CENGÂVERÜ’R NÂR / Murat YÜRER
Kor
ateşin içinde yanıyordu adam. Çığlıkları sonsuz boşlukta yayılırken başındaki
kızıl tenli, ellerinden, ağzından ve gözlerinden ateşler saçan yaratık adamın
daha fazla acı çekmesini sağlamak için ağzından çıkan alevlerle ateşi beslemeye
devam ediyordu. Adamın yanarak kararan ve vücudundan acıyla kopan etleri,
yaratığın iğrenç nefesiyle tekrar tekrar yanmak üzere yeniden yaratılıyordu ve
bu acı ritüeli sonsuza kadar tekrarlanarak devam ediyordu.
Yatağında
sıçrayarak uyandı Ali. Son iki haftadır gördüğü aynı kâbus onu her gece yatağından
sıçratmayı başarıyordu. Babasının öldüğü günden beri her gece babasının ateşler
içinde, acı çekerek yanan bedenini görüyor, elinden hiçbir şey gelmeden bunu
izliyor ve içinde büyük bir kusma hissiyle uyanıyordu.
Başlarda
bu kâbusun nedeninin babasının son nefesini verdiği evde kalmak olduğu sansa
da, bir hafta sonra döndüğü İstanbul'da da kâbuslar peşini bırakmamıştı.
Gittiği psikolog ise sorununun sadece psikolojik olduğunu söylemiş, hiçbir işe
yaramayan ilaçlar yazmakla yetinmişti. Modern tıptan çare bulamayacağını
anladığında bu konularla çok ilgili bir arkadaşının tavsiyesiyle hocaya
görünmeye karar vermişti.
İnançlarına
ters bir hareketti hacı-hoca takımına görünmek ama iki haftadır peşini
bırakmayan bu kâbus için yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. Hiç içine
sinmese de, televizyonda gülerek izlediği ve saçmalık olarak nitelendirdiği bu
harekete bel bağlamak zorunda kalmıştı.
Yatağında
doğrulup saate baktı. 04.39'dan 04.40'a dönen dijital saate göre onu
kurtarmasını umduğu hocanın yanına götürecek arkadaşının gelmesine beş saat
yirmi dakika vardı. Derin bir nefes vererek gözlerini kapadığında, kızıl tenli
yaratık tekrar gözlerinin önünde belirdi. Hızla gözlerini açarak onun babasına
yaptığı iğrenç işkenceleri görmekten bir süreliğine kurtuldu. Bir daha
uyuyamayacağını hesaba katarak babasından kalan hesapları incelemek için
yatağından kalktı.
Ali'nin
babası memleketlerinde ufak bir bakkal dükkânı işletiyordu. Süpermarketler
karşısında yenilen bir bakkal olup çok az para kazanabilmesine rağmen içki ve
kumar alışkanlığı onu borç bataklığının diplerine çekmişti. Elinde tuttuğu
muhasebe defteri hiç alacak göstermezken, bütün sayfaları verecek ve borç
kayıtlarıyla doluydu. Dükkân satılarak borcun bir kısmı kapatılsa da, kalanı
için Ali'nin kendi evini ipotek ettirmesi de borcun tamamen kapanmasına
yetmemişti.
Arkasına
yaslanıp babasını düşünmeye başladı. İstanbul'a yerleşene kadar anne ve
babasıyla çok mutlu bir aile tablosu çizmişlerdi. Ali büyük bir holdingde iş
bulup İstanbul'a yerleştikten iki yıl sonra annesi ölmüş, tablonun bir yanı
kırılmıştı. Annesinin ölümü babasını çok etkilemiş, içki ve kumarla da bu
dönemlerde tanışmıştı. Önce elinde avucunda ne varsa bitirmiş, sonra borç
batağına ilk adımlarını atmıştı. Borç batağının dibine vurduğunda ise ne kadar
yanlış bir yolda olduğunu fark ederek babadan kalma tabancasıyla kendini
vurmuştu. Kendince hayatını kurtardığı ölümü, Ali'nin avukatının mirası
reddetme önerilerine kulak asmamasıyla ona bol sıfırlı bir borç bakiyesi
bırakmıştı.
Hesaplarına
göre biraz kemer sıktığı takdirde iki ay sonra ipotek dışında kalan borcu
kapatmayı başarabiliyordu. Kâbuslarının sebebinin babasının borçları olduğunu
düşündüğünden borcu bir an önce kapayabilmek için büyük çaba sarf ediyor ama
artık kâbuslara değil iki ay, iki dakika daha katlanacak gücü kendinde
bulamıyordu. Birkaç saat sonra kâbuslarının bitmesini umarak, çalan kapıyı
açmak için ayağa kalktı.
Gelen
tahmin ettiği gibi onu hocaya götürecek arkadaşı Aylin'di. Üniversite
yıllarındaki kız arkadaşlarından biri olan Aylin, paranormal olaylara büyük
ilgi duyuyordu. Sık sık hocaların kapısını çalıyor; büyüler, muskalar ve kahve
fallarından medet umuyordu. Zaten Ali ile ayrılma sebeplerinden biri de,
Ali'nin saçma olarak nitelendirdiği bu olaylara duyduğu derin bağlılıktı.
Ayrılmalarına rağmen arkadaşlıkları devam eden ikilinin Ali'nin isteği üzerine
bir hocaya gidecekleri kırk yıl düşünseler akıllarına gelmezdi.
"Nasılsın
Ali?" dedi Aylin, kapıdan girmeden.
"Nasıl
olmamı bekliyorsun? Şu kâbuslar yüzünden iki aydır doğru düzgün uyuyamadım
bile."
"Bu
hocanın nefesinin çok kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Sana musallat olanlardan
seni kurtaracağına eminim. Hazırsan hemen çıkalım."
"Hazırım
ama sahtekâr bir hocanın beni kurtaracağına inanmıyorum," diyen Ali
montunu alarak kapıdan çıktı.
Gecekondu
mahallesinin ortasındaki tek katlı ahşap evin kendine ait bahçesiyle
etrafındaki evlerden pek bir farkı yoktu. Aylin arabasını tahta bahçe kapısının
önüne park ettikten sonra, yaklaşık dört adımda biten ufak bahçeye girdiler.
Kapının vurulmadan genç bir kadın tarafından açılması Aylin'in hocaya olan
inancını arttırtsa da, Ali kadının pencereden onların gelişini görüp kapıyı
açtığını düşünmüştü.
"Fethi
Hoca'yı görmeye geldik," diyerek içeri girdi Aylin.
"Buyurun.
Biraz beklerseniz. Ben hoca efendiye haber vereyim. Sorununuz neydi?"
Aylin,
kadının Ali ile aralarındaki cinsel bir sorunu kastettiğini anlayarak,
"Arkadaşımı rahatsız eden kâbuslar var. Onun için gelmiştik," diye
cevap verdi.
Kadın
biraz utanarak başıyla 'anladım' hareketi yaptı ve hocanın odasına girdi.
Evin
içi haber programlarında yakalanan sahte hocalarınkine benzer nitelikteydi.
Hocayı bekleyenler için düzenlenmiş oturma odasına koltuk ve kanepe takımları
konulmuştu. Orta sehpanın üzerinde birkaç çiçek ve dini yayın yapan birkaç
dergi vardı. Duvarlarda ise Arapça yazılmış, Ali'nin anlamadığı dualar, ayetler
asılmıştı. Fatih Sultan Mehmet'in beyaz at üzerinde İstanbul'a girişini
gösteren Fausto Zonaro'nun tablosunun bir kopyasının da duvarda asılı olması
dikkat çekiciydi.
Evin
televizyonda gördüğü sahte hocaların evlerine benzemesi Ali'nin de dikkatini
çekmişti. Herhalde Sahte Hocalar Federasyonu sadece bu tarz evlere izin
veriyor, diye düşünmekten kendini alamadı. Kâbusları onun yaşamını çekilmez
hale getirse de, bu hocanın onun derine deva olacağına zerre kadar inancı
yoktu.
Ali
birkaç saniye önce yaptığı espriye gülmemek için kendini sıkarken, hocanın
odasının kapısı açıldı. Genç kadın yavaş adımlarla dışarı çıktı ve bezgin bir
ses tonuyla konuştu: "Hoca sizi bekliyor."
***
Kadının
arkasından önce Aylin hemen arkasından da Ali odaya girdi. Hoca perdelerinin
sımsıkı kapalı olduğu pencerenin önündeki sedirde oturuyordu. Önünde ise masa
olarak kullandığı ufak bir yer sofrası vardı. Yer sofrasının üzerinde birçok
kâğıt, içinde farklı renkte sıvıların olduğu birkaç şişe, bir gümüş tas ve
birkaç muska duruyordu. Hocanın sağındaki boş rahle de dikkat çekiyordu.
Odaya
girdiğinde gözleri oturacak bir yer arayan Ali, Aylin’in hocanın önünde yere
çöktüğünü görünce onun yanına çöktü.
"Anlat
bakalım derdini oğlum. Hanife kâbuslar gördüğünü söyledi."
Uzun
sakalları neredeyse göbeğine kadar uzanan Fethi Hoca’nın sakin ve dinleyenlere
huzur veren sesi Ali’yi hiç mi hiç etkilememişti. Hocayı kale almamayı
düşünüyordu ama Aylin’in dirsek darbesiyle istemeye istemeye konuşmak zorunda
kaldı. "İki hafta önce babam öldü ve o günden beri rüyalarımda onun
ateşler içinde yandığını görüyorum."
"Anladım
oğlum. Seni rahatsız edenler var. Ben şimdi bir muska yazacağım. Onu taktığın
sürece hiçbir şey seni rahatsız edemeyecek. Önce şu bıçakla parmağını kes, şu
tasa biraz kan akıt."
Ali
önce hocanın uzattığı bıçağa daha önce hiç bıçak görmemiş gibi, sonra da
hocanın suratına, 'Deli misin?’ der gibi bir bakış attı.
Ali’nin
dediğini yapmayacağını anlayan hoca, "Korkma oğlum, ufak bir çizik sadece.
Bıçağı da önceden ateşte ısıttım. Merak etme mikrop kapmazsın," diyerek
Ali’yi ikna etmeye çalıştı.
Ali’yi
hocanın dedikleri hiç etkilememişti ama Aylin’in bu sefer daha sert gelen
dirseği yine istemeye istemeye sol işaret parmağını kesip, kanını yer
sofrasının üzerindeki su dolu tasa akıtmasını sağladı.
Suyun
üzerine düşen kan damlası ilk başta bir arada kalsa da sonra yavaşça suyun
içinde dağılmaya başladı ve birkaç saniye sonra da tamamen kayboldu. Bu sırada
Ali elindeki ufak çaptaki kanamayı kâğıt mendil yardımıyla durdurmaya
çalışıyordu. Fethi Hoca dua okuyarak su dolu tası eline aldı.
Ali
bu saçmalıkları neden yaptığını, neden Aylin’i dinlediğini düşünmeye, hoca da
dua okurken sesini yükseltmeye başlamıştı. Suya baktıkça sesi yükseliyor,
transa geçmiş gibi vücudu bir sağa bir sola sallanıyordu. Ali bunun
müşterilerini etkileyecek bir şov olduğunu düşünüyordu. Bu sırada hocanın sesi
daha da yükselmiş, sallanışları iyice şiddetlenmişti. Artık kendini kontrol
edemiyor gibiydi. İçeride garip bir şeyler olduğunu sezen yardımcısı da hemen
içeri girmişti.
Fethi
Hoca birden sallanmayı ve dua okumayı kesti. Hemen ardından da ağzından ve
burnundan kanlar gelerek elindeki tası yere fırlattı. Ali artık bunun bir şov
olmaktan çıktığını düşünüyordu. Yanındaki Aylin'e döndüğünde onun da şaşkın bir
şekilde hocayı izlediğini gördü. Yardımcı kadın hemen hocanın koştu ve ona
yardım etmeye çalıştı, fakat hoca eliyle yardıma ihtiyacı olmadığını işaret odorok
kadını uzaklaştırdı.
Hoca
derin bir nefes aldıktan sonra kızıl renge boyanmış sakal ve bıyığı arasından
zorlukla görünen ağzından iki kelime çıkardı.
"Sen
osun."
"Kimim
ben?" Ali şaşırarak sormuştu bu soruyu.
"Sen
osun. Allah'ıma binlerce kez şükürler olsun ki sen osun. Mübarek kanında
gördüm. Beni engellemeye çalıştılar ama başaramadılar. Sen bunu yapabilecek tek
âdemoğlusun. Sen Cengâverü'r Nâr'sın."
"Neymişim?"
diyen Ali'nin sesinde alaycı bir ses tonu vardı.
Hoca,
Ali'nin kendisini umursamadığı anlayınca ayağa kalktı ve Ali'nin yanına, yere
oturdu.
"Oğlum!
Sen mübarek kişisin. Sen Cehennem'deki azaba son verecek âdemoğlusun. Sen
Cengâverü'r Nâr'sın. Sakın benim dediklerimi hafife almaya kalkma. Öyle ki, sen
görevini yetirene kadar senin kâbus dediğin, benim ise sana gönderilmiş
işaretler olduğunu düşündüğüm şeyler devam edecek. Buna hiçbir dua, hiçbir
muska çare olamaz. Yaradan seni seçtiyse, O'nun lafına kimse karşı gelemez.
Kaderinde yazanla eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalacaksın."
Ali
başlarda ciddiye almadığı hocanın gözlerindeki ve ses tonundaki ciddiyeti şimdi
fark edebiliyordu. Fakat konuya anlam verememişti. Hoca ona biri olduğunu
söylemiş ve bir görevden bahsetmişti. Fethi Hoca'ya göre o Allah tarafından
seçilmişti ama bu nasıl olabilirdi? O'na kat be kat fazla ibadet eden kulları
varken neden kendisi seçilmişti?
Durumun
ciddiyetini kavradığında kekeleyerek konuştu. "Görev mi dediniz? Görev
ne?"
Soğukkanlılığını
koruyan Aylin hemen araya girerek, "Görevden önce, Ali'ye bir isimle hitap
ettiniz. Nedir o?" diye sordu.
"Cehennem
Savaşçısı mı? Ben mi Cehennem’de savaşacağım?" diyen Ali’nin kelimeleri
sanki istemsizce ağzından çıkıyor gibiydi.
"Bunun
ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?"
Yaşlı
hoca derin bir nefes alarak Ali ile Aylin’in merak ettiği şeyi açıklamaya
başladı.
"Allah-ü
Teâlâ, Âdem Peygamber’i çamurdan yarattığı zaman İblis yeryüzünün sahibiymiş ve
Cennet’te yaşarmış. Yüce Yaradan, İblis’ten de diğer melekler gibi Âdem’e secde
etmesini isteyince İblis buna karşı gelmiş ve Allah’a isyan etmiş. Allah da bu
yaptıklarının sonucu olarak İblis’i Cennet'ten kovmuş.
"Allah-ü
Teâlâ, Âdem’i ve onun soyunu saf ve günahsız yaratmış. İblis bunu ve Cennet’ten
kovulmasını kendine yedirememiş. Âdem ile Havva’yı Cennet'te yasak meyveleri
yiyerek, günah işlemeleri için kandırmayı başarmış. Hatta bunun için Cennet’te
Allah adına yalan yere yemin edecek kadar ileri bile gitmiş. Bu olayla birlikte
Âdemoğlu günah ile tanışmış ve ceza olarak Cennet’ten kovularak Dünya’ya
gönderilmiş.
"Yüce
Allah, İblis’in bu hile ve sahtekârlıklarıyla kendi yarattığı saf soyu
kandırmasına çok sinirlenmiş. Sinirlenmiş ama Âdemoğlu’na iyi ile kötüyü, haram
ile helali, günah ile günah olmayanı ayırması için akıl verdiğinden İblis’e
karşı elinden bir şey gelmemiş.
"İblis
ise Âdemoğlu'na olan öfkesinden ve kıskançlığından dolayı Cennet’ten
kovulduktan sonra, onların işledikleri günahların cezalarını çekecekleri
Cehennem’in başına geçmiş. Ve Âdem’in soyuna günahlarının bedeli kadar acımasızca
işkence etmeye başlamış.
"Her
şeye kadir olan, her şeyi akıl eden Yüce Yaradan, Âdemoğlu'na yaptıkları
üzerine İblis’e cezasını verebilmek için Cengâverü’r Nâr’ı yaratmaya karar
vermiş. Ve melekleri vasıtasıyla şöyle buyurmuş:
"Ey
İblis! Bir vakit olacak, senin de yaptıklarının hesabını vereceğin vakit
gelecek. İşte o vakit Cengâverü'r Nâr ile karşılaşacaksın. Cehennem sarsılacak,
sana itaat edenler korkuyla titreyecek. Ve Cengâverü'r Nâr kılıcı Nur ile
yaptıklarının bedelini sana ödetecek.'
"Nesilden
nesle Allah'ın Elçileri ve hayırlı kulları vasıtasıyla yayılmış. Cengâverü'r
Nâr'ın adı; her zaman dudaklarda, kulaklarda, zihinlerde ve benliklerde olmuş.
"Allah'ıma
binlerce kez şükürler olsun ki, İblis'in cezasını çekme vakti geldi.
Cengâverü'r Nâr'ın ortaya çıkma vakti geldi."
Açıklamasını
bitiren Fethi Hoca derin nefes vererek arkasındaki sedire sırtını dayadı.
Ağzını ve burnunu temizlemeye çalışınca akan kanların kuruduğunu fark etti.
Kötü görüntüsünü kapatmak için bir parça su ve bir bez parçası aradı gözleri
yer sofrasının üzerinde. Göremedi suyu sofranın üzerinde. Önce kuru bez ile
yüzünü silmeyi düşünse de, sonra bu haliyle kalmaya karar verdi.
Bu
sırada Ali ve Aylin duydukları karşısında şok içindeydiler. Özellikle Ali
duyduklarına inanmak istemiyordu. Hocanın dedikleri doğruysa Allah onu İblis'le
savaşması için yaratmış ve görevlendirmişti. Buraya geldiğinde hocayı sahtekâr
olarak görse de, şimdi onun gözlerinde doğruyu ve korkuyu görebiliyordu.
Korkuyordu Fethi Hoca. Ali neden olduğunu bilmiyordu ama hocanın korkusunu
hissedebilmişti. Yanındaki Aylin'e baktığında onun da tedirgin olduğunu gördü
ve ağzından çıkan kelimeleri seçmeden konuştu: "Savaşmak zorunda
mıyım?"
Kendine
itiraf etmese de, Ali de çok korkuyordu. Nasıl savaşabilirdi ki İblis'le?
Karşısındaki insan olsa belki bir şansı olabilirdi ama o İblis'ti. Filmlerde
gördüğü kadarıyla boynuzları, kuyruğu, üç başlı mızrağıyla ağzından ateşler
çıkan bir mahlûktu. 'Nur' diye bir kılıçtan bahsetmişti Fethi Hoca ama Ali daha
önce değil kılıç, bıçağı bile ekmek kesmek dışında kullanmamıştı. Hocanın
titreyen sesi Ali'nin düşüncolorini bıçak gibi kosti.
"Eninde
sonunda, istesen de istemesen de savaşacaksın. Sen Cengâverü'r Nâr'sın. Belki
bir saniye sonra, belki elli yıl sonra İblis ile yüzleşeceksin. Ne zaman
yüzleşeceğine ise sadece sen karar verebilirsin."
Ali
bir an için Aylin'e döndü. Her zaman konuşan, hiçbir şeyden çekinmeyen o kız
gitmiş, yerine sessizce önüne bakan biri gelmişti. Aylin'in düşünceleri
dudaklarına kadar geliyordu ama dışarıya ses olarak çıkaracak gücü kendinde
bulamıyordu.
"Ben
mi karar vereceğim? Bana kalsa hiçbir zaman İblis'le dövüşmek istemem."
Ali,
dudaklarından 'İblis' kelimesi çıktığında etrafında görünmeyen bir şeylerin
hareket etmeye başladığını hissetti.
Fethi
Hoca da Ali'nin bunu fark ettiğini fark edince, "Seni her zaman takip
ettiler," dedi. "Bazen Allah-ü Teâlâ'nın güzel melekleri, bazen ise
İblis'in şeytani zebanileri. Zebaniler seni yok etmeye çalışırken melekler
korudular; İblis'le karşılaşana kadar da seni korumaya devam edecekler."
"Eğer
İblis'le şimdi savaşmaya karar verirsem, nerede karşılaşacağım?"
"Ne
zaman savaşmaya karar verirsen ver, savaşacağın yer değişmeyecek. İblis'le
Cehennem'de karşılaşacaksın. İblis, Cehennem dışına çıkamaz; çıkarsa bütün
gücünü kaybeder. Oraya gideceksin ve âdemoğlunun öcünü alacaksın."
Cehennem,
diye düşündü Ali. İblis'le savaşacaktı, hem de Cehennem'de. Olamazdı,
yapamazdı; beceremezdi bunu. Kendini hiç de hocanın dediği kadar özel
hissetmiyordu. Sadece düşünüyordu; düşünürken ağzından çıkan kelimeler ise
sanki istem dışıydı.
"Peki
oraya nasıl gideceğim? Cehennem’e yani."
"Seni
oraya ben gönderemem. Cengâverü'r Nâr'ı Cehennem'e ulaştıracak dua irfan sahibi
âlimlerin kulağındadır. Bizim gibi akılsız, günahkâr kullara söylense bile
kulağımızda durmaz. Ama oraya gitmeye karar verirsen eğer, seni Cehennem'e
yollayacak birini tanıyorum."
"Gidelim.
İblis ile yüzleşmek istiyorum. Hemen bugün."
Dediklerine
kendisi de inanamıyordu Ali. Korkuyordu İblis ile yüzleşmekten ama korktuğunu
bile bile onunla yüzleşmek istiyordu. Aslında sanki isteyen sanki kendisi
değildi, tıpkı konuşmadığı gibi. Sanki içindeki başka biri onun yerine karar
veriyor ve onun yerine konuşuyor gibiydi. Ruhunun derinliklerinden yeni biri
çıkmıştı ve eski Ali'nin yerine geçmişti.
Ali
gibi Aylin de karşısındaki yeni adamın yaptıklarına şaşırıyordu. Dokuz aylık
ilişkileri boyunca her türlü cesaret gösterisinden itina ile kaçmayı başarmıştı
Ali. Ama şimdi belki öleceği, belki de sonsuza kadar acı çekeceği ve belki de
gerçek olmayan bir şey için dünden hazırmış gibi davranabiliyordu. Aylin
yanındaki adama bir kez daha baktığında onun gözündeki ışığı fark etti. O an
Ali'de bir şeylerin değiştiğini anladığı andı. Dokuz ay boyunca bir kez bile
şevkle parladığını görmediği gözler, şimdi inanılmaz bir parlaklıktaydı.
"Tamam,
hemen gideriz. Önce müsaadenizle ağzımı, yüzümü yıkayıp, abdestimi tazeleyeyim.
Sonra yola çıkarız. Hanife, sen de konuklarımızla ilgilen. Bir istekleri var
mıymış."
Fethi
Hoca odadan çıkmak için ayağa kalktığında Ali de başını öne eğdi ve gözlerini
kapadı. İçindeki, İblis’le savaşmak isteyen güç ile korkak ruhunu birleştirmek
için kendiyle baş başa kalması gerekiyordu. Bu sırada ne hocanın yardımcısının
sorusunu duyabilmiş, ne de Aylin’in, 'Ne yapmaya çalışıyorsun?’ diyen
bakışlarını fark edebilmişti.
***
Fethi
Hoca müridi olduğu dergâhın avlusuna besmeleyle girdi. Ardından da Ali gördüğü
rüyanın kendini nerelere getirdiğini düşünerek Aylin ile birlikte avluya adım
attı.
Avlunun
ortasında yer alan uzun, geniş, tek katlı yapının dışında avluda bir şadırvan
ve bir mescit hemen göze çarpıyordu. Şadırvanda oturan üç kişi avluya girenleri
fark etmeyecek kadar derin bir sohbete dalmışlardı; büyük ihtimalle namaz
saatinin gelmesini bekliyorlardı.
Fethi
Hoca ile birlikte binaya doğru ilerlerken onları bej rengi cübbeli, yeşil
takkeli sakalları yeni bitmeye başlamış bir genç karşıladı. Hocanın ellerine
yapışıp onları öptükten sonra Ali ve Aylin’i de başıyla selamladı ve onları
içeriye buyur etti.
Holün
neredeyse dışarıdaki avlu kadar geniş olması Ali’nin hemen dikkatini çekmişti.
Gündüz olmasına karşın yanan avize, mermer duvarlardan sekerek holü mükemmel
bir şekilde aydınlatıyordu. Yerdeki boydan boya döşenmiş halı ise tertemiz
görünüyordu.
"Hocam!
Şeyh hazretleri ile görüşecek misiniz? Yoksa konuklarınızla mı
ilgileneceksiniz?"
"Efendimizle
görüşmemiz gerekiyor. Hemen haber verebilirsen müteşekkir olurum Mustafa."
Kısa
geçen bu konuşmanın ardından genç Fethi Hoca’ya selam vererek odalardan birine
girdi.
***
Ali,
şeyh ile büyük bir salonda görüşeceklerini sanıyorken, Şeyh Firuz onları kendi
küçük odasında ağırlamayı tercih etmişti. Odanın girişi kapısının karşısındaki
duvarını avluya bakan büyük pencere kapılıyordu. Odanın yan duvarlarındaki iki
kapı ise diğer odalarla bağlantıyı sağlıyordu. Ali dikkatle dinlediğinde
kapılardan birinin ardında Kur’an okunduğunu fark etti. Odada kapı ve
pencerelerin dışında bir dolap, bir yatak, bir sedir ve pencerenin önünde,
arasına ufak bir sehpa yerleştirilmiş karşılıklı iki koltuk vardı.
Onları
karşıladığında Şeyh Firuz da bu koltuklardan birindeydi. Önden içeri giren
Mustafa, koşarak şeyhinin cübbesinin eteklerini öptü ve saygıyla geriye
çekildi. Fethi Hoca da Mustafa'nın ardından şoyho doğru yürürken şoyh ayağa
kalktı.
Uzun,
beyaz sakalıyla Fethi Hoca'yı andıran şeyh kendi boyu ve kafasındaki sarığıyla
birlikte hocadan en az yirmi santim uzun duruyordu. Yavaş ve her biri uzun bir
düşünme süresinden sonra atılmaya karar verilmiş gibi duran iki adımdan sonra
hocayı kucaklamak için durdu.
Fethi
Hoca şeyhin elini öpmek için hamle yapsa da, şeyh yaşından beklenmeyen bir
çeviklikle hocanın elini yakaladı ve yukarı kaldırdı. Sıcak, dostça bir
gülümsemeyi aynı şekilde sıcak bir kucaklaşma takip etti. Bu sırada şeyh
dingin, insanın ruh denizinde huzur gemilerinin demir almasını sağlayacak bir
ses tonuyla konuştu. "Hoş gelmişsin Fethiciğim. Buyur otur diyeceğim ama
mühim bir şeyler söylemek için gelmişsin. Söyle de derdini, tasanı dök
dergâhımıza. Dök ki, derdin derdimiz olsun."
"Hoş
bulduk şeyhim. Söyleyeceklerim çok mühimdir ama bunlar böyle ayakta dile
gelecek mevzular değildir. Müsaade ederseniz oturalım, soluklanalım.
Kelamlarımızı toparlayalım."
"Buyurun,
rahatınıza bakın," dedi şeyh ve biraz önce oturduğu koltuğa besmele ile
yeniden çöktü. Karşısındaki koltuğa Fethi Hoca geçerken, Ali ve Aylin ise
sessizce odadaki sedire kıvrıldılar. Bu mistik ve ulvi ortamda söyleyecekleri
her kelimenin anlamsız olacağını düşünüyorlardı.
Fethi
Hoca, Ali ve Aylin'in oturduklarına emin olduktan sonra öksürerek boğazını
temizledi ve söze başladı. "Şeyhim! Sizin de tasavvur ettiğiniz gibi
sözlerimiz mühim, sözlerimiz dil yakan, sözlerimiz duyulmaması gereken sözlerdir."
Bunu
söylerken şeyhin Ali ve Aylin'e baktığını görünce devam etti.
"Bu
arkadaşlar da sözlerimin ne kadar mühim olduğunu en az benim kadar bilirler.
Nasıl dile getirsem bilemiyorum. Doğru kelamları edebileceğimden şüphe duyduğum
için en kısa yoldan söyleyeceğim. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama Cengâverü'r
Nâr ortaya çıktı."
Şeyh
duyduklarına inanamıyordu. Koltuğunda besmele çekerek doğruldu ve gözlerini
büyüterek sordu. "Dediklerini kulağın duyar mı Fethi? Biz kimiz ki, Yüce
Yaradan Cengâverü'r Nâr'ı bizim yanımıza koyacak."
"Ben
de şaşkınım şeyhim ama Ali oğlumuzun kanında gördüm onun Cengâverü'r Nâr
olduğunu."
Şeyh
Firuz birkaç saniye düşündükten sonra konuştu: "Ali! Oğlum, biraz yaklaşır
mısın?"
Ali
yaklaştı ve şeyhin önünde diz çöktü. Şeyh dua okuyarak elini Ali'nin alnına
koyduğunda Ali çoktan gözlerini kapatmıştı. Şeyhin eli, Ali'ye alnından
başlayıp bütün vücuduna yayılan bir rahatlık enjekte eder gibiydi. Sanki
ayakları yerden kesilmiş, havalanmış gibiydi. Gözünün önündeki sonsuz karanlık
yerini ferahlatıcı bir aydınlığa bırakmıştı. Aydınlık içini dolduruyordu.
Birden aydınlık yerini tekrar sonsuz karanlığa terk etti. Karanlıkla birlikte
gelen kasvet de Ali'yi boğmaya başlamıştı. Alnındaki ılık sıcaklığın
kaybolmasından şeyhin elini çektiğini anladı.
"Ya
Rabbim sana şükürler olsun. Bu Cengâverü'r Nâr."
Ali
gözlerini açtı. Doğruca şeyhin gözlerinin içine bakarak konuştu. "Benim
Cengâverü'r Nâr olduğumdan kimsenin şüphesi kalmadı sanırım. Beni Cehennem'e
ancak senin götürebileceğin söylendi. Nasıl yapacaksın bunu?"
Ali'nin
cümleleri ağzından çok net ve kararlı çıkıyordu. Şeyh onun gözbebeklerinde bu
kararlılığı fark etmişti. Artık konuşanın Ali değil de Cengâverü'r Nâr olduğunu
fark ettiği gibi... Cengâverü'r Nâr bir an önce Cehennem'de vücut bulmak istiyordu.
"Cehennem
yolu çok zorludur evlat. Hele ölmeden oraya ulaşmaya çalışmak daha da zordur.
Çok canın yanacak oraya giderken. Hem orada ne ile karşılaşacağından da emin
değiliz. Cehennem'de günahlarınla yüzleşebilirsin ve bu seninle savaşırken
İblis'in en büyük kozu olacaktır. Ayrıca bize öğretilenler arasında İblis'le
savaştıktan sonra Cengâverü'r Nâr'a ne olacağıyla ilgili de hiçbir şey yok.
Yani belki sonsuza kadar orada kalıp fani dünyaya bir daha hiç
dönemeyebilirsin."
Ali
beyninin içinde yankılanan sözleri dile getirdi. "Savaşmak
zorundayım."
Şeyh
Firuz, Ali'nin ağzından çıkan şeyleri artık onun söylemediğinin farkındaydı.
Fazla ısrar etmedi. "Bu kadar kararlıysan hazırlıklara başlayalım. Bu
arada sen de arkadaşınla vedalaş. Seni gönderirken o yanımızda olmayacak."
Şeyh
ve Fethi Hoca odadan çıktıktan sonra Aylin, karşısındakinin Ali olmadığını
bildiği halde onun yanına diz çöktü. Ali, Aylin'in yanına geldiğini fark etse
de, hiçbir tepki vermiyordu. Aylin, Ali'nin başını elleriyle çevirdi ve gözlerinin
içine baktı. Artık kesinlikle emindi. Karşısındaki eski Ali değildi. "Ali,
farklı şeyler hissettiğini biliyorum ama bunu yapmak istediğinden emin
misin?"
Aylin’in
sesiyle Cengâverü’r Nâr bir süredir hâkim olduğu Ali’yi serbest bırakmıştı ve
Ali’nin gözlerindeki derin boşluk bir anda kaybolmuştu. "Hiç emin değilim
ve korkuyorum. Ama içimde bir şeyler bunu yapmak zorunda olduğunu söylüyor ve
ne kadar istesem de ona karşı koyamıyorum. Belki de son kez konuşuyoruz.
Yaptığım bütün hatalar için beni affet."
Ali’nin
gözleri yeniden derin boşluğa kavuşurken, gözlerinden iki damla yaş da çenesine
ilerliyordu. Aylin’in gözlerinden de yaşlar gelmeye başlamıştı. Çok şeyler
söylemek isterdi şu anda. Belki de bunu yapmaması için ayaklarına kapanıp
yalvarmak isterdi ama yapamadı. Zorlanarak konuştu: "Belki bunun şu an
için hiçbir önemi yok ama yine de söylemeliyim. Seni seviyorum," dedi ve
Ali’nin dudağına sıcak bir öpücük kondurduktan sonra gözyaşları içinde odadan
çıktı.
Ali
şeyhin odasındaki yatağa uzanmış, Cehennem’e gönderilmeyi bekliyordu. Gözlerini
kapamış, ne halde olduğunu düşünüyordu. İçindeki kontrol edemediği güç onun
düşünmesine izin veriyordu ama iş uygulamaya gelince devreye giriyor ve ipleri
eline alıyordu.
Yan
tarafından gelen Arapça kelimeleri duydu. Gözünü açıp o tarafa baktığında üç
gencin dizlerinin üzerine çökmüş, dua okuduğunu fark etti. Gözleri Fethi Hoca
ile Şeyh Firuz’u da odada aradı ama bulamadı.
Anlamını
bilmediği Arapça kelimelerin yani duaların kulağında kaybolması Ali’yi
rahatlatıyordu. Birazdan başına ne gelecek olursa olsun şimdi ruhunun biraz
huzur bulmasını ve son iki haftadır çekemediği rahat uykunun ona göz kırpmasını
bekliyordu.
Uyku
ile uyanıklık arasındaki o mahmur haldeyken kapının yavaşça açıldığını duydu.
Tekrar gözlerini açtığında Şeyh Firuz ve hemen arkasında Fethi Hoca’nın odaya
girdiğini gördü. Onların odaya girmesine rağmen gençler dua okumayı kesmemişti.
Fethi Hoca da yerdeki gençlerin yanına çökerken, Şeyh Firuz Ali’nin yanına
çektiği koltuğa usulca oturdu. Ali doğrulmaya çalışınca da onu omzunda tutarak
durdurdu.
"Yat
oğlum, yat. Oraya ulaşman için kalkman gerekmiyor. Ruhunla gideceksin
Cehennem’e; yürüyerek değil."
"Nasıl
yapacaksınız? Beni nasıl yollayacaksınız?"
"Filmlerdeki
gibi teknolojik aletler bekliyorsan biraz hayal kırıklığına uğrayacaksın. Önce
el bileklerine ufak kesikler atacağım. Merak etme, canın pek yanmayacak.
Avuçların kanla dolmaya başlayacak. Benim kulağına okuyacağım, Kuran'da
yazmayan, sadece âlimlerin bildiği bir sure ile damarlarındaki kan Cengâverü'r
Nâr, avuçlarındaki kan kılıcın Nur olacak. Ve gözlerini açtığında Cehennem'de
Cengâverü'r Nâr olarak vücut bulacaksın. Tabii bu sadece bizim umudumuz.
Cehennem'e ulaşamayıp kan kaybından da ölebilirsin."
"Hadi
hemen başlayalım," dedi Ali ve karnının üzerinde birleştirdiği ellerini
iki yana açarken, gözlerini bir daha Cehennem'de açmak üzere kapadı.
Şeyh
besmeleyle elini cübbesinin içine soktu ve sapı değerli taşlarla kaplı, eski
bir hançer çıkardı. Başıyla verdiği işaretle birlikte Fethi Hoca'yla genç çocuklar
da yeni bir duaya başladılar.
Şeyh
Firuz, önce Ali'nin kendine uzak olan sol elini avucunun içine aldı ve ufak bir
kesik attı. Ali gözlerini açmadan ufak bir tepki verdi. Diğer bileği
kesildiğinde ise hiçbir tepki gelmedi Ali'den. Avuçları kanla dolmaya
başladığında, Şeyh Firuz hançerini cübbesinin içine soktu ve yavaş yavaş
dudakları kıpırdamaya başladı. Başta sessizce okuduğu gizli sureyi gittikçe
yüksek sesle okumaya başladı.
Fethi
Hoca sureyi duyuyordu ama hiçbir şey anlamıyordu. Çok iyi Arapça biliyordu ama
bu sure ne Arapçaydı ne de Türkçe. Farklı bir lisanda dile gelen sureyle odanın
içinde gözle görülmeyen bir hareketlenme yaşanmaya başladı. Fethi Hoca dua
okurken; sağından, solundan, hatta içinden geçen varlıkları hissedebiliyordu.
Sonra
bir an odadaki görünmez hareketlenme bıçak gibi kesildi ve aynı anda Ali'nin
vücudu istemsiz bir şekilde titremeye başladı. Vücudunun sarsılmasıyla
avuçlarındaki kan etrafa sıçrıyor, bacakları kurtulmak istercesine istemsiz
tekmeler savuruyordu. Şeyhin sesinin şiddeti arttıkça Ali'nim titremesinin
şiddeti de artıyordu. Şeyh gizli sureyi okuyarak ayağa kalktığında, o da Ali
gibi istemsiz bir şokildo sağa sola sallanıyordu.
Fethi
Hoca endişelenmeye başladığında, "Hak," dedi şeyh ve sustu.
Fethi
Hoca, şeyhin suresinden sadece bu son kelimeyi anlayabilmişti. Surenin
bitmesiyle Ali'nin titremesi de durmuş; ağzından, burnundan, kulaklarından
kanlar boşalarak bayılmıştı.
Şeyh
de yorgunluktan koltuğuna çöktüğünde, sadece kendinin duyabileceği bir sesle
fısıldadı. "Allah sana kuvvet versin oğul. Yolun açık olsun."
Ali
gözlerini kapadı ve babasını düşünmeye başladı. Belki de şu anda burada
yatmasının tek sebebi babasıydı. Onun Cengâverü'r Nâr olduğunu anlamasını da
sağlayan yine babasıydı. Tam Cehennem'e gidip İblis'i yenmeyi başarırsa
babasını da Cehennem'den çıkarmayı düşünüyordu ki, sol bileğinin kesilmesiyle
yerinden sıçradı. Sol avucundaki sıcaklık arttığında sağ bileğinin de
kesildiğini hissetti ama hiçbir tepki vermedi. Avuçlarında biriken kanla
birlikte yavaş yavaş kendinden geçmeye başlamıştı. Başucundaki Şeyh Firuz'un
kulağına eğilip bir şeyler söylediğini duyuyordu ama ne oldukları konusunda
hiçbir fikri yoktu.
Hayal
görüp görmediğinden emin değildi ama şimdi gözünün önünde beyaz ışıklar ile
kızıl ışıklar savaşmaya başlamışlardı. Tüyleri ürpermişti veya o öyle olduğunu
sanmıştı. Vücudu yanmaya başlamıştı. Gözünün önündeki savaşta, beyaz ışık
kaybettiğinde canı daha çok yanıyordu. Kızıl ışık kaybettiğinde ise ruhunda
ufak bir rahatlık hissediyordu. Vücudun yanışı daha şiddetlenmişti; başta
avuçlarında olan ateş şimdi parmak uçlarından saçının teline kadar her
hücresine ulaşmıştı. Vücudu dışarıdan bakıldığında titriyor gibi görünüyordu
ama içi yeryüzündeki hiçbir ateşin yakamayacağı kadar yanıyordu.
Vücudunda,
tam içinde hissettiği ateş artık dayanılamayacak raddelere ulaşmıştı. Bu sırada
gözünün önündeki savaş sonuçlanmış, ortada hiç kızıl ışık kalmamıştı.
Hissettiği ateş daha da arttığında bağırmak istedi, avazı çıktığı kadar
bağırmak istedi Ali ama yapamadı. Bağırmak istiyor ama bağıramıyordu. Sessizce
kor olmayı, köz olmayı, bitene kadar yanmayı bekliyordu ki, vücudu aniden
soğudu. Hissedemediği titremelerin de aynı anda kesildiğini hissetti. Kulağında
da hiçbir ses kalmamıştı.
Gözlerini
açtığında karşısında sonsuz bir kızıllıkla karşılaştı. Sağı, solu, önü, arkası,
üstü, altı gözünün görebildiği her nokta kızıl sonsuzlukla boyanmıştı.
Cehennem'in ortasındaki sonsuz boşlukta tek başına duruyordu Cengâverü'r Nâr.
Sonra
çığlıklar gelmeye başladı kulağına. Yeryüzünde duyulamayacak kadar acı içeren
çığlıklardı bunlar. Kızıl sonsuzluğun içinde canlı veya cansız hiçbir şey
göremese de, kulağındaki çığlıklar hiç kesilmeden devam ediyordu.
Sanki
Cehennem'deki bütün âdemoğulları Cengâverü'r Nâr'dan yardım ister gibiydi.
"Yürü, Cengâverü'r Nâr."
Uzağında
veya yakınında görebildiği, hissedebildiği hiçbir şey yoktu ama kulağında bu
cümle tekrarlanmaya başlamıştı. Nereden veya kimden geldiğini bilmiyordu ama bu
ses onu hareketlendirecek bir güç yaratmayı başarmıştı.
Kulağındaki
sesi dinlemeye karar verdi ve çığlıklara, ileriye, önündeki sonsuz boşluğa
doğru bir adım attı Cengâverü’r Nâr. Etrafındaki hareketlenmeyi hissediyordu;
kötü, habis varlıklardı etrafındakiler. Onu burada, kendi evlerinde istemiyor
gibiydiler; bunu da hissedebiliyordu. Habis varlıklar, etrafında şuursuz ve
azgınca dönmeye devam ediyorlardı ki, birden cisimleştiler. Kızıl, iğrenç,
ateşler içinde uçan ve etrafa ateşler saçan varlıklara dönüştüler. Işığın
peşinde koşan ateş böcekleri gibi Cengâverü’r Nâr’ın etrafında dönüyorlardı.
Kötülüklerini, emir aldıklarının kötülüğünü Cengâverü’r Nâr’a sergilemeye
çalışıyorlardı.
Korktu
Cengâverü’r Nâr. İçinde zerre kadar kalan insan hücrelerini korkutmayı
başarmıştı bu yaratıklar.
"Nur'u
eline al Cengâverü'r Nâr. Nur'un gücü onları senden uzak tutacak."
Sesin
sahibini aradı yine gözleri ama etrafında yaratıklardan başka hiçbir şey
göremiyordu. Yaratıklar gitgide onu daha fazla rahatsız etmeye başlamışlardı;
ateşten nefeslerini cömertçe ve korkusuzca Cengâverü’r Nâr’ın yüzüne
üflüyorlardı. Elini beline götürdü ve parmak uçlarıyla Nur’u dokundu. Ruhundaki
kasvet Nur’a dokunmasıyla son buldu; kabzasını tuttuğunda ise fani hayatında
hiç hissetmediği kadar ferah hissetti kendini. Nur’a dokunduğunda etrafındaki
yaratıklarında ondan uzaklaştıklarını gördü ve tek bir hamlede kılıcı kınından
çıkardı.
Nur’un
yaydığı ışık etrafındaki kızıl sonsuzluğu aydınlatmayı başarmıştı. Çevresinde
dolanan varlıklar ise Nur ile karşılaşmamak istercesine hemen ortadan
kaybolmuşlardı. Nur’un gücü elinden bütün vücuduna ve ruhuna yayılmıştı
Cengâverü’r Nâr’ın. Şimdi kendini daha kuvvetli hissedebiliyordu. Artık
İblis’le karşılaşmasının zamanının geldiğini düşündü ve Nur’un aydınlattığı
Cehennem’de yürümeye başladı.
Yürüdükçe
gördüğü Cehennem’in sahnenin önü olduğunu fark etti. Adımlarını attıkça
altındaki boşluk yerini kızgın ateşlere bırakıyordu. Ayağını kaldırdığı her
yerden ateşler fışkırıyordu. Sağındaki ve solundaki boşluklar âdemoğullarının
acımasızca cezalandırıldığı ateşten çukurlara dönüşmüştü. Göremese de biraz
öncekinden daha güçlü varlıkların onu rahatsız ettiğini hissediyordu.
Karşısındaki boşlukta ise fanilerin hayal edemeyeceği büyüklükteki İblis’in
Kulesi dikiliyordu.
Cengâverü'r
Nâr, İblis'in Kulesi'ne ilerlerken elindeki Nur'u daha sıkı tutmaya başlamıştı.
Çevresinde onu izleyen gözler çoğalmıştı fakat ona yaklaşacak kadar cesaretli
değillerdi. Cengâverü'r Nâr korkmadan İblis'le yüzleşmek için onun kulesine
yaklaşıyordu. O kuleye yaklaştıkça kule de ona geliyor gibiydi ve kule gözünde
gitgide büyümüştü. Cehennem'de yeryüzündeki hiçbir boyut, hiçbir fizik kuralı
işlemiyordu. Cengâverü'r Nâr, İblis'in Kulesi'nin ateşten kapılarına geldiğinde
durdu.
"Çağır
onu. Seninle yüzleşmesi için çağır İblisi."
Gözleri
ister istemez sesin sahibini aradı. Başını, vücudunu ve Nur'u çevirdiğinde
göremediği fakat hissedebildiği hareketlenmenin son bulduğunu fark etti.
Kulağında defalarca tekrarlanan sesi dinledi.
"Karşıma
çık İblis. Benimle yüzleşmek için karşıma çık."
Cengâverü'r
Nâr'ın cümlesinin bitmesiyle yer derinden sarsılmaya başladı. Bu sarsıntıya
neden olan şey İblis'in Kulesi'nin kapılarının açılmasıydı. Kapının ateşten
kanatları yavaş yavaş birbirinden uzaklaştıkça kule daha da büyüyordu. Kanatlar
sona ulaştığında Cengâverü'r Nâr kapının karşısında ufacık kalmıştı.
Yerin
kesintisiz sallantısı durduktan birkaç saniye sonra, bu sefer yer bir devin
adımlarıyla sarsılıyormuş gibi kesik kesik sallanmaya başladı. İçeriden gelen
şeyin her adımı yeri daha da sarsıyordu. Cengâverü'r Nâr, İblis'in ona
yaklaştığını biliyordu. İblis'in bir dev olabileceğini düşünmediğinden şimdi
ondan korkar olmuştu. Yere sağlam basan ayakları İblis'in her adımıyla gücünü
kaybediyordu. Artık güvenebileceği ve onu koruyabilecek tek şey olan Nur'u daha
sıkı tutmaya başlamıştı.
İblis'in
Kulesi'nden önce kızıl dumanlar dışarı çıktı. Dumanlar bilinçli bir şekilde
Cengâverü'r Nâr'ın etrafını sarıyor gibiydiler. Artık zor nefes aldığından başı
dönmeye başlamıştı. Etrafını saran dumandan çevresindeki hiçbir şeyi
göremiyordu. Görebildiği tek şey kızıl dumanların arasında bir yıldız gibi
parlayan Nur’du.
Kızıl
dumanlar bir müddet daha Cengâverü'r Nâr'ı rahatsız ettikten sonra yavaşça
dağılmaya başladılar. İşte o an karşısındaki İblis'i görebildi Cengâverü'r Nâr.
Ondan yüzlerce, binlerce kat büyüklükteydi. Yeryüzündeki resimlerine,
karikatürlerine hiç benzemiyordu. Ne boynuzları vardı ne de üç başlı mızrağı.
Ateşti İblis; karşısındaki herkesi yakabilecek bir ateş.
Sonra
yavaşça insan bedenine bürünmeye başladı İblis. Önce suratı ortaya çıktı.
Suratı hiçbir âdemoğlunun bakamayacağı kadar iğrençti. Sonra elleri ve ayakları
ortaya çıktı. Ateşler içinde yanan el ve ayaklar... Ona melekken verilmiş
kanatların yerinde ise alevden kanatlar vardı.
"Ne
istiyorsun âdemoğlu?"
İblis'in
sözleri yeri tekrar sarsmıştı. Cengâverü'r Nâr artık ayakta durmakta
zorlanıyordu. İblis'in her kelimesi kulaklarını yakıyordu. Sözler kulaklarında
yankılandıkça canı daha fazla yanıyordu.
"Hiç
tatmadığın acıları sonsuza kadar tadacaksın. Buradan kurtulamayacaksın."
Kulaklarındaki
acı beynine kadar ulaşmıştı. Beyniyle birlikte vücudundaki her hücresi ayrı
ayrı yanıyordu. Gözlerini kapadı ama bu, acısını dindirmesine yardımcı
olmuyordu. İblis'in sözleri kulaklarında yankılandıkça acısı daha da artıyordu.
En sonunda acıya daha fazla dayanamayarak dizlerinin üzerine çöktü. O an
kulağındaki ses ve kelimeler değişti.
"O
sana düşünmemek istediğin şeyleri düşündürüyor. Gerçekte gördüğün, duyduğun,
tattığın hiçbir şey gerçek değil."
Kulağındaki
kelimeler ona inanılmaz bir güç vermişti. Daha önce sahibini aradığı sözlerin
şimdi nereden geldiğini çok iyi anlamıştı. Yüce Yaradan, Cengâverü'r Nâr'a
yardım ediyordu. Yaradan onun yanındayken yenemeyeceği kimse olmadığını
düşündü, gücünü topladı ve elindeki Nur'u yere saplayarak aldığı destekle
tekrar ayağa kalktı. Artık İblis'in karşısında dimdik duruyor, ondan zerre kadar
korkmuyordu.
"İblis!
Sen bu kadar büyük değilsin."
Cengâverü'r
Nâr'ın sözleri Cehennem'i sarsmıştı. Sarsılan yerle beraber İblis'in dev
cüssesi ve dev kulesi küçülmeye başlamıştı. Etrafındaki dumanlar dağılıyor,
İblis, Cengâverü'r Nâr'la denk cüsseye geliyordu. İblis onun boyutlarına
geldiğinde Cengâverü'r Nâr, onu yenebileceğini düşünmeye başlamıştı. İblis
iğrenç suratından hiçbir şey kaybetmese de, makul bir boyuta ulaşmıştı.
Ağzından alevler saçarak bağırdı. Artık sesi Cehennem'i sarsacak güçte değildi.
"Âdemoğlu! Sen beni yenebileceğini mi sanıyorsun?"
"Ben
Cengâverü'r Nâr'ım. Senin cezanı verecek âdemoğlu."
Sesinden
kendine güven okunuyordu Cengâverü’r Nâr’ın. Konuşurken kılıcı Nur’u havaya
kaldırmıştı. Nur’un yaydığı ışık İblis’i rahatsız etmiş, ışığından korunmak
için etrafındaki kızıl dumanları kendine siper etmişti.
"Savaşmaya
hazır ol İblis."
Cengâverü’r
Nâr lafını bitirir bitirmez İblis’in üzerine saldırdı. Nur’u İblis’e doğru
sallasa da, İblis’in elinden çıkan ateş kılıcı durdurmayı başardı. Nur’un ateşi
ile İblis’in elinden çıkan ateş birleşince yeryüzündeki insanları kör
edebilecek bir parlaklık meydana gelmiş, yer bir kez daha derinden sarsılmıştı.
Hem Cengâverü’r Nâr hem de İblis bu çarpışmayla sarsılmış ama yerlerinden
kıpırdamamışlardı.
Cengâverü’r
Nâr’ın bu ilk saldırısı İblis’i çok sinirlendirmişti. Çevik bir hareketle
sıçrayarak ellerinden çıkan ateş toplarını Cengâverü’r Nâr’a yollamaya başladı.
Üç ateş topunu Nur ile karşılayan Cengâverü’r Nâr, dördüncü ateş topundan
kaçmayı başaramamıştı. İblis iğrenç kahkahalar atarak yere indiğinde,
Cengâverü’r Nâr’ın sol omzundaki yara ateşler içinde yanıyordu. Onun canını
yaradan daha çok yakan şey ise İblis’in kahkahalarıydı. Acıdan dolayı sağ
elindeki Nur’u biraz gevşetti. Sol kolundaki ateş bütün vücuduna yayılıyor,
dayanılmaz hale geliyordu.
İblis,
Cengâverü’r Nâr’ın işini bitirmek için ona yaklaşmaya başladı. Yanık suratında,
suratından daha da iğrenç bir sırıtış vardı. Elini zevkle havaya kaldırdı ve
avucunda yarattığı ateş topunu kahkahalar içinde Cengâverü’r Nâr’a doğru
yolladı. Cengâverü’r Nâr’ın boğazına doğru yol alan ateş topu ikinci kez Nur
ile çarpıştı. Bu çarpışma o kadar şiddetliydi ki, İblis bile geri adım atmak
zorunda kalmıştı.
İblis’in
sarsılmasıyla atak sırası Cengâverü’r Nâr’a geçmişti. Sol kolunu hiç
kullanamasa da, sağ elindeki Nur’u sımsıkı tutuyordu. Biliyordu ki, Nur’u
elinden düşürürse yenilmesi kaçınılmaz olacaktı. İblis’in savunmaya geçmesinden
faydalanarak Nur’u onun yüzüne doğru indirmeye başladı. İblis savunma için
elinden çıkardığı ateşle yüzünü korurken, Cengâverü’r Nâr kıvrak bir hareketle
Nur’u İblis’in elinden kurtardı ve onun ateşten sağ kolunu bileğinden kesti.
Ateşten
tenine Nur’un ışığı değen İblis tiz bir çığlık atmıştı. İblis’in savunma
yapmasını sağlayan ateşten bileği yere düşerken, Cengâverü’r Nâr vakit
kaybetmeyerek Nur’u bir kez daha salladı ve bu kez İblis’in iğrenç suratına
derin bir kesik attı.
Nur’un
dokunduğu her yerden beyaz ışıklar çıkmaya başlamıştı ve bu İblis’in canını
fena halde yakıyordu. İblis’in attığı iğrenç çığlıklar artık Cengâverü’r Nâr’ı
hiç mi hiç etkilemiyordu. İblis yaralarından çıkan ışıkların yarattığı acıya
daha fazla dayanamadı ve biraz önce Cengâverü'r Nâr'ın yaptığı gibi dizlerinin
üzerine çöktü. İblis'e itaat edenler ise savaşı sadece seyrediyor, Cengâverü'r
Nâr ve Nur'dan çok korktukları için efendilerine yardım edemiyorlardı.
Cengâverü'r
Nâr, Âdem Peygamber'den başlayarak bütün âdemoğullarının ve babasının intikamını
almak, günahkâr İblis'in cezasını vermek ve İblis'in imparatorluğu ile birlikte
iğrenç hayatını da sona erdirmek için diz çöken İblis'in yanına doğru bir adım
attı. Sol omzu yanıyor ama buna aldırmıyordu. İblis ise acıları nedeniyle
Cengâverü'r Nâr'ın yanına geldiğini bile fark edemiyordu.
Cengâverü'r
Nâr, İblis'in kafasını koparmak üzere havaya kaldırdığında yerde acılar içinde
kıvranan İblis ortadan kayboldu ve yerine Ali'nin babası geldi. Aynı İblis gibi
sağ kolu yoktu ve yüzünde de İblis'teki gibi derin bir yarık vardı. Cengâverü'r
Nâr, havaya kaldırdığı Nur'u babasına indirmeye cesaret edemedi ve tekrar yero
indirdi.
"Ali!
Oğlum! Babanı mı öldüreceksin? Bırak o kılıcı."
Cengâverü'r
Nâr hipnotize olmuş gibi babası kılığındaki İblis'i dinliyordu. Hiç sektirmeden
Nur'u kınına soktu. Kılıcın kınına girmesiyle İblis'e itaat edenler tekrar
Cengâverü'r Nâr'ın etrafında gezinmeye başlamışlardı. Bu sırada İblis de
kendini toparlayarak ayağa kalkmıştı.
"Sakın
ona kanma. O, bütün âlemlerdeki en sahtekâr varlıktır."
Cengâverü'r
Nâr, Yaradan'ın sesiyle kendine gelmeyi başarmıştı. Babası kılığındaki İblis'in
onu öldürmek için hazırlanan gerçek yüzünü de o an fark etmişti ve Nur'u hızla kınından
çıkararak İblis'in iğrenç başını bedeninden ayırdı.
İblis'in
ölümüyle Cehennem derinden sarsılmaya başlamıştı. İblis'in kavurucu
çığlıklarına, itaatkârlarının haykırışları karışıyordu. Onun çektiği acıyı
itaatkârları da derinden hissediyordu. Cehennem'in beşik gibi sarsılmasına
karşın Cengâverü'r Nâr dimdik ayakta duruyor ve İblis'in eriyen bedenini
izliyordu.
İblis'in
cesedi tamamen eridikten sonra görevini yerine getirmenin huzuruyla gözlerini
kapadı Cengâverü'r Nâr. Artık gözünün önünde ateşler ve kızıllık yerine beyaz
bir ışık vardı. Sol omzundaki acıyı duymuyor hale gelmişti ki, sırtına gelen
beklenmedik darbenin acısıyla gözlerini açtı.
Arkasını
döndüğünde karşısındakinin İblis olduğunu gördü. Gözlerine inanamıyordu. Biraz
önce karşısında eriyip giden İblis, şimdi arkasında canlanarak onu yaralamıştı.
İblis'in nasıl hayatta olduğuna şaşırırken onun ikinci darbesini de boğazına
yemişti Cengâverü'r Nâr. Bu darbeyle elinde sımsıkı tuttuğu Nur da elinden
düşmüştü. Son nefesini verirken kulağındaki Yaradan'ın sesini son kez duydu.
"İblis
ile Cengâverü'r Nâr arasındaki savaş kâinatın başlangıcından beridir sürüyor ve
sonsuza kadar da sürecek. Nasıl öldükten sonra yeni İblis'ler doğacaksa, onlar
gibi öldükten sonra yeni Cengâverü'r Nâr'lar da doğacak. Bu döngü Mahşer'e
kadar son bulmayacak."
Kaynak
: Xosiork Dergi 4. Sayı (Kış: Aralık — Ocak - Şubat) 2008
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar