Print Friendly and PDF

CENGÂVERÜ’R NÂR / Murat YÜRER

Bunlarada Bakarsınız


Kor ateşin içinde yanıyordu adam. Çığlıkları sonsuz boşlukta yayılırken başındaki kızıl tenli, ellerinden, ağzından ve gözlerinden ateşler saçan yaratık adamın daha fazla acı çekmesini sağlamak için ağzından çıkan alevlerle ateşi beslemeye devam ediyordu. Adamın yanarak kararan ve vücudundan acıyla kopan etleri, yaratığın iğrenç nefesiyle tekrar tekrar yanmak üzere yeniden yaratılıyordu ve bu acı ritüeli sonsuza kadar tekrarlanarak devam ediyordu.

Yatağında sıçrayarak uyandı Ali. Son iki haftadır gördüğü aynı kâbus onu her gece yatağından sıçratmayı başarıyordu. Babasının öldüğü günden beri her gece babasının ateşler içinde, acı çekerek yanan bedenini görüyor, elinden hiçbir şey gelmeden bunu izliyor ve içinde büyük bir kusma hissiyle uyanıyordu.

Başlarda bu kâbusun nedeninin babasının son nefesini verdiği evde kalmak olduğu sansa da, bir hafta sonra döndüğü İstanbul'da da kâbuslar peşini bırakmamıştı. Gittiği psikolog ise sorununun sadece psikolojik olduğunu söylemiş, hiçbir işe yaramayan ilaçlar yazmakla yetinmişti. Modern tıptan çare bulamayacağını anladığında bu konularla çok ilgili bir arkadaşının tavsiyesiyle hocaya görünmeye karar vermişti.

İnançlarına ters bir hareketti hacı-hoca takımına görünmek ama iki haftadır peşini bırakmayan bu kâbus için yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. Hiç içine sinmese de, televizyonda gülerek izlediği ve saçmalık olarak nitelendirdiği bu harekete bel bağlamak zorunda kalmıştı.

Yatağında doğrulup saate baktı. 04.39'dan 04.40'a dönen dijital saate göre onu kurtarmasını umduğu hocanın yanına götürecek arkadaşının gelmesine beş saat yirmi dakika vardı. Derin bir nefes vererek gözlerini kapadığında, kızıl tenli yaratık tekrar gözlerinin önünde belirdi. Hızla gözlerini açarak onun babasına yaptığı iğrenç işkenceleri görmekten bir süreliğine kurtuldu. Bir daha uyuyamayacağını hesaba katarak babasından kalan hesapları incelemek için yatağından kalktı.

Ali'nin babası memleketlerinde ufak bir bakkal dükkânı işletiyordu. Süpermarketler karşısında yenilen bir bakkal olup çok az para kazanabilmesine rağmen içki ve kumar alışkanlığı onu borç bataklığının diplerine çekmişti. Elinde tuttuğu muhasebe defteri hiç alacak göstermezken, bütün sayfaları verecek ve borç kayıtlarıyla doluydu. Dükkân satılarak borcun bir kısmı kapatılsa da, kalanı için Ali'nin kendi evini ipotek ettirmesi de borcun tamamen kapanmasına yetmemişti.

Arkasına yaslanıp babasını düşünmeye başladı. İstanbul'a yerleşene kadar anne ve babasıyla çok mutlu bir aile tablosu çizmişlerdi. Ali büyük bir holdingde iş bulup İstanbul'a yerleştikten iki yıl sonra annesi ölmüş, tablonun bir yanı kırılmıştı. Annesinin ölümü babasını çok etkilemiş, içki ve kumarla da bu dönemlerde tanışmıştı. Önce elinde avucunda ne varsa bitirmiş, sonra borç batağına ilk adımlarını atmıştı. Borç batağının dibine vurduğunda ise ne kadar yanlış bir yolda olduğunu fark ederek babadan kalma tabancasıyla kendini vurmuştu. Kendince hayatını kurtardığı ölümü, Ali'nin avukatının mirası reddetme önerilerine kulak asmamasıyla ona bol sıfırlı bir borç bakiyesi bırakmıştı.

Hesaplarına göre biraz kemer sıktığı takdirde iki ay sonra ipotek dışında kalan borcu kapatmayı başarabiliyordu. Kâbuslarının sebebinin babasının borçları olduğunu düşündüğünden borcu bir an önce kapayabilmek için büyük çaba sarf ediyor ama artık kâbuslara değil iki ay, iki dakika daha katlanacak gücü kendinde bulamıyordu. Birkaç saat sonra kâbuslarının bitmesini umarak, çalan kapıyı açmak için ayağa kalktı.

Gelen tahmin ettiği gibi onu hocaya götürecek arkadaşı Aylin'di. Üniversite yıllarındaki kız arkadaşlarından biri olan Aylin, paranormal olaylara büyük ilgi duyuyordu. Sık sık hocaların kapısını çalıyor; büyüler, muskalar ve kahve fallarından medet umuyordu. Zaten Ali ile ayrılma sebeplerinden biri de, Ali'nin saçma olarak nitelendirdiği bu olaylara duyduğu derin bağlılıktı. Ayrılmalarına rağmen arkadaşlıkları devam eden ikilinin Ali'nin isteği üzerine bir hocaya gidecekleri kırk yıl düşünseler akıllarına gelmezdi.

"Nasılsın Ali?" dedi Aylin, kapıdan girmeden.

"Nasıl olmamı bekliyorsun? Şu kâbuslar yüzünden iki aydır doğru düzgün uyuyamadım bile."

"Bu hocanın nefesinin çok kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Sana musallat olanlardan seni kurtaracağına eminim. Hazırsan hemen çıkalım."

"Hazırım ama sahtekâr bir hocanın beni kurtaracağına inanmıyorum," diyen Ali montunu alarak kapıdan çıktı.

Gecekondu mahallesinin ortasındaki tek katlı ahşap evin kendine ait bahçesiyle etrafındaki evlerden pek bir farkı yoktu. Aylin arabasını tahta bahçe kapısının önüne park ettikten sonra, yaklaşık dört adımda biten ufak bahçeye girdiler. Kapının vurulmadan genç bir kadın tarafından açılması Aylin'in hocaya olan inancını arttırtsa da, Ali kadının pencereden onların gelişini görüp kapıyı açtığını düşünmüştü.

"Fethi Hoca'yı görmeye geldik," diyerek içeri girdi Aylin.

"Buyurun. Biraz beklerseniz. Ben hoca efendiye haber vereyim. Sorununuz neydi?"

Aylin, kadının Ali ile aralarındaki cinsel bir sorunu kastettiğini anlayarak, "Arkadaşımı rahatsız eden kâbuslar var. Onun için gelmiştik," diye cevap verdi.

Kadın biraz utanarak başıyla 'anladım' hareketi yaptı ve hocanın odasına girdi.

Evin içi haber programlarında yakalanan sahte hocalarınkine benzer nitelikteydi. Hocayı bekleyenler için düzenlenmiş oturma odasına koltuk ve kanepe takımları konulmuştu. Orta sehpanın üzerinde birkaç çiçek ve dini yayın yapan birkaç dergi vardı. Duvarlarda ise Arapça yazılmış, Ali'nin anlamadığı dualar, ayetler asılmıştı. Fatih Sultan Mehmet'in beyaz at üzerinde İstanbul'a girişini gösteren Fausto Zonaro'nun tablosunun bir kopyasının da duvarda asılı olması dikkat çekiciydi.

Evin televizyonda gördüğü sahte hocaların evlerine benzemesi Ali'nin de dikkatini çekmişti. Herhalde Sahte Hocalar Federasyonu sadece bu tarz evlere izin veriyor, diye düşünmekten kendini alamadı. Kâbusları onun yaşamını çekilmez hale getirse de, bu hocanın onun derine deva olacağına zerre kadar inancı yoktu.

Ali birkaç saniye önce yaptığı espriye gülmemek için kendini sıkarken, hocanın odasının kapısı açıldı. Genç kadın yavaş adımlarla dışarı çıktı ve bezgin bir ses tonuyla konuştu: "Hoca sizi bekliyor."

***

Kadının arkasından önce Aylin hemen arkasından da Ali odaya girdi. Hoca perdelerinin sımsıkı kapalı olduğu pencerenin önündeki sedirde oturuyordu. Önünde ise masa olarak kullandığı ufak bir yer sofrası vardı. Yer sofrasının üzerinde birçok kâğıt, içinde farklı renkte sıvıların olduğu birkaç şişe, bir gümüş tas ve birkaç muska duruyordu. Hocanın sağındaki boş rahle de dikkat çekiyordu.

Odaya girdiğinde gözleri oturacak bir yer arayan Ali, Aylin’in hocanın önünde yere çöktüğünü görünce onun yanına çöktü.

"Anlat bakalım derdini oğlum. Hanife kâbuslar gördüğünü söyledi."

Uzun sakalları neredeyse göbeğine kadar uzanan Fethi Hoca’nın sakin ve dinleyenlere huzur veren sesi Ali’yi hiç mi hiç etkilememişti. Hocayı kale almamayı düşünüyordu ama Aylin’in dirsek darbesiyle istemeye istemeye konuşmak zorunda kaldı. "İki hafta önce babam öldü ve o günden beri rüyalarımda onun ateşler içinde yandığını görüyorum."

"Anladım oğlum. Seni rahatsız edenler var. Ben şimdi bir muska yazacağım. Onu taktığın sürece hiçbir şey seni rahatsız edemeyecek. Önce şu bıçakla parmağını kes, şu tasa biraz kan akıt."

Ali önce hocanın uzattığı bıçağa daha önce hiç bıçak görmemiş gibi, sonra da hocanın suratına, 'Deli misin?’ der gibi bir bakış attı.

Ali’nin dediğini yapmayacağını anlayan hoca, "Korkma oğlum, ufak bir çizik sadece. Bıçağı da önceden ateşte ısıttım. Merak etme mikrop kapmazsın," diyerek Ali’yi ikna etmeye çalıştı.

Ali’yi hocanın dedikleri hiç etkilememişti ama Aylin’in bu sefer daha sert gelen dirseği yine istemeye istemeye sol işaret parmağını kesip, kanını yer sofrasının üzerindeki su dolu tasa akıtmasını sağladı.

Suyun üzerine düşen kan damlası ilk başta bir arada kalsa da sonra yavaşça suyun içinde dağılmaya başladı ve birkaç saniye sonra da tamamen kayboldu. Bu sırada Ali elindeki ufak çaptaki kanamayı kâğıt mendil yardımıyla durdurmaya çalışıyordu. Fethi Hoca dua okuyarak su dolu tası eline aldı.

Ali bu saçmalıkları neden yaptığını, neden Aylin’i dinlediğini düşünmeye, hoca da dua okurken sesini yükseltmeye başlamıştı. Suya baktıkça sesi yükseliyor, transa geçmiş gibi vücudu bir sağa bir sola sallanıyordu. Ali bunun müşterilerini etkileyecek bir şov olduğunu düşünüyordu. Bu sırada hocanın sesi daha da yükselmiş, sallanışları iyice şiddetlenmişti. Artık kendini kontrol edemiyor gibiydi. İçeride garip bir şeyler olduğunu sezen yardımcısı da hemen içeri girmişti.

Fethi Hoca birden sallanmayı ve dua okumayı kesti. Hemen ardından da ağzından ve burnundan kanlar gelerek elindeki tası yere fırlattı. Ali artık bunun bir şov olmaktan çıktığını düşünüyordu. Yanındaki Aylin'e döndüğünde onun da şaşkın bir şekilde hocayı izlediğini gördü. Yardımcı kadın hemen hocanın koştu ve ona yardım etmeye çalıştı, fakat hoca eliyle yardıma ihtiyacı olmadığını işaret odorok kadını uzaklaştırdı.

Hoca derin bir nefes aldıktan sonra kızıl renge boyanmış sakal ve bıyığı arasından zorlukla görünen ağzından iki kelime çıkardı.

"Sen osun."

"Kimim ben?" Ali şaşırarak sormuştu bu soruyu.

"Sen osun. Allah'ıma binlerce kez şükürler olsun ki sen osun. Mübarek kanında gördüm. Beni engellemeye çalıştılar ama başaramadılar. Sen bunu yapabilecek tek âdemoğlusun. Sen Cengâverü'r Nâr'sın."

"Neymişim?" diyen Ali'nin sesinde alaycı bir ses tonu vardı.

Hoca, Ali'nin kendisini umursamadığı anlayınca ayağa kalktı ve Ali'nin yanına, yere oturdu.

"Oğlum! Sen mübarek kişisin. Sen Cehennem'deki azaba son verecek âdemoğlusun. Sen Cengâverü'r Nâr'sın. Sakın benim dediklerimi hafife almaya kalkma. Öyle ki, sen görevini yetirene kadar senin kâbus dediğin, benim ise sana gönderilmiş işaretler olduğunu düşündüğüm şeyler devam edecek. Buna hiçbir dua, hiçbir muska çare olamaz. Yaradan seni seçtiyse, O'nun lafına kimse karşı gelemez. Kaderinde yazanla eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalacaksın."

Ali başlarda ciddiye almadığı hocanın gözlerindeki ve ses tonundaki ciddiyeti şimdi fark edebiliyordu. Fakat konuya anlam verememişti. Hoca ona biri olduğunu söylemiş ve bir görevden bahsetmişti. Fethi Hoca'ya göre o Allah tarafından seçilmişti ama bu nasıl olabilirdi? O'na kat be kat fazla ibadet eden kulları varken neden kendisi seçilmişti?

Durumun ciddiyetini kavradığında kekeleyerek konuştu. "Görev mi dediniz? Görev ne?"

Soğukkanlılığını koruyan Aylin hemen araya girerek, "Görevden önce, Ali'ye bir isimle hitap ettiniz. Nedir o?" diye sordu.

"Cehennem Savaşçısı mı? Ben mi Cehennem’de savaşacağım?" diyen Ali’nin kelimeleri sanki istemsizce ağzından çıkıyor gibiydi.

"Bunun ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?"

Yaşlı hoca derin bir nefes alarak Ali ile Aylin’in merak ettiği şeyi açıklamaya başladı.

"Allah-ü Teâlâ, Âdem Peygamber’i çamurdan yarattığı zaman İblis yeryüzünün sahibiymiş ve Cennet’te yaşarmış. Yüce Yaradan, İblis’ten de diğer melekler gibi Âdem’e secde etmesini isteyince İblis buna karşı gelmiş ve Allah’a isyan etmiş. Allah da bu yaptıklarının sonucu olarak İblis’i Cennet'ten kovmuş.

"Allah-ü Teâlâ, Âdem’i ve onun soyunu saf ve günahsız yaratmış. İblis bunu ve Cennet’ten kovulmasını kendine yedirememiş. Âdem ile Havva’yı Cennet'te yasak meyveleri yiyerek, günah işlemeleri için kandırmayı başarmış. Hatta bunun için Cennet’te Allah adına yalan yere yemin edecek kadar ileri bile gitmiş. Bu olayla birlikte Âdemoğlu günah ile tanışmış ve ceza olarak Cennet’ten kovularak Dünya’ya gönderilmiş.

"Yüce Allah, İblis’in bu hile ve sahtekârlıklarıyla kendi yarattığı saf soyu kandırmasına çok sinirlenmiş. Sinirlenmiş ama Âdemoğlu’na iyi ile kötüyü, haram ile helali, günah ile günah olmayanı ayırması için akıl verdiğinden İblis’e karşı elinden bir şey gelmemiş.

"İblis ise Âdemoğlu'na olan öfkesinden ve kıskançlığından dolayı Cennet’ten kovulduktan sonra, onların işledikleri günahların cezalarını çekecekleri Cehennem’in başına geçmiş. Ve Âdem’in soyuna günahlarının bedeli kadar acımasızca işkence etmeye başlamış.

"Her şeye kadir olan, her şeyi akıl eden Yüce Yaradan, Âdemoğlu'na yaptıkları üzerine İblis’e cezasını verebilmek için Cengâverü’r Nâr’ı yaratmaya karar vermiş. Ve melekleri vasıtasıyla şöyle buyurmuş:

"Ey İblis! Bir vakit olacak, senin de yaptıklarının hesabını vereceğin vakit gelecek. İşte o vakit Cengâverü'r Nâr ile karşılaşacaksın. Cehennem sarsılacak, sana itaat edenler korkuyla titreyecek. Ve Cengâverü'r Nâr kılıcı Nur ile yaptıklarının bedelini sana ödetecek.'

"Nesilden nesle Allah'ın Elçileri ve hayırlı kulları vasıtasıyla yayılmış. Cengâverü'r Nâr'ın adı; her zaman dudaklarda, kulaklarda, zihinlerde ve benliklerde olmuş.

"Allah'ıma binlerce kez şükürler olsun ki, İblis'in cezasını çekme vakti geldi. Cengâverü'r Nâr'ın ortaya çıkma vakti geldi."

Açıklamasını bitiren Fethi Hoca derin nefes vererek arkasındaki sedire sırtını dayadı. Ağzını ve burnunu temizlemeye çalışınca akan kanların kuruduğunu fark etti. Kötü görüntüsünü kapatmak için bir parça su ve bir bez parçası aradı gözleri yer sofrasının üzerinde. Göremedi suyu sofranın üzerinde. Önce kuru bez ile yüzünü silmeyi düşünse de, sonra bu haliyle kalmaya karar verdi.

Bu sırada Ali ve Aylin duydukları karşısında şok içindeydiler. Özellikle Ali duyduklarına inanmak istemiyordu. Hocanın dedikleri doğruysa Allah onu İblis'le savaşması için yaratmış ve görevlendirmişti. Buraya geldiğinde hocayı sahtekâr olarak görse de, şimdi onun gözlerinde doğruyu ve korkuyu görebiliyordu. Korkuyordu Fethi Hoca. Ali neden olduğunu bilmiyordu ama hocanın korkusunu hissedebilmişti. Yanındaki Aylin'e baktığında onun da tedirgin olduğunu gördü ve ağzından çıkan kelimeleri seçmeden konuştu: "Savaşmak zorunda mıyım?"

Kendine itiraf etmese de, Ali de çok korkuyordu. Nasıl savaşabilirdi ki İblis'le? Karşısındaki insan olsa belki bir şansı olabilirdi ama o İblis'ti. Filmlerde gördüğü kadarıyla boynuzları, kuyruğu, üç başlı mızrağıyla ağzından ateşler çıkan bir mahlûktu. 'Nur' diye bir kılıçtan bahsetmişti Fethi Hoca ama Ali daha önce değil kılıç, bıçağı bile ekmek kesmek dışında kullanmamıştı. Hocanın titreyen sesi Ali'nin düşüncolorini bıçak gibi kosti.

"Eninde sonunda, istesen de istemesen de savaşacaksın. Sen Cengâverü'r Nâr'sın. Belki bir saniye sonra, belki elli yıl sonra İblis ile yüzleşeceksin. Ne zaman yüzleşeceğine ise sadece sen karar verebilirsin."

Ali bir an için Aylin'e döndü. Her zaman konuşan, hiçbir şeyden çekinmeyen o kız gitmiş, yerine sessizce önüne bakan biri gelmişti. Aylin'in düşünceleri dudaklarına kadar geliyordu ama dışarıya ses olarak çıkaracak gücü kendinde bulamıyordu.

"Ben mi karar vereceğim? Bana kalsa hiçbir zaman İblis'le dövüşmek istemem."

Ali, dudaklarından 'İblis' kelimesi çıktığında etrafında görünmeyen bir şeylerin hareket etmeye başladığını hissetti.

Fethi Hoca da Ali'nin bunu fark ettiğini fark edince, "Seni her zaman takip ettiler," dedi. "Bazen Allah-ü Teâlâ'nın güzel melekleri, bazen ise İblis'in şeytani zebanileri. Zebaniler seni yok etmeye çalışırken melekler korudular; İblis'le karşılaşana kadar da seni korumaya devam edecekler."

"Eğer İblis'le şimdi savaşmaya karar verirsem, nerede karşılaşacağım?"

"Ne zaman savaşmaya karar verirsen ver, savaşacağın yer değişmeyecek. İblis'le Cehennem'de karşılaşacaksın. İblis, Cehennem dışına çıkamaz; çıkarsa bütün gücünü kaybeder. Oraya gideceksin ve âdemoğlunun öcünü alacaksın."

Cehennem, diye düşündü Ali. İblis'le savaşacaktı, hem de Cehennem'de. Olamazdı, yapamazdı; beceremezdi bunu. Kendini hiç de hocanın dediği kadar özel hissetmiyordu. Sadece düşünüyordu; düşünürken ağzından çıkan kelimeler ise sanki istem dışıydı.

"Peki oraya nasıl gideceğim? Cehennem’e yani."

"Seni oraya ben gönderemem. Cengâverü'r Nâr'ı Cehennem'e ulaştıracak dua irfan sahibi âlimlerin kulağındadır. Bizim gibi akılsız, günahkâr kullara söylense bile kulağımızda durmaz. Ama oraya gitmeye karar verirsen eğer, seni Cehennem'e yollayacak birini tanıyorum."

"Gidelim. İblis ile yüzleşmek istiyorum. Hemen bugün."

Dediklerine kendisi de inanamıyordu Ali. Korkuyordu İblis ile yüzleşmekten ama korktuğunu bile bile onunla yüzleşmek istiyordu. Aslında sanki isteyen sanki kendisi değildi, tıpkı konuşmadığı gibi. Sanki içindeki başka biri onun yerine karar veriyor ve onun yerine konuşuyor gibiydi. Ruhunun derinliklerinden yeni biri çıkmıştı ve eski Ali'nin yerine geçmişti.

Ali gibi Aylin de karşısındaki yeni adamın yaptıklarına şaşırıyordu. Dokuz aylık ilişkileri boyunca her türlü cesaret gösterisinden itina ile kaçmayı başarmıştı Ali. Ama şimdi belki öleceği, belki de sonsuza kadar acı çekeceği ve belki de gerçek olmayan bir şey için dünden hazırmış gibi davranabiliyordu. Aylin yanındaki adama bir kez daha baktığında onun gözündeki ışığı fark etti. O an Ali'de bir şeylerin değiştiğini anladığı andı. Dokuz ay boyunca bir kez bile şevkle parladığını görmediği gözler, şimdi inanılmaz bir parlaklıktaydı.

"Tamam, hemen gideriz. Önce müsaadenizle ağzımı, yüzümü yıkayıp, abdestimi tazeleyeyim. Sonra yola çıkarız. Hanife, sen de konuklarımızla ilgilen. Bir istekleri var mıymış."

Fethi Hoca odadan çıkmak için ayağa kalktığında Ali de başını öne eğdi ve gözlerini kapadı. İçindeki, İblis’le savaşmak isteyen güç ile korkak ruhunu birleştirmek için kendiyle baş başa kalması gerekiyordu. Bu sırada ne hocanın yardımcısının sorusunu duyabilmiş, ne de Aylin’in, 'Ne yapmaya çalışıyorsun?’ diyen bakışlarını fark edebilmişti.

***

Fethi Hoca müridi olduğu dergâhın avlusuna besmeleyle girdi. Ardından da Ali gördüğü rüyanın kendini nerelere getirdiğini düşünerek Aylin ile birlikte avluya adım attı.

Avlunun ortasında yer alan uzun, geniş, tek katlı yapının dışında avluda bir şadırvan ve bir mescit hemen göze çarpıyordu. Şadırvanda oturan üç kişi avluya girenleri fark etmeyecek kadar derin bir sohbete dalmışlardı; büyük ihtimalle namaz saatinin gelmesini bekliyorlardı.

Fethi Hoca ile birlikte binaya doğru ilerlerken onları bej rengi cübbeli, yeşil takkeli sakalları yeni bitmeye başlamış bir genç karşıladı. Hocanın ellerine yapışıp onları öptükten sonra Ali ve Aylin’i de başıyla selamladı ve onları içeriye buyur etti.

Holün neredeyse dışarıdaki avlu kadar geniş olması Ali’nin hemen dikkatini çekmişti. Gündüz olmasına karşın yanan avize, mermer duvarlardan sekerek holü mükemmel bir şekilde aydınlatıyordu. Yerdeki boydan boya döşenmiş halı ise tertemiz görünüyordu.

"Hocam! Şeyh hazretleri ile görüşecek misiniz? Yoksa konuklarınızla mı ilgileneceksiniz?"

"Efendimizle görüşmemiz gerekiyor. Hemen haber verebilirsen müteşekkir olurum Mustafa."

Kısa geçen bu konuşmanın ardından genç Fethi Hoca’ya selam vererek odalardan birine girdi.

***

Ali, şeyh ile büyük bir salonda görüşeceklerini sanıyorken, Şeyh Firuz onları kendi küçük odasında ağırlamayı tercih etmişti. Odanın girişi kapısının karşısındaki duvarını avluya bakan büyük pencere kapılıyordu. Odanın yan duvarlarındaki iki kapı ise diğer odalarla bağlantıyı sağlıyordu. Ali dikkatle dinlediğinde kapılardan birinin ardında Kur’an okunduğunu fark etti. Odada kapı ve pencerelerin dışında bir dolap, bir yatak, bir sedir ve pencerenin önünde, arasına ufak bir sehpa yerleştirilmiş karşılıklı iki koltuk vardı.

Onları karşıladığında Şeyh Firuz da bu koltuklardan birindeydi. Önden içeri giren Mustafa, koşarak şeyhinin cübbesinin eteklerini öptü ve saygıyla geriye çekildi. Fethi Hoca da Mustafa'nın ardından şoyho doğru yürürken şoyh ayağa kalktı.

Uzun, beyaz sakalıyla Fethi Hoca'yı andıran şeyh kendi boyu ve kafasındaki sarığıyla birlikte hocadan en az yirmi santim uzun duruyordu. Yavaş ve her biri uzun bir düşünme süresinden sonra atılmaya karar verilmiş gibi duran iki adımdan sonra hocayı kucaklamak için durdu.

Fethi Hoca şeyhin elini öpmek için hamle yapsa da, şeyh yaşından beklenmeyen bir çeviklikle hocanın elini yakaladı ve yukarı kaldırdı. Sıcak, dostça bir gülümsemeyi aynı şekilde sıcak bir kucaklaşma takip etti. Bu sırada şeyh dingin, insanın ruh denizinde huzur gemilerinin demir almasını sağlayacak bir ses tonuyla konuştu. "Hoş gelmişsin Fethiciğim. Buyur otur diyeceğim ama mühim bir şeyler söylemek için gelmişsin. Söyle de derdini, tasanı dök dergâhımıza. Dök ki, derdin derdimiz olsun."

"Hoş bulduk şeyhim. Söyleyeceklerim çok mühimdir ama bunlar böyle ayakta dile gelecek mevzular değildir. Müsaade ederseniz oturalım, soluklanalım. Kelamlarımızı toparlayalım."

"Buyurun, rahatınıza bakın," dedi şeyh ve biraz önce oturduğu koltuğa besmele ile yeniden çöktü. Karşısındaki koltuğa Fethi Hoca geçerken, Ali ve Aylin ise sessizce odadaki sedire kıvrıldılar. Bu mistik ve ulvi ortamda söyleyecekleri her kelimenin anlamsız olacağını düşünüyorlardı.

Fethi Hoca, Ali ve Aylin'in oturduklarına emin olduktan sonra öksürerek boğazını temizledi ve söze başladı. "Şeyhim! Sizin de tasavvur ettiğiniz gibi sözlerimiz mühim, sözlerimiz dil yakan, sözlerimiz duyulmaması gereken sözlerdir."

Bunu söylerken şeyhin Ali ve Aylin'e baktığını görünce devam etti.

"Bu arkadaşlar da sözlerimin ne kadar mühim olduğunu en az benim kadar bilirler. Nasıl dile getirsem bilemiyorum. Doğru kelamları edebileceğimden şüphe duyduğum için en kısa yoldan söyleyeceğim. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama Cengâverü'r Nâr ortaya çıktı."

Şeyh duyduklarına inanamıyordu. Koltuğunda besmele çekerek doğruldu ve gözlerini büyüterek sordu. "Dediklerini kulağın duyar mı Fethi? Biz kimiz ki, Yüce Yaradan Cengâverü'r Nâr'ı bizim yanımıza koyacak."

"Ben de şaşkınım şeyhim ama Ali oğlumuzun kanında gördüm onun Cengâverü'r Nâr olduğunu."

Şeyh Firuz birkaç saniye düşündükten sonra konuştu: "Ali! Oğlum, biraz yaklaşır mısın?"

Ali yaklaştı ve şeyhin önünde diz çöktü. Şeyh dua okuyarak elini Ali'nin alnına koyduğunda Ali çoktan gözlerini kapatmıştı. Şeyhin eli, Ali'ye alnından başlayıp bütün vücuduna yayılan bir rahatlık enjekte eder gibiydi. Sanki ayakları yerden kesilmiş, havalanmış gibiydi. Gözünün önündeki sonsuz karanlık yerini ferahlatıcı bir aydınlığa bırakmıştı. Aydınlık içini dolduruyordu. Birden aydınlık yerini tekrar sonsuz karanlığa terk etti. Karanlıkla birlikte gelen kasvet de Ali'yi boğmaya başlamıştı. Alnındaki ılık sıcaklığın kaybolmasından şeyhin elini çektiğini anladı.

"Ya Rabbim sana şükürler olsun. Bu Cengâverü'r Nâr."

Ali gözlerini açtı. Doğruca şeyhin gözlerinin içine bakarak konuştu. "Benim Cengâverü'r Nâr olduğumdan kimsenin şüphesi kalmadı sanırım. Beni Cehennem'e ancak senin götürebileceğin söylendi. Nasıl yapacaksın bunu?"

Ali'nin cümleleri ağzından çok net ve kararlı çıkıyordu. Şeyh onun gözbebeklerinde bu kararlılığı fark etmişti. Artık konuşanın Ali değil de Cengâverü'r Nâr olduğunu fark ettiği gibi... Cengâverü'r Nâr bir an önce Cehennem'de vücut bulmak istiyordu.

"Cehennem yolu çok zorludur evlat. Hele ölmeden oraya ulaşmaya çalışmak daha da zordur. Çok canın yanacak oraya giderken. Hem orada ne ile karşılaşacağından da emin değiliz. Cehennem'de günahlarınla yüzleşebilirsin ve bu seninle savaşırken İblis'in en büyük kozu olacaktır. Ayrıca bize öğretilenler arasında İblis'le savaştıktan sonra Cengâverü'r Nâr'a ne olacağıyla ilgili de hiçbir şey yok. Yani belki sonsuza kadar orada kalıp fani dünyaya bir daha hiç dönemeyebilirsin."

Ali beyninin içinde yankılanan sözleri dile getirdi. "Savaşmak zorundayım."

Şeyh Firuz, Ali'nin ağzından çıkan şeyleri artık onun söylemediğinin farkındaydı. Fazla ısrar etmedi. "Bu kadar kararlıysan hazırlıklara başlayalım. Bu arada sen de arkadaşınla vedalaş. Seni gönderirken o yanımızda olmayacak."

Şeyh ve Fethi Hoca odadan çıktıktan sonra Aylin, karşısındakinin Ali olmadığını bildiği halde onun yanına diz çöktü. Ali, Aylin'in yanına geldiğini fark etse de, hiçbir tepki vermiyordu. Aylin, Ali'nin başını elleriyle çevirdi ve gözlerinin içine baktı. Artık kesinlikle emindi. Karşısındaki eski Ali değildi. "Ali, farklı şeyler hissettiğini biliyorum ama bunu yapmak istediğinden emin misin?"

Aylin’in sesiyle Cengâverü’r Nâr bir süredir hâkim olduğu Ali’yi serbest bırakmıştı ve Ali’nin gözlerindeki derin boşluk bir anda kaybolmuştu. "Hiç emin değilim ve korkuyorum. Ama içimde bir şeyler bunu yapmak zorunda olduğunu söylüyor ve ne kadar istesem de ona karşı koyamıyorum. Belki de son kez konuşuyoruz. Yaptığım bütün hatalar için beni affet."

Ali’nin gözleri yeniden derin boşluğa kavuşurken, gözlerinden iki damla yaş da çenesine ilerliyordu. Aylin’in gözlerinden de yaşlar gelmeye başlamıştı. Çok şeyler söylemek isterdi şu anda. Belki de bunu yapmaması için ayaklarına kapanıp yalvarmak isterdi ama yapamadı. Zorlanarak konuştu: "Belki bunun şu an için hiçbir önemi yok ama yine de söylemeliyim. Seni seviyorum," dedi ve Ali’nin dudağına sıcak bir öpücük kondurduktan sonra gözyaşları içinde odadan çıktı.

Ali şeyhin odasındaki yatağa uzanmış, Cehennem’e gönderilmeyi bekliyordu. Gözlerini kapamış, ne halde olduğunu düşünüyordu. İçindeki kontrol edemediği güç onun düşünmesine izin veriyordu ama iş uygulamaya gelince devreye giriyor ve ipleri eline alıyordu.

Yan tarafından gelen Arapça kelimeleri duydu. Gözünü açıp o tarafa baktığında üç gencin dizlerinin üzerine çökmüş, dua okuduğunu fark etti. Gözleri Fethi Hoca ile Şeyh Firuz’u da odada aradı ama bulamadı.

Anlamını bilmediği Arapça kelimelerin yani duaların kulağında kaybolması Ali’yi rahatlatıyordu. Birazdan başına ne gelecek olursa olsun şimdi ruhunun biraz huzur bulmasını ve son iki haftadır çekemediği rahat uykunun ona göz kırpmasını bekliyordu.

Uyku ile uyanıklık arasındaki o mahmur haldeyken kapının yavaşça açıldığını duydu. Tekrar gözlerini açtığında Şeyh Firuz ve hemen arkasında Fethi Hoca’nın odaya girdiğini gördü. Onların odaya girmesine rağmen gençler dua okumayı kesmemişti. Fethi Hoca da yerdeki gençlerin yanına çökerken, Şeyh Firuz Ali’nin yanına çektiği koltuğa usulca oturdu. Ali doğrulmaya çalışınca da onu omzunda tutarak durdurdu.

"Yat oğlum, yat. Oraya ulaşman için kalkman gerekmiyor. Ruhunla gideceksin Cehennem’e; yürüyerek değil."

"Nasıl yapacaksınız? Beni nasıl yollayacaksınız?"

"Filmlerdeki gibi teknolojik aletler bekliyorsan biraz hayal kırıklığına uğrayacaksın. Önce el bileklerine ufak kesikler atacağım. Merak etme, canın pek yanmayacak. Avuçların kanla dolmaya başlayacak. Benim kulağına okuyacağım, Kuran'da yazmayan, sadece âlimlerin bildiği bir sure ile damarlarındaki kan Cengâverü'r Nâr, avuçlarındaki kan kılıcın Nur olacak. Ve gözlerini açtığında Cehennem'de Cengâverü'r Nâr olarak vücut bulacaksın. Tabii bu sadece bizim umudumuz. Cehennem'e ulaşamayıp kan kaybından da ölebilirsin."

"Hadi hemen başlayalım," dedi Ali ve karnının üzerinde birleştirdiği ellerini iki yana açarken, gözlerini bir daha Cehennem'de açmak üzere kapadı.

Şeyh besmeleyle elini cübbesinin içine soktu ve sapı değerli taşlarla kaplı, eski bir hançer çıkardı. Başıyla verdiği işaretle birlikte Fethi Hoca'yla genç çocuklar da yeni bir duaya başladılar.

Şeyh Firuz, önce Ali'nin kendine uzak olan sol elini avucunun içine aldı ve ufak bir kesik attı. Ali gözlerini açmadan ufak bir tepki verdi. Diğer bileği kesildiğinde ise hiçbir tepki gelmedi Ali'den. Avuçları kanla dolmaya başladığında, Şeyh Firuz hançerini cübbesinin içine soktu ve yavaş yavaş dudakları kıpırdamaya başladı. Başta sessizce okuduğu gizli sureyi gittikçe yüksek sesle okumaya başladı.

Fethi Hoca sureyi duyuyordu ama hiçbir şey anlamıyordu. Çok iyi Arapça biliyordu ama bu sure ne Arapçaydı ne de Türkçe. Farklı bir lisanda dile gelen sureyle odanın içinde gözle görülmeyen bir hareketlenme yaşanmaya başladı. Fethi Hoca dua okurken; sağından, solundan, hatta içinden geçen varlıkları hissedebiliyordu.

Sonra bir an odadaki görünmez hareketlenme bıçak gibi kesildi ve aynı anda Ali'nin vücudu istemsiz bir şekilde titremeye başladı. Vücudunun sarsılmasıyla avuçlarındaki kan etrafa sıçrıyor, bacakları kurtulmak istercesine istemsiz tekmeler savuruyordu. Şeyhin sesinin şiddeti arttıkça Ali'nim titremesinin şiddeti de artıyordu. Şeyh gizli sureyi okuyarak ayağa kalktığında, o da Ali gibi istemsiz bir şokildo sağa sola sallanıyordu.

Fethi Hoca endişelenmeye başladığında, "Hak," dedi şeyh ve sustu.

Fethi Hoca, şeyhin suresinden sadece bu son kelimeyi anlayabilmişti. Surenin bitmesiyle Ali'nin titremesi de durmuş; ağzından, burnundan, kulaklarından kanlar boşalarak bayılmıştı.

Şeyh de yorgunluktan koltuğuna çöktüğünde, sadece kendinin duyabileceği bir sesle fısıldadı. "Allah sana kuvvet versin oğul. Yolun açık olsun."

Ali gözlerini kapadı ve babasını düşünmeye başladı. Belki de şu anda burada yatmasının tek sebebi babasıydı. Onun Cengâverü'r Nâr olduğunu anlamasını da sağlayan yine babasıydı. Tam Cehennem'e gidip İblis'i yenmeyi başarırsa babasını da Cehennem'den çıkarmayı düşünüyordu ki, sol bileğinin kesilmesiyle yerinden sıçradı. Sol avucundaki sıcaklık arttığında sağ bileğinin de kesildiğini hissetti ama hiçbir tepki vermedi. Avuçlarında biriken kanla birlikte yavaş yavaş kendinden geçmeye başlamıştı. Başucundaki Şeyh Firuz'un kulağına eğilip bir şeyler söylediğini duyuyordu ama ne oldukları konusunda hiçbir fikri yoktu.

Hayal görüp görmediğinden emin değildi ama şimdi gözünün önünde beyaz ışıklar ile kızıl ışıklar savaşmaya başlamışlardı. Tüyleri ürpermişti veya o öyle olduğunu sanmıştı. Vücudu yanmaya başlamıştı. Gözünün önündeki savaşta, beyaz ışık kaybettiğinde canı daha çok yanıyordu. Kızıl ışık kaybettiğinde ise ruhunda ufak bir rahatlık hissediyordu. Vücudun yanışı daha şiddetlenmişti; başta avuçlarında olan ateş şimdi parmak uçlarından saçının teline kadar her hücresine ulaşmıştı. Vücudu dışarıdan bakıldığında titriyor gibi görünüyordu ama içi yeryüzündeki hiçbir ateşin yakamayacağı kadar yanıyordu.

Vücudunda, tam içinde hissettiği ateş artık dayanılamayacak raddelere ulaşmıştı. Bu sırada gözünün önündeki savaş sonuçlanmış, ortada hiç kızıl ışık kalmamıştı. Hissettiği ateş daha da arttığında bağırmak istedi, avazı çıktığı kadar bağırmak istedi Ali ama yapamadı. Bağırmak istiyor ama bağıramıyordu. Sessizce kor olmayı, köz olmayı, bitene kadar yanmayı bekliyordu ki, vücudu aniden soğudu. Hissedemediği titremelerin de aynı anda kesildiğini hissetti. Kulağında da hiçbir ses kalmamıştı.

Gözlerini açtığında karşısında sonsuz bir kızıllıkla karşılaştı. Sağı, solu, önü, arkası, üstü, altı gözünün görebildiği her nokta kızıl sonsuzlukla boyanmıştı. Cehennem'in ortasındaki sonsuz boşlukta tek başına duruyordu Cengâverü'r Nâr.

Sonra çığlıklar gelmeye başladı kulağına. Yeryüzünde duyulamayacak kadar acı içeren çığlıklardı bunlar. Kızıl sonsuzluğun içinde canlı veya cansız hiçbir şey göremese de, kulağındaki çığlıklar hiç kesilmeden devam ediyordu.

Sanki Cehennem'deki bütün âdemoğulları Cengâverü'r Nâr'dan yardım ister gibiydi. "Yürü, Cengâverü'r Nâr."

Uzağında veya yakınında görebildiği, hissedebildiği hiçbir şey yoktu ama kulağında bu cümle tekrarlanmaya başlamıştı. Nereden veya kimden geldiğini bilmiyordu ama bu ses onu hareketlendirecek bir güç yaratmayı başarmıştı.

Kulağındaki sesi dinlemeye karar verdi ve çığlıklara, ileriye, önündeki sonsuz boşluğa doğru bir adım attı Cengâverü’r Nâr. Etrafındaki hareketlenmeyi hissediyordu; kötü, habis varlıklardı etrafındakiler. Onu burada, kendi evlerinde istemiyor gibiydiler; bunu da hissedebiliyordu. Habis varlıklar, etrafında şuursuz ve azgınca dönmeye devam ediyorlardı ki, birden cisimleştiler. Kızıl, iğrenç, ateşler içinde uçan ve etrafa ateşler saçan varlıklara dönüştüler. Işığın peşinde koşan ateş böcekleri gibi Cengâverü’r Nâr’ın etrafında dönüyorlardı. Kötülüklerini, emir aldıklarının kötülüğünü Cengâverü’r Nâr’a sergilemeye çalışıyorlardı.

Korktu Cengâverü’r Nâr. İçinde zerre kadar kalan insan hücrelerini korkutmayı başarmıştı bu yaratıklar.

"Nur'u eline al Cengâverü'r Nâr. Nur'un gücü onları senden uzak tutacak."

Sesin sahibini aradı yine gözleri ama etrafında yaratıklardan başka hiçbir şey göremiyordu. Yaratıklar gitgide onu daha fazla rahatsız etmeye başlamışlardı; ateşten nefeslerini cömertçe ve korkusuzca Cengâverü’r Nâr’ın yüzüne üflüyorlardı. Elini beline götürdü ve parmak uçlarıyla Nur’u dokundu. Ruhundaki kasvet Nur’a dokunmasıyla son buldu; kabzasını tuttuğunda ise fani hayatında hiç hissetmediği kadar ferah hissetti kendini. Nur’a dokunduğunda etrafındaki yaratıklarında ondan uzaklaştıklarını gördü ve tek bir hamlede kılıcı kınından çıkardı.

Nur’un yaydığı ışık etrafındaki kızıl sonsuzluğu aydınlatmayı başarmıştı. Çevresinde dolanan varlıklar ise Nur ile karşılaşmamak istercesine hemen ortadan kaybolmuşlardı. Nur’un gücü elinden bütün vücuduna ve ruhuna yayılmıştı Cengâverü’r Nâr’ın. Şimdi kendini daha kuvvetli hissedebiliyordu. Artık İblis’le karşılaşmasının zamanının geldiğini düşündü ve Nur’un aydınlattığı Cehennem’de yürümeye başladı.

Yürüdükçe gördüğü Cehennem’in sahnenin önü olduğunu fark etti. Adımlarını attıkça altındaki boşluk yerini kızgın ateşlere bırakıyordu. Ayağını kaldırdığı her yerden ateşler fışkırıyordu. Sağındaki ve solundaki boşluklar âdemoğullarının acımasızca cezalandırıldığı ateşten çukurlara dönüşmüştü. Göremese de biraz öncekinden daha güçlü varlıkların onu rahatsız ettiğini hissediyordu. Karşısındaki boşlukta ise fanilerin hayal edemeyeceği büyüklükteki İblis’in Kulesi dikiliyordu.

Cengâverü'r Nâr, İblis'in Kulesi'ne ilerlerken elindeki Nur'u daha sıkı tutmaya başlamıştı. Çevresinde onu izleyen gözler çoğalmıştı fakat ona yaklaşacak kadar cesaretli değillerdi. Cengâverü'r Nâr korkmadan İblis'le yüzleşmek için onun kulesine yaklaşıyordu. O kuleye yaklaştıkça kule de ona geliyor gibiydi ve kule gözünde gitgide büyümüştü. Cehennem'de yeryüzündeki hiçbir boyut, hiçbir fizik kuralı işlemiyordu. Cengâverü'r Nâr, İblis'in Kulesi'nin ateşten kapılarına geldiğinde durdu.

"Çağır onu. Seninle yüzleşmesi için çağır İblisi."

Gözleri ister istemez sesin sahibini aradı. Başını, vücudunu ve Nur'u çevirdiğinde göremediği fakat hissedebildiği hareketlenmenin son bulduğunu fark etti. Kulağında defalarca tekrarlanan sesi dinledi.

"Karşıma çık İblis. Benimle yüzleşmek için karşıma çık."

Cengâverü'r Nâr'ın cümlesinin bitmesiyle yer derinden sarsılmaya başladı. Bu sarsıntıya neden olan şey İblis'in Kulesi'nin kapılarının açılmasıydı. Kapının ateşten kanatları yavaş yavaş birbirinden uzaklaştıkça kule daha da büyüyordu. Kanatlar sona ulaştığında Cengâverü'r Nâr kapının karşısında ufacık kalmıştı.

Yerin kesintisiz sallantısı durduktan birkaç saniye sonra, bu sefer yer bir devin adımlarıyla sarsılıyormuş gibi kesik kesik sallanmaya başladı. İçeriden gelen şeyin her adımı yeri daha da sarsıyordu. Cengâverü'r Nâr, İblis'in ona yaklaştığını biliyordu. İblis'in bir dev olabileceğini düşünmediğinden şimdi ondan korkar olmuştu. Yere sağlam basan ayakları İblis'in her adımıyla gücünü kaybediyordu. Artık güvenebileceği ve onu koruyabilecek tek şey olan Nur'u daha sıkı tutmaya başlamıştı.

İblis'in Kulesi'nden önce kızıl dumanlar dışarı çıktı. Dumanlar bilinçli bir şekilde Cengâverü'r Nâr'ın etrafını sarıyor gibiydiler. Artık zor nefes aldığından başı dönmeye başlamıştı. Etrafını saran dumandan çevresindeki hiçbir şeyi göremiyordu. Görebildiği tek şey kızıl dumanların arasında bir yıldız gibi parlayan Nur’du.

Kızıl dumanlar bir müddet daha Cengâverü'r Nâr'ı rahatsız ettikten sonra yavaşça dağılmaya başladılar. İşte o an karşısındaki İblis'i görebildi Cengâverü'r Nâr. Ondan yüzlerce, binlerce kat büyüklükteydi. Yeryüzündeki resimlerine, karikatürlerine hiç benzemiyordu. Ne boynuzları vardı ne de üç başlı mızrağı. Ateşti İblis; karşısındaki herkesi yakabilecek bir ateş.

Sonra yavaşça insan bedenine bürünmeye başladı İblis. Önce suratı ortaya çıktı. Suratı hiçbir âdemoğlunun bakamayacağı kadar iğrençti. Sonra elleri ve ayakları ortaya çıktı. Ateşler içinde yanan el ve ayaklar... Ona melekken verilmiş kanatların yerinde ise alevden kanatlar vardı.

"Ne istiyorsun âdemoğlu?"

İblis'in sözleri yeri tekrar sarsmıştı. Cengâverü'r Nâr artık ayakta durmakta zorlanıyordu. İblis'in her kelimesi kulaklarını yakıyordu. Sözler kulaklarında yankılandıkça canı daha fazla yanıyordu.

"Hiç tatmadığın acıları sonsuza kadar tadacaksın. Buradan kurtulamayacaksın."

Kulaklarındaki acı beynine kadar ulaşmıştı. Beyniyle birlikte vücudundaki her hücresi ayrı ayrı yanıyordu. Gözlerini kapadı ama bu, acısını dindirmesine yardımcı olmuyordu. İblis'in sözleri kulaklarında yankılandıkça acısı daha da artıyordu. En sonunda acıya daha fazla dayanamayarak dizlerinin üzerine çöktü. O an kulağındaki ses ve kelimeler değişti.

"O sana düşünmemek istediğin şeyleri düşündürüyor. Gerçekte gördüğün, duyduğun, tattığın hiçbir şey gerçek değil."

Kulağındaki kelimeler ona inanılmaz bir güç vermişti. Daha önce sahibini aradığı sözlerin şimdi nereden geldiğini çok iyi anlamıştı. Yüce Yaradan, Cengâverü'r Nâr'a yardım ediyordu. Yaradan onun yanındayken yenemeyeceği kimse olmadığını düşündü, gücünü topladı ve elindeki Nur'u yere saplayarak aldığı destekle tekrar ayağa kalktı. Artık İblis'in karşısında dimdik duruyor, ondan zerre kadar korkmuyordu.

"İblis! Sen bu kadar büyük değilsin."

Cengâverü'r Nâr'ın sözleri Cehennem'i sarsmıştı. Sarsılan yerle beraber İblis'in dev cüssesi ve dev kulesi küçülmeye başlamıştı. Etrafındaki dumanlar dağılıyor, İblis, Cengâverü'r Nâr'la denk cüsseye geliyordu. İblis onun boyutlarına geldiğinde Cengâverü'r Nâr, onu yenebileceğini düşünmeye başlamıştı. İblis iğrenç suratından hiçbir şey kaybetmese de, makul bir boyuta ulaşmıştı. Ağzından alevler saçarak bağırdı. Artık sesi Cehennem'i sarsacak güçte değildi. "Âdemoğlu! Sen beni yenebileceğini mi sanıyorsun?"

"Ben Cengâverü'r Nâr'ım. Senin cezanı verecek âdemoğlu."

Sesinden kendine güven okunuyordu Cengâverü’r Nâr’ın. Konuşurken kılıcı Nur’u havaya kaldırmıştı. Nur’un yaydığı ışık İblis’i rahatsız etmiş, ışığından korunmak için etrafındaki kızıl dumanları kendine siper etmişti.

"Savaşmaya hazır ol İblis."

Cengâverü’r Nâr lafını bitirir bitirmez İblis’in üzerine saldırdı. Nur’u İblis’e doğru sallasa da, İblis’in elinden çıkan ateş kılıcı durdurmayı başardı. Nur’un ateşi ile İblis’in elinden çıkan ateş birleşince yeryüzündeki insanları kör edebilecek bir parlaklık meydana gelmiş, yer bir kez daha derinden sarsılmıştı. Hem Cengâverü’r Nâr hem de İblis bu çarpışmayla sarsılmış ama yerlerinden

kıpırdamamışlardı.

Cengâverü’r Nâr’ın bu ilk saldırısı İblis’i çok sinirlendirmişti. Çevik bir hareketle sıçrayarak ellerinden çıkan ateş toplarını Cengâverü’r Nâr’a yollamaya başladı. Üç ateş topunu Nur ile karşılayan Cengâverü’r Nâr, dördüncü ateş topundan kaçmayı başaramamıştı. İblis iğrenç kahkahalar atarak yere indiğinde, Cengâverü’r Nâr’ın sol omzundaki yara ateşler içinde yanıyordu. Onun canını yaradan daha çok yakan şey ise İblis’in kahkahalarıydı. Acıdan dolayı sağ elindeki Nur’u biraz gevşetti. Sol kolundaki ateş bütün vücuduna yayılıyor, dayanılmaz hale geliyordu.

İblis, Cengâverü’r Nâr’ın işini bitirmek için ona yaklaşmaya başladı. Yanık suratında, suratından daha da iğrenç bir sırıtış vardı. Elini zevkle havaya kaldırdı ve avucunda yarattığı ateş topunu kahkahalar içinde Cengâverü’r Nâr’a doğru yolladı. Cengâverü’r Nâr’ın boğazına doğru yol alan ateş topu ikinci kez Nur ile çarpıştı. Bu çarpışma o kadar şiddetliydi ki, İblis bile geri adım atmak zorunda kalmıştı.

İblis’in sarsılmasıyla atak sırası Cengâverü’r Nâr’a geçmişti. Sol kolunu hiç kullanamasa da, sağ elindeki Nur’u sımsıkı tutuyordu. Biliyordu ki, Nur’u elinden düşürürse yenilmesi kaçınılmaz olacaktı. İblis’in savunmaya geçmesinden faydalanarak Nur’u onun yüzüne doğru indirmeye başladı. İblis savunma için elinden çıkardığı ateşle yüzünü korurken, Cengâverü’r Nâr kıvrak bir hareketle Nur’u İblis’in elinden kurtardı ve onun ateşten sağ kolunu bileğinden kesti.

Ateşten tenine Nur’un ışığı değen İblis tiz bir çığlık atmıştı. İblis’in savunma yapmasını sağlayan ateşten bileği yere düşerken, Cengâverü’r Nâr vakit kaybetmeyerek Nur’u bir kez daha salladı ve bu kez İblis’in iğrenç suratına derin bir kesik attı.

Nur’un dokunduğu her yerden beyaz ışıklar çıkmaya başlamıştı ve bu İblis’in canını fena halde yakıyordu. İblis’in attığı iğrenç çığlıklar artık Cengâverü’r Nâr’ı hiç mi hiç etkilemiyordu. İblis yaralarından çıkan ışıkların yarattığı acıya daha fazla dayanamadı ve biraz önce Cengâverü'r Nâr'ın yaptığı gibi dizlerinin üzerine çöktü. İblis'e itaat edenler ise savaşı sadece seyrediyor, Cengâverü'r Nâr ve Nur'dan çok korktukları için efendilerine yardım edemiyorlardı.

Cengâverü'r Nâr, Âdem Peygamber'den başlayarak bütün âdemoğullarının ve babasının intikamını almak, günahkâr İblis'in cezasını vermek ve İblis'in imparatorluğu ile birlikte iğrenç hayatını da sona erdirmek için diz çöken İblis'in yanına doğru bir adım attı. Sol omzu yanıyor ama buna aldırmıyordu. İblis ise acıları nedeniyle Cengâverü'r Nâr'ın yanına geldiğini bile fark edemiyordu.

Cengâverü'r Nâr, İblis'in kafasını koparmak üzere havaya kaldırdığında yerde acılar içinde kıvranan İblis ortadan kayboldu ve yerine Ali'nin babası geldi. Aynı İblis gibi sağ kolu yoktu ve yüzünde de İblis'teki gibi derin bir yarık vardı. Cengâverü'r Nâr, havaya kaldırdığı Nur'u babasına indirmeye cesaret edemedi ve tekrar yero indirdi.

"Ali! Oğlum! Babanı mı öldüreceksin? Bırak o kılıcı."

Cengâverü'r Nâr hipnotize olmuş gibi babası kılığındaki İblis'i dinliyordu. Hiç sektirmeden Nur'u kınına soktu. Kılıcın kınına girmesiyle İblis'e itaat edenler tekrar Cengâverü'r Nâr'ın etrafında gezinmeye başlamışlardı. Bu sırada İblis de kendini toparlayarak ayağa kalkmıştı.

"Sakın ona kanma. O, bütün âlemlerdeki en sahtekâr varlıktır."

Cengâverü'r Nâr, Yaradan'ın sesiyle kendine gelmeyi başarmıştı. Babası kılığındaki İblis'in onu öldürmek için hazırlanan gerçek yüzünü de o an fark etmişti ve Nur'u hızla kınından çıkararak İblis'in iğrenç başını bedeninden ayırdı.

İblis'in ölümüyle Cehennem derinden sarsılmaya başlamıştı. İblis'in kavurucu çığlıklarına, itaatkârlarının haykırışları karışıyordu. Onun çektiği acıyı itaatkârları da derinden hissediyordu. Cehennem'in beşik gibi sarsılmasına karşın Cengâverü'r Nâr dimdik ayakta duruyor ve İblis'in eriyen bedenini izliyordu.

İblis'in cesedi tamamen eridikten sonra görevini yerine getirmenin huzuruyla gözlerini kapadı Cengâverü'r Nâr. Artık gözünün önünde ateşler ve kızıllık yerine beyaz bir ışık vardı. Sol omzundaki acıyı duymuyor hale gelmişti ki, sırtına gelen beklenmedik darbenin acısıyla gözlerini açtı.

Arkasını döndüğünde karşısındakinin İblis olduğunu gördü. Gözlerine inanamıyordu. Biraz önce karşısında eriyip giden İblis, şimdi arkasında canlanarak onu yaralamıştı. İblis'in nasıl hayatta olduğuna şaşırırken onun ikinci darbesini de boğazına yemişti Cengâverü'r Nâr. Bu darbeyle elinde sımsıkı tuttuğu Nur da elinden düşmüştü. Son nefesini verirken kulağındaki Yaradan'ın sesini son kez duydu.

"İblis ile Cengâverü'r Nâr arasındaki savaş kâinatın başlangıcından beridir sürüyor ve sonsuza kadar da sürecek. Nasıl öldükten sonra yeni İblis'ler doğacaksa, onlar gibi öldükten sonra yeni Cengâverü'r Nâr'lar da doğacak. Bu döngü Mahşer'e kadar son bulmayacak."

Kaynak : Xosiork Dergi 4. Sayı (Kış: Aralık — Ocak - Şubat) 2008

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar