Print Friendly and PDF

TÜRKLÜĞÜN ŞARTI KAÇTIR?



Avrupa’nın ve dünyanın tarihinde Türklük ve Türk Müslümanlıkla eş değerdir. Ayrılık isteyen kardeşlerimizin derinlerinde yatan düşünce ve olumsuzluğun onlar için ne büyük kayıp olacağını tahmin etmeye gerek yoktur. Ayrılıktan doğan şey yokolmak ve tarihin derinliklerinde kaybolmaktır. Kültür zorlama ile oluşmadığı gibi bazı şeyleri kolay kazanmakta mümkün değildir.

Ali Yakup Cenkçiler, ”zarif bir Osmanlı Beyefendisi” olduğu gibi Osmanlı’ya karşı sevgisi ve hürmeti ise bir başka. Osmanlı’ya hürmetine en büyük sebep olarak ise şunu gösteriyor:
Bizim Balkanlarda hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar yaşarlardı. Türklükle Müslümanlık da aynı anlamda kullanılırdı.
Bir Hıristiyan Müslüman olunca  ona “Türk oldu!” derlerdi. İslamın şartını sayarken, “TÜRKLÜĞÜN ŞARTI BEŞ” diye sayardık.
 “Valla Azizim! Osmanlı Balkanları fethedip, oraları İslam’la müşerref kılmamış olsaydı, kimbilir, ben de şimdi Katolik bir Hıristiyan olarak kilisede haç çıkarıyor olurdum.”  
Hoca’ya Balkanlar’da Türk kelimesinin ne ifade ettiği sorulduğunda, yüzünde bir gülümseme belirerek yanıt veriyor:
“Bir Arnavut, Müslüman olduğunu belirtmek istediğinde ’Elhamdülillah Türküm’ der.
Hocalar vaaz ederken ‘Türklüğün şartları 33’tür’ şeklinde konuşur.
‘Allah Türklükten ayırmasın.’, ‘Allah canımızı Türk olarak alsın.’
şeklinde dualar eder insanlar.
İşte azizim! Türk budur Balkanlar için.”

Erişim: http://www.dunyabizim.com/Manset/11213/ihyayi-tercume-etmesi-istenince-ne-demis.html
Mustafa Atalar
Altınoluk /
21 Temmuz 2004
Libya'da Ali Yakup Hoca'dan bir tarih muhasebesi...
1970’li yılların sonlarına doğru, Libya’lıların uluslararası boyutta bir gövde gösterisine dönüştürebilmek  amacıyla her yıl var güçleriyle çalıştıkları, ama pek çok katılımcıya da  artık alışılmış ve bildik gelen bağımsızlık yıldönümü kutlamalarından birindeyiz.
Dünyanın değişik ülkelerinden binlerce katılımcının doldurduğu muhteşem salonda, farklı ırk ve milletlere mensup hatipler, arka arkaya kürsüye gelerek, önceden büyük bir titizlikle hazırladıkları anlaşılan, her biri birer hitabet örneği sayılabilecek nitelikteki konuşmalarını yapıyorlar, tebliğlerini sunuyorlar. Konuşmalar, anında belli başlı dillere tercüme edilip, kulaklıklarla dinleyicilere ulaştırılıyor.
Zaman ilerleyip, konuşmalar uzadıkça, dinleyici koltuklarında oturanların yüzlerindeki usanç ifadesi artık saklanamaz hale gelmişti. Bazı katılımcılar, hatibe ve kürsüye ilgilerini çoktan kaybetmişler, yanlarındaki yörelerindekilerle sohbeti koyultmuşlar, salondan yükselen uğultu konuşmacıların sesini bastıracak seviyeye ulaşmıştı.  Gürültünün şiddetinden, sunucunun kürsüye davet ettiği son konuşmacının adı ve kimliği en dikkatli dinleyiciler tarafından bile anlaşılamadı. Saatler süren oturumların ve çoğu aynı minval üzere uzayıp giden nutukların ardından, kimsenin yeni bir konuşma daha dinlemeye tahammülü  kalmamıştı.
Kürsünün arkasında olduğundan daha ufak tefek görünen, altmış yaşını aşkın bu gösterişsiz konuşmacı, bir yandan mikrofonu kendisine göre ayarlarken, bir yandan da dikkatle ve belli bir çaresizlik içinde kendisinden habersiz dinleyicileri süzüyordu.
Neden sonra,  konuşma yapmaya hazırlanan, ama sesini duyuramama endişesiyle gürültünün dinmesini bekleyen, kimseden susup kendisini dinlemesini isteyemeyecek kadar nazik  birini fark eden bazı insaf sahipleri, yavaş yavaş kendilerini toparlamaya, sohbetlerine ara vermeye, kendi aralarında konuşanları da susmaları  için uyarmaya başladılar. Kendi aralarında konuşanların sayısı azaldıkça, salondaki uğultu her saniye biraz daha şiddetini kaybetti. Kürsüdeki adam, nihayet sesini duyurabileceğine kanaat getirmiş olacak ki, mikrofona biraz daha yaklaşıp, sözlerine başladı:
- Değerli Hazırun,
Burada saatlerdir çok yararlı ve güzel konuşmalar dinledik. Tahammül sınırlarınızı daha fazla zorlamamak ve sizin gibi sahasının gerçekten uzmanı bilim adamları, araştırmacılar önünde haddimi de aşmış olmamak düşüncesiyle ben meramımı kısa bir fıkrayla anlatıp, kürsüden inmek İstiyorum.
Fıkra sözünü duyan dinleyicilerin dikkat kesilmesiyle, salonda sinek uçsa vızıltısının duyulabileceği tam bir sessizlik hakim olmuştu. Hatibin pek de gür olmayan sesi, artık koca salonun her köşesinden rahatça duyulabiliyordu.
-Efendim, adamın birine adını sormuşlar.  Adam, kibirli bir eda ile adını sorma cüretinde bulunanlara karşı şöyle bir kasılmış ve isminin son hecesini bir hayli uzatarak "Benim adım Yakuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuup!" demiş. Sonra yanındaki kişiye: "Peki, senin adın ne birader? " diye  sormuşlar,  O da "Vallahi ne desem bilmem ki... Benim adım da onunkinden ama, o kadar uzun boylu değil, benim adım sadece Yakup!" demiş.
Muhterem arkadaşlar! Benim adım Ali Yakup... Yani Ali Yakuuuuuuuuuuup değil, Sadece Ali Yakup...
Kimsenin tanıyıp bilmediği bu beklenmedik hatibin, umulmadık fıkrası, ciddi ve bilimsel konuşmaların ardından herkese ilaç gibi gelmişti. Başka bir zaman anlatılsa, ufak bir tebessümle geçiştirilebilecek nitelikteki bu basit  fıkraya, ağır-oturaklı ilim ve fikir adamları,  ciddi bürokratlar bile, sağa-sola, öne arkaya kaykıla kaykıla, adeta kendilerinden geçercesine kahkahalarla gülüyorlardı. Biraz önce gürültüden konuşmasına başlayamayan hatip, bu sefer de konuşmasını sürdürebilmek için kahkaha tufanının dinmesini beklemek zorunda kalmıştı. Ortalık biraz sakinleşince sözlerine devam etti:
- Benden önce kürsüye gelen değerli ilim ve fikir adamları, Libya'nın yabancı düşmanlardan, İtalyanlardan  nasıl kurtulduğunu ve kahraman Libya halkının, zalim dış düşmanlara karşı  nasıl amansız bir bağımsızlık mücadelesi verdiğini değişik yönleriyle uzun uzun anlattılar. Söylenenlerin hepsine katılıyorum. Duyduklarımdan çok etkilendim ve yararlandım. Bu konu üzerinde ne kadar çok durulsa yine de azdır. Bir milletin, ülkesini işgal eden yabancılara karşı verdiği özgürlük mücadelesi, gerçekten büyük ve önemli bir iştir. Özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerini, bu mücadelelere  kanı, canı pahasına girenleri, her zaman iftiharla, minnet ve şükranla anmak, yabancı düşmanların ülkeden sürülüp atılmalarının yıldönümlerini  her yıl bayramlarla kutlamak, çekilen acıları, katlanılan fedakarlıkları yad etmek, gelecek nesillerin boynuna borçtur.
Bunların hepsi iyi hoş  da, bana yine de bazı şeyleri unutuyormuşuz, gözden kaçırıyormuşuz gibi geliyor. Geçmiş tecrübelerimiz bize, yabancı düşmanı ülkeden kovmakla, ne yazık ki her şeyin  hallolmadığını, aksine esas işin ondan sonra başladığını gösteriyor. Neden derseniz, yabancı düşmanı teşhis etmek kolaydır. Çünkü o her şeyiyle senden farklıdır, bellidir ve karşındadır. Gözler onu hemen tanır, akıllar anlar. "Bu gavurdur!" dersin, tavrını alırsın. Varını yoğunu ortaya koyar, ülkenden siler atarsın ama, onun arkada bıraktığı kuyruklarıyla,   aldatıp kandırdıklarıyla, zehirledikleriyle, fikren iğfal ettikleriyle karşı karşıya kalırsın. Bunları tanıyıp teşhis etmek çok zor olduğundan, bunlarla mücadele de kolay değildir. Gözler bunları tanıyamaz afallar kalır, akıllar anlayamaz şaşırır kalır. Bunlar senden görünür, adı, sanı, dili, kılığı, kıyafeti sana benzer ama senden değildir; aksine sana düşmandır. Seni hiç bir yabancı düşmanın vuramayacağı yerinden vurur. Öz vatanında hayatı sana çekilmez hale getirir. Asırların birikimi olan maddi, manevi, sosyal, kültürel değerlerini, varlıklarını ve en önemlisi geleceğin demek olan nesillerini elinden alır, helak ve heder eder; dünyanı ve ahıretini cehenneme çevirir.
Cenab-ı Hakk bunları Bakara Suresi'nin 204 ve 205. ayetlerinde şöyle tanıtıyor: "İnsanlardan öyleleri vardır ki; dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimiyetine) Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır.  O, bir iş başına geçti mi, yeryüzünde ortalığı fesada vermeye, harsı ve nesilleri kökünden kurutmaya çalışır. Allah ise fesadı sevmez.”
İşte değerli arkadaşlar, esas kazanılması gereken mücadele, bu mücadeledir! Bu mücadeleyi kaybeden milletlerin varlıklarını ve kimliklerini koruyabilmeleri mümkün değildir! Ne mutlu bu mücadeleyi de kazanabilenlere!
Söyleyeceklerim bundan ibaret... Hepinizi hurmet ve muhabbetlerimle selamlarım...
Hemen hemen hiç kimsenin tanıyıp bilmediği, bu meçhul ve gösterişsiz adamın, basit bir fıkra temeline dayandırdığı ilginç konuşması, herkesi derinden etkilemişti. Biraz önce kahkahadan kırılan dinleyiciler, şimdi de yüzlerindeki duygulu ve düşünceli ifadelerle ve  ellerini patlatırcasına, onu ayakta alkışlıyorlardı.  
Sahildeki lüks otellerden birinin bahçesinde,  Kuzey Afrika baharlarının o tatlı ılıman bir ikindi sonrası… Güneşin batmasına daha  bir hayli zaman var. Ama konferans davetlileri, onurlarına verilen kokteyl nedeniyle, bahçeyi çoktan doldurmuşlar bile…
Hiç tanınmadığı bir yerde yaptığı kısa konuşmasıyla birdenbire herkesten daha popüler hale gelen konferansın son konuşmacısı,  daha bahçeye adımını atar atmaz yoğun bir ilgiyle karşılaştı. Kimisi uzaklardan “Ali Yakuuuuup!” diye el sallayarak gündüz anlattığı fıkrayı çağrıştıran bir şekilde kendisini selamlıyor, kimisi yanına gelip halini hatırını soruyor, hararetle elini sıkarak tebriklerini iletiyor, kimisi de meraklı sorularla bu garip yabancıyı tanımaya çalışıyordu.
Ali Yakup Hoca ise, bir yandan bu teveccühlere uygun mukabelelerde bulunuyor, bir yandan da her zamanki tatlı muzipliğiyle  beraberindeki heyet arkadaşlarına:
-“Yahu azizim, baksanıza buralarda biz bayağı meşhur olmuşuz. šöhret felakettir derler, sakın  başımıza bir şey gelmesin!” gibi sözlerle  takılmadan edemiyor; “Öyleyse sen de uslu dur Hoca!”  diyenlere de, “Azizim, durabilsem duracağım, ama elimde değil duramıyorum. Ne yapayım,  söylesem dilim yanacak, söylemesem içim yanacak!” türünden cevaplar yetiştiriyordu.
Bir ara, kalabalık maiyetiyle beraber Libya’lı bakanlardan birisi de Hoca’nın bulunduğu gruba katıldı. Tavırlarından onda da, konferanstaki sıra dışı konuşmayı  yapan bu garip yabancıyı daha yakından tanıma arzusu uyandığı seziliyordu. Kısa bir hoşbeşten sonra:
- Efendim, duyduğum kadarıyla, Türk heyetindenmişsiniz… Akademisyen misiniz, yoksa Devlet Memuru mu? diye sordu.
- Hiç birisi değil, beyefendi! Ben bir fabrikanın muhasebe servisinde çalışan, kendi halinde biriyim. Hiçbir resmi sıfatım ve görevim de yok! Lutfetmişler heyete beni de dahil etmişler, ben de görev kabul edip, geldim.
- Ama nasıl olur? Peki Arapça’yı bu kadar güzel konuşmayı nerede öğrendiniz? Herkesin sahip olamayacağı bu derin bilgiye, bu geniş tetebbuata, bu engin kültüre nasıl sahip oldunuz?
- Efendim, ben aslen Kosovalıyım, yani Arnavut’um. Tahsilimi Mısır’da tamamladım. Yıllarca Kahire Üniversitesi Kütüphanesi’nde görev yaptım. Çok büyük alimlerle ve çağımızın önemli fikir adamlarıyla tanışıp, onlardan istifade etme şansını yakaladım. Ömrüm hep kitaplarla, okumakla ve okutmakla geçti.
- Peki madem Arnavut’sunuz, ne diye Türkiye’ye yerleştiniz? Niçin kendi memleketinize dönmediniz? Neden Mısır’da kalmadınız veya başka bir Müslüman ülkeye göç etmediniz?
- Sayın bakan, bana göre dünyada Kosova’dan daha güzel bir memleket yoktur. Ama ne yapalım ki, oralar çoktan Müslümanların elinden çıkmış, kafirler tarafından istila edilmiş. Dinimiz daha kıymetli olduğu için, hicret etmek zorunda kaldık. Dinimi özgürce yaşayabileceğim başka bir  ülke de bulabilirdim ama; benim ta küçüklüğümden beri tek idealim, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere yetiştirmekti. Çünkü ben, hidayetimi Allah’ın lütfu ile Türklere borçlu olduğuma inanıyorum. Eğer Türkler oralara gelmeseydi, ben de atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım. Bizim Balkanlarda hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar yaşarlardı. Türklükle Müslümanlık da aynı anlamda kullanılırdı. Bir Hıristiyan Müslüman olunca  ona “Türk oldu!” derlerdi. İslamın şartını sayarken, “TÜRKLÜĞÜN ŞARTI BEŞ” diye sayardık.
-Ama Hocam, o devirler artık gerilerde kaldı. Herkes biliyor ki: bugün Türkiye’de Müslümanlık eskisi gibi güçlü değil!
- Azizim!  Az veya çok, şöyle veya böyle her yerde Müslümanların durumları birbirine benziyor. Bazı ümit verici gelişmelere rağmen, çoğunun dini de, dünyası da tehdit ve tehlike altında.  Nerede olursa olsun, İslamın ve Müslümanların lehine olan gelişmeler beni hep mutlu eder, aleyhine olan gelişmeler de üzer. Ben dinim için, yani Müslüman olarak yaşayıp, Müslüman olarak ölebilmek için, doğup büyüdüğüm yerleri terk ettim ve anavatanım bildiğim Türkiye’ye hicret ettim.  Bazıları  için belki öyle olmayabilir ama, bu din benim için her şeyden daha kıymetli.  Allah muhafaza, farzımuhal o ülkede tek bir Müslüman kalmasa bile, benim Müslüman olarak kalmam, orada İslamın ve Müslümanların yücelmesi için çalışmam gerektiğine inanıyorum. Bana göre, Müslümanların tüm sorunlarının kaynağı ve başlarına gelen bütün felaketlerin ana sebebi, Allah’ın dinini ve Kitabını layıkı vechile anlayıp, yaşayamamaları. Ama bugün böyle diye, bu hep böyle sürüp gidecek değil. Geçmişe baktığımızda, islamın  zaman zaman güçlenerek, zaman zaman  zayıflayarak günümüze kadar geldiğini görürüz. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Allah’ın, her toplum için aynı olan, şaşmaz ve değişmez kanunları var. O bu kanunlarını kimse için de değiştirmez. Allah, Kur’anı ve islamı en iyi şekilde anlayıp yaşayan toplumları, milletleri  yükseltir,  onlara dünyada da ahırette de izzet ve şeref, ululuk, saadet ve hadsiz hesapsız nimetler bahşeder.  Yüz çevirenlerden de nimetlerini çeker alır, Bu hep böyleydi ve kıyamete kadar da hep böyle sürüp gidecek. Dünkü izzet ve nimet devirleri kalıcı olmadığı gibi, bu günkü sıkıntı, bela ve musibetler de inşallah devam edip gitmeyecek. Kullarının hallerine göre, Cenab-ı Hakk nimetlerini sürekli değiştirir. Geçmişi idealleştirmenin veya kötüleyip yerin dibine batırmaya çalışmanın bize hiçbir yararı olmaz. Ama geçmişi iyi tanıyıp, iyi analiz etmeliyiz. Nereden geldiğini bilemeyenler, hiçbir yere gidemezler. İçinde bulunduğumuz bu çukura  nasıl düştüğümüzü bilemezsek, nasıl çıkacağımızı da bilemeyiz. Yaşadığımız olumsuzluklara, sıkıntı ve problemlerimizin büyüklüğüne  bakıp asla ümitsizliğe de kapılmamalıyız.  Sorunlar  ne kadar büyük ve karmaşık olursa olsun, Allah’ın yardımıyla Müslüman onun çözümünü mutlaka bulur. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Allah’ın Müslümanlara büyük lütufları olacaktır. Hatta bugünün ve yarının,  bilimsel ve teknolojik gelişmelerini nazarı itibara alırsak, önceki Müslümanlara nasip olmayan, onların hatırından hayalinden bile geçmeyen nimetlere bizler erişebiliriz ve erişmeliyiz de.Yeter ki biz, o lütuflara layık olmaya çalışalım, gerekli  hazırlıklardan, gayret ve fedakarlıklardan geri durmayalım.  Tarihe bir dönüp bakın, ne göreceksiniz? Türkler de Araplar da ancak İslamdan sonra ve İslam sayesinde, dünyayı hayran bırakan  köklü, kalıcı ve güçlü medeniyetler kurabilmişlerdir. İslamdan önce her ikisi de göçebe toplumlardı. Gerçi Türkler, İslamdan önce de batıya sayısız akınlar yaptılar, önlerine gelen engelleri seller gibi yıkıp geçtiler, batıda devletler de kurdular ama; oralarda kendileri de, devletleri de kalıcı olamadı; eriyip, yok olup gittiler. Ama Müslüman olduktan sonra, islamı götürdükleri her yerde hüsnü kabul gördüler. Az iken çok oldular. Osmanlılar Söğüt’e üçyüz çadırlık bir aşiret olarak geldiler, sonra Allah’ın yardımıyla Türklüğün ve Müslümanlığın mührünü, silinmez biz şekilde üç kıtaya vurdular.
- Hocam, hepsi iyi güzel de, Türklere biraz iltimas geçiyorsunuz gibi geldi bana! Adamları  neredeyse göklere çıkardınız. Biraz abartmıyor musunuz? Biz de tarih okuyoruz. Yıllarca onların hegemonyası altında kalmışız. Bize az zulüm ve haksızlık yapmamışlar. Bizi az sömürmemişler.
- Siz de mi böyle düşünüyorsunuz?
- Nasıl düşünelim hocam! Bunlarla ilgili ciltlerce  kitap , sayısız yayın basılmış.
Ortada tarihi gerçekler var.
- Evet, dedi hoca, tarihi gerçekler güzel bir söz. Ama tarihi doğru yazıp, doğru okumalı ve doğru yorumlamalı. Maksatlı propagandalara aldanmamalı. Sağlam ve doğru kaynaklara, gerçek olaylara, sağlıklı yorumlara dayanan bir tarih bilgisi ve şuuru, hem günümüzdeki problemlerimizin, dertlerimizin sebeplerini daha iyi anlamamıza , hem de bunlara daha gerçekçi ve kalıcı çözümler üretmemize yardımcı olur. Çarpıtılmış tarih anlayışları ise dertlerimizi, problemlerimizi daha da içinden çıkılmaz, çözülemez  hale getirir.
Laf arasında hocanın gözü, tam karşılarında duran, sahile çok yakın küçük bir ada
üzerindeki bir kaleye takıldı. Bakana kaleyi işaret ederek sordu:
- Söyleyebilir misiniz bana? Şu küçücük ada üzerindeki dev bina da neyin nesi?
- Ha şu mu? O bir İspanyol Kalesidir üstad.
- İspanyol Kalesi mi? Allah, Allah… İspanyol Kalesinin burada işi ne? İspanyollar
bu kocaman kaleyi, bu küçücük ada üzerine niye yapmışlar? Bunca zahmete, emek ve masrafa neden katlanmışlar acaba?
- Neden olacak üstad? Elbette buraları istila etmek için!
- E istila edebilmişler mi?
Hocanın şaka ettiğini  sanan bakan, gülerek:
- Üstadım galiba şaka ediyorsunuz. Eğer istila edebilselerdi, şimdi biz burada olabilir miydik? Adamlar sekizyüz yıl İslam hakimiyetinde kalan İspanya’ da, Endülüs’te bile bir tane Müslüman bırakmamışlar,  bize mi acıyacaklardı.
- Öyleyse neden istila edememişler?
Bu soru karşısında herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Cevabını oradaki herkesin gayet iyi bildiği ama, sonuçları üzerinde herhalde hiçbirinin yeterince düşünmediği bu soru hepsini şaşırtmıştı. Sorunun cevabını da sorandan bekleyen bakışlardaki şaşkınlığı, ilgi ve merakı fark eden Hoca, ağır ağır konuşmasını sürdürdü:
- Eğer sizi sömürdüğünü, zulüm ve haksızlık yaptığını iddia ettiğiniz Türkler buralara gelmeseydi; Oruç Reis’ler, Turgut Reis’ler, Barbaros’lar yetişmeseydi, Endülüs gibi bu topraklar da İspanyolların eline geçmiş olacaktı, öyle değil mi? Sizler de şimdi benimle Arapça konuşamayacak, adınız Müslüman adı, dininiz de İslam olmayacaktı. Yani adınızı da, dilinizi de, dininizi de o sizi sömürdüğünü iddia ettiğiniz Türklere borçlusunuz. Bunlar az şeyler midir?
Aradan birisi, çokbilmiş bir eda ile ve biraz da, bu açıklama karşısında sıkıştığını düşündüğü bakanının gözüne girmek istercesine hemen atıldı:
- Peki üstad, bizi sömürmediler mi?
- Azizim, o zaman Arapların Osmanlılar tarafından sömürülebilecek nesi vardı?
Petrolü mü, kıymetli madenleri mi, yoksa mümbit toprakları mı? Çevrenizdeki Osmanlı eserlerine bir bakın! Aldığı vergiden kat kat fazlasını, Osmanlı buralarda yatırım olarak bırakmış!               
Bakanının hoşuna gidebilecek bir şeyler söyleme konusunda, kimseden geri kalmaya tahammül gösterememenin aceleciliği içinde bir başkası:                         
- Yaptıkları zulüm ve haksızlıklara ne diyeceksiniz üstad? diye ekledi,
- Zulüm, haksızlık ve cehalet ne yazık ki, insan oğlunun en bariz vasıflarıdır.
Bunun için pek öyle uzaklara da gitmeye gerek yok. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Keriminde, en yakın aile fertlerimizden, çoluk çocuğumuzdan bile düşmanca tutum ve davranışlar görebileceğimizi, bizi fitneye düşürebileceklerini, ama yine de onlara hoşgörüyle, müsamaha ile, hatalarını affederek yaklaşmamızı tavsiye ediyor. Sonra biz, Allah’a ve ahıret gününe inanan insanlarız. Biz birbirimizi bağışlamazsak, birbirimize müsamahalı  ve hoşgörülü davranmazsak, yarın hesap gününde, Allah’ın huzurunda, Allah’tan  bizi affetmesini nasıl talep edeceğiz. Rabbimiz bize “Peki sen benim için kimin kusurunu bağışladın?” diye sormaz mı?  Geçmişte olup bitenleri, birbirimize yaptığımız zulüm, hata ve  haksızlıkları büyütüp, bunları yeni düşmanlık ve zulümlere gerekçe kılmanın bize hiçbir gereği ve faydası yok. Bu tutum bizi güçlendirmez, zayıflatır; birleştirmez, parçalar. Ama bu olayları enine boyuna inceleyip elekten süzgeçten geçirmeli, olayların önünü sonunu araştırarak  görünen yüzün gerisindeki gerçek ve görünmeyen sebepleri iyice araştırmalı, hata ve yanlışlardan dersler çıkarmalı, bir daha o yanlışlara düşmemenin, birlik ve beraberlik içinde, daha iri ve daha güçlü olmanın yollarını aramalıyız. Hem ben size bir şey daha söyleyeyim mi? Düşmanlığı, zulmü, haksızlığı, adaletsizliği hep uzaklarda ve dışarıda aramanın da bir alemi yok! Tarihe dönüp bir bakın! Türk’ün Türk’e, Arab’ın Arab’a yaptığını, belki de hiçbir yabancı onlara yapmamıştır. İşte, ölenlerin de öldürenlerin de hem Arap, hem de Müslüman olduğu, üstelik bu ümmetin en hayırlıları olan ashab-ı kiramın bile içine düşmekten kurtulamadığı büyük fitneler, işte Cemel ve Sıffin Savaşları, işte Kerbela Faciası ve daha niceleri…TARİH BOYUNCA KURULAN TÜRK DEVLETLERİNDEN ÇOĞUNUN, YİNE TÜRKLER TARAFINDAN YIKILDIĞI DA BİR GERÇEK. Tarihteki olaylardan ibret almak, dostlukları pekiştirip geliştirmeye çalışmak, düşmanlıklara asla imkan ve fırsat tanımamak, başta Müslüman aydınlar, ilim ve fikir adamları, yetki ve sorumluluk sahipleri olmak üzere herkesin boynunun borcudur. Yoksa Allah korusun, başımıza çok daha büyük felaketler, bela ve musibetler gelebilir.  Bizim için bu hem hayat memat meselesi, hem de en önemli dini vecibelerden biridir. Cenab-ı Allah bize, müminlerin ancak kardeş olduğunu, birbirlerine asla düşman olamayacaklarını bildirdikten sonra, Müslüman kardeşlerimiz arasındaki anlaşmazlıkları çözmemizi, onların aralarını bulup düzeltmemizi, birbirlerine haksızlık yapmalarına, saldırıda bulunmalarına engel olmamızı emrediyor.      
Bugün Müslümanların içinde bulunduğu durumdan hiçbir Müslüman memnun değil. Öyleyse neden bu haldeler? Yoksa onlar bu duruma layık değildiler de, haşa Allah onlara haksızlık mı yaptı? Yahut onların düşmanları çok mu güçlü idi? Hiç birisi değil! Cenab-ı Hakk : “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi hali) değiştirmedikçe, Allah da onlara ihsan ettiği nimetini değiştirmez.” (Enfal Suresi; Ayet:53) buyuruyor. Allah Müslümanlara karşı çok cömert, çok lütufkar, çok merhametli, çok bağışlayıcıdır. Onlara dünya hayatında da ahıret hayatında da yardım, nusret, zafer, onur, şeref, ululuk, üstünlük, kazanç, sevinç, başarı, mutluluklar ve daha pek çok güzel şeyler vaat  ediyor. Allah vaadinden dönmez, her şeye ve her dilediğini yapmaya da gücü yeter.  Müslümanım demek  bir iddiadır. Her iddia gibi bunun doğruluğunun da kesin ve gerçek delillerle, şahitlerle ispatlanması gerekir. Yoksa sadece kuru bir
Müslümanlık iddiasının Allah katında  değeri yoktur. Allah sınayıp denemeden ne bizi gerçek.
Müslüman olarak kabul eder, ne de has kullarına vaat ettiği nimetlere bizleri eriştirir.  Müslüman,  dininde imanında sadakatini önce tutum ve davranışlarıyla, yaşayışıyla ispat edecek, sonra da Allah’tan istediği şeylerin gerçekleşmesi için gereken gayret ve çabayı gösterecek ki, Allah’ın vaat ettiklerini beklemeye yüzü olsun. Hem  Müslümanın Kur’an’daki özelliklerini taşımayacak, hem belli bir gayesi amacı ve o amaç uğrunda ciddi bir çabası olmayacak, hem hata üstüne hata, cürüm üstüne cürüm, günah üstüne günah işleyecek,  sonra da ortaya çıkan türlü olumsuz sonuçlardan kendisini değil, başkalarını ve hatta Allah’ı sorumlu tutacak. Maalesef bugün Müslümanlık iddiasında bulunanların  çoğunun  ortak yanılgıları bu. Halbuki Rabbimiz  bizi böyle bir yanlışlığa düşmeyelim diye açıkça uyarıyor: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah yine de hatalarınızın bir  çoğunu bağışlıyor.” (šura Suresi, Ayet:30) “Sana gelen her iyilik Allah’ın lütfudur ve sana gelen her fenalık da kendinden (yaptığının cezası)dir.” (Nisa Suresi, Ayet:79) buyuruyor.  Demek ki, bizi bu duruma kendi gafletimiz, hatalarımız, kusurlarımız, yanlışlarımız, suçlarımız, cürüm ve kabahatlerimiz düşürdü. Hem de öyle ufak tefek değil, esaslı ve büyük hatalarımız. Sayısız imkan ve fırsatları, asırları ve çağları bize heba ettiren, Allah’ın nazarındaki değerimizi, kadrimizi kıymetimizi  düşüren, bizi Onun sonsuz ve sınırsız lütuf ve kereminden, rahmet ve merhametinden mahrum bırakan hatalarımız.
Ali Yakub Cenkçiler
(1913-21 Mayıs 1988)
Ali Yakub Hoca, 1913 yılında Kosova’da doğdu. Eğitim hayatına Kosova Gilan’daki medreselerde başladı; bir yandan da özel dersler aldı. 1936 yılında Kahire’ye hicret etti. Tahsilini İslam âleminin o zaman en şöhretli ilim yuvası olan Ezher Üniversitesinde sürdürdü.
Kahire’de İslam dünyasının en tanınmış ilim ve fikir adamlarıyla tanışıp, onlardan geniş çapta istifade etme imkanını buldu. Ahlak ve fazileti, ilme istidadı, gayret ve çalışkanlığı ile onların dikkat ve alakasını celbederek, pek çoğu ile yakın dostluklar kurdu. Hasan el-Benna, Yusuf ed-Dicvi, Hıdır Hüseyin, šeyh Bahit, Mustafa Sadık er-Refii bunlardan birkaçı idi. Özellikle Türkiye’den gelip Mısır’a yerleşmiş olan šeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Müderris Zahid ül-Kevseri, Yozgatlı Hoca İhsan Efendi gibi ilim ve fikir adamlarımızın samimi dostluklarını ve sevgilerini kazandı.
Kahire Üniversitesindeki Kütüphane Memurluğu sırasında, her türlü yayına ve nadir eserlere kolayca ulaşma; ayrıca buraya araştırma ve inceleme için gidip gelen her milletten ilim, fikir, edebiyat, basın yayın dünyasının uluslar arası şöhrete sahip önemli simaları ile tanışıp görüşme, fikir alışverişinde bulunabilme imkanlarına kavuştu.    
Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Türkçe, Sırpça, Arnavutça, Boşnakça gibi çok sayıda dile hakim olup, bu dillerde ve değişik ilim dallarında geniş tetebbuat, araştırma ve incelemeler yapması, doğuyu ve batıyı tarihi, coğrafyası, edebiyatı, sosyolojisi, ilmî, fikrî ve felsefî akımlarıyla çok iyi tanıması, kendisini tam bir hezarfen ve ansiklopedist durumuna getirmişti.
Mustafa Sabri Efendi, Zahid ül-Kevseri, İhsan Efendi, Hasan ül-Benna gibi çok sevdiği gönül dostlarının, üstatlarının vefatı, Cemal Abdünnasır’ın da Mısır’da dinî, ilmî ve fikrî hayata baskılar uygulamaya başlamasıyla Ali Yakub Hoca için Mısır’ın tadı tuzu iyice kaçmıştı.
Dostlarının, sevenlerinin ve üniversite camiasının karşı çıkmasına rağmen,1957 yılında Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğindeki tercümanlık görevini  kabul ederek Türkiye’ye yerleşmiş oldu. Aldığı maaş çok tatminkar olmasına rağmen, esas mesleğine ve hizmet aşkına uygun olmadığı için, Büyükelçilikteki hayat ve yaptığı iş ona çok sıkıcı ve manasız geldi. O bir ideal adamıydı ve hayatını o ideal uğrunda hizmet ederek geçirmek istiyordu. Bir müddet çalıştıktan sonra sefaretteki görevinden istifa ederek, İstanbul’a geldi. Ama kimse yüzüne bakmamış, tamamen işsiz güçsüz kalmıştı. Yurt dışından aldığı ve dünyanın her tarafında geçerli olan diplomaları Türkiye’de tanınmıyordu. Nihayet bir fabrikanın muhasebe servisinde çok düşük bir maaşla iş buldu. Emekli oluncaya kadar bu işte çalıştı. Emekli maaşından başka geliri, şahsî serveti ve mülkü yoktu.
Ömrünün en verimli yılları, posteki sayarcasına hesaplarla uğraşarak geçti. Fakat bu keşmekeşli, dağdağalı, zor ve zahmetli hayata rağmen, yine de talebe yetiştirmekten, okuyup okutmaktan geri kalmadı. Hele emekli olduktan sonra, kendini büsbütün bu sevdiği işe verdi. Gece gündüz bitmeyen bir enerji ile çalışıyordu. Bir yandan Haseki Külliyesindeki, Tuba Kız Kur’an Kursu’ndaki, İsmailağadaki, Emir Buhari Camiindeki, Atikali Paşa Camiindeki derslerine koşturuyor, bir yandan da evinde kendisinden özel dersler alan talebelerine, araştırma inceleme için yardımını isteyen yüksek öğrenim ve doktora öğrencilerine yetişmeye çalışıyordu.
Hiçbir zaman ilmini rızık vesilesi yapmadı. Geçimini başka işten ve kendi emeği ile kazandı. Öğrettikleri için talebelerinden en küçük bir karşılık almaz, maddî durumu zayıf olanlara elinden geldiğince o yardım ederdi.
Çeşitli çilelerle, sıkıntılarla, muhaceretlerle ama yiğitçe, mertçe, hep başı dik yaşadığı, mütevazi ama izzetli, onurlu, şerefli hayatı 21 Mayıs l988 Cumartesi günü seher vaktinde terk ederek,  her şeyini rızası uğruna terk etmeyi canına minnet bildiği Rabbine kavuştu.
Cenab-ı Hakk ecrini kat kat artırsın! Makamını Cennetin en yüce mertebeleri kılsın! Bizleri de şefaatine nail eylesin! Nur içinde yatsın!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar