WILLIAM SHAKESPEARE'IN TRAGEDYASI ROMEO VE JULIET'TEN YOLA ÇIKARAK: "MUTLU AŞK YOKTUR"
Hzl: Sibel
YILDIRIM ÖZER
Aşk, hepimizin
zaman zaman isteyerek, zaman zaman da bilinçsizce ama her seferinde tutku ile
bağlı olduğumuz bir duygudur. Kaçmak istesek de kaçamadığımız, kalmaya karar
verdiğimiz de ise bir türlü kendi formumuza uyduramadığımız takıntılı bir
durumdur. Kabul etsekde etmesek de aşka bağımlıyız. Tek yapmamız gereken onunla
yaşamayı öğrenmek olacaktır.
Romeo ve Juliet,
imkansız aşklarının peşine düşmüş, tutkuları ölümlerini hazırlamıştır. Çünkü
aşk, hesapsızca yaşandığında aşktır. W. Shakespeare de, Eros'un oklarına hedef
olan bu gençlerden yola çıkarak, aşkın düzene nasıl yenildiğini ve aşıkları da
peşinden nasıl da zahmetlice sürüklediğini şiirsel bir dille anlatmıştır.
Kısaca diyebiliriz
ki; gerçek aşk, kavuşamadığınız sürece AŞK'tır.
Subject: Begining with
W. Shakespeare's tragedy Romeo and Juliet: "There is no happy love"
By: Sibel Yıldırım Özer
The love is an
emotion that we are attached sometimes willingly and sometimes unexpectedly but
everytime passionately. Even if we want to escape we can not achieve to. When
we want to hold on love, we can not shape it as we want to so it becomes an
obsession. Whether we accept or not we are addicted to love. The only thing
that we have to learn is living peacefully with that emotion.
Romeo and Juliet
were on the trail of impossible love, but their passion prepared their death.
Because love should be embraced without any planning.W. Shakespeare is telling
the story of to young people who were the target of Eros'arrovvs and he is
pointing, how love fails to the system and how it makes lovers follow it even
with diffıculties with a poetic language.
We can say that
fınally : When the lovers can not come together it becomes
love.
"Mutlu Aşk yoktur'
İngiliz şair ve
yazar William Shakespeare'in, Shakespeare bilginlerince tahminen 1595 yılında
yazdığı ileri sürülen Romeo ve Juliet adlı tragedyası Aragon'un bu ünlü sözünü
doğrular nitelikte.
Aşk için pek çok
tarif yapılmıştır bugüne kadar. Kanımca en geçerli tarif yine W. Shakespeare'in
kaleminden dökülmüştür;
.. aşk, kanın
kaynamasıyla, iradenin izniyle olan bir şeydir... (william shakepeare, OTHELLO, I. Bölüm
İÜ. Sahne Remzi Kitabevi Say. 54)
Demek oluyor ki
Aşk, biz izin verdiğimiz sürece kendini var ediyor, yüceltiyor ve
sınırsızlaştırıyor. Aşkın yıkıcı gücü de burada başlıyor. 'Aşk bencildir,
sadece kendini düşünür. Gerçeklerden uzak, gerçek dünyadan kopuktur..' Kişiler
de kendilerini bu süreçte buldukları an'dan itibaren ölçüsüzlüğüne,
sınırsızlığına kapılırlar,böylece bu büyülenme -kendi kendini büyüleme- işi
ağını örer, aşıkları içine düşürür. Çünkü aşk, hızlıdır, bir an önce büyümek,
çoğalmak ve bedensel hazza kavuşmak ister.. Bu hız önü alınmaz felaketlere yol
açar. Sonuçlarındaki kesinlik de bir o kadar yıkıcı olur. Tıpkı Romeo ve Juliet
oyununda olduğu gibi...
Aşk'ta bilinç
yoktur, içgüdüsel hazlar ve istekler vardır. Akılcı yaklaşımlar yoktur,
duygusal eylemler vardır. Aşıklar hedefe hızla atılan oklar gibidirler,
dürtüleri onları fırlatır ve tek kesin olan şey, -bütün bunlar olup biterken
elbette etraflarında neler olup bittiğinin hiçbir zaman farkına
varmayacaklardır- amaçlarına ulaşıp ulaşamama konusundaki belirsizlikleridir..
İşte bu nedenledir
ki, bilinçsizliğe, ölçüsüzlüğe ve hazza ait olan AŞK mutluluğu getirmez
bizlere...
William
Shakespeare’in en ünlü tragedyalarından biri olan Romeo ve Julıet oyunun da,
gerek yazarın oyuna bakışı, gerek oyunu yazarken aşkın ve aşkın
tarafsızlığının, taraf olanlarca yok edilişini inceleyerek sahne üzerinde yeni
bir dil yaratmak istedik.
Birinci bölümde
yazar ve oyunun gelişimi ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Shakespeare’in bu
oyununun merkezine oturttuğu duygu, bütün herkeste bıraktığı eş değer izler ve
aşkın özünün bütünüyle acılara gebe olduğu duygusudur.
İkinci bölümde ise,
bu duygunun, niçin imkansızlaklardan beslendiği, bilimsel açıdan bakıldığında
neden mutsuzluğun kaynağı sayıldığı, kadına ve erkeğe ait farklılıkların
temelde ne olduğu anlatılmıştır.
Üçüncü ve son
bölümde de, oyunun sahneye nasıl bir yorumla konulduğu, hangi bilgilerden
faydalanıldığına dair bilgiler bulunmaktadır.
William
Shakespeare, 26 Nisan 1564’te Stratford upon Avon’da doğmuş, 23 Nisan 1616’da
aynı yerde ölmüştür.
İngiliz oyun
yazarı, şair; tiyatronun “ simgesi ”..
Lord Chamberlain’s
Men’e oyuncu ve yazar olarak katıldı (1594), Globe Theatre’ın yapılmasına mali
destek sağlayacak bir sendikanın kurulmasına yardım etti (1599). I. James’in
kral olmasından sonra, topluluk “ King’s Men ” adını aldı.
Shakespeare, en
güçlü oyun yazarlarından B. Johnson tarafından, “ bir çağın değil, bütün
zamanların adamı ”olarak nitelendirildi; “ gentleman ”payesini edindi (1601),
Stratford ve Londra’da ev alarak buraya çekildi.
Elizabeth dönemi
İngiliz tiyatrosunun başlıca temsilcisi olmanın yanısıra, dünyada adından en
çok söz edilmiş, en çok sahnelenmiş ve yorumlanmış, yabancı dillere en çok
çevrilmiş oyun yazarı olarak tarihe geçti. Bu önemi, çağının kültürel ve sosyal
bileşimini çok iyi yansıtabilmiş, yapıtlarıyla ulusal tiyatronun kuruculuğunu
yapmış, kendinden önceki kültürel mirası özümseyen Rönesans hümanist düşüncesi
doğrultusunda ürünler vermiş ve bütün bunların bir sonucu olarak, çokyönlü bir
anlatım biçimine ulaşmış olmasından geldi .
Oyunlarında,
ortaçağ ve halk tiyatrosu özelliklerini taşıyan açık oyun biçimiyle, Rönesans
klasik burjuva özellikleri taşıyan kapalı oyun biçimi birlikte varoldu. Gerek
tragedya ve komedyanın birbirini tamamlayıcı özellik taşıması, gerekse oyun
dili olarak hem koşuk, hem düzyazı biçiminin içiçe kullanılması, çokyönlü ve çok
zengin bir anlatımı gerçekleştirmesine olanak sağladı. Kişilerin çokyönlü
karmaşık bireysel yapısı, gerek komedya gerekse tragedya yapısının çokboyutlu
hale gelmesine, bu arada karakter komedyası ve karakter tragedyasının
gelişmesine yol açtı.
Ulusal bilinci
yoğunlaştıran tarih oyunlarının yanısıra, halk geleneğinin canlılığı ve
gerçekliğinin Rönesans’ın evrensel değeriyle de bütünleşmesi sonucunda, yepyeni
bir ulusal halk tiyatrosunu oluşturdu.
Shakespeare’in
oyunlarına baktığımızda pek çok ortak nokta görürüz. Bu bağlamda en genel
haliyle çerçeveleyebileceğimiz tema ise, saf aşıkların toplumun kurduğu
tuzaklara -düzene- yenilgisi olmuştur. Shakespeare oyunlarında oyun kişileri
kendi felaketlerini kendileri hazırlarlar, varoluşçu sorgulamaları sırasında hem
kendileri hem de etrafındakilerini o acı sona sürüklerler. Macbeth’de,
Othello’da, Hamlet’te ve Romeo ve Julıet’te gördüğümüz şey budur.. Bütün bu
oyunlara baktığımızda yaşanan felaket, çoğu dış kaynaklı sebeplerden oluşan
vicdan muhasebesidir. Buna aşk acısı, toplumsal yaralar, iktidar hırsı, yani
insanı insan yapan tüm inişli çıkışlı duygular dahildir. Sadece bu saydığımız
oyunlarında değil, Shakespeare’in diğer pek çok oyununda da bu özelliklere
rastlamamız mümkün..
Mesela Othello’da
gördüğümüz şey, tutkulu bir aşkın, dışardan kusursuz ve tam görünen bir
sevginin, kuşku ve karalama işin içine girdiğinde güvensizliğe nasıl da boyun
eğdiğidir. Bir anlamda adına kölelik de diyebileceğimiz bu durum öyle
dayanılmaz bir hal alır ki, aşk denilen, muhteşem hisler uyandıran büyü sonunda
bir işkenceye dönüşür. Yapılacak tek şey kalır geriye, kahramanın bu uçurumdan
kurtulması için, bilinçsizce çırpınışlarını somut eylemlere dönüştürmek..
Muhakkak daha büyük kayıplarla sonlanacak eylemler olacaktır bunlar.
Othello, yardımcısı
Iago’nun kendi çıkarları uğruna, herşeyden çok sevdiği karısına attığı
iftiranın sancılarıyla, önüne geçilemez felaketine doğru sürüklenir. Aşk bir
kez daha aklı ve mantığı geride bırakmış, kıskançlıkla beslenmiş, tüm sağduyuyu
öldürmüş, kendi gerçeğini yaratmıştır. Kanımca, ‘Aşkın gözü kördür’ sözü bir
kez daha ispatlanmış oluyor böylece.. Çünkü Othello, Iago’nun, karısının onu
aldattığına dair söylediği her sözü acılar içinde ve çaresizce değerlendirir,
gerçeklerden gittikçe uzaklaşır. İhanete uğramış, kandırılmış olma duygusu onu
bir kaosa, çok derin bir kaosa gömer. Olayları kendi bakış açısıyla, görmek
istediği, anlamak istediği haliyle betimler kafasında. Ve öyle olduğunu kabul
ederek, adımlarını da ona göre atar. ‘Kuşku bir kez girmeye görsün insanın
içine.. ’ dedirtecek cinsten eylemlerde bulunur. Peki bütün bunlara nasıl bu
kadar çabuk kanıp, nasıl bu kadar acımasızca davranır Othello(?), bunu neden
yapar sevdiğine(?), neden bu kadar duygularının kölesi olur ve mantığından bu
denli uzaklaşır(?). İşte bütün bunların cevabı, o karşı konulmaz, insanın elini
kolunu bağlayan, düşüncelerini saptıran ‘ Aşk’ olsa gerek.. Aşkın tutkuya
dönüşü, kişiyi amansızca peşinden sürükleyişi ve saptırmaları. Othello’da da,
Romeo ve Julıet’te de var bu. Her iki oyunda da en çılgın düşünceleri akla
getiren ‘aşk’ hem en yüce ve muhteşem olanı, hem de bir felaketin kaynağını
simgeliyor. Aşkın tiyatro maskı gibi iki yüzünü gösteriyor bizlere. Shakespeare
dehasını birçok oyununda uyguladığı farklı kurgusuyla ortaya koyuyor. Othello
ve Romeo ve Julıet oyunları kurgulanışı bakımından çok farklı olsa da, yazarın
aşk hakkında söylemek istediklerinde birleşiyorlar; çünkü Aşk, kontrol
edilmediğinde insanı kendi olmaktan çıkaran, adeta başka birşey haline
dönüştüren, panik duygusunu tetikleyen bir olgudur. O ‘başka birşey’ kavramı
kuşkucu, duygularıyla hareket eden, paranoyak, bencil ve gerçeklerden uzaktır.
Ayakları yere sağlam basmaz. Olup bitenin -gerçeğin - farkına vardığında ise iş
işten geçmiş olur..
Romeo rahatça ve doğal
olarak Julıet’i, sanki rüyada gibi kendisini yüceltip yeni bir varoluş
düzlemine ulaştıran, insan ırkının dışında biri olarak kabul eder. (SHAKESPEARE BİR
YAŞAM, Park Honan. YKY Sayfa 137)
Ancak, aşkın
muhteşem, engin, kişilerin varoluşunu ve kimliğini değiştiren gücüne inanmak,
aşkın sıradan özellikleri karşısında çaresizliğe düşmeyi gerektirmez.
Shakespeare’in aşk anlayışında yeni olan şey, bu kavramın yalnızlıkla olan
bağlantısını görmüş olmasıdır. Oyunlarındaki aşıkların belirgin özelliklerinden
biri de, yalnızlığın getirdiği çaresizlik duygusudur. Özellikle Othello,
ihanete uğramış olma duygusuyla adeta kavrulurken, kendine yabancılaşmış,
yolunu şaşırmış, ruhunda kibir, kuruntu, kendini bilmezlik gibi ezici
yanılgılarla dolup taşmaktadır.. Romeo’ya baktığımızda da aşkın belirtileri bu
örneklerden pek farklı görünmüyor, hemen hemen aynı aşırılıkta hareket
ediyorlar. Aşk onda da kendine yabancılaşmayı, kuruntuyu ve kendini bilmezliği
tetiklyor. Ona da yolunu şaşırtıyor. Çaresizlik duygusunu derinden hissettiriyor.
İşte bütün
bunlardan yola çıkarak yazarın söylemek istediği, seyirciye düşündürmek
istediği şey şu olsa gerek; Yaşamla ilgili olarak kafamızda önceden oluşmuş
düşünceler aniden değişirse, ya da sevdiğimiz birine duyulan güven yaşanan
olaylar sonucu sarsılırsa ne olur ?
İlk hissedeceğimiz
şey şüphesiz çaresizlik duygusu olacaktır. Tıpkı Romeo ve Julıet’in acı gerçeği
öğrendikten sonra duyumsadıkları, kendilerini ölüme yakınlaştıran durumları
gibi..
Tabi bütün bu
duygulanmaların sanatsal büyüsüne ulaşmak, onu anlamak, ona inanmak yazarın
gücüyle can alıcı noktasına ulaşıyor. Shakespeare’in hedefine ulaşmasını
sağlayabilecek nitelikleri arasında, dili ustalıkla kullanma yeteneği; soğuk ve
alaycı, ama zekice espri ve, tiyatro ile kurmacanın sınırsız gücüne olan inancı
vardır.(SHAKESPEARE BİR YAŞAM, Park Honan. YKY Sayfa 206)
Shakespeare her zaman
olduğu gibi, durumları sonuna kadar zorlama yöntemiyle sanatını geliştirir ve
tutkunun en ürpertici yanlarını gözler önüne serer.. Şiirleri de ahlaki değil trajiktir.
Şair, ‘benliğe’ değişik açılardan bakarken, yabancılaşmanın algılamayı ve dili
etkileyiş tarzını konu alır. Kendi cinsel bulantısını irdelerken belki de
Hamlet’in, Othello’nun veya Lear’in cinsellik karşısında duyduğu dehşeti de
daha iyi anlamaya çalışıyor olabilir. Shakespeare’in sonelerinde de aşka, aşkın
yaşanma şekillerine ve aşka karşı alınan tavra karşı pek çok çeşitleme, duruş
ve esneklik görebiliriz. Soneler parodi içerir, incelikli ve zekice
yazılmıştır. Shakespeare’in sonelerindeki aşk üçgeninde şair, genç bir erkekle
(kendisini aldatan) bir esmer kadını sever. Özlem temasının psikolojik
derinliğini artırmak için yazar bu temaya homoerotik veya, zaman zaman,
biseksüel bir boyut ekliyor. (shakespeare bİr yaşam, Park Honan. yky Sayfa 260) Shakespeare
cinsel belirsizlikten hoşlanıyor diyebiliriz..
Ama
doğa biçim verirken sana, gönlünü kaptırınca,
Fazladan
kattığıyla, beni senden etti hain;
Evet,
ekledi bir şey, ama hiçbir şey, bana kalırsa
(20. Sone)
Tanrıça Doğa genç
adama önce homoerotik duygularla hayran oluyor, ki bu belki de yazar için
doğal; ne var ki daha sonra Doğa, heteroseksüel eğilimleri ağır basınca, çocuğa
‘bir şey’ (penis) ekliyor. Ancak bu olaydan sonra da şairin genç adama duyduğu
cinsel ilgi değişmiyor. Bu gencin hiçbir zaman ‘sahibi’ olamasa da, cinselliği
ima ederek, onunla ‘hoşça vakit geçirdiği’ için gurur duyduğunu söylüyor..
Sonuçta şair,
insanoğlunun, kadın ya da erkek için, her türlü aşka duyduğu derin özlemin
tablosunu çiziyor. Konu bağlamı kaybolmadan da duygularını evrenselleştirmiş
oluyor.. Aşkın her türlüsünü, inişlerini çıkışlarını, yüceliğini, zavallılığını
ve tüm kudretini buluyoruz böylece. Ruhlarımız arınıyor, aydınlanıyor.. Öyle ya
en kötüsü de olsa ‘aşk’a karşı koymak imkansızdır..
Muhakkak ki bu
şiirler bizi Shakespeare’in zihnine, iç dünyasına götürüyor ve onun sanatçı
duyarlığının gelişmesinde bir araç olmaları açısından da önemleri büyük.
Bu dönem, onun
kafasının içindeki tiyatro sahnesinde prova zamanı.(Shakespeare Bir Yaşam,Park
Honan. YKY Sayfa 259).
Denemeler yapıyor,
ruh hallerini, algılama tarz ve gücünü gözden geçiriyor; şiirlerini sanatının
en yüksek düzeyine ulaştırıyor. Kısmen soneler sayesinde, oyunlarında yeni bir
lirik hava görülüyor; karakterleri, kişiliklerine uygun dil ve anlatım kullanarak
derinlik kazanıyorlar.. Özellikle 1590’ larda, tiyatro yazarı olarak akıllara
durgunluk veren bir gelişme gösteriyor. Romeo ve Julıet oyunu da bu dönemde
yazılmış, o lirik atmosferi içinde barındıran en önemli oyunlarından biridir.
“...Romeo ve Juliet
tipik bir rönesans oyunudur. Dörtyüz yıldan bu yana parlaklığından bir şey
yitirmeden günümüze gelen Shakespeare’in bu romantik tragedyası aslında doğuda
batıda, kuzeyde güneyde bir çok ülkenin halk öyküleri içinde yer alan, bilinen
bir aşk temasını ele alır.. Bu oyunda yalnızca iki gencin umutsuz aşkları
değil, her yaştaki insanın birbirine olan davranışındaki insanı derinden sarsan
ilişkileri de önemlidir. Romeo ve Juliet olay dizisinin uzun ve karmaşık bir
öyküsü vardır ve bu olay dizisine bir çok ülkenin öykü geleneğinde rastlamak
hiç de zor değildir.İtalyan halk edebiyatında olduğu kadar, öteki Avrupa
ülkelerinin geleneklerinde de bu olay dizisinin varyantlarını bulmak
mümkündür... ”
(ROMEO VE JULİET,
TREGEDYASI ÜZERİNE, Özdemir Nutku Remzi Kitabevi Sayfa. 5 )
Romeo ve Juliet
birbirine düşman iki köklü ailenin çocuklarıdır.Montague’ler ve Capulet’ler..
Romeo, güzeller güzeli Rosaline uğruna aşk acısı çekerken, arkadaşlarının
ısrarı üzerine, baş düşmanları Capulet’lerin evindeki baloya katılır ve orada
Capulet’lerin kızı Juliet’i görür.Birbirlerini görür görmez aşık olan bu iki
genç, acı gerçeği öğrendikten sonra bile aşklarından vazgeçmez ve aşklarını
korumak, yaşatmak adına , onları ölüme götürecek mücadelelerine sıkı sıkı sarılırlar..Birbirine
düşman iki ailenin gençlerinin birbirlerini sevmesi aslında çok işlenmiş bir
temadır. Bu temanın ortaya çıkaracağı konu da nerede olursa olsun aşağı yukarı
aynı olacaktır. Ancak bir yapıtın ölmezliği işin öyküsünde değil, o öykünün
yazarı tarafından ele alınışında varolur. Shakespeare sahne yapıtında, dili,
üslubu, biçimiyle, sahne üzerinde de, evrensellik boyutlarını getiren içerik
kadar, dramatik aksiyonu da en etkin biçimde ortaya çıkarmıştır...
“...Shakespeare’in
dünyasında, olgu düzeniyle ahlaki düzen arasında bir çelişki yaşanır.Bu çelişki
kaderdir. Ve hiç kimse kaderden kaçamaz..."(çağdaşimiz shakespeare Jan
KOTT s.s 22)
“...Oyunun mekaniği
çok belirgindir. Rönesans sanatçılarının, düşünürlerinin resimde, mimarlıkta,
felsefede ortak özellikleri olan uyum, denge, simetri anlayışı bu oyunda da
vardır.
Romeo, Paris ve
Mercutio ile oranlanmış tır; Juliet, Rosalinde, Dadı ve Lady Capulet ile;
Tybalt, Benvolio ile ölçüye alınmıştır. İlişkiler bu geometrik oranlama
içindedir: Romeo’nun aşkı ve yarı heroik görünüşü, Paris’in şiddetli istekleri,
Rahip’in sağduyusu ve bir saray adamının donuk çabalarıyla dengelenmiştir.
Hatta oyundaki değer kavramları bile bu simetrik dokuyla ortaya çıkmıştır: Aşk
- nefret, romantik aşk - kibar aşk, atılganlık - ölçülülük, hoşgörü - katılık,
mutluluk - keder, saflık - şehvet, gündüz - gece, uyku - ölüm, Montagu -
Capulet gibi.. ” (ROMEO VE JULİET, TREGEDYASI ÜZERİNE, Özdemir Nutku Remzi
Kitabevi Sayfa. 6)
Romeo ve Juliet
tragedyasında varolan, yıkıcı güçlerin etkisi altındaki ‘aşk’ -ki aşk her zaman
bu ve buna benzer yıkıcı güçlerin etkisinde kalmaya,yenilgiye mahkum olacaktır-
ailelerin çok eskilere dayanan ve bitmek bilmeyen nefretine yenik düşüyor..
Romeo ve Juliet tragedyası, Aşk’ın -İmkansız aşk’ın- yenilgilerine tek örnek
değil elbette.. Batı uygarlığında da, Doğu da da, mutsuz aşkların tarihinin
yazılmış olduğu göze çarpıyor. Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Kerem ile
Aslı, Romeo ve Juliet ve Helois ve Abelardus.
Mutsuz aşkın tarihi,
kaldı ki Aşk’ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin
engellenmesine dayanır hep. Erişememenin, buluşamamanın, yanyana gelemeyişin
binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza. Hayat gelir düğümünü kurar bütün öykülerde,
birbirlerine doğru yol almaya çıkan aşıkların yörünge tabakalarını kırar,
sapmaları örgütler ve bir kenara çekilip, Calvino’nun deyişiyle çapraz
yazgılarını izler. Efsane her zaman gerilim istemiştir. Hikayenin askıda
kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler
öne sürülür. İki trajik odak belirler bireyin yaşam akışını:
‘Aşk ve Ölüm .. ’
...Başlamış ve bitmiş
aşklar ise düpedüz sıradan hikayelerdir aslında. Kimi çözülerek bozgunla, kimi
özensizlikten yorularak, kimi de törpülenip ehlileştirilerek, kurumsal fanuslar
içinde silinip gitmiştir. (COGITO “AŞK” , Yapı Kredi Yayınları ,Enis Batur,
Bahar 95 s.s. ) Romeo da, Juliet de tam bu keskin çizginin üstünde duruyor;
“ Ah, uzaktan nazik
görünen aşk
Nasıl da acımasız ve
kaba denendiğinde... ” (romeo ve julİet ı.Perde, ı.Sahne s.s25)
Aşk kavuşamadıkça
aşktır. Bilinmezliklerle süslenerek büyüsünü koruduğu durumlarda aşktır...
Bilinemedikçe büyür, abartır, çoğaltır, hatta ölümsüzleştirir kendini.
Yaşanamadıkça, garantilenemedikçe peşinden koşturur, arttırır gücünü. Bizi baskılayan
topluma karşı , biz güçlüyüz dercesine cesaretini ispatlamaya kalkışır
sevgililer, asileşir ve ‘AŞK’ın engelleri arttıkça adeta değerlenir, kutsallığı
da artar bu kişilerin gözünde. Bu durumu Shakespeare koroya söylettiği şu
sözlerle vurgular:
“ ...ama sevgi güç
verir, zaman ise imkan
Kanımca tam da bu
noktada yenilgiye mahkumdur aşk. İmkansızlık derecesi ne kadar büyük olursa,
etki alanı da bir o kadar büyük olur. Peşinden sürükler ve hızla artan bedensel
istekle birlikte önüne geçilemez bir kavuşma arzusuna dönüşür.. Akıl durur,
gerçeklik yok olur ve içgüdüler yön vermeye başlar kişiye. Sonu hazırlayan da,
kişinin bilinçsizce akışına kapıldığı bu tavırları olur. Tek duyumsadığı,
arzuladığı, hayalini kurduğu, birebir içinde varolmak istediği şey, adına aşk
denilen o büyülü dünyadır. Kişi yada kişiler artık düşünmez, onlar için düşünme
eylemi bitmiştir. Sadece isteme dürtüleri vardır. Ve her ne olursa olsun, o
karşı konulamaz istek; ‘aşkı yaşama isteği’ ağır basar.
‘İnsan,
tutkularına ve isteklerine göre şekillenebilen bir kildir’.( çağdaşımız
SHAKESPEARE
Jan KOTT s.s 42).
Duyguları,
istekleri, beklentileri ve buna paralel olarak da eylemleri ile kişi kendi
kaderini hazırlar.
Romeo ve Juliet’in
aşkı da böyle bir aşktır, ikisi de baştan yenilgiye mahkum olduklarını bilir,
hisseder ve bu nedenle aşklarını “yüceleştirirler”. İmkansızlıkları onları
tutkulu olmaya itmiş, aşklarını bin kat daha derinden yaşamalarına sebebiyet
vermiştir. Onlar kendi -yollarını/sonlarım- kaderlerini böyle
belirlemişlerdir...
Çünkü Romeo’da,
Juliet’de gerçeklikten bir o kadar uzak, tamamen masalsı bir dünya
yaratmışlardır kendilerine. Oysa kendilerini bekleyen acımasız gerçeklerin bir
o kadar farkında olarak... Aşklarını bütün bunların üstünde tutmaya
çabalayarak. İşte trajedileri de tam olarak bu noktada başlar.
Sahneleme açısından
bakıldığında da Shakespeare, Romeo ve Juliet oyununda genç aşıkların imkansız
durumunu ışık oyunlarıyla da ortaya koymuştur:
“Bu oyunda ışık
imgesi açısından iki karşıt mekân vardır. Bunlardan biri, Romeo ve Juliet’in
birlikte oldukları sahnelerdeki yarı karanlık (ay ışığı, yıldızlı gece,
meşalelerle aydınlatılmış salon, Rahip’in loş hücresi, Capulet’lerin meşale ile
aydınlatılan mezarı gibi), öbürü de, bu iki âşığın birlikte olmadıkları,
Romeo’nun ya da Juliet’in başkalarıyla oldukları sahneler ışıklı yerlerde
geçer. Aynı şekilde, her ikisinin de bulunmadığı sahneler ışıklı yerlerde
geçer. Romeo, Rosalinde’in aşkıyla yanıp tutuşurken, gittiği Capulet’lerin
balosunda Juliet’i ilk kez gördüğünde, çarpılır ve “Parıldamayı öğretiyor bütün
meşalelere, ” demekten kendini alamaz. Romeo ise Juliet için, “Gecenin içinde
gün ışığıdır”. Her iki sevgili de birbirlerini göz kamaştıran bir ışık olarak
görür; çünkü her ikisi de hep yarı karanlıktadırlar. Romeo için Juliet,
“doğudan yükselen güneş ”tir. Birbirlerini cennetteki parlak yıldızlara
benzetirler; Romeo, Juliet’ten söz ederken şöyle der:
“Tüm
göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
Yalvarıyorlar
onun gözlerine işleri olduğundan:
Biz
dönünceye dek siz parıldayın diye.
Gökleri
gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
Utandırdı
yıldızları yanaklarının parlaklığı.
Gün ışığının
kandili utandırdığı gibi tıpkı. ”
Bu sözlerden sonra,
sevgisinden gelen büyük bir coşkuyla, duygularını şöyle noktalar:
“Öyle parlak bir
ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte Gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.
”
Juliet’in Romeo’ya
yönelişi de aynıdır. Her ikisi de, ay ışığı ile gümüşlenmiş yıldızlı bir gecede
konuşurlar. Juliet balkonda, Romeo balkonun altındadır. Ama her ikisi de birbirlerine
olan duygularını ışığa duydukları özlemi dile getirecek biçimde imgeler
kullanarak açıklarlar. Juliet için Romeo hep gece gelen, ama ışık getiren
biridir. Rahibin hücresinde gizlice evlendikten sonra, Juliet, Romeo’yu
beklerken geceye şöyle yönelir:
“Bana Romeo’mu ver;
sonra öldüğünde Al da küçük yıldızlara böl onu;
Onlar
göğün yüzünü öyle bir süsleyecektir ki,
Bütün
dünya gönül verip geceye,
Tapmayacaktır artık
o muhteşem güneşe.”
Romeo, güneşten bile
parlak bir ışıktır Juliet için. Romeo’ya gönderdiği dadıyı sabırsızlıkla
bekleyen Juliet, yine ışıkla ilgili bir imgeye yönelir:
“Loş
tepeler üzerinden sürüp dağıtan gölgeleri,
Güneş
ışınlarından on kez daha hızlı,
Süzülerek
uçup giden düşünceler olmalı. ”
Bu oyun, yarı karanlıkta
yaşamış olan ve onun için de gelecekleri olmayan genç âşıkların tragedyasıdır.
( ROMEO VE JULİET, TREGEDYASI ÜZERİNE, Özdemir Nutku Remzi Kitabevi s.s. 5-12)
Ve
bir gerçeklik daha var ki :
... Romeo ve
Juliet, ilk aşkın trajedisidir.Bu genç aşıklar kendilerinden geçtiklerinde, artık
onlar için dünya yoktur.Belki de bu yüzden bu kadar kolay ölümü seçerler.. (
çağdaşımız SHAKESPEARE Jan KOTT s.s141)
Aşk’ta bütünleşmeyi
imkansız kılan şey nedir? Psikanalitik kuramın gücü, Aşk denen olguyu
-yangını/hastalığı/uzlaşmaz deneyimi/yıkım sürecini/şiirlerin, edebiyatın,
masalların alanında tasvir edilen o sarsıcı deneyimi- bütün karmaşası,
irrasyonelitesi, gerçek üstü diliyle deşifre edebilmesinden ve anlaşılır
kılmasından gelmektedir. Evet, Aşk bir hastalıktır, gündelik yaşamı, algıyı,
deneyimleri, rutinleri parçalayan, ayağımızın altındaki toprağı erozyona
uğratan, rasyonel yanımızın ‘tutulmasına’ yol açan, bizi sendeleten, algı
kapılarımızı açan, hayal gücümüzü, spontan, çılgın ve toplum dışı yanımızı
katalize eden, rüyalarımızı, bilinç dışının dehlizlerini hakimiyeti altına alan
bir hastalık.. Evet, bir tür büyü, tutulma...
Ve psikanalizin
gücü bilimin rasyonel paradigmasının algı kapılarından dahi geçemeyen o
‘yakıcı’, ‘ölümcül’ deneyimin derinliklerine inebilme gücünden ve yetisinden
geçmektedir.
Psikanaliz bize
kadının ve erkeğin "bütünleşme"sini mümkün kılacak bir aşk
deneyiminin imkansızlığı konusunda ne tür ipuçları verir? Psikanaliz en temelde
bunu kadının ve erkeğin gelişimsel öykülerinin son derece farklı izleklerini
tanımlayarak yapar.
...Yetişkin kadın
ve erkek cinselliğinin temellerini oluşturan ödipal dönem cinselliğinin ilk
uyanışı sürecidir. Oysa kız ve erkek çocuğu, ödipal süreci bütün yetişkin cinselliğe
damgasını vuracak biçimde “farklı” biçimlerde deneyimler. . (EROTİK AŞKA
PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Cinselliğin
uyanışı, cinsel kimliğin şekillenmesi ile paralel bir süreçtir. Bu uyanış ve
“oluşum” sürecinde her iki cinsin gerçekleştirmek zorunda kaldığı gelişimsel
aşamalar ve deneyimlediği korkular birbirinden son derece farklıdır. Kız
çocuğunun toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumu - anne ile süreklilik, anne
"gibi" oluş, anneyle "özdeş"leşme üzerine kuruludur. Kız
çocuğu, anneyle doğumda başlayan “birlik” duygusunu devam ettirmek, anneyle
deneyimlediği özdeşim sürecini sürdürmek zorundadır. Kız çocuğu dişi olmanın
anne gibi olmak olduğunu öğrenir. Bu çerçevede kız çocuğunun gelişimsel “ödevi”
erkek çocuğuna oranla son derece kolaydır çünkü anne son derece yakından
bildiği, dokunduğu, kokladığı, taklit ettiği, birlik duygusunu en yakından
deneyimleyegeldiği “öteki”dir. Peki, kız çocuğunun ödipal süreçte yüzleşmek ve
başa çıkmak zorunda kaldığı zorluklar ve bu çerçevede oluşan korkular nelerdir?
“... Bu süreçte kız
çocuğununda oluşan iki temel korku söz konusudur. Birincisi kız çocuğunun
babayı erotik nesne olarak seçmesi ve bu çerçevede anneyle oluşan rekabet
dolayısıyla annenin sevgisinin kaybetme korkusu. (erotik aşka psİkanalİtİk bir
bakiş" Makale , Mahan Doğrusöz ) Özellikle Ethel S.Person kız çocuğu için,
en temel sevgi kaynağı ve bakım sağlayan “öteki"yle/anneyle rekabete
girmenin ne kadar kaygı yaratıcı bir süreç olduğunu dile getirir. Kız çocuğu
özdeşim nesnesi anneyle rekabete girerken, tamamen muhtaç olduğu annenin
sevgisini ve bakımını kaybetme riskini de yaşamaktadır. (bu olgu ileride
göreceğimiz biçimde kadınların diğer kadınlarla açık bir biçimde rekabete girme
korkularının temelini de açıklar. Anneyle özdeşim dolayımıyla şekillenen
ilişkisel benlik açıktan açığa rekabet yerine, üstü örtük bir rekabet biçimini
şekillendirir...) (EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz
)
Babayı erotik nesne
olarak seçme süreci başka bir korkuyu da beraberinde getirmektedir: baba
tarafından zedelenme korkusu.
“...Oysa, erkek
çocuğunun gelişimsel süreci, kız çocuğuna oranla son derece zorludur. Erkek
çocuğunda, cinsiyet kimliğinin oluşumu iki aşamalı bir süreci içerir: anneden
ve "içsel" olan kadınlıktan ayrışma/kopuş, ilk özdeşim figürü anneyi
"olumsuzlama” ve babayla özdeşleşme. Kız çocuğunun devamlılık üzerine
kurulu sürecine oranla, erkek çocuğu kopuş ve olumsuzlamayla başlayan ve yeni
bir özdeşim süreciyle sonlanan ikili bir süreç yaşamak zorundadır. Bu sürecin
zorluğunu anlamak için -sanırım- sadece çevremize bakmamız yeterlidir.
Erkeklerde evrensel olarak gözlemlediğimiz dişiliğe/kadınlığa regrese
olma/gerileme korkusu, dişil olanın aşağılanması/dışlanması, erkeklerin içsel
dişil yanlarına karşı duydukları korku, kadınlar tarafından yutulma ve anneye
gerileme korkularının kökenleri, bu gelişimsel sürecin zorluklarında yatar.
(EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Bu gelişimsel
süreçte erkek çocuğunun yüzleşmek zorunda olduğu içsel deneyimler ve bu
çerçevede gelişen korkular en az kız çocuğunun ki kadar şiddetli ama o oranda
da farklıdır görüldüğü üzere. Anneyi arzulama ve bu çerçevede babayla oluşan
rekabet sürecinde baba tarafından cezalandırılma korkusu yaşayabilirler..
Devasa bedeniyle baba, annesini arzulayan küçük erkek çocuğunu zedeleyecek
güçtedir. Bu evrensel ve (bilinçdışı) iğdiş edilme korkusunun temellerini atan
korkudur.
“... Son dönem
analistler, bu süreçte erkek çocuğunun deneyimlediği narsisistik yaralanmanın
da altını çizer: erkek çocuğunun, babanın cinsel gücünün yanında hissettiği
yetersizlik duygusu. Kız çocuğunun babanın devasa bedeniyle imgeleminde
karşılaştığında yaşadığı zedelenme/yaralanma korkusunun yerini erkek çocuk da
derin bir yetersizlik duygusu alır. Babanın anneye haz vermeye muktedir “eril
cinselliğine” oranla erkek çocuğunun “küçüklüğü ve yetersizliği”. Evrensel
penis kıskançlığı olgusunun temellerini atan da budur... ” (EROTİK AŞKA
PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Ayrıca, erkek
çocuğu bu süreçte anne tarafından cinsel bir nesne olarak reddedilme deneyimini
de yaşar. Annenin erotik nesnesi oğlu değildir. Rekabette öne çıkan kişi
babadır ve erkeklerde cinsel nesneyi kaybetme korkusunun temellerini atan tam
da bu korkudur.
“... Kadın da erkek
de bilmese de , bütün aşk hikayesinin amacı bir çocuğun dünyaya
getirilmesidir... ” (AŞKIN METAFİZİĞİ. Schopenhauer s.s 13).
Yüce ruhlu ve
duygulu kimseler ve özellikle gözü dünyayı görmeyecek biçimde sevdalanmış
olanlar, bu kaba gerçekliğe ne kadar karşı çıkarlarsa çıksınlar, yine de
yanılmaktan kurtulamayacaklardır. Gelecek kuşakların belirlenmesi, bu
sevdalıların sabun köpüğünü andıran doygunluklarından daha değerli görünüyor..
Bireysel bilinçte, kendini genel olarak cinsel bir içtepi gibi duyuran ve öteki
cinsten belli bir kimseye yönelmemiş olan şey, fenomenlerin dışında ve kendinde
ele alındığı zaman, sadece bir yaşam iradesidir. Ama, belli bir bireye
çevrilmiş olan bir cinsel içtepiolarak bilinçte ortaya çıkan şey ise, kesin
olarak belirlenmiş bir birey olarak yaşama iradesinin dile gelişidir sadece. Bu
durumda, cinsel içtepi kendinde ele alındığı zaman tepeden tırnağa öznel bir
gereksinim olduğu halde, nesnel bir hayranlık kılığına bürünmesini ve böylece
bilincimizi aldatmasını çok iyi bilir. Çünkü doğa, kendi öz amaçlarına ulaşmak
için böyle bir hile kullanmak zorundadır. Ama aşık olma durumlarının hepsinde,
bu hayranlık ne kadar yüce ve nesnel bir nitelik kazanır gibi görünürse
görünsün, asıl amacın belli bir bireyin ortaya çıkarılması olduğu, karşılıklı
sevginin değil de, sevilen kişiye sahip olmanın, yani fizik bir zevk duymanın
ön planda yer alışından bellidir. Sevildiğimizden emin oluşumuz, sevdiğimize
sahip olmayışımızın yerini tutamaz hiçbir zaman. Bu duruma düşen kimselerin
canlarına kıydıkları sık sık görülmüştür.
“ ... AŞK dediğimiz
cinsel içtepinin doyurulması için başvurdığumuz sakıngan, belirli ve dikkatli
seçişin içinde , bu gelecek kuşak, öz etkinliğini göstermektedir. Birbirine
aşık olan erkek ve kadının gittikçe şiddetlenen yakınlıkları, ortaya
çıkarabilecekleri ve çıkarmak istedikleri yeni bir bireyin yaşama iradesinden
başka bir şey değildir. Hatta istek dolu bakışlarında bile, bu yeni varlığın
hayatı ışır ve derli toplu, uyumlu bir gelecek bireysellik olarak duyurur
kendini. Aşık erkek ve kadın, tek bir varlık halinde birleşmek ve kaynaşmak
ister; amaçları böyle tek bir varlık olarak yaşamaktır; aktardıkları
nitelikleri, birleşmiş ve kaynaşmış şekilde taşıyan tek bir varlığı, yani
çocuklarını ortaya koymakla bu isteklerini gerçekleştirmiş olurlar... ” (AŞKIN
metafİzİğİ. Schopenhauer s.s 14).
Kanımca, erkeklerle
kadınlar arasındaki farkı, aşkın imkansızlığı ile paralel giden bu durumu daha
pek çok bilimsel örneklemelerle açıklayabiliriz.. Kadınlar ve erkekler
arasında, ilk doğum ve çocukluk yaşamlarının farklılıklarının yanısıra ergenlik
dönemi de her iki cins için çocuklukta başlayan izleklerin ayrımını daha da
pekiştirecek güçtedir. Ergenlikte her iki cins hem bedensel farklar, hem de
toplumsal cinsiyet kimliklerinin çocukluktaki kökleri dolayısıyla daha da
farklı iki sürece girer. Erkek çocukları kolaylıkla uyarılabilen bir cinsel
doğaya sahiptir. Erkek cinsel uyarımının görünür ve aynı oranda istemden yarı
bağımsız cinsel doğası, erkek cinselliğine damgasını vurur. Ergenlik sürecinde
erkek kontrolü dışında kolaylıkla uyarılan ve “görünür” olan bir cinselliğin
uyanışını gözlemler. Yine bu süreçte erkekler için cinsel performansın
“ilişki”nin önüne geçtiğini gözlemleriz. Bu haz için ilişkiyi feda etme
eğiliminin (cinselliğin ve ilişkinin yalıtılması) kökenlerini ödipal süreçte
erkek çocuklarının yaşamakta oldukları zorlu süreçte bulmak mümkündür. Erkek
olma sürecinde, anneden ayrılmak için anneyi olumsuzlamak zorunda kalan erkek
çocuğu, cinsel nesneye duyulan arzuyu, ayrışma ile koşut olarak algılar. Bu da
cinsel nesneyle ilişkisel bir birlik deneyimini zorlaştırır (hatta imkansız
kılar). İlişkisel birlik, zaten anneye gerilemeye, anne tarafından yutulmayı ve
dişiliğe (dişi evreye) geri dönüşü çağrıştıracak kadar güçlü bir deneyimdir. Ve
erkek çocuğu için cinsellik, ilişkiden yalıtılır. Bu bize erkeklerin
ergenlikten itibaren karşı cinsi “insancıl” bütün yönlerinden ayrıştırarak,
sadece bir cinsel nesne olarak algılayabilmelerin de kökenlerini de
açıklayabilir.
Ayrıca bu dönemde,
erkek çocuğunun gelişimsel süreçte anneyle yaşamış olduğu hayal kırıklarıyla
bağlantılı olarak geliştirdiği sadistik fantezilerin doğuşunu da gözlemlemek
mümkündür.
“...Karşı cinse
karşı geliştirilen bütün sadistik fantezilerin kökenini erkek çocuğunun
annesiyle ilişkide deneyimlediği narsisistik kırılmalara bağlamak mümkündür.
Öfkeye dönüşen narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal
dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini
taşıyabilir. (EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Oysa, ergen kız son
derece faklı bir izlekte ilerlemektedir. Çeşitli yazarların ve hatta Freud’un
yazılarında karşılık bulacak şekilde “kadınlığın gizemi” olarak
nitelendirilecek kadın cinselliğinin ergenlikteki görünümü, erkek çocuklarının
tam zıttıdır. Kızlar, ergenlikte kendileri için dahi gizem taşıyan bir
cinsellikle yüzleşirler.
Kadın cinsel
uyarılma ve hazzının görünmez doğası ve kadın cinselliğinin erkeklere oranla
zor uyanan doğası, dişil cinselliği kız çocukları içinde gizemli bir sis
perdesi ardında saklar. (EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan
Doğrusöz ) Kadın toplumsal cinsiyet kimliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne
yerleştiren yapısı da kız çocuklarını cinselliği sadece bedensel bir haz olarak
keşfetme eğilimde olan erkeklere oranla ilişkinin koruyucuları haline getirir.
Person özellikle
ergen kızların ödipal süreçte anneyi kaybetme korkularından kaynaklanan bir
biçimde kopmadan/ayrışmadan/yalnızlaşmadan korkarak ilişki adına hazzı feda
etme eğiliminde olduklarım dile getirir.
Hazzın peşindeki
ergen erkek ve ilişki peşindeki ergen kız çocuğu yetişkinlik sürecinin
eşiğindedir. Karşımızda pornografik imgelemde karikatürize formlarda
yansımalarını bulan yetişkin erkek cinselliği ve aşk romanları ve “pembe”
dizilerde karşılığını bulan kadın cinselliğinin uzlaşmaz yapısı belirir.
Pornografik imgelemde karşımıza çıkan ve erkeğin kolektif bilinçdışının
dinamiklerini yansıtan performans odaklı ve o oranda ilişkiden
arınmış/yalıtılmış bir cinsellik durmaktadır. Performans korkuları ile
güdülenen ve ilişki tarafından yutulma kaygılarına karşı güçlü bir yalıtmayla
şekillenen bu eril cinsellik, dişil göze son derece mekanik görünmektedir.
Oysa, psikanalitik bakış açısı bize bu mekanik, performans odaklı ve yalıtılmış
cinselliğin gerisindeki “erkek çocuğunu” gösterir. (erotik aşka psİkanalİtİk
bİr BAKIŞ" Makale , Mahan Doğrusöz ).Yani, anneye/dişiye/dişiliğe
gerilemekten korkan, babanın “gücü" karşısında yetersizlik yaşayan, baba
tarafından cezalandırılmaktan korkan erkek çocuğunu..
Person, aynı
zamanda erkeklerin eş zamanlı çok eşli (ama o oranda da birbirlerinden haberdar
olmayan partnerlerle) ilişkilerinin kökenini ödipal süreçte erotik nesneyi
kaybetme korkusuna (ve reel deneyimine) bağlar. Bu aynı zamanda pornografik
imgelemde, merkezdeki erkeği çevreleyen erotik “nesne"lerin
“çok"luğunu da açıklayan bir olgudur. “Nesne"lerin çokluğu, kaybetme
korkusuna karşı bir kalkan görevi görür
Yetişkin erkek
cinselliğinde gözlemlenebilecek sadistik öğelerin kökenlerini anne çocuk
ilişkilerinin değişik dönemlerinde bulmak mümkündür.
“...Daha öncede
belirtildiği biçimde sadistik formlarda ifadesini bulabilecek narsisistik
kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı
annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini taşıyabilir. (EROTİK AŞKA
PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Oysa, yetişkin
kadın cinselliği ödipal dönemde temellendiği biçimiyle ilişki odaklı bir
cinsellik olarak karşımıza çıkar. Kadın cinselliğinin ilişkiyi cinsel hazzın
önüne koyma eğilimdeki yapısı, ilişkiyi kaybetme korkusuyla beraber cinsel
hazzı feda etme eğilimi, cinsellik ve ilişkiyi bir bütün olarak algılama
eğiliminin altında anneyle özdeşleşen, babaya duyduğu haz ve anneye karşı
yaşadığı rekabet sonucunda anneyi kaybetme korkuları yaşayan küçük kız çocuğu
yatmaktadır. Kız çocuğu için cinsellik ve ilişki bir bütündür, cinsel arzu
sevdiği ötekiyi kaybetme riskini taşır (Person kız çocuğunun anneye karşı
duyduğu bu korkunun daha sonra karşı cinse aktarıldığını dile getirir) ve aynı
zamanda cinsellik baba tarafından zedelenme/incitilme riskini de içinde
barındırır. Yetişkin kadınlarda patolojik formlarda görülen cinsel mazoşizmin
kökenlerini ödipal dönemde yaşanan aşırı suçluluk duygularına ve baba
tarafından cinsel olarak cezalandırılma/incitilme korkularına bağlamak
mümkündür. (Horney özellikle aile içinde reel anlamda varolan ve kadına/anneye
yönelik şiddetin kız çocuğunun ödipal dönemde cinselliği saldırgan bir olgu
olarak kodlamasını sağladığını düşünür... ”
Kadınları büyüleyen
şey, fiziki güzellik değil erkeğin kuvveti ve buna bağlı olan cesaretidir.
Diyebiliriz ki bu özellikler -aşkı çoğalma güdüsüyle eş tutmuştuk- sağlam
çocukların ortaya çıkarılabileceğinin ve bu çocuklar için cesur bir koruyucunun
bulunduğunun işaretidir. Cinsel aşkın temelinde yatan diğer düşünce ise, manevi
nitelikleri değerlendiren düşünce çeşitidir. Bu konuda kadınlar, erkekte,
babadan gelen manevi niteliklere ya da karaktere önem verirler. Kadınları
etkileyen -büyüleyen- şeyler, özellikle irade kuvveti, kararlılık ve
cesarettir. Namuslu olmanın ve iyi olmanın da, kadınlar üstünde olumlu etkisi
vardır.
Öte yandan, babadan
kalıtım yoluyla çocuğa geçemeyeceği için, entellektüel üstünlüklerin, kadınları
doğrudan doğruya etkilemedikleri görülür. Kadınlar, anlayış kıtlığını kötü bir
şey gibi görmezler. Hatta üstün bir zekayı, bir dehayı bile, anormal birşey
gibi görerek bu çeşit erkeklerden hoşlanmamaları görülmüştür. Çirkin, budala ve
kaba bir adamın , çoğu zaman kadınlar yanında, kültürlü, zeki ve kibar bir
erkekten daha fazla başarı kazanması işte bundandır. Kimi zaman, kafaca ve
manevi nitelikler bakımından birbirinden farklı erkek ve kadınların
birbirlerine tutulmaları - aşık olmaları - ve evlenmeleri de bundan ötürüdür.
Bütün bunların,
yani yaşanan, peşinden koşulan, beynimizi değil de kalbimizi çalıştıran bu
durumların, tekrar tekrar söylenildiği gibi bilinçle edinilmiş düşüncelerin
değil, içgüdülerin etkisinde olduğunu görüyoruz.
İşte bu çerçevede
de psikanaliz bize dişi ve eril cinsel gelişim öykülerinin ironik zıtlığını
anlatır.
Peki
kadınlar hakkında başka neler söyleyebiliriz;
Bütün öykü,
kadınların ‘psikanalizin kara kıtası’ olduğunu söyleyen Freud’la başladı.
Freud’un psikanalizi, büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan histerikler konusundaki
çalışmaları temelinde kurmuş olması da şaşırtıcıdır.
Biz
son olarak neyin tartışıldığına bakalım bir kez daha;
Cinsiyetler
arasındaki farklılığın keşfi, iğdiş edilme kaygısını ortaya çıkarmaktadır;
iğdiş edilme kaygısı ise, Oidipus çatışmasının yerleşmesi açısından son derece
önemlidir;
erkek çocuklar
penislerini yitirme korkusunu, kız çocuklar da penisleri olmadığından
kaynaklanan acıyı yaşarlar. Bu da daha en başından penisin arzu edilen ve
yerine başka birşey konulamaz olduğunu ve bu nedenle de cinsiyetler arasında
belirli bir eşitsizliğin varolduğunu öne sürmek demektir. Bazı insanlar
başkalarında olmayan değerli bir şeye sahiptirler, bazı insanlar başkalarından
daha tamamdırlar. Daha başka pek çok kültür gibi, bizim kültürümüzün de, bu
eşitsizliği sayılamayacak kadar çok biçimde ileri sürdüğü ve yüreklendirdiği
yadsınamaz; öyle ki, sonuçta pek çok erkek üstün olduğuna, pek çok kadın da
aşağı olduğuna inandı. Ve bugün hala, kadın- erkek ilişkileri alanında yapacak
çok şey var daha...
Şu ana kadar AŞK
hakkında söylediğimiz herşey , aynı doğrultuda hareket eden bir çok düşünceden
oluşuyor.. Özetlersek şunu diyebiliriz ki, evet mutlu aşk yoktur, çünkü aşk,
aklı ve düşünceyi değil, istekleri, içgüdüyü barındırır kendi içinde. Buna bir
de temelinde kadın erkek farklılığını eklersek, aşkın gözünün niye bu denli kör
olduğunu anlatabiliriz sanırım; tutkuyla baglandığımız, ardından ölüme bile
gidebileceğimiz, hatta zaman zaman ölümle nihayetlenen, karşı cinsin
özelliklerini, anlaşıp anlaşamayacağımızı, sosyal statümüz açısından uyuşup
uyuşamayacağımızı bile doğru düzgün bilemeden, - düşünmeden - bizi peşinden
sürükleyen o büyü... AŞK ! Sonuna kadar yaşandığında adı aşk olmayan şey...
Çünkü bir aşkın çatışması yoksa, bizi peşinden sürükleyecek cazibesi de yok
demektir.. Üzerine masallar, hikayeler, romanlar, oyunlar yazılamaz.
Bir de günümüz
kişilerinin aşka bakışı vardır ki , onlar zaten aşka konu olmaktan korkan,
akıllarını isteklerinin önünü koyan, realist ve bencil kişlerdir.. Herşeyden
önce , aşkta, erkeğin yapısı gereği vefasızlığa; kadının ise vefalı bir
davranışa eğilimi olduğu bir gerçektir. Bilimsel olarak da açıklandığı üzere,
erkek daha bencildir. Erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra, gözle
görülecek biçimde azalır; önüne çıkan her kadın, elde ettiği kadından daha
çekici gelir ona; çeşitliliği arzulamaya başlar. Kadının aşkı ise, doygunluğa
erdiği andan sonra artmaya başlar.
“...Bu , doğanın
amacının , türün sürdürülmesi ve elden geldiğince çoğaltılması olmasının bir
sonucudur... ” (AŞKIN METAFİZİĞİ. Schopenhauer s.s23).
“...Aşk, kadının ve
erkeğin, dişil ve eril prensibin kavuşmasındaki imkansızlığı anlatır. Aşk bir
arayış ve yıkım süreci olarak betimlenir... ” (EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR
BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Aşk, olabildiğince
içsel bir deneyimdir ... Yetişkin hayatın "masalsılıktan" arınmış
çıplak gerçekliği bizi, kendi fantezilerini deneyimleyen kadının ve erkeğin
"trajik" çatışmasına taşır. Modern yaşamın bütün göstergelerine
bakıldığında, kadının ve erkeğin iki ayrı fantezi dünyası olduğunu görmek hiçte
zor değildir. Yaşam bu fantezilerin uzlaşmazlığından doğan bir gerilim üzerine
kuruludur. Aşk, belki de bu gerilimi en derinden deneyimlendiğimiz andır. Aşkın
belki de bu kadar hayal kırıklığı yaratması, bu oranda derin narsisistik
kırılmalara yol açması kurgusal olanla, "gerçek" olan arasındaki bu
uzlaşmaz mesafeden kaynaklanmaktadır, çünkü "fantezi" onu
deneyimleyen kişi için o oranda gerçektir, ve reel hayatın göstergelerinden çok
daha derin bir kaynaktan, bilinçdışından beslenmektedir.
Bizi aşkta harekete
geçiren bütün temalar bilinçdışı bir kaynaktan beslenir. Aşkın bu oranda
kontrol edilemez bir deneyim olmasını açıklayan da budur. Aşk, istemli bir
seçim, kontrol edilebilen, engellenebilen, ertelenebilen bir deneyim değildir.
Aşk bir seçim değildir, bu anlamda bilincin alanında yer almaz. Aşk içine
düşülen, bizi merkezine doğru çeken, benliği hakimiyetine alan bilinçdışı bir
süreçtir. Aşkın bir hastalık olarak tanımlanmasının altında yatan da budur. Aşk
aynen bir hastalık gibi, beklenmedik bir zamanda, şiddette ve formda gelir,
bedeni ve ruhu hakimiyeti altına alır, bizi bitkin düşürür, egonun gücünü,
savunma mekanizmalarımızı -gündelik hayat içinde ayakta kalmak için
geliştirdiğimiz binlerce küçük oyunumuzu- elimizden alır.
“...Aşkla beraber
regrese oluruz. Yetişkin kimliğimiz dikişlerinden sökülür, bütünlüğü zedelenir,
rasyonel yanımız sendeler, eski akıllı, bütünlüklü, yetişkin kişi değilizdir
artık. İrrasyonel, çocuksu ve paramparçayızdır. Aşkın paradoksu da burada yatar,
aşka bütünleşmek arzusuyla gireriz ve bu süreçte bütünlüğümüzü ve
sürekliliğimizi kaybederiz. Çünkü aşkta ve aşk dolayımıyla bütünleşmek mümkün
değildir. Aşk ve benlik ilişkisine bu yönüyle de bakıldığında, doğu
masallarında resmedilenle ne kadar iyi örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür... ”
(EROTİK AŞKA PSİKANALİTİK BİR BAKIŞ” Makale , Mahan Doğrusöz )
Sözcüklerin
aynasından bakıldığında, ‘Aşk’ kendi oluşumunu, kendi tarifini, hızını,
imkansızlığını, istekliliğini bir bütüne oturtuyor. Görüyoruz ki o bir yandan
garantici tavrıyla, diğer yandan sınır tanımayan, mantığı, tutarlılığı hiçe
sayan somut göstergeleriyle de kendini bu yönde ortaya koyuyor zaten. Aşk
tutulamaz, kaçılamaz, hem iyi hissettiren hem perişan eden hazzından kurtuluş
yoktur. Ama onu yaşayan aşıklara dönüp baktığımızda, aşktan kaçmak şöyle
dursun, sonuna kadar gitme isteği benliklerinin bir parçası olur adeta. Hem
bilmsel açıdan irdelediğimizde, hem deneyimlerimiz doğrultusunda bir
öğrenilmişliktir ‘aşk’. İlkelliğimizin, insanlığımızın, ben varım diyebilmenin
en tanıdık yoludur. ‘Aşk’ta bilinç yoktur!..
Artık şunu kabul
edelim; ‘Ne kadar yakınlaştığımızı düşünürsek düşünelim aşka, elinden kayıp
gideceğini bildiğinde güçlenir onun görünmez bağları. Hep diz dize göz göze
olacağımızı bilirsek başka bir şeye dönüşecektir aşk; tutkudan, ölümden uzak’..
Ve ne Romeo Romeo,
ne de Julıet Julıet olacaktı o zaman !.. Herşey ortalamada, kendi rahatında
yaşanıp gidecekti usul usul.“...Gerçekte de , en incelmiş, ve yücelmiş bir aşk
bile, kaynağını yalnız ve yalnız
cinsel içtepide bulur...
” (AŞKIN METAFİZİĞİ. Schopenhauer s.s 10).
Daha doğrusu her
aşk, daha belirlenmiş, daha özelleştirilmiş ve en dar anlamıyla daha
bireyselleştirilmiş bir cinsel içtepidir ancak.. Peki bu içsel tepi nasıl bu
kadar ölçüsüz olabiliyor?
Aşk bilinçli ve
ölçülü yaşanmadığı - tüketilmediği- sürece hep bir tehdit, yıkıcı güç olarak
var olacaktır yaşamlarımızda.
Romeo ve Juliet
tragedyasında, Rahip Lawrence II. Perde VI. Sahnede ölçüyü ve ölçünün
yaşamlarımızdaki önemini şöyle dile getirmiş:
“Şiddetle başlayan
hazlar, şiddetle son bulurlar,
ölümleri olur
zaferleri
öpüşürken yok olan
ateşle barut gibi.
En tatlı bal bile
tadıldıkça bıkkınlık verir,
Aynı tat isteği,
iştahı köreltir.
Onun için, ölçülü
sev ki uzun sürsün sevgin Hedefe hızlı giden, yavaş kadar geç varır. ”
William Shakespeare’in
bu sözleri, hayatı sakin ve ölçülü şekilde karşılayan, deneyimli, güvenilir bir
din adamına söyletmesi tesadüf olmasa gerek...
“...Aşk, yani bu
cinsel içtepi - bu düşünceyi kabul eden bir kimse;
‘..cinsel
içtepinin, günlük hayatta bütün çeşitlikleri ve farkları ile oynadığı rolü göz
önünde tutarsa, hayata bağlılığın yanısıra, en güçlü ve etkili bir eğilimi dile
getirdiğini görürse, insanlığın, gençlerden oluşan kalabalığının bütün düşünce
ve güçlerinin en az yarısına sözünü geçirdiğini fark ederse, hemen hemen bütün
insansal çabaların biricik amacı olduğunu anlarsa, en önemli olaylar üzerinde
ters bir etki yaptığını, en ciddi işleri bozduğunu belli bir süre için en yüce
zihinleri karıştırdığını, devlet adamlarının çalışmalarına ve bilim adamlarının
incelemelerine burnunu soktuğunu, bakanların cüzdanlarına ve filozofların
müsveddelerine güzel kadınların saçlarından kesilmiş lüleleri ve aşk
mektuplarını yerleştirmeyi becerdiğini: hergün en feci ve karmaşık durumları
yarattığını, en değerli bağlılıkları yıktığını, en sağlam yakınlıkları hiçe
indirdiğini, kimi zaman sağlığın da , hayatında, zenginliğin de, edinilmiş
mevkiin de, mutluluğun da kurban edilmesini istediğini: hatta, vefalıları birer
kalleş haline getirdiğini, tepeden tırnağa namuslu kimseleri birer vicdansız
durumuna düşürdüğünü, kısacası, yanıltıcı, bozucu, karıştırıcı ve yıkıcı bir
şeytan gibi ortaya çıktığını fark ederse : bunca gürültü niçin diye haykırmaz
mı? Bütün bu çaba , bu çırpınış, bu endişe ve bu zavallılık niçin? Bir erkeğin
bir dişi bulmasından başka nedir bu!... ” (AŞKIN
METAFİZİĞİ.
Schopenhauer s.s 11).
Günümüzdeki aşk
kavramına, aşkın nasıl yaşandıgına bakacak olursak sanıyorum bir o kadar ölçülü
örnekler çıkıyor karşımıza. Ölçüyü koruyucu kalkanımız olarak kullanıyoruz
.Yaşadığımız aşklar ise Romeo ve Juliet aşkı gibi ölümsüz ve sonsuzluğa
uzayacakmışçasına değerli olamıyor. Çünkü sürekli bir değişim içinde yaşıyoruz
Aşk’ı. Yaşam koşullarımız Aşk’ın bir lüks olduğunu dikte ediyor bizlere
durmaksızın. Korkuyoruz, kendimizden yanayız ve yaşamlarımızda oluşturduğumuz -
ya da oluşturmayı hayal ettiğimiz - düzen bozulsun istemiyoruz. ‘Öyle ya, Aşk
nedir ki .. Önünde sonunda geçici birşey.. Tabi akılcı kullanılmazsa, akışına
kapılıp gitmezsek eğer.. En acele tarafından sevgiye dönüştürmeli ve bir yuva
kurmalıyız- bizden önceki neslin bize dikte ettiği üslupla- doğru olan budur
diyor bilinçlenmiş aklımız !.. ’
İşte böyle akılla
birleştiriyoruz aşkı ve bu tavır da garantici bir sonuç çıkarıyor ortaya. Yani
aşık olmak başka bir şey, kendini aşka adamak başka... Bu dünyanın gerçekliğine
ait değil aşk. O nedenle, biz yaşadıkça zorluklardan bir duvar örüyor ve
cesaretimizi ölçüyor acımasızca.. Günümüz gerçekliği ise bize geçmiş
yüzyılların o ölümsüz aşklarının ne ruhunu ne de yürekliliğini sunuyor artık.
Kendimizi ölçü kabul ediyoruz, şartlarımızı tartıp biçiyoruz ve bizim
gerçekliğimize uyum göstermediği noktada alıp başımızı gidiyoruz.. Bu yüzyılın
kanunu adeta şöyle yazılıyor ; dayanıklılığından şüphe edilen, karşı tarafı
kendine benzetmeye çalışan bir kalp.
“...Demek ki
günümüzün kuşaklarının bütün aşk serüvenleri, insanlığın tümü için, ciddi bir
-meditatio compositionis generationis futuroe, e qua iterum pendent innumeroe
generationes- dir.. yani, içinden sayısız kuşağın çıkacağı gelecek kuşağın
kuruluşu üzerine düşünme... ” (AŞKIN METAFİZİĞİ. Schopenhauer s.s 12).
Oysa Romeo’nun
gerçekliği bambaşka; O, korkakça ve hesaplı hareket etmeden Aşk’a bıraktı
kendini, Juliet’ten önce Rosaline’i seviyor ve çılgınca bir kederle boğuşuyordu
aşk’ı için ama Juliet’i görür görmez yaşadığı o büyük aşkın baştacı Juliet
oldu. Değişen sadece kişilerdi, duygular değil. Yani Romeo için diyebiliriz ki
: O, hayatını aşka adamış bir hayalperest...
Romeo’nun tek gerçekliği
aşk ve asıl tradejiside burada başlıyor. Hatta II. Perde II. Sahnede Rahip
Lawrence, Romeo’yu şu sözlerle eleştiriyor:
“ Kutsal Ermiş
Francis adına! Bu ne değişme.
Büyük bir aşkla
sevdiğin Rosaline ’i Öylece, çabucak bıraktın ha Gençlerin sevgisi, yüreklerinde
değil de Gözlerindeymiş demek”
Herşey cinsel aşkın
karşısında... Ama aşk, sanki aşıklar özellikle istiyorlarmış gibi, bu tür
engellerin sırtından geçinir, ölümün içinden dehşeti çekip alarak ve aşkın
sonsuzluğunu alaya alan herkese meydan okuyarak yıldızlara yükselir.
Romeo ve Juliet
haklıdır- tüm dünya haksızdır - yada başka herkesi kirleten zamana ve şartlara
meydan okumakta haklıdırlar.
Elizabeth çağı
insanları da bu aşıkları, hem aşkı yücelttikleri ve hakkını verdikleri için
ideal aşık olarak görecekler, hem de anne babalarının isteklerine karşı
gelmekle aptallık ettiklerini düşünecekler, onların trajedilerini de akılcı
davranışla, dürtülere uyma arasındaki uyuşmazlığın doğal sonucu olarak
yorumlayacaklardı.
Romeo ve Juliet’te
bir meydan okuma ifadesi vardır. - Romeo ve Juliet bir anda aşık olurlar. Her
an olanın bitenin bilincinde olmanın ön plana çıktığı bir oyunda, anlık
gerçekleri ihmal ettikleri için mutluluğa ulaşamazlar.- ’ (SHAKESPEARE: BİR
YAŞAM, Park Honan Çev. Bülent Bozkurt).
.. ‘gerçekleri
ihmal etmek’.
Bunun sebebi olarak
öne sürülen tek bir şey var :
AŞK..
Bir büyülenme durumu ..
bütün zıtllıkların içinde barındığı, dört günlük bir süreye sığan bir trajedi.
Peder, II. Perde II. sahne’de buna uygun olarak şöyle der :
“ bitkilerin, otların,
taşların özünde
çok büyük bir güç
yatar
şu çelimsiz çiçeğin
körpe kabuğunda
zehir de bulunur,
şifalı güç de
otlarda olduğu
gibi, insanda da, hep savaştadır
iki hasım kral:
zarafet ve kabalık”
İşte birbirinin
zıddı gibi görünen iki düşünce daha: Aşk ve Ölüm!
Çağlar boyu, Aşk’a
bakışın temel yasası olarak kalmıştır bu; ‘bir araya gelindiğinde Aşk ölmeye
başlayacaktır.’
Toplumsal düzenler,
bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak
yaşayıp gitme şansını tanımış, mutlu aşk Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır.
Onlar ermiş
muradına.. - o noktada biter her hikaye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı
bulunamıştır.
Çağın aşka
yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette : Aşk, onu doğuran nedensiz
heyecana ( Sartre bile “ büyü “saymıştır heyecanı ) , onu yoğuran tutku gizil
gücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan.Koşulların, toplumsal bağlamın,
ideolojik örgünün değişmesi ile değişemeyen bir mayası olduğu bellidir.
“ Mutsuz aşkın
tarihi” nin yazılmasında kesintiye rastlanmaması bundandır.
“ Aşk, bize güç
veren tek özgürlük yitimidir.” (Aragon t.y. yok)
İnsanlar aşkı
yaşamak istiyorlar. Hayatın bir “olanaksızı” saymaktan yana değiller aşkı.;
Mitolojiye dönüp baktığımızda da şunu görüyoruz ki Aşk tanrısı Eros yada latinlerin
verdikleri adla Cupido küçük bir çocuktur ve gözleri kördür. Attığı okla yara
alan her kişide aşka tutulur. Cupido kör olduğu için oku kimlere attığını
bilemez ve bu kişilerin birbirlerine uygunluğuna bakmaz. İşte bu aşk da
kişileri ezer geçer. Aşk’ın gözü kördür ya da dengi dengine yaşanamayan - malum
sebeple - bu aşk sonlarını hazırlar sevgililerin ..Yaşanan Aşk’ta, aşkın
büyüklüğü, yüceliği, sonsuzluğu, hazzı ezer onları. Başta sıkı sıkıya
bağlandıkları bu duygu ölümlerine sebep olur. Artık o yola girmişler, o tutku
kanlarına karışmıştır bir kez; imkansızlığa boyun eğmeyecekler, gerekirse
Aşk’ın kadehinden ölüm zehrini içeceklerdir..
Kişilerin çok
üzerindedir aşk. Bu yüzden de yıkıcı etkisi kaçınılmazdır. Çünkü insanın gücü,
tüm dünyayı karşısına alan Aşk’ın gücüne denk değildir ve olamayacaktır da..
Kanımca Aşk’ın
şiddetinin, ölüm duygusuna yakınlığı şöyle açıklanabilir;
“...Aşk tutkusu,
bireysel bir varlığa çevrilmiş olduğu ve başka varlıklara ait olmadığı için,
çok soylu ve yüce görünür. Öte yandan, soyut cinsel içtepi, iğrenç birşey
olarak görülür. Çünkü bu çeşit bir içtepi, bireyselleşmemiş, yani belli bir
bireye çevrilmemiş ve türü sadece nicelik bakımından sürdürmek amacına yönelmiş
ve niteliğe pek önem vermemiştir.
Bireyselleşme ve
onunla birlikte, aşk tutkusunun şiddeti, öyle yüksek bir dereceye ulaşabilir ki
, doygunluk elde edemediği zaman, dünyadaki en tatlı şeylerin , hatta hayatın
bile anlamı kalmaz...” (AŞKIN metafİzİğİ. Schopenhauer s.s 13). Tıpkı Romeo ve
Juliet’te olduğu gibi...
Peki Romeo ve
Juliet ölmeseydi, aşkları bir ömür boyu mutlu bir şekilde sürseydi, işte o
zaman yaşayacakları hikayenin bizim için bir anlamı, ya da bir etkisi olacak
mıydı?
Tabii ki hayır.
Çünkü başta da söylediğimiz gibi “ başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan
hikayelerdir aslında”.. Bir seyirci olarak da bizim için hikaye orada
noktalanmış olacaktı. Artık neyi merak edebilirdik ki? Kaç çocukları olacağını
mı? Yoksa her günü birbirine benzer mutlulukların nasıl sıralandığını mı?.. Bu
noktadan sonra artık seyirci için düşünmesi gereken, düşünce gücünü zorlayacağı
pek de bir şey kalmıyor.
Shakespeare çok da
güzel bir kurguyla sonlandırıyor oyunu ;
Coşkuyu yaratmak,
seyircinin hayal gücünü kullanmasını sağlamak için iki gencin aşkını, iyilikle
nefret arasındaki çatışmayı ölümle sonlandırıyor, yani nefretin iyiliğe
üstünlüğü ile.
Ve böylece bize şunları
düşündürüyor Shakespeare:
‘..eğer ölmeselerdi
onları nasıl bir hayat bekliyor olacaktı, hergünleri aşklarının büyüklüğü kadar
mutlu geçecekmiydi, onların aşkı ve mutluğu iki düşman ailenin nefretini
silebilecek miydi.. ? ’
Fakat Park Honan
“Shakespeare Bir Yaşam” adlı kitabında oyunun sonuyla ilgili çok da haklı bir
yorumda bulunmuş:
“...sonunda, ölen
sevdalılar uyur gibidirler. Keşiş, bu olaydan çıkardığı dersi, iyilikle nefret
arasındaki ilişkiyi, her ikisinde de sürekli varlığını vurgulamak istercesine
aşıkların acıklı hikayesini Verona’nın duyması için anlatır:
“ katıksız Aşk kısadır”
“ Çağdaş bir şehirde
nefret veya şiddet ise kalıcı olabilir. ”
Bu trajedi, şiddeti
yaşamın bir parçası haline getiren toplumsal gerilimi ve uzlaşmazlığı
yansıtıyor... ” (shakespeare bİr yaşam Park honan yky )
Diğer taraftan işte
bu kısa-lık, Aşk’ı dokunulmaz yapan, onu olduğundan çok daha değerli kılan, tüm
bu olup bitenlere -yaşamın şiddetine -rağmen, merakını ve büyüsünü arttıran bir
yazgıdır aslında.
Jerome
- Antoine Rony yazısında (cogito “aşk”
Tutku-Aşk Bahar 95) bu kısalığa özgü
olarak
şunları söylemiştir:
“...
yapısı bakımından başarısızlığa mahkum olan tutku- aşk, hayale sığınmadığı
sürece devam edemez. Tutku-aşk, yoğun olduğu oranda kısa sürelidir.
Tutku-aşk
intihara ve cinayete de yol açabilir. Öldürme isteği, elinden kaçırma
korkusundan ve yok etme ile sahip olma arasındaki derin benzerlikten
kaynaklanır.
Aşkı
savaşla eş tutan Denis de Rougemont ise şunları söylüyor;
“...istekten
tutkuyla ölüme, batı romantizminin izlediği yol budur. Hepimiz de simgelerini “
courtois” ( ortaçağda sevgiliyi kutsallaştıran ve soylu çevreye özgü aşk
anlayışı) gizeminin yarattığı bir töreler ve gelenekler bütününe - hiç kuşkusuz
bilincinde olmadan - bağlı olduğumuz ölçüde girmişizdir bu yola.
Tutku
demek de acı çekme demektir. Daha eskil çağda, ozanlar doğal aşkın etkilerini
betimlemek için savaş betimlemeleri kullandılar. Aşk tanrısı öldürücü oklar
fırlatan bir okçudur. Kadın erkeğe teslim olur, o da en iyi savaşçı olduğu için
kendisini fetheder. Truva Savaşı ’nın nedeni bir kadının iyeliğine
ulaşmaktır..."( “aşk ve savaş” Denis de Rougemont cogIto Bahar 95 )
Aşk burada da
belirtildiği gibi, eski çağlardan beri ölçüsüzlüğü, abartısı, yüceliği ve
sonsuzluğu ile kabul edilmiş, herşeyden önce bir kavram - tanımlama - olarak..
Truva Savaşı’nın nedenin bile bir kadına duyulan aşk olduğu göz önüne alınınca
bu sözler de bir o kadar mantıklı geliyor kulağa.
Çünkü aşk,
kontrolsüzlüğü meydana getiriyor. Kontrolsüzlük yıkıma götürüyor. Ve aşk, kabul
görmezliği ile bütünleşerek, O’ndan kaçılan fakat kaçtıkça yaklaşılan bir hal
alıyor.. Bütün önyargılarımızla, korkaklığımızla, isteğimiz ve
çelişkilerimizle, bizi içimize çeviren, altüst eden, yeniden inşa eden ‘
birşey’ olmayı sürdürüyor böylece..
Kanımca kurtuluş
yoktur. Aşık olduğumuz sürece çaresiz, yalnız, cesur ve doyumsuzuz. Aşkı
eğitemeyiz, eğittiğimiz şey seçim haklarımız olabilir ancak. İşte o zaman ya ‘sürgünü’
kabullenip aşık olmayı seçeriz, ya da hakları eşitleyip dengeden yana bir
tavırla karşılarız hayatı.. Sanırım kolay bir seçim olmayacaktır bu, Aşkın
tehlikeleri ve Aşksızlığın açlığıyla bölünmüş olarak. Ama denemeye değer !..
“...Tiyatro her
zaman, zamanın gereksinimlerini dikkate almalıdır... ” ( TİYATRO İÇİN KÜÇÜK
ORGANON B.Breht)
Breht’in bu
sözlerinden yola çıkarak Romeo ve Juliet oyununda, hem özüne uygun şiirsel hava
sahneye taşındı , hem de rolleri çalışırken , günümüzce yaşanan , o birbirine
teğet geçen aşk varedilmek istendi. Romeo ve Juliet sahnede varoldukları her an
, birbirleriyle göz temasında bulunmaz, başka bir dünyanın gerçekliğindelermiş gibi
davranırlar. Göz teması yoktur, ama aynı zamanda, aşklarını o kaçamadıkları,
tutsağı oldukları tutkunun sözleriyle, bir büyü havası içinde yaşarlar sahne
üzerinde. Birbirlerine dokunmazlar. Çünkü onların aşkla dolu dünyası, şu an
olduğumuz gerçek dünyadan tümüyle başkadır, onlar bir masalın içinde varederler
kendilerini. O nedenle soyut ve masalsıdırlar. Bizim dünyamız ise gerçektir ve
aşk’ın şımarık, bencil hallerine yer yoktur. Tıpkı ‘Dadı’nın oyunda göstermek
istediğimiz, onların soyutluğunu ispatlarcasına ortaya koyduğu gerçeklik gibi..
Her insan bilir ki, ölçüsüzlük, kendini tüm dünyadan adeta koparırcasına aşka
adamak -ki aşık olmak demek, bunu göze almak, kişinin kanatlarını sonsuzluğa
açması ve sınırsızlığı kabullenmesidir- korkuyu çağıran, gerçekliği kışkırtan
ve imkansızlığı zorunlu kılan bir sonu hazırlamak demek olacaktır..
Kanımca Juliet,
‘aşk’ı ile kendinden geçmiş ve kendini bütünüyle Aşk’ına yani Romeo’suna adamış
bir yorumla oynanmalıydı, biz de duygularındaki yoğunluğu, ölçüsüzlüğü göstermek
için sahne üzerine bu şekilde taşıdık. Çünkü aşk , ikisinin de gözlerini kör
etmiştir ve artık hiç birşey umurlarında değildir. Tek arzuladıkları şey tensel
kavuşmalarını gerçekleştirmektir...
Romeo ve Juliet
birbirlerine dokunmaz-dokunamaz- ve sahnede soyut bir şekilde varlıklarını
sürdürürler; Çünkü aşkları hiçbir zaman somut bir şekilde varedemeyecektir
kendini...
Dadı ise elle
tutabildiğimiz, dokunabildiğimiz, konuşabildiğimiz tek somut gerçeğimizdir.
Sahnede, Romeoyla da, Julietle de birebir göz temasında bulunur, konuşur ve
dokunabilir. Söyledikleri genelde gerçek ve acı da olsa sürekliliğini koruyacak
olan O’dur;
Yani, Romeo ve
Juliet dışındaki herkes ve herşey somut ve gerçektir. Ancak kendileri dışında,
başkalarıyla iletişime geçtiklerinde o gerçekliğe kavuşabilirler ..
Dadı sahnede gerçek
olanı, dış dünyayı temsil ediyor. Dış dünya çok farklıdır ve hiç birşey genç
aşıkların bekledikleri gibi olmayacaktır.. Aşkları, onları hep umut ettikleri,
olmasını bekledikleri o aydınlığa kavuşturamayacaktır ne yazık ki..
İlk sahnede, Romeo
ve Juliet’in balo gecesi ilk karşılaşmaları, ilk gözgöze gelişleri ve
aşklarının ilk kıvılcımlanışını görürüz. Yine loş bir ortam vardır, bundan
sonra birlikte oldukları her sahnede olacağı üzere.. Temas yoktur. Her iki oyuncu
da ( yani Romeo ve Juliet) birbirlerine dokunmaları gereken sahnelerde -mış
gibi yaparlar, -dokunuyormuş gibi-... Ve birbirlerinden uzağa bakarlar ama
baktıkları noktada birbirlerini görürler.. Bu büyü havası içinde geçen sahne,
dadının gelmesi ile son bulur, ışıklar açılır ve herşey gerçeğe döner; Çünkü
dadı sayesinde, birbirlerinin kim olduklarını öğrenmişlerdir fakat bu acı
gerçek onları durdurmak yerine, daha da kamçılayacaktır.
Herşey çok hızlıdır ve
öyle gelişir. Bir sonraki, o ünlü balkon sahnesinde aşklarını birbirlerine
itiraf ederler ve hemen arkasından da evlenmeleri adına koşuşturmalar başlar.
‘ Shakespeare, Julıet’in
“yüksek” veya “yüce üslubunda” risklere girer. Juliet muhteşem edebi imgelerle
, ordu lejyonlarına seslenen bir Roma tanrıçasının ezgisel ritm ve
dalgalanımlarıyla konuşur. Örneğin, III. Perde’ de, kısa süre önce Tybalt’ı
öldürmüş olan Romeo’yu beklerken, cinsel heyecanını ,açıkça, aşağıda olduğu
gibi dile getirir;
Hadi
fırlayın, ey alevden ayaklı atlar,
Koşun
dört nala Phoebus’un kaldığı yere!
Şaklatsın
kırbacını,batıya sürsün sizi arabacı Phaeton;
Bulutlu
geceyi getirsin biran önce.
(
III.ii 1-4) 4
(SHAKESPEARE:
BİR YAŞAM. Park HONAN YKY )
Juliet’in “yüce
uslubu” onu, çevresindeki sezgileri ince ve güçlü olmayan kimselerden ayırır.
Onun aşkının şiddeti, kendisine uygun, kaçınılmaz rolü bulduğu için sevinçli
bir delikanlı havasında olan Romeo’ya da bulaşır. ( Romeo’nun dolaylı olarak
altı ölümden sorumlu olduğunu insan unutuyor.)
Sonunda
Juliet’in, Capulet mezarındaki intiharı azizlerinkine benziyor;
Romeo’nunkinde de
dokunaklı ,abartılı bir ihtişam var; Elinde, içinde zehir bulunan küçük
şişeyle, son bir öpüş için solgun Juliet’in üzerine eğilirken, “dünyadan bezmiş
bedeninden “ yakınarak , “İşte yerim burası “,der.
Gözler,
son defa bakın.
Kollar,
son defa kucaklayın ve dudaklar,
Ey
soluğun kapıları , şu bağlılık öpücüğüyle,
Sonsuz
anlaşmayı mühürleyin
Gözü doymaz ölümle.
( V.iii 109,
112-15)
“Romeo ve Juliet,
romantik bir komedi gibi başlar. Capulet’lerle Montaque’ların hizmetkarları
sahneye geldikten sonra küçük bir sokak kavgası çıkar ve Romeo - Siyah saçlı
bir Rosaline’i görüp başı dönmüş bir Montaque olarak - romantik bir Fars’ın
alay konusu aptal karakteri gibi konuşur:
“Bunlar
hep nefret yüzünden ama daha çok aşk yüzünden
Şu
işe bak.
Ey
kavgacı aşk, Ey şefkatli nefret,
Ey
başlangıçta hiç ‘ten yaratılmış olan herşey!
Bu aşkı
hissediyorum”
...Shakespeare ,
Romeo ve Juliet’i , göz kamaştıran bir ustalıkla ve ayrıcalıklı bir
şekilde , kısa süreli
aşkı her şeyin üstünde tutan ilginç bir yorumla dile getirmiştir.. (SHAKESPEARE
BİR YAŞAM. Park HONAN YKY )
Aşk, soyut, yüce,
olağanüstü ve abartılı haliyle sahnededir. Romeo ile Juliet’in tüm sahnelerinde
aşk o yüzden dokunulmaz, şiirsel ve gerçeklikten yoksundur. Buna karşıt olarak
dadının sahnelerinde ise, theatral anlam da dahil olmak üzere herşey gerçeğe
uygun ve gerçek kurallarla işler..
“...Shakespeare’in
bu oyun için esinlendiği kaynak ,1563 ‘te genç yaşta boğularak ölen Arthur
Brooke adlı ozanın 1562’de yazdığı Romeus and Juliet adlı şiiridir. Brook da
şiirine kaynak olarak ,Boisteau’nun Fransızca öyküsünü almıştı.Boisteau ise bu
öyküyü Bandello’nun İtalyanca öyküsünden aktarmıştır.Ayrıca Shakespeare’in bu
oyunun Luıgı Groto’nun La Hadriana oyununa benzer özellikleri vardır.Shakespeare
, Brooke’un şiirinden esinlenirken olay dizisinde birçok yeri kendine göre
değiştirmiştir.Bu şiirde Romeo saldırgandır ve Tybalt’ı öldürür.Oyunda ise
dövüşmeyi istemeyen Romeo, çok sevdiği arkadaşı Mercutio, Tybalt tarafından
öldürüldüğü için dövüşmeye zorlanır ve bu arada Tybalt’ı öldürür.Brooke’un
şiirinde Romeo , sevimli bir delikanlının ,sabit fikirle çılgınlığa varan
davranışlarını yansılarken, Shakespeare, Romeo karakterine daha insancıl ve
nesnel özellikler getirmiştir.
Yine Brooke’un
şiirinde Juliet, ailesini ve dadısını aldatan, günah dolu bir genç
kızdır.Oysa Shakespeare
bu karakteri de olay dizisi içindeki mantıklı yerine oturtmuştur...” (“ROMEO VE
JULİET TREGEDYASI ÜZERİNE” Özdemir NUTKU Önsöz )
Sahnede yaratmak
istediğimiz o büyü havası oyunun finaline kadar geçerliğini korur. Aşk,
imkansızlık, gerçeklik ve gerçeküstülük kavramlarını sahne üzerinde göstererek,
zıtlıkların irdelenmesini, tartılmasını ve ‘aşk’ kavramının ne olduğu ve nasıl
yaşanabileceğine dair fikirlerin en azından düşünülmesini hedefledik. Aşk,
Romeo ve Julıet’te olduğu gibi bir solukta, bilinçsizce ve ölümüne mi
yaşanmalıdır(?), yoksa insanın kendi kendini büyüleme işi, hayatın gerçekliği
onu yok etmeden, bu düşten uyanmanın, ‘gerçek’ güzellikle uyuşmanın yolları mı
aranmalıdır?
Bütün bu
bilgilerden sonra Aşk’ın bütün zıtlıkları içinde barındırdığını görüyoruz; AŞK,
hem hayatın olanaksızıdır hemde bir o kadar hayatımızda var etmek
istediğimizdir. Hem kızgınlığımızdır hem tutkumuz.. Ve insan hiç bir zaman bu
dengeyi hakkını vererek koruyamamıştır. Çünkü aşk bencil olmasını ister
insanın. Ölçüsüzlüğe götürür onu. Bir hastalık gibidir.
“Leyla ile
Mecnun’dan Romeo and Juliet’e Aşk” yazısında Doğu ve Batı’nın Aşk anlayışındaki
farklılıklardan bahseden Yusuf Sadi Eroğlu’da şunları söylüyor:
“...Aşk isteyerek
oluşacak bir duygu değildir. O bir hastalık gibidir, aniden bulaşıverir. Aşk ,
insana ıstırap verir. Aşkta abartı vardır... ” (COGITO “aşk” Bahar 95 ). Bu abartma,
sınır tanımama duygusuna pek çok örnek verebiliriz...
Schopenhauer,
Aşk’ın gemlenmesinin, bir kimsenin işine herşeyden daha çok yarayacağını
söylüyor ve eski bir sözü yineliyor; “...Kendinde ölçü de düzen de bulunmayan
şeyi, akılla yönetemezsin... ” gerçekten de bu söz, Aşk’la ilgili pek çok şeyi
açıklıyor.
Bir aşk öyküsü
dışarıdan bakınca ne kadar şaşırtıcı etki yaparsa, o kadar doğal davranıştan
uzaklaşır. Ve aşıklar aynı gerçeklere sahip olduklarını varsaymak konusunda
birbirlerinden o kadar emin olurlar. Farklılık ve tam bir birlik karşılıklı
olarak yeni bir abartma ilişkisine varır.
İşte herşey çok
açık, Aşk bilinçsiz olanı yok ediyor ve kişi aşkın acısından besleniyor.
Tıpkı Romeo ve Juliet’in
aşklarının acısından beslendikleri gibi. Peki aşkın muhteşemliğinin, insanın
ayaklarını yerden kesen o tarif edilemez duygusunun yanısıra sevgililerin bu
kadar canını acıtmasının ve bunun devamlılığını korumasının sebebi nedir?
Anlık gerçekleri
kaçırmak...
Romeo ve Juliet o
kadar büyük bir aşk duyuyorlar ki birbirlerine, dış dünyanın kendileri için oluşturduğu
tehtidin hem farkında hem de bir o kadar umursamaz bir tavır içindeler, çünkü
Aşk gözlerini kör ediyor, onları daha cesur kılıyor hayata karşı..
Romeo ve Juliet,
güzel bir başkaldırı hikayesi olmaktan öte birşey daha hatırlatıyor bizlere:
Aşk’ta bilincin yokluğu...
Her ikisi de
içlerinde aşkı besledikleri sürece gerçek değillerdir artık. Oyunun bütünü
içinde hep şu görüş vardır: Hayal olan ile gerçek olanın çatışması.
Aşk’ta hep bir
savaş ve çatışma olduğuna göre sonuç olarak hep aynı noktaya geliyoruz;
“
Aşk’ta engel ne kadar büyükse, Aşk da o kadar büyük oluyor.”
Yani Aşkta bireyin
önemi yok, önemli olan olayların akışı içinde Aşk’ı varetme çabası. Bundan yola
çıkarak diyebiliriz ki, Aşk bilinçsiz bir başkaldırıdır. Oyunda Juliet’in henüz
ondört yaşına basmamış olması tesadüf değildir. Yazarın, kanımca sevgililerin
yaşını bu kadar genç tutmasındaki sebep, aşkın ancak bu yaşlarda bu kadar
bilinçsizce kişiyi ele geçirebileceğini seyirciye göstermektir. Bu da şu ana
kadar savunduğum şeyin bir özeti aslında; bilinçsizlik ve deneyimsizlik aşkı
tetikler, kişileri alır götürür sonu belirsiz geleceğe doğru.. Bir öngörüye
sahip olamamaları - hayat bilgisinden yoksun oluşları - bu çıkmazın içine
girmelerine bir o kadar hız verir.
Romeo daha önce
belirttiğimiz gibi; tam bir aşkpersttir. Geçmişte Rosaline için acı çekmiş
olması, yeni bir aşka yelken açmasına engel olmaz, aksine O, tüm benliğiyle
Aşk’a sığınır ..
Bütüne sığdırılmak
istenirken , her defasında bütünü yok eden aşk, Romeo ve Juliet için de farklı
olmuyor...
“Kavuşulamayan şey
büyülü ve güzeldir. Aşk’ı yaratır.”
Sabahattin
Eyüboğlu en beğendiği aşk tanımını Hasanoğlu Köyünde bir vatandaştan
duyar:
“
Sevdiğine kavuşamazsan aşk olur”
Bu kavuşamama durumu,
aşkın özlemi ile karışık elde etme çabaları kontrolsüzlüğe bir çağrıdır
aslında. İnsanın gözünü kör eder, cesareti arttırır ve olaylar hiç beklenmedik
bir sona ulaşır.
Aşk = Tutku = Ölüm
Ölmek, aşkın
ölümsüzlüğünü güvenceye almanın yegane çözümüdür; Büyük aşıklar, tutkularına
sonsuzluğu bahşetmek için bu dünyaya veda ederler.
Aşk hem cennettir
hem cehennem.Aşk’ın eğitilmezse kötü sonuçlar doğuracağı kesindir.Peki aşkın
eğitilmesi ne demektir ya da böyle bir şey mümkün müdür? Aşk hep böyle sınırsız
ve tehlikeye davetiye çıkararak mı yaşanmak zorundadır?
Aşk
eğitilirse aşk olmaktan çıkar mı? Ya da aşk daha sakin sularda yaşanabilir mi?
Bütün bu sorulara
cevap olarak hatırlatmak isterim ki Aşk’ın tabiatı heyecanlar ve sınırsız
hayaller üzerine kuruludur. Aşık kendini ve karşısındakini idealize eder. Bu
oldukça ilginç bir duygudur.İkili bir bencilliktir ve içgüdüsel doyuma da
aykırıdır. Öyle ya ,içgüdülerimiz bize önce kendini koru,önce kendini düşün ve
gerekirse karşındakini yok et demiştir.
“...Bencillik, özü
gereği sınırsızdır. İnsanın bir tek mutlak isteği vardır sadece; bu da, her
acıdan hatta her yoksunluktan sıyrılmak ve elden geldiğince mutlu ve rahat
olmak; elden geldiğince haz duymaktır. Ama zevk ve haz duydukça, bu zevk ve
hazları daha değişik, daha ince hale getirmekten de geri kalmaz insan. Bencilliği
ile gerçekleşmesini istediği şeyler arasına dikilen her engel, öfkesini ve
nefretini körükler; hemen ezilmesi gereken bir düşman gibi görünür... ” (AŞKIN
METAFİZİĞİ Schopenhauer- s.s68)
Aşk bütün bu
tehlikeleri ile Aşk’tır ve yenilmeye mahkûmdur.
Aşk bir savaştır.
Aşk bilinçsizliği
doğurur, kişinin kendi olmasını engeller.
Mutlu aşk yoktur.
Aşk bencildir ve
sürekli kendini yüceltir. Olayların akışı içinde, belli bir noktadan sonra
duyguların ölümsüzlüğünün yerini, aşıkların birleşme çabaları almıştır.
Tek istedikleri
biran önce birleşmek, hedefe varmaktır.. Nasıl olursa olsun.!
Shakespeare,
Rahip’le Romeo’nun sahnelerinde, Aşkın bedensel isteklerden ibaret olduğunu
vurgular, yani aşk cinsel kavuşma ile eş anlamlı oluyor.
Julıet’in ,
Romeo’dan haber getirecek olan dadısını beklerken, bu kadar telaşlı olmasının
nedeni de biran önce olumlu haberin gelmesi ve sevdiği adamla cinsel
birleşmenin gerçekleşmesini istemesidir aslında, -tek vücut olma isteği- başka
birşey değil
“... eğer cinsel
arzu fiziksel bir mesele ise, aynı zamanda ondan da fazla bir söylem
meselesidir ( Shakespeare’in de takdir ettiği gibi): Soneler, aşk mektupları,
sözlü atışmalar, ayartıcı retorik. Gerçekten de Shakespeare’de cinselliğin bu
iki görünümü arasındaki oransızlık çarpıcıdır: Arzunun incelikle işlenmiş
deyimleri - aşıkların tartışmaları, kur ayinleri, çılgınca sayıklamalar -cinsel
birleşmenin fiziksel edimi “ hakkındadır” ama saçma bir şekilde öylesine
aşırıya kaçılır ki insanda hakikatin tam tersi olup olmadığı kuşkusu uyanır ve
fiziksel edim sadece belli bazı sözel sergileme biçimleri için uygun bir fırsat
sağlar. Cinsel edimin kendisi sahne üstünde canlandırılamadığı için, kendisini
kuşatan dilde bulunmayışı da ifade gücünü alabildiğine arttırır.
... Shakespeareyen
komedi, aşık karakterlerin aynı anda en gerçek ve gerçek dışı, en hakiki ve en
sahte olduklarının zeki bir biçimde farkındadır. Aşk, nihai öz tanımdır, en
değerli ve biricik varlık kipidir; ama aynı zamanda tahammül edilemez derecede
cılkı çıkmış ve bayağıdır. “ Önceden milyonlarca insanın yaptığı ve bundan
sonra da yine milyonların yapacağı bir şeydir. ”
...Cinsellik kesin
biçimde sınırlanmış bir roller topluluğuna sahip tiyatrodur: soğuk metres,
karşılık bulamayan aşık, kıskanç paranoyak, lekesiz meryem, kan emici fahişe.
Öyleyse en “ doğal “ insani etkinlik, aşırı yapaylığa dair bir meseledir; bu,
belki de en fazla Shakespeareyen karakterler birbirlerine aşklarını
yazdıklarında aşikardır: Her türlü tasviri aştığı varsayılan şeyi dile getirmek
için tantanalı edebi formülleri seferber ederler... ”
(“WILLIAM SHAKESPEARE”
Terry EAGLETON s.s. 19-20)
Schopenhauer bir
görüşünü de, yine olumlu olmamakla birlikte şöyle açıklıyor ; ‘eğilim,
yatkınlık ve düşünce biçiminin birbirinden farklı oluşundan doğan nefret
duyguları ve hatta düşmanlık bağlantıları içinde bile, cinsel aşkın ortaya
çıkabileceğini ve sürüp gidebileceğini görüyoruz. Bu durumda ortaya çıkan bir
aşk duygusu, sözü geçen farkları görmeyişimize bile yol açabilir ve evlenmeyle
sonuçlanırsa, her iki taraf için de bir cehennem hayatının başlamasından başka
bir sonuç vermez.. ’
Böyle olayların
görülmesi, burada, bilinçle edinilmiş düşüncelerin değil de, içgüdülerin
etkisini göstermiş olmasından ötürüdür. Aşkın doğurduğu istek, yani bütün
yüzyılların şairlerinin durup dinlenmeden sayısız biçimlerde dile getirdikleri
ve bir türlü tüketemedikleri gibi, hakkını da veremedikleri bu istek ( aşık
olunan kişinin elde edilmesinden sınırsız bir mutluluk, elde edilememesinden de
anlatılmaz bir acı duyulacağını hissettiren bu istek) , kaynağını bireyin
günlük gereksinimlerinde ve yoksunluklarında bulamaz. Sevilen varlığın elde
edilememesinden doğan acı için de durum aynıdır. Bu mutluluk da, bu acı da;
kendi amaçlarının gerçekleşmesi konusunda yerine başka şey konulmayacak bir
fırsatı ele geçirmiş olduğunu kavrayan ve bunun hem kazanılabilir hem de
kaybedilebilir olduğunu bilen ruhun çırpınışlarıdır.. Tutkulu aşk dediğimiz
şey, işte bütün bunların, ölümlü bir insanın yüreğine sıkıştırılmış olmasıdır.
Öyleyse, bu çeşit bir gönlün, nerdeyse patlayıp dağılacak gibi olmasına ve
içine dolan sonsuz zavallılık ile sonsuz coşkunluğu dile getirecek sözü
bulamayışına şaşmamak gerekir. İşte bu durum, sınırsız mecazlara başvurarak,
dünya ile iniltili herşeyin yükseğinde uçup duran her çeşit yüce erotik şiirin
kaynağıdır.. Ve büyük tutkular da, genel olarak, daha ilk bakışta ortaya çıkar.
Mateo Aleman’ın
yazdığı ve iki yüz elli yıldan beri tanınan Guzman de Alfarache’ın şu bölümü,
bu bakımdan çok ilgi çekicidir:
“Bir kimsenin aşık
olması için, uzun bir zaman geçmesi ya da bu kimsenin, uzun uzun düşünüp bir
seçiş yapması gerekli değildir. Gerekli olan, o ilk bakışta, her iki tarafın da
bir uygunluk ve yakınlık duyması, ya da günlük hayatta ‘kanın ısınması’
dediğimiz şeyin gerçekleşmesidir. Yıldızların özel bir etkisi, insanın böyle
bir duyguya kapılmasına yol açar.”
Bu sözün
tamamlayıcısı olarak da Chamfort’un şu sözlerini hatırlatmak gerekir;
“Bir kadınla bir erkek,
birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyuyorlarsa, onları ayıran şey, ister
bir koca, ister ana-baba ya da başka birşey olsun, onlar yine de Doğa gereği
birbirlerinindirler ve insanların yasalarınca sayılmamalarına rağmen, tanrısal
yasa gereğince birbirlerine aittirler. ”
İnsanlar arasındaki
toplumsal farklar ve ufak tefek koşullar birbirlerini tutkuyla seven aşıkların
karşısına dikilecek olursa, kendi devamlılıklarını sürdürmek - evlenmek ve
çocuklar doğurarak kendi türlerinin devamını sağlamak- isteyen aşıklar bu karşı
çıkışları, hiçbir önemi olmayan şeyler gibi ele alırlar ve bir yana atarlar.
Yine aynı derin nedenlerden ötürü, tutkulu aşkın amaçlarına ilşkin olduğu
zaman, en büyük tehlikelerin bile hiçe sayıldığını; korkakların birer aslan
kesildiğini görmek mümkün. Bu kör cesaret, ölçüsüz ve düşünmeden atılan
adımlar, aşıkların lehine olmaktan çok, onların felaketine doğru atılan adımlar
olmuşlardır maalesef ! .. Aşıkların davranışları ise, bu davranışları
engellemeye çalışan herşeyden daha önemli, yüce ve haklı görünür. Aşk
konularını ele alan trajedilerde, amaçlarının aracı durumunda olan aşıklar,
genel olarak mahvolup giderler. Romeo ve Juliet’te bunu açıkça görüyoruz. Bir
insanın aşkı çoğu zaman trajik, kimi zaman da komik olaylara yol açar. Bunun
nedeni, kişinin artık kendi kendisine ait olmaması ve o duygu tarafından
yönetilmesidir. Zaten genel sorun da bu olmuyor mu..? Kendimizi akıntıya
bırakıyoruz, ya da şöyle söyleyelim sadece akıntıya bırakmıyoruz, adeta
aklımızı başımızdan alan o duygunun - tutkunun esiri olarak akıntıya karşı
kürek çekiyoruz.. ve diyoruz ki; ‘ Her ne olursa olsun ! ’.
Romeo ve Juliet gibi pek
çok aşık, Aşk’ı yüzünden intihar etmekte. Hatta bu gerçeklik bugün bile
geçerliliğini koruyor ne acıdır ki.. Çünkü doğa, bu umutsuz durumun bilincini
örten deliliğin araya girmesine izin veriyor. Bununla birlikte, trajik sonuçlar
doğuran şeyin sadece doyurulmamış aşk tutkusu olduğunu sanmak yanlıştır;
doyurulmuş aşk tutkusu da, çoğunlukla mutluluğa değil mutsuzluğa götürür
insanları. Çünkü böyle bir aşkın istedikleri ( talepleri ) , aşkı duyan
kimsenin kişisel rahatı ile öylesine çatışır ki, sonunda bu rahatı yıkacak hale
gelir. Bundan başka, tutkulu aşkın bu istedikleri, aşığın öteki hayat
koşullarıyla bağdaşamaz olduğu için bu koşullar üzerine kurulmuş olan hayat
tasarılarını kökünden yıkar. Ne var ki aşk, sadece dış koşullarla çatışma
halinde değildir; kimi zaman aşığın öz bireyselliği ile de çatışma halindedir.
Ama bu tutkulu aşka yücelik kazandıran, şiirlere konu olmaya layık kılan şey
de, insanın kendisine ait olmayan şeyleri arayışıdır ve bu çeşit bir arayış,
gördüğümüz her büyüklüğü yaratan şeydir..
“Sen, insanların ve
tanrıların efendisi, AŞK ! “(AŞKIN metaafİzİğİ. Schopenhauer- s.s.
bilinmiyor)
Eros, huysuz ve
zorba olmasına rağmen yine de tanrıların ve insanların efendisidir. Eros’un
özellikleri arasında, öldürücü oku, körlüğü ve kanatları dikkati çeker.
Kanatlar vefasızlığı anlatır.. İşte özlü bir aşk tarifi daha ! .. Aşıklar ise,
bütün bu yoksunluğu ve düşkünlüğü sürdürmek isteyen hainlerdir !
Şiir Aşk’ın bitmek
tükenmek bilmeyen, sonsuz bir döngüyle ve güçle kendini üreten doğasını dile
getirir. Her aşkın, öfkeyle, şehvetle, heyecanla şekillenen (ve kendini yeniden
yeniden üreten) fırtınasının kendisini giz perdesinin ardından belli edişini..
Psikanaliz ise bu fırtınanın gücünün/ sertliğinin/ kontrol edilemezliğinin/
hırçınlığının/ yıkıcılığının köklerini açıklayan bilinçdışı süreçleri keşfetme
sürecinde yol gösterir bize. Ama yine de bilgi bizi teselli etmez, fırtınayı
dindirmeye gücü yetmez.. Yine ve yeniden şair/şiir bize hatırlatır... “Mutlu
Aşk Yoktur”...
Ey aşk, ne kadar
duyarlısın her yeni düşünceye, duyguya!
Sevgilinin
aklınıçelen her yeni düşünceyi,
Yutmaya hazırsın aç
denizler gibi.
Ama ne olursa olsun
değeri Bir anda yitiriyor hepsini!
Sevgilinin kafası
çeşitli hayallerle dolu,
Aşk ise hayal ediyor
olmadık şeyleri.
Onikinci Gece...
WILLIAM
SHAKESPEARE
•
ÇALIŞLAR AZİZ “ Tiyatro Adamları
Sözlüğü “ İst. , MitosBoyut Yayınları, 1993 SS. 240-241
•
NUTKU ÖZDEMİR “ Romeo ve Juliet
Tragedyası Üzerine” Önsöz Romeo ve Juliet, 1984
•
BATUR ENİS “ Aşk Üzerine Marazi
Bir Deneme Daha” COGITO, Bahar 95
•
HONAN PARK “Shakespeare : Bir
Yaşam” Çeviren Bülent Bozkurt
•
RONY JEROME-ANTOINE “Tutku- Aşk “
COGITO Bahar 95
•
DE ROUGEMONT DENIS “Aşk ve Savaş” ss:
147-149 COGITO Bahar 95
•
EROĞLU YUSUF SADİ “Leyla ile
Mecnun’dan, Romeo and Juliet’e Aşk”
•
EAGLETON TERRY “William
Shakespeare” ss:19-20
•
DOĞRUSÖZ MAHAN “Erotik Aşka
Psikanalitik Bir Bakış” Makale ,
•
KOTT JAN “Çağdaşımız
Shakespeare”, , Mitos Boyut yayınları Tiyatro / Kültür Dizisi
•
SHAKESPEARE WILLIAM “Onikinci Gece”
Remzi Kitabevi
•
pERRON ROGER “Neden Psikanaliz”
Psikanaliz Gündemi
•
SCHOPENHAUER “Aşkın Metafiziği”
Sosyal Yayınlar
•
S.FREUD-J.BREUER “Histeri Üzerine
Çalışmalar” Payel Yayınları
Kaynak: Sibel YILDIRIM ÖZER, Wıllıam Shakespeare'ın
Tragedyası Romeo Ve Julıet'ten Yola Çıkarak: "Mutlu Aşk Yoktur", T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü Sahne Sanatları Anabilim Dalı
Tiyatro Sanat Dalı, Yüksek Lisans Tezi,
Mayıs 2008, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar