TANRI'NIN TARİHİ
Karen
Armstrong
(d.Kasım 1944, Worcestershire)
İngiliz dinler tarihçisi, yazar. 1962-1969
yılları arasında bir Katolik rahibesi olan Armstrong, 1969'da rahibeliği
bırakarak edebiyat öğrenimi için Oxford Üniversitesi'ne gitti. Edebiyat lisans
diploması aldı ve Londra Üniversitesinde modern edebiyat dersleri vermeye
başladı. 1982'de serbest yazarlığa ve görsel yayıncılığa adım atan Armstrong
bugün ise büyük dinler ve kurucuları hakkında yazdığı kitapların liste başı
olduğu en ünlü isimlerden biri haline geldi. Kendisi aynı zamanda eski BM Genel
Sekreteri Kofi Annan'ın girişimiyle radikalizmle mücadele etmek ve Batı ile
İslam dünyası arasında daha geniş bir diyalog kurmak için oluşturulan
Medeniyetler ittifakı'nın 18 üyesinden biridir.
İÇİNDEKİLER
Ateizm genellikle geçici bir aşamadır:
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar pagan çağdaşlarınca 'ateist' olarak
nitelendirilmişlerdir, çünkü tanrısallık ve aşkınlığın devrimci bir kavranışını
benimsemişlerdir.
Dolayısıyla, başlangıçta Tek Tanrı vardı.
Bu doğruysa, tektanrıcılık insanoğlunca yaşamın sırrı ve trajedisini açıklamak
için geliştirilmiş en eski düşünsel tasarımlardan birisiydi.
Tanrılar yaratmak insanoğlunun oldum olası
yaptığı bir şeydir. Bir dinsel tasarım, kendileri için artık anlamsız hale
geldiğinde, onu bir başkasıyla değiştirmişlerdir. Bazılarınca ne kadar ilgisiz
gibi görünse de, o, bizim tarihimizde çok önemli bir rol oynamıştır ve
insanoğlunun yarattığı gelmiş geçmiş en büyük düşünsel tasarımlardan birisidir.
Güney Denizi Adaları'nda bu gizemli güç mana
olarak adlandırılır; diğerleri bunu bir varoluş ya da ruh olarak duyumsar;
bazen de radyoaktivite veya elektrik türünden cisimsiz bir güç olarak
hissedilir. Latinler numina nın, yani ruhların kutsal korularda
barındıklarını düşünmüşler, Araplar bütün yeryüzünün cinlerle dolu olduğuna
inanmışlardır.
Yeryüzündeki her şeyin tanrıların
dünyasındaki bir şeyin örneği olduğuna inanılmıştır; bu, antik kültürlerin
birçoğunun mitoloji, rit ve toplumsal düzenleri hakkında çok şey söyleyen bir
anlayışın ve günümüzün daha geleneksel toplumlarını etkilemeye devam
etmektedir.
Öykü Yahudi ve İslam mistisizminde oldukça
önemli yer tutan tanrıların kendilerinin yaratılışıyla başlar. Enuma Eliş,
başlangıçta, tanrıların; kendisi de kutsal olan şekilsiz balçıktan çifter
çifter oluştuklarını söyler. Babil efsanesinde, sonradan Kitabı Mukaddes'te de
olduğu gibi, eski dünyanın yabancısı olduğu yoktan varoluş düşüncesine
rastlanmaz. Söz konusu kutsal balçık, gerek tanrılar gerekse insanoğlundan da
önce, ta ezelden beri mevcuttu.
Tanrısal evrim ilerledikçe her biri bir
öncekinden daha belirgin bir kimlikle çifter çifter yeni tanrılar ortaya
çıktılar.
Pagan görüş bütüncü bir nitelik taşıyordu.
Tanrılar, insan soyundan farklı bir ontolojik düzlemde, onlardan kesin olarak
ayrı bir kategori oluşturmuyorlardı: Tanrısallık temelde insanlıktan farklı
değildi. Bu yüzden, tanrıların yukarıdan aşağıya indirdiği özel bir vahye ya da
tanrısal bir yasaya gerek yoktu. Tanrılar ve insanoğlu aynı kaygıyı
taşıyorlardı; tek fark, tanrıların daha güçlü ve ölümsüz olmalarıydı.
Dinin çok eski aşamasında yaratıcılık
tanrısal bir eylem olarak görülür; bugün bile gerçeğe yeni bir biçim veren ve
dünyaya yeni bir anlam kazandıran yaratıcı 'ilham' dan söz ederken dinsel bir
dil kullanıyoruz.
BirTanrının ölümü, tanrıçanın arayışı ve
sonunda tanrısal dünyaya yeniden dönüş, birçok kültürde sıkça gözlenen
temalardır.
İbrahim hakkında hiçbir çağdaş belge
mevcut değildir, ancak bilim adamları onun, İ.Ö. üçüncü binin sonlarında
halkını Mezopotamya'dan Akdeniz'e doğru yönelten gezgin kabile şeflerinden
birisi olabileceği üzerinde durmaktadırlar.
İsrail'in üç büyük atasının -İbrahim, oğlu
ishak ve torunu Yakup- yalnızca tek bir Tanrıya inanan tek tanrıcılar olduğunu
düşünürüz. Bunun hiç de böyle olmadığı görülüyor. Gerçekten de, bu ilk dönem
ibranilerini Filistin'deki komşularının birçok dinsel inanışını paylaşan
paganlar olarak adlandırmak belki daha doğru olur.
Pagan dini çoğu zaman yerel bir nitelik
gösterir. Bir tanrının hükmü ancak belli bir bölgede geçerdi; bu bölgenin
dışına çıkıldığında ise, bir önlem olarak, her zaman o bölgelerin yerel
tanrılarına tapılırdı.
Sonunda bir çocuk sahibi olduklarında,
ona, 'kahkaha' anlamına gelen ishak adını koydular.
Tanrılara insan kurban etmek pagan
dünyasında yaygın bir uygulamaydı, ilk çocuğun, genellikle, anneyi bir çeşit
senyörlük hakkının gereği olarak gebe
bırakan bir tanrının çocuğu olduğuna inanılırdı. Çocuğu dünyaya getirirken
tanrının enerjisi azalırdı, dolayısıyla, bunu yememek ve bütün olası manaların
dolaşımını sağlamak için ilk çocuk kutsal babasına geri gönderilirdi.
Günümüz insanı için bu oldukça ürkütücü
bir öyküdür. Tanrıyı despotik ve kaprisli sadist bir varlık olarak tasvir eder.
Tanrının Hz. Musa ve İsrâiloğullarını özgürlüklerini kazanmaları için harekete
geçirdiğinde yaşanan Mısır'dan kitle halinde göçleri de çağımız duyarlılığı
karşısında aynı derecede rahatsız edicidir. Firavun, İsrail halkının gitmesini
istememektedir; bunun üzerine Tanrı, Mısır halkı üzerine on kez korkunç veba
salgını salar. Nil nehri kan akmaya başlar; toprakları çekirge ve kurbağa
sürüleri istila eder. İbrani kölelerin oğulları dışında bütün Mısırlıların en
büyük erkek çocuklarını öldürmek üzere Ölüm Meleği'ni yollar.
Bu son derece zalim tarafgir ve katil bir
tanrıdır, iflah olmaz derecede partizan bir tanrıdır bu; kendi gözdeleri
dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir kabile
tanrısıdır.
Tarihteki bu ilk köylü ayaklanmasına ilham
kaynağı olan Tanrı devrimci bir tanrıdır. Her üç inançta da toplumsal adalet ülküsüne
kaynaklık etmiştir.
Pagan antik çağda tanrılar sık sık
birbirine karıştırılır ve birleştirilir ya da bir bölgenin tanrıları bir başka
halkın tanrısıyla özdeş kabul edilirdi. Hz. Musa İsrâiloğullarını, onun,
İbrahim, İshak ve Yakub'un inandıkları tanrı olan El ile bir ve
aynı olduğuna ikna etmeyi başarmıştır.
Pagan dünyanın düzen, ahenk ve adalet
ilkelerini bizzat şeylerin doğasında gören anlayışı yerine, burada Kanun
yukarıdan indiriliyordu.
Çıkış'ın İ.Ö. beşinci yüzyılda düzenlenmiş
son metninde Tanrının Sina Dağı'nda Hz. Musa ile 1200 civarında gerçekleştiği
düşünülen bir anlaşma yaptığı söylenir. Bu iddia bilimsel bir tartışmaya yol
açmıştır. Bazı eleştirmenler İsrâiloğullarının İ.Ö. yedinci yüzyıla kadar bu
anlaşmaya fazlaca önem vermediklerini ileri sürerler. Ama, tarihi ne olursa
olsun, böylesi bir anlaşma düşüncesi bizlere İsraillilerin o tarihlerde henüz
tek tanrıcı olmadıklarını gösterir, çünkü bu ancak çok tanrıcı bir ortamda bir
anlam ifade etmektedir, İsrâiloğulları
Sina Tanrısı Yehova'nın biricik tanrı olmadığına inanıyorlar, ama bu anlaşma
ile diğer bütün tanrıları görmezden gelerek yalnızca ona tapacaklarına söz
veriyorlardı. Tek bir,
Tanrıya tapınma, hemen hemen daha önce örneği olmayan bir adımdı: Mısır
firavunu Akhenaton, Mısır'ın diğer geleneksel tanrılarını bir kenara iterek
Güneş Tanrısına tapmaya kalkışmışsa da, halefleri onun bu politikasını hemen
terk etmişlerdi. Potansiyel bir mana kaynağını görmezden gelmek açıkça
bir ahmaklık olarak görülmüştür ve İsrâiloğullarının müteakip tarihi onların
diğer tanrılardan oluşan kültlerini bir kalemde silmeye pek yanaşmadıklarını
göstermektedir. Yehova savaş konusundaki ustalığını göstermişti, ama o bir
bereket tanrısı değildi. Kitabı Mukaddes bize, Hz. Musa'nın Sina Dağının
tepesinde bulunduğu sırada geride kalanların hepsinin Filistin'in eski pagan
dinine geri döndüklerini söyler. El'in simgesi olarak altından bir öküz
yapıp, önünde eski ritleri icra ederler.
İsrâiloğulları Yehova’yı Çıkış'tan sonra
kendilerinin tek tanrısı yapma sözü vermişler, peygamberler yıllar sonra onlara
bu sözleşmeyi hatırlatmışlardır. Kendilerinin elohim'i olarak yalnızca
Yehova'ya tapacakları sözünü vermişler, karşılığında o da İsrâiloğullarının
kendisinin seçilmiş halkı olacağım ve onları etkin şekilde koruması altına
almayı vaad etmişti. Kitab-ı Mukaddes bize, İsrâiloğullarının Filistin'e varıp,
oradaki akrabalarına kavuştukları zaman bütün İbrahim soyunun Yehova ile bir
sözleşme yaptıklarını bildirmektedir. Tören Yehova'yı temsilen Hz. Musa'nın
halefi Yeşu tarafından icra edilir.
Yeşu onları uyardı: Yehova çok kıskanç bir
tanrıydı. Eğer sözleşme hükümlerini yerine getirmeyecek olurlarsa kendilerini
yok edecekti.
Bununla beraber, Kitabı Mukaddes
İsraillilerin sözleşmeye sadık kalmadıklarını söylemektedir. Yehova'yı yalnızca
savaş zamanlarında, onun askeri korumasına ihtiyaç duyduklarında hatırlamışlar,
her şeyin yolunda gittiği zamanlarda ise yine Baal, Anat ve Aşera'ya eski tarzda
tapmayı sürdürmüşlerdir.
Pagan tanrılarının aksine, Yehova herhangi
bir doğa gücü içinde değil, uzak bir ülkedeydi. O paradoksal biçimde dile gelen
bir sessizlik içinde, neredeyse zor fark edilen ince bir esinti olarak
hissediliyordu.
Değişme bütün uygarlık boyunca devam
etmiştir. İ.Ö. 800-200 dönemi Eksen çağı (Axial
Age) olarak isimlendirilmiştir. Bu dönemde uygar dünyanın
bütün ana bölgelerinde insanlar son derece önemli ve biçim verici özelliklerini
koruyan ve devam ettiren yeni ideolojiler yarattılar. Yeni dinsel sistemler,
değişen toplumsal ve ekonomik koşulları yansıttılar. Tam olarak anlayamadığımız
nedenlerle, daha henüz ticari ilişkilerin bile kurulmadığı bir dönemde (Çin ve
Avrupa arasında olduğu gibi) önde gelen bütün uygarlıklar paralel çizgilerde
gelişme gösterdiler. Tüccar sınıfının doğmasına yol açan yeni bir refah söz
konusuydu, iktidar, krallar ve din adamlarından, tapınak ve saraylardan pazar
yerine kaymaktaydı. Yeni zenginlik entelektüel ve kültürel gelişmenin yanı sıra
bireysel bilincin gelişmesine de yol açtı. Değişme hızının kentlerde artması ve
insanların kendi eylemlerinin gelecek kuşakların kaderini etkileyebileceğim
fark etmelerine paralel olarak eşitsizlik ve sömürü daha da belirginleşti. Her
bölge bu sorunlar ve kaygılarla baş etmek için kendi farklı ideolojisini
geliştirdi: Çin'de Taoculuk ve Konfüçyüs’çülük, Hindistan'da Hindu dini ve
Budacılık, Avrupa'da felsefi akılcılık. Ortadoğu tek tip bir çözüm üretmediyse
de İran ve İsrail'de sırasıyla Zerdüşt ve İbrani peygamberler tektanrıcılığın
değişik versiyonlarını geliştirdiler, ilginç görünmekle birlikte, dönemin diğer
büyük dinsel anlayışları gibi, 'Tanrı' düşüncesi de saldırgan bir kapitalist
ruhun başat olduğu pazar ekonomisi içinde gelişti.
Platon ve Aristoteles'in akılcılığı da
önemlidir, çünkü Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar hep onların düşüncelerine
dayanmış, Yunan Tanrısı kendilerininkinden çok farklı olmasına karşın, onları
kendi dinsel yaşamlarına uydurmaya çalışmışlardır.
İ.Ö. yedinci yüzyılda bugünkü İran'da
yaşayan Ariler indus vadisini istila etmişler ve yerli halka boyun
eğdirmişlerdir. Rig-Veda olarak bilinen uzun manzum şiir derlemelerinde
ortaya konduğunu gördüğümüz kendi dinsel düşüncelerini onlara dayatmışlardı.
Vedaların dini ne yaşamın başlangıcını
açıklamaya ne de felsefi sorulara dört başı mamur yanıtlar vermeye çaba
göstermiştir. Bunun yerine, o, insanların varoluşun ihtişamı ve dehşetiyle başa
çıkma çabalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmıştır.
Ari istilasını takip eden yüzyıllarda
baskı altında tutulan yerli halkın düşünce ve inançları tekrar gün yüzüne çıktı
ve bir dinsel açlığa yol açtı. Kişinin yazgısı kendi eylemlerinin belirlediği
anlayışını ifade eden karma'ya yönelik bu canlı ilgi, insanların,
kendilerinin sorumsuz davranışları için tanrıları suçlamalarına soğuk
bakmalarına yol açtı. Tanrılar, giderek tek bir aşkın Gerçeğin simgeleri olarak
görülmeye başlandı. Veda dini fazlasıyla kurban ritüellerine odaklaşmıştı.
Oysa, eski bir Hint uygulaması olan yoganın (özel bir konsantrasyon
disipliniyle zihnin güçlerini 'kontrol
altına alma') tekrar canlı bir ilgi odağı
haline gelmesi, dışsal olgular, üzerinde yoğunlaşmış bir dinin artık insanları
tatmin etmemeye başladığı anlamına geliyordu. Hindistan’da tanrılar artık kendi
inananlarınca dışsal birer varlık olarak görülmüyorlardı; bunun yerine insanlar
gerçeği içsel olarak kavramanın peşindeydiler.
Tanrıların Hindistan'da artık fazlaca bir
önemi yoktu. Bu yüzden, onlar, kendilerinden daha yüksek bir konuma sahip
olduğuna inanılan din vaizi karşısında ikinci plana düştüler. Hindu ve
Budacılar tanrıları aşmanın, onların da ötesine geçmenin yollarını
aramışlardır. Sekizinci yüzyılda bilge kişiler Aranyaka
ve Upanişadlar adlı risalelerde bu konuları işlemeye
başladılar. Bu risaleler topluca Vedanta olarak bilinir: Vedaların sonu.
Upanişadlar İ.Ö. beşinci yüzyılın sonuna kadar gittikçe yaygınlaştı ve
sayıları bu tarihte 200 civarına ulaştı. Upanişadlar tanrıları aşan ama var
olan her şeyde mevcut kendine özgü bir tanrısallık kavramı geliştirmiştir.
Veda dininde insanlar kurban ritüelinde
Tanrısal bir güçle karşı karşıya gelmekteydiler. Bu kutsal gücü Brahman olarak
adlandırmışlardı.
Yoga teknikleri insanların bir iç dünyayı
fark etmelerini sağlamaktaydı. Bu, duruş, nefes alış, yiyecek ve zihinsel
konsantrasyon disiplinleri, ileride görüleceği gibi, bağımsız bir şekilde diğer
kültürlerde de geliştirilmiş ve farklı şekillerde yorumlanan, ancak insan için
doğal sayılan bir aydınlanma tecrübesine yol açtığı görülmüştür. Her bir
bireyin içindeki ebedi ilke Atman olarak adlandırılmıştır.
Brahman, "sözcüklerle dile
getirilemeyen, ancak orada sözcüklerin dile geldiği zihinle düşünülemeyen,
ancak orada zihnin düşünebildiği"dir. Ne bunun gibi her yerde hazır ve
nazır Tanrı ile konuşmak ne de onun hakkında düşünmek, onu düşüncenin somut bir
nesnesi haline getirmek mümkündür. O ancak gerçek anlamda nefsin ötesinde, vecd
içinde algılanabilecek bir Gerçekliktir.
İ.Ö. 538 sıralarında Siddharta Gautama
isimli genç bir adam da Benares'in 100 mil kadar kuzeyinde Kapilavaştu'daki
şahane evini, güzel karısı ve oğlunu terk etti ve dilenci keşişliğe başladı.
Etrafındaki ıstırabın boyutları karşısında dehşete düşmüş bir halde çevresinde
her şeyde gördüğü varoluş(un) ıstırabım sona erdirecek gizi keşfetmek istedi.
Altı yıl boyunca değişik Hindu gurularının kapılarında dolaştı, kendine korkunç
işkenceler yaptı, ama bir sonuca ulaşamadı. Bilgelerin öğretileri onu
etkilemedi; çektiği acılar onu daha da umutsuzluğa itti. Bu yöntemleri tamamen
terk edip vecd haline geçtiği bir gece aydınlanmaya ulaştı. Artık ıstıraptan
kurtulmak ve nirvanaya, acının sonuna ulaşmak için yeni bir umut doğmuştu.
Gautama, Buda yani Aydınlanmış Kişi oldu.
Buda, kendi kültürel donanımının bir
parçası olması hasebiyle zımnen de olsa tanrıların varlığına inanmaktaydı, ama
onların insanlara pek bir faydası olduğuna inanmıyordu. Onlar da acı ve ıstırap
içinde çırpınıyorlardı. Onlar da diğer bütün varlıklar gibi yeniden doğuş
döngüsü içindeydiler ve eninde sonunda kendileri de yok olacaklardı. Buda,
tanrıları reddetmemekte, ama ebedi Gerçek nirvananın tanrılardan daha yüksekte
olduğuna inanmaktaydı. Budacılar meditasyon esnasında mutluluk veya aşkınlık
duygusunun hiç de doğaüstü bir varlıkla kurdukları bir ilişkiden
kaynaklandığına inanmıyorlardı. Bu gibi durumlar insan için doğaldı; doğru
yönde bir yaşam süren ve yoga tekniklerini öğrenen herkesçe tecrübe
edilebilirdi.
Din bir şeylerin yanlış olduğu
düşüncesiyle başlar. Bir elinin başarısının esas ölçüsü onun felsefi ya ,da
tarihsel açıdan kanıtlanmasından ziyade, onun etkinliği olagelmiştir.
Karma insanları sonsuz bir döngüyle acı
yaşamlar dizgesine yeniden doğmaya mahkum eder. Ama eğer ateş sönmüşse, ıstırap
döngüsü sona erecek ve nirvanaya ulaşılacaktır. Nirvana'nın sözcük anlamı
'sükunete erme' ya da 'sönmek'tir. Budacılar çoğu zaman nihai gerçek nirvanayı
tanımlamak için teistlerin aynısı imgeler kullandılar.
Nirvanaya ulaşmak, Hıristiyanların çoğu
zaman ondan anladıkları 'cennete gidiş' gibi bir şey değildir.
Platon
ruhun, tıpkı bir mezar gibi, beden içine hapsolmuş çökmüş, kirlenmiş ve
aralıksız yeniden doğuş döngüsüne mahkum bir tanrı olduğuna inanmaktaydı.
Pythagoras ruhun ritüel arınma yoluyla özgürleştirilebileceğini, böylece ruhun
evrenin düzenliliğiyle bir uyum oluşturabileceğini, ileri sürmekteydi. Platon
da, algılar dünyasının ötesinde tanrısal, değişmeyen bir gerçekliğin olduğuna,
inanmaktaydı; ruh "aslından uzaklaşmış, bedene hapsolmuş, çökmüş bir
tanrısallıktı.
Sevgi, Adalet ve Güzellik gibi sahip
olduğumuz her bir genel kavrama karşılık gelen bir idea vardır. Bununla
birlikte, iyi ideası hepsinin üstündedir.
Biz modern insanlar düşünmeyi bir
etkinlik, yaptığımız bir şey olarak görürüz. Platon ise onu zihinle ilgili bir
şey olarak tasavvur etmiştir. Sokrates gibi, düşünceyi bir anımsama süreci, hep
sahip olup da unutmuş olduğumuz bir şeyin idraki olarak görmüştür. Çünkü
insanoğlu bozulmuş tanrısallıktı, tanrısal dünyanın formları onun içindeydi ve
onunla, basit bir rasyonel ya da tanrısal etkinlikten ibaret olmayan,
içimizdeki ebedi gerçeğin sezgisel algısına akıl yoluyla 'temas edilebilir'di.
Bu anlayış tarihsel tektanrıcılığın her üç dinini de büyük ölçüde etkilemiştir.
Hiyerarşinin tepesinde, Aristoteles'in
tanrı olarak tanımladığı, ilk Hareket Ettirici vardı. Bu tanrı, ezeli,
hareketsiz ve tinsel olan saf bir varlıktı. Saf düşünce, aynı anda hem
düşünendi hem de düşüncenin kendisiydi; o, bilginin en yüksek nesnesi olan
kendisi hakkında sonsuz bir düşünme halinde idi. Bu Tanrı ya da en yüce
varlıkta maddesel bir yan yoktur, çünkü madde eksik ve ölümlüdür.
insanın ayrıcalıklı bir konumu vardır;
onun ruhu, kendisini Tanrıya akraba kılan ye tanrısal doğanın bir parçası
haline getiren tanrı vergisi bir anlağa sahiptir. Bu tanrısal özellikli akıl
onu bitki ve hayvanlardan üstün kılar. Aklını arındırarak kendini ölümsüz ve
tanrısal kılmak onun görevidir. Bilgelik (sophia) insani erdemlerin en
yükseğiydi; bu, Platon' da olduğu gibi, bizleri bizzat tanrının eylemlerini
taklit yoluyla tanrısallaştıran felsefi hakikatin tefekkürü (theoria)
şeklinde gerçekleşir. Theoria'ya yalnızca mantık yoluyla ulaşılamaz; o, aynı
zamanda, kendini aşmayla sonuçlanan disiplinli bir sezgidir. Bununla birlikte
çok az insan bu noktaya ulaşabilir ve çoğunluk sadece phronesis'le, yani
gündelik yaşamda öngörü ve ahlakla yetinmek durumundadır.
Önemli konuma rağmen, Aristoteles'in
Tanrısının dinsel bir boyutu neredeyse yoktur. Dünyayı o yaratmamıştır, çünkü
bu ona hiç yakışmayan değişmeyi, dünyevi bir eylemi içermektedir. Her şeyde ona
yönelen bir sevgi eğilimi bulunmasına karşın, bu Tanrı evrenin varlığına karşı
oldukça kayıtsızdır, çünkü o kendinden daha aşağı olan hiçbir şeyi düşünemez. O
kesinlikle bu dünyayı yönetmemekte, ona yol göstermemekte ve yaşamımıza hiçbir
şekilde müdahale etmemektedir. Eksen çağının insanları olarak Aristotales ve
Platon'un her ikisi de birey vicdanı, iyi yaşam ve toplumsal adalet sorunları
üzerinde durmuşlardır. Öte yandan, onların düşünceleri seçkinciydi. Platon'un
saf formlar dünyası ve Aristoteles'in uzaktaki tanrısı sıradan ölümlülerin
yaşamları üzerinde çok önemsiz bir etki gösterebilirdi; bu, sonraki dönemlerde
kendilerine çok değer veren Yahudi ve Müslüman düşünürlerce de kabul
edilmiştir.
Tanrı, bütün peygamberlerin ilk örneği
olan Hz. Musa'nın adını yanmakta olan bir çalılıktan çağırıp, ona, kendisinin
Firavun ve İsrâiloğulları için görevlendirdiği peygamberi olmasını
emrettiğinde, Hz. Musa, "iyi bir hatip olmadığı" gerekçesiyle buna
pek yanaşmamıştı. Tanrı, onun bu eksikliğini anlayışla karşılayarak, Hz.
Musa'nın yerine kardeşi Aron'un tebliğ etmesine izin vermişti.
Hindular Brahman'ı bir büyük kral olarak
tanımlamamışlardır, çünkü, onların tanrısı bu gibi insani terimlerle
tanımlanamazdı.
Peygamberler, her şeyden önce, Tanrının
huzuruna çıkan kişidir, ama bu aşkın tecrübe Buda dinindekinin aksine, bilginin
aktarılmasıyla değil eylemle sonuçlanır. Peygamber mistik bir aydınlanmayla
değil itaat ile tanımlanır. Yehova işaya'dan halkın kabul etmeyeceği bir şeyi
yapmasını ister: Tanrının kelamını reddetmeleri durumunda hiddete
kapılmamalıydı: "Git ve onlara de ki; 'Anlamasanız da tekrar tekrar
dinleyin; algılayamasanız da tekrar tekrar görün.". Yedi yüzyıl sonra,
kendisinin aynı sertlikteki mesajını halkın reddetmesi üzerine, İsa bu sözleri
tekrarlayacaktır.
İsrâiloğullarını sürgüne gönderen ve
ülkelerini mahveden II. Sargon ve Sanherib değildi. “Halkı yerinden yurdundan eden bizzat
Yehova'ydı.”
Bu, Eksen çağı peygamberlerinin
mesajlarında sürekli tekrarlanan bir temaydı. İsrail'in Tanrısı, başından beri,
yalnızca mitoloji ve liturjide değil, bizzat somut olayların içinde görünerek,
kendini pagan tanrılarından ayırmaktaydı.
Ortadoğu'da bu kültlere dayalı kutlamalar
dinin temelini oluşturmaktaydı. Pagan Tanrılar, azalan enerjilerini yenilemek
için bu törenlere muhtaçtılar; prestijleri de, bir bakıma, kendileri için
yapılan tapınakların haşmetiyle ölçülmekteydi. Yehova, şimdi bütün bunların
anlamsız olduğunu söylüyordu. Uygar dünyanın diğer bilge ve filozofları gibi,
işaya biçimsel dindarlığın yetersiz olduğunu düşünmekteydi. İsrailliler kendi
dinlerinin batini anlamını keşfetmek zorundaydılar. Yehova kurban değil
merhamet istemekteydi.
Peygamberler, Eksen Çağı'nda ortaya çıkan
bütün büyük dinlerin ayırıcı özelliği haline gelecek olan merhametli olmanın,
kendilerinin en önemli görevleri olduğunu keşfetmişlerdi. Çıkış öyküsü tanrının
zayıf ve ezilenin yanında olduğunu vurguluyordu.
Amos,
toplumsal adalet ve merhametin önemini vurgulayan ilk peygamberdi.
Beklenildiği gibi, İsraillilerin çoğu
peygamberin, onları Yehova ile diyaloga çağıran davetine kulak asmadı. Kendilerinden
daha az şey talep eden, Kudüs'teki Tapınakta ya da Filistin'in eski bereket
kültlerinde icra edilen kült ibadetine dayalı bir dini tercih ettiler. Onuncu
yüzyılda iki yüzyıl sonra İsrailliler, hala bereket ayinleri düzenleyip, kutsal
seks icra ediyorlardı. Kimi İsraillilerin, diğer Tanrılar gibi, Yehova'nın da
bir karısı olduğunu düşündükleri görülüyor. Bütün yeni peygamberler gibi, o da,
dinin derin anlamıyla ilgiliydi. Onun Yehova'ya söylettiği gibi: "Kurban değil sevgi, felaket değil
Tanrıyı bilmenizi istiyorum.” Burada o,
teolojik bilgiyi kastetmiyordu; daath sözcüğü ibranice’de cinsellik
çağrışımlı 'bilmek' anlamına gelen yada'dan türemiştir. Bu yüzdendir ki, J,
Adem'in karısı Havva'yı 'bildiğini' söyler.
Peygamberler kendi insani duygu ve
tecrübelerini Yehova'ya atfettiklerinde, bir anlamda, kendi suretlerinde bir
tanrı yaratmaktaydılar. Bütün dinler mutlaka bir miktar insanbiçimcilik ile
başlar. Yahudiler, eski dünyada, pagan komşularının hayran kaldığı müreffeh bir
sistem kuran ilk halk olmuştur.
Bütün diğer peygamberler gibi, Hoşea da
putperestlik karşısında dehşete düşmüştü.
Filistin ve Babil halkı hiçbir zaman
yaptıkları tanrı heykellerinin bizzat kendilerinin kutsal olduklarına
inanmadılar; hiçbir zaman bir heykel karşısında, sırf bir heykel olduğu için
eğilmediler. Heykel tanrının bir simgesiydi. Tıpkı, tasavvur edilemeyen ilk
olaylar hakkında yarattıkları mitoslar gibi, bu da, ibadet eden kişinin
dikkatini kendi ötesine yöneltmesi için geliştirilmiş bir araçtı. Öte yandan,
peygamberler sık sık pagan komşularının tanrılarına akla gelmedik
saygısızlıklarla gülüp geçmekteydiler.
Yazık ki, tektanrıcılığın bir özelliği
olarak ortaya çıkan hoşgörüsüzlüğü bugün öylesine kanıksamış bulunuyoruz ki,
diğer tanrılara karşı düşmanlığın yeni bir dinsel tavır olduğunu
göremeyebiliriz. Paganizm temelde hoşgörülü bir inançtı. Yeni bir tanrının
gelişi eski kültler için bir tehdit oluşturmadıkça, mevcut panteonda her zaman
başka bir tanrıya yer vardı. Eksen çağının yeni ideolojileri eski tanrılara
yönelik inançların yerini aldığında bile, eski tanrılar böylesine şiddetle
reddedilmemişlerdi. Gördük ki, Hindu dininde ve Budacılıkta insanlar, tanrıları
gönülsüzce kabul etmek bir yana, tanrıların da ötesine geçmeleri için teşvik
edilmişlerdir. Peygamberler, kendi dinsel tutumlarına yönelik gizli bir kaygı
mı beslemekteydiler? Yoksa, pek kolay olmasa da, kendi Yehova anlayışlarının
paganların putperestliğinden pek de farklı bir şey olmadığının farkında
mıydılar? Çünkü, ne de olsa, onlarda tanrılarını kendi suretlerinde
yaratmaktaydılar. Tektanrıcılar, tanrılarının bildik kadın-erkek cinselliğinin
ötesinde olduğunu ileri sürmelerine karşın, ileride göreceğimiz gibi, her ne
kadar, kimileri bu dengesizliği gidermeye çalıştıysa da o, temelde erkek bir
tanrı olarak kalmıştır. Yehova'nın, Filistin'in ve Ortadoğu'nun diğer Tanrı ve
tanrıçalarını başarılı bir şekilde ortadan kaldırıp, tek Tanrı konumuna gel
meşinden sonra, onun dini neredeyse tamamen erkeklerce sürdürülmüştür.
Yehova’nınki zor kazanılmış bir zaferdi.
Yehova'nın eski tanrıları barışçıl bir yolla doğal bir şekilde aşmayı
başaramadığı görülmektedir; bunun için savaşmak zorunda kalmıştır.
Hilkiya'nın bulduğu 'Kanun Kitabı'nın
bizim bugün Tesniye olarak bildiğimiz metnin temelini oluşturduğu hemen hemen
kesindir. Bu kitabın reformcu kesim tarafından tam zamanında ‘bulunmuş’ olması,
bu konu üzerinde değişik kuramların ileri sürülmesine yol açmıştır. Söz konusu
Kanun Kitabı kesin olarak yedinci yüzyıl bakış açısını yansıtan yepyeni bir
ihtilafı dile getirmektedir. Yehova'nın İsrail halkını diğer bütün uluslardan
ayrı tutması, İsraillilerin özel bir niteliğinden değil, Yehova'nın büyük
sevgisinden kaynaklanmaktaydı. Buna karşılık, kendisine tam sadakat ve diğer
bütün tanrıların şiddetle reddedilmesini istiyordu.
“Yerli halkla hiç bir anlaşma
yapmayacaklar, onlara en ufak bir merhamet göstermeyecekler”di. Asla kız
alıp verme, toplumsal karışma olmayacaktı.
Yahudiler bugün şema'yı
okuduklarında, ona tektanrıcı bir yorum getirmektedirler: Bizim Tanrımız Yehova
Tek ve biriciktir. Tesniye yazarının henüz böyle bir bakış açısı yoktu. ‘Yehova ehad’ Tek olan Tanrıyı değil, kendisine
tapılmasına izin verilen tek tanrıyı ifade etmekteydi.
Tesniye yazarının dile getirdikleri bu
aşırı tehlikeli ortamda büyük bir etki yarattı. Yoşiya hemen şiddetli bir
reforma girişti. Tapınakta bulunan bütün heykeller, idoller ve bereket
simgeleri yerlerinden kaldırılarak yakıldı. Ülkede paganizmin faaliyet
gösterdiği bütün eski dinsel mekanlar yıkıldı.
Bu topyekün yıkım, derinlerde gizlenmiş
olan endişe ve korkunun yarattığı bir nefretten kaynaklanmaktaydı.
Her üç tek-tanrıcı inanç da kendi
tarihlerinde, farklı zamanlarda benzer seçim teolojileri geliştirmişler, hatta
bazen Yeşu'nun kitabında hayal edilenden daha da korkunç sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Batı Hıristiyanları, kendilerinin tanrının gözdeleri olduğunu düşünmeye özel
bir eğilim göstermişlerdir. On bir ve on ikinci yüzyıllarda haçlılar, Yahudi ve
Müslümanlara karşı giriştikleri kutsal savaşı, kendilerinin, Yahudilerin
çoktandır kaybettiği Tanrısal misyonu devralmış yeni Seçilmiş Halk oldukları
iddiasıyla meşrulaştırmışlardır.
Yehova kültü içinde henüz Atman'la
karşılaştırılabilecek, her yerde hazır ve nazır, içsel bir tanrısal ilke yoktu.
Yehova dışsal, aşkın bir gerçek olarak algılanmıştır. Ve onun yabancı
görünümünden biraz kurtarılabilmesi için bazı yönlerden insanileştirilmesi
gerekiyordu. Siyasi durum kötüye gitmekteydi. Babilliler Yahuda'yı istila
etmişler, kralla birlikte bir grup İsrailli sürgüne gönderilmişti. Son olarak
da bizzat Kudüs düşmüştü. Koşullar kötüleştikçe, Yeremya Yehova'ya insani
duygular atfetme adetini sürdürdü.
Tanrı önündeyken hep halkı adına konuşan
Yeremya, düşmanın kapıya dayandığı zaman halkına olan öfkesini Tanrının
ağzından dile getirmekteydi. Kudüs'ün düşmesi ve Tapınağın yıkılışından
sonradır ki, o, elinin böylesi dışsal tuzaklarının aslında içsel, öznel bir ruh
halinin simgelerinden başka bir şey olmadığını anlamıştır, İsrail kavmiyle
yapılan anlaşma ileride oldukça farklı bir şekil alacaktı: “Onların ta
derinliklerine kendi kanunumu yerleştirecek, onu kalplerine nakşedeceğim”
Tel-Aviv : Bahar Tepesi -
Filadelfiya (Amman)
Tanrının tarihinde oldukça önemli bir yer
tutacak olan bir düşünce ileri sürmüştü. Buna göre, insanlar, tanrısal varlığın
ancak, batan güneşin son ışınları gibi, ardında bıraktığı etkisini
görebilirler.
Tapınak inşa etmek insanoğlunun, bizatihi
tanrıların yaratıcılığında kendine bir yer bulmasını sağlayan bir imitatio
dei, tanrının taklit edilmesi eylemiydi.
Sinagog, eski dinlerin dünyasındaki hiçbir
şeye benzemiyordu. Herhangi bir ritüel ya da kurban töreni olmadığı için,
sinagog büyük ihtimalle onlara bir çeşit felsefe okulu gibi görünmekteydi.
Birçoğu, tanınmış bir Yahudi vaiz geldiğinde, tıpkı kendi filozoflarını
dinlemek için kuyruğa girdikleri gibi, sinagogu doldurmaktaydı.
Kadim dünyada din kişisel bir sorun
değildi. Tanrılar bir kent için oldukça önemliydi ve ihmal edildikleri
takdirde, koruyuculuklarından vazgeçeceklerine inanılmaktaydı. Bu tanrıların
varlığına inanmayan Yahudiler 'ateist' ve toplum düşmanı olarak
görülmekteydiler. Yahudiler, kısa zamanda, bilgeliğin Yunan zekasının değil,
Yehova korkusunun bir eseri olduğunu ileri süren kendi literatürlerini
yaratmaya başladılar.
Aristoteles'in, kendi yarattığı dünyayla nadiren
ilgilenen Tanrısıyla, Kitabı Mukaddes'in, ısrarla ve tutkuyla insan yaşamına
müdahale eden Tanrısı arasında önemli, belki de uzlaştırılamaz bir fark vardı.
Yunan tanrısı insan aklının bir eseriyken, Kitabı Mukaddes'in Tanrısı kendisini
ancak vahiy aracılığıyla tanıtmaktadır. Tektanrıcılar ne zaman Yunan
felsefesinin cazibesine kapıldılarsa, hep onun Tanrısını kendilerininkine
uydurmaya çalışmışlardır. Bu işe girişen ilk insanlardan biri büyük Yahudi
Filozofu İskenderiyeli Philon'du (İ.Ö. 30?-İ.S. 45). Kendi Tanrısı ile
Yunanlıların Tanrısı arasında hiçbir uyumsuzluk görmemekteydi. Bununla
birlikte, burada, Philon'un Tanrısının Yehova'dan çok farklı olduğunu belirtmek
gerekir. Aristoteles tarihi felsefi olmayan bir şey olarak görmüştü. Onun
Tanrısı insani özellikler taşımıyordu. Örneğin, onun 'kızgın' olduğunu söylemek
oldukça yanlış olurdu.
Yahudiler, Yunan dünyasıyla böylesi bir
sentezi oluşturabilmelerinin imkansız olduğunu kısa sürede anladılar. İ.Ö.
birinci yüzyılda Romalılar imparatorluklarını Kuzey Afrika ve Ortadoğu'ya iyice
genişlettiklerinde, bizzat kendileri, atalarının tanrılarını Yunan panteonuna
sokup, Yunan felsefesini heyecanla benimseyerek Yunan kültürünün üstünlüğünü
kabul etmişlerdi. Bununla birlikte, Yunanlıların Yahudi düşmanlığından uzak
durdular. Miladi birinci yüzyıla gelindiğinde, Yahudiliğin Roma
imparatorluğu'nda oldukça güçlü bir konumu vardı. Bütün imparatorluğun onda
biri Yahudi idi. Romalılar kendilerini Yahudiliğin yüksek ahlaki niteliğine
kaptırmışlardı. Sünnet edilmekten çekinen ve Tevrat'ın ilkelerine bütünüyle
uymakta zorlananlar sinagogların onur üyesi oluyorlar ve 'tanrı korkusu
taşıyanlar' şeklinde adlandırılıyorlardı.
Ferisiler, saplantı derecesinde ruhani
Yahudilerdi. Yalnızca evlerindeki mabetlerde gerçekleştirilen özel arınma
kurallarını yerine getiren resmi bir ruhban kastı gibi yaşamaya başladılar.
Yemeklerini tam bir ritüel saflık ortamında yemeye bilhassa özen gösterdiler,
çünkü her bir Yahudi'nin masası Tanrının Tapınaktaki sunağı gibi olmalıydı.
Gündelik yaşamlarının en küçük ayrıntısında bile Tanrının mevcudiyeti
düşüncesini yerleştirdiler. Yahudiler ancak bu şekilde Tanrıya hiçbir ruhban
sınıfı ve ince ritüellere gerek kalmadan doğrudan ulaşabilirlerdi. Bir gün
Hillel'e yaklaşan bir pagan, ona, tek ayak üstünde bütün Tevrat'ı kendisine
ezberden okuması durumunda Yahudiliği kabul edeceğini söyler. Hillel karşılık
verir: "Kendine
yapılmasını istemediğini başkasına yapmayacaksın. Tevrat'ın özü işte budur; git
ve bunu öğren."
Kudüs'ün işgalinden sonra, Haham
Yuhannan'ın alevler içindeki kentten bir tabut içinde dışarıya kaçırıldığı
söylenir. O Yahudi ayaklanmasına karşıydı ve Yahudilerin devlet olmadan daha
müreffeh bir yaşam süreceklerine inanıyordu. Romalılar onun, Kudüs'ün
batısındaki Yabne'de kendi kendini yöneten bir Ferisi topluluğu oluşturmasına
izin verdiler. Onları takiben, amoraim diye bilinen yeni bir bilginler
kümesi Mişna üzerine yorumlara başladılar ve bir bütün olarak
Talmud ismiyle anılan risaleleri kaleme aldılar. Gerçekte
iki ayrı Talmud derlenmiştir: ilki, dördüncü yüzyıl sonuna kadar bitirilen
Kudüs Talmudu, diğeri ise, daha yetkin olduğu söylenen ve ancak beşinci yüzyıl
sonlarına doğru bitirilen Babil Talmudu'dur.
Yehova her zaman, insanları yukarıdan ve
uzaktan yönlendiren bir tanrıydı. Hahamlar onu, insanoğlunun içinde, yaşamın en
küçük ayrıntısında daha yakın bir şekilde var olan bir Tanrıya dönüştürdüler.
Her tür resmi öğreti Tanrının esas gizemini
sınırlamak anlamına gelirdi. Hahamlara göre o, tam anlamıyla kavranılamaz,
tasavvur edilemezdi. Hz. Musa bile Tanrının gizini aralamayı başaramamıştı.
Hatta, onu dile getirmeye yönelik her girişimin kaçınılmaz bir şekilde eksik
kalmaya mahkum olduğunun hatırlatılması olarak, Yahudilerin onun adını dahi
ağızlarına almaları yasaklanmıştı. Tanrının ismi YHWH şeklinde yazılmıştı ve
hiçbir metinde tam olarak telaffuz edilmemiştir.
Onların Tanrı için sıkça kullandıkları
isimlerden birisi, ibranice’de ikamet etmek ya da çadır kurmak anlamına gelen
şakan'dan türemiş olan Şekina idi. Tapınağın
artık mevcut olmadığı bir zamanda, çölde oradan oraya savruluşları sırasında
İsraillilere eşlik eden Tanrı imgesi, Tanrının ulaşılabilir olduğu anlamına
gelmekteydi.
Şekina imgesi, sürgünlerin, kendileri
neredeyse orada hazır ve nazır bir Tanrı anlayışı geliştirmelerine yardımcı
oldu. Şemayı, “kendilerini vererek, tek bir sesle, tek fikir ve tek tonda”, tam bir birlik halinde söylemek için
sinagoga adımlarını attıklarında, Tanrı orada, onlarla birlikteydi. Ancak o,
topluluk içindeki uyumsuzluktan nefret eder, bu durumda, meleklerin "tek ses ve tek
nefesle" ilahi
okudukları gökyüzüne geri dönerdi.
Bu tür bir ruhaniyet yalnızca erkeklere
mahsustu; kadınların Haham olması, Tevrat üzerinde çalışması yada sinagogda
ibadet etmesi gerekmiyordu, çünkü buna izin verilmemişti. Kadının görevi,
evdeki ritüel saflığın sürmesini sağlamaktı. Kadınlar, tıpkı mutfaklarında sütü
etten ayırdıkları gibi, erkeklerden farklı, daha düşük bir kategoriye
itilmişlerdi. Erkeklerden, sabah dualarında, Pagan, köle ya da kadın olarak
yaratılmamaları için Tanrıya teşekkür etmeleri istenmekteydi. Öte yandan;
evlilik kutsal bir görev addediliyordu ve aile yaşamı kutsaldı. Kadınların
aybaşı döneminde cinsel ilişkiye girmek yasaklanmıştı, ama bunun nedeni,
kadının o anda pis ve iğrenç olarak görülmesi değildi, Aybaşının gerekçesi
aslında, erkeğin, karısını 'elde var bir' olarak görmesini önlemekti. "Çünkü bir erkek, karısını fazlasıyla kanıksar duruma
gelebilir ve karısı da onu arzulamaz; bu yüzden Tevrat der ki, kadın aybaşından
sonra yedi gün boyunca niddah [cinsel ilişkiye kapalı] olmalı, böylece,
sonunda, kocası gözünde evlendikleri günkü kadar sevgili bir konuma
gelecektir.” Bir tören
gününde sinagoga gitmeden evvel erkeğin ritüel bir banyo yapması emredilmiştir;
bununda nedeni, onun herhangi bir şekilde temiz olmaması değil, kendini bir
hizmet için daha kutsal kılmak istemesidir, işte bu anlayış içinde kadının,
aybaşından sonra ritüel banyo yapması ve kendini, onu bekleyen şeyin, yani
kocasıyla cinsel ilişkinin, kutsallığına hazırlaması emredilmişti. Cinselliğin
bu şekilde kutsanması, bazen seks ile Tanrıyı karşılıklı birbirini dışlayan
şeyler olarak gören Hıristiyanlık için yabancı bir olgudur.
İyi ve mutlu bir yaşam sürmenin Yahudiler
için bir yükümlülük olduğunu vurgulamışlardı. Hatta şarap ve seks gibi
zevklerden uzak durmak günah bile sayılırdı, çünkü, Tanrı bunları insanın
mutluluğu için yaratmıştı. Tanrıya, ıstırap ve inzivayla ulaşılamazdı. Hahamlar
bizzat Tevrat'ın kendilerinde vücut bulduğu insanlar olarak saygı
görmekteydiler; hukuk konusundaki uzmanlıkları yüzünden, diğer herkesten daha
fazla “Tanrıya benziyorlardı.
Bir insana hakaret etmek, insanları kendi
suretinde yaratmış olan Tanrıyı inkar etmek anlamına geliyordu. Bu, ateizmle eş
bir tutumdu ve tanrıya küfretmek demekti. Bu yüzden cinayet en büyük suç ve
günahtı. "Kitabı Mukaddes, her ne sebeple olursa olsun, insan kanı
dökmenin tanrısal imgeyi küçültmek anlamına geldiğini söyler." Yahudilere karşı girişilen bir katliam bile,
tek bir imam öldürmenin gerekçesi olamazdı. Bir kimseyi, hatta bir goy
[Yahudi olmayan] ya da bir köleyi aşağılamak en büyük hakaretlerden biri
sayılırdı, çünkü bu, cinayetle, Tanrının imgesinin saygısızca reddedilmesiyle eşit
bir suçtu. Yahudiler Tanrıyı, kendilerinin her hareketlerini yukarıdan izleyen
bir Büyük Birader olarak düşünmemekte, bunun yerine her insanın içine bir Tanrı
düşüncesi yerleştirmeye çalışmaktaydılar; diğer insanlarla olan ilişkimiz ancak
bu yolla kutsal bir hale gelirdi.
* Orijinal başlıkta 'Gentiles'
kullanılmıştır. Bu sözcük, Kitabı Mukaddes geleneğinde genel olarak Yahudi
olmayanlar, pagan Romalılar için kullanılmıştır. Daha sonra Hıristiyanlarca
Hıristiyan olmayan anlamında da kullanılmıştır. Hepsindeki ortak nokta,
dönemlerinin çok tanrılı, pagan, putperestlerine atıfla kullanılmış olmasıdır.
ilki olması açısından en güvenilir İncil
olarak kabul edilmiş olan Markos'un İncili, Hz. İsa’yı, erkek ve kız kardeşleri
olan, oldukça sıradan bir adam olarak sunar. Öyle anlaşılıyor ki, İsa
başlangıçta, Esseni olma ihtimali yüksek bir gezgin derviş olan Vaftizci
Yahya’nın bir şakirdi idi. Vaftizci Yahya, hemen, Hz. İsa’yı Mesih olarak,
tanıdı.
Onun gerçekte söylediği sözlerden çok
azının İncillerde yazıldığı ve onların sunduğu bilginin büyük bir kısmının, Hz.
İsa’nın ölümünden sonra Aziz Pavlus tarafından kurulan kiliselerin sonraki
gelişimlerinin etkisi altında şekillendiği anlaşılmaktadır. Bazıları Hz.
İsa’nın, tıpkı Hıristiyanlığa geçmeden önce bir Ferisi olup Haham Gamaliel'e
müritlik eden Pavlus gibi, Hillel'in okuluna bağlı bir Ferisi olduğunu ileri
sürer. Matta'nın İncilindeki anti semitik hava, 80'li yıllarda Yahudilerle Hıristiyanlar
arasındaki gerilimi yansıtmaktadır.
Ölümünden sonra, takipçileri Hz. İsa’nın
tanrısal bir kişiliği olduğuna karar verdiler. Bu hemen gerçekleşmedi;
göreceğimiz gibi, Hz. İsa’nın insan şekline girmiş Tanrı olduğu öğretisi,
dördüncü yüzyıla kadar nihai şeklini almadı. Hz. İsa, kesinlikle hiçbir zaman
kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürmemiştir. Vaftizi sırasında gökten gelen bir
ses tarafından Tanrının Oğlu olarak çağrılmıştır, fakat bu, büyük ihtimalle
onun sevgili Mesih olduğunun tasdikinden ibaretti.
Daha çok bir Yahudi mezhebi olarak kalmak isteyen ilk
havarilerden oluşan bir grup, bundan rahatsız oldu ve çok şiddetli bir
tartışmadan sonra Pavlus ile yollanın ayırdılar. Pavlus Hz. İsa’yı hiç bir
zaman 'Tanrı' olarak anmamış; onu, Yahudilere özgü anlamıyla 'Tanrının Oğlu'
olarak çağırmıştır. O, Hz. İsa’nın bizatihi Tanrının
enkarnasyonu olduğuna kesinlikle inanmamaktaydı. Tanrının Hz. İsa’nın vücudunda
tecelli ettiği öğretisi, Yahudilerce her zaman bir kepazelik olarak görülmüş,
daha sonra Müslümanlar da bunu küfür saymışlardır. Bazı tehlikeli yanlar içeren
bu açıklaması zor öğretiyi, Hıristiyanlar her zaman çok kabaca
yorumlamışlardır. Öte yandan, bu tür bir enkarnasyon inancı din tarihinde hep
var olagelmiş bir temadır; hatta Yahudiler ve Müslümanlar bile, bu konuda
şaşırtıcı benzerlikler gösteren kendi teolojilerini geliştirmişlerdir.
Hz. İsa’nın şaşırtıcı bir şekilde
tanrısallaştırılmasının arkasındaki dinsel dürtüyü görebilmek için, aynı
dönemde Hindistan'da yaşanan bazı gelişmelere kısaca bakmak gerekir. Hem
Budacılıkta hem de Hindu dininde, bizzat Buda veya insan şeklinde görünen Hindu
tanrıları gibi yüceltilmiş varlıklara aşırı bir düşkünlük vardı. Bakti olarak bilinen bu tür kişisel bağlılık,
insanın, bir bakıma, insanileştirilmiş bir dine duyduğu sürekli özlemi dile
getirmekteydi.
İ.Ö. birinci yüzyıla gelindiğinde, kendi
adlarına nirvanaya ulaşmak için manastırlara kapanan Budacı rahiplerinin bu
anlayışı artık kaybettikleri anlaşılmaktaydı. Manastır hayatı kolayca göze
alınamayacak bir idealdi ve bu, birçokları için altından kalkılamayacak bir
şeydi. İ.S. birinci yüzyılda, yeni tip bir Budacı ilah ortaya çıktı: Buda
örneğini takip ederek kendini insanlara adayan, bu yüzden kendi nirvanasından
vazgeçen bodhisattva.
İ.S. ikinci yüzyılın başlarında, Boşluk
Okulu'nun kurucusu olan filozof Nagarcuna, sıradan kavramlarla çalışan dilin
yetersizliğini göstermek için paradoksu kullanmış ve diyalektik bir yöntem
devreye sokmuştur. Nihai gerçeklerin, yalnızca, meditasyonun zihinsel disiplini
içinde sezgisel olarak kavranabileceğini iddia etmiştir. Bu felsefeye inanan
Budacılar, yaşadığımız her şeyin bir yanılsama olduğu yolunda bir inanç
geliştirmişlerdir: Batıda biz bunları idealistler olarak adlandırıyoruz. Her
şeyin derindeki özü olan Mutlak bir boşluk, bildiğimiz anlamda mevcut olmayan
bir hiçliktir.
Budalar ve bodhisattvalara yönelik
bu bakti’nin (bağlılığın), Hıristiyanların Hz. İsa’ya bağlılığıyla benzeştiğini
söylemek mümkündür. Bu, ayın zamanda, bir inancın daha fazla insana ulaşmasını
da sağlamıştır; tıpkı Pavlus'un, Yahudiliğin goyim’e de açık olmasını
istemesi gibi. Gerçekte, Hindular bir Teslis(Üçleme) geliştirmişlerdi: Brahman,
Şiva ve Vişnu; bunlar biricik, tanımlanamaz gerçeğin üç simgesini ya da
boyutunu temsil ediyorlardı.
Bugün Hıristiyanlık olarak bildiğimiz dini
yaratan ilk Hıristiyan metin yazan olan Aziz Pavlus, Tanrının dünyaya kendini
Tevrat yerine, esas olarak, Hz. İsa’da gösterdiğine inanmaktaydı. O, Hz.
İsa’nın Mesih olduğuna kesinlikle inanıyordu. 'Christ' sözcüğü Yahudilerin
Massiach'ının çevirişiydi ve Kutsanmış Kişi anlamına geliyordu. Pavlus, ayrıca,
Hz. İsa’dan bir insan olarak da bahsetmekte, ama yine onun sıradan bir insandan
daha fazla bir şey olduğunu söylemekteydi. Bununla birlikte, bir Yahudi olarak
Pavlus, onun insan şekline girmiş Tanrı olduğuna inanmamaktaydı.
ilk Hıristiyanlar Hz. İsa’nın, gizemli bir
şekilde de olsa, yaşadığına ve onun sahip olduğu 'güçler' e söz verdiği üzere,
şimdi kendilerinin sahip olduğuna inanmaktaydılar. Pavlus'un mektuplarından,
ilk Hıristiyanların, yeni tür bir insanlığın başladığını işaret edebilecek bin
bir çeşit alışılmadık yaşantıları olduğunu anlıyoruz: Kimileri okuyup üfleyerek
şifa dağıtmaya, kimileri tanrısal bir dille konuşmaya başlamıştı; kimileri de,
ilhamını Tanrıdan aldıkları kehanetleri etrafa yaymaktaydılar.
Bununla birlikte, Hz. İsa’nın çarmıha
gerilişini, bir çeşit Adem'in 'ilk günahı'nın kefareti olarak gören ayrıntılı
kuramlar yoktu. Böyle bir teolojinin dördüncü yüzyıla kadar gündeme gelmediğini
ve bunun yalnızca Batıda bir önem taşıdığını ileride göreceğiz. İsa Mesih'in
kurban edilircesine ölümü olayı, bu sıralarda Hindistan' da gelişmekte olan bodhisattva
idealiyle benzerlik göstermekteydi. Pavlus, Hz. İsa’nın kurban edilişinin
biricikliğinde ısrar etmekteydi. Burada potansiyel bir tehlikeyle karşı
karşıyayız. Hıristiyanlığın, tüketilemez Tanrı gerçeğinin tamamının tek bir
insanda tezahür etmiş olduğunu ileri süren tek enkarnasyonu, tam olgunlaşmamış
bir putperestliğe yol açabilirdi.
İsa, Tanrısal güçlerin (duanis)
yalnızca kendisi için söz konusu olmadığını ısrarla vurgulamıştır. Pavlus Hz.
İsa’nın yeni tür bir insanlığın ilk örneği olduğunu ileri sürerek bu anlayışı
geliştirmiştir. Bu, bütün Budalar Mutlak ile aynileştikleri için, insanlık
idealinin Budalığa intisap edeceğini ileri süren Budacı inançtan çok farklı değildi.
Bu dua, Hz. İsa’nın, bir bodhisattva
gibi, insanlığın çektiği acıyı paylaşmaya karar verip, kendi 'nefsinden
arınmak' (kenosis) suretiyle insan haline gelmeden önce 'Tanrı katında'
sürdürülmüş bir yaşamı olduğuna dair ilk Hıristiyanlar arasında yaşayan bir
inancı yansıtmaktadır. Pavlus, Mesih'in ezelden beri YHWH'nın yanı başında ikinci bir tanrısal
varlık olarak mevcut olduğu düşüncesini kabul edemeyecek kadar inançlı bir
Yahudi idi. Dua, Hz. İsa’nın, yüceltilişinden sonra bile, kendisini yükseltip,
ona kyrios unvanını bahşeden Tanrıdan farklı ve daha düşük bir konumda
olduğunu dile getirmektedir.
Yaklaşık kırk yıl sonra, 100 yılı
civarında kaleme alınmış olan Aziz Yuhanna İncilinin yazarı benzer bir öneride
bulunur. “Her şey onun aracılığıyla var oldu,
hiçbir şey onsuz var olmadı.” İncil yazarının Helenleşmiş Yahudilikten
daha çok Filistin Yahudiliğine yakın bir dil kullandığı anlaşılmaktadır.
Petrus, Nasıralı Hz. İsa’nın Tanrı
olduğunu iddia etmemişti. O "Tanrının sizlere mucizeler, deliller ve işaretlerle
gönderdiği bir insandı ve bizimle birlikte olduğu müddetçe Tanrı eylemlerini
onun aracılığıyla gerçekleştirmiştir." Feci bir şekilde ölmesinden sonra
Tanrı onu yeniden yaşama döndürmüş ve Tanrının sağ kolu olarak özel bir konuma
yükseltmişti.
Pavlus'un yeni bir şekil kazanmış
Yahudiliğinin, bu insanların içine düştükleri birçok ikilemi de ortaya serdiği
anlaşılmaktadır. Kimi bölge Yahudileri, Tapınağın yıkılmasından sonra Hahamlar
tarafından geliştirilen Talmud Yahudiliğini benimsemişti; kimileri ise,
Tevrat'ın konumu ve Yahudiliğin evrenselliği gibi diğer konulardaki sorularına
Hıristiyanlıkta cevap bulmuşlardır.
Birinci yüzyılda Hıristiyanlar da Tanrıyı
düşünüp, ona Yahudiler gibi ibadet etmeyi sürdürdüler; Hahamlar gibi
tartıştılar, üstelik kiliseleri de sinagogları andırmaktaydı. Hıristiyanlar,
Tevrat'ı dikkate almadıkları için İ.S. 80'li yıllarda sinagoglardan resmen
kovuldular. Önceden Yahudiliğe geçmiş olan paganlar, şimdi yüzlerini
Hıristiyanlığa dönmekteydiler. Ancak bunlar daha çok kölelerle alt sınıflara
mensup insanlardı, iyi eğitim görmüş paganlar, ancak ikinci yüzyılın sonlarında
Hıristiyanlığı seçtiler ve kararsız pagan dünyaya bu yeni dini
açıklayabildiler.
Hiç kimse dini, büyük bir meydan okuma
olarak görmüyor, onun, yaşamın anlamı hakkında dört başı mamur bir cevap
sunmasını beklemiyordu. Son dönem antik çağın Roma imparatorluğunda imanlar,
Tanrılara, zor zamanda kendilerine yardım etmeleri, devletlerini takdis etmesi
ve geçmişle ferahlatıcı bir süreklilik duygusu yaşamak için tapıyorlardı. Din
bir fikirler manzumesi olmaktan ziyade bir kilit ve ritüel meselesiydi; bir
ideoloji ya da bilinçli olarak kabul edilmiş bir kuram değil, duygu temelinde
yaşanan bir olguydu. Bu, günümüz için yabancı olmayan bir şeydir: kendi
toplumumuzda dinsel törenlere katılan insanların birçoğu teolojiyle
ilgilenmemekte, çok egzotik bir şey peşinde koşmamakta ve değişim fikrinden
hoşlanmamaktadırlar. Ritüellerin, gelenekle bir bağ kurmaları sağladığını ve
kendilerine bir güven duygusu verdiğini görmektedirler. Aynı şekilde, antik
çağın son döneminde paganların birçoğu, kendilerinden önceki kuşakların yaptığı
gibi, atalarının tanrılarına tapınmaktan haz duymaktaydı. Eski ritüeller onlara
kimlik duygusu vermekte, yerel gelenekleri ayakta tutmakta ve her şeyin
olageldiği gibi devam edeceği konusunda sanki bir güvence teşkil etmekteydi.
Babalarının inancını bertaraf etmek amacıyla yola çıkan her bir kült karşısında
belli belirsiz kendilerine yöneltilmiş bir tehdit duygusu hissetmekteydiler. Bu
yüzden Hıristiyanlık her iki dünyanın da en kötü taraflarını içeriyordu.
Yahudiliğin sahip olduğu köklülüğün verdiği saygıdan yoksun olduğu gibi,
paganizmin, herkesin görüp tatbik edebileceği o çekici ritüellerinin hiçbirine
sahip değildi. Ayrıca, potansiyel bir tehdit kaynağıydı, çünkü; Hıristiyanlık,
kendi Tanrısının tek Tanrı, diğer bütün tanrıların ise birer kuruntudan ibaret
olduğunu iddia ediyordu. Romalı biyografi yazarı Gaius Suetonius'a (70-1 60) göre,
Hıristiyanlık, sadece 'yeni' olduğu için 'soysuz' akıl dışı ve eksantrik bir hareketti.
Eğitim görmüş paganlar aydınlanmak için
dine değil felsefeye bakmaktaydılar. Hatta onları 'Tanrının oğulları' olarak
görmekteydiler. Örneğin Platon'un, Apollo'nun oğlu olduğuna inanılmaktaydı.
Sokrates ve Platon'un her ikisi de kendi felsefeleri konusunda 'dinsel' birer
tutum içindeydiler; bilimsel ve metafizik araştırmaları, onlara evrenin
ihtişamını gösteren bir görüş kazandırmıştı. Bu yüzden, miladi birinci yüzyıla
gelindiğinde, zeki ve düşünen insanlar yaşamın anlamının açıklanması,
kendilerine ilham kaynağı olabilecek bir ideoloji ve etik motivasyon için
yüzlerini onlara dönmüştü. Hıristiyanlık barbarca bir itikat olarak
görünmekteydi.
Platonculuk antikçağın son döneminin en
popüler felsefelerinden biriydi. Birinci ve ikinci yüzyılın Yeni Platoncuları
Platon'a, bir ahlakçı ve siyasi düşünür olarak değil bir mistik olarak ilgi
duymaktaydılar.
Gnostikoi, yani Bilenler, kendilerinin tanrısal
alemden ayrılışlarının tam anlamını açıklamak amacıyla yüzlerini felsefeden
mitolojiye çevirdiler.
Gnostikler, Mabud diye adlandırdıkları
bütünüyle kavranılması imkansız gerçekle işe başlamışlardır, çünkü o, Tanrı
dediğimiz daha düşük konumdaki varlığın da kaynağını oluşturmaktaydı. Sınırlı
aklımızın algılama kapasitesinin tamamen dışında olduğu için, onun hakkında
söyleyebileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Ne 'iyi' ne 'kötü' olan, hatta
mevcudiyetinden bile bahsedilemeyen bu Mabut'u tanımlamak imkansızdır.
Basilides, başlangıçta Tanrının değil yalnızca Mabut'un var olduğunu ileri
sürmüştür; bu, kesin bir ifadeyle Hiçbir şeydir, çünkü o bizim
anlayabileceğimiz hiçbir anlamda mevcut değildir.
Bazı Gnostikler, Tanrının dünyayı
yaratmadığını, çünkü onun böylesi bayağı bir işle hiçbir alakası olamayacağını
ileri sürmüşlerdir, Bu demiourgos ya da Yaratıcı olarak adlandırdıkları
çağlardan birinin işiydi.
Tanrıyı, yaradılışı ve benzer diğer
şeyleri aramaktan vazgeç. Onu aramaya kendinden başla, içinde her şeyi kendisi
yapan ve, Tanrım, zihnim, düşüncem, ruhum, vücudum diyenin kim olduğunu öğren.
Üzüntünün, sevincin, sevginin, nefretin kaynağını öğren. Birinin nasıl iradesi
dışında seyrettiğini, iradesi dışında sevdiğini öğren. Bütün bunları dikkatlice
araştırırsan, onu kendi içinde bulacaksın.
Gnostikler, Hıristiyanlığa yeni geçen
insanların Yahudilikten devraldıkları geleneksel Tanrı tasarımından pek memnun
olmadıklarını göstermişlerdir. İsa ancak sağlam bir ağacın iyi meyve vereceğini
söylemişti: baştan aşağı kötülük ve acıyla dolu bir dünya nasıl olur da iyi bir
Tanrı tarafından yaratılmış olabilirdi?
Markion'un aklı, adalet hırsı içinde bütün bir nüfusu yok eden zalim ve
acımasız bir Tanrı sunan Yahudi metinlerini de bir türlü almıyordu.
Geleneksel tanrılara prim vermediklerini
gören halk, Hıristiyanların devlet için bir tehlike oluşturup, hassas düzeni alt
üst edeceklerinden korkmaktaydılar. Hıristiyanlık uygarlığın başarılarını
görmezden gelen barbarca bir itikat olarak görülmekteydi.
Clemens Hz. İsa’nın bir Tanrı, "acı çeken ve kendisine tapılan yaşayan bir Tanrı" olduğuna
inanmaktaydı. Eğer Hıristiyanlar Hz. İsa’yı taklit etmiş olsalar, onlar da
tanrılaşırlardı: ilahi, bozulmaz ve duygusuz. Gerçekten de, İsa insan suretine
girmiş tanrısal Logos’tu, dolayısıyla, “nasıl Tanrı olunabileceğini bir
insandan öğrenebilirsin.”
260-272 yılları arasında Antakya Piskoposu
olan Samosatalı Paulos, Hz. İsa’nın, tıpkı bir tapınakta olduğu gibi, içinde
Tanrının Söz ve Bilgeliğinin barındığı sıradan bir insan olduğunu ileri
sürmüştür. Bu da aynı ölçüde ortodoks dışında bir yaklaşım olarak
değerlendirilmiştir.
Origenes, bir Platoncu olarak, Tanrı ile
insan arasında bir akrabalığın var olduğundan emindi: tanrısalın bilgisi
insanlığın doğal bir boyutuydu. Hz. İsa’nın bakire Meryem'in rahminden dünyaya
gelişi sözcük anlamıyla, gerçekmiş gibi değil, tanrısal bilgeliğin ruh içindeki
doğuşu olarak anlaşılmalıydı. Tanrı derin bir gizemdi ve hiçbir insani sözcük
veya kavram onu doğru olarak tanımlayamazdı; ancak ruh, onunla aynı tanrısal
doğayı paylaştığı için, Tanrıyı tanıma kapasitesine sahipti.
Dokuzuncu yüzyılda Kilise Origenes'in bazı
fikirlerini sapkınca bularak lanetlemiştir. Ne Origenes ne de Clemens, sonradan
ortodoks Hıristiyan öğretisi haline gelen, Tanrının dünyayı yoktan (ex nihilo)
yarattığına inanmaktaydılar. Burada önemli nokta, Origenes ve Clemens'in
Hıristiyan Platonculuğu çizgisindeki düşüncelerini kaleme alıp öğrettikleri
dönemde henüz resmi bir öğretinin olmamasıydı. Hiç kimse, Tanrının dünyayı
yarattığından ya da insanın nasıl tanrısal bir varlık olduğundan kesin olarak
emin değildi. Ortodoks inancın belirgin bir tanımı, ancak dört ve beşinci
yüzyılların çalkantılı olayları esnasında yaşanan acı bir mücadele sonunda
yapılabilmiştir.
Origenes belki de en iyi kendini
kısırlaştırmasıyla bilinir. İncillerde İsa bazı insanların Tanrı Krallığı
aşkına kendilerini hadım ettiklerinden bahsetmekteydi; Origenes işte bu
sözlerden yola çıkarak kendini hadım etmişti. Filozofların, bilgeliklerinin bir
simgesi olarak uzun sakallarla tanımlandığı bir çağda, Origenes'in temiz
yanakları ve tiz sesi şaşırtıcı bir görünüm arz etmekteydi.
Plotinos, Platon'un fikirlerine dayanarak
özü anlamaya yönelik bir sistem geliştirmiştir. O, ne evrenin bilimsel
açıklamasını yapmaya yeltenmiş ne de yaşamın maddi kökenlerini açıklamaya
girişmiştir. Plotinos, nesnel bir açıklama için dünyanın dışında bir yere
bakmak yerine, şakirtlerinden, kendi içlerine çekilmelerini ve soruşturmaya
insan ruhunun derinliklerinden başlamalarını istemiştir.
Gerçeklikteki ayırt edici doğruyu bulmak
için ruh kendini yeniden tasarlamalı, bir arınma süreci katharsis
yaşamalı ve Platon'un önerdiği gibi, tefekküre (theoria) başlamalıydı.
Gerçeğin tam kalbine ulaşmak için evrenin, algıların dünyasının ve hatta
anlağın sınırlarının ötesine yöneltmeliydi. Bununla birlikte bu, kendi
dışımızdaki bir gerçekliğe yükselme değil, zihnimizin en derin girintilerine
bir inişti. Bu bir anlamda içsel tırmanmadır.
Nihai gerçek Plotinos'un Bir olarak
isimlendirdiği ezeli birlikti. Bir'in kendisi bizzat sadelikti, hakkında
söyleyecek hiçbir şey yoktu: onun, özünden farklı nitelikleri yoktu, dolayısıyla
da sıradan bir tanımlaması yapılamazdı. "Sessizlikte daha fazla hakikat
buluruz. Kendisi olarak var olduğu, "bir şey olmadığı ve fakat her şeyden
farklı olduğu" için, onun var olduğunu bile söyleyemeyiz.
Plotinos’a göre “o Herşey ve Hiçbir şeydir; mevcut
şeylerin hiçbiri olamaz, ama, bununla birlikte, o hepsidir. Bu anlayış Tanrının
tarihinde sürekli bir tema olarak kalacaktır.
Plotinos'un en çok sevdiği
benzetmelerinden biri, Bir’i bir çemberin merkezindeki nokta ile
karşılaştırmasıdır; bu, bundan ileride daha fazla çemberin doğması olasılığını
içermekteydi. Tıpkı bir taşı havuza attığınızda meydana gelen dalgalanma
etkisine benzemekteydi. Gnostik mitoslarda olduğu gibi, bir varlık, Bir'deki
kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflamaktaydı.
Plotinos'un modelinde ilk ortaya çıkan
Zihin (nous), Platon'un idealar alemine karşılık gelmekteydi; Bir'in
sadeliğini anlaşılır kılan buydu. Zihnin Bir'den meydana gelmesi gibi Zihinden
ortaya çıkan Ruh (psyche), mükemmellikten birazcık daha uzaktır ve bu
alemde bilgi, ancak çıkarımsal bir yolla elde edilebilir, dolayısıyla mutlak
sadelik ve tutarlılıktan yoksundur. Plotinos, Bir, Zihin ve Ruh'tan oluşan
üçlemeyi 'uzakta, orada' olan bir tanrı gibi algılamamıştır.
Bir, kesinlikle fiziksel bir varlığa sahip
değildir; cinsiyeti yoktur ve bizlere karşı ilgisizdir. Benzer şekilde, Zihin (nous)
gramer olarak eril, Ruh (psyche) ise dişildir; bu Plotinos'un, cinsel
denge ve ahenk üzerine kurulu eski pagan anlayışı koruma arzusunu ortaya
koymaktaydı. Kitabı Mukaddes'in Tanrısının aksine, Bir, bizimle buluşmaz, bize
yol göstermez. Bizlere karşı arzu, sevgi beslemez ya da kendini bize göstermez.
Kendisi dışında hiçbir şeyi bilmez. Bununla birlikte, insan ruhu zaman zaman
vecd halinde Bir'i düşünür ve kendinden geçer. Plotinos'un felsefesi mantıksal
bir süreç olmaktan çok tinsel bir soruşturmadır.
Bu Tanrı bir yabancı nesne değil,
kendimizin en iyi özüdür.
İleride Hıristiyan düşünürler kendi dinsel
deneyimlerini açıklamaya çalıştıklarında, doğal olarak yüzlerini Plotinos'un ve
onun pagan ardıllarının Yeni Platoncu anlayışına dönmüşlerdir. Maddi olmayan,
insani kategorilerin dışında ve fakat insanlığa özgü bir aydınlanma, aynı
zamanda, Plotinos'un çalışmayı çok arzu ettiği Hindistan'daki Hindu ve Budacı
ideale çok yakındı. Dolayısıyla, bazı yüzeysel farklılıklara karşın, gerçeğin
tek tanrıcı ve diğer görümleri arasında derin benzerlikler vardı: Öyle
anlaşılıyor ki, insanlar mutlak üzerinde düşündüklerinde, çok benzer fikir ve
deneyimlere ulaşmışlardır. Nirvana, Bir, Brahman veya Tanrı olarak adlandırılan
bir gerçeğin varlığı karşısında, varoluş, vecd ve korku duygusunun bir zihinsel
duanın, insanoğlunca durmaksızın peşinde koşulmuş doğal bir anlayış olduğu
anlaşılıyor.
Doğuda Clemens ve Origenes Tanrıya
dönmenin barışçı ve insana haz veren yollarını vaaz ederlerken, Batı
Kilisesinde daha korkunç bir Tanrı kurtuluşun baş koşulu olarak feci bir
şekilde ölümü talep etmekteydi.
Ortodoks teologlar Gnostiklerin,
Markionist ve Montanistlerin kötümser anlayışlarını yasaklamışlar ve orta bir
yolda karar kılmışlardı. Hıristiyanlık, gizem kültlerinin karmaşıklığından ve
kati münzevilikten uzak duran bir kent inancı haline gelmekteydi. Yeni din,
ayrıca kadınlara da seslenmekteydi: Kutsal metinleri Mesih'in ne erkek ne de
dişi olduğunu vaaz ediyor ve Onun kiliseyi yücelttiği gibi erkeklerin de
kanlarını yücelttiklerinde ısrar ediyordu. Hıristiyanlık, bir zamanlar
Yahudiliği cazip kılan bütün avantajlara sahipti, üstelik Yahudilikteki sünnet
ve yabancı bir Kanun gibi dezavantajları da yoktu. Paganlarda, kiliselerin
sağladığı refah sistemi ve Hıristiyanların birbirlerine karşı merhametli
davranışlarından özellikle etkilenmişlerdi, içeriden bir ayrılma yaşamadan,
kendilerine yönelik katliam girişimlerine karşı giriştiği uzun mücadele sırasında
kilise, neredeyse imparatorluğun bir küçük evreni gibi çalışan yetkin bir
örgütlenme haline geldi: çok-ırklı, Katolik, uluslararası, evrensel bir yapıydı
ve yetkin bürokratlarca yönetilmekteydi.
İnsanlar, bugün futbolun konuşulduğu aynı
şevkle bu soyut konuları tartışıyorlardı. İsa, Baba ile aynı biçimde nasıl
Tanrı olabilmişti?
Tartışma o kadar canlandı ki imparator
Konstantin müdahale edip Nicaea'da (İznik'te) konuyu görüşmek için bir konsül
topladı. Tanrının dünyayı hiçlikten (ex nihilo) yarattığını
düşünüyorlardı ve düşüncelerini kutsal metinlere dayandırıyorlardı. Gerçekte
Tekvin'de böyle bir iddia yoktu. Yazar Tanrının dünyayı ilk kaostan yarattığını
yazmıştı ve Tanrının bütün evreni mutlak boşluktan yarattığı kavramı tamamıyla
yeniydi. Ama dördüncü yüzyıla gelindiğinde Hıristiyanları Gnostiklerin dünyanın
Tanrıdan engin bir boşlukla ayrılan kırılgan ve mükemmellikten uzak olduğu
görüşünü paylaşmaya başlamışlardı. Yeni ex nihilo yaradılış öğretisi evrenin
özünde bozuk, varoluşu ve yaşamını tamamıyla Tanrıya borçlu olduğunu
vurguluyordu.
Stoacılar, örneğin, erdemli bir insanın
tanrısallaşmasını olanaklı görmüşlerdir; Platoncu görüşte de böyledir. Arius
Hıristiyanların kurtarılıp kutsandığına, Tanrının yapısını paylaştığına
tutkuyla inanır. Bu ancak Hz. İsa’nın bize açtığı yolla olanaklı olmuştur. O
mükemmel bir insan yaşamı sürmüş, çarmıhta ölene kadar Tanrıya itaat etmiş,
Aziz Pavlus'un dediği gibi, ölene kadar Tanrıya itaati onu özel, yüce konuma
çıkarmış ve ona kutsal Efendi (kyrios) adını verdirmiştir. Eğer İsa
insan olmasaydı bizim için hiçbir umut kalmazdı. Yapı olarak Tanrı olsaydı
yaşamında övgüye değer ve bizim için örnek alınacak bir yön olmazdı. Hz.
İsa’nın mükemmel itaat gösterdiği oğul yaşamını tefekkür etmekle
Hıristiyanların kendileri de tanrısallaşabilir.
İnsan ancak Logos aracılığıyla Tanrıya
katılarak yok olmaktan kurtulabilir, çünkü tek mükemmel varlık yalnızca
Tanrıdır. Logos'un kendisi zarar görebilir bir yaratık olsaydı, insan soyunu
yok olmaktan kurtaramazdı. Logos bize yaşam verebilmek için ete kemiğe
bürünmüştür. Tanrının sarsılmazlık ve ölümsüzlüğünden payımızı almamız için
ölümlü ve çürümüş dünyaya inmiştir. Ama bu kurtuluş Logos'un kendisi zayıf,
yokluğa dönecek bir yaratık olsa, olanaksız olabilirdi. Ancak
dünyayı yaratmış olan onu kurtarabilir ve
bu da ete kemiğe bürünen Logos, Hz. İsa’nın, Baba ile aynı özden yapılmış
olmasını gerektirir. Athanasius'un dediği gibi Söz, bizim tanrısallaşmamız için
insan olmuştur.
20 Mayıs 325'te piskoposlar bunalımı
çözmek için İznik’te toplandığında, çok az kişi Athanasius'un İsa hakkındaki
görüşünü paylaştı. Pek çoğu Athanasius ile Arius arası bir tutum benimsiyordu.
Gene de Athanasius teolojisini delegelere kabul ettirmeyi becerdi. Bu belge ex
nihilo yaratılışı ilk kez resmi Hıristiyan öğretisi yaptı ve Hz. İsa’nın
alelade bir mahluk veya sonsuzluk olmadığı kabul edildi. Yaratıcı ve Kurtarıcı
tekti.
Bir anlaşmaya varılması, teolojik
konularda hiç bilgisi olmayan Constantinus'u memnun etti, oysa gerçekte
İznik'te fikir birliği yoktu. Arius'la izleyicileri mücadeleyi sürdürerek
imparatorun yakınlığını yeniden kazandılar. Athanasius en az beş kez sürgüne
yollandı.
Ankara piskoposu Marcellus, Logos'un ezeli
tanrısal varlık olamayacağını ileri sürdü. O yalnızca Tanrı içindeki bir
nitelik veya olanaktı; bu durumuyla İznik formülü üç tanrıcılıkla, yani üç
tanrı - Baba, Oğul, Kutsal Ruh- olduğu inancı demeye gelmekle suçlanabilirdi.
İsa yaradılış sırasında Tanrıdan çıkmış,
İsa biçiminde vücut bulmuş ve kurtuluş tamamlanınca, tanrısal yapı içinde
erimiştir ve hepsi Tek Tanrıdır.
Öncelik Arius'a muhalefet etmekte
olmalıydı; o, Oğul'un Baba'dan farklı ve temelde başka bir özden olduğunu iddia
ediyordu. Hıristiyanlığa sonunda 'doğru' veya Ortodoks simgenin önemini ve
zorunluluğunu kabul edecek olan dogmatik bir hoşgörüsüzlük girmeye başlamıştı.
Kilise İznik'te, tektanrıcılıkla açıkça uyuşmamasına karşın, Diriliş
paradoksunu yeğlemiştir.
Basileios dogma ile kerygma
arasında ayrım yaparken, aynı görüşü Hıristiyan gözüyle ifade eder, iki tür
Hıristiyanlık bilgisi de din için önemlidir. Kerygma Kilisenin kutsal
metinlere dayanan açık öğretisidir. Dogma ise, Kitabı Mukaddes'teki hakikatin
daha derin anlamını temsil eder ve ancak dinsel deneyim ile elde edilip
simgesel biçimde ifade edilebilir.
Hz. İsa’nın liturjik simgeleri ve açık
öğretileri yanında, inancın daha gelişkin anlamını taşıyan gizli bir dogma
vardır.
Esoterik ve eksoterik hakikat arasındaki
ayrım Tanrının tarihinde çok önem taşıyacaktır. Bu yalnız Yunanlı
Hıristiyanlarla sınırlı değildir; Yahudi ve Müslümanlar da esoterik bir gelenek
geliştirmişlerdir. 'Gizli öğreti' düşüncesi insanları dışarıda tutmak değildir.
Basileios masonluğun ilk dönem biçimlenişinden söz etmiyordu. Yalnızca bütün
dinsel hakikatin mantıkla ve açıkça ifade edilemeyeceğine dikkati çekiyordu.
Din, olağan kavram ve kategorilerin ötesinde dile gelmez bir gerçekliğe
yöneldiğine göre, konuşma sınırlayıcı ve karıştırıcıydı. Eğer bu hakikatleri
ruhun gözüyle 'görmüyorlarsa', fazla deneyimi olmayan insanlar yanlış
düşünceler edinebilirlerdi. Sözlük anlamları yanında, kutsal metinlerin her
zaman iletilmesi mümkün olmayan özel anlamları da vardı.
Kapadokyalılar Athanasius'un Arius'la
tartışmasında kullandığı formüle başvururlar: Tanrının bizim için kavranılamaz
kalan özü (ousia) tektir fakat onu bildiren üç ifadesi (hypostases)
vardır.
Teslis bize “Tanrıdan yaradılışa giden her
işlemde”ki örüntü hakkında fikir verir. Kutsal metinlerin gösterdiği gibi,
kökeni Baha'dadır, Oğul'un temsilciliğine doğru ilerler ve içkin Kutsal Ruh
aracılığı ile bu dünyada etkin olur. Eğer Oğul'da tezahür etmeseydi Baba'yı,
Oğul'da bulunan Kutsal Ruh olmaksızın da Oğul'u bilemeyecektik.. Kutsal Ruh
Baba'nın Tanrısal Sözüne eşlik eder; aynı soluğun (Yunanca pneuma,
Latince spiritus) insanın konuşmasına eşlik etmesi gibi.
Yunan ve Rus Ortodoks kiliseleri Teslis'in
tefekküründe esinleyici bir dinsel deneyim bulmayı sürdürüyor. Çoğu Batılı
Hıristiyan içinse Teslis sadece şaşırtmadan ibaret.
'Teori' sözcüğünün Yunan ve Batılı
kullanımları arasındaki fark öğreticidir. Doğu Hıristiyanlığımda theoria
daima tefekkür anlamına gelir. Batıda 'teori' mantıkla kanıtlanacak, akılcı
varsayım anlamına gelir. Tanrı hakkında 'teori' geliştirmek 'O' nun insani
düşünce sistemi içinde yer alabileceğini de içerir. Her kültür kendi Tanrı
düşüncesini yaratmak durumundadır.
Teslisi Latin Kilisesi için tanımlayan
Latin teolog Augustinus'du. O da ateşli bir Platoncuydu ve Plotinos'a bağlıydı.
Yunanlı Hıristiyanlar Augustinus'u
Kilisenin en büyük Babalarından biri kabul edip saygı gösterdiler; ama onun
Teslis teolojisini güvenilmez buldular, çünkü Tanrıyı çok akılcı ve insan
biçimi bir kılığa soktuğunu düşündüler. Augustinus'un yaklaşımı Yunanlıların
yaklaşımı gibi metafizik değil, psikolojik ve fazlasıyla kişiseldi.
Augustinus’a Batı ruhunun kurucusu
denebilir. Aziz Pavlus dışında başka hiçbir teolog Batıda bu kadar etkili
olamamıştır.
Eğer kendisini seven zihni düşünerek yola
çıkarsak, teslis değil ikilik buluruz: sevgi ve zihin. Ama zihin kendini
bilmeden, yani bilincine ulaşmadan, kendisini sevemez. Descartes'a öncülük ederek,
Augustinus kendini bilmenin bütün öteki bilgilerin başı olduğunu ileri sürüyor.
Kuşku deneyimimiz bile bizi kendimiz hakkında bilinçlendirir.
Ruhta üç özellik vardır: bellek, anlama ve
istek. Bunlar bilgi, kendini bilme ve sevgiye tekabül eder. Üç tanrısal kişilik
gibi, bu zihinsel etkinlikler özünde tektir çünkü üç ayrı zihin oluşturmazlar
fakat her biri zihnin bütününü işgal eder ve öteki ikisiyle örtüşür.
Kapadokyalıların tanımladığı Tanrısal Teslis gibi, üç özellik de "tek yaşam, tek zihin, tek öz
oluşturur”.
Zihnin işleyişine ilişkin bu anlayış,
ancak yalnızca ilk adımdır: içimizde bulduğumuz Teslis Tanrının kendisi
değildir, bizi yaratan Tanrının izidir. Augustinus zihindeki teslisin aynı
zamanda Tanrının varlığının bir yansısı olduğuna ve Ona yöneldiğine de
inanıyordu. Ama cama yansıyan karanlık imgenin ötesine geçip Tanrıya nasıl
ulaşacağız? Tanrı ile insan arasındaki koca mesafe yalnızca insan çabası ile
aşılamaz. Kendimizi bizi üç türlü disiplinle dönüştürecek tanrısal etkinliğe
açıyoruz. Augustinus bunlara inanç üçlüsü adını verir: refineo (diriliş
hakikatini akılda tutmak), confemplafio (bunların tefekkürü) ve dilecfo
(bunlarla hoşnut olmak). Bu bilgi yalnızca öğrenilerin beyne aktarılması
değildir bizi kendi derinliklerimizdeki tanrısal boyutu anlayarak dönüştürecek
yaratıcı bir disiplindir de.
Bu günler Batının karanlık ve korkunç
zamanlarıdır. Barbar kabileler Avrupa'ya akmakta ve Roma imparatorluğu'nu
çökertmektedir. Batıda uygarlığın çöküşü kaçınılmaz olarak oradaki Hıristiyan
tinselliğini etkilemiştir. Roma'nın düşüşü onun ilk Günah görüşünü etkilemişti.
Bu görüş Batı insanının dünyaya bakış biçiminde ana açıyı oluşturacaktı.
Augustinus Tanrının insanlığı ezeli lanete mahkum ettiğine inanıyordu; sırf
Adem'in, o biricik günahından ötürü. Kalıtımsal günah, Augustinus'un 'şehvet'
adını verdiği duyguyla kirlenmiş olan cinsel eylemle onun bütün soyuna
geçmişti. Şehvet, Tanrı yerine yaratıklardan zevk almaya yol açan akıl dışı
arzuydu; özellikle aklımızın tutku ve duyguyla başımızdan gittiği, Tanrının
tamamıyla unutulduğu ve yaratıkların utanmazca birbirlerine açıldıkları cinsel
eylem sırasında hissediliyordu. Bu etkiyle Augustinus'un katı öğretisi amansız
Tanrının korkunç bir resmini çiziyordu:
Ne Yahudiler ne de Yunanlı Hıristiyanlar
Adem'in kovuluşunu böyle felakete dönüştürdüler ne de daha sonra Müslümanlar bu
karanlık ilk Günah teolojisini benimsediler.
Augustinus bize zorlu bir miras
bırakmıştır, insanlara insanlığın tarihsel olarak kusurlu olduğunu öğreten bir
öğreti onları kendilerine yabancılaştırabilir. Genelde cinselliğin ve özelde
kadınlığın lekelendiği bu yabancılaşma hiçbir yerde bu kadar açık değildir.
Hıristiyanlık özgün haliyle kadınlar hakkında oldukça olumlu olmasına rağmen,
Batıda Augustinus zamanında çoktan kadın düşmanı bir eğilim içine girmişti.
Kadınların tek işlevi cinsel bir hastalık
gibi ilk Günahın etkisini sonraki kuşaklara aktaran çocukları yetiştirmektir,
insan soyunun yarısına beğenmeyerek ayrıca da zihnin, yüreğin ve gövdenin her
türlü irade dışı hareketini ölümcül bir şehvetin belirtisi olarak görerek bir
din ancak erkek ve kadınları kendi konumlarına yabancılaştırır. Batı Hıristiyanlığı bu nevrotik kadın
düşmanlığından hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamadı ve hala kadınların papaz
olarak atanmasına gösterilen dengesiz tepkiyle gündemdedir. Doğulu kadınlar o
zamanki bütün Uygar Dünyanın kadınlarının yaşadığı aşağılanmanın yükünü
paylaşırlarken, Batılı kız kardeşleri fazladan, onları toplum dışı bırakan
korku ve nefrete yol açan günahkar ve iğrendirici cinselliğin lekesini de
taşıdılar.
529'da imparator Justinianos Atina'daki
eski felsefe okulunu, entelektüel paganlığın son kalesini kapattı.
Dionysios burada Tanrıyı durağan ve uzak
olarak kavrayan, insan çabasına karşı tamamıyla ilgisiz görünen Yeni
Platonculuktan ayrılır. Yunanlı filozofların Tanrısı Onunla vecd içinde birlik
oluşturan mistiklerden habersizdi;oysa Kitabı Mukaddes’in Tanrısı insanlığa
dönüktür.
Plotinos'a göre vecd hali çok nadir bir
kendinden geçiştir: yaşamında ancak iki üç kez bunu yaşayabilmiştir. Dionysios
vecdi her Hıristiyan’ ın daimi hali olarak görür. Yahudilikte olduğu gibi,
Dionysios'un Tanrısının da iki yönü vardır: biri bize dönüktür ve kendisini
dünyada gösterir; öteki Tanrının kendindeki uzak yönüdür, tamamıyla kavranılmaz
kalır. Bazıları 'Tanrı' dediklerinde tanrısal gerçekliğin gerçekten kendi
zihinlerindeki idea ile çakışacağını sanır. Bazıları kendi düşünce ve
idealarını Tanrıya atfeder. Tanrının şunu istediğini, bunu yasakladığını,
ötekini planladığını söyler; bu da tehlikeli biçimde putperestlik içerir. Yunan
Ortodoksluğunun Tanrısı ise gizemini sürdürür ve Teslis Doğu Hıristiyan lığı'
nda, öğretilerin eğreti bir yönünü oluşturmaya devam eder. Sonunda Yunanlılar
özgün teolojinin Dionysios'un iki ölçütüne uyum göstermesi gerektiğine karar
vermişlerdir: Sessiz ve paradoks dolu olmalıdır.
Yunanlılar ve Latinler Hz. İsa’nın
tanrısallığı konusunda çok farklı iki görüş geliştirdiler. Yunanlıların diriliş
kavramı, Bizans teolojisinin babası olarak bilinen itirafçı Maksimos (580-662)
tarafından geliştirildi.
Bu Batılı görüşten çok Budacı ülküsüne
yakındır. Maksimos insanların ancak Tanrıyla birleştiklerinde kendilerini tam
anlamıyla gerçekleştirebileceklerine inandı, tıpkı Budacıların insanın
kaderinin gerçekte aydınlanma olması gerektiğine inanmaları gibi. Logos,
Âdem’in günahını tekrarlamak için insan olmamıştır; gerçekte Adem günah
işlememiş olsa da diriliş olabilirdi. Hıristiyanlar Tanrı insan Hz. İsa’ya,
Budacıların aydınlanmış Gautama'ya gösterdikleri saygı gibi saygı duymalıdır.
Gerçekten yücelen ve insanlığı tamamlayan ilk örnek o olmuştur.
Yunanlıların diriliş görüşü Hıristiyanlığı
Doğu geleneğine yaklaştırırken, Batılı İsa görüşü daha kendine özgü bir yol
izledi. Söz bizim adımıza onarımın sağlanması için ete kemiğe büründürülmüştür.
Tanrının adaleti borcun hem insan hem Tanrı biri tarafından ödenmesini
gerektirmiştir. Bu, Tanrının düşünüşünü, yargısını ve insanmış gibi olanları
tartışını gösteren küçük, kurallara uygun bir tasarımdı. Ayrıca Batının, ancak
bir tür insan kurban gibi sunulan kendi Oğlunun çirkin ölümüyle tatmin olan
katı bir Tanrı imgesini de güçlendirdi.
Teslis öğretisi Batı dünyasında genellikle
yanlış anlaşılır, insanlar ya üç ayrı kişilik hayal ederler veya bütün öğretiyi
görmezden gelip Tanrıyı Baba ile özdeşleştirir ve Hz. İsa’yı pek de aynı
düzeyde olmayan tanrısal bir dost yaparlar. Müslüman ve Yahudiler de bu
öğretiyi kafa karıştırıcı, hatta zındıklık görmüşlerdir. Ama Yahudi ve Müslüman
mistiklerin de çok benzer tanrısallık kavramları geliştirdiklerini göreceğiz.
Kenosis düşüncesi, Tanrının kendisini boşaltan vecdi, örneğin, Kabbala ve
Sufizmin ikisinde de önemlidir.
Diriliş öğretisi putperestlik tehlikesini
etkisiz kılma yolunda bir başka çaba olarak da görülebilir, 'Tanrı' bir kez
“dışarıda”ki öteki bütün gerçeklik olarak görüldü mü, kolayca basit bir put
veya insanların kendi önyargı ve arzularını dışlaştırıp taptıkları yansıtmaları
olabilir. Öteki dinsel gelenekler bu anlayışı Mutlak'ın bir biçimde insan
koşullarına bağlantısı olduğunda ısrar ederek önlemişlerdir, tıpkı brahman-atman
paradigmasında olduğu gibi. Arius ve daha sonra Nestorius ve Eutykhes'in Hz.
İsa’yı Tanrı veya insan yapmak istemelerinin bütün amacı, insanlıkla
tanrısallık alanlarını birbirinden ayırma eğilimine direnme isteklerinden de
kaynaklanmaktaydı. Diriliş öğretisi, Athanasius ve Maksimos tarafından
beceriksizce ifade edildiği gibi, ‘Tanrı’ ve insanın ayrı olmaları gerektiği
görüşünü evrensel olarak beyan etme girişimidir. Dirilişin bu biçimde dile
getirilmediği Batıda, Tanrının insan dışında kalması ve bildiğimiz dünyanın
alternatifi bir gerçeklik olması eğilimi olmuştur. Sonuç olarak, bu 'Tanrı'
kavramını, son zamanlarda inanılırlığını yitirmiş, bu kavramı bir yansıtmaya
dönüştürmek de çok kolay olmuştur.
610 yıllarında Hicaz'daki işlek Mekke
kentinde Mekkeli Kureyş ailesinden Hz. Muhammed bin Abdullah sallallâhü aleyhi
ve sellem, her yıl Ramazan ayında, ruhsal inziva amacıyla ailesini şehrin hemen
dışındaki Hira dağına götürüyordu. Daha iki kuşak önce Kureyş Arap çölünde,
öteki Bedevi aşiretler gibi katı bir göçebe yaşamı sürüyordu: Her gün yaşamda
kalmak için acımasız bir mücadele gerekmekteydi. Altıncı yüzyılın son
yıllarında ise ticarette büyük başarı göstermişler, Mekke'yi Arabistan'daki en
önemli yerleşim yeri haline getirmişlerdi. Şimdi rüyalarında göremedikleri
kadar zengindiler. Fakat önemli biçimde değişiklik göstermiş olan yaşam
biçimleri eski aşiret değerlerinin, azgın ve acımasız kapitalizmin egemenliği
altına girmesi anlamına geliyordu, insanlar kökenlerinden uzaklaşmıştı ve
yitiklik duygusu içindeydi.
Bu sırada herhangi bir siyasal çözüm,
dinsel nitelikte olmak durumundaydı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
Kureyş'in parayı din edindiğini biliyordu. Ama Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem bu yeni kendine yeterlik kültünün aşiretinin dağılması anlamına da
gelebileceğini biliyordu. Eski göçebelik günlerinde aşiretin önce bireyin sonra
gelmesi gerekirdi: Aşiretin her üyesi her birinin yaşamda kalmasının ötekine
bağlı olduğunu bilirdi. Sonuç olarak etnik gruplarının fakirlerini ve ihtiyaç
içindeki üyelerine bakmakla yükümlüydüler. Şimdi bireycilik toplumsal yaşamın
yerini almıştı ve kural haline gelen rekabetti, insanlar kişisel servet
biriktiriyor ve Kureyş'in ihtiyaç içindeki üyelerine aldırmıyorlardı. Her
kabile veya daha küçük aile grubu, Mekke'nin zenginliğinden pay almak için
birbiriyle rekabet içindeydi ve en başarısız kabilelerin bazılarının (Hz.
Muhammed'in kendi kabilesi Haşimiler gibi) varlıklarının tehlikede olduğunu hissediyorlardı.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Kureyş'in yaşamının merkezine bir
başka aşkın değer koymayı, bencillik ve hırsını yenmeyi öğrenmedikçe,
aşiretinin ahlaki açıdan parçalanacağına ve siyasal olarak birbiriyle mücadele
eder duruma düşeceğine emindi.
Arabistan'ın geri kalan kesiminde de durum
pek iç açıcı değildi. Yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan toplumsal ruhun
halk arasında gelişmesine yardımcı olmaya yönelik olarak Araplar mürüvvet
adıyla anılan bir ideoloji geliştirmişlerdi ve bu ideoloji ilinin işlevlerinden
birçoğunu yerine getiriyordu. Arapların geleneksel anlamıyla dinle uyuşacak
durumları yoktu. Pagan
ilahlar panteonu vardı ve Araplar bunların putlarına taparlardı; fakat Araplar
bu tanrıların ve kutsal yerlerin ruhsal yaşamdaki yerlerini açıklayan bir
mitoloji geliştirmiş değillerdi. Ölümden sonra yaşam inancı da yoktu ve
bunun yerme, zaman veya kader olarak çevrilebilecek olan dehr’in üstünlüğüne
inanıyorlardı; ölüm oranının çok yüksek olduğu bir toplumda bunun önemini
anlamak zor değildi. Batılı bilim adamları mürüvveti genellikle
'erkeklik' olarak çevirirler, ama bundan daha geniş bir anlam vardır: Bu terim
savaşta cesareti, acıda sabır ve metaneti ve aşirete mutlak bağlılığı ifade
eder. Mürüvvet erdemlerine göre bir Arap, kendi yaşam
güvenliği ne olursa olsun seyyid şeyhine anında itaat etmeli, kendisini
aşiretine karşı işlenen suçların öcünü almak için şövalyece görevlere adamalı
ve aşiretin zayıf üyelerini korumalıdır. Aşiretin yaşamını sürdürebilmesi için seyyid
zenginlik ve mülkünü halkıyla paylaşır ve halkından bir kişinin ölümünün öcünü
bile, katil aşiretten bir kişiyi öldürerek alır. Komün etiğini burada daha da
net biçimde görüyoruz: Katilin kendisini cezalandırmak gibi bir görev yoktur,
çünkü İslam öncesi Arap toplumunda bir kişinin iz bırakmadan ortadan yok olması
çok kolaydır. Bunun yerine düşman aşiretten bir kişinin cezalandırılması bu tür
amaçlar için yeterlidir. Merkezi iktidarın bulunmadığı, her aşiretin kendi
yasasını koyduğu ve çağdaş kolluk kuvvetine benzer bir örgütlenmenin
bulunmadığı bir yörede, vendetta
veya kan davası bir nebze toplumsal güvenlik sağlamının tek yoludur. Böylece
kan davası, hiçbir aşiretin öteki üstünde egemenlik kurmaya kalkışamayacağı
kaba, ama geçerli bir adalet biçimi olur. Ayrıca çeşitli aşiretlerin kolayca
durdurulamaz bir şiddet çevrimine dahil olmaları anlamına da gelir, çünkü bir
kan davası, insanlar alınan öcün, işlenen suça göre yerinde olmadığına
inanmaları durumunda başka kan davasına yol açacaktır.
Mürüvvet, kuşkusuz acımasız olmakla birlikte,
birçok güçlü niteliğe sahiptir. Derin ve kuvvetli bir eşitlik duygusunu
yeşertmişi, dolaşımda olan maddi eşyanın fazla olmadığı bir yörede can alıcı
öneme sahip bu eşyaya karşı umursamaz bir tavır geliştirilmesini teşvik
etmiştir. İhsan ve merhamet kültü önemli erdemlerdendir ve Araplara
ertesi günü dert edinmemeyi öğretmiştir. Bu nitelikler, göreceğimiz gibi,
İslam'da da çok önem taşıyacaktır. İslam öncesi dönemin, Müslümanların cahiliyye
adını verdiği son aşamasında, yaygın tatminsizlik ve ruhsal huzursuzluk
bulunduğu anlaşılmaktadır. Araplar, iki güçlü imparatorluk, Sasanilerin İran'ı
ve Bizans tarafından kuşatılmışlardır. Arabistan'a yerleşik toplumların
yaşadığı ülkelerin çağdaş düşünceler girmeye başlamakta, Suriye ve Irak’a giden
tüccarlar yurtlarına uygarlığın harikalarını anlatan öykülerle dönmektedirler.
Ama Araplar daimi barbarlığa mahkum görünüyorlardı. Aşiretler sürekli savaş
halindeydiler ve bu durum onların yetersiz kaynaklarını birleştirmelerini
olanaksız kıldığı gibi pek bilincinde olmadıkları anlaşılan birleşik Arap halkını
oluşturmalarını da engelliyordu. Büyük güçlerin sömürüsü altındaydılar;
gerçekten de Güney Arabistan'ın daha verimli ve gelişmiş bölgesi olan (muson
yağmurlarının yararını gören) şimdinin Yemen’i açıkça İran'ın eyaleti durumuna
getirilmişti. Aynı zamanda, bölgeye giren yeni düşünceler, eski komün eliğini
zayıflatan bireycilik duygularını getirmişti. Örnekse, ölümden sonraki yaşama
dair Hıristiyan öğretisi, her bireyin ebedi kaderine kutsal bir değer
katıyordu: Bu durum, bireyi gruba bağlı kılan ve her erkek ve kadının
ölümsüzlüğünün aşiretin sürekliliğiyle olanaklı olduğunu öğreten aşiret
ülküsüyle nasıl uyuşabilirdi?
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
olağanüstü zeka sahibi biriydi. 632'de vefat ettiğinde, Arabistan'ın neredeyse
bütün aşiretlerini yeni bir birlik, ummah (ümmet) içinde toplamıştı. Araplara
kendi geleneklerine özgün bir maneviyat getirmiş ve yüz yıl içinde,
Himalayalar'dan Pireneler'e uzanan kendi imparatorluklarını ve özgün bir
kültürü kuracak biçimde güç kaynaklarını harekete geçirmişti. Ama gene de Hz.
Muhammed 610 yılının ramazanında inzivaya çekilip Hira Dağı'ndaki küçük
mağarada ibadet ederken bunları öngörmüş olamazdı. Arapların birçoğu gibi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemde, antik Arap panteonundaki, adı
sadece 'Tanrı' anlamına gelen al-Lah'ın, Yahudi ve Hıristiyanların Tanrısıyla
aynı olduğuna inanmıştı.
Gerçekten de Araplar, al-Lah'ın, anımsanmayan bir zamandan beri putu
aralarında bulunmakla birlikte, kendilerine hiçbir peygamber veya vahiy
göndermemiş olduğunun, üzüntüyle, farkındaydılar. Yedinci yüzyıla
gelindiğinde, Arapların çoğunluğu, çok eski olduğu ortada olan Kabe'nin, o sırada
orada Nebatiyeli ilah Hübel’in egemenliği söz konusu olsa da, gerçekte al-Lah
adına yapıldığına inanmaktaydılar. Bütün Mekkeliler, Arabistan’ın en önemli
kutsal yeri olan Kabe’yle övünüyorlardı. Her yıl yarımadanın her yerinden
Araplar hac için Mekke’ye geliyor, birkaç gün boyunca geleneksel ritüelleri
uyguluyorlardı. Kutsal yerin çevresinde bütün şiddet eylemleri yasaklanmıştı ve
Araplar Mekke’de, eski aşiret düşmanlıklarının askıya alındığını bilerek, barış
içinde ticaret yapabiliyorlardı. Fakat al-Lah, Kureyş’i özel olarak kendisi
için seçmiş olmasına karşın, onlara hiçbir zaman İbrahim, Hz. Musa, veya İsa
gibi peygamber göndermemişti ve Arapların kendi dillerinde kutsal kitapları
yoktu.
Bu nedenle yaygın bir ruhsal aşağılık
duygusu vardı. Arapların temasa geçtikleri Yahudi ve Hıristiyanlar, onlara
Tanrıdan vahiy almamış barbar bir halk diye meydan okuyorlardı. Bedeviler gene
de şiddetli bağımsızlık yanlısıydı ve Yemen'deki kardeşleri gibi büyük güçlerin
iktidarı altına girmek istemiyorlardı; İran ve Bizans’ın Yahudilik ve
Hıristiyanlığı bölgedeki emperyal tasarılarını uygulamak için
kullanıldıklarının tamamıyla farkındaydılar.
Bazı Araplar tek tanrıcılığın, emperyal
bağlantılar dışında, daha yansız bir biçimini keşfetme girişiminde bulunmuş
görünüyorlar. Daha beşinci yüzyılda Filistinli Hıristiyan tarihçi Sozomenu;
bize Suriye'deki bazı Arapların, İbrahim'in özgül dini adını verdikleri dini
yeniden keşfettiklerini bildirir. İbrahim, Tanrı daha Tevrat'ı, incil'i
göndermeden yaşamıştı ve dolayısıyla ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, ilk
biyograficisi Muhammed bin ishak’ın (öl. 767) bildirdiğine göre, Hz. Muhammed'e
ilk vahyin gelmesinden kısa süre önce, Mekke'de Kureyş'ten dört kişi,
İbrahim'in doğru dini Hanifilik'i (.Hanifiyya) benimsemişti. Dört
Haniften üçü ilk Müslümanlarca gayet iyi tanınmaktadır:
Ubeydullah bin Cahş, Hz. Muhammed'in
kuzenidir; sonunda Hıristiyan olan Varaka bin Nevfel Onun ilk ruhsal
hocalarından ve Zeyd bin Amr, Ömer bin el Hattab'ın, Hz. Muhammed'in en yakın
arkadaşı ve İslam Devleti'nin ikinci halifesinin amcasıdır.
Zeyd'in tanrısal vahiy özlemi Hira
Dağı'nda 610 yılının ramazanının on yedisi gecesi gerçek oldu. Hz. Muhammed
uykudan uyandı ve kendisini ilahi bir varlığın şiddetiyle sarılmış hissetti. Kendisine
bir meleğin göründüğünü ve kısa bir emir verdiğini anlatmaktadır:
"Oku!" (ıkra). Sonunda, üçüncü korkunç sıkmadan sonra, Hz.
Muhammed ağzından yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü duymuştur: “Yaradan,
insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten,
insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem Sahibidir.” Tanrı sözü Arapça’da ilk kez dile
gelmektedir ve bu kitap sonunda Kur'an (kıraat, okumak kökünden) adıyla
bilinecektir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
bildiği tek esin biçimi budur ve mecnun, cinlere bulaşmış bir kişi
olduğunu düşünmektedir; öyle umutsuzdur ki, artık yaşam isteği kalmamıştır.
Şimdi, mağaradan dışarı fırlayarak, kendisini zirveden aşağı atmaya karar
verir. Ama yamaçta gördüğü başka bir görümdür; bunun daha sonra melek Cebrail
olduğunu anlayacaktır.
İslam'da Cebrail genellikle vahiy getiren
Kutsal Ruh olarak tanımlanır; Tanrının insanlarla iletişim kurma aracıdır.
El ve ayakları üstünde sürünerek, korkunç
titremeler içinde, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini karısının
kucağına attı. "Beni örtün! Beni örtün!" diye bağırıyor, kendisini bu
ilahi varlıktan koruması için yalvarıyordu. Korkusu biraz yatışınca, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem karısına mecnun olup olmadığını sordu ve
Hatice onu teskin etti: "Sen nazik ve akrabalarına karşı duyarlı birisin. Fakirlere
yardım eder, onların acılarına katılıp ortak olursun. Halkının yitirdiği yüce
ahlakı diriltmeye çalışıyorsun. Konukları ağırlar, muhtaç durumda olanlara yardım
edersin. Mecnun olamazsın” dedi.
Tanrı böyle nedensiz iş yapmazdı. Hatice, kuzeni Varaka ibn Nevfel'e
danışmalarını önerdi; Varaka, kutsal kitapları bilirdi ve artık Hıristiyan
olmuştu. Varaka hiç kuşku duymadı: Hz. Muhammed’e Hz. Musa’nın ve peygamberlerin
tanrısından vahiy gelmişti ve O Arapların tanrısal elçisi olmuştu. Sonuçta,
birkaç gün sonra, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem durumun böyle
olduğuna ikna olmuştu ve Kureyş’e vaaz etmeye başlayarak, onlara kendi
dillerinde inen kitabı aktarmaya başladı.
Kitabı Mukaddes'te anlatıldığına göre, Tevrat'ın Sina Dağı'nda Hz. Musa'ya
bir defada aktarılmış olmasına karşılık, Kur'an, Hz. Muhammed'e parça parça;
satır satır indirildi, yirmi üç yıllık bir sürede tamamlandı. Tanrısal sözleri dikkatle dinlemek,
görümü anlamaya çalışmak zorundaydı ve vahiyler ona her zaman açık sözlü
biçimde gelmiyordu.
Hz. Muhammed hakkında, bütün öteki büyük
dinlerin kurucuları hakkında bildiğimizden fazla şey biliyoruz ve çeşitli sure
ve ayetlerinin tam tarihleri bilinen Kuran'da, görüşünün nasıl evrilip
geliştiğini, evrensel bir açı kazandığını görebiliyoruz. Kuran'da, dinler
tarihinde tekil olmak üzere, İslam'ın başlangıcı hakkında anı anına yorumlar
buluruz. Bu kutsal kitapta, Tanrı, gelinen durum hakkında görüşler bildiriyor
gibidir. Kuran Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme bugün bizim okuduğumuz
sıra içinde inmemiştir; olayların gereğine ve içsel anlamlarına göre, ara ara
inmiştir. Her yeni bölüm indiğinde, okuryazar olmayan Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem, bunları yüksek sesle tekrarlamış ve Müslümanlar bunları
ezberlemiş ve okuryazar olan bir azınlık da kaleme almıştır. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümünden yirmi yıl kadar sonra, vahiyler ilk kez
resmi olarak bir araya getirilmiştir. Hazırlayıcılar uzun sureleri başa
kısaları sona koymuşlardır. Bu düzenleme görüldüğü kadar keyfi değildir, çünkü
Kuran ardışık sıra izleyen bir nesir veya açıklama, tartışma değildir. Çeşitli
temalar üstüne görüşlerdir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
Mekke'de vaaza başladığında, rolü konusunda çok kapsamlı bir düşüncesi yoldu.
Yeni evrensel bir dinin kurucusu olduğuna inanmıyor, Kureyş'e eski tek Tanrı
dinini getirdiğini düşünüyordu. Başlangıçta öteki Arap aşiretlerine vaaz
edeceğini bile düşünmemişti, yalnızca Mekke ve çevresindeki halka hitap
edeceğini düşünüyordu. Teokrasi kurucusu olacağı veya teokrasinin ne olduğu
hakkında bir fikri de bulunmuyordu. Şehirde kendisinin siyasal bir etkinliği
yoktu. O yalnızca nezir, öğüt verendi. Allah onu, Kureyş'e, durumlarının
içerdiği tehlikeler konusunda uyarmak için göndermişti. Fakat ilk mesajları da
hüküm dolu değildi. Daha çok umut dolu, iyimser mesajlardı bunlar. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem Kureyş'e Tanrının varlığını kanıtlamak zorunda değildi.
Hepsi, zımnen yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah'a inanıyordu ve büyük
çoğunluğu onun Yahudi ve Hıristiyanların inandığı Tanrı olduğunu biliyordu.
Kur'an, Kureyş'e yeni bir şey
öğretmemektedir. Gerçekten de o, bilinmekte olanların
"anımsatıcısı"dır:, bu bilgilere kolay anlaşılır bir açıklık
getirmektedir. Kuran sık sık "Görmediniz mi ?" veya "Düşünmediniz mi ?" cümlesiyle bir konuyu ele alır. Tanrı
sözü yüksekten gelen keyfi emirler vermemekte, Kureyş'le diyaloga girmektedir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem yeni inanca soktuklarına günde iki kez ibadet etme (salat = namaz)
koşulunu getirmiştir. Bu
dışsal hareket, Müslümanlara içsel tutumlarını geliştirme ve yaşamlarını
yeniden konuşlandırma olanağı verecektir. Sonuçta Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem'in dini İslam, her kabul edenin Allah’a varoluşunu teslim
etmesi olarak bilinecektir: Müslüman, bütün varlığını Yaratıcıya teslim
eden kişi demektir. Kureyş, ilk Müslümanların namaz (salat) kıldığını
gördüğünde korkuya kapılmıştır: Kureyş klanının yüce üyelerinin yüzyıllarca
süren onurlu Bedevi bağımsızlığından sonra, köle gibi yere kapanması kabul
edilebilir iş değildir ve Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapmak için şehir
çevresindeki vadilere çekilmek zorunda kalmışlardır.
Pratik anlamıyla İslam, Müslümanların,
yoksul ve yoksunların iyi davranış gördükleri adil, eşitlikçi bir toplum
yaratması anlamına gelir. Kuran'ın ilk ahlaki mesajı basittir: Zenginlik,
biriktirmek ve kişisel servet yığmak yanlıştır, insanın zenginliğinden belirli
bir oranı fakirlere vererek toplumun refahını paylaşması iyidir. İbrani
peygamberleri gibi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de, tek Tanrıya
tapınmanın sonucu olarak sosyalist diyebileceğimiz bir etik vaaz etmiştir.
Tanrı konusunda zorlayıcı öğretiler yoktur: Gerçekten de Kuran teolojik
kurgular konusunda fazlasıyla kuşkucudur; kimsenin gerçeğini bilemeyeceği ve
kanıtlayamayacağı konularda kendi başına ve aklından tahmini akıl yürütmelerde
bulunması zann olarak reddedilir. Hıristiyan Diriliş ve Teslis
öğretileri zarın örnekleri olarak görülür ve Müslümanların bu kavramları
zındıklık sayması şaşırtıcı değildir.
Kuran'da ise, Allah, YHWH'den
daha fazla kişisellikten uzaktır. Kitabı Mukaddes Tanrısındaki merhamet ve
tutku onda yoktur. Tanrı hakkında ancak doğadaki işaretlerinden bir şeyler
sezebiliriz ve O, o kadar aşkındır ki onun hakkında ancak "mesel'lerle
konuşabiliriz.
Kuran, sürekli olarak Tanrının
"mesajlarının ve "işaretlerinin anlaşılması için akıl gerektiğini
vurgular.
Kuran'ın cümlelerine ayet denir. Adının da
ortaya koyduğu gibi, Kuran, yüksek sesle ezberden okumak üzere indirilmiştir ve
sesin kullanımı, yarattığı etkinin önemli öğelerinden biridir. Kuran, yalnızca
bilgi edinmek için okunacak bir kitap değildir. O, ilahiyat duygusunu tatmak
için okunur ve aceleyle okunup geçilecek bir kitap değildir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in sıkı muhalifi, genç Kureyşli Ömer bin el-Hattab eski paganizmine
bağlı ve Peygamberi öldürmeye hazır biriydi. Birincisinde Ömer gizlice Müslüman
olmuş olan kız kardeşini yeni bir surenin okunuşunu dinlerken yakalar. "Bu
saçmalık nedir?" diye öfkeyle eve dalar ve zavallı Fatma'yı yere serer.
Eve konuk gelen ezbercinin kargaşada düşürdüğü yazmaları kaldırır ve okuma
yazması olan birkaç Kureyşliden biri olarak okumaya başlar. Sözlerin güzelliği
onun nefret duygularını ve önyargılarını aşmış ve bilincinde olmadığı olumlama
özüne ulaşmıştır.
Eski İsraillilerin ilk dinsel
bağlantılarını terk etmelerinin ve tek tanrıcılığı kabul etmelerinin yedi
yüzyıl aldığını görmüştük, oysa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in
Araplara bu zorlu dönüşümü yaşatması yirmi üç kısa yıl içinde olmuştur. Şair ve
peygamber olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile bir metin ve
ilahi tecelli olarak Kuran elbette dinle sanat arasında var olan derin
yakınlığın fazlasıyla çarpıcı bir örneğidir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem,
Müslümanlara pagan Tanrılara inanmayı yasaklayana kadar önde gelen
Kureyşlilerin açık bir karşı koyuşu da yoktu. Görevinin ilk üç yılında Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in mesajının tek tanrıcı yönünü fazla ön
plana çıkarmadığı ve insanların her zaman yaptıkları gibi, Yüce Tanrı Allah
yanında Arapların öteki geleneksel ilahlarına da tapınmayı sürdürebileceklerini
sandıkları anlaşılıyor. Ama eski kültler ve putları mahkûm edince bir gecede
birçok izleyicisini yitirdi ve Müslümanlar horlanan ve sorgulanan bir azınlık
haline geldi. ilk Hıristiyanlar gibi ilk Müslümanlar da toplumu derinden tehdit
eden "ateizm" ile suçlanıyorlardı. Batılı bilim adamları Kureyş'in
bu kopma noktasına gelişini, genellikle olasılıkla sahte olan ve Salman Rüştü
olayından beri talihsiz bir ün kazanmış olan Şeytan Ayetleri olayına bağlarlar. Üç
Arap ilahı Hicaz Arapları için özellikle önemliydi: el-Lat (ki adı yalnızca
'tanrıça' demektir), Mekke'nin güney doğusunda Taif ve Nahla'da tapınakları
olan el-Uzza ('güçlü olan') ve Kızıldeniz kıyısında Kudayd'da tapınağı olan
Manat ('kader çizen'). Bu ilahlar Juno veya Pallas Athena gibi tamamıyla
kişileştirilmiş değildi. Bunlara genellikle Tanrının kızları anlamında benat'ullah
denirdi. Bu ilahlar tapınak yerlerinde gerçeğe uygun heykellerle değil, fakat
koca dikili taşlarla temsil ediliyorlardı, tıpkı eski Kenanilerin yaptıkları
gibi. Araplar bunlara kaba, basit biçimde tapınıyorlar; fakat bunları
ilahiliğin odak noktası olarak kabul ediyorlardı.
Şeytan Ayetleri öyküsü ne
Kuran'da ne de herhangi eski sözlü veya yazılı kaynakta yer alır. Ancak
onuncu yüzyılın tarihçisi Ebu Cafer üt-Taberi'nin (öl. 923) eserinde sözü edilir.
Taberi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in, tanrıçaların kültünü
reddettikten sonra kendisiyle aşiretinin çoğunluğu arasında gelişen
gerginlikten rahatsız olduğunu ve 'Şeytan' dan aldığı ilhamla, benat'ullah'a,
melekler gibi şefaatçiler olarak saygı göstermeye izin veren bazı sahte ayetler
sarf ettiğini anlatır. "Şeytan" ayetleri adı verilen bu cümlelerde üç
tanrıça al-Lah'la eşit değil; fakat insanlar adına ona aracılık yapabilecek
daha küçük ruhsal varlıklardır. Taberi'ye göre daha sonra Cebrail Peygambere bu
ayetlerin şeytan kaynaklı olduğunu ve Kuran'dan çıkartılmaları gerektiğini,
onların yerine benat'ullah'ın yansıtım ve hayal ürünü olduğunu bildiren
şu ayetlerin konmasını söylemiştir:
Kuran'ın ataların pagan tanrılarına yönelttiği en köktenci mahkumiyet
buydu ve bu ayetler Kuran'a dahil edildikten sonra Kureyş'le uzlaşma olanağı
kalmamıştı. Bu noktadan sonra, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ısrarlı
bir tektanrıcı oldu ve şirk (puta taparlık, sözlük anlamıyla Allah'la
başka varlıkları ilişkilendirmek) İslam'da en büyük günah oldu.
İslam'da Şeytan, Hıristiyanlıkta
olduğundan çok daha fazla tahammül kaldırır bir kimliktir. Kuran, Şeytan'ın
Kıyamet gününde affedileceğini söyler ve Araplar Şeytan sözcüğünü bir insanın
huylarına benzetme yoluyla veya doğal bir baştan çıkma için sık sık
kullanırlar. Kaynaklar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in putperestlik
konusunda Kureyş'le uzlaşmayı kesinlikle reddettiğini ortaya koyuyor. O,
pragmatik biriydi ve can alıcı önemde görmediği bir konuda uzlaşmaya
girebilirdi, ama Kureyş ona çok tanrı arasından birinin en büyük olduğu bir
çözümle, kendisi ve Müslümanları Allah'a taparken, kendilerinin ata tanrılarına
tapmalarına izin vereceği bir uzlaşmayla geldiğinde, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem bu öneriyi şiddetle reddetmişti.
Tanrının birliğini kavramak Kuran
ahlakının temeliydi. Maddi varlıklara ver vermek veya daha önemsiz varlıklara
güvenmek şirk (putperestlik) ve İslam'da en büyük günahtı.
Athanasius gibi Hıristiyanlar da yalnızca
Yaratıcının Varlığın Kaynağı'nın kurtarıcı iktidara sahip olduğunda ısrar
etmişlerdir. Bu görüşlerini Teslis ve Diriliş öğretilerinde de ifade
etmişlerdir. Kuran Semitik ilahi teklik görüşüne döner ve Tanrının oğul sahibi
olacağı görüşünü reddeder. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
tektanrıcılığın, aşiretçiliğin düşmanı olduğunu biliyordu: Bütün ibadetlerin
yöneldiği tek ilah, bireyin olduğu kadar toplumun da birliğini sağlardı.
Fakat basitleştirilmiş bir Tanrı kavramı
da yoktur. Bu tek ilah bizim bilip anlayabileceğimiz türden, bizler gibi bir
varlık değildir. Müslümanları salat yani namaza davet eden Allahu Ekber!
seslenişi, Tanrı ile geri kalan gerçeklik arasındaki farkla birlikte, Tanrıyla,
hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz kendisi (ez-Zat) arasındaki farkı
da vurgular. Eski bir geleneğe göre (hadis), Tanrı, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem'e "Ben gizli bir hâzineydim ve bilinmek istedim. Ve bilineyim
diye dünyayı yarattım" demiştir.
Önceki iki dinde olduğu gibi, İslam da Tanrıyı ancak eylemleri ile
görebildiğimizi ortaya koyar; Tanrı böylelikle söze gelmez varlığını insanların
sınırlı anlayışına sunmaktadır. Hıristiyan Babaları gibi, Kuran da Tanrıyı
mutlak olarak görür, sahici varlığa sahip olan yalnızca odur. Kuran'da Tanrının
doksan dokuz adı veya sıfatı vardır. Bu adlar onun büyüklüğüne evrende
bulabildiğimiz bütün olumlu niteliklerin kaynağı olduğuna vurgu yapar. Tanrının
adları Müslüman imanında merkezi bir rol oynar: Ezbere söylenir, teşbihle zikr
edilir ve mantra olarak söylenirler. Bütün bunlar Müslümanlara
tapındıkları Tanrının insani kategoriler içine girmediğini ve basit tanımlara
sığmayacağını anımsatır.
İslam'ın ilk şartı Kelime-i Şahadet,
Müslüman inancının ifade edilişidir: Tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı
yoktur ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem onun peygamberidir. Bu
ifadenin varlığı Müslümanların Tanrıyı odak noktası ve tek öncelik konusu
yaparak yaşamalarını gerektirir. Hıristiyan Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem'i hakiki peygamber olarak tanıdığında, o ne kendisi
ne de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için İslam'a dönmüştü. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Yahudi ve Hıristiyanlardan kendi Allah dinine
dönmelerini, kendileri özellikle istemedikçe,hiçbir zaman talep etmemişti,
çünkü onların kendi otantik vahiylerine sahip oldukları düşünülüyordu. Kuran,
daha önceki peygamberlerin mesaj ve görüşlerini ortadan kaldıran bir vahiy
değildi, tersine insanlığın dinsel deneyiminin sürekliliği üstünde ısrarla
duruyordu. Bugün birçoklarının İslam'ı mahkum ettikleri hoşgörüsüzlük rakip bir
Tanrı görüşünden değil, fakat oldukça farklı bir kaynaktan çıkmaktadır.
Müslümanlar, adaletsizlik karşısında
hoşgörüsüzdürler. Kuran öteki dinsel gelenekleri, yanlış veya eksik diye mahkum
etmez, fakat her yeni peygamberin kendinden öncekilerin görüşlerini
doğruladığını ve sürdürdüğünü gösterir. Kuran Tanrının yeryüzünün her halkına
bir haberci gönderdiğini öğretir: İslam geleneğine göre böyle 124.000 peygamber
olmuştur. Bu, sonsuzluğu simgeleyen bir rakamdır. Böylece Kuran özünde yeni bir
mesaj getirmediğini ve Müslümanların eski dinlerle yakınlıklarını ortaya
koymaları gerektiğini sürekli yineler.
Kureyş ile yaşanan kopmadan sonra
Müslümanlar için Mekke'de yaşamak dayanılmaz bir hale geldi Aşiret korumasına
sahip olmayan köleler ve azatlılar o kadar şiddetli sorgulamalara uğradılar ki,
bazıları işkencede öldü ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in kendi
Haşimi klanına, açlıktan teslim olmaları amacıyla boykot uygulandı: Bu
yoksunluk olasılıkla sevgili karısı Hatice'nin ölümüne yol açtı. Sonunda Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in kendi yaşamı da tehlikeye girdi.
Kuzeydeki yerleşim yeri olan Yesrib’in pagan Arapları, Müslümanları kendi
klanlarını terk edip oraya yerleşmeye davet ettiler. Yesrib çeşitli aşiretler
arasındaki onulmaz savaşla bölünmüştü ve paganların çoğu vahanın ruhsal ve
siyasal sorunlarını İslam'ı kabul ederek çözmeye hazırdı. Burada üç büyük Yahudi
aşiret vardı ve paganların zihnini tektanrıcılığa alıştırmalardı. Yani Arap
ilahların reddedilmesinden Kureyş kadar etkilenmiyorlardı. Böylece 622 yazında
yetmiş kadar Müslüman aileleriyle birlikte Yesrib' e gitti.
Yesrib'e (veya Müslümanların verdiği adla
Medine'ye) Hicretten önceki yılda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
dinini kendi anladığı biçimiyle Yahudiliğe daha yakınlaştırmıştı. Böylece
Yahudilerin Kefaret Günü'nde Müslümanların oruç tutmaları ve o zamana kadar iki
kez iken, artık Yahudiler gibi günde üç kez namaz kılınması düzenini getirdi.
Müslümanlar Yahudi kadınlarla evlenebilir ve bazı yemek kurallarına
uyabilirlerdi. Artık Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Kudüs'e yönelerek
ibadet edeceklerdi. Yahudiler onu reddetmek için geçerli dinsel nedenlere
sahiptiler: Onlar peygamberlik çağının bittiğine inanıyorlardı. Bir Mesih
bekliyorlardı, ama bu aşamada hiçbir Yahudi veya Hıristiyan peygamber
geleceğine inanılamazdı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu
aşiretleri yeni İslam ümmeti, Yahudilerin de üyesi oldukları bir üst
aşiret bağı altında Kureyş’le birleştirmişti. Medine'deki konumlarının
gerilediğini görünce, Yahudiler düşman oldular. Camide toplanıp "Müslümanların anlattıkları
öyküleri dinleyerek gülüp, dinleriyle alay etmeye başladılar. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem'in iddialarıyla da alay ediyor, kaybolduğunda
devesini bulamayan bir adamın peygamber olduğunu iddia etmesinin çok tuhaf
olduğunu söylüyorlardı.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in Yahudiler tarafından reddedilmesi herhalde yaşamındaki en büyük hayal
kırıklıklarından biriydi ve bütün dinsel konumunu sorgular bir duruma
düşürmüştü. Ama bazı Yahudilerin tutumu dostçaydı ve Müslümanlara manevi açıdan
destek oldukları anlaşılıyordu. Onunla Kitab-ı Mukaddesi tartışıyor, ona
Yahudilerin eleştirilerini karşılama yollarını anlatıyor ve bu yeni bilgiler
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'e kendi görüşlerini geliştirmekte
yardımcı oluyordu. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ilk kez, daha önce
belirsiz kalan, peygamberlerin kesin kronolojisini öğreniyordu. Şimdi
İbrahim'in, Hz. Musa ve Hz. İsa’dan önce yaşamış olmasının çok önemli olduğunu
anlıyordu. O zamana kadar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Yahudi ve
Hıristiyanların aynı dinden olduklarını düşünmüştü belki de, ama artık
aralarında ciddi anlaşmazlıklar olduğunu görüyordu.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem,
Medine'nin dost Yahudilerinden, ayrıca Hz. İbrahim’in oğlu İsmail'in öyküsünü
de öğrendi. Kitabı Mukaddes'e göre İbrahim, cariyesi Hacer'den bir oğul sahibi
olmuştu; fakat Sara, İshak’ı doğurunca Hacer ve İsmail'i kıskandı ve onlardan
kurtulmak istedi. İbrahim'i rahatlatmak için Tanrı İsmail'in de büyük bir
ulusun atası olacağına söz verdi. Arap Yahudileri bazı yerel efsaneleri de
katarak, İbrahim'in Hacer ve İsmail'i Mekke'de terk ettiğini ve Tanrının burada
onları gözettiğini, çocuk susuzluktan ölecekken kutsal Zemzem suyunu akıttığını
da eklemişlerdi. Daha sonra İbrahim, İsmail'i ziyaret etti ve baba oğul birlikte
Kabe'yi, Tanrının ilk tapınağını inşa ettiler. İsmail Arapların atası oldu,
yani onlar da İbrahim'in çocuklarıydılar. Bu öykü Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem'in kulağını okşamış olmalı: Araplara kendi kitaplarını
getiriyordu ve şimdi inançlarını atalarının inançlarıyla temellendirebilirdi.
Ocak 624'de, Medine Yahudilerinin düşmanlığının kalıcı olduğu anlaşıldığında,
Allah'ın yeni dini bağımsızlığını ilan etti. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem Müslümanlara Kudüs yerine Mekke'ye dönük ibadet etmelerini emretti,
ibadet yönündeki (kıble) bu değişiklik Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in en yaratıcı dinsel hareketi olarak görülür, Müslümanlar iki eski
vahiyden bağımsız olarak Kabe'ye dönmekle, hiçbir kurumlaşmış dinle bağlarının
olmadığı, fakat yalnızca Tanrıya teslim olduklarını ilan ediyorlardı. Tek
Tanrının dinini dinsizce savaşan gruplara bölen mezheplere katılmıyorlardı.
Onlar İbrahim'in esas dinine dönüyorlardı; İbrahim Tanrıya teslim olan ve onun
evini inşa eden ilk m üslim' di.
Müslümanlar, tarihi, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem'in doğumuyla veya ilk vahiyleri almasıyla değil
-bunlarda zaten yeni bir taraf da yoktu- İslam'ı siyasal bir gerçekliğe
dönüştürmeye başlayarak tarihteki ilahi planı uygulamaya başladıkları Hicret’le
başlatırlar. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem başlangıçta siyasal bir
önder olmak için yola çıkmamıştı, ama öngörülmeyen olaylar onu Arapların
tamamıyla yeni bir siyasal çözüme doğru itmişti. Hicret ile 632'de ölümü
arasındaki on yılda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve ilk
Müslümanlar, Medine’deki muhalifleri, Mekke'deki Kureyş ve ümmeti yok etmek
isteyen herkese karşı umutsuz bir yaşam savaşına girdiler. Batıda Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem genellikle isteksiz bir dünyada zorla İslam’ı kabul
ettiren bir savaş önderi olarak tanıtılır. Gerçeklik oldukça farklıdır. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem yaşamı için savaşıyordu ve Kuran’da birçok
Hıristiyan'ın kabul edeceği bir adil savaş teolojisi gelişirken, hiçbir zaman
kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştı. 630' da Mekke, kapılarını kan
dökmeden onu almayı beceren Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'e açtı.
632'de vefatından kısa süre önce, Veda Haccı olarak bilinen ziyaretini yaptı ve
eski pagan Arap riti haccı İslâmlaştırarak Araplar için çok kıymetli olan
hacılığı dininin beşinci şartı yaptı.
Yahudi ve Hıristiyanlar da cemaat ruhunu
vurgulamışlardır. Hac her Müslüman bireye merkezinde Tanrı olmak üzere ümmet
bağlamında kişisel birleşme deneyimi sunar.
Ne yazık ki, Hıristiyanlıkta olduğu gibi,
din daha soma, metinleri Müslüman kadınlar hakkında olumsuz biçimde yorumlayan
erkekler tarafından zorla ele geçirildi. Kuran bütün kadınlar için peçe
zorunluluğu gerektirmez, yalnızca toplumsal konumlarının işareti olarak Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in eşleri için bunu getirir. Abbasi
halifeliği zamanına (750-1253) gelindiğinde Müslüman kadınların durumu da
Yahudi ve Hıristiyan toplumlardaki kardeşlerininki kadar kötüydü.
Hz. Ali'nin kendisi-Ebu Bekir'in önderliğini
kabul etmişti, fakat sonraki birkaç yıl içinde ilk üç halife Ebu Bekir, Ömer
bin el-Hattab ve Osman bin Affan'ın siyasalarını kabul etmeyen siyasal
muhaliflerin bağlılık odağı oldu. Sonunda Hz. Ali, 656'da dördüncü halife oldu.
Şia ona ilk imam ve ümmetin önderi adını verecekti. Önderlikle ilgili olarak
Sünni ve Şiilerin arasındaki ayrılık öğretiye ilişkin olmaktan çok siyasaldı ve
bu İslam dininde Tanrı kavramı kadar siyasetin taşıdığı önemi de gösterir. Şia-i
Ali (Ali taraftarları) azınlık olarak kaldılar ve babası Ali'nin ölümünden
sonra halifeliği zorla ele geçiren Emevileri kabul etmeyi reddettiği için, 680
yılında küçük bir toplulukla birlikte Emevi halifesi Yezid'in adamlarınca
Kerbela'da, bugünkü Irak'ta Kufe yakınındaki vahada, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem'in torunu Hüseyin bin Ali'nin trajik biçimde öldürülmesiyle
tipik ifadesini bulan bir protesto inancı geliştirdiler.
Müslümanlar İslam’ın Yahudiliğin Yakup'un
oğulları için olduğu gibi, Araplara ait olduğuna inanıyorlardı. Ehl-i Kitap
olarak Yahudi ve Hıristiyanlar da zımmi olarak, koruma altındaki azınlık
gruplar olarak din özgürlüğüne sahiplerdi. Müslümanlar kendilerini Tanrının
isteği
doğrultusunda adil bir toplum işleyişini
sağlamakla yükümlü görürler. Ümmetin kutsal bir önemi vardır; Tanrı,
insanlığı baskı ve zulümden kurtarmak için bu girişimi kutsamıştır.
En sofu Müslümanlar kurulu düzeni Kuran'ın
sosyalist mesajı ile tehdit ettiler ve İslam’ı yeni koşullara uydurmaya
çalıştılar. Farklı çözümler ve mezhepler ortaya çıktı.
En çok taraftar bulan çözüm Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ve Raşidin in ülkülerine dönmeye çalışan
hukuku ve gelenekçilerin çözümüydü. Bu durum Şeri hukukun oluşması sonucunu
verdi. Şeri hukuk, Tevrat'a benzer biçimde, Kuran ile Peygamberin yaşamı ve
sözleri üstüne kurulmuştu. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in sözleri
(hadis) ve yaptıkları (sünnet) ile arkadaşları hakkında şaşırtıcı sayıda sözlü
gelenek oluşmuştu ve bunlar sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda bazı derleyiciler tarafından
toplanmıştı. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in Tanrıya mükemmel
biçimde teslim olduğuna inanıldığından, Müslümanların günlük yaşamlarında onu
taklit etmeleri gerekiyor. Müslümanlar sünneti izleyerek birbirlerini onun
yaptığı gibi "Selamun aleykum" (Esenlik üstünüze olsun) diye selamladıklarında, hayvanlara, ve
yetimlere, fakirlere, onun gibi iyilikle davrandıklarında ve başkalarıyla
ilişkilerinde cömert ve güvenilir olduklarında Tanrıyı anımsarlar. Tanrı
bilinci anlamındaki takva Tanrının sürekli anılmasını [zikr]
içerir.
Hadis veya Peygamberin toplanmış sözleri
genellikle günlük sorunlarla ama aynı zamanda metafizik, kozmoloji ve
ilahiyatla da ilgilidir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in taklit edilmesine dayalı bu tür bir sofuluk peşinde olan Müslümanlar;
genel olarak ehl-i hadis, gelenekçiler olarak anılırlar. Ruhban kastına veya
aracılara gerek yoktu. Her Müslüman, Tanrı karşısında kendi kaderiyle
sorumluydu.
Şia ise Hıristiyan diriliş görüşüne daha
da yakın düşünceler geliştirdi. Hüseyin'in trajik ölümünden sonra Şiiler ancak
babası Ali bin Ebu Talib'in soyundan gelenlerin ümmete yönetici olabileceğini
benimsediler ve İslam içinde ayrı bir mezhep oldular. Şiiler bu kavramı
genişlettiler ve ancak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in Ali kolundan
gelen aile üyelerinin doğru Tanrı bilgisine (ilm) sahip olduğuna
inanmaya başladılar. Ümmeti ancak onlar tanrısal kılavuzlukla yönetebilirlerdi.
Ali'nin kişiliğine duyulan sevgi şaşırtıcı
biçimlerde gelişti. Daha köktenci Şii grupları Ali ve soyunu Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem'den de yukarıda bir konuma yerleştirdi ve onlara
Tanrısala yakın bir nitelik atfetti. Müslümanlar ümmetin gerçek imamı'nı
(önder) ancak Tanrı tarafından belirlenmiş bu aileden gelen kişiler arasında
bulabilirlerdi, iktidarda olsun olmasın, onun kılavuzluğu mutlak zorunluluktu
ve her Müslüman onu bulmak ve önderliğini kabul etmek zorundaydı. Bu imamlar
hükümete karşı gelmenin odağı olarak görüldüğünden halifeler bunları devletin
düşmanı olarak gördüler. Her imam ölürken, akrabalarından birini ilm’i
miras bırakmak üzere seçiyordu. Zamanla imamlar tanrısallığın avatar'ları
olarak görülmeye başlandı: her biri Tanrının dünyadaki varlığının kanıtı (hüccet)
idi ve gizemli bir biçimde tanrısallığı insanda diriltiyordu. Onun sözleri,
kararları ve emirleri Tanrınındı. Hıristiyanların Hz. İsa’yı insanları Tanrıya
götüren Yol, Hakikat ve Işık olarak görmeleri gibi, Şiiler de imamlara Tanrının
kapısı (bab), yol (sebil) ve her kuşağın kılavuzu olarak saygı
gösterdiler.
On iki imam Şiileri Ali'nin Hüseyin
kolundan on iki torununu kabul etti ve 939'da son torun imam saklanarak ortadan
kayboldu; soyundan gelen kimse olmadığından kol böylece sona erdi. Yedililer
olarak bilinen İsmailliler, bu imamların yedincisinin sonuncu olduğuna
inandılar. On iki imamcılar arasında mesihçi bir çizgi doğdu; On ikinci veya
Kayıp imamın Altın Çağ'ı başlatmak üzere döneceğine inandılar. İran devriminden
beri Batıda Şiiliği İslam'ın kalıtımsal olarak köktenci bir mezhebi olarak
görme eğilimi var, ama bu doğru bir değerlendirme değil. Şiilik sofistike bir
gelenek olmuştur. Gerçekten de Şiiler, Kuran'a akılcı yorumlar getirmeye
çalışan Müslümanlarla birçok ortak yana sahiptirler. Mutezile olarak bilinen bu
akım kendi ayrı gruplarını oluşturmuştu, ayrıca katı bir siyasi görüşleri de
vardı: Şiiler gibi, Mutezile de sarayın lüksüne karşı fazlasıyla eleştireldi ve
kurulu düzene karşı sık sık siyasal hareketlere girişiyorlardı.
insanın kendi kaderinin yazarı ve
yaratıcısı olduğunu savunan Mutezile bu noktada Tanrının kadir-i mutlak olduğu
düşüncesi ile çelişerek Gelenekçilerle ters düşüyorlardı. Gelenekçiler,
Mutezilenin Tanrıyı aşırı akılcı ve fazlasıyla insan biçimli gördüklerinden
şikayetçiydiler. Eğer onu anladığımızı iddia edersek, O Tanrı olmaktan çıkar,
basit bir insan yansıtması olurdu. Tanrı insanların basit, doğru, yanlış
kavramlarından aşkındı ve bizim ölçülerimiz ve beklentilerimizle
tanımlanamazdı. Mutezile tamamıyla insani bir ülkü olan adaletin, Tanrının özü
olduğunu söylerken yanılıyordu. Tanrıyı kişisel görüşlerimize göre bir Tory
veya Sosyaliste, ırkçı veya devrimciye dönüştürebiliriz. Bu tehlike bazılarını
kişilik sahibi Tanrıyı dindışı bir görüş olarak görmeye itmiştir, çünkü böyle
bir görüş bizi kendi önyargılarımıza hapseder ve bizim insani düşüncelerimize
mutlaklık kazandırır.
Yahudilerin Tanrının Bilgeliği veya
Tevrat'ın zamanın başlamasından önce Tanrıyla birlikte var olduğunu düşünmeleri
gibi, Müslümanlar da şimdi Tanrının kişiliğini açıklama konusunda, onun
tamamıyla insan aklıyla kavranamayacağına yönelik benzer bir görüş
geliştiriyorlardı.
Eşari genellikle ilahiyat olarak çevrilen
Kelam (sözlük anlamıyla söz veya söylem) geleneğinin kurucusu olmuştu.
Dokuzuncu yüzyıl boyunca Araplar, Yunan
bilimiyle ve felsefesiyle ilgilendiler ve sonuç, Avrupa terimleriyle,
Rönesans'la Aydınlanma arasında bir geçiş olarak adlandırılabilecek kültürel
verimlilik oldu. Yunan filozoflarının Tanrısının Allah'la aynı olduğuna
inanıyorlardı.
Bugün bilim ve felsefenin dinle uzlaşmaz
olduğunu düşünürüz, oysa feylezoflar genellikle inançlı kişilerdi ve
kendilerini Peygamberin sadık çocukları olarak görüyorlardı, iyi Müslümanlar
olarak siyasal açıdan uyanıktılar, sarayın lüksünü reddediyorlardı ve aklın
gösterdiği yollarla toplumlarını düzeltmek istiyorlardı. Feylezofların elini
ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri yoktu; fakat onu ilkel ve dar görüşlülük
olarak gördükleri öğelerden arındırmak istiyorlardı.
Tanrıyı gizem olarak görmek yerine,
feylezoflar onun aklın kendisi olduğuna inanmaktaydılar. Vahiyle bilim
arasında, akılcılıkla inanç arasında temel bir çelişki görmüyorlardı.
Felsefe ex nihilo yaratılışı reddetme
yolunu tuttuğundan el-Kindi gerçek bir feylezof olarak tanımlanamaz. Ama İslam
dünyasında dinsel hakikatle sistematik metafiziği birbirine uydurmaya çalışan
ilk kişi odur.
Felsefenin İslam dünyasında azınlık
mezhebi olarak kalmasının nedenlerinden biri seçkinciliğidir. Ancak belirli
zeka derecesindekilere hitap etmiş ve böylece Müslüman toplumu biçimlendirmeye
başlayan eşitlikçi ruhun dışında kalmıştır.
Türk feylezof Ebu Nasr el-Farabi
(öl. 950), felsefi akılcılığa yeteneği olmayan
eğitimsiz kitleler konusuna eğilmiştir Farabi,
Rönesans insanı diyebileceğimiz biridir: Hekim olması bir yana aynı zamanda
müzisyen ve mistiktir. Devlet’de Platon iyi toplumun, filozof
tarafından, sıradan insanlara kabul ettireceği akılcı ilkelerle yönetilmesi
gerektiğini ileri sürüyordu. Farabi Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in tam da Platon'un öngördüğü türden yönetici olduğunu kabul eder.
Farabi Aristoteles'e yakındı. Tanrının dünyayı 'aniden' yaratmaya karar
verdiğine inanmıyordu. Bu uygunsuz değişimler içinde ezeli ve durağan bir Tanrı
anlamına gelirdi.
Kuran'ın gerçeklik anlayışına göre açık
farklılıklar varsa da Farabi felsefeyi, halka yakın gelmesi için peygamberlerin
şiirsel, benzetme yoluyla ifade ettikleri hakikatleri anlamanın üstün yolu
olarak görüyordu. Felsefe herkes için değildi.
Farabi'nin yayılma öğretisi, feylezoflar
arasında genel kabul gördü. Felsefe ve aklı dine muhalif görmekten uzak olan
Müslüman Sufiler ve Yahudi Kabalacılar genellikle feylezofların öngörülerini
kendi daha imgelemci anlayışları için esinleyici buldular. İsmaililer on
İkililerden altıncı imam Caferü's-Sadık'ın ölümünden sonra 765'de ayrıldılar.
Cafer, oğlu İsmail'i halefi olarak atamıştı, fakat o genç yaşta ölünce on
İkililer kardeşi Hz. Musa'nın yetkesini tanıdılar, İsmailliler ise İsmail'e
bağlandılar ve soyun onunla sona erdiğine inandılar.
Şiiler imamlarının gizemli biçimde
Tanrının dünyada vücut bulması olduğuna inanmaya başlamışlardı, Kuran'ın
simgesel yorumuna dayanan kendilerine has bir batini inanç geliştirmişlerdi.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in, kuzeni ve damadı Ali bin Talib'e
gizli bir bilgi aktardığına ve bu ilm'in onun soyundan gelen belirli imamlar
yoluyla taşındığına inanıyorlardı. Ne Peygamber ne de imamlar tanrısaldılar,
fakat Tanrıya karşı o kadar açıklardı ki, Onun sıradan bir ölümlüde olduğundan
çok daha eksiksiz biçimde onlarda mevcut olduğu söylenebilirdi. Nasturiler de
İsa için aynısını düşünüyorlardı. Nasturiler gibi Şiiler de imamları
tanrısallığın ‘tapınak’ veya 'hazine'si, ağzına kadar aydınlatıcı tanrısal
bilgiyle dolu olarak görüyorlardı.
Farabi Tanrı ile Ptolemaios'un kürelerinin
ilki olan maddi dünya arasında on yayılım öngörmüştü, İsmaililer de peygamber
ve imamları bu gök şemasının 'ruh'tan olarak gördüler, ilk gök katının en
yüksek ‘peygamberlik küresinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem vardı,
ikinci katta Ali ve ardından gelen yedi imam, sonraki kürelerde sıra ile yer
alıyorlardı. Son, maddi dünyaya en yakın kürede bu kutsal soyu olanaklı kılan
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in kızı, Ali'nin karısı Fatma
bulunuyordu. Dolayısıyla o, İslam'ın Annesiydi ve tanrısal Bilgelik Sofia'ya
karşılık geliyordu.
Dinin gizli (batini) boyutunu arayan
ismaili Batıniler oldukça farklı bir sorunla uğraşıyorlardı. Şair veya
ressamlar gibi, mantıkla pek ilgisi olmayan bir simgesellik kullanıyorlardı,
ama bunun duygularla veya akılcı kavramlarla ifade edilenden çok daha derin bir
gerçekliği açıkladığını hissetmekteydiler. Dolayısıyla tevil (sözlük anlamıyla
geri taşıma) adı verilen bir Kur'an anlama yöntemi geliştirdiler. Henri Corbin, İran Şiiliğinin son
dönem tarihçisi, tevil disiplinini müzikteki armoni ile kıyaslar. Tıpkı kutsal OUM
hecesini saran kavranılmaz sessizliği dinleyen bir Hindu gibi. Bu,
önde gelen bir İsmaili düşünür olan Ebu Yakub es-Sicistani'nin (öl. 971)
açıklamasına göre, Müslümanların Tanrıyı hak ettiği gibi anlamalarına yardım
eden bir disiplindir. Müslümanlar Tanrıdan genellikle insan biçimli terimlerle
söz ederler. Onu dünyevi boyutlardan daha büyük bir insan getirirler. Başkaları
ise bütün dinsel anlamlarından sıyırarak Onu bir kavrama indirgemiştir. Oysa O,
çifte olumsuzluk kullanımını savunmuştur. Tanrı hakkında konuşmaya
olumsuzlukla, örneğin Onun 'varlık' olmasından çok ‘varlık dışı’ oluşu ile,
'bilge' oluşundan önce 'cahil olmayışı' ile vb. başlayarak konuşmalıyız. O
insan sözlerinin hiçbirine tekabül etmez. Bu dil disiplinini kullanarak batini,
Tanrının gizemini açıklamaya çalıştığında dilin yetersizliğinin farkına varır.
Tevil Tanrı hakkında bilgi edinmek için
tasarlanmamıştır, batini akıldan daha derin bir düzeyde aydınlanmak için
hayranlık duygusu yaratmanın aracıdır. Bu bir tür kaçamak da değildir,
İsmaililer siyasal eylemcilerdi. Gerçekten de Caferü's-Sadık, Altıncı imam,
inancı eylem olarak tanımlar. Peygamber ve imamlar gibi, mümin Tanrı görümünü
dünyada etkin kılmalıdır.
St.Agustinus'un kendini tanımayı Tanrı
bilgisinin ayrılmaz yönü olarak kabul etmesi gibi, kendini anlamak İslam
mistisizminin önde gelen öğesi olmuştur. Sufilerin, İsmaililerin yakınlık
duydukları Sünni mistiklerin de, bir sözü vardı: “Kendisini bilen, Tanrısını bilir”. Bu
söz Kardeşlerin ilk risalesinde de anılmıştı. Ruhun rakamlarını sayarken,
ilkTek'e, ruhun yüreğinde insanın kendisi olduğu ilkesine varmışlardı.
Kardeşler feylezoflara da yakındı. Müslüman akılcılar gibi, onlar her yerde
aranması gereken hakikatin birliğin vurguluyorlardı. Hakikatin peşinde olan
kişi "hiçbir bilimden kaçınmamalı, hiçbir kitabı küçümsememeli, tek
birinanca da fanatik biçimde bağlanma malıydı. Kardeşler Yeni Platoncu bir
Tanrı kavramı geliştirdiler; Tanrı, Plotinos'un kavranılamaz, ifade edilemez
Tek'iydi. Feylezoflar gibi onlarda Kuran'daki ex nihilo öğretisinden çok
Platoncu yayılma öğretisini benimsemişlerdi.
Felsefe doruk noktasına, Batıda Avicenna
olarak tanınan Ebu Ali İbni Sina (980-1037) ile ulaştı. Parlak, berrak bu
entelektüeldi, hiç kuru bir bilgiç olmadı. Aynı zamanda güzellik tutkunuydu ve
elli sekizinde genç bir yaşta şarap ve sekse aşırı düşkünlüğü nedeni ile öldüğü
söylenir.
Vahyedilen dini, Felsefenin daha aşağı bir
değişkesi olarak görmek yerine, İbni Sina, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem gibi bir
peygamberin bütün filozoflardan üstün, olduğunu çünkü insan aklına dayanmayıp
doğrudan ve içgüdüsel Tanrı bilgisine sahip olduğunu savundu. İbni Sina Tanrının varlığı konusunda,
orta çağın daha sonraki Yahudi ve Müslüman filozoflarınca standart haline gelen
Aristoteles'in kanıtlarına dayalı akılcı bir kanıtlama geliştirdi. Ne o ne de
feylezoflar Tanrının varlığından en küçük kuşku duyuyorlardı. Yardımsız insan
aklının Üstün Varlığın varoluşunun bilgisine ereceğinden asla kuşkulanmadılar.
Akıl insanın en yüce eylemiydi. İbni Sina entelektüel yeteneği olanların bu
yolla Tanrıyı keşfettiklerini dinsel bir görev olarak görüyordu; çünkü akıl,
Tanrı kavramını geliştirebilir, onu boş inanç ve insan biçimlilikten
kurtarabilirdi.
Gerçekliğin mantıksal olarak uyumlu bir
bütün oluşturduğu Felsefenin ilk savıdır, yani bizim sonsuz yalınlık arayışımız
şeyleri daha geniş ölçekte yansıtmalıdır. Bütün Platoncular gibi İbni Sina da
çevremizdeki çokluğun birincil bir tekliğe dayandığını düşünmektedir.
Zihinlerimiz bileşik varlıkları ikincil ve türev olarak değerlendirdiğinden, bu
eğilim onların dışındaki yalın, daha yüce bir gerçeklikten kaynaklanıyor
olmalıdır. İbni Sina gibi bir feylezof evrenin akılcı oluşunu evrende Koşulsuz
bir Varlığın, varoluş hiyerarşisinin tepesinde ilk Hareket Ettirici'nin
bulunması gerektiğini veri olarak kabul eder. Bir şey, neden sonuç ilişkisi zincirini
başlatmış olmalıdır. Böyle üstün bir varlığın yokluğu bizim zihinlerimizin
bütün olarak gerçeklikle uyum içinde olmadığını gösterecektir. Bu (işeyin en
üstünde olduğu için, mutlak olarak mükemmel, saygıya ve ibadete değer
olmalıdır. Fakat varlığı her şeyden farklı olduğu için, varlık zincirinde o da
bir başka varlıktan ibarettir.
Filozoflar ve Kur'an, Tanrının yalın
olduğu düşüncesinde uyuşurlar: O Tek'tir. Buradan çıkan sonuç da, Onun
çözümlenemez olduğu veya bileşenlerine veya kendisini oluşturan öğelere
ayrılamaz olduğudur. Bu varlık mutlak yalınlık olduğundan, nedeni, niteliği,
zamana bağlı boyutu yoktur ve hakkında söyleyebileceğimiz kesinlikle hiçbir şey
yoktur. Tanrı mantıkla sonuçlar çıkaran düşüncenin konusu olamaz, çünkü bizim
beyinlerimiz Onu başka her şeyi konu ediniş biçimiyle konu edinemez. Tanrı esas
olarak tek olduğu için olağan, uyumlu anlamda var olan hiçbir şeyle
kıyaslanamaz. Sonuç olarak Tanrıdan söz ettiğimizde, olumsuzları kullanmak ve
hakkında konuştuğumuz başka her şeyden Onu ayrı tutmak daha iyidir. Fakat Tanrı
her şeyin kaynağı olduğu için Onun hakkında bazı önerilere sahip olabiliriz,
iyiliğin varolduğunu bildiğimize göre, Tanrı özünde veya zorunlu olarak
'iyilik' olmalıdır; yaşam, iktidar ve bilginin varlığını bildiğimize göre,
Tanrı en gerçek ve bütünlüklü anlamda canlı, güçlü ve bilgili olmalıdır.
Aristoteles, Tanrı saf Akıl, akıl yürütme eylemi olduğu kadar, düşüncenin
öznesi ve nesnesi olduğuna göre, yalnızca kendisini düşünebilir ve olumsal bir
gerçekliği bilemez sonucuna varmıştı. Bu vahiyde tanımlanan Tanrı portresine
uymamaktadır, ona göre Tam her şeyi bilir, yaratılmış düzen içinde vardır ve
eylemlidir, İbni Sina bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışmıştır: Tanrı, insan ve
eylemleri söz konusu olduğunda görmezlikten gelinebilir, özel varlıkların
bilgisine inmeyecek kadar yücedir. Ama Tanrı bizi ve bizim dünyamızı ancak
genel olarak ve evrensel terimlerle bilir; özel olanlarla uğraşmaz.
Fakat İbni Sina bu soyut Tanrı açıklaması
ile gene de tatmin olmuş değildir. Platoncu yayılma şemasını peygamberlik
deneyimini açıklamak için kullanır. Bir'den aşağıya doğru yayılımın aşamasının
her birinde, İbni Sina on saf Aklın, hareket eden on Ptolemaioscu küreyi
oluşturan ruh veya meleklerle birlikte, insan ve Tanrı arasında bir ara alan
oluşturduğunu ileri sürer. Kendi küremizdeki son akıl onuncu Cebrail, ışık ve
bilgi kaynağı olarak bilinen Kutsal Vahiy Ruhudur, insan ruhu, bu dünya ile
ilişkili pratik akılla ve Cebrail ile yakınlık içinde yaşamamıza olanak
sağlayan düşünen akılla donatılmıştır. Böylece peygamberler için Tanrının
sezgisel, imgeci bilgisine ulaşmak olanağı doğar; bu bilgi pratik, mantıki aklı
aşan Akılla aynı türdendir. Sufiler kıyas yolunu kullanmak yerine simgeciliğin
imgeci ve hayalci araçlarını kullanırlar.
İbni Sina yaşamının sonlarında mistisizmi
benimsemiş gibidir. 'Doğu Felsefesi' (el-Hikmetü'l maşrikiyye) adını
verdiği görüşe yaklaşır. Bu coğrafi olarak doğuyu değil, fakat ışığın kaynağını
belirtir.
Kelam ve Felsefe disiplinleri İslam
imparatorluğundaki Yahudiler arasında da benzer bir entelektüel harekete esin
kaynağı olmuştur. Müslüman feylezofların tersine Yahudi filozoflar felsefi
alanın bütünü ile uğraşmamış, hemen hemen tamamıyla dinsel konularla
ilgilenmişlerdir. İslam'ın meydan okuyuşuna İslam'ın terimleri ile karşılık
verme gereğini hissetmişlerdir, bu da Kitabı Mukaddes'in kişilik sahibi Tanrısı
ile Feylezofların Tanrısı ile uyumlulaştırmayı içermiştir. Saadya bin Yusuf
(882-942), böylece, Yahudiliğin felsefi yorumunu ilk gerçekleştiren kişi
olmuştur ve hem Talmudçu hem de Mutezile okulundandır. Aklın kendi gücüyle
Tanrı bilgisine ulaşabileceğini savunmuştur. Bir feylezof gibi, Tanrının akılcı
kavranışını mitzvah, dinsel bir görev olarak görmüştür. Saadya da
Müslüman akılcılar gibi Tanrının yarlığı konusunda hiç kuşku duymamaktaydı.
Yaratıcı Tanrının gerçekliği Saadya'ya göre o kadar ortadadır ki, kanıtlanmasını gerekli bulduğu dinsel inanç
değil, dinsel kuşkudur.
Saadya ex nihilo yaradılış
düşüncesinin felsefi zorluklar içerdiğini ve akılcı terimlerle açıklanmasının
olanaksız olduğunu ortaya koymuştur, çünkü felsefenin Tanrısı ani bir karar
alma ve bir değişikliği başlatma gücünden yoksundur. Maddi dünyanın kökeni
nasıl tamamıyla tinsel bir Tanrı olabilir? Burada aklın sınırlarına ulaşım ve
Platoncular gibi, sadece dünyanın ezeli olmadığını, zaman içinde bir başlangıcı
olduğunu kabul etmemiz gerekir. Kutsal Yazılarla ve sağduyuyla uyumlu tek
olanaklı açıklama budur. Bir kez bunu kabul edince, Tanrı hakkında başka
olgular da çıkartabiliriz. Yaratılmış düzen akılla planlanmıştır; yaşam ve
enerji sahibidir: dolayısıyla onu yaratan Tanrı da Bilgelik, Yaşam ve Güç
sahibi olmalıdır.
Bahya ibn Pakuda (öl. yk. 1080) Dünya elbette kazayla varolmuş değildir: Bu,
mürekkep döküldüğünde kağıdın üstünde mükemmel yazılmış bir paragraf
belirdiğini iddia etmek kadar saçma bir düşüncedir.
Bahya, Tanrıya doğru dürüst ibadet eden
insanların yalnızca peygamber ve filozoflar olduğuna inanıyordu. Peygamber
doğrudan, sezgisel Tanrı bilgisine sahipti, filozofunsa akılcı bilgisi vardı.
Başka herkes sadece kendi yansımasına tapmaktaydı, kendi hayallerindeki
Tanrıya.
Eğer akıl bize Tanrı hakkında hiçbir şey
anlatmıyorsa ilahiyat konularında akılcı tartışmalara girişmenin yararı neydi?
Bu soru, din felsefesi tarihinin önemli Müslüman düşünürü Ebu Hamid el-
Gazali'yi (1058-1111) uğraştırmıştı. Gazali'nin davası İsmaililerin Şiiliğine
karşı Sünni öğretiyi savunmaktı. Gazali "şeyler kendi içlerinde
nedir?" sorusunun karşılığını bulmak için bütün bu disiplinlerle uğraşmış
görünüyor. Gazali'nin araştırdığı İslam'ın bu dört ana yolunun izleyicileri
tatmin olmuş gibi, ama o bu iddianın nesnel olarak nasıl kanıtlanabileceğin
soruyordu.
Kelam ilahiyatçıları kutsal kitaplarda
bulunan önermelerle yola çıkıyorlardı, ama bunlar akılcı kuşku dışında doğrulanabilmiş
değildi. Gazali polemiğinin önemli bölümünü Farabi ve İbni Sina'ya karşı
çıkmaya ayırmıştı. İnsan herhangi bir yoldan yayılma öğretisini nasıl
kanıtlayabilir? Feylezoflar hangi yetkeyle Tanrının özel değil yalnız genel,
evrensel şeyleri bildiğini ileri sürebilmişlerdir? Bunu kanıtlayabilirler mi?
Tanrının basit gerçeklikleri bilmeyecek kadar yüce olduğu görüşleri çok
yetersizdir: Ne zamandan beri bir konuda cahillik mükemmellik sayılmaktadır?
Sorusunun gerilimi Gazali'yi o kadar
bunalttı ki, kişisel olarak yıkıma uğradı. Yeme içmeden kesildi, hüzün ve
umutsuzluk omuzlarına çöktü. Sonunda 1094'lerde konuşamayacak ve ders
veremeyecek halde olduğunu gördü, inancını yeniden kazanmazsa cehennem ateşinin
tehdidi altında olduğundan korkarak Gazali prestijli akademik görevinden istifa
etti ve sufilere katılmaya gitti.
Aradığını orada buldu. Mistik
disiplinlerin 'Tanrı' adı verilen bir şeye doğrudan, fakat sezgisel bir duyuyla
ulaştığını keşfetti. Bovvker, Arapça varoluş sözcüğünün (vücud) vecede:
buldu kökünden türediğini gösterir. Dolayısıyla vücut sözlük anlamıyla
'bulunabilir olan' demektir. Sufiler açıkça Tanrının vücuduyla böyle bir
deneyim yaşadıklarını iddia etmektedirler, fakat vecd sözcüğü Sufilere,
onun hayal değil gerçek olduğunu tam bir kesinlikle (yakin) anlatan
Tanrıya vecd halinde ulaşmaya ilişkin teknik bir terimdir. On yıl sufi olarak
yaşayan Gazali, onların dinsel deneyiminin insan aklının ve beyin işleyişinin
ötesine varabilen gerçekliği doğrulayan tek yol olduğunu gördü. Sufilerin Tanrı bilgisi akıcı ve
metafizik bilgi değildi, ama eski peygamberlerin sezgisel deneyimine çok
yakındı: Sufiler onun ana deneyimini yaşayarak İslam'ın esas gerçeklerini
buluyorlardı.
Gazali böylelikle, İslam mistiklerine genellikle iyi gözle
bakmayan Kurulu Müslüman düzen için kabul edilebilir mistik bir inanç dizgesi
oluşturdu. insan iki gerçeklik dünyasında da dolaşıyordu: O fiziksel dünyaya
olduğu kadar ruhun yüce dünyasına da aitti, çünkü Tanrı ona Tanrısal imgeyi
nakşetmişti. Bu konuları ancak benzetme diliyle tartışabiliriz, yaratıcı
imgelemi korumanın yolu budur.
Bazı insanlar akıldan daha güçlü
yeteneklere sahip olabilirler, Gazali buna 'peygamberce ruh' adını
verir. Bu yeteneğe sahip olmayan insanlar bunun varlığını inkar edebilirler,
çünkü böyle bir deneyimleri yoktur. Bu sağır birinin, yalnızca kendisi tadını
almadığı için müziğin hayal olduğunu ileri sürmesi kadar saçmadır. Tanrı
hakkında akıl yürütme ve imgelem gücümüzle bazı bilgilere ulaşabiliriz ama
bilginin en yüksek derecesi ancak bu özel Tanrı vergisi yeteneğe sahip
peygamber veya mistiklerce elde edilebilir. Bu seçkinci bir tutum olarak
görülebilir, ama başka geleneklerdeki mistikler de, Zen veya Budacı türü
tefekkürün, şiir yazma yeteneği gibi özel bir yetenek gerektiren sezgisel,
algısal nitelikler gerektirdiğini ifade etmişlerdir. Herkesin mistik bir yapısı
yoktur. Gazali bu mistik bilgiyi yalnızca Yaratıcının varlığı veya var olduğu
bilgisinin bilincinde olmak diye tanımlamıştır. Bu bilinç nefsin yokluğunu ve
Tanrıda erimesini getirir. Mistikler, ancak daha az yeteneği olan ölümlüleri
tatmin edecek olan benzerlikler dünyasının üstüne çıkma yeteneğine sahiptirler,
onlar Tanrı, dışsal, nesnelleşmiş ve varlığı akılla kanıtlanabilir bir Varlık
olmak yerine, her şeyi kapsayan bir gerçeklik ve O'na bağlı varlığını O'nun
zorunlu varlığından alan varlıkları algıladığımız gibi algılanmayacak nihai
varlıktır; özel bir görme biçimi geliştirmemiz gerekir.
Gazali sonunda Bağdat'taki eğitim görevine
döndü, ama Tanrının varlığını mantık ve akılcı kanıtlamayla göstermenin
olanaksız olduğu inancını hiçbir zaman yitirmedi. 'Tanrı' adını verdiğimiz
gerçeklik duyguyla ve mantıklı düşünce ile algılanan dünyanın ötesindeydi,
dolayısıyla bilim ve metafizik Allah'ın vücudunu ne kanıtlayabilir ne de
reddedebilirdi. Ondan sonra Müslümanlar, Tanrının bütün varlıklar gibi bir
varlık olduğu veya varlığının bilimsel veya felsefi olarak kanıtlanabileceği
yolunda kolayca varsayımlarda bulunamadılar.
Gazali Yahudiler üstünde de etkili oldu. İspanyol filozof Josef ibn Saddık (öl. 1143). Tanrıyı anladığımız iddiasında bulunursak
bu, O'nun sınırlı olduğu ve mükemmel olmadığı anlamına gelirdi. Toledo'lu doktor Juda Halevi (1085-1141) Gazali'yi yakından izledi. Tanrı akılla
kanıtlanamazdı; bunun anlamı Tanrı inancının akıldışı olduğu değildi, yalnızca
varlığının mantıkla gösterilmesinin dinsel bir değeri olmadığıydı.
Halevi, felsefede Gazali kadar usta
değildi; fakat Tanrı hakkında tek güvenilir bilginin dinsel deneyimle elde
edilebileceğim katılıyordu. Gazali gibi o da özel dinsel yeteneğin varlığını
ileri sürüyordu, ama bunun yalnızca Yahudilerin ayrıcalığı olduğunu iddia
etmekteydi. el-Hazari'nin amacı
öteki uluslar arasında Yahudilerin tekil konumunu kanıtlamaktı.
Fakat Felsefe Gazali'nin polemiği sonucu
tamamıyla ölmedi. Avrupa'da Averroes olarak tanınan Ebu'l-Velid ibn Ahmed ibni Rüşd (1126-1198) Batıda hem Yahudi hem Hıristiyanlar
arasında yetke olarak kabul edildi. On dokuzuncu yüzyılda Ernest Renan onu
özgür bir ruh, kör inanç karşısında akılcılığın şampiyonu olarak selamladı.
İslam dünyasında ise ibni Rüşd marjinal bir kişilik olarak kaldı. ibni Rüşd
Gazali'nin Felsefeyi mahkum etmesine ve esoterik konuları açıkça tartışma
biçimine tutkuyla karşı çıktı. Farabi ve İbni Sina gibi seleflerinin tersine ibni Rüşd
filozof olduğu gibi bir kadı, şeri hukuk uygulayıcısıydı. Ulema,
felsefeye ve onun temelden farklı Tanrı kavramına kuşkuyla bakıyordu, ama ibni
Rüşd Aristotales ile daha geleneksel İslam inancını birleştirmeyi becerdi.
Dinle akıl arasında hiçbir çelişki olmadığına inanıyordu, ikisi de aynı
hakikati farklı yollarla ifade ediyordu; ikisi de aynı Tanrıya yöneliyordu. Ama
herkesin felsefi düşünce yeteneği yoktu ve Felsefe ancak entelektüel seçkinler içindi.
ibni Rüşd, belirli hakikatlerin kabul
edilmesinin kurtuluşun özü olduğuna inanıyordu. Bu İslam dünyasında yeni bir
görüştür.
Kuran kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
dünyayı Tanrının yaratmış olduğunu söylemesine karşın, bunu nasıl yaptığını
veya dünyanın zaman içinde belirli bir anda yaratılmış olup olmadığını
açıklamış değildir. Bu durum feylezofları akılcıların inançlarını benimsemekte
özgür bırakmıştır.
İslam dünyasında mistisizm o kadar
önemliydi ki, ibni Rüşd'ün Tanrı kavramı katı akılcı ilahiyata dayanmasına
karşın, hiç de etkili olamamıştı, ibni Rüşd saygı gören, fakat ikinci derecede
kalan bir kişilikti; oysa Batıda gerçekten de çok önemliydi ve Batı
Aristoteles'i onun aracılığıyla keşfetmiş ve daha akılcı bir Tanrı kavramı
geliştirmişti. Yahya Suhreverdi ve Muhiddin el-Arabi ibni Rüşd'den çok İbni
Sina'nın izinden gitmekte ve felsefe ile mistik dinselliği kaynaştırmaya
çalışmaktaydılar.
ibni Rüşd'ün Yahudi dünyasındaki en büyük
öğrencisi büyük Talmudçu ve filozof, genellikle Maimonides olarak bilinen Haham Moses ibn Maimon'du (Musa bin Meymun) (1135-1204). Maimonides’de ibni Rüşd
gibi, felsefenin Tanrıya giden en soylu yol olduğuna inanıyordu, fakat bunun
kitlelere açık edilmemesi gerektiğini, felsefi seçkinlere ait olarak kalması
gerektiğini savunuyordu. Ama ibni Rüşd'ün tersine sıradan insanlara da kutsal
metinlerin simgesel yorumunun öğretilebileceğine, böylece onların da Tanrı
hakkında insan biçimli görüşlerden kurtulacağına inanmaktaydı. O da ibni
Rüşd'ünkine çok benzer on üç maddelik bir inanç sıralaması yapmıştı. Bu
Yahudilikte bir yenilikti ve hiçbir zaman geniş kabul görmedi.
Maimonides gene de Tanrının özünde insan
aklınca kavranılmaz ve ulaşılmaz olduğu düşüncesini özenle savunmuştu. Tanrının
varlığını Aristoteles ve İbni Sina'nın akıl yürütmeleri ile kanıtlamaktaydı,
fakat mutlak yalınlığı nedeniyle Tanrının tanımlanamaz ve söze gelmez
kaldığında da ısrar ediyordu.
Maimonides akılcılığa yaptığı vurguya
karşın, Tanrı hakkında en yüce bilginin, tek başına akıldan elde edilenden çok
imgelemden elde edildiğini savunmaktaydı.
On üç ve on dördüncü yüzyıllarda
Hıristiyan yeniden fetih savaşları İslam'ın İspanya’daki, sınırlarını geri
itiyordu ve Batı Avrupa'nın anti-semitizmini ispanya'ya sokmuştu. Bu gelişme
kaçınılmaz olarak ispanya Yahudiliğinin yıkımına varacak ve on altıncı yüzyılda
Yahudiler felsefeden uzaklaşarak bilimsel mantıktan çok mitolojiden esinlenen
tamamıyla yeni bir Tanrı kavramı geliştireceklerdi.
İlk haçlı seferine katılanlar, Yakın
Doğuya yaptıkları seferlerini Kutsal Topraklara hacca gitmek olarak görmüşlerdi
ve Tanı ile din hakkında halen çok ilkel görüşlere sahiptiler. Yolculuklarına
başladıklarında haçlılardan bazıları Ren Vadisindeki Yahudi topluluklarını Hz.
İsa’nın öcünü almak için katlettiler. Sonunda
1099 yazında Kudüs'ü fethettiklerinde, şehrin Yahudi ve Müslüman sakinlerine
Yeşu'nun hırsıyla saldırdılar ve çağdaşlarını bile şok eden bir vahşilikle
onları katlettiler.
Bundan sonra Avrupa Hıristiyanları, Yahudi
ve Müslümanları Tanrının düşmanları olarak gördüler; uzun süre, kendilerini
barbar ve aşağı hissetmelerine yol açan Bizans'ın Yunan Ortodoks Kilisesine
karşı derin bir düşmanlık beslediler.
Paradoks sonuca varmak için bizi Tanrı
hakkında konuşma konusundaki Dionysos'un üçüncü yoluna zorlar: 'Tanrı
bilgeden daha fazla bir şeydir'. Bu Yunanlıların apofatik cümle
dedikleri şeydi, çünkü 'bilgeden daha fazla'nın ne anlama gelebileceğini
bilmiyoruz. Ama bu basit bir söz oyunu değil, iki birbirini dışlayan cümleyi
yan yana getiren ve insani bir kavrama sığdırılamayan bizim 'Tanrı'
sözcüğümüzün bizde gizem duygusu yaratmasına yardımcı olan bir disiplindi.
Bu yöntemi "Tanrı vardır" cümlesine
uyguladığında Erigena, doğal olarak "Tanrı var olmaktan daha fazla bir şeydir"sentezine yatıyordu. Ve gene, bu
anlaşılamaz bir cümleydi çünkü Erigena'nın da açıkladığı gibi, "var
olmaktan daha fazla bir şeyin" ne olduğunu ortaya koymuyordu. Çünkü
öteki varlıklar türünden olmadığını bildiriyor, onlardan fazla bir şey olduğunu
söylüyor ama bu 'şey'in ne olduğunu tanımlamıyordu. Gerçekte Tanrı "Hiçbirşey"di. Ama eğer
Tanrı "Hiçbirşey" ise "Herşey" demekti, çünkü bu 'üstün
varlık'ın anlamı Tanrının tek başına sahici varlık olması, her şeyin parçası
olduğu öz olması demekti.
796'da Batılı piskoposlardan oluşan bir
kilise meclisi güney Fransa'daki Frejus'de toplandı ve İznik kararına fazladan
bir cümle ekledi. Buna göre Kutsal Ruh yalnız Baba'dan değil fakat Oğul'dan da
(filiogue) türemişti. Latin piskoposlar Baba ile Oğul'un eşitliğini
vurgulamak istiyorlardı çünkü cemaatlerinin bir bölümü Ariusçu görüşlere
katılmışlardı. Kısa bir süre sonra Batının imparatoru olacak olan Charlemagne,
teolojik konularda elbette hiç anlayış sahibi olmamasına karşın, yeni cümleyi
benimsedi. Yunanlılar ise onu mahkum ettiler. St. Augustinus Kutsal Ruh'u
Teslis'teki, Baba ile Oğul arasındaki sevgiyi sağlayan birlik ilkesi olarak
görmüştü. Dolayısıyla Ruh'un ikisinden de çıktığını söylemek doğruydu ve yeni
cümle üç kişiliğin özdeki birliğini vurguluyordu.
Yunanlılar daima Augustinus'un Teslis
kuramına kuşkuyla yaklaşmışlardı, çünkü çok insan biçimliydi. Gerçekte Yunan apofatik
tinselliğiyle uyuşmasa da, Latin bildirisinde sapkın bir yön yoktu. Çelişki
barış için istek duyuluyor olsa kapatılmayacak kadar değildi, ama Batı ile Doğu
arasındaki gerilim haçlı seferleri sırasında arttı - özellikle dördüncü haçlı
seferinde 1204'te Konstantinopolis yağmalanıp Bizans ciddi bir yara alınca
tırmandı. ilerdeki bölümlerde Batılı Hıristiyanların sık sık Teslis kuramından
huzursuzluk duyduklarını ve on sekizinci yüzyılda Aydınlanma çağında,
birçoğunun bundan vazgeçtiğini göreceğiz.
Ünlü duasında Anselmus işaya'nın
sözlerinden esinleniyordu: "inancınız olmadıkça anlamayacaksiniz":Yüreğimin inandığı ve sevdiği gerçeğini bir nebze
anlamak istiyorum, inanayım diye anlamak istemiyorum, anlayayım diye inanıyorum
(credo ut intellegam). Çünkü şuna inanıyorum: inancım olmadıkça
anlamayacağım.
O zaman credo sözcüğü henüz bugünkü
'inanmak' sözcüğünün entelektüel yanlılığı yoktu, güven ve sadakat içinde
olmayı anlatıyordu. Batı akılcılığının ilk parlayışında bile dinsel Tanrı
deneyiminin temel konu olarak kaldığını, tartışma veya mantıklı anlayıştan önce
geldiğini görmek önemlidir.
Anselmus Tanrıyı "daha yüce hiçbir
şeyin düşünülemeyeceği bir şey" olarak tanımlıyordu. Bu tanım Tanrının
düşüncenin nesnesi olabileceğini içerdiğinden, O'nun insan zihni tarafından
kavranılabileceği ve anlaşılabileceği düşüncesini de taşıyordu. Varoluş, var
olmamaktan daha 'mükemmel' olduğundan, düşündüğümüz mükemmel varlık var
olmalıydı yoksa mükemmel olmazdı.
Augustinus'un Teslis'inde yürek ve akıl
ayrılamazdı, İbni Sina ve Gazali gibi Müslüman feylezoflar, Tanrıyı tek başına
aklın bulamayacağını ileri sürmüş olabilirlerdi, ama ikisi de sonuç olarak
sevgi ülküsü ve mistisizm disiplini ile aydınlanmış bir felsefe öngörüyorlardı.
Batı Hıristiyanlığına Thomas Aquinas (1225-74) kadar kalıcı katkıda bulunan
düşünür pek azdır. Aquinas, Augustinus ile Batıda yeni ulaşılır olan Yunan
felsefesinin sentezini yapmaya çalışmıştı. On ikinci yüzyılda Avrupalı bilim
adamları İspanya’ya doluşmuştu. Burada Müslüman bilimi ile karşılaşıyorlardı.
Müslüman ve Yahudi entelektüellerin yardımıyla bu engin entelektüel hâzineyi
Batıya taşımak için büyük bir çeviri tasarısını gerçekleştirmeye koyuldular.
Platon, Aristotales ve antik dünyanın öteki filozoflarının Arapça çevirileri
şimdi Latince’ye çevriliyor ve Kuzey Avrupa halklarının kullanımına ilk kez
giriyordu. Aquinas özellikle ibni Rüşd'ün Aristoteles yorumundan etkilenmişti.
Fakat Anselmus ve Abelardus'un tersine, o, Teslis türünden gizemlerin akılla
kanıtlanabileceğine inanmıyordu ve Tanrının dile sığmaz gerçekliği ile O'nun
hakkındaki insani öğretileri özenle birbirinden ayırıyordu. "Önünde sonunda insanın
Tanrı hakkında bütün bildiği, O'nu bilmediğini bilmek olduğuna göre, insan,
Tanrının O'nun hakkında bütün anlayabileceklerimizden üstün olduğunu da bilir.”
Tanrının varlığını kanıtlamak için,
Katolik dünyada çok önem taşıyan ve Protestanlarca da kullanılan beş 'kanıt'
sıralıyor:
- Aristoteles'in ilk Hareket Ettirici savı.
- Sonsuz etkiler dizisi olamayacağı, bir başlangıç olması gerektiğini
savunan benzer bir 'kanıt'.
- İbni Sina tarafından savunulan, bir Zorunlu Varlık'ın olmasını
gerektiren tesadüfi olaydan kaynaklanan sav.
- Aristoteles'in Felsefe'de ileri sürdüğü, bu dünyadaki mükemmellik
hiyerarşisinin hepsinin en mükemmeli olan bir Mükemmel gerektirdiği savı.
- Evrende gözlemlediğimiz düzenin yalnızca
tesadüfün eseri olamayacağını savunan, düzenden çıkartılan sav.
Yahudilik, Hıristiyanlık, bunlar kadar
olmasa da Müslümanlık, kişileştirilmiş bir Tanrı düşüncesi geliştirmişlerdir.
Kişileştirilmiş Tanrı, tektanrıcıların, bireyin kutsal ve elinden alınamaz
haklarına değer vermesine ve insan sorumluluğuna kıymet vermeyi geliştirmesine
yardımcı olmuştur.
Üç tektanrıcı dinde, Tanrılarını
kişisellik kategorisi dışına çıkaran, Nirvana ve Brahman Atman'a çok daha yakın
kişisellik dışı gerçekliklere benzeten mistik bir gelenek geliştirmişlerdir.
Tarihsel tektanrıcılık köken olarak mistik
değildir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam özünde etkin dinlerdir. Tanrının
iradesinin gökte olduğu kadar yerde de geçerli olmasına bağlılık gösterirler.
Peygamberler mitolojiye savaş açmışlardır:
onların Tanrısı, mitosların zaman öncesi, saygın devirlerinden çok, tarihte ve
günlük siyasal olaylarda etkindir. 'Mitos', 'mistisizm' ve gizem [mystery]
sözcükleri arasında dilsel bir bağlantı vardır. Hepsi Yunanca musteion
sözcüğünden türemiştir: Gözü veya ağzı kapamak. Dolayısıyla üç sözcük de
sessizlik ve karanlık deneyiminden kaynaklanır.
Mitoloji genellikle ruhun iç dünyasının
açıklanmasına yönelik bir girişim olmuştur ve hem Freud hem Jung yeni
bilimlerini açıklamak için sezgisel olarak, Yunan öyküsü Oidipus gibi antik
mitoslara başvurmuşlardır. Batıdaki insanların dünyanın saf bilimle
algılanmasına seçenek olacak bir şeye ihtiyaç duymaları söz konusu olabilir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
Tanrının kendisini değil, tanrısal gerçekliğe işaret eden simgeleri görmüştür.
Göğe yükselme, insan ruhunun en uç noktaya kadar ulaşmasının simgesidir ve
nihai anlamın eşiğini gösterir.
Bu hayali yükseliş çok yaygındır.
Şamanların “Sibirya'dan Tierra del Fuego'ya kadar”ki vecd deneyimlerinde aynı
uçuş imgesinin bulunduğu görülmüştür.
Tektanrıcılar zirvedeki bu iç görüyü 'Tanrının
görümü' olarak adlandırmışlardır. Plotinos bunun Tek olanın deneyimi
olduğunu kabul etmiş, Budacılar buna nirvanaya ulaşma demişlerdir. Mistik Tanrı
deneyiminin bütün inançlarda bazı ortak özellikleri vardır. Bu içsel yolculuk
gerektiren öznel bir deneyimdir, insan özünün dışındaki nesnel bir olgunun
algılanması değildir. Mistiğin kendi içinde isteyerek yarattığı bir şeydir,
sonuca belirli fiziki ve zihinsel uygulamalar ulaştırır, habersizce değil.
Tanrıya ancak 'zihnin büyük çabası'
ile ulaşılabilir.
“Soyut olana soyut bir biçimde”
yaklaşmalıydılar. Euagrios bir tür Hıristiyan Yoga'sı öneriyordu. Bu düşünme
süreci değildi, gerçekten de "ibadet düşüncelerin dökülmesi" demekti.
Bu Tanrının biraz sezgisel idrakiydi. Her şeyle birlik duygusu yaratacak,
şaşkınlık ve çokluktan kurtuluşu ve benin yokluğunu getirecek, Budacılık gibi
tanrısız dinlerde bilgelerin yaşadığına benzer bir deneyim yaratacaktı.
Zihinleri sistematik olarak gurur, hırs, üzüntü veya kızgınlık gibi onları bene
bağlayan tutkulardan arındırmakla hesychasflar, kendilerini tanrısal
etkinlikler yoluyla dönüştürüp aşarak Tabor Dağı'nda tanrısallaşan İsa gibi
olabilirlerdi.
Nefes almayı da içeren bir yoğunlaşma
yöntemi öğretiyordu: Soluk aldıkça hesychasflar "İsa, Tanrının oğlu"
diye zikretmeliydiler, soluk verdikçe "bize merhamet et"
demeliydiler. Daha sonra bu uygulama geliştirildi: Bilgeler baş ve omuzlarını
eğip oturarak yürek veya göbeklerinden bakmalıydılar. Dikkatlerini içeri
yöneltmek, yürek gibi psikolojik odak noktalarında yoğunlaştırmak için yavaş
nefes almalıydılar. Yavaş yavaş, Budacı bir keşiş gibi, hesychast akılcı
düşünceleri bir tarafa bıraktığını, zihni işgal eden hayallerin söndüğünü
görecek ve tamamıyla zikirleri ile birleştiğini hissedecekti.
ikonlar, Bizans'ın Tanrı deneyiminde o
kadar merkezi bir rol oynamışlardı ki, sekizinci yüzyılda Yunan Kilisesi'nde
tutkulu bir öğreti çekişmesinin odağı oldular. ikonoklastlar ikonları
tamamıyla yasaklamak istiyorlardı.
Yunanlıların inancı ikonlara o kadar
bağımlı duruma gelmişti ki, 820'de ikonoklastlar halk direnci ile
yenilgiye uğratıldı. Bu dinsel resimlerin etkisini tanımlarken, Nikephoros bu
etkili ancak müzikle, sanatların en söze gelmezi ve halde en dolaysızı ile
karşılaştırmaktaydı. Müzikle ifade edilen duygu ve deneyim bir anlamda sözcük
ve kavramları aşar. Dokuzuncu yüzyıl Bizans'ında Yunanlı Hıristiyanlar
teolojiyi ikonografinin düzeyine göz dikmiş görüyorlardı. Tanrının akılcı bir
söylemden çok, sanat eserinde daha iyi ifade edildiğini düşünmekteydiler.
Tanrı hakkında konuşmak bir bakıma
'kavranılamaz olanı kavradığım' söylemek demeye geliyordu.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
peygamberin ana kaygısı adil bir toplum yaratmak olmakla birlikte, hem kendisi
hem de bazı arkadaşları mistik eğilimler taşıyorlardı ve Müslümanlar kısa
sürede kendi farklı mistik geleneklerini geliştirmişlerdi. Sekiz ve dokuzuncu
yüzyıllarda öteki mezheplerle birlikte zahit bir İslam içimi de gelişti.
Medine'deki ilk Müslümanların basit yaşamına dönme çabasıyla, peygamberin
sevdiği söylenen kaba ünlü elbiseler giyiyorlardı. Sonuçta sufi olarak
bilindiler. Fransız bilim adamı Louis Massignon'un dediği gibi: Mistik çağrı kural olarak bilincin
toplumsal adaletsizliklere karşı, yalnız başkalarının değil fakat özellikle ve
öncelikle insanın kendi hatalarına karşı, ne pahasına olursa olsun Tanrıyı
bulmak için içsel arınma ile yoğunlaştırılmış bir arzuyla, iç isyanının
sonucudur.
Ulema, İslam'ı, tek doğru din olarak başka
dinlerden katı biçimde ayırt etmeye başlıyordu, fakat sufiler genel olarak
Kuran'ın doğru yönlenmiş bütün dinlerin birliği görüşüne bağlı kalmışlardı.
Tanrı sevgisi sufizmin ayırt edici yanı
olmuştur. Sufiler Yakın Doğunun Hıristiyan zahitlerinden etkilenmiş olabilirler,
fakat Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'in etkisi başat kalmıştır.
Ebu Yezid Bistami'dir (öl. 874).
Bistami, Rabia gibi, Tanrıya sevgili olarak yaklaşır.
Böylece yok olma aşaması (fena) sufi
ülküsünün odağı oldu. Bistami Kelime-i şahadet'i, başka birçok Müslümanca
Kuran'da emredilen özgün İslam deneyimi olarak bilinmeyeydi, zındıklık olarak
anlaşılacak biçimde tamamıyla yeniden yorumlamıştı.
Bağdatlı El Cüneyd (öl. 910),
Bistami'nin aşırılığının tehlikeli olabileceğine inanıyordu. Fena, yok
olmanın ardından, beka (canlanış), nefsin zenginleştirilmesine bir dönüşün
gelmesi gerektiğini savundu. Tanrı ile birleşme bizim doğal yeteneklerimizi yok
etmemeli onları tam kullanmamızı sağlamalıydı. Bir sufi, kendi varlığının
yüreğindeki Tanrısal varlığı keşfetmek için engelleyici benliğinden
sıyrıldıktan sonra, daha yüce biçimde kendi gerçekliğini ve kendini denetleme
gücünü bulmalıydı. Daha insan olmalıydı. Yani, fena ve beka'yı
yaşadıklarında, sufiler, Yunanlı Hıristiyanları Tanrısallaşma dedikleri aşamaya
gelmiş olacaklardı. Ayrılma ve yabancılaşma deneyimi sufiler için Platoncu ve
Gnostik deneyim kadar önemliydi. Belki de bu, psikanalistler bunu ilahi olmayan
bir kaynağa atfetseler de, Freudcu ve Kleincilerin bugün sözünü ettiği
‘ayrılma’dan fazla farklı değildi. Tanrı ayrı, dışsal bir gerçeklik ve yargıç
değildi, ama herkesin varlığının temelindeki varlıktı. Birlik hakkındaki vurgu,
Kuran'daki tevhid ülküsüne bağlanır: Kendi dağılımı benliğini toparlayarak
mistik, kişisel bütünl eşmesinde tanrısal varlığın deneyimini yaşayacaktır.
Cüneyd'in ünlü öğrencisi,
Hallac-ı Mansur olarak tanınan Hüseyin bin Mansur uyarıları dinlemedi ve mistik
inancın şehidi oldu.
Irak'ta dolaşarak halifeliğin devrilmesini ve yeni bir düzen kurulmasını vaaz
eden Hallaç, yetkililerce hapsedildi ve kahramanı İsa gibi çarmıha gerildi.
Vecd halindeki Hallaç yüksek sesle "Ben Hakikatim!" [ene'l Hakk] diye
bağırmıştı. İncil'e göre İsa da, kendisinin Yol, Hakikat ve Yaşam olduğunu
söylediğinde, aynı iddiada bulunmuştu. Kur'an sürekli olarak Hıristiyanların
Tanrının İsa olarak dirilişi inançlarını kafirlik olarak mahkum etmişti,
dolayısıyla Müslümanlar Hallac'ın vecd halindeki bağırışından dehşete
kapılmışlardı. El-Hakk (Hakikat) Tanrının adlarından biriydi ve basit
bir ölümlünün bu adı kendisine alması kafirlikti. Hallaç kafirlikle
suçlandığında sözünü geri almayı reddetti ve bir aziz gibi öldü. Hallac'ın ene’l
Hakk! (Ben Hakikatim!) bağırışı mistiklerin Tanrısının nesnel bir gerçeklik
olmayıp, fazlasıyla öznel oluşunu gösterir. Kelime-i Şahadet'in belirttiği
gibi, Allah'tan başka gerçeklik yoktu, bütün insanlar özünde tanrısaldı.
Sufilere göre Hıristiyanların yanlışı, tanrısalın bütün yaradılışının tek
insanda toplandığını sanmalarıydı. Hallac'ın öyküsü mistiklerle kurulu düzen
arasındaki Tanrı ve vahiyleri konusundaki kavramlarda bulunan derin uyuşmazlığı
gösterir. Mistik için vahiy kendi ruhunda olan bir olayken, ulema gibi daha
gelenekçi insanlar için bu tamamıyla geçmişte kalan bir olaydı. Gazali sufizmi
kurulu düzene kabul ettirmiş ve onun Müslüman tinselliğinin üzgün biçimi
olduğunu göstermiştir. On ikinci yüzyılda iranlı filozof Yahya Suhreverdi ve
ispanya' da doğan Muhiddin Arabi İslam Felsefesi ile mistisizmi ayrılmaz
biçimde birbirleriyle ilişkilendirdiler ve sufilerce bilinen Tanrıyı İslam
imparatorluğunun çoğu yerin de normatif hale getirdiler. Fakat Suhreverdi de,
Hallaç gibi, tam olarak bilinmeyen nedenlerle, ulema tarafından 1191 'de Hal
ep'te öldürtüldü.
Mezhep çekişmelerinin yaşandığı dogmatik
dinlerin tersine,' mistisizm genel likle Tanrıya giden yolun insan sayısı kadar
çok olabileceğini savunur. Sufizm özellikle başkalarının inancı konusunda
dikkate değer bir saygı içindedir.
Arapça’da ışrak doğudan yükselen,
şafağın ilk ışıkları kadar aydınlanmaya da verilen addır. Doğu, dolayısıyla,
coğrafi bir yön değil, ışık ve enerjinin kaynağıdır.
Hakikat nerede bulunursa orada
aranmalıydı. Ona kalırsa sahici bilge felsefe ve mistisizmin ikisinin de
ilerisindeydi. Dünyada daima böyle bilgeler olmuştu. Şii imamlığına bu kadar
yakın bir kuramla, Suhreverdi, bu ruhsal önderin, bilinmezlikte ile olsa var
olmaması durumunda dünyanın varlığının devam edemeyeceği gerçek bir kub'a inanıyordu. Suhreverdi'nin
işraki mistisizmi İran'da halen yaşamaktadır.
Adından anlaşıldığı gibi işraki
felsefesinin çekirdeğini, Tanrının mükemmel eşanlamlısı olarak görülen ışık
simgesi oluşturuyordu. En azından on ikinci yüzyılda ışık dünyadaki yaşamın en
somut ve tanımlanamaz fakat en açık olgusuydu: tamamıyla kendine dayanan,
hiçbir tanım gerektirmeyen, fakat herkes tarafından algılanan yaşamı olanaklı
kılan öğe oydu.
Tanrıya giden yol, dolayısıyla,
feylezofların düşündüğü, gibi yalnızca akla bağlı değildir, mistiklerin diyarı
olan yaratıcı imgeleme de bağlıdır.
Bugün Batıdaki birçok insan, önde
gelen bir teolog Tanrının büyük oranda imgelemin ürünü olduğunu söylese hayal
kırıklığına uğrar. Ama bu imgelemin başlıca dinsel yetenek-olduğu da açıktır.
Jean Paul Sartre bunu, ne olmadığını düşünme yeteneği olarak tanımlamıştır,
insan bulunmayan veya henüz mevcut olmayan, ama yalnızca olası olanı öngörme
yeteneğine sahip olan tek hayvandır. Dolayısıyla imgelem sanat ve dinde olduğu
kadar bilim ve teknolojide de bizim ana kazanımlarımızın nedeni olmuştur. Tanrı
düşüncesi, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, belki de görünmeyen gerçekliğin
birincil örneğidir; bütün içsel sorunlarına karşın, binlerce yıldır insanlığa
esin vermeye devam etmektedir. Duygu ve mantıklı kanıtlarla algılanamaz kalan
Tanrıyı kavramamızın tek yolu, imgelemci zihnin ana işlevinin yorumlanmaları
olan simgelerin aracılığıyladır. Simge, bizim duyularımızla algıladığımız veya
zihnimizle yakaladığımız, fakat onda kendinden fazlasını gördüğümüz bir nesne
veya kavram olarak tanımlanabilir.
Suhreverdi’den daha da fazla etkili olan
ve yaşamı, belki de, Doğu ile Batının ayrılık noktası diye görülebilecek olan
kişi Muhiddin Arabi'dir (1165-1240). Malatya'ya yerleşti. Genellikle Şeyhü'l Ekber olarak tanındı
ve Müslümanların Tanrı kavramını fazlasıyla etkiledi.
Bu tecelli, eğer felsefenin akılcı
tartışmalarıyla sınırlı kalırsak bizim Tanrıyı sevmemize olanak olmadığını
anlamasına yaradı. Felsefe Allah'ın aşkınlığını vurguluyor ve bize hiçbir şeyin
O'na benzemediğini anımsatıyordu. Böyle yabancı bir Varlığı nasıl sevebilirdik?
Onu, Tanrının dünyasına işaret eden bir
simge, avatar olarak görmesi gerekir.
Muhiddin Arabi de imgelemin Tanrı
tarafından verilen bir yetenek olduğuna emindi.
Muhiddin Arabi Sünni olmasına karşın,
öğretileri İsmaililiğe çok yakındı ve sonuçta onların teolojisi ile eklemlendi
- mistik dinin mezhep ayrılıklarını aşabildiğinin bir-başka örneği.
Ancak kendi Tanrımızı bilebiliriz, çünkü
O'nun nesnel deneyimine sahip olamayız; O'nu başka insanlarla aynı biçimde
bilmemiz olanaksızdır. Muhiddin Arabi'nin dediği gibi: "Herkes kendi Tanrısı olarak
kendi özel Rab'bine sahiptir; herhalde hepsine sahip olamaz". Şu
hadisi alıntılamaktan hoşlanır: "Tanrının kutsadıkları üstüne düşünün
ama özü (Zat) üstüne düşünmeyin".
Herkes Tanrının tekil deneyimine sahip
olduğuna göre, hiçbir dinin tek başına bütün tanrısal gizemi ifade edemeyeceği
ortaya çıkıyordu. Tanrı hakkında herkesin onaylaması gereken nesnel bir hakikat
yoktu; bu Tanrı kişilik kategorisinden aşkın olduğuna göre, O'nun davranışları
ve eğilimleri hakkında öngörüler olanaksızdı. Başka insanlar aleyhine ,bir
kimsenin inancında şovenist olması, açıkça kabul edilir bir iş değildi, çünkü
hiçbir din Tanrı hakkında; bütün hakikati içeremezdi. Muhiddin Arabi, Kur'an'da
da bulunabilen, başka dinlere karşı olumlu bir yaklaşım geliştirdi ve bunu yeni
bir uç hoşgörüye vardırdı:
Benim yüreğim her biçime girebilir.
Keşişler için bir manastır, putlar için mabet,
Gazeller için çayır, kendini adamışlar için Kabe Tevrat ve Kur'an için
rahle.
Benim inancım sevgidir: nereye çevirse Delilerini, gene de tek doğru inanç
benimkidir.
Muhiddin Arabi şunu öğütler:
Kendini
hiçbir özel itikada aşırı bağlama yoksa başkalarına inanmazsın; böyle yaparsan
birçok iyiliği kaçırır ve maddenin doğru gerçekliğini tanımayı başaramazsın.
Her yerde hazır ve nazır olan Tanrı, hiçbir inançla sınırlı değildir çünkü O,
'Nereye dönersen Allah'ın yüzünü görürsün' (Kur'an 2:109) demektedir. Herkes
inandığını över; onun Tanrısı onun kendi yaratığıdır ve onu överken kendini
över. Sonuçta başkalarının inancını suçlar, oysa adil olsa bunu yapmazdı ama
onun sevgisizliği cahilliğinden gelir.
Ama mistik (arif) bu bizim
Tanrımızın, sadece bir 'melek' veya tanrısalın özel bir simgesi olduğunu On iki
ve on üçüncü yüzyıllarda sufizm azınlık hareketi olmaktan çıkmış ve İslam
imparatorluğunun bir çok bölgesinde başat İslamcı anlayış haline gelmiştir.
Sufi şeyhin halk üstünde geniş etkisi vardır ve genellikle Şii imamlara benzer
biçimde bir aziz gibi saygı görür. Bu dönem siyasal ayaklanmaların da
zamanıdır: Bağdat halifeliği dağılmakta, Moğol akınlarıyla birbiri ardından
Müslüman şehirlerini yağmalanmaktadır. Halk, feylezofların uzak ve ulemanın
kuralcı Tanrısından ziyade, daha somut ve sevgi dolu bir Tanrı aramaktadır. Sufi
zikr ibadeti, vecde ulaşmak için mantra olarak Tanrısal Adların
tekrarlanması, tarikatların dışında da yayılmıştır. Özenle belirlenmiş nefes
alıp verme teknikleriyle sufi yoğunlaşma disiplinleri, insanların içlerindeki
aşkın varlığı hissetmelerine yardımcı olmaktadır. Daha yüksek mistik aşamalara
herkesin yeteneği yoktur, ama bu ruhsal uygulamalar, insanların basit insan
biçimli Tanrı kavramlarını terk etmelerine ve O'nu kendi nefslerinde bir varlık
olarak hissetmelerine katkıda bulunmuştur. Bazı tarikatlar yoğunlaşmayı
artırmak için müzik ve dansı da kullanmışlar ve onların pirleri halkın
kahramanı olmuştur.
Bu sufi tarikatlar içinde en ünlüsü, Batıda
'dönen dervişler' olarak bilinen Mevleviliktir. Mevlana'nın düşünceleri çağdaşı
Muhiddin Arabi ile benzerlik gösterir, ama onun sufilerin kutsal kitabı olarak
tanınan şiiri Mesnevi halk arasında daha fazla ilgi görmüş ve mistiklerin
Tanrısının sufi olmayan sıradan insanlar arasında da yayılmasına yardımcı
olmuştur. 1244'de Mevlana Şemseddin (Şems-i Tebrizi) adlı gezgin bir
dervişin etkisi altına girmiş ve onu kuşağının Kamil insanı alarak bilmiştir. Kuşkulu
bir ünü vardı ve kendisinin bu tür önemsiz şeylerin üstünde olduğunu düşünerek
şeriata uymamakla tanınıyordu.
Mesnevi Müslümanı insan yaşamındaki aşkın
boyutu bulmaya ve görüntüler arasından içerdeki saklı gerçekliği görmeye
çağırıyordu. Mevlana da Tanrının ancak öznel deneyim olduğunda ısrarlıydı.
Başlangıçta bu mistikler ancak küçük bir
azınlık oluşturuyordu. Onlarınki ustadan öğrenciye aktarılan esoterik bir
disiplindi: Buna Kabbala veya devralınmış gelenek adını verdiler. Sonunda,
Kabbala Tanrısı Yahudilerin çoğunluğuna çekici geldi ve filozofların Tanrısının
hiçbir zaman elde edemediği biçimde Yahudi imgelemini biçimlendirdi. Felsefe
Tanrıyı uzak bir soyutluğa dönüştürme tehdidi taşıyordu, oysa mistiklerin
Tanrısı akıldan daha derinlerde yatan korku ve endişelere dokunabiliyordu.
Sufiler gibi Kabbalacılar da Tanrının özü
ile vahiy ve yaradılışta kendisini gösteren Tanrı arasında Gnostik ve Yeni
Platoncu ayırımı kullandılar. Tanrının kendisi öz olarak bilinemezdir,
kavranılamazdır ve kişilik sahibi değildir. Saklı Tanrıya En Sof ('sonu
olmayan' demeye gelir) adını verdiler. YHWH'nin tersine, En Sofun belgelenmiş
bir adı yoktur; 'O' bir kişilik değildir. Gerçekten de bu Tanrıdan 'O' diye söz
etmek daha doğrudur. Bu, Kitabı Mukaddes ve Talmud'un fazlasıyla kişilik sahibi
Tanrısından köktenci bir kopuştur. Suflier gibi, onlar da saklı Tanrının
kendisini insanlığa bildirdiği bir süreç tasarladılar.
Sefirot bazen, kökleri En Sofun kavranılamaz
derinliklerine uzanan, tepesinde Sekina bulunan, baş aşağı büyüyen bir ağaç
olarak gösteriler.
Kabbalacılar Felsefeye karşı düşmanca
tavır içinde değillerdir, birçoğu Saadya Gaon ve Maimonides gibi kişilere saygı
duyarlar, fakat Tanrının gizemine ulaşmak için imgecilik ve mitolojik
metafizikten daha tatmin edici bulmuşlardır.
Tanrısallığın, insan zihninin kavrayabileceği
en yüce biçimi yoklukla eşitlenmiştir, çünkü var olan başka hiçbir şeyle
benzerliği yoktur.
Etik tektanrıcılığın sorunlarından biri
kötülüğü yalıtmasıdır. Tanrımızda kötülük bulunduğu düşüncesini kabul
edemediğimiz için, ona kendi içimizde tahammül edememek tehlikesi vardır. O
zaman uzağa itilip, canavar ve insanlık dışı yapılabilir. Batı
Hıristiyanlığındaki şeytanın korkutucu imgesi böyle çarpıtılmış bir
yansıtmadır. İspanya Yahudiliğini on beşinci yüzyılda yıkım ve trajedi
sardığında, acılarına anlam vermekte onlara yardımcı olan Kabbalacı Tanrı
olmuştur.
Abulafia Tanrıyı bulmak için ruhu çözmeyi,
"onu
bağlayan düğümleri açmayı" zorunlu görür. "Düğümleri çözme" kalıbı
Tibet Budacılığında da vardır; mistiklerin dünya çapında kökten uyuşum içinde
olduğunun bir başka göstergesi. Tanımlanan süreç belki de hastanın zihni
sağlığını bozan karmaşanın çözülmesi yolundaki psiko analitik çabalarla
karşılaştırabilir. Yogacı disiplinler aracılığıyla Abulafia öğrencilerine
bütünüyle yeni bir dünyayı algılamaları için olağan bilincin ötesine
geçmelerini öğretiyordu.
Psiko analitik hastanın terapistin
kılavuzluğuna gereksinimi olmasına benzer biçimde, Abulafia da zihne mistik
yolculuğun bir Kabbala ustasının gözetiminde yapılmasında ısrar eder.
Yahudi mistikler Tanrıyla birlik
iddiasında bulunmakta daima isteksiz olmuşlardır. Abulafia ve öğrencileri
ancak, tinsel yönlendirici ile birliğin veya kişisel özgürleşmenin Kabbalacıyı
Tanrıyla dolaysız temasa getirdiğini söyleyebilirler.
Eckhart Usta, Tauler ve Suso'yu derinden
etkilemişti; kendisi de Areopagites Dionysos'dan ve Maimonides'den
etkilenmişti. Dominiken keşiş olan Eckhart parlak bir entelektüeldi ve Paris
Üniversitesi'nde Aristoteles felsefesi okutuyordu. 1325'de mistik öğretileri
nedeniyle, Köln piskoposu ile arası açıldı ve piskopos onu sapkınlıkla suçladı.
Tanrının iyiliği inkâr ettiği, Tanrının kendisinin ruhta doğduğunu iddia ettiği
ve dünyanın ezeli olduğunu vaaz ettiği için suçlanıyordu. Tanrıya inanmanın
akılcı olduğuna inanırken, aklın tek başına tanrısallık kav ramını
biçimlendirmekte yeterli olacağını reddetmekteydi: "Bilinen bir şeyin
kanıtlanması ya duyular ya da akılla yapılır", diyordu, "ama
Tanrı bilgisine gelindiğinde, ne duyusal algıların gösterilmesi olanaklıdır,
çünkü O kişilik sahibi değildir, ne de akıl yürütülebilir çünkü O'nun bizce
bilinen bir biçimi yoktur."
Tanrı, Eckhart'ın iddiasına göre Yokluktu.
Mevlana da Hz. İsa’nın Bakire Meryem'den doğuşunu, ruhun mistiğin kalbinde
doğuşunun simgesi olarak görmüştü.
Tanrı ancak mistik deneyimle bilinebilirdi.
O'nun hakkında, Maimonides'in önerdiği gibi olumsuz terimlerle konuşmak daha
doğruydu. Eckhart "insanın son ve en yüce ayrılığı, Tanrı aşkına,
Tanrıdan ayrılmasıdır" derken bunu anlatıyordu. Bu acılı bir işlem
olabilir. Tanrı Yokluk olduğu için, biz de onunla birlik olmak için yokluk
olmaya hazır olmalıyız. Sufilerin tanımladığı fena sürecine benzer biçimde
Eckhart da 'kopmak' veya daha çok ‘ayrılmak’tan söz eder. Bir Müslümanın
Tanrıdan başkasına saygı gösterilmesini kendisi için putperestlik (şirk)
sayması gibi, Eckhart da mistiğin tanrısal hakkında sınırlı düşüncelerin kölesi
olmasını reddediyordu.
On beş ve on altıcı yüzyıllar Tanrının
bütün kulları için çok belirleyiciydi. On altıncı yüzyılın sonuna gelindiğinde
Batı bütünüyle farklı bir kültür yaratmak üzereydi. Dinin, yeni cesur dünyanın
gereksinimlerine karşılık vermeyen ortaçağ yorumu özellikle laikleri tatmin
etmiyordu. Büyük reformcular Tanrı ve kurtuluş düşüncesine ilişkin bu huzursuz
ve yeni keşfedilen yolların sesi oldular. Bu gelişim Avrupa'yı, çatışan ve biri
birlerine ilişkin nefret ve kuşkularını hiçbir zaman tamamıyla yitirmeyen iki
kampa böldü: Katolikler ve Protestanlar.
Bu yüzyıllar Yunanlılar, Yahudiler ve
Müslümanlar içinde bunalım dönemiydi. 1453'te Osmanlı Türkleri Hıristiyan
başkent Konstantinopolis'i fethettiler ve Bizans imparatorluğu'nu yıktılar.
Ocak 1492'de Christopher Columbus'un Amerika'yı keşfettiği yılda, Ferdinand ve
İsabella ispanya'da, Avrupa'daki son Müslüman kalesi Granada'yı fethetti: daha
sonra Müslümanlar 800 yıldır evleri olan iber yarımadasından sürüldüler.
Müslüman ispanya'nın yok edilmesi Yahudiler için de ölümcül bir durumdu. Mart
1492'de, Granada'nın fethinden birkaç hafta sonra, ispanya'nın Hıristiyan
monarkları Yahudilere vaftiz veya çıkarılma arasında seçim yapmalarım
bildirmişlerdir, ispanya Yahudilerinin çoğu yurtlarına bağlılıkları nedeniyle
Hıristiyan oldu, bazıları da dinlerini gizlice sürdürdü. İslam'dan dönen
Moriskolar gibi bu Yahudiler de daha sonra sapkınlık kuşkusu ile Engizisyonca
izlendiler. 150.000 kadar Yahudi vaftiz olmayı reddetti ve ispanya'dan zorla
çıkarıldılar; Türkiye, Balkanlar ve Kuzey Afrika'ya iltica ettiler.
Bu dönem, dünyanın başka yerlerinde
Müslümanlar içinde karışıklık yıllarıydı. Moğol işgalini izleyen yüzyıllarda,
belki de kaçınılmaz olarak insanlar yitirdiklerini korumaya çalıştıklarından,
yeni bir tutuculuk başladı. On beşinci yüzyılda Sünni ulema "içtihat
kapısının kapandığını" açıkladı. Bundan sonra Müslümanlar, özellikle
Şeriat çalışmalarında geçmişin büyük ustalarını 'taklit' edeceklerdi.
Tutuculuk eğilimi, şeriat bayraktarları
Şamlı Ahmed ibni Teymiye
(öl. 1327) ve
öğrencisi ibn Kayyim el-Cevziya ile on dördüncü yüzyılda su yüzüne çıktı.
şeriat heyecanı ile ibni Teymiye Kelam, Felsefe ve Eşariliğe saldırdı. Bütün
reformcular gibi, kaynaklara şeriatın dayandığı Kur'an ve Hadise dönmek ve
öteki bütün eklemeleri atmak istiyordu.
Öğrencisi el-Cevziya kutsal metinlerin
harfi harfine değerlendirilmesinin savunmasını yaparak bu listeye Sufizmi destekledi
ve Sufi ermiş kültünü daha sonraki Avrupalı Protestan Reformculara benzer bir
ruhla mahkum etti. Batılı bilim adamları on beş ve on altıncı yüzyılların
Müslümanlarına İtalyan Rönesansını izleyemedikleri için çoğunlukla kusur
bulmuşlardır.
İslam gerçekte bu dönemin en büyük dünya
gücü olmayı-sürdürmüştür ve Batı onun şimdi Avrupa'nın tam eşiğinde olduğunun
çok iyi farkındadır. On beş ve on altıncı yüzyıllarda üç yeni Müslüman
imparatorluğu kurulmuştur: Küçük Asya ve Doğu Avrupa'da Osmanlı Türkleri, İran'da
Safeviler-ve Hindistan'da Moğollar. Bu yeni oluşumlar İslam ruhunun hiçbir
biçimde can çekişmekte olmadığını, ama Müslümanlara hala felaket ve dağılma
sonrasında yeni başarılar esini verme gücünü koruduğunu gösterir. İran ve Orta
Asya'daki Safevi rönesansı İtalyan Rönesansıyla ilginç biçimde benzeşmektedir:
ikisi de kendilerini öncelikle resimde ifade etmişler ve yaratıcı biçimde
kültürlerinin pagan köklerine döndüklerini hissetmişlerdir.
Yeni bir tür On iki imam Şiiliği İran'da
Safevi yönetiminde devlet dini olmuştur ve bu durum Şiiler ile Sünniler
arasında daha önce görülmemiş düşmanlığın başlangıcı olmuştur: O zamana kadar
Şiiler daha entelektüeldi veya mistik Sünnilerle çok fazla şeyi
paylaşıyorlardı. Safevi hanedanının kurucusu Şah İsmail 1503'de Azerbaycan’da
iktidara geçmiş ve iktidarını Batı İran ve Irak'a yaymıştır. Sünniliği sürüp
çıkarmaya kararlıdır ve Şiileri daha önce pek kalkışılmamış bir insafsızlıkla
amaçları için zorlamıştır. Kendisini kuşağının imamı olarak görmüştür. Bu
hareket Avrupa'daki Protestan Reformasyon ile benzerlikler gösterir: ikisi de
karşı çıkma geleneğinde köklerini bulur, ikisi de aristokrasiye karşıdır ve
hanedan hükümetleri ile birlik oluşturmuştur. Reformcu Şiiler kendi
topraklarında sufi tarikatları Protestanların manastırları kapatmasına benzer
biçimde yasakladılar. Osmanlı imparatorluğu'nun Sünnileri arasında benzer bir
düşmanlık uyandırmaları ve onların da kendi topraklarında Şiilere baskı
yapmaları şaşırtıcı değildir. Sünni ulema tersine 'içtihat kapısının kapanması'nı
reddetmiş, Şahlardan bağımsız olarak İslam'ı yorumlama hakkında ısrar etmiştir.
İran Şiileri, Suhreverdi'nin mistik
geleneğini izleyen kendi felsefesini da geliştirmişlerdir. Bu İran okulunun en
güçlü üyesi Molla Sadra olarak
tanınan Sadreddin Şirazi'dir
(1571 -1640). Bugün de birçok Müslüman onu İslam düşünürlerinin en engini
olarak görür ve onun eserlerinin, İslam felsefesine özelliğini veren metafizik
ve tinselliğin kaynaşmasını özetlediğini iddia eder.
Molla Sadra da, Suhreverdi gibi, bilginin
yalnızca öğreni edinme süreci olmadığına, fakat dönüşüm süreci olduğuna
inanmaktaydı. İran Şiiliği, mistisizmi, saf bilim ve metafizik yerine Tanrıya
giden en geçerli yol olarak görmeyi sürdürüyordu. Molla Sadra panteist değildi.
Yalnızca, Tanrıyı var olan her şeyin kaynağı olarak görmekteydi.
Tanrı ile birlik öteki dünyaya kalmış bir
konu değildi. Molla Sadra da bunun bu dünyada bilgi ile elde edilebileceğine
inanıyordu.
Çok saygı duyduğu Muhiddin Arabi gibi
Molla Sadra da Tanrının oturduğu, dışsal, nesnel, bütün inananların ölümden
sonra dirileceği başka bir göksel dünya öngörmez. Cennet ve tanrısal küre
insanın içinde keşfedilmelidir, kişisel alem-i misal'de: bu her insanın
ayrılmaz mülküdür, iki kişinin bile tamamıyla aynı cenneti ve aynı Tanrısı
yoktur.
Moğol Hindistan'ında İslam kültürel olarak
egemen olmuşsa da Hindu dini canlılık ve yaratıcılığını sürdürmüştür. Bazı
Müslüman ve Hindular inançlar arası topluluklar oluşturmuştur; bunlardan en
önemlisi Gürü Namak tarafından on beşinci yüzyılda kurulmuş olan Sihlik'tir. Bu
yeni biçimli tektanrıcılık Allah'ın Hindu dininin Tanrısı ile özdeş olduğuna
inanmaktadır.
Üçüncü Hint Moğol imparatoru, 1560-1605
yılları arasında hüküm sürmüş olan Ekber'in hoşgörü ve işbirliği ruhu ve bütün
inançlara gösterdiği saygı çok çarpıcıdır. Hindulara gösterdiği duyarlılıkla
vejetaryen olmuş, çok sevdiği avcılığı bırakmış ve doğum gününde veya kutsal
Hindu mekânlarında kurban kesilmesini yasaklamıştır. 1575'te bütün dinlerden
bilim adamlarının buluşup Tanrı üstüne tartışabilecekleri bir 'ibadethane'
kurmuştur. Ekber, kendisini doğru yönlendirilmiş bütün dinlere gösterecek bir
Tanrıya olan köktenci inancı ilan eden 'Tanrısal tektanrıcılığa' (tevhid-i
ilahi) dayanan bit Sufi tarikat kurmuştur.
Özgün anlamıyla Tanrıya 'teslim' olmak
olan İslam'a her inançla varılabilir: Onun 'Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem'in dini' dediği, Tanrı tekelini elinde tutmaz. imparator Evrengzib
(1618-1707) birliğin Müslüman kampta daha büyük disiplin sağlanmasıyla
korunacağına inanmıştır: Şarap içmek gibi çeşitli gevşekliklere son veren bir
karar kabul etmiş, Hindularla işbirliğine olanak tanımamış, Hindu bayramlarının
sayısını azaltmış ve Hindu tüccarların vergilerini iki katına çıkarmıştır. Onun
cemaatçi anlayışının en özellikli ifadesi Hindu tapınaklarının yaygın olarak
yıkılmasında görülür. Ekber'in hoşgörü yaklaşımını tamamıyla tersine çeviren bu
siyasa Evrengzib'in ölümünden sonra terkedilmiştir, fakat Moğol imparatorluğu
onun Tanrı adına kapısını açtığı ve kutsallaştırdığı yıkıcı bağnazlıktan bir
daha kurtulamamıştır.
Ekber'in yaşarkenki en ateşli
muhaliflerinden biri önemli bir bilim adamı olan Şeyh Ahmed Sirhindi'ydi
(1563-1625). Molla Sadra, gördüğümüz gibi, bu Varlığın Tekliği (vahdet
el-vücud) anlayışını savunuyordu. Sirhindi ise, bu anlayışı öznel bularak
reddetmişti. Sirhindi, Muhiddin Arabi gibi, bilincin daha yüce ve daha uyanık
aşamalarına kendisinin de mistiklerin vecd durumunu yaşayarak geçtiğini iddia
etmektedir.
On beşinci yüzyılda bütün Avrupa'da
anti-semitizm güçlendi ve Yahudiler peş peşe şehirlerden sürüldüler.
Yeni Kabbalacı görüş olasılıkla Sefardim
Yahudilerin çoğunluğunun yerleşmiş olduğu Osmanlı imparatorluğunun Balkan
eyaletlerinde geliştirilmiştir. O zamana kadar Kabbala ancak seçkinlere hitap
etmiştir, ama felaketten sonra bütün dünya Yahudileri daha mistik bir ruhsal
yaşama dönmüşlerdir.
Bu, nerdeyse bütün Yahudiler için kabul
edilen son Yahudi hareketi olmuştur ve dünya Yahudiliğinin dinsel bilincinde
büyük değişiklikler yaratmıştır.
"Var olan her şeyin diyordu, "özü sefirot da mevcuttur ve
O Kendisi her şeydir ve O'nun dışında hiçbir şey yoktur." Muhiddin Arabi
ve Molla Sadra tektantıcılığına çok yaklaşmıştı.
Luria yüzyıllardır tektanrıcıları meşgul
eden sorunu ele alıyordu:
Mükemmel ve ezeli Tanrı, sonu olan ve kötülük dolu dünyayı nasıl
yaratmıştı?
Kötülük nerden geliyordu?
Dünyaya olanak sağlamak için, diye
düşünmüştü Luria, En Sof kendi içinde bir boşluk yaratmıştı. Bu 'büzülme' veya
'çekilme' (tsimtsum) eylemiyle Tanrı kendisinin bulunmadığı bir yer
yaratmıştı; aynı anda kendisinin tezahürüyle ve yaratılışla dolan bir boş alan.
On altıncı yüzyıl Kabbalacıları için, tsimtsum öncelikle sürgün
simgesiydi,
Tanrının çekilmesiyle doğan 'boş alan',
çevresini En Sorun sardığı bir daire olarak algılanıyordu.
1484'de Papa VIII. Innocentius Summa
Desiderantes kararını yayımlamış ve on altı ve on yedinci yüzyıllarda bütün
Avrupa'da zaman zaman çılgınlık nöbetlerine yol açan bunalımı başlatarak, hem
Katolikleri hem Protestanları aynı derecede etkilemişti. Bu karar Batı ruhunun
karanlık yönünü açığa vuruyordu. Bu iğrenç sorgulamalar sırasında binlerce
erkek ve kadına şaşırtıcı suçlarını itiraf edene kadar vahşice işkence yapıldı.
Bu hayal anti-semitizmle ve derin cinsel korkularla bağlantılıydı. Şeytan güçlü
ve iyi olması olanaksız Tanrının gölgesi olarak ortaya çıkmıştı. Batıda ise
Şeytan baş edilemez kötülük kişisi haline gelmiştir. Gitgide, sürekli
cinsel hazza hazır ve koca cinsel organlarla kocaman bir hayvan olarak
resmedilmeye başlamıştır. Cadı çılgınlığı bilinçaltında, fakat baskıcı din ve
amansız Tanrıya karşı zorunlu bir başkaldırıyı da temsil etmektedir.
Martin Luther (1483-1546)
büyücülüğe katı biçimde inanmaktaydı ve Hıristiyan dünyasını Şeytan'la savaş
içinde görüyordu. Ulusçuluğun yükselmesi ile Alman ve İsviçre şehirlerinin
güçlenmesi on altıncı yüzyılda laiklerin yeni bir dinsel anlayış ve teolojik
bilinç geliştirmelerine katkıda bulunmuştu. Ayrıca Avrupa'da gelişen bireycilik
anlayışı vardı ve bu anlayış daima geçerli dinsel tutumlarda köktenci bir
değişim içeriyordu, inançlarını dışsal, ortaklaşa biçimlerde ifade etmek
yerine, Avrupalılar dinlerinin içsel sonuçlarını daha fazla keşfetmeye
başlıyorlardı. Bütün bu etkenler Batıyı modernliğe taşıyan acılı ve genellikle
şiddetli değişime katkıda bulunmuştu.
“İnancın bilgiye, bilime ve
kesinliğe gereksinimi yoktur”
diye vaaz ediyordu ayinlerinden birinde: "O'nun hissedilmeyen, denenmeyen ve bilinmeyen iyiliğine serbestçe
ve neşeyle teslimiyet yeter".
Buda'nın dediği gibi, aydınlanmadan sonra
insan "pazar yerine dönebilmeli" ve bütün canlılara sevgi
gösterebilmelidir. Huzur, sükunet ve merhamet duyguları gerçek dinsel anlayışın
göstergeleridir. Luther ise kudurmuş bir anti-semitist, kadın düşmanıdır,
cinselliğe karşı korku ve nefret doludur ve asi bütün köylülerin öldürülmesi
gerektiğine inanmaktadır.
Luther, uzun vadeli bakıldığında, John
Calvin (1509-64) kadar önemli değildi. On altıncı yüzyılın sonuna gelindiğinde,
'Calvinizm' uluslararası bir din olarak meydana çıkmıştı ve iyi veya kötü yöne,
toplumu dönüştürüp insanlara istediklerini elde edebileceklerine inanma esini
vermişti. Luther'in görüşleri kendisi öldükten sonra temelde Almanya'yla
sınırlı kaldı, oysa Calvin'in görüşleri daha da geliştirildi. Öğrencileri
geliştirdikleri düşüncelerle ikinci bir Reformasyon dalgası yarattılar.
Kalvincilikten, Roma katolikliğinden daha kolay vazgeçilmektedir: "bir
kez Katolik olan hep Katolik kalır" sözünde olduğu gibi. Fakat
Calvinizm kendi etkisini yaratmaktadır: Terk edildiğinde laik biçimlerde ifade
edilebilmektedir. Artık Tanrıya inanmayan birçok Amerikalı Püriten çalışma
etiğine ve kendilerini bayrak ve ülküleri yan tanrısal 'seçilmiş ulus' görerek
Kalvinci seçim kavramına bağlanmaktadır. Calvin'in Hıristiyanlık anlayışı
özellikle Avrupa'nın yeni gelişen şehirlerinde baskıcı hiyerarşinin
prangalarını kırmak isteyen burjuvaziye çekici gelmiştir.
Yahudi ve Müslümanların kıyaslanabilecek
aşamalarında olduğu gibi, Batılı Hıristiyanlar artık aracılar istemiyorlar,
Tanrı önündeki ayrılmaz sorumluluklarının bilincine varmaya başlıyorlardı.
İngiliz Hümanist Thomas More aziz
tapımının 'putperestliği'ne karşı tartışmaların birçoğunda kişisel bir nefret
yakalıyordu. Bu durum heykel yıkıcılığın şiddetinde ortaya çıkıyordu. Birçok
Protestan ve Püriten Eski Ahir gravürlerinin mahkum edilmesini o kadar ciddiye
aldı ki azizlerin ve Bakire Meryem'in heykellerini yıkıp katedral ve
kiliselerde fresklerin üstüne alçı attı. Bu çılgın fanatiklik, onların, bu
huzursuz ve kıskanç Tanrıyı kızdırmaktan, dua edip aracılıklarını istedikleri
azizler kadar korktuklarını gösterir.
Katolik ve Protestanların Tanrı kavram ve
deneyimleri birbirlerininkine çok fazla benzemekte ama, artık birbirlerini
düşman olarak görmektedirler.
Püritenler gibi Cizvitler de Tanrıyı
dinamik bir kuvvet olarak: yaşıyorlardı ve bu kuvvet onları güven ve enerjiyle
dolduruyordu, Püritenler Yeni İngiltere'ye yerleşmek için Atlas Okyanusunu
aşmışken, Cizvit misyonerler dünyayı dolaştılar: Gene Püritenler gibi,
Cizvitler genellikle bilim adamlarıydı ve ilk bilimsel derneğin Londra Kraliyet
Derneği veya Accademia del Çimento değil Cizvit Derneği olduğu ileri
sürülmüştür.
Avrupa'daki bu yaygın korku ve umutsuzluğu
nasıl açıklayabiliriz? Bu dönem aşırı endişe zamanıydı: Bilim ve teknolojiye
dayalı yeni bir toplum yapısı ortaya çıkmaya başlamıştı ve kısa süre içinde
dünyayı fethedecekti. Batı Hıristiyanları Tanrıyı daima zorlayıcı bulmuşlardı
ve bu dinsel endişeleri hafifletmeyi amaçlayan Reformcularda anlatılan işleri
daha da kötüye vardırmışlardı. Batının milyonlarca insanı ezeli lanete mahkum
etmiş görünen Tanrısı, Tertullianus veya Augustinus'un daha karanlık dönemlerde
öngördüğü katı ilahtan daha da korkunç olmuştu.
Gerçekten de on altına yüzyıl sonuna
gelindiğinde Avrupa'da çoğu insan dinin ciddi biçimde inanılırlığını yitirmeye
başladığını hissediyordu. Katoliklerin Protestanlar ve Protestanların
Katolikler tarafından öldürülmesinden iğrenmeye başlamışlardı. Yüzlerce insan
bir biçimde kanıtlanması olanaksız görüşleri nedeniyle şehit edilmişti. Dinsel
yorum çeşitliliğinden çoğu insan felç olmuş ve huzursuzlanmıştı. inancın elde
edilmesinin her zamankinden zor olduğu hissedilmiş olmalı. Dolayısıyla Batılı
Tanrının tarihinde insanların, Tanrının eski düşmanı ve şeytanın bağlaşığı
'büyücüler kadar çok sayıda ‘ateist’ görmeye başlaması önemli bir dönüm noktası
olmalı. Tanrının varlığını tamamıyla inkâr etmek için kavramsal zorluklar o
zaman üstesinden gelinemeyecek kadar büyüktü. Doğum ve vaftizden ölüme ve
kilise bahçesine gömülmeye kadar din herkesin yaşamına egemendi. Günlük her
etkinliğin zamanlaması, inananları ibadete çağıran kilise çanları ile
yapılıyordu ve dinsel inanç ve kurumlarla iç içe geçmişti: meslek ve kamu
yaşamı üstünde egemendi. Lonca ve üniversiteler bile dinsel kurumlardı. Her
biri bilimsel doğrulamalara dayalı uyumlu nedenler toplamı söz konusu olana
kadar, kimse dinin biçimlendirdiği ve Avrupa'nın ahlaki, duygusal, estetik ve
siyasal yaşamına egemen olan Tanrının varlığını inkâr edemezdi. Avrupa'da on
sekizinci yüzyılın sonuna gelene kadar Tanrının varlığını inkâr edecek birkaç
kişinin çıkması söz konusu değildi.
Öyleyse insanların birbirlerini 'ateizmle
suçlamakla anlatmak istedikleri neydi? Fransız bilim adamı ve aynı zamanda katı
bir Fransisken olan Martin Mersenne (1588-1648) yalnız
Paris'te 50,000 ateist olduğunu, fakat bu 'ateistlerin' çoğunluğunun Tanrıya inandığını
ilan ediyordu. inançsız olduğunu ilan ettiği bir başkası İtalyan akılcı
Giordano Bruno'ydu (1558-1600). Bruno evrenin ruhu, kaynağı ve hedefi olan bir
tür stoacı Tanrıya inanıyordu. Mersenne bu iki kişiye de 'ateist' diyordu,
bunun nedeni onların Üstün Varlığın mevcudiyetini inkar etmeleri değil, onlarla
Tanrı konusunda uyuşmamasıydı. Aynı biçimde pagan Roma imparatorluğu Yahudi ve
Hıristiyanları ateist saymıştı, çünkü onların tanrısallık düşüncesi
kendilerinin tanrısallık düşüncesinden farklıydı. Gerçekten de, on dokuzuncu
yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında insanların 'anarşist' veya 'komünist'
diye nitelendirilmeleri gibi, düşmanlarınıza 'ateist' demeniz mümkündü.
Anglikan teolog Richard Hooker
(1554-1600) iki tür ateist olduğunu
iddia ediyordu: Tanrıya inanmayan küçük bir gaip ve Tanrı yokmuş gibi yaşayan
çok daha fazla sayıda insan. John Wİngfield (1634) "Riyakar ateisttir; başıboş
kötü adam açık ateisttir; korkusuz, cüretkar ve gururlu bozguncu ateisttir:
öğretim veya düzeltilmeyi kabul etmeyen ateisttir" diyordu.
Thomas Nashe (1567-1 601) hırslı, arzulu, obur, mağrur kişilerle fahişeleri
ateist ilan etmiştir.
'Ateist' sözcüğü hakarettir. Tanrının
mutlak egemenliğine inandıkları için, Luther ve Calvin, Aristoteles'in kendi
başına güçleri olan doğa anlayışını reddetmişlerdi. Doğanın, kurtuluşu yalnızca
Tanrıdan armağan olarak bekleyip kendisi için hiçbir şey yapamayan Hıristiyan
kadar edilgen olduğuna inanıyorlardı. Calvin, görülmez Tanrının kendisini
bilinir kıldığı doğal dünyanın üstüne araştırmalar yapılmasını açıkça
emretmişti. Bilimle kutsal metinler arasında hiçbir çelişki olamazdı. Tanrı
Kitabı Mukaddes'te kendisini bizim insani sınırlarımız içine uyarlamıştı;
yetenekli bir konuşmacının dinleyicilerinin düşünce ve yeteneklerine göre kendisini
ayarlaması gibi. Yaradılışın açıklanması, Calvin'e göre, karmaşık ve gizemli
süreçleri, herkesin Tanrıya inanması için sıradan insanın zihnine uydurmaya
çalışan bebek konuşması örneğiydi. Üstünde sözcük anlamıyla durulacak konu
değildi.
Roma Katolik Kilisesi her zaman bu kadar
açık fikirli olmamıştı. 1530'da PolonyalI astronom Niholaus Copernicus güneşin
evrenin merkezinde olduğunu iddia etti. Ölümünden kısa süre önce 1543'te
yayımlanan kitap, Kilisenin Yasak Kitaplar listesine alındı. 1613'te Piza’lı
matematikçi Galileo Galilei, icat ettiği teleskopun Copernicus'un sisteminin
doğruluğunu kanıtladığını iddia etti. Roma Katolik Kilisesi güneş merkezli
kuramı Yaratıcı Tanrı inancını tehlikeye düşürdüğü için mahkûm etmedi, nedeni
Kutsal Metinlerdeki Tanrı sözüyle çelişmesiydi.
Galileo'nun ve Copernicus'un bilimsel
buluşları İsmailileri, Sufileri, Kabbalacıları
rahatsız etmeyebilirdi, ama bu yeni sözcük anlamına bağlı Katolikler ve
Protestanlara sorun çıkardı. Dünyanın, güneşin çevresinde döndüğü kuramı Kitabı
Mukaddes'teki "Dünya da pekişmiştir, sarsılmaz", "Güneş doğar da
ve batar da ve doğduğu yere gider1', "Belli vakitler için ayı
yarattı, güneş de batacağı yeri bilir” satırlarıyla nasıl uzlaştırılacaktı?
On altıncı yüzyılın sona erişiyle, Batı,
bütünüyle farklı tip bir toplum ve yeni bir insanlık ülküsü doğuracak bir
teknoloji üretme sürecine girdi. Bu süreç, Tanrının rolü ve yapısının
algılanışını da kaçınılmaz olarak etkiledi. On sekizinci yüzyılın kapanmasıyla,
Avrupa dünya hakimi olmaya başladı ve onun başardıklarının doğası, dünyanın
geri kalanının onu yakalamasının olanaksız olduğu anlamına geliyordu.
Batılılaşma süreci ve onunla birlikte Tanrının bağımsızlığını savlayan laiklik
kültü başladı.
Modern teknik toplum ne içeriyordu?
Bütün eski uygarlıklar tarıma bağlıydı.
Adından da anlaşıldığı gibi, uygarlık, seçkinler sınıfının köylülerce üretilen
tarımsal artığın üzerinde yaşadığı ve yeni kültürler yaratmak için boş zaman ve
olanaklarının olduğu kentler oluşturmaktı. Bu tür tarıma dayalı bütün
uygarlıkların karınları yumuşaktı. Ürün, hasat, iklim ve toprak kayması gibi
değişkenlere bağlıydılar. Her imparatorluk genişleyip bağlantı ve
sorumluluklarının sayısı arttıkça, eninde sonunda sınırlı kaynaklarını aştı.
Gücünün doruğuna ulaştıktan sonra, kaçınılmaz olarak çöküş ve düşüşü başladı.
Ama, yeni Batı, tarıma dayanmıyordu. Modernleşme süreci Batıyı bir dizi köklü
değişikliğe zorladı: sanayileşmeyi ve bunun bir sonucu olarak tarımda dönüşümü,
entelektüel bir ’aydınlanma'yı, ayrıca siyasi ve toplumsal devrimleri başlattı.
Bu büyük değişiklikler doğal olarak insanların kendilerini algılayış
biçimlerini doğallıkla etkiledi ve geleneksel olarak 'Tanrı' adını verdikleri
nihai gerçekle ilişkilerini yeniden gözden geçirmelerini gerektirdi.
Uygarlık ve kültürel başarı artık küçücük
bir seçkinler sınıfına değil, fabrika işçilerine, kömür madencilerine,
matbaacılara ve tezgahtarlara dayanıyordu; ama yalnızca emekçiler olarak değil,
hiç olmadığı kadar genişleyen pazarda alıcılar olarak da. Verimlilikteki büyük
artış, sermaye birikimi ve açık pazarların yayılması, bilimdeki yeni
entelektüel ilerlemelerle birlikte toplumsal devrimi başlattı: Toprak sahibi
sınıfın gücü azaldı ve yerini burjuvazinin paralı adaleleri
Yerkürenin yeni bölümlerine girmiş
denizciler gibi, bir kaşifti aydın. Toplumu uğruna şimdiye dek bilinmeyen
diyarlara atılmaya cüret ediyordu, imgeleminde böyle bir çabası olan yenilikçi,
yeni alana giren ve süreç içinde, eski kutsal kabulleri deviren, kültürel bir
kahraman oldu. insanlar, daha iyi eğitimin ve düzeltilmiş yasaların insan
ruhuna ışığı getirebileceğine inanmaya başladılar. Hakikati bulmak için, miras
aldıkları geleneğe, bir kuruma ya da bir seçkine ya da Tanrıdan gelen bir
vahiye bile gereksinimleri olmadığını hissediyorlardı artık.
Ateistlik hala nefret duygusu
uyandırıyordu. Bununla birlikte birkaç kişi Tanrınn varlığına bile verili
gözüyle bakılamayacağını anlamaya başlamıştı. Bunun ayırdına varan ve
ateistliği ciddi olarak ele alan ilk insanlardan biri de Fransız fizikçi,
matematikçi ve teolog Blaise Pascal'dı
(1623-62)
herhalde. Tanrıya inanmanın yalnızca kişisel bir seçim konusu olabileceğini, bu
yeni cesur dünyada, dillendiren ilk kişi Pascal'dı. Bu konuda, ilk modern kişi
oydu.
Descartes ünlü özdeyişini buldu: Cogito, ergo sum; düşünüyorum,
öyleyse varım. Bir
'kusursuzluk' kavramımız olmamışsa, 'kusur' düşüncesine de ulaşamayız. Anselmus
gibi, Descartes da, var olmayan bir kusursuzluğun çelişme olacağı kararına
vardı. Bu nedenle kuşku duymamız, bize yüce ve kusursuz bir varlığın -Tanrının-
varolması gerektiğini söyler.
Din, en başından beri, insanların dünyayla
ilişki kurmalarına ve dünyada kök salmalarına yardımcı oldu. Kutsal yer kültü
dünyadaki bütün öteki düşüncelerin önünde geldi ve korkunç evrende insanların
bir odak bulmalarına yardım etti. Doğal güçleri tanrılaştırma, her zaman
insanın dünyaya verdiği yanıtın bir parçası olmuş korku ve hayranlığı
tanımladı. Descartes'in, hayranlık duymaya hiç zamanı olmadı. Gizem duygusundan
ne pahasına olursa olsun uzak durulmalıydı; çünkü bu, uygar insanın zamanla
bıraktığı, zihnin ilkel bir durumunu gösteriyordu. Descartes'in Tanrısı,
dünyevi olaylara karışmayan filozofların Tanrısıydı.
Tanrıyı kendi mekanik sistemine
indirgemiş olan İngiliz fizikçi Isaac Newton (1642-1727) da, Hıristiyanlığı
gizemden kurtarma konusunda aynı derecede endişeliydi. Sırasıyla
kendinin, Tanrının ve doğal dünyanın varlığını kanıtlamış Descartes'in tersine,
Newton fiziksel evreni açıklama girişimiyle, sistemin gerekli bir parçası
olarak Tanrıyla başladı. Newton'un fiziğinde doğa tamamıyla edilgendi: Tanrı
eylemin tek kaynağıydı. Böylece, Aristoteles'te olduğu gibi, Tanrı, doğal,
fiziksel düzenin bir devamıydı yalnızca.
Pascal ve Descartes'in tersine, Newton
evren üstüne düşündüğü zaman Tanrının varlığının kanıtını bulduğundan emindi.
Göksel cisimlerin içinde bulunan yerçekimi niye onları bir araya çekip kocaman
tek bir kütlesel cisim meydana getirmiyordu? Çünkü bunu önlemek için araları
yeterli uzaklıkta olmak üzere sonsuz uzayın her yerine dikkatli bir biçimde
dağıtılmışlardı.
Bugün insanlar Tanrının varlığını
yadsıdıkları zaman çoğunlukla reddettikleri Newton'un Tanrısıdır; bilim
adamlarının artık uyum içinde açıklayamadıkları evrenin kökeni ve ayakta
tutucusu olan Tanrı.
Tanrı sonsuz olduğuna göre, her yerde var
olmalıdır. Uzay Tanrının varlığının sonucudur, ezeli olarak kutsal kudretten
çıkar.
Descartes gibi, cahillik ve boş inanla bir
tuttuğu gizeme hiç zaman ayırmadı Newton. Hıristiyanlığı metafizikten
temizlemeyi çok istiyordu; bu onu Hz. İsa’nın tanrısallığı gibi çok önemli
öğretilerle karşı karşıya getirse de. 1670'lerde Teslis öğretisi üstüne çok
ciddi teolojik bir incelemeye başladı ve putperest dönmeler için aldatıcı
sözleriyle Athanasius tarafından Kiliseye sokulduğu sonucuna vardı. Arius
haklıydı: İsa Mesih, kesinlikle Tanrı değildi; Teslis ve Diriliş öğretilerine
'kanıt' olarak gösterilen Yeni Ahit'in bu bölümleri düzmeceydi. Athanasius ve
meslektaşları bunları uydurmuşlar ve kutsal metinlere, böylece tabana seslenerek,
halk kütlesinin ilkel fantezilerini eklemişlerdi: "insanoğlunun boş
inanlara düşkün ateşli yönü, din konularında her zaman gizemleri sevmek ve o yüzden en az anladığından en çok hoşlanmak
olmuştur.” Hıristiyan inancından bu ıvır zıvırı çıkarmak Newton için bir
tür sabit fikir haline gelmişti. 1680'nin başlarında, Newton Putperest
Teolojinin Felsefi Kökenleri adını verdiği bir inceleme üstüne çalışmaya
başladı. Bu inceleme, metafizikten kurtulmuş ve tek Tanrıya tapınmanın akılcı
savunuculuğunu yapmış Nuh'un ilk dinin temelini, Putperest bir teolojinin
oluşturduğunu öne sürüyordu. Emirler yalnızca Tanrı sevgisi ve komşu
sevgisiydi, insanlara Doğayı, yüce Tanrının tek tapınağını düşünmeleri
emredilmişti. Sonraki kuşaklar bu saf dini mucize ve keramet masallarıyla
kirletti. Kimileri putperestlik ve doğaüstüne döndü. Gene de Tanrı onları yola
getirmek için bir dizi peygamber yolladı. Pythagoras bu dini öğrendi ve onu
Batıya getirdi, insanlığı doğruya dönmeye davet için gönderilen peygamberlerden
biri Hz. İsa’ydı, ancak Athanasius ve işbirlikçilerince onun saf dini
kirletildi.
Newton, dinsel yaşamda gizemin rolünü
açıkça anlamıyordu. Din, sanat gibi, bugünün görünümüne ilişkin bir bakış açısı
kazanmak için geçmişle bir diyalogdan oluşur çoğu kez. insanlara yaşamın nihai
anlamı üstüne kalıcı sorularla uğraşma olanağını veren, onlara sıçrama noktası
sağlayan gelenektir. Din ve sanat, bu nedenle, bilim gibi işlemez. Tindal,
Newton gibi, başlangıçtaki dini yeniden canlandırmayı ve sonraki eklemelerden
temizlemeyi denedi. Akılcılık tüm sahici dinin denektaşıydı: "Her birimizin yüreğinde,
yaratılış anından beri bir akıl ve doğa dini vardır; bütün insanlık kurumlaşmış
herhangi dinin doğruluğunu bununla yargılamalıdır." Bu
nedenle vahiy gereksizdi, çünkü hakikat kendi akılcı sorgulamalarımızla
bulunabilirdi.
Hermann Samuel Reimaats
(1694-1768) gerçekten de İsa'nın eleştirel bir biyografisine girişti. Reimaats,
Hz. İsa’nın yalnızca ilahi bir devlet kurmak istediğini ve kurtarıcılık görevi
başarısızlığa uğrayınca ümitsizlik içinde öldüğünü öne sürdü. Hz. İsa’nın Dört
incil'inde, insanlığın günahlarının bağışlanması için geldiği iddiasının asla
bulunmadığını belirtti. Batı Hıristiyan dünyasının temelini oluşturan bu
düşünce, yalnızca Hıristiyanlığın sahici kurucusu olan Aziz Pavlus'a
bağlanabilirdi. Bundan dolayı, Hz. İsa’ya Tanrı olarak değil, ama 'olağanüstü,
yalın, yüce ve uygulanabilir bir dinin öğretmeni olarak saygı göstermeliydik.
Bu nesnel çalışmalar kutsal metinlerin
sözcük anlamıyla kavranışı ve inancın simgesel ya da mecazi yapısına önem
vermeme üstüne kurulmuştu.
Tanrıyı bu yolla bizden biri gibi
düşünmeye ve konuşmaya zorlamak ilahın bu tür insanbiçimci ve kişileştirici
kavramının yetersizliklerini gösterir. Böyle bir Tanrı uyumluya da saygıdeğer
alamayacak kadar çok çelişki içerir.
Sonradan Aydınlanma olarak bilinen
hareketin temsilcisi François Marie de Voltaire, Felsefe Sözlüğü’nde (1764) bu
üstün dini tanımladı; bu din her şeyden önce, olabildiği kadar yalın olmalıydı.
İnsanları saçma kılmadan adil olmayan
yönelten çok daha fazla ahlak ve çok daha az dogma öğretemez mi?
İnsana olanaksız, çelişkili, kutsallığa
zarar getirmeyen, insan soyu için tehlikeli olmadan ve sağduyu sahibi kimseyi
ezeli ceza ile tehdit etmeden?
Akıl
dışı bilgecilik adına yeryüzünü kana bulayan cellatları olmadan inancını onaya
koyamaz mı yalnızca tek tanrı, adalet, hoşgörü ve insanlığa tapmayı öğreterek?
Aydınlanmanın filozofları Tanrı
düşüncesini yadsımadılar yine de. Onlar, insanı sonsuz cehennemle korkutan
Ortodoksluğun zalim Tanrısını reddettiler. Ona ilişkin aklın karşısında olan
gizem öğretilerini reddettiler. Ama bir Yüce Varlık'a olan inançları bozulmadan
kaldı. Voltaire “Tanrı yoksa onu uydurmak gereklidir”, diyecek kadar ileri gitti. Felsefe
Sözlüğü'nde, insan için tek Tanrıya inanmanın sayısız tanrıya inanmaktan daha
akılcı ve doğal olduğunu tartıştı. Aslında yalıtılmış küçük köylerde ve
topluluklarda yaşayan insanlar tek tanrının yazgılarına egemen olduğunu kabul
etmişlerdi: Çok tanrıcılık daha sonraki bir gelişmeydi.
Voltaire ateizmi, filozofların yok etmeye
can attıkları boş inan ve tutuculukla bir tuttu.
Avrupa Yahudileri de yeni düşüncelerden
etkilenmişlerdi. İspanyol Yahudisi soyundan gelme bir Felemenk, Baruch Spinoza
(1632-77) Geliştirdiği düşünceler
geleneksel Musevilikten tamamen farklıydı ve Descartes gibi kimi bilimsel
düşünürler ve Hıristiyan skolastiklerden etkilenmişti. 1656' da, yirmi dört
yaşında, Amsterdam sinagogundan resmen aforoz edildi.
Spinoza ateist olarak kabul edilmişti,
ancak incil'in Tanrısı olmamakla birlikte, bir Tanrıya inanmıştı. Kitabı
Mukaddes tarihine eleştirel gözle baktı. İsrailliler anlamadıkları her
görüngüye 'Tanrı' adını vermişlerdi. Peygamberlerin, örneğin, Tanrının
Ruhu'ndan esin aldıkları söylenmişti, çünkü onlar üstün zekalı ve kutsal
adamlar olarak kabul edilmişti. Ancak bu tür 'esin' seçkin bir sınıfa özgü
olmayıp, doğal akla sahip herkes için geçerliydi: inanç ritleri ve simgelerinin
yalnızca bilimsel, akılcı düşüncede yetersiz kalan halk kütlelerine yararı
olabilirdi.
Tanrı maddi bir varlıktır, evreni yöneten
düzenle özdeş ve ona eşittir. Nevvton gibi, Spinoza da eski felsefi yayılma
düşüncesine döner, Çünkü Tanrı her şeyin aslında vardır ve her yerde bulunur,
maddi ve ruhsal olarak onların varoluşlarını düzenleyen yasa olarak
tanımlanabilir.
Var olan bütün yasaların toplamı olarak,
Tanrı her şeyi birlik ve uyum içinde kaynaştırmış en yüksek kusursuzluktu.
Gerçekten, Spinoza ‘Tanrı’ sözcüğünü yalnızca tarihsel nedenlerle kullanmıştı:
Gerçekliğin bir bölümünün 'Tanrı' ve bir bölümünün 'Tanrı olmayan'
olarak ayrılamayacağını savunan ateistlere katılıyordu. Kimileri bildiğimiz
dünyadan ayrı ‘Hiçbir şey’ olmadığını söylemişlerdi. Aşkın En Sofun
yokluğu olmadığına göre, Spinoza'nın panteizmi Kabbala'yı andırır ve kökten
mistisizmle yakınlarda çıkan ateistlik arasında bir yakınlık olduğunu
kavrayabiliriz.
Mendelssohn Tanrısız yaşamı anlamsız
buluyordu, ama bu tutkulu bir inanç değildi: Akıl yoluyla erişilebilir Tanrı
bilgisiyle oldukça hoşnuttu.
isviçreli genç bir papaz, Johann Caspar
Lavater, Diğer teistler gibi, vahyin
yalnızca doğruluğu akıl yoluyla kanıtlanabilirse kabul edilebileceğini ileri
sürdü. Teslis öğretisi onun ölçütleriyle bağdaşmadı. Yahudilik bildirilmiş bir
din değil ama bildirilmiş bir yasaydı. Yahudi Tanrı kavramı, insanlığın
bütününe ait olan ve yardım görmemiş akıl yoluyla kanıtlanabilen doğa diniyle
özdeşti aslında.
Yahudiler Mendelssohn'un felsefesinden çok
Immanuel Kant'ın felsefesinden etkilendiler. Kant, Aydınlanmayı, “insanın
kendi kabullendiği vesayetten çıkışı” veya dış otoriteye güvenme olarak
tanımlamıştı. Tanrıya giden tek yol, onun 'pratik akıl' dediği, ahlaki vicdanın
özerk bölgesinden geçiyordu. Dinin, kiliselerin katı kurallı otoritesi,
insanların kendi güçlerine güvenmelerini ve Öteki'ne bağlanma cesaretlerini
engelleyen dua ve ayin gibi çoğu tuzağını Kant bir kenara attı. Ama Tanrı
düşüncesinin per se(özünde) karşısında değildi. Yüzyıllar önce Gazali'nin
yaptığı gibi, Tanrının varlığına ilişkin geleneksel tartışmaların yararsız
olduklarını savundu, çünkü zihinlerimiz yalnızca uzay ve zamanda varolan
şeyleri anlayabilirdi ve bu kategorinin ötesinde yatan gerçekleri düşünmeye
elverişli değillerdi. Mantığa göre Tanrının varlığını kanıtlamak olanaksızdı,
ama aksini kanıtlamak da olanaksızdı. Tanrı düşüncesi bizim için gerekliydi:
kapsamlı bir dünya düşüncesi oluşturabilmemiz için ideal sınırı bize o
gösteriyordu.
Bundan dolayı, Kant'a göre, Tanrı
yalnızca, kötüye kullanılabilen bir kolaylıktı. Kant ateist olduğunu yalanladı.
Çağdaşları onu, insanoğlunun kötülük kapasitesinin tamamen farkında olan,
dindar bir adam olarak tanımladılar. Kant, ahlaki bir yaşam sürmek için
insanların doğruluğu sevinçle ödüllendirecek bir idareciye gereksinimleri
olduğunu öne sürdü. Bu görüş açısında, Tanrı sadece ikincil bir düşünce olarak
ahlak sistemine eklenmişti. Dinin merkezi artık Tanrı gizemi değil, ama imanın
kendisiydi. Tanrının, artık her varlığın temeli olmayan ve bize daha yetkin ve
ahlaklı olabilme işlevi veren bir stratejisi olmuştu. Bu, insanın bir adım
ötedeki özerklik ülküsünü ele geçirme ve bununla bir bakıma yüzeysel olan
Tanrıdan hepten vazgeçmesi çok sürmeyecekti. Kant, geleneksel kanıtların
doğruluğundan kuşku duyan, aslında bunların hiçbir şeyi kanıtlamadığını
gösteren Batıdaki ilk insanlardan biri olmuştu.
Aydınlanma akılcılığının yanında, 'yürek
dini' olarak adlandırılan yeni tür bir dindarlık gelişti. İnsanları, dıştan
gelen kanıt ve otoriteleri tamamıyla bırakmaya ve herkesi kapasitesinde ve
yüreğinde bulunan Tanrıyı keşfe itiyordu.
Püritenizmde olduğu gibi, duygusal bir din
deneyimi doğru inancın ve dolayısıyla kurtuluşun tek kanıtıydı.
Yürek dininde, Tanrıya ilişkin öğretiler
içteki duygusal anlatımlarla yer değiştirmişti. Kont von Zinzendorf, VVesley'in
düşüncelerine benzer düşünceler ileri sürdü: "inanç düşüncelerde ya da
kafanın içinde değil yürektedir, yürekte yanmış bir ışıktır.”
Akademisyenler "Teslis'in gizemi' hakkında gevezelik etmeye devam
edebilirlerdi, ancak öğretinin anlamı üç Kişinin birbiriyle olan ilişkisi
değil, onların bizim için ne olduklarıydı.
Özellikle 1649'da Kralı. Charles'ın
idamından sonra, Oliver CromvveH'in Püriten hükümetinin idaresi altındaki
İngiltere'de vahiy heyecanı baş göstermişti. 1649'da Gerard Wistanley,
Surrey'de Cobham yakınlarında 'Digger' cemaatini kurdu, insanoğlunu Adem'in
Cennet Bahçesi'ni işlediği özgün durumuna getirmeye karar vermişti: Bu yeni
toplumda, özel mülkiyet, sınıf farkı ve insan otoritesi son bulacaktı, ilk
Quakerlar -George Fox, James Naylor ve müritleri- tüm erkek ve kadınların
Tanrıya doğrudan yaklaşabileceklerini vaaz ettiler.
Spinoza gibi, Ranterlar da ateistlikle
suçlanmışlardı. Özgürlükçü inançlarında Hıristiyan tabularını bilerek yıkmışlar
ve kafirce, Tanrı ve insan arasında hiçbir fark olmadığım savunmuşlardı.
Ranterların birkaçı, yeni Krallık'ı
kuracak olan, Tanrının yeniden dirilişi, Mesih olduklarını öne sürüyorlardı.
VVİlliam Franklin, saygıdeğer bir aile reisi, 1646’da ailesi vebayla savrulunca
aklını yitirdi. Kendini Tanrı ve İsa olarak ilan edip Hıristiyan yoldaşlarına
korku saldı. Mary Gadbury, tüm sınıf farklarını ortadan kaldıracak yeni bir
toplumsal düzen kehanetinde bulunarak, hayaller görmeye ve sesler duymaya
başladı. Franklin'i Tanrısı ve Mesih'i olarak kabul etti. Sayısız taraftar
buldukları anlaşılıyor, ama I650'de tutuklandılar, kırbaçlandılar ve
Bridevvell'e hapsedildiler. Aynı sıralarda, John Robbins adında biri de Tanrı
sayılmıştı: Tanrı Baba olduğunu iddia etmiş ve yakında karısının dünyanın
Kurtarıcısını doğuracağına inanmıştı.
Bauthumely Tanrıdan, ona dönen insanın
Gözü, Kulağı ve Eli olduğuna inanan Sufi inancını anımsatan terimlerle söz
eder. Akılcılar gibi, Bauthumely de Teslis öğretisini reddeder ve yine bir Sufi
gibi, tanrı iken demekle Tanrının kendini tek insanda göstermiş olamayacağını
söyleyerek Hz. İsa’nın tanrılık niteliğine inancını sınırlar.
Kalvinciler kelimenin tam anlamıyla dünyada etkin bir
Tanrıyı yeğliyorlardı: Takdiri ilahi öğretileri onların Tanrıya bakış açılarını
gösteriyordu; buna göre Tanrı yeryüzünde olan her şeyden, iyi ya da kötü,
gerçekten sorumluydu. Bu şu anlama geliyordu; bilim, yarattıklarının her
eyleminde - doğal, bireysel, fiziksel ve ruhsal- rastlantı gibi görünen
eylemlerinde bile görülebilen Tanrıyı açığa çıkarabilirdi yalnızca.
Kıyamet yılı 1666'da, bir Yahudi Mesih
Kurtuluşun yakın olduğunu bildirdi ve tüm dünya Yahudilerince coşkun kabul
gördü. Sabetay Sevi, Tapınağın Yıkılışının yıldönümü olan
1626’da Küçük Asya'daki İzmir'de varlıklı bir Sefardik ailede dünyaya geldi.
Büyürken, bugün belki de manik depresif tanısı koyabileceğimiz garip eğilimler
geliştirdi. Ailesinden ayrılıp inzivaya çekildiğinde, derin keder dönemleri
geçirir oldu. Bunları esrikliğe yakın bir sevinç izliyordu. Bu 'manik' dönemler
sırasında, bilerek ve hayret verici bir biçimde Hz. Musa Yasası'nı çiğnedi:
Herkesin önünde yasak yiyeceklerden yedi, kutsal Tanrı Adı'nı ağzına aldı ve
özel bir vahiyle böyle
yapmasının bildirildiğini iddia etti.
Kendisinin çoktandır beklenen Mesih olduğuna inanmıştı. Sonunda hahamlar buna
daha fazla dayanamadılar ve 1656'da Sabetay'ı kentten sürdüler. Osmanlı
imparatorluğu'nun Yahudi toplulukları arasında gezer oldu. İstanbul'daki manik
bir konuşması sırasında, Tevrat'ın kaldırıldığını bildirdi, yüksek sesle
ağlayarak şöyle dedi: "Yasakları kaldıran, Kutsanmış Tanrımız Efendimiz
Sensin!" 1648'de
Polonya'daki kanlı Yahudi kıyımından kaçmış şimdi fahişe olarak yaşamını
sürdüren bir kadınla Kahire'de evlenmesi skandala neden oldu. 1662'de Sabetay
Kudüs'e gitmek için yola koyuldu: Bu sıralarda kasvetli bir hali vardı ve
cinlerin kendisini ele geçirmiş olduklarına inanıyordu. Filistin'de Natan
adında bilgili, cinleri kovmakta usta genç bir haham olduğunu duydu ve
Gaza'daki evini bulmak üzere yola çıktı.
Sabetay gibi, Natan da Yitshak Luria'nın
Kabbala'sını incelemişti. İzmir’li kederli Yahudiyle karşılaştığı zaman, ona
çılgın olmadığını söyledi: Karanlık kederi onun gerçekten Mesih olduğunun
kanıtıydı. 31 Mayıs 1665'te, aniden manik bir hazza tutuldu ve Natan'ın
cesaretlendirmesiyle, Mesihlik görevini bildirdi. Natan, Osmanlı
imparatorluğu'nun kentlerine olduğu gibi, İtalya, Hollanda, Almanya ve
Polonya'daki Yahudi cemaatlerine de iyi haberleri mektupla bildirdi ve Mesih'e
ilişkin heyecan tüm Yahudi dünyasında söndürülmesi olanaksız bir yangın gibi
yayıldı. Sefardimler, ispanya'ya sürülmüş Yahudilerin torunları, Luriancı
Kabbala'dan etkilenmişlerdi ve çoğu Dünyanın Sonunun yakın olduğuna inanır
olmuştu. Yahudilik tarihi boyunca, birçok Mesihlik iddiası olmuş ama hiçbiri
böylesine yoğun destek görmemişti. Sabetay hakkında kuşkuları olan Yahudilerin
bunları açıkça söylemeleri tehlikeli hale gelmişti. Bütün işler durdu; Türkiye
Yahudileri uğursuzca sebt günü dualarından Sultan'ın adını çıkarıp yerine
Sabetay'ı koydular. Sonunda, Sabetay 1666'nın ocak ayında İstanbul’a
vardığında, asi olarak tutuklandı ve Gelibolu'da hapsedildi.
Kurtuluş yaklaşmıştı! Bu ani tersine dönüş
silinmez bir etki yarattı. Tüm Yahudi dünyasının gözleri, Sabetay’ın kendisini
esir edenlerin üzerinde bile bir etki yarattığı, Gelibolu'ya kenetlenmişti.
Türk vezir onu oldukça rahat bir eve yerleştirdi. Sabetay mektuplarına:
"Ben Tanrınızın peygamberiyim, Sabetay Sevi" diye imza atmaya
başladı. Ancak yargılama için İstanbul'a geri getirildiğinde, bir kere daha
buhran devresine girdi. Sultan ona ya İslam dinine girmesi ya da ölüm
seçeneklerini verdi: Sabetay, İslam'ı seçti ve hemen salıverildi,
imparatorluktan aylık bağlandı ve görünüşte sadık bir Müslüman olarak 1 7 Eylül
1676'da öldü.
Kuşkusuz korkunç haber, çoğu hemen
inancını yitiren taraflılarını mahvetti. Hahamlar yeryüzünden anısını silmeye
giriştiler: Sabetay hakkında bulabildikleri bütün mektupları, kitapçıkları ve
risaleleri yok ettiler. Bugün de, bu Mesih'e ilişkin kötü yenilgi birçok
Yahudiyi utandırır ve sözünü etmek ağırlarına gider. Şaşırtıcı bir biçimde, din
değiştirmiş olması rezaletine karşın, birçok Yahudi Mesihlerine sadık kaldı. Gazzeli Natan ömrünün
kalanını Sabetay'ın gizemini vaaz etmeye adadı: o İslam dinine girmekle,
kötülük güçleriyle ömür boyu sürdürdüğü savaşı devam ettirmişti. Türkiye ve
Yunanistan'da yaklaşık iki yüz aile Sabetay'a sadık kaldı: Onun ölümünden sonra
kötülükle savaşını sürdürmek için onun örneğini izlemeye karar verdiler ve
1683'te en masse (toptan, hepsi birden, kitle halinde) İslam dinine
girdiler. Birbirlerinin evlerindeki gizli sinagoglarda toplanarak ve Hahamlarla
yakın ilişkilerini sürdürerek, gizliden gizliye Yahudiliğe bağlı kaldılar.
Diğer Sabetaycılar bu çarelere
başvurmadılar, yalnız Mesihlerine ve sinagoglarına sadık kaldılar. Bu gizli Sabetaycılar
bir zamanlar inananlardan daha fazla gibi görünüyor. Ancak on dokuzuncu
yüzyılın önde gelen çoğu Haham Sabetay'ın Mesih olduğuna inanmış görünür.
Bir Marrano olarak doğmuş ve Hıristiyan
teolojisi çalışmaya başlamış olan Abraham Cardazo (öl. 1706), günahları
yüzünden tüm Yahudilerin din değiştirmeye mahkum olduklarına inandı. Bu onların
cezasıydı.
Cardazo ılımlı bir Sabetaycıydı. Din
değiştirme görevinin olduğuna inanmıyordu, çünkü, Sabetay Sevi bu acı verici
işi onun adına yapmıştı. Ama bir Teslis öğretisi çıkarmakla, bir tabuyu yıktı.
Yüzyıllar boyunca, Yahudiler, putperestlik ve kafirlik saydıkları
Tesliscilikten nefret edegelmişlerdi. Ancak şaşırtıcı sayıda Yahudi bu yasak
görüşe ilgi duydu.
Din değiştiren aşırılar, Diriliş
teolojisini benimseyerek, böylece bir başka Yahudi tabusunu daha yıktılar
Sabetay Sevi'nin Mesih olmakla kalmayıp Tanrının Dirilişi de olduğuna inanamaya
başlamışlardı. Çok geçmeden Dönmeler, İslam'a girmiş olanlar, bu düşünceyi bir
adım ileri götürdüler ve İsrail'in Tanrısının aşağı indiğine ve Sabetay’da can
bulduğuna karar verdiler.
İslam dinine giren Dönmelerin çoğu
yirminci yüzyılın başlarındaki etkin Jön Türklerden oldular ve çoğunluk Kemal
Atatürk'ün laik Türkiye'sinde tamamıyla özümsendi. Dıştan gelen adetlere karşı tüm
Sabetaycıların duyduğu düşmanlık bir anlamda 'getto' koşullarına karşı bir
isyandı. Görünüşte Yahudiliğe sadık kalmış olanlar, ılımlı Sabetaycılar, çoğu
kere Yahudi Aydınlanması'na (Haskalah) öncülük ettiler; ayrıca on
dokuzuncu yüzyılda Reformcu Yahudiliğin yaratılmasında etkin oldular.
Ukrayna'lı bazı Yahudiler, Rus Ortodoks
Kilisesi'nde de yayılmış olan, Hıristiyan Pietist hareketlerinden
etkilenmişlerdi. Yahudiler karizmatik dinin benzer bir türünü oluşturmaya
başladılar. Vecd içinde düşen, akıllarına estiği gibi şarkı söyleyen ve dua
sırasında ellerini çırpan Yahudilerin hikayeleri anlatılıyordu. 1 730'larda bu
vecdle kendilerinden geçenlerin birisi, bu yürek dini Yahudilerinin tartışmasız
önderi olarak ortaya çıktı ve Hasidizm diye bilinen okulu kurdu.
Mistisizm ve akılcılık arasında
düşündüğümüz kadar büyük bir uçurum yoktur. Zihinlerimiz alma eğiliminde ve
rahatken, düşünceler zihnin en derin diyarlarından gelir. Bu, ünlü ilke'sini
hamamda keşfeden Arşimed gibi bilim adamlarının da başına gelmiştir. Mantık ve
kavramlarla uğraştıklarına göre, ister istemez, henüz oluşturmuş oldukları
düşüncenin ideaları veya biçimleri içine hapsolurlar. Çoğu kere buluşları
dışarıdan 'verilmiş' gibi görünür. Esin ve önseziye dayanarak konuşurlar.
Albert Einstein ayrıca mistikliğin "tüm sahici sanat ve bilimin en
yaygını" olduğunu Öne sürmüştür: Bizim için ulaşılmaz olan gerçekliğin
gerçekten varolduğunu, kendisini bize en yüce bilgelikte ve en ışınlı
güzellikte gösterdiğini, bizim kaba yeteneklerimizle bunun ancak en ilkel
biçimleriyle anlayabildiğimiz bilmek, bu bilgi, bu duygu bütün sahici
dindarlığın özüdür. Bu anlamda ve yalnızca bu anlamda, ben de dindar insanlar
arasında yerimi alıyorum.
Delhi'li Sufi Şah Veliullah
(1703-62) yeni ruhu anlayan ilk kişiydi belki de.
Kültürel evrensellikten kuşku duyan ama Müslümanların miraslarını korumak için
birleşeceklerine inanan etkili bir düşünürdü, Şiilerden hoşlanmamakla birlikte
Sünnilerin ve Şiilerin ortak bir zemin bulmaları gerektiğine inanıyordu.
On altıncı yüzyılın Hıristiyan
reformcuları gibi, Arap yarımadasında Necd'li bir hukukçu
olan Muhammed bin Abdülvehhab (öl. 1784), İslam'ı
başlangıcındaki saflığına getirmeyi ve sonradan yapılmış tüm eklemelerden
kurtarmayı istedi. Mistisizme özellikle düşmandı. Sufi erenlerine ve Şii
imamlarına bağlılık da içinde, diriliş teolojisinin tüm önerileri mahkum
edildi. Medine'deki Peygamber'in mezarı kültüne bile karşıydı: Hiçbir insan, ne
denli parıltılı olursa olsun, Tanrı sevgisini kendisine yöneltmemeliydi.' El
Vehhab, Orta Arabistan'da küçük bir prensliğin hükümdarı olan Muhammed bin
Suud'u inancına döndürdü ve ikisi birlikte Peygamber ve arkadaşlarının ümmetini
yeniden oluşturma girişimi olan bir düzenleme başlattılar: 'Yoksulluk, dul ve
yetimlerin kötü durumlarıyla ilgilenmeden, ahlaksızlık ve putperestliğe
zulmetmeyle işe koyuldular. Türklerin değil, Arapların Müslüman insanları
yönetmesi gerektiği inancıyla büyük efendileri Osmanlılara karşı bir cihad
sürdürdüler. Hicaz'ın büyük bir bölümünü Osmanlı idaresinden zorla aldılar; Türkler
bu bölgeyi ancak 1818'de geri alabildi, ama yeni mezhep İslam dünyasındaki
birçok insanın imgelemini zaptetmişti. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, Vehhabilik
İslam ruhuna hakim oldu ve Sufizm giderek sıra dışı ve sonuç olarak, daha da
garip ve boş inan haline geldi. Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi, Müslümanlar da
mistik ülküden geri adım atmaya başladılar ve dindarlığın daha akılcı bir
türünü benimsediler.
Yüzyılın sonunda, küçücük bir azınlık
olarak kalmalarına karşın, yine de, kendilerine ateist demekten gurur duyan bir
kaç filozof vardı. Bu tamamıyla yeni bir gelişmeydi. O zamana dek 'ateist',
özellikle düşmanlarımıza savurduğumuz iğrenç bir hakaret, bir küfür terimi
olagelmişti. İskoç filozof David Hume (1711-1776) yeni deneyciliği mantıklı
sonuçlarına kadar götürdü. Doğal dünyada ayırdına vardığımız düzenin zeki bir
idareciyi gösterdiği tartışılabilir, ama bu durumda, kötülük ve açığa çıkan
düzensizliğin nedenini nasıl açıklarız?
Fransız filozof Deniş
Diderot (1713-84),
halka ateizmi bütünüyle açıkladığı Görenlerin Yararına
Körler Hakkında Mektupla
aynı soruyu sorduğu için hapsedilmişti.
Diderot kendisinin
ateist olduğunu yadsımıştı. Yalnızca Tanrı varmış veya yokmuş onu
ilgilendirmediğini söyledi.
'Tanrı olsun ya da olmasın, O en
yüce ve yararsız doğrular arasında sıralamaya girer.”
Diderot,
Pascal'ın dinsel deneyimini fazla kişisel diye reddetti: O ve Cizvitler
Tanrıyla hararetle ilgileniyorlardı, ama ona ilişkin çok farklı düşünceleri
vardı. Aralarında nasıl seçim yapılır? Böyle bir Tanrı temperamonftan
(huy, mizaç) başka bir şey değildi. Diderot bilimin -yalnızca bilimin- ateizmi
çürütebildiğine inanıyordu. Diderot, aklın tanrının varlığının kanıtı olduğuna
hala inanıyordu. Nevvton ilinin bütün boş inan ve boş laflarından kurtulmuştu:
Mucizelerle uğraşan bir Tanrının çocuklarımızı korkuttuğumuz gulyabanilerden
bir farkı yoktu.
Buna karşın, Diderot üç yıl sonra
Newton'un kuşkusuna ulaştı ve dış dünyanın Tanrı için bir kanıt oluşturduğundan
artık emin değildi. Yeni bilimle Tanrının hiçbir alışverişi olmadığını açıkça
görüyordu.
Nevvton'un Tanrı'sı ve gerçekten çoğu
geleneklere bağlı Hıristiyan'ın da Tanrısı, olan her şeyden tamamıyla sorumlu
tutulan, yalnızca bir delilik değil dehşet verici bir düşünceydi. Şimdi de
açıklayamadığımız şeylerin, açıklamak için Tanrıyı ortaya çıkarmak boyun
eğmenin bir başarısızlığıydı.
Diderot'un görüşüne göre bir Yaradan'a
gerek yoktu. Madde, Nevvton ve Protestanların zannettikleri edilgen, değersiz
bir şey değildi; kendi kurallarına uyan dinamiği vardı. Gördüğümüzü
düşündüğümüz görünüşteki taslaktan sorumlu olan -ilahi bir Mekanizma değil- bu
madde yasasıdır. Maddeden başka bir şey yoktu. Diderot Spinoza'dan bir adım
ileri gitmişti. Tanrı değil doğa olduğunu söylemek yerine, Diderot Tanrının
zaten olmadığını yalnızca doğa olduğunu savladı. Ateist materyalizmin İncili
olarak bilinen Holbach'ın kitabı Doğa Sistemi: Ya da Ahlaki ve Fiziksel Dünyanın Yasaları çıktı
(1770). Doğaya doğaüstü bir seçenek yoktu, Holbach'ın öne sürdüğüne göre, "Ama durmadan birinden
ötekine geçen sınırsız bir nedenler ve sonuçlar zinciri var”. Bir Tanrıya inanmak onursuzluk ve gerçek
deneyimimizi yadsımaktı. Ayrıca umutsuzluk nedeniydi, insanlar bu dünyadaki
yaşam trajedisine başkaca bir avunç bulamadıkları için din tanrıları
yaratmıştı. Dehşet ve felaketi savuşturmak için perdenin arkasında gizlendiğini
hayal ettikleri bir 'aracı'nın beğenisini kazanmaya çalışarak, yanıltıcı
kontrol duygusunu oluşturmak adına felsefe ve dinin düş ürünü tesellilerine
dönmüşlerdi insanlar. Aristoteles yanılmıştı: Felsefe bilgiye duyulan soylu bir
arzunun sonucu değil, acıdan kaçınmak için duyulan korkak bir özlemin
sonucuydu. Din eşiği, bu nedenle, olgun, aydın insanın aşması gereken cahillik
ve korkuydu.
Holbach kendi Tanrı tarihini yazmayı
denedi, ilk insanlar: tapınmışlardı. Bu ilkel animizm, bu dünyanın ötesine
geçmeye çalışmadığı için kabul edilebilir olmuştu, insanlar güneşi, rüzgarı ve
denizi kişileştirmeye ve kendi imge ve suretlerinde tanrılar yaratmaya
başladıkları zaman çürüme de başladı. Sonunda, tüm bu tanrıcıkları bir
aykırılıklar yığını ve izdüşümünden başka bir şey olmayan tek bir ilahta
birleştirdiler.
Tarih, Tanrının her şeye gücünün
yetmesiyle sözde iyiliğinin uzlaştırmasının olanaksız olduğunu gösterir.
"Eğer doğa hakkındaki cahillik Tanrıları doğurduysa, doğa bilgisinin onları
yok etmesi beklenir." Ne
yüce hakikatler ya da belirleyici örüntüler ne de büyük tasarım yoktur.
Yalnızca doğanın kendisi vardır;
Doğa yapılmış iş değildir; daima kendi
başına var olmuştur; her şey onun bağrında olur; o malzemeyle dolu büyük bir
laboratuardır ve kendisine hareket olanağı sağlayan araçları yapar. Onun bütün
yaptıkları kendi enerjisinin ve gene kendisinin içerdiği ve eyleme soktuğu
yarattığı etmen veya nedenlerin sonucudur.
Tanrı yalnızca yararsız değil kesinlikle
zararlıydı. Yüzyılın sonunda, Paul Simon de Laplace (17491827) Tanrıyı
fizikten çıkardı.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, ateizm
kesin olarak gündemdeydi. Bu, Ludvvig Feuerbach,
Karl Marx, Charles Darvvin, Friedrich Nietzsche ve Sigmund Freud'un, içinde Tanrının olmadığı gerçekliğin
felsefi ve bilimsel yorumlarını geliştirdikleri yüzyıldı. Gerçekten, yüzyılın
sonunda, çok sayıda insan, Tanrı henüz ölmediyse, akılcı ve özgür insanların
görevinin onu öldürmek olduğunu hissetmeye başlamışlardı. Tanrı düşüncesini
reddeden ideolojilerin çoğu akla yakın geliyordu. Batı Hıristiyan dünyasının
insan biçimci ve kişilik sahibi Tanrısının karnı yumuşaktı. Korkunç suçlar onun
adına işleniyordu. Kimi insanlar, deneysel düşüncenin bağlayıcı sistemlerinden
çıkarmak için yeni bir teoloji geliştirerek Tanrıyı kurtarmaya çalıştılar, ama
ateizm yerleşmeye başlamıştı.
Ayrıca akıl kültüne karşı da tepki vardı.
Romantik hareketin şairleri, yazarları ve filozofları her şeyi kapsayan bir
akılcılığın indirgemeci olduğunu belirttiler, çünkü böylesi insan ruhunun
yaratıcı ve sezgisel işlerini dışarıda bırakıyordu.
On dokuzuncu yüzyılda, büyük filozoflar
birbiri ardına geleneksel Tanrı görüşüne, en azından Batıda etkin olan Tanrıya
meydan okumaya başladılar. Özellikle 'dışarıda' nesnel bir varlığı olan,
doğaüstü bir ilah fikri onları kızdırıyordu. Yüce Varlık olarak Tanrı düşüncesi
Batıda üstünlük kazanmış olsa da, diğer tektanrıcı geleneklerin bu tür
teolojiden yollarını ayırdıklarını görürüz. Yahudiler, Müslümanlar ve Ortodoks
Hıristiyanlar, bizim insani Tanrı düşüncemizin yalnızca bir simge olan
söylenemez gerçekliği karşılamadığında, kendi farklı yollarında ısrar ettiler.
Hepsi, şu ya da bu zaman, 'o'nun varlığını zaten kavrayamadığımıza göre,
Tanrıyı Yüce varlık yerine 'Hiçbir şey' olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu
öne sürdüler, Yüzyıllar boyunca Batı, Tanrı anlayışının bu daha yaratıcı
görünüşünü giderek yitirdi. Katolikler ve Protestanlar 'onu', göksel bir
Diktatör gibi eylemlerimizi seyreden, bildiğimiz dünyaya eklenmiş bir diğer
gerçeklik olan bir Varlık gibi kabul etmeye başladılar. Devrim sonrası dünyada
çoğu insan için bu Tanrı fikrinin kabul edilemez dünyada çoğu insan için bu
Tanrı fikrinin kabul edilemez insan değerine zıt, uygunsuz bir bağlılığa mahkum
eder gibiydi.
Georg VVİlhelm Hegel (1770-1831)
kimi bakımlardan Kabbala'ya dikkat çekecek biçimde benzeyen bir felsefe
geliştirdi. Hegel'e göre Yahudi Tanrısı dayanılmaz bir Yasa'ya sorgusuz boyun
eğilmesini isteyen bir tirandı. İsa insanları bu aşağılık kulluktan kurtarmaya
uğraşmış, ancak Yahudiler gibi Hıristiyanlar da aynı tuzağa düşmüş ve ilahi bir
Despot düşüncesini yüceltmişlerdi. Kant gibi, Hegel’de Yahudiliği dinle ilgili
bütün yanlışlıkların örneği olarak görmüştü. Tinin Görüngübilimi’nde
(1817), dünyanın yaşam gücü olan bir Tin düşüncesini geleneksel Tanrının yerine
geçirdi. Ancak Kabbala'da olduğu gibi, Tin sahici tinselliği ve kendi bilincini
yaşamak için sınırlanma acısına ve sürgüne hazırdı. Yine Kabbala'da olduğu
gibi, Tin kendi enerjisi için dünyaya ve insanlara bağımlıydı. Böylelikle Hegel
eski tektanrıcı -Hıristiyanlık ve İslamiyet'inde özelliği olan- anlayışı
savunuyordu; buna göre 'Tanrı' günlük
gerçeklikten ayrı, kendi başına bir dünyada zorunlu olmayan bir fazlalık
değildi, ama insanlıkla çözülemez biçimde düğümlenmişti. Blake gibi, o da, insanlık ve Tini,
sınırlı ve sonsuz olanı, aynı kendini gerçekleştirme sürecinde karşılıklı
olarak birbirine bağlı ve kolayca anlaşılamayan tek bir gerçeğin iki yarısı
olarak görüp bu anlayışı diyalektik biçimde açıkladı. Yabancı, istenilmeyen Yasaya
uyarak uzak bir ilahı yatıştırmaya çalışmak yerine, Hegel ilahın aslında
insanlığımızın bir boyutu olduğunu söyledi. Gerçekten, Hegel'in Tinin, dünyada
vücut bulmak ve her yerde hazır ve nazır olmak için kendisini kenosis’e
boşaltması görüşü, üç inançta geliştirilmiş olan vücut bulmaya ilişkin
teolojilerle fazlasıyla ortaktır.
Hegel farkında olmadan geçmişin anlayışlarını yansıtıyordu. Feylezoflar gibi, akıl ve felsefeyi
düşüncenin simgesel biçimlerine saplanmış dinden üstün görüyordu.
Arthur Schopenhauer'a Hegel'in felsefesi
gülünç biçimde iyimser geldi. Schopenhauer, dünyanın işleyişinde ne Mutlak ne Akıl ne
Tanrı ne de Tin olduğuna inanıyordu: içgüdüsel hayvanı yaşama iradesinden başka
bir şey yoktu. Tüm din anlayışlarına sırt çevirmiyordu, yine de. Schopenhauer
Hindu dini ve Budacılık (ve her şeyin boş olduğunu savunan Hıristiyanların)
dünyadaki her şeyin bir yanılsama olduğunu iddia ettikleri zaman tam bir
gerçeklik kavramına ulaştıklarına inanıyordu. Bizi kurtaracak Tanrı olmadığına
göre, yalnızca sanat, müzik, bir vazgeçiş öğretisi ve sevgi bize bir huzur
ölçüsü verebilirdi.
Schopenhauer'un kurtuluş görüşü Yahudi ve
Müslümanların, bireylerin kendileri için nihai bir anlam duygusu yaratmaları
anlayışlarına yakındı, insanların kendi kurtuluşları yolunda hiçbir katılımları
olamadığı ama kendilerinin dışlarında bir ilaha tamamıyla bağlı oldukları
anlamına gelen, Tanrının mutlak egemen liğine dayanan Protestan düşüncesiyle de
hiçbir ortak yanı yoktu.
Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard (1813-55) eski inanç ve öğretilerin put haline
geldiklerinde ısrar etti, bunlar kendileri için amaç olup Tanrının kutsal
gerçekliğinin yerine geçiyorlardı. Alman filozof Ludvvig Andreas Feuerbach (1804-72) Tanrının yalnızca insan yansıması olduğunu
tartıştı. Tanrı düşüncesi, insani düşkünlüklerimizin karşısına olanaksız bir
mükemmel koyarak bizi kendi doğamızdan vazgeçirmişti. Bu nedenle Tanrı sonsuz,
insan geçiciydi; Tanrı her şeye kadir, insan zayıftı; Tanrı kutsal, insan
günahkardı. Tanrıyı insanın koşullarından dışarı süren bir yansıtma türü bir
put yaratılmasıyla sonuçlanabilir.
Ateizm daima geçerli tanrısallık
kavramının inkârı olmuştur. Yahudiler ve Hıristiyanlar, bir Tanrıya inanmış
olmalarına karşın, pagan tanrısallık kavramlarını yadsıdıklarından 'ateist'
olarak adlandırıldılar. Karl Marx (1818-1885) dini "baskı gören yaratığın
iç çekişi bu acıyı dayanılabilir kılan,
halkların afyonu" olarak gördü. Tarihsel süreç dışında anlam, değer veya
amaç olmadığına göre, Tanrı düşüncesinin insanlığa yararı olamazdı. Ateizm, Tanrının
reddi de zamanın boşa harcanmasıydı.
İslam'da dünyanın Allah tarafından
yaratıldığı mutlak diye kabul edilmiştir, ama bunun nasıl gerçekleştiğinin
ayrıntılı tartışması yoktur. Kuran'daki Tanrıya ilişkin bütün diğer sözler
gibi, yaratılış öğretisi de yalnızca bir 'mesel', bir belirti veya bir
simgedir. Üç dinin tektanrıcıları, sözcüğün en olumlu anlamıyla, yaratılışı bir
mitos olarak kabul etmişlerdi: insanlara belirli bir dinsel tavır
kazanmalarında yardımcı olan simgesel bir açıklamaydı bu.
Tarih boyunca insanlar onlar için
işlerliğini yitirdiğinde Tanrı düşüncesini kovmuşlardır.
Tam anlamıyla bir olanaksızlık yaratma
gibi bilgiler ortaya çıkaran yalnızca bilimimiz değil, bizim büyük egemenlik ve
gücümüz de bir idare eden tanrı düşüncesini kabul edilemez kıldı.
Hıristiyan Tanrının, acınacak halde,
gülünç ve "hayata karşı bir suç" olduğunu öğretti Nietzsche. Bu Tanrı
insanları gövdelerinden, tutkularından ve cinselliklerinden korkmaya
özendirmişti ve bizi zayıf kılan mızmız bir acıma ahlakçılığının değerini
artırmıştı. En yüksek anlam veya değer yoktu ve insanların Tanrıya hoşgörülü
bir seçenek sunmasının gereği yoktu.
Sigmund Freud (1856-1939)
Tanrı inancını olgun insanların bir yana bırakacakları bir aldatmaca saydı
kuşkusuz. Tanrı düşüncesi bir yalan değildi, ama psikolojiyle çözülmesi gereken
bilinçaltının bir oyunuydu. Kişisel tanrı yüceltilmiş baba figüründen başkaca
bir şey değildi: Böyle bir tanrı isteği, adalet, doğruluk ve yaşamın böylece
sürüp gitmesi için güçlü, koruyucu bir babaya duyulan çocukça bir özlemden
çıkmıştı. Çaresizliğe dayanma duygusuyla insanlarca korkulan ve tapınılan Tanrı
bu isteklerin bir yansımasıydı yalnızca. Din insan ırkının çocukluk dönemine
aitti; çocukluktan olgunluğa geçişte gerekli bir aşamaydı. Toplum için gerekli
olan etik değerleri yaşama geçirmişti. “Hayır, bilimimiz bir yanılsama değildir! Bilimin bize
veremediğini bir başka yerden alabileceğimizi zannetmek yanılsamadır.”
Alfred Adler (1870-1937)
Tanrının bir yansıma olduğunu ancak ona inanmanın insanlığa yararlı olduğunu
kabul etmişti. C.G. Jung'un (1875-1961)
Tanrısı mistiklerin Tanrısını çağrıştırıyordu; her bir bireyce tanımlanmış,
psikolojik bir hakikat. "inanmak zorunda değilim. Biliyorum!"
İnsanlar kendi verimli dönemlerinde
Tanrıyı bırakmalıydılar: Onları, hazır olmadan ateizme veya laikliğe zorlamak
sağlıksız bir inkâr ve bastırmaya yol açabilirdi.
Hegel'in kuramları gibi, Nietzsche'nin
kuramları da bir sonraki Alman kuşakça, ateist bir ideolojinin 'Tanrı'
düşüncesi kadar zalim bir savaş etiğine önderlik edebileceğini hatırlatacak
biçimde, Nasyonal Sosyalizm politikalarını doğrulamak için kullanıldı.
Fyodor Dostoyevsky, iman
ve inanç arasındaki kendi çekişmelerini, Mart 1854 tarihli bir mektubunda bir
arkadaşına açıkça yazmıştı. Romanı da benzer biçimde kararsızdır. Diğer
karakterlerce ateist olarak tanımlanan Ivan (şimdi ünlü olan şu özdeyişi ona söyletir: "Eğer Tanrı
yoksa, her şey yapılabilir"')
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde Tanrıya inandığını söyler. Gerçi, yaşam
trajedisine nihai anlamını yüklemeyi beceremediğinden, bu Tanrıyı kabul
edilebilir bulmaz. Ivan evrim kuramından değil tarihte insanlığın çektiği
acılardan yana sıkıntıdadır: tek bir çocuğun ölümü, her şeyin sonuçta iyiye
bağlanacağı dinsel bakış açısı için ödenen çok yüksek bir bedeldir.
Teknik donanıma kavuşmuş Avrupa, öncü güç
haline gelmiş ve dünyayı yönetir olmuştu. Türkiye ve Orta Doğu'da pazar yerleri
ve konsolosluklar kuruldu; Batı yönetiminin gerçekten kurulmasından uzun zaman
önce de bu toplumların geleneksel yapısının altını boşaltan bunlar oldu. Bu
sömürgeleştirmenin tamamıyla yeni bir türüydü. Moğollar Hindistan'ı
fethettikleri zaman, Hint nüfus çoğu Müslüman öğesini kendi kültürü içinde
özümsemişti ama sonunda yerli kültür esaslı bir dönüş yaşadı. Yeni sömürge
düzeni bağımlılık siyaseti uygulayarak uyruğu yaptığı insanların yaşamlarını
kalıcı biçimde dönüştürdü.
Sir Alfred Lyall bir
keresinde bana şöyle dedi: “Kesinlik Doğulu zihniyetine zıttır. Her Anglo-indian bu deyişi
daima hatırlamalıdır.’’
Kesinlik isteği, ki doğru olmamada kolayca yozlaşır, aslında Doğulu zihniyetin
başlıca niteliğidir.
Müslümanların geleneksel yolda Tanrı
anlayışlarını geliştirmeleri için halleri veya güçleri kalmadı. Batıyı
yakalamak için bir mücadeleye girişmişlerdi. Kimileri Batı laikliğini yanıt
olarak gördüler; ancak, İslamiyet'te kendi zamanında kendi geleneğinden doğal
bir biçimde gelişmediğinden Avrupa'da olumlu ve canlandırıcı olan İslam
dünyasında yalnızca yabancı ve ilişkisiz kalabiliyordu. Kültür köklerinin kesilmesi,
insanlarda zihin karışıklığı ve yitmiştik duygusu yarattı. Kimi Müslüman
yenilikçiler, İslamiyet'e zorunlu olarak küçük bir rol biçerek ilerleme
davasını hızlandırmaya uğraştılar. Sonuçları hiç de umdukları gibi olmadı.
Osmanlı imparatorluğu'nun 1917'de yenilmesinden sonra ortaya çıkan Türkiye'nin
yeni ulus devletinde, daha sonra Kemal Atatürk denilen
Mustafa Kemal (1881-1938),
ülkesini Batılı bir ulus haline getirmeye çalıştı: Dini yalnızca kişisel bir
konu haline getirip, İslamiyet'in devletle olan ilişkisini kesti. Sufi
tarikatlar dağıtıldı ve yeraltına kaydılar; medreseler kapatıldı ve ulemanın
resmi eğitimine son verildi. Bu laikleşme politikası, dinsel sınıfların ortada
görünmelerini azaltan ve ayrıca halkı Batılı bir üniforma içine girmeye zorlamak
için psikolojik bir girişim olan fesin yasaklanmasında simgesini buldu.
Freud, herhangi, bir dinsel baskı
uygulamasının yalnızca zararlı olabileceğini ustalıkla görmüştü. Cinsellik
gibi, din de yaşamı her düzlemde etkileyen bir insan gereksinimidir. Baskı
altına alınmışsa, sonuçları herhangi sert cinsel baskı kadar patlayıcı ve zarar
verici olabilir. Dinsel baskı aşırı tutuculuğu doğurabilir, aynı, teizmin
yetersiz biçimlerinin Tanrıyı reddedişe yol açabileceği gibi. Türkiye'de, medreselerin kapatılması
kaçınılmaz biçimde ulemanın otoritesinin çökmesine neden oldu. Bu, İslam'daki
en eğitimli, ılımlı ve sağduyulu unsur çökerken, yeraltı Sufizminin en aşırı
biçimi din adına kalan tek anlayış oldu.
Diğer yenilikçiler zora dayanan baskının
yanıt olmadığından emindiler. İslam öteki uygarlıklarla ilişki kurmakta her
zaman başarılı olmuştu ve toplumlarında derinlemesine ve kalıcı yenilik için
elinin gerekli olduğuna inanıyorlardı. Yirminci yüzyılın başında neredeyse her
Müslüman aydını ateşli bir Batı hayranıydı.
Yenilikçilerin hepsinin entelektüel
eğilimleri vardı ve bunun yanında İslami mistisizmin bazı biçimleriyle hemen
hepsi ilişki içindeydi. Sufizm ve işrakıyyenin daha yaratıcı ve imgelemci
biçimleri önceki buhran dönemlerinde Müslümanlara yardım etmişlerdi ve yeniden
buna yöneldiler. Tanrı deneyimi bir engel olarak değil, çağdaşlığa geçişi
hızlandıracak, derinlemesine dönüşüm için bir güç olarak görüldü. Böylelikle iranlı yenilikçi Cemaleddin el-Afgani (1839-89) çağdaşlığın tutkulu bir savunucusuyken,
ayın zamanda Suhreverdi'nin işraki mistisizminin de ustasıydı. Yenilik gerekli
olmakla birlikte, esas olan dindi. Afgani, mümin, tutkulu bir teist bile olsa,
tek kitabı Maddecilerin Çürütümü’nde Tanrıdan çok az söz edilir. Batının
akla değer verdiğini ve İslam ve Doğuluları mantıksız kabul ettiğini
bildiğinden, Afgani İslam'ı insafsız akıl kültüyle tanınmış bir inanç olarak
tanımlamaya çalıştı. İslam tanımını Batılı ülkü olarak algılanana uygun biçimde
yapmak, kısa süre sonra fazlasıyla yıkıcı olacak olan Müslüman dünyasında yeni
bir güven eksikliğini gösterir.
Afgani'nin Mısırlı müridi Muhammed Abduh'un (1894-1905)
yaklaşımı farklıydı. Günümüz Müslümanlarından Şiiliğin en radikal mistik
mezheplerinden bazıları, Dürzi ya da Aleviler, modern bilimle özellikle
ilgilenirler, İslam dünyasında batı politikalarına ilişkin ciddi kuşkular
vardır ama çok azı Batı bilimiyle kendi Tanrı inançlarını uzlaştırmayı bir
sorun olarak görür.
Her yenilikçi gibi, Abduh inancının
köklerine dönmeyi istiyordu. Bunun için Peygamberin ruhuna ve ilk Doğru yolu
göstermiş dört Halifeye (raşidun) dönmeyi savundu. Bu çağdaşlığın aşırı
tutucu bir reddini gerektiriyordu yine de. Abduh Müslümanların çağdaş dünyada
yerlerini almaları için bilim, teknoloji ve laik felsefe çalışmaları
gerektiğinde ısrar ediyordu. Şer'i Hukuk Müslümanların gerek duydukları
entelektüel özgürlüğü kazanabilmeleri için yenilenmeliydi. İnsanlık tarihinde
ilk kez Kuran'da akıl ve dinin yan yana yürüdüğünü kanıt göstererek, Afgani
gibi, İslam'ı akılcı bir din olarak göstermeye çalıştı. Hadisi aktardı: “Tanrının yarattıklarını düşün, ama zatını değil, yoksa mahvolursun.” Gizle örtülü olan Tanrının asıl varlığım
akıl kavrayamaz. Kabul edebileceğimizin hepsi Tanrının başka hiçbir varlığa
benzemediğidir. Teologların uğraştığı bütün öteki sorular önemsizdir ve Kur'an
tarafından zann diye saf dışı edilmişlerdir.
Hindistan'da öncü yenilikçi Sir Muhammed İkbal'di
(1876-1938): Hindular için Gandi ne ise Hindistan'ın
Müslümanları için ikbal oydu. Aslında bir mütefekkirdi -Sufi ve Urdu şairi-
ancak Batılı bir eğitim almış ve felsefe doktorası da yapmıştı. İkbal, şiir ve
felsefe aracılığıyla İslami ilkelerin yaratıcı yapılanması yoluyla halkının
sıkıntısını gidermeye girişti.
Nietzsche gibi Batılı filozoflardan, ikbal bireyciliğin önemini
özümsemişti. Tüm
evren bireyin en yüce biçimi olan ve insanların 'Tanrı' dediği bir Mutlak’ın
temsiliydi. Kendi tekil yapılarını anlamak için, her insan daha fazla Tanrı
gibi olmalıydı. Bunun anlamı, herkesin daha bireysel, daha yaratıcı olması ve
bu yaratıcılığını eyleme dökmesi demekti. Müslüman içtihad ilkesi onları
yeni düşünceleri kabul etme yolunda cesaretlendirmeliydi: Kuran'ın kendisi
sürekli gözden geçirmeyi ve kendi kendini incelemeyi emrediyordu. Afgani ve
Abduh gibi, ikbal de, ilerlemenin anahtarı olan bu deneysel tutumun İslam'da
ortaya çıktığını ve ortaçağ sırasında Müslüman bilim ve matematiği yoluyla
Batıya geçtiğini göstermeye çalıştı.
Ne yazık ki bireycilik, kendi başına bir
amaç haline geldiğinden, Batıda putperestliğin yeni bir biçimi olmuştu,
insanlar bütün hakiki bireyselliğin Tanrıdan çıktığım unutmuşlardı. Bireyin
dehası dizginleri hepten bırakılırsa tehlikeli işlerde kullanılabilirdi:
Kendilerinin Tanrılar gibi olduklarını sanan bir Üstinsan soyu, Nietzsche'nin
tasarladığı gibi, korkutucu bir manzaraydı: insanların zamana bağlı
kaprislerini ve kavramlarını aşan bir normun çerçevesine gereksinimleri vardı.
Ülkünün Batılı çürümesine karşı gerçek bireycilik yapısını desteklemek İslam'ın
göreviydi. Onların, yaradılışın sonu ve kendi kendinin varoluş amacı olan Sufi
ülküleri Kamil-insan vardı. Kendisini en yüce olarak gören ve ayaktakımından
nefret eden Üst-insan'dan farklı olarak, Kamil-insan Mutlak'ı
tam olarak anlaması ve halk kitlesini kendisiyle beraber sürüklemesiyle
tanımlanmıştı. Herkes sonunda Tanrıdaki kusursuz bireyselliğe kavuşacaktı.
Batının bakış açısı umutsuzca önem
kazanmıştır. Hüseyin gibi insanlar dini ve Tanrı merkeziyetini anlamışlar ancak
çağdaş dünyayla ilişkilerini yitirmişlerdi. Çağcıllıkla ilişkide olan insanlar
Tanrı duygularını yitirmişlerdi. Bu kararsızlıktan, modern tutuculuk olarak
tanımlanan, Tanrıdan el çekme olan, siyasi eylemcilik çıkar.
Avrupa Yahudileri de inançlarına yapılan
saldırgan eleştiriden etkilenmişlerdi. Almanya'da, Yahudi filozoflar 'Yahudilik
Bilimi' adım verdikleri, Yahudiliğe yüklenen kölece, yabancılaştırıcı bir inanç
olduğu suçlamalarına karşı Hegelci terimlerle yeniden yazılmış bir Yahudi
tarihi geliştirdiler. İsrail tarihinin bu yeniden yorumu girişiminde
bulunanların ilki Solomon Formstecher'di (1808-89). Tin Dini (1841) adlı kitabında, Tanrıyı bütün şeylerde
bulunan bir Tin dünyası olarak tanımladı. Yahudilik geliştirilmiş bir Tanrısal
kavramına erişen ilk din oldu ve kısa sürede gerçekten tinsel bir dinin neye
benzediğini tüm dün yaya .gösterdi.
ilkel, pagan dinin Tanrıyla doğayı
özdeşleştirdiğini ileri sürdü Formstecher. Bu kendiliğinden, düşünce ürünü
olmayan dönem insan soyunun çocukluğunu anlatıyordu, insanlar kendi
bilinçlerine daha fazla erdikleri zaman, tanrı kavramının daha incelikli
aşamalarına varmaya hazır oluyorlardı. Bu 'Tanrı' veya 'Tin'in doğa sınırları
içinde değil, onun üstünde ve ötesinde varolduğunun farkına varmaya başladılar.
Bu yeni tanrı kavramına erişen peygamberler bir ahlak dinini vaaz ettiler.
Başlangıçta vahiylerinin kendileri dışında bir güçten geldiğine inanıyorlardı,
ancak büsbütün dıştan gelen bir Tanrıya bağlı değil, kendi Tinle dolu doğalarından
esinlendiklerini giderek anladılar. Yahudiler bu ahlaki Tanrı kavramına ulaşan
ilk insanlardı. Sürgünde geçen uzun yılları ve Tapınaklarını yitirmeleri onları
dıştan gelen destek ve idarelerden soğutmuştu. Böylelikle, Tanrıya serbestçe
yaklaşmalarını sağlayan daha yüksek bir dinsel bilinç türüne eriştiler. Hegel
ya da Kant'ın ileri sürdüğü gibi, ne tefekküre dalan papazlara bağlıydılar ne
de yabancı bir Yasayla korkutulmuşlardı. Bunların yerine Tanrıyı kendi
zihinleri ve bireysellikleri aracılığıyla bulmayı öğrenmişlerdi.
Müslüman yenilikçiler gibi, Yahudilik Bilimi temsilcileri de tam bir akılcı inanç olarak dinletinin
şimdiki halinden endişe duyuyorlardı. Sabetay Sevi fiyaskosundan ve Hasidizmin
yükselişinden sonra bir utanç haline gelen Kabbala'dan kurtulmakta özellikle
istekliydiler.
Sonuç olarak, 1842'de Yahudilerin Dinsel Felsefesi’ ni yayımlayan Samuel Hirsch,
Yahudiliğin mistik boyutunu görmezlikten gelen ve özgürlük düşüncesine
odaklanan ahlaki ve akılcı bir Tanrı tarihi sunan bir İsrail tarihi yazdı,
insan 'ben' diyebilme yeteneğiyle tanımlanırdı. Bu kendini bilme ayrılamaz
kişisel özgürlüğü gösteriyordu. Pagan dini bu özerkliği yeşertemezdi, çünkü
insanlık gelişiminin ilk aşamalarından bu yana kendini bilme armağanı yukarıdan
verilir gibiydi. Paganlar kişisel özgürlüklerinin kaynağını doğada bulmuşlardı
ve kimi kusurlarının kaçınılmaz olduğuna inanıyorlardı. Tanrı, Evrenin
Efendisi, bu içsel özgürlüğe varmanıza yardım etmek için dünyayı düzenledi ve
her birey bu amaca ulaşmak için başka hiç kimse tarafından değil, fakat Tanrı
tarafından eğitilir. Yahudilik, Yahudi olmayanların sandıkları gibi kölece bir
inanç değildi.
Nachman Krochmal (1785-1840),
Yahudilerin başarılarının Tanrıya körü körüne bir bağlılığın değil, fakat ortak
bilinç çalışmalarının sonucu olduğunu ileri sürdü. Din ve felsefe arasındaki
tek fark, Hegel'in belirtmiş olduğu gibi, dinin temsili bir dil kullanırken
ötekinin kendini kavramlarla açıklamasıydı.
Özgürleşmeyle gelen yeni güven, 1881'de
Çar II. Nicholas'ın idaresi altındaki Doğu Avrupa ve Rusya'da zalimce bir
anti-semitizmin baş göstermesiyle ağır bir darbe yedi.
Hermann Cohen (1842-1918) hali Kant ve
Hegel'in metafizik anti-semitizmiyle uğraşır görünüyordu. Yahudiliğin kölece bir inanç olduğu
suçlamalarıyla uğraştı Cohen, Tanrının gökten, boyun eğilmesini emreden bir dış
gerçeklik olduğunu reddetti. Tanrı yalnızca insan zihninde biçimlendirilmiş bir
düşünce, ahlaksal ülkünün bir simgesiydi.
Bunlar, onu çağdaşlarından ayıran büsbütün
farklı bir Musevilik anlayışı geliştirmiş Franz Rosenzweig'in (1886 1929)
onaylamadığı düşüncelerdi. Zalim bir Tanrıya bir köleye yakışır, aşağılık bir
bağımlılığı özendiren Tevrat geleneğini tutkuyla reddetti Rosenzweig. Engin
iman kalabalığında korkmuş, yitik ve yalnızız her birimiz. Bu bilinmezlik ve
korkudan tek kurtuluşumuz, Tanrının bize dönmesidir. Tanrı bizim
bireyselliğimizi azaltmaz, bu nedenle, tam kendi bilincine erişmemizi sağlar.
insanbiçimci herhangi bir yolla Tanrıyla
buluşmak bizler için olanaksızdır. Tanrı varlığın Temelidir, kendi varlığımıza bağlı olduğundan bize
benzer bir başka kişiymiş gibi onunla konuşamayız. Tanrıyı tanımlayan bir
sözcük veya düşünce yoktur.
1882' de, Rusya'daki ilk Yahudi kıyımından
sonraki yıl, bir grup Yahudi Filistin'e yerleşmek üzere Doğu Avrupa'dan
ayrıldı. Kendi ülkeleri olana değin Yahudilerin eksik ve yabancılaşmış insanlar
olarak kalacaklarına inanmışlardı. Tarihteki olaylar Siyonistleri kendi dinlerinin
ve Tanrılarının işe yaramadığına inandırdığından cüretli laik bir hareket
olarak Sion'a (Kudüs'ün antik adı) dönüş özlemi başladı. Rusya ve Doğu
Avrupa'da, Siyonizm, Karl Marx'ın kuramlarını uygulamaya koyan devrimci
sosyalizmin bir yan çalışmasıydı. Yahudi devrimciler yoldaşlarının Çar kadar
anti-semitik olduklarını fark etmişlerdi ve komünist bir rejimde yazgılarının
düzelmeyeceğinden korkuyorlardı: Olaylar yanılmadıklarım gösterdi. David Ben Gurion (1886-1973)
gibi ateşli genç sosyalistler bavullarını toplayıp Filistin'e yelken açtılar;
Yahudi olmayanlar için ışık olabilecek örnek bir toplum yaratmaya ve sosyalist
mutluluk döneminin habercisi olmaya kararlıydılar. Diğerlerinin bu Marksist
düşlere zamanları yoktu. Karizmatik AvusturyalI Theodor Herzl (1860-1904) yeni
Yahudi macerasını bir sömürge girişimi olarak gördü: Avrupa emperyal güçlerinin
birinin kanatları altındaki Yahudi devleti İslam çölündeki ilerlemenin öncü
kolu olacaktı.
Kabul edilmiş laikliğine karşın, Siyonizm
kendini içgüdüsel olarak geleneksel dinsel terminoloji içinde açıkladı; aslında
Tanrısız bir dindi. Eski kurtuluş, hac ve yeniden doğuş temalarından ilham
alıyordu, geleceğe ilişkin olarak vecd ve mistik umurlarla doluydu. Siyonistler
kurtulan özün bir belirtisi olarak kendilerine yeni adlar verme uygulamasını
bile benimsemişlerdi. Siyonistler eski dinsel yönetmelerini tersine
çevirmişlerdi. Aşkın bir Tanrıya yönelmek yerine, Yahudiler kendilerini
yeryüzünde gerçekleştirmenin arayışı içindeydiler, ibranice hagshamah terimi (sözlük anlamı, somutlaştırmak) Tanrıya fiziksel veya insani özellikler
atfetme huyu anlamı yüklenerek ortaçağ Yahudi felsefesinde olumsuz bir terim
haline gelmişti. Siyonizmde, hagshamah yerine getirme, günlük dünya
içinde İsrail'in umutlarını gerçekleştirme anlamına geldi. Kutsallık artık
cennette bulunmuyordu: Filistin kelimenin tam anlamıyla 'kutsal' bir topraktı.
Siyonistlerin Araplarca ihmal edildiğini
iddia ettikleri toprağı işlemekle, Yahudiler onu kendileri için kazanacaklar ve
aynı zamanda, kendilerini sürgünün yabancılığından kurtaracaklardı.
Sosyalist Siyonistler çığır açan
hareketlerine Emeğin Zaferi adını verdiler: kibbutizm’leri, ortaklaşa
yaşadıkları ve kendi kurtuluşları için çalıştıkları laik manastırlar haline
geldi. Çalışmaları laik bir ibadetti. Artık Siyonistin Tanrıya
gereksinimleri yoktur; kendisi yaratıcıdır.
Kutsal Topraklara bağlılık günümüz Yahudi
köktencilik putperestliğini doğurdu. Tarihsel İslam'a bağlılık Müslüman
dünyasında benzer bir tutuculuğa yardım etti. Hem Yahudiler hem Müslümanlar
karanlık bir dünyada anlam bulmaya çabaladırlar. Tarihin Tanrısı onları
başarısızlığa uğratmış gibidir. Siyonistler insanlarının sonunda yok edeceği
korkularında haklı çıktılar. Çoğu Yahudi için, Nazilerin yaptığı Yahudi
katliamından sonra geleneksel Tanrı düşüncesi olanaksız hale geldi.
Ateistlik, artık birkaç entelektüel
öncünün zahmet çekerek kazandığı bir ideoloji değil, yaygın bir durum. Geçmişte
ateizm her zaman belirli bir Tanrı düşüncesinden çıkardı ama şimdi
tektanrıcılıkla temelsiz ilişkisini yitirmiş ve laikleştirilmiş bir toplumda
yaşama deneyimine otomatik bir karşılık haline gelmiş gibidir.
Jean Paul Sartre (1905-80) insan
bilincinde Tanrının her zaman bulunduğu, tanrı biçimli boşluktan söz etti.
Bununla birlikte, Tanrı varsa bile, Tanrı düşüncesi özgürlüğümüzü reddettiğine
göre, onu reddetmek gerektiğinde ısrar etti. Geleneksel din bize tam insan
olmak için insanlığın Tanrı düşüncesine boyun eğmesi gerektiğini söyler. Oysa,
biz insanlığı özgürlüğün bulduğu beden olarak görmeliyiz. Maurice Merleau Ponty (1908-61),
merak duyumuzu artırmak yerine Tanrının aslında onu reddettiğini ileri sürdü.
Çünkü Tanrı tam bir kusursuzluğu simgeler, bizim yapabileceğimiz ya da
kazanacağımız bir şey kalmamıştır. Albert Camus (1913-60) kahramanca bir
ateistliği önerdi, insanlar, insanlığa duydukları arzuyu dışarı boşaltabilmek
için cüretle Tanrıyı reddetmeliydiler. Tutkulu ve bağlayıcı bir ateistlik
usandırıcı ve yetersiz bir tektanrıcılıktan daha dinsel olabilir.
1950'lerde, A. J. Ayer (1910-91) Tanrının
olup olmadığını değil, Tanrı düşüncesinin bir anlamı olup olmadığını sormuştu. Nasıl doğrulanabildiğini veya yanlış
olduğunun gösterilebildiğini göremezsek bir ifadenin anlamsız olduğunu ileri
sürdü. Ayer'in dediği gibi: "Teizm çok karmaşıktır ve içinde 'Tanrı' geçen cümleler
öyle tutarsız ve yanlışlanabilirlikten veya doğrulanabilirlikten öyle uzak
görünüyor ki, inanç veya inançsızlıktan, güven veya güvensizlikten söz etmek
mantıksal olarak olanaksızdır"'.
Ateizm, teizm kadar anlaşılmaz ve anlamsızdır. 'Tanrı' kavramında reddedilecek
veya kuşkuya düşülecek bir şey yoktur.
Teolojinin yenilen doğmasından önce,
tanrısal olana ilişkin tüm eski kavramlarımız ölmeliydi.
Kudretsiz bir Tanrı yararsızdır ve insan
varoluşunun anlamı olamaz. Tanrı kavranılmaz olabilir, ama insanlar bu
tanımlanamaz Tanrıya güvenme ve anlamsızlığın ortasında bile, bile, bir anlam
yükleme hakkına sahiptirler.
İsviçreli teolog Karl Barth (1886-1968) dinsel deneyim üzerindeki vurgusuyla
Schliermacher'in Liberal Protestanlığına karşı çıktı. Tanrıya ilişkin
biçimlendirdiğimiz her doğal düşünce hatayla kuşatılmıştır, bu nedenle, böyle
bir Tanrıya tapınmak putperestlikti.
Paul Tillich (1868-1965)
geleneksel Batı tektanrıcılığının kişilik sahibi Tanrısının gitmesinin
gerektiğinden emindi ancak insanoğlu için dinin gerekli olduğuna da inanıyordu.
Derinde kök salmış bir endişe insanlık durumunun parçasıdır: bu nevrotik
değildir çünkü kökü çıkarılamaz ve hiçbir terapi onu söküp atamaz.
Gövdelerimizin yavaş yavaş ama kaçınılmaz biçimde çürüyüşlerini izlerken, yok
olma dehşetinden ve yitmekten korkarız sürekli.
Evreni tamir edip duran bir Tanrı
saçmaydı; insan özgürlüğü ve yaratıcılığıyla çatışan bir Tanrı zorbaydı. Eğer
Tanrı kendi dünyasında bir kişilik, şenle ilgili bir ben, sonucundan ayrı bir
neden olarak görülmüşse 'o' kendinde Varlık değil bir varlık olur. Her şeye
gücü yeten, her şeyi bilen bir zorba, her şeyi ve herkesi idare ettikleri
makinenin önemsiz dişlileri haline getiren dünyadaki diktatörlerden çok da
farklı değildir. Böyle bir Tanrıyı reddeden bir ateistlik fazlasıyla haklıdır.
Bunun yerine biz bu kişilik sahibi
Tanrının üzerinde bir Tanrı aramalıyız. Bu konuda yeni bir şey yok. Kitabı
Mukaddes günlerinden beri, tektanrıcılar dua ettikleri Tanrının yapısındaki
mantığa aykırılığın ayırdına varmışlardı, kişileştirilmiş Tanrının aslında
kişisellik dışı kutsallıkla dengelendiğinin ayırdındaydılar. Her dua, söz
söylemesi olanaksız biriyle konuşma girişimi olduğundan, bir çelişkiydi;
istemeden önce onlara ihsanda bulunan ya da bulunmayan birinden ricada
bulunmaktı; kendi benimizden başka 'ben' e
daha yakın olan bir Tanrıya, kendinde Varlık olarak, 'sen' diyordu. Yüzyıllarca Tanrı simgeleri, 'ilahi takdir' veya 'ölümsüzlük' insanların
yaşamın dehşetine ve ölüm korkusuna dayanmalarını kolaylaştırmıştır, ama bu
simgeler güçlerini yitirdikleri zaman korku ve kuşku kalmıştır. Bu korku ve
endişeyi yaşayan insanlar, simgesel gücünü yitirmiş bir tektanrıcılığın gözden
düşmüş Tanrısının üzerindeki Tanrıyı aramalıdırlar.
Diğerleri Tanrıyı zamanın siyasi meydan
okuyuşuna uygun ve insanlar için daha kolay bulunur hale getirdiler. İran
devrimiyle sonuçlanan yıllarda, genç laik felsefeci Dr. Ali Şeriati, eğitimli,
orta sınıfın arasından çok büyük kalabalıkları peşinde sürükledi. Şeriati,
Batılılaştırmanın Müslümanları kendi kültürel köklerine yabancılaştırdığına
inanıyordu ve bu düzensizliği ortadan kaldırmak için Müslümanlar inançlarının
eski simgelerini yeniden yorumlamalıydılar. Kendi kitabı Hac'da Şeriati,
okurlarını Mekke'ye hacı olmaya götürüyordu, giderek, her bir hacının kendi
imgelemine dayanarak dinamik bir Tanrı yaratması gerektiğini söylüyordu açıkça.
Şeriati'nin eylemci inancı tehlikeliydi: Şah'ın gizli polisi kendisine işkence
edip sınır dışı etti ve hatta 1977' de Londra'da ölümünden onlar sorumlu
olabilirler.
Martin Buber (1878-1965)
tinsel süreç ve temel birlik için mücadele anlamında aynı derecede dinamik bir
Musevilik görüşüne sahipti. Tanrı ne yapmamızı istediğini asla söylemediğinden,
özgürlüğümüzü veya yaratıcılığımızı tehlikeye atmayan, Tanrıyla sonsuz bir
konuşmaydı yaşam. Bir Kantçı olarak, Buber'in, yabancılaştırıcı bulduğu
Tevrat'a ayıracak zamanı yoktu: Tanrı kanun yapıcısı değildi!
Tanrının varlığını mantıksal olarak
kanıtlamaya çalışmanın gereği yoktu. Akılcılık ve kavramlarla yapılacak bir
şeyin olmadığı hazır bir korkudan ötürü Tanrıya inanç doğmuştu. Kitabı Mukaddes
kutsallık duygusuna boyun eğecekse, şiir gibi mecazen okunmalıdır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ateist
filozoflar da Tanrı düşüncesinden etkilenmişlerdir. Varlık ve Zaman’da (1927) Martin Heidegger (1899-1976) Varlık'ı O'nun Hıristiyan anlayışındaki
'Tanrı' olduğunu yalanlamasına karşın, Tillich'le oldukça benzer bir biçimde
algıladı: o belirli varlıklardan farklıydı ve düşüncenin normal
kategorilerinden ayrılıyordu. Ahlaki değeri Nazi rejimiyle bağlantısından
dolayı yalan çıkmışsa da Heidegger'in çalışması kimi Hıristiyanlara esin
kaynağı olmuştur.
Marksist filozof Ernst Bloch (1884-1977) Tanrı düşüncesini insanlık için doğal
buldu, insan yaşamının bütünü geleceğe yönelmişti: Yaşamlarımızı eksik ve tamamlanmamış
olarak yaşarız. Hayvanların tersine, asla yetinmeyip hep daha çok isteriz. Bu,
yaşamımızın her noktasında kendimizi aşmak ve bir sonraki aşamaya geçmek
zorunda olduğumuzdan bizi düşünmeye ve gelişmeye iter: bebek emeklemek
zorundadır, yeni yürüyen yetersizliklerinin üstesinden gelmek ve çocuk olmak
zorundadır ve benzeri. Tüm düşlerimiz ve isteklerimiz ileriye, sonra gelene
yönelir. Felsefe bile, henüz olmayanın, bilinmeyenin deneyimi olan, merakla
başlar. Sosyalizm de bir ütopya için ileriye bakar ancak, inancın Marksist
reddine karşın, umudun olduğu yerde din de vardır. Feurbach gibi, Bloch da
Tanrıyı henüz gerçekleşmemiş insan ülküsü olarak gördü, ama bunu yabancılaşma
olarak görmek yerine insanlık durumu için elzem buldu.
Max Horkheimer’de (1895-1973),
Frankfurt Okulu'nun Alman toplum kuramcısı, Tanrıyı bir bakıma peygamberleri
anımsatan önemli bir ülkü olarak gördü. O'nun varolup olmadığı ya da ona inanıp
inanamamak gereksizdir. Din esas olarak bir Tanrı var diye içte duymaktır. En
baş düşlerimizden biri adalet özlemidir. Hepimiz dünyanın haksızlığının son
sözcük olmayacağını umuyoruz.
Geleneklere uygun dinsel inançları olmayan
insanların, Tanrı tarihinde keşfettiğimiz merkezi temalara dönüp onlara
sarılmaları, bu düşüncenin çoğumuzun varsaydığı kadar yabancı olmadığını
gösterir. Bununla birlikte yirminci yüzyılın ikinci yarısında, bizim daha büyük
bir uyarlamamız gibi davranan kişilik sahibi Tanrı düşüncesinden uzaklaşma
hareketi yaşandı. Kuran Allah'ı, en başından Yahudi-Hıristiyan geleneğinden daha
az kişisel terimlerle ifade eder. Teslis ve mitoloji ve mistik dizgelerin
simgeciliği gibi öğretiler, hepsi, Tanrının kişiliğin ötesinde olduğunu
söylemeye çalışmışlardı. Cambridge, Emmanuel College'in dekanı Don Cupitt de
'ateist papaz' diye adlandırılmıştı: O, teizmin geleneğe uygun Tanrısını kabul
edilemez bulur ve dinsel deneyimi teolojinin önüne koyan, Hıristiyan
Budacılığının bir biçimini önerir. Yine de Tanrı gerçekten var olmamıştır ve
'dışarıda' Hiçlik vardır düşüncesi yeni değildir.
1970'lerden ben yeni gelişmelerin en
belirgin niteliklerinden bir tanesi, Tanrının üç dinini de içeren, en büyük
dünya dinlerinde genellikle 'kökten dincilik' dediğimiz bir sofuluk türünün
ortaya çıkmasıdır. Oldukça politik bir ruhanilikle yaklaşımı sözlü anlamlara
dayalı ve hoşgörüsüzdür. Maurice Cerullo gibi diğer Evangelistler, Hz. İsa’nın
söylediklerini sözcüğü sözcüğüne alan sahici inancın önemli bir belirtisinin
mucizeler olduğuna inanıyorlardı. Müslüman dünyasında da, Batıda fazlaca
dillendirilmiş, benzer gelişmeler olmuştur. Sütün biçimleriyle kökten dincilik
şiddete dayalı bir inançtır.
Hıristiyan 'Aile Değerleri', İslam' veya 'Kutsal Toprak' gibi
insani, tarihsel olguları dinsel bağlılık odakları yapmak putperestliğin yeni
bir biçimidir.
On sekizinci yüzyıl boyunca, teistler
geleneksel Batı Hıristiyanlığını büyük oranda reddettiler çünkü açık bir
biçimde zalim ve hoşgörüsüz bir hale gelmişti. Aynısı bugün için de geçerlidir.
Kökten dinci olmayan, geleneksel müminler çoğunlukla onların saldırgan
dürüstlüklerini paylaşırlar. Tanrıyı, Tanrının kendisine yükledikleri kendi
sevgi ve nefretlerini dayandırmak için kullanırlar. Bununla kutsal ibadetlere
titizlikle katılan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar farklı etnik ve ideolojik
topluluklara iftira ederek, dinlerinin temel doğrularından birini inkar etmiş
olurlar.
Tanrı ayrıca değersiz bir her derde deva,
sıradan yaşama bir seçenek ve hoşgörülü fantezi nesnesi olarak kullanılabilir.
Tanrı düşüncesi sıkça, halkın afyonu olarak kullanılmıştır. Aslında, 'Tanrı'
insanların bu dünya üzerinde yoğunlaşmalarına ve hoş olmayan gerçeklikle
karşılaşmalarına yardımcı olmak için kullanıldı.
Hem Musevilikte hem de İslam'da can alıcı
önemi olan tektanrıcılığın, İsraillilerin kişisel sorumluluğu da geliştirmiş
oldukları Babil'e sürgün sırasında kök salmış olması rastlantı değildir.
Hahamların her yede hazır bir Tanrı düşüncesini insan kişiliğinin dokunulmaz
hakları anlayışını geliştirmekte Yahudilere yardım etmesi için kullandıklarını
gördük.
Kölece boyun eğiş isteyen bir Tanrıdan kurtulmayı
öğütleyen ateistler, Tanrının yetersiz ama ne yazık ki bildik imgesine karşı
çıkmışlardı. Yine, bu fazlasıyla kişilik sahibi olan bir tanrı kavramına
dayanıyordu. Tehditle, yurttaşlık itaati içinde halkı yıldırmak artık kabul
edilebilir, hatta uygulanabilir değildir. Kanun yapıcı ve Yönetici olarak
insanbiçimci Tanrı düşüncesi post modernliğin yapısına uygun değildir.
insanlar, insan yaşamında bir yüce anlam ve değer bulmaya çalıştıklarında,
zihinleri belli bir yönde işler gibi görünür. Bu biçimde davranmaya
zorlanmazlar; bu insan doğası için doğal bir şey gibidir.
Felsefe deneyimi, Müslümanlar, Yahudiler
ve daha sonra Batı Hıristiyanları arasındaki akılcılığın yeni kültüyle Tanrı
inancı arasında bağlantı kurma girişimidir. Sonunda Müslümanlar ve Yahudiler
felsefeden uzaklaşmışlardır. Onlar, akılcılığın, özellikle bilim, tıp ve
matematik gibi deneysel çalışmalarda yararlı olduğunu, ancak kavramların
ötesinde yer alan bir Tanrı tartışması için hiç uygun olmadığına karar
verdiler.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
tek bir topluluğa özgü, yeni bir din kurduğuna inanmadı ve doğru yolu gösteren
tüm inançların tek Tanrıdan geldiğini düşündü. Buna karşın dokuzuncu yüzyılda,
ulema bunu göz ardı etmeye ve İslam kültünü tek sahici din olarak göstermeye başladı.
Feylezoflar, başka bir yol aracılığıyla varmalarına karşın, daha eski
evrenselci yaklaşıma döndüler.
1921'de İngiltere'yi ziyareti sırasında,
Canterbury Başpiskoposu Einstein'a, göreliliğin teolojideki yansımalarının
neler olduğunu sordu. Einstein şöyle karşılık verdi: "Hiçbir şey. Görelilik tamamen bilimsel bir konudur ve dinle hiçbir
ilişkisi yoktur.
Yaratıcı olarak Yehova'ya ilgi duyulması Babil'e sürgüne dek Yahudilikte
görülmedi. Bu Yunan dünyasına yabancı bir kavramdı: ex nihilo yaratılış 341'deki
İznik konsiline dek Hıristiyanlığın resmi öğretisi değildi. Ne ki, yaratılış
Kuran'ın ana öğretisidir, Tanrıya ilişkin bütün söylemlerinde olduğu gibi, bu
anlatılamaz bir hakikatin ‘mesel’i ya da bir 'belirti'si (ayat)
demektir. Yahudi ve Müslüman akılcılar bunu zorlu ve kuşkulu bir öğreti olarak
gördüler ve çoğu reddetti. Sufiler ve Kabbalacılar Yunan yayılma benzetmesini
yeğlediler.
Kişilik sahibi bir Tanrı düşüncesi
günümüzde ahlaksal, entelektüel, bilimsel ve tinsel nedenlerden dolayı giderek
daha kabul edilemez görünmektedir. Kabile, pagan günlerinden beri erkek olmuş,
kişilik sahibi bir ilahla, cinsiyetinden dolayı, feministler de
bağdaşamamışlardır. Filozofların Tanrısı şimdi geçersiz hale gelmiş bir
akılcılığın sonucudur, bu nedenle onun varlığının geleneksel kanıtları artık
işlevsizdir. Filozofların Tanrısının Aydınlanmanın teistleri tarafından geniş
kabul görmesi, şimdiki ateizme atılan ilk adım olarak alınabilir.
Mistiklerin Tanrısı günümüz için olası bir
seçenek gibi görünebilirdi. Mistikler Tanrının bir Diğer Varlık olmadığında
uzun zaman ısrar etmişlerdir; Onun gerçekte hiç varolmadığını ve ona Hiçlik
demenin daha doğru olduğunu iddia ederler. Bu Tanrı laik toplumumuzun ateist
ruh durumuyla ve onun, Mutlak'ın yetersiz imgelerine duyduğu kuşkuyla
uyumludur. Tanrıyı, bilimsel kanıt aracılığıyla gösterilebilen, nesnel bir Olgu
olarak görmek yerine, mistikler onun varlık temelinde yaşanan öznel bir deneyim
olduğunda ısrar ederler. Bu Tanrıya imgelem aracılığıyla yaklaşılabilir ve
anlatılamaz gizem, güzellik ve yaşamın değerini açıklayan diğer büyük sanatsal
simgelere benzer bir sanat biçemi türü olarak görülebilir. Mistikler kavramları
aşan bu Gerçekliği açıklamak için müzik, dans, şiir, roman, öykü, resim, heykel
ve mimariden yararlanırlar. Bütün sanatlar gibi, mistisizm de göz yumucu
duygusallık ve yansıtmaya karşı bir koruma olmak üzere, zeki, disiplin ve
özeleştiri gerektirir. Hem Sufiler hem de Kabbalacılar uzun zaman tanrının
içinde dişi bir unsur ortaya çıkarmaya çalıştıklarından, mistiklerin Tanrısı
feministleri bile memnun edebilmiştir.
Geri adım atmalar vardır yine de. Sabetay
Sevi bozgunu ve günümüz Sufiliğinin gerileyişinden sonra mistisizm çoğu Yahudi
ve Müslüman tarafından kuşkuyla karşılanmıştır. Batıda mistisizm hiçbir zaman
ana dinsel akımın görüşü olmamıştır. Protestan ve Katolik yenilikçiler
mistisizmi ya yasakladılar ya da dışladılar ve bilimsel Akıl çağı bu anlayış
tarzını cesaretlendirmedi. 1960'lardan beri, mistisizme karşı, Yoga, meditasyon
ve Budacılık hevesiyle açığa çıkmış yeni bir ilgi vardır ama bizim nesnel,
deneyci düşünüşümüzle kolayca uyum sağlayacak bir yakınlaşma değildir bu.
Mistiklerin Tanrısını kavramak kolay değildir. Bir ustayla uzun bir eğitimi ve
çokça zaman harcamayı gerektirir. Mistik Tanrı olarak bilinen (çoğu adını
anmayı reddeder) bu gerçeklik duygusunu kazanmak için çok sıkı çalışmak
zorundadır. Hızlı zevklere, ayaküstü yemeğe ve anında iletişime alışmış
toplumlar için çekiciliği yoktur. Mistiklerin Tanrısı hazır ve önceden
paketlenmiş olarak gelmez. Bütün bir cemaate ellerini çırptıran ve dilleriyle
konuşturan, halkı dinsel uyanışa teşvik eden bir vaiz tarafından yaratılmış
hazır vecd kadar çabuk hissedilemez o.
Mistisizmin çoğunlukla anlaşılması güç bir
öğreti olarak algılandığını gördük, bunun nedeni mistiklerin halk kitlelerini
dışarıda bırakmak istemeleri değil, fakat bu doğruların yalnızca özel eğitimden
sonra zihnin sezgisel bölümünce algılanabilmesidir.
İsrail peygamberleri kendi duygularını ve
deneyimlerini Tanrıya yüklemeye başladıklarından beri, tektanrıcılar bir
anlamda kendileri için bir Tanrı yaratmışlardır. Dinsel düşünceler
geçerliliğini yitirdiklerinde, genellikle acı vermeden yok olurlar: Deneycilik çağında insanın Tanrı tasarımı
artık işimize yaramıyorsa, atılacaktır. Yine de geçmişte insanlar, cinsellik
için bir odak olacak yeni simgeleri her zaman yarattılar, insanlar merak
duygularını ve yaşamın kutsal anlamını beslemek için kendi kendilerine her
zaman bir inanç yaratmışlardır. Tam da çağdaş yaşamın nitelikleri olan
amaçsızlık, yabancılaşma, anomie ve şiddet, onların 'Tanrı' veya
herhangi bir şeyi -ne olduğu çok önemli değil- düşünerek bir inanç
yaratamadıkları şu anı işaret eder gibidir; çoğu insan ümitsizliğe düşmüştür.
İNSANLAR BOŞLUĞA VE YALNIZLIĞA DAYANAMAZLAR; YENİ BİR ANLAM ODAĞI YARATMAKLA
BOŞLUĞU DOLDURACAKLARDIR.
****************************************************
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar