Print Friendly and PDF

TANRI DUYGUSU



Tanrı duygusu, insanda doğuştan mı vardır yoksa, insan doğduktan sonra mı buna şartlandırılır?
Bu konu, dünyamızda yaşayan insanlar arasında iki düşünce akımının meydana gelmesine yol açmıştır. Bu duygu insanlarda doğuştan var olduğunu savunanlara İDEALİST, böyle bir şey insanda doğuştan değil de, bu insanın insanı şartlandırmasıdır diyenlere de, MATERYALİST denmiş­tir.  İşle, bu iki düşünce akımından etkilenen düşünürler, ya­zarlar hatta bilim adamları, kendilerini haklı çıkaracak kesin açıklama yapabilmek için, yüzyıllardan beri mücadele ettikleri halde, günümüze kadar, ne materyalistler Tanrının yokluğunun ve duygusunun insanda doğuştan bulunmadığı­nın, ne de idealistler bu duygunun insanda doğuştan bulunduğunun ve Tanrının varlığının, bilimsel açıklamasını yap­mak olanağını bulamamışlardır!..
Bilindiği gibi, idealistler, dünyamızı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan, Tanrı adını verdikleri yaratıcılarına, çeşitli din ve ibadet şekilleri ile borçlu bulunduklarını kabul ettik­leri görevlerini, değişik şekillerdeki ibadet yerlerinde yerine getirirler. Bunu daha çok, Tanrı tarafından gönderildiğine inandıkları din kitaplarındaki öldükten sonra vaat edilen cen­nete kavuşmak için yaparlar. Gene din kitaplarında belirti­len kuralların dışındaki hareketlerin de, cehennem ile ceza­landırılacağına inanırlar.
Materyalistler ise, idealistlerin savundukları gibi bir ya­ratıcı Tanrının bulunmadığını, her şeyin hareket halindeki maddelerden rastlantı ile meydana geldiğini öne sürerler. Bu­nun yanında da, dünyamızda insanın, ilk meydana çıkışından bu yana bir evrim geçirdiğini, bugünkü durumuna gelinceye kadar büyük değişikliklerden geçtiğini, bütün canlıların ha­len bu evrimin içinde bulunduğunu tutucu olarak niteledik­leri idealistlere karşı savunurlar. Fakat, bu evrim ne için ol­muş ve devam etmektedir? sorusu kendilerine sorulduğunda, soruya bilimsel bir cevap verememekte, bunun bir rastlantı olduğunu söylemektedirler!..
Çağımızın bilimli insanının, eski çağlarda yaşamış insan­lardan en az 30 - 40 yıl fazla yaşadığı bir gerçektir. Bu da ar­tan zekâ gücü ile kendi yapısını daha iyi tanıması ve vücudu­nun bakımını öğrenmesinden olmuştur.
İnsan denilen zeki varlığın, günümüzde meydana getirdi­ği tekniğe şöyle bir göz attığımızda; materyalistlerin bir rast­lantı sonucu olarak meydana geldiğini savundukları insanın, bütün yapıtlarını rastlantılara yer vermeden, zekâ gücü ile meydana getirdiğini, her geçen gün yapıtları ile beraber, ken­disini de geliştirdiğini görüyoruz:
Bu durumda, bir tarafta rastlantı ile meydana geldiği sa­vunulan bir varlık, diğer tarafta bu varlığın her geçen gün ar­tan zekâ gücü ile meydana getirdiği teknik, bu sebep ile aya çıkışı ve diğer gezegenlere gitmek için yeni olanaklar arama­sı... Henüz yirmi bin yıl önce, mağaralarda pek ilkel bir hayat yaşayan insan denilen varlığı, bugünkü ile karşılaştırırsak gü­nümüzün insanı lehine müthiş bir fark ortaya çıkar!
Evet! Gerçekten bu değişiklik insan beyninin geçirdi­ği evrim ile olmuştur. Fakat neden ve nasıl olmuştur bu evrim? Ne için insan gibi bu evrimden yararlanan bir veya daha fazla sayıda başka canlı türü yoktur?..
Birçok hayvan türünden sonra meydana çıktığına inanılan  insanın, bu ileriye fırlayışının bir nedeni olmalıdır?!.
Bu noktaya geldiğimizde, insanın ilerleyişinin rastlantı ile değil de, henüz anlayamadığımız bir amaç uğruna gizli bir güç tarafından itildiğini sezmemek mümkün değil!
Şimdi Tanrı duygusunu, açıklığa kavuşturmaya çalışalım:
Herhangi bir dine inanan bir toplumdan bir veya daha fazla sayıda küçük çocuk alınarak, başka bir dine bağlı diğer bir toplumda büyütülecek olursa, bu çocuk veya çocuklar doğduğu dini değil de, büyütüldüğü toplumun dinini benimser. İnsanlık tarihi boyunca, değişik inançlar, değişik dinler meydana gelmiş, zamanla ortadan kalkan dinlerin yerini yenileri almış, fakat insanları dine alıştırma şekli hep aynı kalmıştır. Dinler, daima anne ve babaların çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştirmeleri ile devam etmiştir. İşte materyalizmi doğuran temel de bu görüntüden çıkmıştır. Gerçekten bu dış görünüş ile materyalistler haklı gibidirler. Çünkü, her din toplumu çocuklarını kendi din kurallarına göre yetiştiriyor!
Bu da insanın insanı şartlandırmasından başka bir şey değildir! Bu konuyu, daha açığa çıkarabilmek için, zekâ gücümüzü kullanarak şöyle bir deney yaptığımızı düşünelim! Çok İlkel hayat yaşayan bir toplumdan iki - üç yaşlarında 200 kız, 200 erkek çocuğu alarak verimli toprağı olan bir adaya götüreceğiz ve şöyle yetiştireceğiz:
Günümüzün modern müziğinde isim yapmış güzel sesli bir yıldızın plağını alarak, adamızdaki 400 küçük insana günlük hayatları içinde, belli bir saatte, her gün dinleteceğiz. Bu sesin kendilerini yaratan Tanrı’ya ait olduğunu, herkesin er­ veya geç, öleceğini, Tanrı’nın kendilerinden istediği günlük ibadeti yapmadıkları takdirde, öldükten sonra Tanrı tarafından ce­zalandırılacaklarını, ibadetlerini yerine getirenlerin ödülleri­nin ise cennet olacağını söyleyeceğiz. (İbadet için istediğimiz bir şekli uygulayabiliriz. Bilindiği gibi, dünyamızdaki değişik toplumların ibadet şekilleri de çeşitlidir!). Bu 400 çocuğu, ev­lenme çağına gelinceye kadar böyle yetiştirerek, onları orada bırakıp adadan ayrılacağız. Aradan 300 yıllık bir zaman geç­tikten sonra adaya tekrar gittiğimizi düşünelim. Bizim ilk ye­tiştirdiğimiz 400 insanın çoktan öldüğünü, orada yerleştirdi­ğimiz inancın mutlaka devam ettiğini göreceğiz. Bu arada ilk 200 erkek 200 dişi insandan üreyerek 300 yıl sonrasında kala­balık bir toplum meydana gelmiştir. Adamızda yetiştirdiği­miz ilk 400 kişi öldüğü için bu toplumun insanları bizi tanımayacaklardır. Onlara, kendileri dünyada henüz yok iken, bu dini oraya bizim yerleştirdiğimizi, inandıkları gibi bir «Tanrı» bulunmadığını söyleyecek olursak bize davranışları herhalde pek iyi olmayacaktır! Bu davranış, günümüzde, dünyamızda­ki her dindar toplumun dinine dil uzatılacak olursa aynı olur.
Burada da materyalistler ilk bakışta haklı çıkıyor. Çün­kü dindar bir toplumda olduğu gibi bu adada da, inandıkları dine, kendilerini büyüten anne ve babaları alıştırmıştır. Tıp­kı bizim 300 yıl önce, 400 küçük insanı alıştırdığımız gibi.
Fakat bu, din olayının dış görünüşüdür. İnsandaki kendi­ni yaratan bir güce bu kadar kolayca alışmanın nedenini mey­dana çıkarmadıkça, Tanrı duygusu insanda doğuştan yoktur, diyerek kestirip atamayız!..
İnsanlık, tarihi boyunca, çok değişik dinler görmüştür. Avrupalılar, Afrika, Amerika ve Avustralya kıtalarına ilk git­tikleri zamanlarda, buralarda yaşayan yerlilerin hepsinde de­ğişik şekillerdeki dinlere rastlamışlardır. Bugün, üzerinde 3,5 milyar insanın yaşadığı dünyamızda da değişik dinler vardır. Fakat hepsinde amaç birdir; bütün dinler dünyamızdaki in­sanların yaratıcı bir güç tarafından meydana getirildiğini sa­vunur. Eğer bu yaratıcı güce inanç, insanda içten gelen bir duygu olmasa idi, ne hayâl adamızda düşündüğümüz gibi bir dindar bir toplum meydana getirebilir, ne de bugün dünyamızda­ki dinler var olabilirdi!..
İnsanlarda doğuştan var olan bu duygu sebebi ile küçük­len, istediğimiz bir dinde yetiştirebileceğimiz çok açık olarak belli oluyor. Fakat, bu olayın tersini yapabilir miyiz? Yani, küçük insanlardan bu duyguyu silecek şekilde onları yetiştirebilir ve inançsız bir toplum meydana getirebilir miyiz?
Bilindiği gibi, Rus devleti Karl Marx’ın «Materyalist Felsefesi» ile temel atmıştır. Bu devlet kurulduğundan bu yana, materyalist felsefe ile yeni nesiller yetiştirilmeye çalışılmış; Tanrı inancını, bu nesillerden silmek için gereken her türlü eğilim denenmiştir. Öyle olduğu halde, Rusya’da ibadet yerlerine gidenler, diğer Avrupa ülkelerine oranla az olsa da, yi­ne vardır. Kaldı ki, materyalizmin amacı, insanda doğuştan bulunmadığı sanılan Tanrı duygusunu silmekti!..
Materyalist felsefenin, bunda başarı kazanıp kazanmadı­ğım anlamak için, milyonlarca insanı sorguya çekmeye hiç gerek yoktur. Çünkü bu deneyin kesin sonucunu bize veren çok sağlam bir örnek var: Stalin, bu devletin kurucularından, başta gelen liderlerinden biri idi. Kendi materyalist felsefesi­ne göre yetiştirdiği öz kızı STEVLANA, Amerika Birleşik Dev­letlerinde yerleştiği günlerde, bir basın toplantısında, gaze­tecilerin din hakkında ne düşünüyorsunuz? sorularına şöy­le açık bir cevap vermiştir:
«Ben kiliseye gidilerek Tanrı’ya ibadeti kabul etmiyorum. Fakat, Tanrı benim içimdedir.»
Görüldüğü gibi, küçük yaştan büyütülerek, bir çocuğu, istediğimiz dinde yetiştirebileceğimiz gibi, dine inanmayan bir ana baba tarafından dinsiz bir çocuk da yetiştirilebiliyor. Yalnız, onun içinde; doğuştan beraberinde olan yaratıcı güce inanma duygusu kaldırılamıyor!
Burada kesinlikle anlaşılıyor ki, Karl Marx, ondan önce ve sonra yaşamış olan bütün materyalistler, dini ve insanda doğuştan var olan yaratıcı güce inanma duygusunu aynı şey olarak gördüklerinden, yanılmışlardır. Fakat Stalin’in kızın­da olduğu gibi, ilk çağlardan bu yana bütün insanları etkile­miş olan bu içten duyguyu insana veren nedir?..
Çok şey açıklamış olan XX. yüzyıl bilimi, insanlar arasın­da tartışmalara yol açmış olan bu problemi çözebilecek güce acaba erişmiş midir?..
Hayır!!!
Kaynak: Yusuf MİRDOĞAN, Sentez Ölüm Son Değildir, İstanbul - 1974

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar