Print Friendly and PDF

SEÇİLMİŞ YAZILAR




30 Mart 2016
Yıl 1960. Hollywood, ‘Spartaküs’ filmiyle altın yılını yaşamaktadır. Ünlü filmin en önemli iki özelliğinden biri, 13 yıldır yasaklı olan bir senaristin adının uzun aradan sonra ilk kez filmin künyesine konulması, diğeri de unutulmaz bir sahnesiydi. Roma İmparatorluğu döneminde köle olan ama güçlü yapısından dolayı gladyatör olarak yetiştirilen Spartaküs, arenada başka bir gladyatör köleyle  halkın önünde dövüşe tutuşur. Köle, Spartaküs'ü tam öldürebilecek bir konuma gelmişken, aniden kararını değiştirir ve mızrağını, tribünlerden “Öldür, öldür” diye bağıran seyircilere atar. Kötüyü onlarda görmüştür zira.
Senarist neden hikâyeyi tüm film seyircilerini ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek bir şekilde yazmıştı böyle?
Cevabını daha sonra alacaktı Hollywood.
***
Yıl 1947. ABD 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış ama Sovyetler Birliği ile soğuk savaşa girmiştir. Komünizm, ABD’li yöneticilerin kâbusu olmuştur. ‘En iyi komünist ölü komünisttir’ sloganı kıvamında bir düşünce hâkimdir devlete.
Senatör McCarthy önderliğinde, ‘Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ Amerikan entelektüellerine karşı korkunç bir cadı avına çıkar. Ünlü isimlerin kapıları çalınır, ‘komünist’ arkadaşlarını ihbar etmeleri için tehdit edilirler. Albert Einstein bile sorgulanır, ona ‘sopa’ gösterilir ama o ser verip, sır vermez.
Tehdit edilenlerden bir başkaları da, ‘Hollywood 10’lusu’ diye tanınan senaristlerdir. Sinema endüstrisinde çalışanların haklarını korudukları, grev yapmalarını destekledikleri için adları ‘komünist’e çıkmıştır hemen. İçlerinde bazıları yasal olan Komünist Partisi üyesidir bile. Elebaşı ise senarist Dalton Trumbo’dur. Varlıklı ve ünlü bir sinema endüstrisi çalışanıdır. Sorguya çekilir ama arkadaşlarını ele vermeyi reddeder. Cadı avına sonuna kadar direnir. Lakin başta kendisi olmak üzere tüm arkadaşları işlerini kaybeder. Zira dev MGM şirketinin Yahudi patronu onları işten çıkarmaya direnince Yahudilik üzerinden tehdit yer ve yelkenleri suya indirir.
 Hemen sonra da, Trumbo ve arkadaşları Meclis’e hakaret suçundan bir yıl hapis yatarlar. Çıktıklarında hepsi kara listededir, hepsi işsiz kalmıştır. Toplum içinde itilip kakılmaktadırlar. Zamanla kimi vefat eder, kimi intihara teşebbüs eder, kiminin ailesi yıkılır ama kimi de Trumbo gibi gizlice mücadelesini sürdürür.
Dalton Trumbo farklı isimler altında çeşitli senaryolar yazarak geçimini sağlamaya çalışır. Bu senaryolardan biri Oscar ödülünü kazanır ama kimse gerçeği öğrenemez. İki yıl sonra bir başka senaryosu da aynı ödülü alınca gerçeğin kapısı aralanır. Hollywood çalkalanır.
1959’un bir gününde kapısını genç Kirk Douglas çalar. Spartaküs filminin ana oyuncusu olarak ondan filmin senaryosunu tekrar yazmasını ister. Kabul eder. Kirk Douglas tüm protesto ve tehditlere rağmen filmin senaristi olarak Trumbo’nun adını yazdırır, filmin yapımcısını ikna ederek. Film büyük başarı kazanır. Başkan Kennedy, filmi izler ve çok beğendiğini söyler. Komünizm karşıtları şoktadırlar. Lakin ülkedeki komünizm paranoyasında da sona gelinmektedir zaten.
Aynı yıl, sonraları yüzyılın en meşhur yönetmenlerinden biri olacak Otto Preminger, Trumbo’ya Leon Uris’in ünlü ‘Exodus’ romanının senaryosunu yazmasını teklif eder ve cümle âleme ilan eder. Trumbo kabul eder ve bu film de çok iyi bulunur.
Bu arada, ülkedeki ‘komünizm tehlikesi’ nihayete ermiştir. Trumbo artık alabildiğine özgürdür ve hak ettiği Oscar ödüllerini tüm eski, yeni paranoyak ünlülerin önünde alır. Ondan özür dilenir…
Trumbo, kendisini yarı yolda bırakan kimi eski arkadaşlarının da katıldığı bir Hollywood sinemacıları gecesinde kürsüden yaptığı konuşmada, 
der. Bu zorlu sürece dayanamayıp vefat eden Yahudi senarist arkadaşı, Arlen Hird’i gözyaşlarıyla anar ünlü konuşmasında. Lakin büyük ve onarılmaz yaralarına karşın kimseden intikam almak istemediğini, sadece yaraların sarılması için çalışacağını da söyler.
Böylelikle bu sessiz kahramanın, köleye o mızrağı neden kendisini yok etmek isteyen düşmanına saplattırmadığını da anlamış oluyorduk.
Trumbo, onca kötülüğe rağmen ihtiyacımız olanın intikamdan öte yaraların sarılması ve bu kötülüğün tekrarlanmaması için çalışılması olduğunu anlatmaya çalışır. Sadece ‘kurban’a odaklanır zira.
Trumbo on üç yıllık kurban yaşamından sonra geri kazanmış olduğu onuruyla birlikte saygın bir hayat sürdü, senaryolar yazmaya devam etti. 1976’da vefat etti.
Geriye, insanlığa; bedeli ağır ödenen karanlıkparanoyak ve faşizan bir döneme ait yaralı ama onurlu bir direniş hikâyesi bırakmış oldu.
O kadar ihtiyacımız var ki Trumbo’lara bugün dahi…

**
20 Ocak 2016
18. yüzyıl İngiliz yazarı Jonathan Swift, ‘Kitapların Savaşı’ adlı eserinde, düşünce dünyasında asırlar boyunca tartışılan ‘tek seslilik/ çok seslilik’mücadelesine atfen hayvanlar âleminden ilginç bir analoji kurar.
Örümceği tek seslilikle örtüştüren Swift, bu küçük canlının tamamen kendisinin salgıladığı madde sayesinde ağını oluşturduğuna ve bunu yaparken kimseden yardım almadan hayatını idame ettiğini hatırlatır okuyucuya. Bu karakterin karşıtı olarak arıların çalışma şeklini dile getirir, Swift. Arıların doğada buldukları ve işlerine yarayacak her türlü çiçek ve bitkilerin nektarını yutarak, bunu bala dönüştürdükleri gerçeğinden yola çıkarak bu faaliyeti de çok sesliliğe örnek bir doğa olayı olarak verir okurlarına. Diğer bir deyişle, örümcek, kozasını kendi gücü ile ve kimsenin yardımı, ‘fikri’ olmaksızın örerken arı ise faydalı bulduğu her ürünün nektarını, ‘fikrini’ alarak balı üretir.
Çok sesliliğin günümüzde tek sesliliğe açık ara tercih edilmesi gereken norm olduğu biliniyor. Örneğin, homo sapienslerin diğer insan türlerine göre çok daha ileri bir uygarlık kurmuş olmasının kendi içindeki işbirliği modeli sayesinde olduğunu anlatır bize evrim teorisi. Aynı şekilde bugün insan beyninin güçlü olması, diğer benzerleriyle sürekli iletişimde olması ile açıklanıyor bilim dünyasında.
Pedagojiye göre çocuklar, tecrübelerini birbirlerine aktardıkları oranda dünyevi meselelerin nedenlerini daha iyi anlayabiliyorlar. Keza, fabrikalarda yöneticiler ve işçiler yaptıkları ortak toplantılar ve beyin fırtınası seansları sayesinde yeni ve yenilikçi fikirler yaratabiliyorlar.
Buna karşın, insan karakterinin en önemli yapıtaşı olan ego’nun diğer egolarla çarpışması durumundaysa çok sesliliğin bazen kaotik ve içinden çıkılmaz olumsuz sonuçlar doğurduğunu da biliyoruz mutlaka.
René Descartes ve Friedrich Nietzsche gibi düşünürler münzevi ortamda ve sükûnet içindeki bir yalnızlıkta düşünmenin ve teori geliştirmenin insanın kendisine ve topluma yararı olduğuna iddia ederken Socrates ve Hannah Arendt gibi düşünürler ise tersine diyalogcu yaklaşımı benimseyip ‘öteki’ ile sürekli iletişimde olunduğu sürece doğruya ulaşılabileceğini savlarlar.
Bu teoriler siyaset ve yönetim sistemleri düzeyinde incelendiğinde ise, çok sesliliğin post modern toplumların olmazsa olmazı olduğu görülüyor.
Tek sesliliğin ise zamanla toplumları nasıl da felakete götürdüğünü yazıyor tarih zaten. Çok sesliliğin ise genelde toplumları siyaset bilimi bağlamında ileriye taşıdığıysa başka bir tarihi gerçek.
Türkiye, 1948’den beri siyasette çok partili sisteme, yani çok sesliliğe geçmiş bir ülke. Lakin bu çoğulculuğun genelde daha çok sandık demokrasisi anlamında karşılığını bulduğu görülürken çok sesliliğin olmazsa olmazı olan farklı, aykırı hatta saçma fikirlere pek de fazla açık olmadığı bir ülke görünümünden bir türlü çıkamamakta.
Yerleşik düşüncelere karşı çıkanlara veya onlara karşı alternatif fikir üretenleri kıyasıya eleştirmek, hatta onlara hain damgası vurmak, Osmanlı’dan beri süregelen ve değişmemekte ısrar eden tek sesliliğin sesi olarak hala uygulanan bir pratik maalesef. Oysaki sorunlu, eksik hatta saçma dahi olsalar farklı fikirlerden yola çıkarak yeni ufuklara dalmak, yerleşik düşünceleri ve uygulamalarını çağın ve ‘yeni’ insanın ihtiyaçları doğrultusunda yenilemek pek de mümkün. Diyalektik yasası da bunu söyler zaten.
Çok seslilik adına; ölümü, terörü ve öldürmeyi yüceltmeyen, ötekiye ırkçılık ve ayırımcılık yapmayan ve nefret söylemine itibar etmeyen her türlü farklı ve ayrıksı düşünceleri mutlaka dinlemek gerek. Tarih zaten doğal seleksiyon sayesinde ‘yanlış’ fikirleri çöp tenekesine atacaktır.
İktidarda olsun, muhalefette olsun, siyasette tek sesliliğin ülke sorunlarına çözüm getirmekte pek faydası olmadığını görüyoruz bugün dünyanın neresinde olursak olalım.
Bu nedenle, çok seslilik bizim yegâne hedefimiz olmalı.
Tek sesliliğe karşı ise mücadele yolları arayışında olmalıyız.
Zira Hannah Arendt’in dediği gibi, “İnsanlık, tekil bireylerin çokluğundan ibarettir.”
**
Sigmund Freud’ün o ünlü sözü hep aklımda:
“Barış dönemleri, aslında iki savaş arası dinlenme dönemleridir…”
**
29 Mart 2012
Geçen ay çok kısa bir ziyaret için İstanbul’a gittiğimde kız kardeşim Nazlı elime bir kitap sıkıştırıverdi. Tavsiye veya hediye kitapları okumaktan sıkılan birisi olarak pek dikkatimi vermedim ancak yazarını merak ediyordum. Uzun bir süredir kendimi ait hissettiğim, hahamları, gabaylar, hazan ve Yahidlerini yakından tanıdığım bir Etz Ahayim’li olarak yazık ki methini duyduğum Rav Mendy Chitrik’i dinlemek fırsatını hiç bulamadım. Sürekli kendisi hakkında duyumlar alıyor ancak bir türlü ortak bir çatı altında buluşmak nasip olmuyordu. Gözlem Yayınları’ndan çıkan ‘On Yıldır Türkçe Konuşuyorum’ kitabı sayesinde Türkiye’de bulunduğu süre içinde verdiği konuşmalardan alıntılarla haşır neşir oldum.
Kitabı Roş Aşana, Yom Kipur, Evlilik, Ebedi Yaşam gibi pek çok başlık altında toplayan Chitrik bizlere Yahudilik hakkında gerek tarih gerek anane gerekse mizahla önemli bilgiler aktarıyor. Okuması çok keyifli olan bu kitabı dört düzine torun ve sayısız büyük torun görmüş olan Zeide, dedesine adarken sürekli ihtiyaç sahiplerine yardım eli uzatmanın ve yaşadığımız dünyayı daha yaşanır hale getirmenin önemini vurguluyor. “İhtiyaç anında karşındaki kişinin bizim gibi olup olmadığına veya onu sevip sevmediğine bakma,” diyor kitabında.
“Bir Yahudi’ye ‘Sen Yahudi misin?’diye sorun, bir nutuk dinlemeye başlarsınız” diye devam ediyor. Soruyu soran kişiye göre tepki gösterdiğimiz kesindir. Varoluşumuzla yok olmak istediğimiz arasında bocalayan bir ırk olarak kitapta Morganbesser’e bir gönderme yapıyor. “Incognito ergo sum”.
Bir uçak yolculuğu esnasında tefilin takmanın zorluğunu yaşayan birisi olarak Chitrik’ten yorumlarını okumak ayrı bir keyif verdi. Tuhaf bakışların altında yatan, “Tansiyon ölçmenin Yahudi bir yolu olmalı” deyişine epeyce güldüm. Değişik bayramlar başlıkları altında mizah yönü güçlü konuşmalarının yanında gözlerimden yaşlar akarak okuduğum bir sürü de farklı hikâye vardı.
Din ile alakalı konuşmalarında, “Yahudilik bir moda değildir o yüzden demode olmayacaktır,” diye de vurguluyor. Bunun yanında da Tanrı’ya giden yolun dolaysız olduğuna değiniyor ve Dostoyevsky’den bir alıntıyla, “ Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır,”diyerek devam ediyor.
“Doğamız gereği her birimiz eksik ve kusurlu olduğumuz için ancak birlikte olduğumuzda bir bütünlük hissi elde edebiliriz,” diyor Rav Chitrik.
Hatırlamak ve uygulamaktan sık sık söz ederken entegrasyon ve asimilasyona da yer veriyor. Entegre olduğunuzda kendi öz kimliğinizi muhafaza edersiniz; asimile olduğunuzdaysa bunu kaybedersiniz. “Çevrenizdeki ortama kendinizi kaybedercesine katılırsanız, kendinize has katkılarınızı topluma artık yapamaz hale gelirsiniz.”
Chitrik, “ Ben tüm insanların eşit yaratıldıklarına inanırım. Benden farklı olanlara tolerans değil saygı gösteririm,” diyor. Hayatla ilgili felsefesine değinirken, “Hayat önünüze bir daha yaşanamayacak anlar çıkartır ve en büyük trajedi onları görmemeniz veya daha kötüsü görmezden gelmenizdir,” diye ekliyor.
İyilik yap ve bunu sürekli hale getir mesajlarının yer aldığı kitapta “Şelah lameha al pene Amayim” diyor. Ekmeğini sulara fırlat, birkaç gün sonra onu tekrardan bulacaksın.Yaptığınız iyilikler illa size geriye dönecektir. Bu iyiliğin kendi doğasıdır. Sonra devam ediyor: “ Hayatınızda melekler olsun istiyorsanız şayet siz bir başkasının hayatındaki melek olun.”
Hayatımızda sorunlar elbet vardır ancak sorunların farkına varmak dahi bunun çözümünün yarısıdır diyor ilerleyen sayfalarda… Dünyanın pek çok farklı ülkesinde değişik şartlarda yaşayan, çeşitli yaş guruplarından Yahudilerle olan deneyimlerine yer veren Chitrik her sayfasında ayrı bir keyif yaşatıyor okuyucuya. Birlik ve beraberlik mesajının tekrar ettiği kitapta “Hoşgörü olmayan yerde yalnızca teslimiyet ve boyunduruk olur,”yorumunu yapıyor.
Kitapta yer alan kısa esprilerden en iyisi, bir mohele (sünnetçiye) “Bugün lütfen kısa keser misiniz?” denmeyeceğiydi.
Başımız sıkıştığında Rav Chitirk’e gidip de “Sen Tanrı’ya çok yakın bir insansın, bu işi benim için hallet” demeyin lütfen çünkü alacağınız cevap bir fıkrasında gizli. “Ben üst yönetimden değilim, sadece satış bölümünde çalışıyorum” diyebilir. Hazak Baruh Rav Chitrik, seni on sene boyunca dinlemiş kadar oldum.
 r.algranati@gmail.com26 Mart 2014
Pazar günü İzmir’de yaz günlerini aratmayan bol güneşli bir gün vardı. Kordon’da uzun uzun yürüdük. Herkes kendini sokaklara atmıştı sanki. İstem dışı insanları gözlemledim. Güzel güneşli bir günde sevdikleri ile birlikte olmalarına rağmen çok az insanın yüzü gülüyordu. Bir büyüğümüzün rahatsızlığı nedeni ile biz de öyleydik ama ya şu gençler? Onlar neden böyleydi?
Eve döndüğümde bir araştırmam için nette sörf yaparken bir öyküye rastladım. Loren Siebold isimli biri yazmış. Keşke sokaktaki o mutsuz insanlara da okutabilseydim diye düşündüm. Kadın, erkek, genç, yaşlı kendimizi öyküdeki delikanlının yerine koyarak okursak, birçok çıkarım yapabileceğimiz bu öyküyü sizlerle paylaşmak istedim.
Bir zamanlar şehrin büyüleyici manzarasına hâkim bir evde genç bir delikanlı yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği sever, yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün Tanrı’ya “Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum” demiş.
“Nelermiş bakalım bunlar?” diye sormuş Tanrı…
 Delikanlı sıralamaya başlamış.
“Büyük bir evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapısında iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun boylu, güzel ve müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen... Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü, milli santrfor olsun. Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım, yollarda...”
“Ne güzel bir hayaller bunlar” demiş Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim...”
Aradan zaman geçmiş. Delikanlı bir gün futbol oynarken ayağını incitmiş. Dağlara, ağaçlara tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş. Güzel ve müşfik bir kızla evlenmiş. Ama boyu uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama gözleri mavi değil ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söyleyemezmiş ama harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. Delikanlı işi dolayısı ile kent dışında bir villada değil, kentte bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası yine de harikaymış. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde bembeyaz tüylü harika bir kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş bazen. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama bir Ferrari’si olmamış.
Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş...
“Ben” demiş “hiç mutlu değilim...”
“Neden?” demiş arkadaşı...
“Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım kısa boylu, ela gözlü, gitar da çalamıyor.” “Karın çok güzel” demiş arkadaşı... “Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik.” Adam dinlememiş bile onu...
Bir gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye dökmüş içini... “Neden?” demiş karısı...
“Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47’nci katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard’ın yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede?” “Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz”demiş karısı... “Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var…” Adam dinlemiyormuş bile...
Ruh doktoruna koşmuş bir gün... “Ben mutlu değilim” diye... “Niye?” demiş doktor...
  “Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi…” “Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor” demiş doktor... Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 dolar vizite ücreti yazıp yollamış.
Bir gün muhasebecisine “Ben çok mutsuzum” demiş... “Neden?” demiş muhasebecisi...
 “Bir Ferrari’m olsun isterdim hep ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığın da sorunum var.” “İyi giyiniyor, en iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı, Amerika’yı gezdin” demiş muhasebeci. Ama adam dinlemiyormuş bile...  Muhasebeci adama 100 dolar danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde bir Ferrari varmış çünkü.
Adam, rahibe “Çok mutsuzum” demiş. “Neden” diye sormuş rahip...
“Üç oğlum olsun isterdim hep. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu! Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.” “Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var” demiş rahip... “Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası.” Ama adam yine dinlemiyormuş...
 Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bembeyaz bir hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu, yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller, hastaneye kendi sattığı kalp cihazına bağlıymış ve kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibi yatağının başına toplanmışlar, onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebecisi imiş.
Bir gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız kaldığında “Tanrım” demiş... “Hatırlar mısın, çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.”
“Hatırladım” demiş Tanrı... “Güzel hayallerdi.”
“Peki, niye onların hiçbirini vermedin bana?” diye sormuş.
“Verebilirdim!” demiş Tanrı. “Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim. Bak neler verdim sana... Bir güzel, sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu.”
“Evet, ama” demiş adam... “bana benim istediklerimi vereceksin sanmıştım.”
“Ben de senin bana gerçekten çok istediğim bir şeyi vereceğini sanmıştım” demiş Tanrı...
“Sen ne istedin ki?” diye sormuş adam hayretle.
“Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.” demiş Tanrı...
Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke bunu hayal etseydim” dediği bir hayal...
Bu defaki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.
Adam kısa zamanda iyileşmiş. 47’nci kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızlarının şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... Geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...
***
Sınır tanımadan büyük düşünmek, hayal gücünü sonuna kadar zorlamak...
Ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilebilmek...
Tanrı’nın insanoğluna verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı...
İsterseniz bir bakın bakalım!  Tanrı size neler vermiş!
**
27 Kasım 2013
İlişkilerimizi şekillendiren, renk veren, derinlik ve anlam kazandıran en önemli etken duygularımızdır. Sevgilerimizi, aşklarımızı, üzüntülerimizi, sevinç ya da kızgınlıklarımızı benliğimizde istem dışı gelişen bu duygular oluştururlar. Bunları kontrol etmek aslında oldukça güçtür. Çoğu zaman özel bir çaba ve deneyim gerektirirler.
İki yaşındaki bir çocuğun, elinden oyuncağını zorla çekiştirerek alan bir yaşıtına öfkelenerek ona vurması ve çığlıklar atarak ağlaması buna bir örnek olabilir. Ergenlik çağındaki bir genç kızla delikanlının tanışmaları ve birbirlerinden hoşlanmaları sonrasında, romantik bir ortamda müzik dinlerken kendiliğinden gelişen o ilk sarılma ya da öpücük, aralarında oluşacak duygu fırtınasının ilk belirtileridir. Sevdiğiniz birinin seyahate çıkmasından dönüşüne kadar onun için duyduğunuz merak, hissettiğiniz o derin özlem bu duyguların ürünleridir. Bir mağazanın vitrininde gördüğünüz bir giysiyi, bir objeyi, zihninizde hemen sevdiğinizle özdeşleştirerek ona bunu alma isteğiniz de öyle!
 Ondan ayrı olduğunuz zamanlarda sürekli onu düşünmeniz, onun için kaygılanmanız, kendiniz için isteyebileceklerinizden çok daha fazlasını onun için istemeniz, ona duyduğunuz dayanılmaz özlem, sarıldığınızda tüm bedeninize dalga dalga yayılanlar, birlikte olduğunuzda duyduğunuz o tarifsiz doyum işte bu duygulardır.
Duygular derinliğini arttırınca sözler yerine bir bakışın, kelimeler yerine bir el tutuşun, sözlü ifadeler yerine yüreğinizden taşan bir hareketin ne denli daha anlamlı olduğunu fark edersiniz. Ve o yalnızca ikiniz arasındadır. Yeter ki karşınızdaki sizinle aynı derinlik seviyesinde bunları algılayabilsin…
Uzun zaman önce okuduğum ve belleğimde yer eden “UN NUDO EN LA SABANA” başlıklı İspanyolca bir öyküyü anımsadım.
Bir okulun veli toplantısında okul yöneticisi, babaların çocuklarına vermeleri gereken destek ve ilginin öneminden bahsetmekteymiş. Babaların çocuklarına mümkün olan en fazla zamanı ayırarak çocuklarının yanında olmalarını öğütlüyormuş. Babaların büyük bir çoğunluğunun zor şartlarda çalışanlar olduğunu bilmesine rağmen, çocuklarını anlamaları ve yakın ilişki kurmaları için onlara zaman ayırmaları gerektiğini söylüyormuş.
Tam bu sırada, veliler arasından yüz ifadesi oldukça üzgün bir baba ayağa kalkarak söz istemiş. Çalışma saatleri nedeni ile oğluna hafta arası günlerde hiç zaman ayıramadığını, onunla görüşüp konuşma fırsatı bulamadığını anlatmış. İşyerine zamanında yetişebilmek için sabah çok erken henüz oğlu uyurken evden çıkıyor ve akşamları o yatıp uyuduktan sonra evine dönebiliyormuş. Ailesini geçindirebilmek, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için başka çaresi yokmuş. Çocuğunu görememek, konuşamamak onu da çok üzüyormuş. Her akşam eve geldiğinde, elini yüzünü yıkadıktan sonra usulca oğlunun yatak odasına gidiyor, o uyurken onu öpüp kokluyor ve odadan çıkmadan önce çarşafının bir köşesine bir düğüm atıyormuş. Bunu her gece hiç bıkmadan tekrarlıyormuş.
Oğlu sabah uyanıp düğümü gördüğünde, babasının gece yanına geldiğini, kendisini öpüp kokladığını ve o düğümle kendisini çok sevdiğini iletmekte olduğunu anlıyormuş. Bu düğüm baba ile oğul arasında her gün tekrarlanan bir iletişim aracı haline gelmiş.
Yönetici, babanın ağzından duyduğu oğlu ile arasında yaşanmakta olan bu sıradışı ilişkiden çok etkilenmiş. Hele bu babanın çocuğunun okulun en parlak öğrencilerinden birisi olduğunu öğrenmek onu oldukça şaşırtmış.
Bu öykü bize, yanlarında olmasak bile sevdiklerimizle iletişim kurabilmenin, onlara duygularımızı aktarabilme yollarının ne denli farklı ve çeşitli olabileceğini göstermekte. Fiziksel olarak onun yanlarında olmamamıza rağmen, ruhen ne denli yakınlarında hatta içlerinde olabileceğimizin örneğini vermekte.
Bu baba bunun basit ama çok etkili bir yolunu bulmuştu. Ve daha önemlisi bu küçük çocuk, babasının attığı basit bir düğümden, babasının kendisine sözlerle söyleyebileceklerinden çok daha fazlasını algılayabilmekteydi.
Bazen söyleyeceğimiz cümleleri o kadar çok düşünürüz ki, aslında onların duygularımız aracılığı ile oluşup karşımızdakine o şekli ile ulaşmaları gerektiğini unuturuz. Basit bir öpücük veya çarşafın bir köşesine atılan bir düğüm gibi küçücük jestlerin, birçok sevgi cümlesinden, birçok özürden, birçok hediyeden çok daha değerli, çok daha anlamlı olduğunu gözden kaçırırız. Sonra da ortalıkta duyguları tamamen yitirmiş anlamsız cümleciklerin başıboş uçuştuklarını ve kulaklarımızı tırmaladıklarını fark ederiz.
Sevdiklerimiz için kaygılanmak tabii ki çok anlamlıdır. Ancak önemli olan bu kaygılarınızın onlar tarafından algılanması ve duyumsanmasıdır…
 Duygu iletişiminin oluşabilmesi için karşınızdaki insanın kalbinizin dilini anlaması, onun sessiz sesini kelimelerden çok daha güçlü duyabiliyor olması gerekir. 
İşte bu nedenledir ki sevgi yüklü bir öpücük bazen baş ağrınızı dindirebilir, boynunuzdaki adale ağrısını giderebilir ya da karanlık korkunuzu tamamı ile yok edebilir.
İnsanlar çoğunlukla sevgi ifade eden cümleleri yeterince algılayamazlar. Fakat sevgiyi kendilerine taşıyan basit bir jesti yüreklerinde hissederler.
O jest basit bir düğüm olsa bile…
Sevgi, aşk, özlem dolu bir düğüm…
**
Haldun Taner, öyküdeki adamın insanı anlam arayışına sürükleyen cevabını şöyle yorumlamış: 
Yalnızca hayallerimizi süslüyor bile olsalar, bize ait olan herhangi bir ‘değer’e değer vermek, değerini bilmek, ona sahip olmanın mutluluğunu yaşamaktan defalarca fazla ruhumuzu ve yaşamımızı besler.
Kişisel gelişimci ve yazar Ahmet Şerif İzgören, değer vermeyi, kendimizi sevmek ile ilintiler. 
Biz kendimize yeterli değeri vermezsek, diğer insanlardan bizim kendimize veremediğimiz bir şeyi bize vermelerini beklememiz ütopik bir düşüncedir. Kendimize değer vermek ise kendimizi sevmek ile ilişkili bir duygudur. Kendimizi sevmek, kendi kendimize verebileceğimiz en yüksek değer ve en güzel hediyedir. Kendimizi sevmek, kendimizi her halimizle kabul edip kendimize yetebilmek, -geçici değil- kalıcı olan değerlerimizle, rol yapmadan olduğumuz gibi yaşayabilmek demektir. Kendimizi sevmek, yaşamımızda karşılaştığımız birçok sorunun çözümü, çektiğimiz acıların ilacı, daha da önemlisi yaşamımızdaki değerlerin değerini bilebilmenin, dolayısı ile değerlerimize değer verebilmenin ilk adımıdır.
Bahçemizin bir köşesinde yılın on ayını çiçekli geçiren bir sarıpapatya düşünün... O papatya bizimdir ama onunla yetinmez ve bir gülümüz olsun isteriz. Gözümüzü bürüyen gülü bulmanın hırsı ile haftada yarım fincan su ile bile yetinebilen papatyamızı bir kenarda unutur, ihmal ederiz. Gün gelir de gülü bulamayıp papatyamıza geri dönmek istediğimizde, bir de bakarız ki değer vermediğimiz papatyamız ya kurumuş ya da onun değerini bilen bir başkasının gülü oluvermiştir.
Biraz düşünürsek, hayatımızın bir köşesinde yerlerini almış birçok papatyalar fark ederiz. Onlar hep orada öyle sessizce dururlar. Öteden beri hep oradadırlar ve sanki hep orada olacaklardır diye düşünür, onları kanıksar, onlara hak ettikleri değeri vermeyiz. Yozlaşan yaşamımızın yozlaşmışlığına inat, bir gün değer verilmeyişlerine isyan edip hayatımızdan çıkıp gidebileceklerini hiç mi hiç düşünmeyiz... Var olan düzenimizin sürekli devam edeceğini düşünürken aniden fark ederiz ki, ne eski düzen kalmıştır ortada, ne de değerlendiremediğimiz o güzelim değerler...
Kaybettiğimiz değerlerin değerlerini ne yazık ki kaybettikten sonra fark ederiz. Çoğu kez düşüncelerimizi paylaşmadığımız, söyleyeceklerimizi en başından söyleyemediğimiz için yara alırız derinlerde bir yerlerimizden. Nedense hep sona yaklaştığımızda korkarız bir şeylerimizi kaybetmekten. Kendi kendimizi sorgulamaya işte o zaman başlarız… Ama artık geç kalmışızdır... ‘Son’ ya kapıdadır ya da çook uzaklarda...
Hiçbir şey konuya uygun bir öykü kadar derinliklerimize taşıyamaz anlatılmak istenenleri:
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini sınamak ister. Eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en son da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”
Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve elindekini uzatarak “Şunu alır mısınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider: “Buna ne verirsiniz?” diye sorar. Semerci şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş” dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit şeyhinin buyurduğu gibi en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?”
Mürit sorar: “Siz ne veriyorsunuz?”“Ne istiyorsan veririm.” der kuyumcu.
Mürit, “Hayır veremem!..” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit onun emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?”
Müridin verdiği cevap çok doğrudur:
***
Kaynağını bulamadığım ‘Değer’ isimli bir şiirden seçerek aldığım düşündürücü dizeler ile baş başa bırakayım sizleri…
Verdiğin değer seni değerli kılmıyorsa, sevdiklerine değil kendine kız
 Çünkü değer verişin değerli kılınmak içinse, değer verende eksik ararız
Değer bilmeyen senin değerini geç olsa da görür
 Ama o zaman geç olur...
Değer bilmek... Değer vermek
 Görünüşte kolay olsa da kimi zaman hayli zor olur
Önemli olan geçici değerler değil, değerli kalanlar olur
 Değerin değerini belirlemek ise yalnızca değer vermekle olur.
Değer ya verilir ya bilinir
Ortası yoktur, sadece değerliye değerli denilir
 Bilmem ki değer verdiklerin sana değer vermezse onlara daha ne denilir...
Değer senden değil, değer verenden gelir
 İstersen kendinden bil, değer verilmeden nasıl değer gelir?
Bunlar belki kulağa nahoş gelir
 Ama gönülden mana-i hakikatten gelir.
Değerini bildiğiniz değerlerinizle değerlenen günler diliyorum sizlere.
Rafael ALGRANATİ İZMİRCE  
26 Şubat 2014

Siz de zaman zaman kendinizi hayatın çılgın akışına teslim olmuş gibi hisseder misiniz? Arada bir de olsa, bir silkinme, zaman içinde üstünüze yapışan onca ‘gereksiz’lerden kurtulma, yüzünüze buz gibi soğuk suyu çarparak “kendine gel” deme ihtiyacı hisseder misiniz? Günümüzün yoğun temposu içinde, kendi yaşamınızın yönetimini kaybetmekte olduğunuz fark edip, “hoop ne oluyoruz?” dediğiniz olur mu hiç?
Kendinize bir çeki düzen vermek istediğinizde, neleri ve kimleri yaşamınızın dışında tutmanız gerektiğini saptamaya çalışırken içinizden geleni, gerçekten içinizden geldiği gibi uygulamayı becerebilir misiniz? Yoksa sevgiler, dostluklar, tutkular, sosyal yaşamın gerekleri, zorunluluklar derken, ufak tefek birkaç temizliğin dışında yine başa dönmüş hisseder misiniz kendinizi?
 Örneğin; ortada hiçbir neden yokken, yalnızca içinizden geldiği için, gidip sevdiğinize bir hediye almak ve yüreğinizden taşan en sıcak duyguları da paketin içine özenle yerleştirip damdan düşer gibi sunmak varken, yaş günü geliyor diye almak zorunluluğunda olmanın farkını algılayabilir misiniz? Belki iyi bir örnek olmadı. Değiştireyim. Kendimi bildim bileli büyük haz duyduğum ‘yazmak’ tutkumun, “hadi bakalım Şalom’da bu hafta sıra senin, yazmalısın”a dönüşmesinin ağırlığını duyumsayabilir misiniz? Ya da bunların ve/veya benzeri. Aslında keyif aldığınız fakat bir şekilde göreve dönüşen zorunlulukların üst üste binerek ruhunuzda oluşturdukları yükü?
İşte tam o anda “hoop” demeniz ve kendiniz için bir şeyler yapmanız gerekir. Fren pedalına hafifçe dokunup biraz yavaşlamanız, gerekiyorsa biraz durmanız, hatta kendinize zaman ayırıp biraz temiz hava almanız mükemmel bir seçenek olabilir. Üstünüzdeki gereksizleri silkeleyip, küfenizdeki çürükleri de ayıkladıktan sonra, dinlenmiş ve hafiflemiş olarak bir sonraki durağa kadar tekrar yola koyulmak gerekir diye düşünüyorum.
Tanrım beni yavaşlat!
Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir.
Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı dengele.
Günün karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğime yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
 Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret.
Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek veya kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.
Her gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat.
Hatırlat ki, yarışı her zaman koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve sağlıklı büyümesine bağlıdır.
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlam olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver.
Bu dua bana biraz günümüze uyarlanmış gibi geliyor, ama olsun! İçimiz rahatlasın! Demek ki 4000 sene evvelki atalarımız da aynı sorunları yaşıyorlarmış. 
Yukarıda da söylediğim gibi, arada bir kendimize zaman ayırarak dinlenmek, gereksizlerden arınmak, hemen sonrasında da yepyeni bir denge yaşamımızı tekrar doldurup, her şeye rağmen yine de hızlanarak günlerimizi dolu dolu yaşamak, kendi hesabıma ve ‘şimdilik’ kaydı ile en mantıklı yol gibi duruyor önümde…
Sanıyorum pes etmeyip ‘sebat’ etmemiz gerekiyor başarıya ulaşabilmek, arkamızda bir iz bırakabilmek için!‘Sabır’ etmeyi de öğrenmemiz gerekiyor özümüzü eğitmek için! Her zaman da ‘umut’ etmeyi sürdürmemiz gerekiyor ‘sabır, sebat’ ikilisinin üstesinden gelebilmek için.
Gelelim öykümüze!
Bir gezgin sırtında çıkını ile seyahat ederken, bir mısır tarlasının kenarında taşın üstüne çömelmiş, hüzünlü bir ifade ile tarlasına bakan yaşlı bir kadına rastlamış. Soluklanmak ve yaşlı kadın ile biraz sohbet edip biraz gülümsetmek için gidip yanı başına oturmuş.
Yaşlı kadın sohbetin bir yerinde gezginden oğullarına göndermek üzere bir mektup yazmasını istemiş. Gezgin memnuniyetle kabul etmiş. Yaşlı kadının söylediklerini kaleme alırken, kadının cümleleri gezgini büyülemiş. Hayata bakışında adeta yepyeni bir pencere açılmış. O kadar etkilenmiş ki yaşlı kadından bu mektuptan bir kopya alıp alamayacağını sormuş. Yaşlı kadın, tarlasını baştan sona kadar kazması karşılığında gezginin mektuptan bir kopya almasını kabul etmiş.
Gezgin bir hafta boyunca kadının tarlasını kazmış. İşi bittiğinde ellerinin acısı bir ay sürmüş. Ancak yıllar sonra bile, hayatında yaptığı tek hayırlı işin o tarlayı kazmak olduğunu duyumsamış. Mektup kadının çocuklarının dışında milyonlarca insana ulaşmış. Taşıdığı anlam ve içerdiği evrensel öğütler sayesinde bugün hala ulaşmaya devam ediyormuş.
**
27 Mayıs 2015
Yurt dışında bir sahil kasabasında yaşlı bir karı kocanın işlettiği küçücük bir dükkân.
Her sabah saat 10’da açıp, öğlen 13.00 gibi kapatırlar. Bir kafe. Müşterilerine sundukları 3-4 çeşit kahve ile sabah erkenden evde pişirdikleri ve işe gelirken yanlarında getirdikleri üç çeşit ağızda eriyen kruasan. Masasından sandalyesine, fincanından tabağına her şey sıradan. Adamcağız içerde kahveleri yapıyor kadın da gülümseyen yüzü ile müşteriye servisi. Ben 15 yıldır orada olduklarını biliyorum. Ondan öncesini bilemem. Hep ayakta bekleyeni vardır. Üç saat boyunca dolup dolup boşalır masalar. Hem de 50’şer metre arayla açılan diğer kahve zincirlerine rağmen!..
Bir köfteci!
40 yıldır bildiğim bir köfteci dükkânı. 40 yıl önce bir teneke barakada başladı köfte yapmaya. İnegöl köfte. Kaşarlısı ve normali. Piyaz, cacık ve salata. Bir de Kemalpaşa tatlısı. Yanında çalışan bir yamakla yıllarca tek başına çalıştı. Mangalı kimseye bırakmadı. Yıllar boyunca sabahın köründe dükkânını açıp köfteleri kendi yaptı, piyazın fasulyesini de kendisi haşladı. Hiç bozmadı çizgisini. Sonraları bir sokak ötede bir dükkâncık satın aldı. Aynı çizgisini devam ettirdi. Sonra yaşlanmaya başladı. Artık o kadar saat mangal başında ayakta duramıyordu. Bir mangalcı aldı. Sonra da ikincisini. Bir de garson. Sonra da ikincisi. Kızlarını da aldı yanına. Sihir bozuldu. Önce köfte küçüldü. Sonra kıymanın kalitesi bozuldu. 40 yıldır haftanın en az iki günü keyifle yediğim o köfteyi artık yiyemiyorum.    
Bir eczacı çırağı!..
20 yıldır tanıyorum. Güler yüzü, bilgisi, yardımseverliği ile herkesin gönlünü kazanmış bir delikanlı. Bugüne kadar aynı bölgede üç ayrı eczanede çalıştı, hepsini ihya etti. Müşterileri hep onu takip etti. Eczane sahipleri ise değerlendiremediler bu gerçeği. Önce bir kasiyer alıp hem delikanlıyı kontrolde tutmayı hem de kendi özgürlüklerini kazanmayı yeğlediler. Sonra da diplomalı bir eczacı. İyice kısıtladılar çocuğun çalışma alanını. Müşteriler de etkilendi. Sonuçta kaybettiklerinde anladılar delikanlının değerini.
Küçük bir karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlarmış. Çok çalışır, çok üretir ve bunları keyif içinde yaparmış.
Patronu aslan, karıncanın başında bir yönetici bile olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırmış.
Bir gün kârlılığı ve verimliliği arttırmak için aklına parlak bir fikir gelmiş.
Eğer karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa kim bilir neler yapardı.
Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü, hamamböceğini işe almış. Hamamböceği öncelikle kendine bir saat alarak işe başlamış.
Böylece karıncanın çalıştığı saatleri tam olarak ölçebilecekmiş. İş saatlerinde gevşekliğe müsaade etmeyecekmiş. Elbette raporlarını düzenleyecek bir de sekretere ihtiyacı olacakmış.
Bu nedenle; hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de arşiv işleri için örümceği işe almış.
Aslan, gelişmelerden çok memnunmuş. Hamamböceğinin hazırladığı raporlar gerçekten harikaymış. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve kârlılığı analiz eden renkli grafikler de hazırlamasını istemiş. Böylece bu raporları ortaklarına sunum yaparken kullanacakmış.
Hamamböceği, bu raporları üretebilmek için yeni bir bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duymuş.
Artık artan ekipmanlar için de bir bilgi işlem departmanı oluşturmanın zamanı gelmişti. Bu işleri idare etmek için de sineği işe almış.
Bir zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan karınca bu yeni toplantı düzeninden ve evrak işlerinden çok yılmış. Zamanının büyük bir kısmı sorulan soruları cevaplamak, formları doldurmak ve evrak işleri yapmakla geçiyormuş.
Aslan, karıncanın bölümünün giderek büyümesinden çok memnunmuş. Bölümü daha da büyütmek üzere bir üst yöneticiye ihtiyaç olduğunu düşünmüş ve bölüm başkanı olarak başarıları ile ünlü ağustosböceğini işe almış.
Kendi rahatına ve keyfine düşkün ağustosböceğinin ilk icraatı ofisi rahat edebileceği yeni mobilyalarla döşemek olmuş.
Tabii ki kendisinin de yeni bir bilgisayara, bütçe kontrol ve stratejik verimlilik planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya ihtiyacı varmış. Bunun üzerine eski işyerindeki yardımcısını işe almış.
Karıncanın çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği, neşesiz ve mutsuz bir mekâna dönüşmüş. Ağustosböceği, patronu aslanı ortamın ruh halini değiştirecek bir çalışma yapılması gerektiğine ikna etmiş.
Bunun üzerine, karıncanın bölümünde olup bitenleri gözden geçiren aslan, üretimin ve kârlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü fark etmiş. Hemen, son derece itibarlı ve iyi tanınmış bir danışman olan baykuşu sorunu çözmesi için işe almış.
Baykuş, karıncanın departmanında üç ay geçirmiş. Bu hummalı çalışmanın ardından ciltlerce bir rapor yazmış. Raporun sonucu şuymuş: “Departmanda aşırı istihdam varmış”.
Aslan, raporu inceledikten sonra dramatik bir karar vermiş.
Ve elbette ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken, mutsuz ve çalışma isteğini kaybetmiş olan karıncayı işten çıkarmış.
Arife tarif ne gerek?
***
Bir zamanlar ilk defa okula başlayan minik bir çocuk varmış. Birinci gün annesinin elinden tutarak heyecanla okuluna gitmiş. Kendisi ne kadar minikse okul bir o kadar büyükmüş. Kalabalık ve gürültüden ürken çocuk, annesinin ana giriş kapısının hemen karşısındaki sınıfını göstermesi ile biraz rahatlamış. Birkaç da arkadaş edinince okulunu çok sevmiş.
Bir sabah sınıf öğretmeni bugün resim dersimiz var demiş. Resim yapmayı çok seven çocuk buna sevinmiş. Evinde aslanlar, kaplanlar, inekler, trenler, gemiler çizer ve boyarmış. Hemen boyalarını çıkarıp çizmeye başlamış.
Ama öğretmeni, bekleyin henüz başlamıyoruz diyerek tüm öğrencilerin hazırlanmasını beklemiş. Herkesin hazır olduğundan emin olduktan sonra şimdi çiçek resimleri çizeceğiz demiş. Çocuk evinde sık sık çiçek resimleri yaptığı için buna da çok sevinmiş ve hemen boyalarını alarak kendi renkleri ile bir çiçek resmi çizmeye başlamış.
Ama öğretmen yine durdurmuş. Bekleyin demiş. Önce size nasıl çizeceğinizi ve ne renkler kullanacağınızı anlatayım. Eline boyaları alıp yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. Çocuk bir kendi resmine bakmış bir de öğretmeninin resmine, öğretmeninin resmini daha çok beğenmiş. Yeni bir resim kâğıdı alarak öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeye başlamış.
Başka bir gün sınıfa geldiğinde öğretmeni, bugün oyun hamurundan heykelcikler yapmayı öğreneceğiz demiş. Ne güzel diye düşünmüş çocuk. Evinde hamurla heykelcikler yapmayı çok severmiş. Yılanlar, filler, fareler, kamyon ve otomobiller yaparmış. Hemen önündeki hamur topunu alıp yoğurmaya başlamış.
Bekleyin demiş yine öğretmeni. Henüz başlamıyoruz. Herkesin hazır olmasını bekliyoruz. Sonra da hepimiz birer tabak şekillendireceğiz. Ne güzel diye düşünmüş çocuk. Tabak yapmayı çok severim diyerek hemen farklı boyutlarda tabaklar şekillendirmeye başlamış.
Ama öğretmeni önce beni seyredin nasıl yapılacağını öğreteyim demiş ve herkesin görebileceği şekilde bir tabak yaparak önlerine koymuş. Çocuk önce kendi tabağına bakmış, sonra öğretmeninkine. Kendi tabağını daha çok beğenmiş ama bir şey söylemeden hemen öğretmeninkine benzeyen bir tabak yapamaya başlamış.
Çok geçmeden küçük çocuk fikir üretmeyi bir kenara bırakıp, öğretmeni ile aynı şeyleri yapabilmek için, önce bekleyip öğretmenini izlemeyi ve ona uyum sağlamayı öğrenmiş
Bir gün ailesi başka bir semtte yeni bir eve taşınmış. Tabii çocuğun da okulu değişmiş. Sınıfın ilk gününde, öğretmen bu derste resim yapacağız demiş. Ne kadar güzel demiş çocuk. Öğretmeni ne çizileceğini söyleyecek ve nasıl bir örnek gösterecek diye beklemeye başlamış. Ama öğretmen bir şey söylemeden sıralar arasında dolaşmaya başlamış. Küçük çocuğun yanına geldiğinde resmine başlamak istemiyor musun diye sormuş.
Evet demiş çocuk, çok istiyorum ama ne çizeceğimizi söylemediniz.
Sen çizesiye kadar ne çizeceğini ben de bilemem ki demiş öğretmeni. .Peki, nasıl yapmalıyım diye sormuş çocuk.
Hepimiz aynı resmi yaparsak ve aynı renkleri kullanırsak, kimin kim olduğunu ve hangisini kimin yaptığını nasıl öğrenebiliriz diye cevap vermiş öğretmeni.
Kararsızlıkla “bilemiyorum…” diye mırıldanmış çocuk…
Ve eline boya kalemlerini alıp, yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeye başlamış.
***
Hepinize sağlık, barış ve huzur dolu rengârenk bir yıl diliyorum…
**
BİR OLMAK-RAFAEL ALGRANATİ İZMİRCE  
 r.algranati@gmail.com
29 Temmuz 2015
Yaşımız ilerledikçe, yaşamımızdaki tüm değerler de bizlerle birlikte yaşlanır. Yedi yaşında çocuksu içgüdülerle kurduğumuz bir arkadaşlık, bir bakarız ki 60 yıllık bir dostluğa dönüşmüştür.
60 yılı öyle kolayca anlatamazsınız. Zihninizin her kıvrımında bölük pörçük saklı olanları anımsamak, gizlendikleri yerlerden çıkarmak gerekir. Boş bir film şeridine kareleri teker teker oturtmaya çalışırız. 20’li yaşlarda yaşananlar ile 30’larımızda yaşananlar ne kadar da farklı... 40’lar 50’ler derken paha biçilmez bir film oluşturabilecek enstantaneler gitgide hızlanan bir süratle geçip gitmeye başlarlar belleğinizden. Yıllarca yan yana, üstü üste durmaktan her birine bir diğeri yapışmıştır, diğerine de bir diğeri. Birini ayırayım derken diğerini kaçırırsınız. Tutamaz, sıraya sokamaz, durduramazsınız! Başaramayacağınızı görür, bırakırsınız… Birbirleri ardına saklana saklana akışa geçerler. Belleğinizin kıvrımlarından, yüreğinize. İçinize dolarlar... Bazen de taşıyamaz, sığdıramazsınız, taşarlar... Binlercesinin bir tek gözyaşı damlasına sığışıp yanaklarınızdan akıp gittiklerini görür, fakat belleğinizden silinmediklerini, yerlerinde durduklarını son nefesinize kadar da orada duracaklarını fark edersiniz.
Geçenlerde bir dostum çok sevdiği eşi için bir özdeyiş kopyalamıştı sanal âlemdeki sayfasına. 
Ne seni unutacak kadar zaman geçecek, / Ne de geçen zaman seni unutmaya yetecek…
Güneşin hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların sarmaladığı bulutlu bir köyde yaşarmış Elma Ağacı. Yemyeşil dallarının arasından göz kırparmış elmaları. Boyu pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de mutluymuş Elma Ağacı, kökleri sımsıkı sarılırmış toprağa.
Sessiz bir Kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında. İncecik gövdesi ile boynu bükük görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri. Bizim Elma Ağacı bu sessiz dostunu çok severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu işaret edermiş insanlara, kızarmış gövdesini büken rüzgâra.
İki dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar uzun yıllar boyunca. Kuşburnu hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak istermiş, kaçmak istermiş bu çalı hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun değilmiş yaşamından.
Bir sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim kafadarlar. En çok da Kuşburnu hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma Ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa, altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep dostunun üzerindeymiş, dallarıyla saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş, karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş toprak ellerini. Uzatmış bizim Kuşburnu’na, yüreğindeki korkuyla. “Ölme,” demiş dostuna.“Bırakma beni!”
Kuşburnu uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma Ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş gölgesi her şeyi.
Lakin Kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru bir çalı olarak ölmeyi yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak istermiş elmanın gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini, umursamazca eklemiş: “Beni yalnız bırak! Sevmiyorum seni.” 
Elma anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “Sana bir tane elma vereyim, bana benze,” demiş. Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri olsun istermiş, açmış kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak istemiş ufaklık. Elma ağır gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi. Acıyla bağırmış zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “Defol git!” demiş, göstermiş dikenlerini.
Elma tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek istermiş. Defalarca özür dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri çekilmiş Kuşburnu, yüzüne bile bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık gövdesi ile artık kimseciklerin yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, dökmüş dikenlerini. Unutmuş meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece son nefesini vermiş, öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş rüzgârın önünü. Öfkesi enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “Benim suçum!” diye bağırmış gökyüzüne. “Onu ben öldürdüm!”
Yalnızlık korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan gözlerinden. Dayanamamış acıya, ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar yuva yapmış oyuklarına. Artık çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep onun gibi olmak istermiş Kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına bir fikir gelmiş.
Bir sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını vermiş, bir yol olabilirmiş. O sene bizim koca Elma Ağacı tek bir meyve vermiş. Kendi özünü katmış elmasına, tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili gözüküyormuş doğrusu; kokusu da cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye, acele etmeliymiş. Bu son umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini sallamış, gövdesi gıcırdamış. Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam etmiş sallanmaya, her tarafı ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş elmasını tam Kuşburnu’nun kalbine.
Meyve çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla kaplanmasını izlemiş huşu içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi görmüş uykulu gözleriyle. Dostu tohumun kaybolduğu yerde mahcup mahcup ona bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış, tıpkı kendisine benzeyen.
Usulca uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi ince köklerine, sormuş “Beni hatırladın mı?” diye.
Kuşburnu olmuş bir Elma Ağacı, uzun uzun sarılmış dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş etraflarında. Doğa bile nazarla bakarmış bizim iki kafadarın şimdiki hallerine. Sevgililer isimlerini kazımış BİR OLMUŞ gövdelerine


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar