle iletişim kurabilmenin,
onlara duygularımızı aktarabilme yollarının ne denli farklı ve çeşitli
olabileceğini göstermekte. Fiziksel olarak onun yanlarında olmamamıza rağmen,
ruhen ne denli yakınlarında hatta içlerinde olabileceğimizin örneğini vermekte.
Bu
baba bunun basit ama çok etkili bir yolunu bulmuştu. Ve daha önemlisi bu küçük
çocuk, babasının attığı basit bir düğümden, babasının kendisine sözlerle
söyleyebileceklerinden çok daha fazlasını algılayabilmekteydi.
Bazen
söyleyeceğimiz cümleleri o kadar çok düşünürüz ki, aslında onların duygularımız
aracılığı ile oluşup karşımızdakine o şekli ile ulaşmaları gerektiğini unuturuz.
Basit bir öpücük veya çarşafın bir köşesine atılan bir düğüm gibi küçücük
jestlerin, birçok sevgi cümlesinden, birçok özürden, birçok hediyeden çok daha
değerli, çok daha anlamlı olduğunu gözden kaçırırız. Sonra da ortalıkta
duyguları tamamen yitirmiş anlamsız cümleciklerin başıboş uçuştuklarını ve
kulaklarımızı tırmaladıklarını fark ederiz.
Sevdiklerimiz
için kaygılanmak tabii ki çok anlamlıdır. Ancak önemli olan bu kaygılarınızın
onlar tarafından algılanması ve duyumsanmasıdır…
Duygu
iletişiminin oluşabilmesi için karşınızdaki insanın kalbinizin dilini anlaması,
onun sessiz sesini kelimelerden çok daha güçlü duyabiliyor olması
gerekir.
İşte
bu nedenledir ki sevgi yüklü bir öpücük bazen baş ağrınızı dindirebilir,
boynunuzdaki adale ağrısını giderebilir ya da karanlık korkunuzu tamamı ile yok
edebilir.
İnsanlar
çoğunlukla sevgi ifade eden cümleleri yeterince algılayamazlar. Fakat sevgiyi
kendilerine taşıyan basit bir jesti yüreklerinde hissederler.
O
jest basit bir düğüm olsa bile…
Sevgi,
aşk, özlem dolu bir düğüm…
**
“Ne
gördün?” Adam her defasında “Dünya güzeli denizkızları
gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı.” dermiş.
Haldun
Taner, öyküdeki adamın insanı anlam arayışına sürükleyen cevabını şöyle
yorumlamış:
Yalnızca
hayallerimizi süslüyor bile olsalar, bize ait olan herhangi bir ‘değer’e değer
vermek, değerini bilmek, ona sahip olmanın mutluluğunu yaşamaktan defalarca
fazla ruhumuzu ve yaşamımızı besler.
Kişisel
gelişimci ve yazar Ahmet Şerif İzgören, değer vermeyi, kendimizi sevmek ile
ilintiler.
Biz
kendimize yeterli değeri vermezsek, diğer insanlardan bizim kendimize
veremediğimiz bir şeyi bize vermelerini beklememiz ütopik bir düşüncedir.
Kendimize değer vermek ise kendimizi sevmek ile ilişkili bir
duygudur. Kendimizi sevmek, kendi kendimize verebileceğimiz en yüksek değer ve
en güzel hediyedir. Kendimizi sevmek, kendimizi her halimizle kabul edip
kendimize yetebilmek, -geçici değil- kalıcı olan değerlerimizle, rol yapmadan
olduğumuz gibi yaşayabilmek demektir. Kendimizi sevmek, yaşamımızda
karşılaştığımız birçok sorunun çözümü, çektiğimiz acıların ilacı, daha da
önemlisi yaşamımızdaki değerlerin değerini bilebilmenin, dolayısı ile
değerlerimize değer verebilmenin ilk adımıdır.
Bahçemizin
bir köşesinde yılın on ayını çiçekli geçiren bir sarıpapatya düşünün... O
papatya bizimdir ama onunla yetinmez ve bir gülümüz olsun isteriz. Gözümüzü
bürüyen gülü bulmanın hırsı ile haftada yarım fincan su ile bile yetinebilen
papatyamızı bir kenarda unutur, ihmal ederiz. Gün gelir de gülü bulamayıp
papatyamıza geri dönmek istediğimizde, bir de bakarız ki değer vermediğimiz
papatyamız ya kurumuş ya da onun değerini bilen bir başkasının gülü
oluvermiştir.
Biraz
düşünürsek, hayatımızın bir köşesinde yerlerini almış birçok papatyalar fark
ederiz. Onlar hep orada öyle sessizce dururlar. Öteden beri hep oradadırlar ve
sanki hep orada olacaklardır diye düşünür, onları kanıksar, onlara hak
ettikleri değeri vermeyiz. Yozlaşan yaşamımızın yozlaşmışlığına inat, bir gün
değer verilmeyişlerine isyan edip hayatımızdan çıkıp gidebileceklerini hiç mi
hiç düşünmeyiz... Var olan düzenimizin sürekli devam edeceğini düşünürken
aniden fark ederiz ki, ne eski düzen kalmıştır ortada, ne de
değerlendiremediğimiz o güzelim değerler...
Kaybettiğimiz
değerlerin değerlerini ne yazık ki kaybettikten sonra fark ederiz. Çoğu kez
düşüncelerimizi paylaşmadığımız, söyleyeceklerimizi en başından
söyleyemediğimiz için yara alırız derinlerde bir yerlerimizden. Nedense hep
sona yaklaştığımızda korkarız bir şeylerimizi kaybetmekten. Kendi kendimizi
sorgulamaya işte o zaman başlarız… Ama artık geç kalmışızdır... ‘Son’ ya
kapıdadır ya da çook uzaklarda...
Hiçbir
şey konuya uygun bir öykü kadar derinliklerimize taşıyamaz anlatılmak
istenenleri:
Vaktiyle
ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini sınamak ister. Eline iri
bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para
verdiklerini sor, en son da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece
fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”
Mürit
elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve elindekini uzatarak “Şunu alır mısınız?” diye sorar. Bakkal
parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir;
sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür
edip çıkar.
Bir
manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş
lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider: “Buna ne verirsiniz?” diye sorar. Semerci
şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş”
dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit
şeyhinin buyurduğu gibi en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce
yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye hayretle bağırır
ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?”
Mürit
sorar: “Siz ne veriyorsunuz?”“Ne istiyorsan veririm.” der
kuyumcu.
Mürit, “Hayır veremem!..” diye taşı almak için
uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana sat.
Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit onun emanet
olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini
anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin
yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh
sorar: “Bundan ne anladın?”
Müridin
verdiği cevap çok doğrudur:
***
Kaynağını
bulamadığım ‘Değer’ isimli bir şiirden seçerek aldığım düşündürücü dizeler ile
baş başa bırakayım sizleri…
Verdiğin
değer seni değerli kılmıyorsa, sevdiklerine değil kendine kız
Çünkü değer verişin değerli kılınmak içinse,
değer verende eksik ararız
Değer
bilmeyen senin değerini geç olsa da görür
Ama o zaman geç olur...
Değer
bilmek... Değer vermek
Görünüşte kolay olsa da kimi zaman hayli zor
olur
Önemli
olan geçici değerler değil, değerli kalanlar olur
Değerin değerini belirlemek ise yalnızca değer
vermekle olur.
Değer
ya verilir ya bilinir
Ortası
yoktur, sadece değerliye değerli denilir
Bilmem ki değer verdiklerin sana değer
vermezse onlara daha ne denilir...
Değer
senden değil, değer verenden gelir
İstersen kendinden bil, değer verilmeden nasıl
değer gelir?
Bunlar
belki kulağa nahoş gelir
Ama gönülden mana-i hakikatten gelir.
Değerini
bildiğiniz değerlerinizle değerlenen günler diliyorum sizlere.
Rafael
ALGRANATİ İZMİRCE
26 Şubat 2014
26 Şubat 2014
Siz
de zaman zaman kendinizi hayatın çılgın akışına teslim olmuş gibi hisseder
misiniz? Arada bir de olsa, bir silkinme, zaman içinde üstünüze yapışan onca
‘gereksiz’lerden kurtulma, yüzünüze buz gibi soğuk suyu çarparak “kendine gel”
deme ihtiyacı hisseder misiniz? Günümüzün yoğun temposu içinde, kendi
yaşamınızın yönetimini kaybetmekte olduğunuz fark edip, “hoop ne
oluyoruz?” dediğiniz olur mu hiç?
Kendinize
bir çeki düzen vermek istediğinizde, neleri ve kimleri yaşamınızın dışında
tutmanız gerektiğini saptamaya çalışırken içinizden geleni, gerçekten içinizden
geldiği gibi uygulamayı becerebilir misiniz? Yoksa sevgiler, dostluklar,
tutkular, sosyal yaşamın gerekleri, zorunluluklar derken, ufak tefek birkaç
temizliğin dışında yine başa dönmüş hisseder misiniz kendinizi?
Örneğin;
ortada hiçbir neden yokken, yalnızca içinizden geldiği için, gidip sevdiğinize
bir hediye almak ve yüreğinizden taşan en sıcak duyguları da paketin içine
özenle yerleştirip damdan düşer gibi sunmak varken, yaş günü geliyor diye almak
zorunluluğunda olmanın farkını algılayabilir misiniz? Belki iyi bir örnek
olmadı. Değiştireyim. Kendimi bildim bileli büyük haz duyduğum ‘yazmak’
tutkumun, “hadi bakalım Şalom’da bu hafta sıra senin, yazmalısın”a
dönüşmesinin ağırlığını duyumsayabilir misiniz? Ya da bunların ve/veya benzeri.
Aslında keyif aldığınız fakat bir şekilde göreve dönüşen zorunlulukların üst
üste binerek ruhunuzda oluşturdukları yükü?
İşte
tam o anda “hoop” demeniz ve kendiniz için bir şeyler yapmanız
gerekir. Fren pedalına hafifçe dokunup biraz yavaşlamanız, gerekiyorsa biraz
durmanız, hatta kendinize zaman ayırıp biraz temiz hava almanız mükemmel bir
seçenek olabilir. Üstünüzdeki gereksizleri silkeleyip, küfenizdeki çürükleri de
ayıkladıktan sonra, dinlenmiş ve hafiflemiş olarak bir sonraki durağa kadar tekrar
yola koyulmak gerekir diye düşünüyorum.
Tanrım
beni yavaşlat!
Aklımı
sakinleştirerek, kalbimi dinlendir.
Zamanın
sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele.
Günün
karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.
Sinirlerim
ve kaslarımdaki gerginliği, belleğime yaşayan akarsuların melodisiyle yıka,
götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü
duymama yardımcı ol.
Anlık
zevkleri yaşayabilme sanatını öğret.
Bir
çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek veya kedi okşayabilmek için
durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi,
hülyalara dalabilmeyi öğret.
Her
gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat.
Hatırlat
ki, yarışı her zaman koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha
önemli şeyler olduğunu bileyim.
Heybetli
meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp
göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve sağlıklı büyümesine
bağlıdır.
Beni
yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru
göndermeme yardım et.
Yardım
et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak
yükseleyim.
Ve
hepsinden önemlisi
Tanrım,
bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim
şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni
aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.
Bu
dua bana biraz günümüze uyarlanmış gibi geliyor, ama olsun! İçimiz rahatlasın!
Demek ki 4000 sene evvelki atalarımız da aynı sorunları yaşıyorlarmış.
Yukarıda
da söylediğim gibi, arada bir kendimize zaman ayırarak dinlenmek,
gereksizlerden arınmak, hemen sonrasında da yepyeni bir denge yaşamımızı tekrar
doldurup, her şeye rağmen yine de hızlanarak günlerimizi dolu dolu yaşamak,
kendi hesabıma ve ‘şimdilik’ kaydı ile en mantıklı yol gibi duruyor
önümde…
Sanıyorum
pes etmeyip ‘sebat’ etmemiz gerekiyor başarıya ulaşabilmek, arkamızda
bir iz bırakabilmek için!‘Sabır’ etmeyi de öğrenmemiz gerekiyor özümüzü
eğitmek için! Her zaman da ‘umut’ etmeyi sürdürmemiz
gerekiyor ‘sabır, sebat’ ikilisinin üstesinden gelebilmek için.
Gelelim
öykümüze!
Bir
gezgin sırtında çıkını ile seyahat ederken, bir mısır tarlasının kenarında
taşın üstüne çömelmiş, hüzünlü bir ifade ile tarlasına bakan yaşlı bir kadına
rastlamış. Soluklanmak ve yaşlı kadın ile biraz sohbet edip biraz gülümsetmek
için gidip yanı başına oturmuş.
Yaşlı
kadın sohbetin bir yerinde gezginden oğullarına göndermek üzere bir mektup
yazmasını istemiş. Gezgin memnuniyetle kabul etmiş. Yaşlı kadının
söylediklerini kaleme alırken, kadının cümleleri gezgini büyülemiş. Hayata
bakışında adeta yepyeni bir pencere açılmış. O kadar etkilenmiş ki yaşlı
kadından bu mektuptan bir kopya alıp alamayacağını sormuş. Yaşlı kadın,
tarlasını baştan sona kadar kazması karşılığında gezginin mektuptan bir kopya
almasını kabul etmiş.
Gezgin
bir hafta boyunca kadının tarlasını kazmış. İşi bittiğinde ellerinin acısı bir
ay sürmüş. Ancak yıllar sonra bile, hayatında yaptığı tek hayırlı işin o
tarlayı kazmak olduğunu duyumsamış. Mektup kadının çocuklarının dışında
milyonlarca insana ulaşmış. Taşıdığı anlam ve içerdiği evrensel öğütler
sayesinde bugün hala ulaşmaya devam ediyormuş.
**
27 Mayıs 2015
Yurt dışında bir sahil kasabasında yaşlı bir
karı kocanın işlettiği küçücük bir dükkân.
Her
sabah saat 10’da açıp, öğlen 13.00 gibi kapatırlar. Bir kafe. Müşterilerine
sundukları 3-4 çeşit kahve ile sabah erkenden evde pişirdikleri ve işe gelirken
yanlarında getirdikleri üç çeşit ağızda eriyen kruasan. Masasından
sandalyesine, fincanından tabağına her şey sıradan. Adamcağız içerde kahveleri
yapıyor kadın da gülümseyen yüzü ile müşteriye servisi. Ben 15 yıldır orada
olduklarını biliyorum. Ondan öncesini bilemem. Hep ayakta bekleyeni vardır. Üç
saat boyunca dolup dolup boşalır masalar. Hem de 50’şer metre arayla açılan
diğer kahve zincirlerine rağmen!..
Bir köfteci!
40
yıldır bildiğim bir köfteci dükkânı. 40 yıl önce bir teneke barakada başladı
köfte yapmaya. İnegöl köfte. Kaşarlısı ve normali. Piyaz, cacık ve salata. Bir
de Kemalpaşa tatlısı. Yanında çalışan bir yamakla yıllarca tek başına çalıştı.
Mangalı kimseye bırakmadı. Yıllar boyunca sabahın köründe dükkânını açıp
köfteleri kendi yaptı, piyazın fasulyesini de kendisi haşladı. Hiç bozmadı
çizgisini. Sonraları bir sokak ötede bir dükkâncık satın aldı. Aynı çizgisini
devam ettirdi. Sonra yaşlanmaya başladı. Artık o kadar saat mangal başında
ayakta duramıyordu. Bir mangalcı aldı. Sonra da ikincisini. Bir de garson. Sonra
da ikincisi. Kızlarını da aldı yanına. Sihir bozuldu. Önce köfte küçüldü. Sonra
kıymanın kalitesi bozuldu. 40 yıldır haftanın en az iki günü keyifle yediğim o
köfteyi artık yiyemiyorum.
Bir eczacı çırağı!..
20
yıldır tanıyorum. Güler yüzü, bilgisi, yardımseverliği ile herkesin gönlünü
kazanmış bir delikanlı. Bugüne kadar aynı bölgede üç ayrı eczanede çalıştı,
hepsini ihya etti. Müşterileri hep onu takip etti. Eczane sahipleri ise
değerlendiremediler bu gerçeği. Önce bir kasiyer alıp hem delikanlıyı kontrolde
tutmayı hem de kendi özgürlüklerini kazanmayı yeğlediler. Sonra da diplomalı
bir eczacı. İyice kısıtladılar çocuğun çalışma alanını. Müşteriler de
etkilendi. Sonuçta kaybettiklerinde anladılar delikanlının değerini.
Küçük
bir karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlarmış.
Çok çalışır, çok üretir ve bunları keyif içinde yaparmış.
Patronu
aslan, karıncanın başında bir yönetici bile olmadan kendiliğinden bu kadar
hevesle çalışmasına çok şaşırırmış.
Bir
gün kârlılığı ve verimliliği arttırmak için aklına parlak bir fikir gelmiş.
Eğer
karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir
de başarılı bir yöneticisi olsa kim bilir neler yapardı.
Bunun
üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü,
hamamböceğini işe almış. Hamamböceği öncelikle kendine bir saat alarak işe
başlamış.
Böylece
karıncanın çalıştığı saatleri tam olarak ölçebilecekmiş. İş saatlerinde
gevşekliğe müsaade etmeyecekmiş. Elbette raporlarını düzenleyecek bir de
sekretere ihtiyacı olacakmış.
Bu
nedenle; hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de arşiv işleri için örümceği
işe almış.
Aslan,
gelişmelerden çok memnunmuş. Hamamböceğinin hazırladığı raporlar gerçekten
harikaymış. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve kârlılığı analiz eden renkli
grafikler de hazırlamasını istemiş. Böylece bu raporları ortaklarına sunum
yaparken kullanacakmış.
Hamamböceği,
bu raporları üretebilmek için yeni bir bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duymuş.
Artık
artan ekipmanlar için de bir bilgi işlem departmanı oluşturmanın zamanı
gelmişti. Bu işleri idare etmek için de sineği işe almış.
Bir
zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan karınca bu yeni toplantı düzeninden ve
evrak işlerinden çok yılmış. Zamanının büyük bir kısmı sorulan soruları
cevaplamak, formları doldurmak ve evrak işleri yapmakla geçiyormuş.
Aslan,
karıncanın bölümünün giderek büyümesinden çok memnunmuş. Bölümü daha da
büyütmek üzere bir üst yöneticiye ihtiyaç olduğunu düşünmüş ve bölüm başkanı
olarak başarıları ile ünlü ağustosböceğini işe almış.
Kendi
rahatına ve keyfine düşkün ağustosböceğinin ilk icraatı ofisi rahat edebileceği
yeni mobilyalarla döşemek olmuş.
Tabii
ki kendisinin de yeni bir bilgisayara, bütçe kontrol ve stratejik verimlilik
planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya ihtiyacı varmış. Bunun üzerine
eski işyerindeki yardımcısını işe almış.
Karıncanın
çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği, neşesiz ve mutsuz bir mekâna
dönüşmüş. Ağustosböceği, patronu aslanı ortamın ruh halini
değiştirecek bir çalışma yapılması gerektiğine ikna etmiş.
Bunun
üzerine, karıncanın bölümünde olup bitenleri gözden geçiren aslan, üretimin ve
kârlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü fark etmiş. Hemen, son derece
itibarlı ve iyi tanınmış bir danışman olan baykuşu sorunu çözmesi için işe
almış.
Baykuş,
karıncanın departmanında üç ay geçirmiş. Bu hummalı çalışmanın ardından
ciltlerce bir rapor yazmış. Raporun sonucu şuymuş: “Departmanda aşırı
istihdam varmış”.
Aslan,
raporu inceledikten sonra dramatik bir karar vermiş.
Ve
elbette ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken, mutsuz ve çalışma
isteğini kaybetmiş olan karıncayı işten çıkarmış.
Arife
tarif ne gerek?
***
Bir
zamanlar ilk defa okula başlayan minik bir çocuk varmış. Birinci gün annesinin
elinden tutarak heyecanla okuluna gitmiş. Kendisi ne kadar minikse okul bir o
kadar büyükmüş. Kalabalık ve gürültüden ürken çocuk, annesinin ana giriş
kapısının hemen karşısındaki sınıfını göstermesi ile biraz rahatlamış. Birkaç
da arkadaş edinince okulunu çok sevmiş.
Bir
sabah sınıf öğretmeni bugün resim dersimiz var demiş. Resim yapmayı çok seven
çocuk buna sevinmiş. Evinde aslanlar, kaplanlar, inekler, trenler, gemiler
çizer ve boyarmış. Hemen boyalarını çıkarıp çizmeye başlamış.
Ama
öğretmeni, bekleyin henüz başlamıyoruz diyerek tüm öğrencilerin hazırlanmasını
beklemiş. Herkesin hazır olduğundan emin olduktan sonra şimdi çiçek resimleri
çizeceğiz demiş. Çocuk evinde sık sık çiçek resimleri yaptığı için buna da çok
sevinmiş ve hemen boyalarını alarak kendi renkleri ile bir çiçek resmi çizmeye
başlamış.
Ama
öğretmen yine durdurmuş. Bekleyin demiş. Önce size nasıl çizeceğinizi ve ne
renkler kullanacağınızı anlatayım. Eline boyaları alıp yeşil saplı kırmızı bir
çiçek çizmiş. Çocuk bir kendi resmine bakmış bir de öğretmeninin resmine,
öğretmeninin resmini daha çok beğenmiş. Yeni bir resim kâğıdı alarak
öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeye başlamış.
Başka
bir gün sınıfa geldiğinde öğretmeni, bugün oyun hamurundan heykelcikler yapmayı
öğreneceğiz demiş. Ne güzel diye düşünmüş çocuk. Evinde hamurla heykelcikler
yapmayı çok severmiş. Yılanlar, filler, fareler, kamyon ve otomobiller
yaparmış. Hemen önündeki hamur topunu alıp yoğurmaya başlamış.
Bekleyin
demiş yine öğretmeni. Henüz başlamıyoruz. Herkesin hazır olmasını bekliyoruz.
Sonra da hepimiz birer tabak şekillendireceğiz. Ne güzel diye düşünmüş çocuk.
Tabak yapmayı çok severim diyerek hemen farklı boyutlarda tabaklar
şekillendirmeye başlamış.
Ama
öğretmeni önce beni seyredin nasıl yapılacağını öğreteyim demiş ve herkesin
görebileceği şekilde bir tabak yaparak önlerine koymuş. Çocuk önce kendi
tabağına bakmış, sonra öğretmeninkine. Kendi tabağını daha çok beğenmiş ama bir
şey söylemeden hemen öğretmeninkine benzeyen bir tabak yapamaya başlamış.
Çok
geçmeden küçük çocuk fikir üretmeyi bir kenara bırakıp, öğretmeni ile aynı
şeyleri yapabilmek için, önce bekleyip öğretmenini izlemeyi ve ona uyum
sağlamayı öğrenmiş
Bir
gün ailesi başka bir semtte yeni bir eve taşınmış. Tabii çocuğun da okulu
değişmiş. Sınıfın ilk gününde, öğretmen bu derste resim yapacağız demiş. Ne
kadar güzel demiş çocuk. Öğretmeni ne çizileceğini söyleyecek ve nasıl bir
örnek gösterecek diye beklemeye başlamış. Ama öğretmen bir şey söylemeden
sıralar arasında dolaşmaya başlamış. Küçük çocuğun yanına geldiğinde resmine
başlamak istemiyor musun diye sormuş.
Evet
demiş çocuk, çok istiyorum ama ne çizeceğimizi söylemediniz.
Sen
çizesiye kadar ne çizeceğini ben de bilemem ki demiş öğretmeni. .Peki, nasıl
yapmalıyım diye sormuş çocuk.
Hepimiz
aynı resmi yaparsak ve aynı renkleri kullanırsak, kimin kim olduğunu ve
hangisini kimin yaptığını nasıl öğrenebiliriz diye cevap vermiş öğretmeni.
Kararsızlıkla
“bilemiyorum…” diye mırıldanmış çocuk…
Ve
eline boya kalemlerini alıp, yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeye başlamış.
***
Hepinize
sağlık, barış ve huzur dolu rengârenk bir yıl diliyorum…
**
Yaşımız ilerledikçe,
yaşamımızdaki tüm değerler de bizlerle birlikte yaşlanır. Yedi yaşında çocuksu
içgüdülerle kurduğumuz bir arkadaşlık, bir bakarız ki 60 yıllık bir dostluğa
dönüşmüştür.
60
yılı öyle kolayca anlatamazsınız. Zihninizin her kıvrımında bölük pörçük saklı
olanları anımsamak, gizlendikleri yerlerden çıkarmak gerekir. Boş bir film
şeridine kareleri teker teker oturtmaya çalışırız. 20’li yaşlarda yaşananlar
ile 30’larımızda yaşananlar ne kadar da farklı... 40’lar 50’ler derken paha
biçilmez bir film oluşturabilecek enstantaneler gitgide hızlanan bir süratle
geçip gitmeye başlarlar belleğinizden. Yıllarca yan yana, üstü üste durmaktan
her birine bir diğeri yapışmıştır, diğerine de bir diğeri. Birini ayırayım
derken diğerini kaçırırsınız. Tutamaz, sıraya sokamaz, durduramazsınız!
Başaramayacağınızı görür, bırakırsınız… Birbirleri ardına saklana saklana akışa
geçerler. Belleğinizin kıvrımlarından, yüreğinize. İçinize dolarlar... Bazen de
taşıyamaz, sığdıramazsınız, taşarlar... Binlercesinin bir tek gözyaşı damlasına
sığışıp yanaklarınızdan akıp gittiklerini görür, fakat belleğinizden
silinmediklerini, yerlerinde durduklarını son nefesinize kadar da orada
duracaklarını fark edersiniz.
Geçenlerde
bir dostum çok sevdiği eşi için bir özdeyiş kopyalamıştı sanal âlemdeki
sayfasına.
Ne
seni unutacak kadar zaman geçecek, / Ne de geçen zaman seni unutmaya yetecek…
Güneşin
hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların sarmaladığı bulutlu bir köyde
yaşarmış Elma Ağacı. Yemyeşil dallarının arasından göz kırparmış elmaları. Boyu
pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de
mutluymuş Elma Ağacı, kökleri sımsıkı sarılırmış toprağa.
Sessiz
bir Kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında. İncecik gövdesi ile boynu bükük
görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri.
Bizim Elma Ağacı bu sessiz dostunu çok severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler
diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu işaret edermiş insanlara, kızarmış
gövdesini büken rüzgâra.
İki
dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar uzun yıllar boyunca. Kuşburnu
hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak istermiş, kaçmak istermiş bu çalı
hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun
değilmiş yaşamından.
Bir
sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim kafadarlar. En çok da Kuşburnu
hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma Ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış
toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama
bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa,
altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep dostunun üzerindeymiş, dallarıyla
saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş, karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak
gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş
toprak ellerini. Uzatmış bizim Kuşburnu’na, yüreğindeki
korkuyla. “Ölme,” demiş dostuna.“Bırakma beni!”
Kuşburnu
uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş
dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma Ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş
gölgesi her şeyi.
Lakin
Kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru bir çalı olarak ölmeyi
yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak istermiş elmanın
gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini, umursamazca
eklemiş: “Beni yalnız bırak! Sevmiyorum seni.”
Elma
anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “Sana bir tane elma
vereyim, bana benze,” demiş. Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri
olsun istermiş, açmış kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak
istemiş ufaklık. Elma ağır gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi.
Acıyla bağırmış zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “Defol git!” demiş, göstermiş
dikenlerini.
Elma
tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek istermiş. Defalarca özür
dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri çekilmiş Kuşburnu, yüzüne bile
bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık gövdesi ile artık kimseciklerin
yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, dökmüş dikenlerini. Unutmuş
meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece son nefesini vermiş,
öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma
haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş rüzgârın önünü. Öfkesi
enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “Benim suçum!” diye bağırmış
gökyüzüne. “Onu ben öldürdüm!”
Yalnızlık
korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan gözlerinden. Dayanamamış acıya,
ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar yuva yapmış oyuklarına. Artık
çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep onun gibi olmak istermiş
Kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına bir fikir gelmiş.
Bir
sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını vermiş, bir yol olabilirmiş. O
sene bizim koca Elma Ağacı tek bir meyve vermiş. Kendi özünü katmış elmasına,
tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili gözüküyormuş doğrusu; kokusu da
cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye, acele etmeliymiş. Bu son
umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini sallamış, gövdesi gıcırdamış.
Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam etmiş sallanmaya, her tarafı
ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş elmasını tam Kuşburnu’nun
kalbine.
Meyve
çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla kaplanmasını izlemiş huşu
içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi görmüş uykulu gözleriyle. Dostu
tohumun kaybolduğu yerde mahcup mahcup ona bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış,
tıpkı kendisine benzeyen.
Usulca
uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi ince köklerine,
sormuş “Beni hatırladın mı?” diye.
Kuşburnu
olmuş bir Elma Ağacı, uzun uzun sarılmış dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş
etraflarında. Doğa bile nazarla bakarmış bizim iki kafadarın şimdiki hallerine.
Sevgililer isimlerini kazımış BİR OLMUŞ gövdelerine
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar