ALLAH DOSTU DER Kİ... M. DERMAN
Efendim'e...
Muhtelif
mecmualarda İslâm'ın güzelliklerini inceleyen Münir Derman'ın yazılarını
topladık.
Ve
kendisini ziyaret ederek, "Biz bunları bastırmak istiyoruz"
dediğimizde, solgun yüzünü süsleyen ve daima yere bakan gözlerini, meçhul
taraflara bakar gibi bir noktaya dikti ve tevazu' ile başını bükerek, "Siz
bilirsiniz" dedi.
Senelerden
beri yazmış ve neşretmemiş birçok eserlerinin daha olduğunu öğrendik. Onları da
rica ettiğimizde, "Benim bastırmağa kudretim yok, buyurun sizin
olsun." dedi. Kitabın sonunda, hazırlamakta olduğumuz eserlerinin
isimlerini de veriyoruz.
Bu
eserlerin her biri, en aşağı 250 sahife kadardır. Her çeşit düşüneni okşayacak
ve haz verecek eserler olduğuna kat'iyetle kaniiz.
Sahifeler
döndükçe, insan kendi içine dönmekte; hakikî insanın, ne kadar kıymetli olduğu
anlaşılmaktadır.
İnce
bir duygu ile sevdiğimiz Münir Derman'ın "Siz bilirsiniz" sözüne
teşekkür etmeyi de borç biliriz.
Hazırlayanlar
KONYA
YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ EDEBİYAT ÖĞRETMENİ CELÂLEDDİN EMREM'İN ESER HAKKINDAKİ
DÜŞÜNCELERİ
Bu
satırlar takriz değildir. Çünkü haddim değildir. Noksanını bilmenin delâlet
ettiği mânâyı burada dile getirmek dahi ikinci bir had -nâşinaslık olacak.
Fakat
gönül ferman dinlemiyor, sevgi ve hayranlığı dile getirmek gayretkeşliğinden
kendini alamıyor. Üstâdın bu satırları nasıl karşılayacağını bilmiyorum. Belki
üzülecekler de. Büyük operasyonları ile-zaman zaman matbuatımızı, tıp âlemini
meşgul etmiş olan doktorumuzun yüksek irfanını, operatörlüğü kadar bir ruh
doktoru oluşunu da düşündüm: Kendileri, elbet beni bu satırlara sevkeden
âmilleri, zaaflarımı hoş ve had-nâşinaslığımı mâzur görürler dedim, müteselli
oldum.
Eserin
adı: "Allah Dostu Der ki". Konusu, tekniği ve şekil, mânâ ve
edası, netice olarak bütünü ile, matbuat âleminde ayrı
bir hüviyet taşımaktadır: Kendisi ve hayatı gibi.
Üç-dört
sayfadan ibaret önsöz. Bu
kısım, serbest bir nazmın mısralarını andıran satırlar hâlinde, müteakip
makalelerin mütekâsif bir hulâsası. Her satır, —her mısra da diyebiliriz— ana
bir mevzuun kapısını çalmakta şâyân-ı hayret tedâilere yolaçmakta, şuurumuzu
aydınlatmakta ve asıl mühimmi: Bize ilerde açacağı gönül bahçesinin —ki
kendileri maneviyat bahçeleri diye adlandırıyor— çiçeklerinin kokusundan
esintiler vermekte. Ve her esinti bir mânâ hâlinde can kulağımıza çok şeyler
duyurmakta. Hakikate susamışları rahatlandırmakta.
Esinti,
hafif bir esinti dedim. "Hakikate susamışlar" dedim. 'Çok uzaktaki
muazzam bir çağlayanın derinden derine gelen sesi, ne kadar hafif de olsa,
içimizde tahlil edemeyeceğimiz ayrı bir vibrasyon hususiyeti arzeder. Ve ârif
bu hafif, sakin seste muazzam bir nehrin çağıltısını duyar.
Takriz
olmadığını peşinen arzettiğim bu satırlarda eserin bâzı makalelerine kısaca
temas edecek, çıkardığım bâzı pasajlar üzerinde bir şeyler söylemeye ve bu
suretle eseri tanıtmaya çalışacağım. Ve bu intibalarıma, zannediyorum ki, eseri
dikkatle okuyanlar hak verecekler, ve böylece bir
gönül birliği içinde olmanın hazzını duyacağız.
*
Üstadın
en İlmî İzahlarında bile estetik bir edâ, kendine has bir şiiriyet derhal
okuyucuyu sarar. Fikirler ne kadar çetin de olsa mutlak bir sanat gaazesine
bürünmüştür. Konu daha başlangıçta aranan, beklenen bir âşinâ müjdesini verir
ve gayrı ihtiyarî: "Hayır, bu makale herhangi bir makale değil. Bu
satırlarda ayrı bir şey var." hükmünü derhal vermek mecburiyetinde'kalır.
Şüphesiz bu başkalarından ayrı bir şey., hükmünü
verdirebilmek üstün eserlerin en birinci vasfıdır. Fakat iş bununla bitmemektedir.
Operatörümüz neşterini madde, beden yapısının üstünde kullanmasını en iyi
bilenlerden olduğu kadar da eserlerinde mânâ yapımızın en hassas yerlerine
dokunmasını ve lâzım gelen mânâ ameliyesini de yapmasını bilenlerdendir.
Kendine has sentakslar, ayrı bir edâ ve âhenk içinde mânâyı besteler. Dimağ,
ruh ve his tatmin edilmiştir. Fakat asıl mühim noktayı unuttum. Hemen
söy-liyeyim ki bunun için okuyanın teslim olması, o mânâya susamış bulunması
lâzımdır. Hoş, bazan üstâdın zorla teslim aldığı da vâkıdir. Kuvvetli inancı,
insaflı muarızı sonunda susturacaktır. Veya hemen değilse yarın için yeşerecek
bir kanaati muhatabının şuuraltına bir tohum hâ-linde bırakacaktır. Ama insaflı
dedim. Çünkü muârızına verdiğim insaf tâbiri böyle güzel bir geleceğin müjdesi olabilir.
îman mevzuunda üstadımızın îman nuru ile
aydınlık şuurundan karanlıkta kalmış herhangi bir şuura bir hitap ve îzah tarzı
vardır. Muhatabın niyeti saf ise ve muhatap hakîkî bir vicdana sahipse ve hem
bu işe talipse, bu hitap ve tavsiyeler, bir hastanın, mahiyetini bilmediği
ilâçtan şifa bulması kabilinden —şüphesiz El-Hâdi isminin tecellîsi ile—
şifakâr bir tesire mâliktir. Bilhassa akademik bilgi ve ilim velvelesinin
iğfâlkâr gürültüsü içinde bocalayan şu kısa ve kat'î ihtarı yapar: "ilim
var, fen var, akademik bilgiler var. deme. Bu hudutta
bunların işi yok. Ve hem de bunlarla halledilemiyor. Akıl ve mantık yürümüyor.
Bu malzeme ile hallederim deme., edep haricine
çıkarsın. Bizim gördüğümüz âlem zâhiren maddedir, bâtınen mâneviyattır."
der. Ve reçetesini de verir: "insan, Allâh'ın varlığı hakkındaki delil ve
ispatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını
azaltmakla îman ve i'tikat sahibi olmaya çalışmalı. Allâh'ı hisseden, akıl
değil, kalbdir. Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup sonradan her türlü
dünya saadetlerini atarak hakîkate kavuşmuş olanlardan öğren." Bu reçeteyi
alan arayıcı düşünecektir: Bu akıl labirentlerinden
kurtulmak için ne kadar boşuna yorulmuşum. Sonra bu satırların sahibi herhangi
bir doktor da değil ve ayrıca bu kadar renkli edâ, sanatkâr ifade, üstün
tefekkür... diyecektir. Hele tavsiyenin
"reçetenin" son cümlesi tam bir tesellidir. Talip, halâsa yaklaşmanın
ümit ve sevinci içinde düşünecektir: Demek benim gibi olanlar da varmış. Ve
bunlar halâsa kavuşmuşlar, diyecektir.
"Akıl
ve îman" üstadın her konusunda diyeceğim, bir yolunu bulup temas ettiği
bir mevzudur.- Muazzam bir orkestranın temini teşkil eden refrenler gibi.
Mukaddimede
üstâdımız kaza ve kadere temas eder. Fakat kaza ve kader kelimesini kullanmaz.
"Utanma bakalım; bu hudutta ihtiyar yoktur." derken hem aklı doyurur,
hem ruhu. Getirdiği misâl edep ve hayâ duygusudur. Bu duygunun ışığında artık
başka bir muhakemeye, aklı kurcalamaya lüzum kalmaz.
Fikrin
derin bir şiiriyet içinde nasıl yüceldiğini görmek için şu cümlesini okuyalım:
"Edep,
her şeyin insan için sınırıdır. Aklın durduğu, kavramın, takatin kesildiği,
başın secdeye geldiği..." birbirini kovalayan dalgalar halinde sıralanan
bu kısa cümleler mânâ yolcusunun haşır ve neşir olduğu
bir ruh macerasıdır ki aşırılığı edebi aşmış, aslında bir nûr olan aklın
cehennemine düşmüştür. Çırpınan zavallının takati kesilmiştir. Artık aman
kapısına sarılmaktan başka çare yoktur. Ve o zaman perişan baş
"Kabûl!" diyecektir. Ve alın secdededir. -"Secde et,
yaklaş." âyetinin sırrına ermektir bu.
En
müspet delili, veya delilleri hasselerimizden misâl
getirerek ileri sürerken şeytanın girmesi muhtemel iğva yollarını kaparken bile
"kalbdeki nûrâniyetle inanç" yolunu üstün tutar. Bü, "Allâh-u
Teâiâ kendi nûru ile dilediği kulunu hidâyette kılar." âyet-i
kerîmesinin tef-sîridir. * *
"Mâneviyat
Bahçesi" üstâdın en uzun ve cemiyyetli bir makalesidir. Bu şâheser makale
mâneviyat bahçesinin kapısını açmakta okurlarını içeri çağırmaktadır. Bu uzun
hitaptan —öz süzülmez ama:— sezdiğim mânâyı sizlere aktarmaya
çalışayım. Bu bahçe başka bir bahçedir. Maddede kalanlar, buradaki mânâ
güzelliğini görmekten mahcupturlar, perdelenmişlerdir. Çünkü burası erenlerin
bahçesidir. Onun için üstad "Vücutlarınızı dışarda bırakın, ruhunuzla
yürüyünüz! Sükûn ve huzur içinde!" diyor. Aşk gibi ancak yaşamakla bilinen
ve duyulan bu mânâ âlemini en renkli tasvirlerle canlandıran ve en güzel
mânâlarla ulviyetini aksettiren üstâdımız .diğer
taraftan ruh ve madde münasebetini, meşhudat âleminin, mânâ güzelliği ile
bakıldığı zaman mânâsına ve hakikatine erişileceğini îzah eder. Hakikatin de
işte bu mânâ olduğunu anlatır. Âlemde mânâsız ne var? Mânâsızlığın bile mânâsı
yok mu? Çiçeğe bakalım. Ondaki güzellik, Yaratan'ın, kullarına bir tebessümü .değil midir? Kokusu da-ayrı bir mânâ değil midir?
Çiçekteki tebessümü görmeyen göz, gözsüzdür. Âmâdır. Hâdisat bile bir mânâdır.
"Hâdiseler konuşuyor"- deriz. Ve nihayet bütün varlık bir mânâdır.
Onun için bu mânâya erenlere mânâ erenleri deriz. Ve bu hal, maddenin
kesafetinden arınanlara mev'uttur. Üstad bu bahçenin ziyâretçi-lerini ilk
ameliye olarak gözlerini sislendirmeye dâvet eder. Bu ameli-yenin
başlangıcıdır. Bu sis kalkınca madde billûrlaşır, yâni şeffaflaşır. Pencerenin
camı çok temizlenmiş ve fazla şeffaflaşmış ise farkına varmadan açık
zannettiğimiz pencereye eğilmeye kalkarsak alnımızı cama çarptığımız olağan bir
hâdisedir. Bu mâruzâtımı üstad o kadar başka bir edâ ve mertebeden söylüyor ki
fazlasını üstâda terkedeyim. İlk merhale olarak üstâdın bizi Yûnus'un türbesine
götürmesi boşuna değildir. Taşın üstüne hâkkedilen Yûnus'un mısraları:
Hak'tan
gelen şerbeti içtik elhamdülillâh Şol gurbet denizini geçtik elhamdülillâh.
Bu,
"için bu sudan" demektir. Biz de bu mânâya doğru cehdedip bize
uzatılan bakır taslardan içelim. Hem bu taslar "Sebil! Sebil!" diyen
sebilcilerin uzattığı taslardır. İçindeki suya bakın. Görünmez ama tasın
içindeki hâkkedi.lmiş âyetleri bu şeffaf sudan
okuyabiliyoruz. Suyu içerken âyetlerin mânâsını da içmeye çalışalım. Bu su
böylelikle Hak'dan gelen şerbet olacaktır.
Üstad
diyor ki: "Kapıda —hangi kapıda? Üstad bunu irfanımıza bırakmış— sağ
tarafta —neden sağda?— güzel bir yazı ve altında imza gibi bir yer var. Oraya
kadar uzanın, gül dalları arasında görünen ince yazıları da gül dallarını
ayırarak okuyun. Yalnız dikkat edin gül dikenleri elinize batmasın1:
"İbâdet
etmeyen, inanmayan kimse, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiş demektir."
Bu
yolculuğun ötesini artık eserden okursunuz. Sizlere bırakıyorum. Susuyorum.
Belki üstad, "Sus, yeter. Orasını görmek isteyenlere bırak." der.. Bir nâkîlim ben.
Onun
için susuyorum. Hem,
Sükût
olsun sana tevhid
demiş
bir arif. Buyurun, mabadine siz devam ediniz.
Celâleddin
EMREM
Ben
insanın Sırrıyım insan Benim Sırrım
ALLAH
Gece
değmemiş semâ
Dalga
görmemiş deniz gibi
Gönlü
olanlara selâm olsun
Bizden.
İnsanın
süsü haya duygusudur.
Dil
ile öğüt verene uyma,
Fiili
ile öğüt verene.uy.
Nefsinle
hasımlaşma o senin değildir
Sahibine
bırak.
Halini
gizleyen velidir.
Gıpta,
haset, tamah hisleri ile, fazilet, doğruluk, adalet,
şefkat süslerine toz kondurma.
Dünyada
tek bir mabet vardır. O da insan vücudu. Bu vücut bir mekândır. Kendini temiz tut.
Kudret
âlemine cehalet ayağı ile vurma.
Beyazla
olduğun zaman siyahı unutma.
ispata
uğraşma inançlarını,
ispat,
varlığından şüphe edilen meçhullerin aranma yoludur..
Kireç
taştır,
Sü
da sudur,
Fakat
su onu eritir,
Su
yumuşaktır,
Taş
serttir,
Sen
de yumuşak ol.
Sertler,
geç de olsa önünde diz çöker.
Sabır,
hilesi olmayanın hilesidir.
Sabırlı
ol....
Yaptığımızdan
utanırız, elimizde bir ihtiyar olduğunun delilidir. Söze dikkat edin. Gelişi
güzel lâkırdı değildir.
Yapıp
yapmamada ihtiyarımız varsa, o halde utanma nedir?
Bu
bir edep meselesidir, cevabı söylenemez.
Duvara
dayanma yıkılır.
Ağaca
dayanma kurur.
İnsana
dayanma ölür.
Allaha
dayanan ne yıkılır, ne kurur, ne ölür.
Bu
sözleri, noksanlarımızı düzeltmek için söylüyoruz.
Bağırmıyoruz.
Bağırsak iş değişir.
Bu
kubbenin altında bir göz ara. Seni sevsin.
Kör,
görenin koluna girerse çabuk yol alır.
Deniz
korkunçtur ama balıklar için değil.
Kurt
zalimdir ama düzeni, hilesi yoktur.
Resûller
Resûlü buyurur: Helak olacağınızı bilseniz dahi doğruluktan ayrılmayınız,
kurtulmak için tek ümit dahi olsa yalana baş vurmayınız.
Vicdanı
ferahlandıran şey sevaptır, içi kemiren şey „ günahtır.
Gül
kokan bir ceset, semalar kadar temiz bir ruh. Büyük nehirler gibi coşkun iç
âlemleri olanlara, başını secdeyi rahmana koyanlara söylüyoruz.
Şişmeyi
semizlik sayanlara sözümüz yok.
Bu
sözler rasgele kimselerin kulağına girmekten çok yücedir, irfan sahibinin
makamı yükseldikçe, halk gözünden düşerler. Yıldızlar da böyledir. Kabahat
kimsede değil yıldızlarda mı?
Hayır.
Halkta mı? Hayır. Ne onda ne bunda. Bütün ayıp ve
kabahat tam görmiyen gözlerdedir.
Tek
elle alkışlanmaz.
Boş
tarafınız varsa onu Allah ile doldurun.
Söz
bağladık. Huzur içinde kalın.
HER MADDÎ OLAN CİSMİN SONU GELECEKTİR
Gözlerin
tahammül hududunun kamaştığı, kamerin tutulduğu, güneşin kamere girdiği zaman
insanlar diyecekler: Nereye kaçacağız? (Kıyamet sûresi).
Güneşin
gittikçe parlaklığı fazlalaşmaktadır. Ömrünün sonuna doğru parlaklığı 100 misli
artacaktır. Ondan sonra buharlaşıp patlayacaktır. Bu hal her zaman gezegenlerde
olan bir olaydır. Bu suretle evrende her şey güneş tarafından alt üst
edilecektir. (Dünyanın biyografisi) George Guimov. Fizik âlimi 1968 (Kıyamet)
Her
an var, her an yok ve tekrar var oluş vardır. (Âyet) işte Kur’an’m bildirdiği
kâinatın sonu...
işte
fennin bildirdiği kâinatın sonu....
Biri
ruha hitap....
Diğeri
maddeye saplanan akla hitap....
Her
ikisi de aynı...
Özet:
Dinisiz inanç kör, inançsız ilim topaldır.
“Emstein”
Ben
filozofların, düşünürlerin, matematik ve fizikçilerin akıl ile buldukları
Allah’a değil, mukaddes kitapların, Peygamberlerin haber verdiği Allah ve vahye
inanıyorum (Paskal). Kâinat bir tesadüftür diye haykıranlar vardır. Bu şarkı
korosuna iştirak ederseniz:
Atomlardan
galaksilere kadar milyonlarca yıldızların, uzayın düzen ve varlığı bir çok tesadüflerin bir araya gelmesi ile olmuştur,
şarkısını söylemiş olursunuz.
Bu
düşünüş protoplazmadan başlayıp aya ve diğer gezegenlere gidecek kadar insan
zekâsının tekevvününü milyonlarca tesadüfü! bir araya
gelme zinciri olarak düşünmek ve kabul etmek olacaktı ki bu insanı maskara hale
getirir.
Fikirler,
düşünceler ilim çemberi içinde kaldığı müddetçe dü ya ve kâinat bize düzgün bir
nizam ve kanunlara tâbi bir mekan ma gibi görünür.
Fakat bu nizamın oluşu meselesinde düşüncenin artık değeri kalmaz.
Bu
hususta söz söylemek için, bu noktada katılaşmamak gerekir. ilmin
bilmediği, inancın tefsir ettiği şeyleri bilmek ve onlara edeple kulak vermek
icap eder. Bu yönü düşünmek, ne gerilik, ne taassup ne de aptallıktır.
Fisagor
Delfes mâbedinin kapısına altın kakma ile şu yazıları yazdırmıştır:
Adet
kâinatın,
Tekâmül
hayatm,
Birlik
Allah’ın Kanunudur....
insan
idrak ve zihninin kolaylıkla kavrayıp içine biraz olsun nüfuz edemiyeceği ucu
bucağı bilinmez bir uzayda milyonlarca yıldızlarla birlikte dönüp duruyoruz.
Duygu organlarımızın kuvvetini artırmaktan başka bir şeye yaramayan bir takım
âletler, teleskoplar ve analoji, matematik yardımı ile bir
çok şeyler biliyoruz. Bunlar, hareket, zaman, mekân, sayı gibi yer yüzü mukayese ölçülerimize esas olan her türlü kavramın
özünü kaybettiği uçsuz bucaksız bir vasat içinde idrakimizin muktedir olamadığı
İlâhi bir kanuna tabî olarak cereyan eder.
iki
yıldız arasındaki mesafeyi, saat, gün, sene, asırlarla ifade etmekten âciz bir
haldeyiz... Ancak ışık seneleri kullanmak mecburiyetindeyiz. Bunlar sonsuzluğa
doğru kayan kâinatın teleskoplarımıza çarpan ve astronomların müşahede ve şahsi
takdir ve tahminlerine dayanan bir kâinat modelidir, kaba duygularımıza ulaşan
bilgiler toplumudur. Kâinatın diğer yönleri ise bizler için tamamen meçhul,
enginlik ve belirsizliktir.
Bilgisizliğimizin
ve aklın inanç ile tamamlanması lâzımdır. Aklın durduğu yerde, akim ötesine
hürmet edip, boyun eğmek, aczini anlamak Allah’a inanmak demektir.
Akıl,
tâzim, hürmet Ve edep içinde söylersek, Tanrı’nın üç büyük vasfı vardır; akıl
ve idrâk ölçümüzde...
Halkeder,
idame ettirir, yok eder. Onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan
dimağında yoktur...
Bugünkü
matematik, fizik, uzay ilmi karşısında bunu inkâr değil şüphe kapıları tamamen
kapanmıştır.
Halk
eder yani başlangıcı yoktur. İdame ettirir. Bütün kâinat kanunlarının
değişmiyen icapları cereyan eder. Yok eder, her maddî
cismin sonu gelir demektir.
ilim
malzemesi ile konuşursak:
Başlangıcı
olmayan, sadece yaratılmamış olandır.
Başlangıcı
olmayan hiç olandır.
Her
şey hiçlik içindedir.
Dünyanın
dışında hiçlik vardır.
Hiçlik
her yerde hazır ve nazırdır.
Gerçekler
vardır, imkânlar vardır. Kavramlar vardır. Şekiller vardır.
Gerçek
maddedir. Şekil de maddenin tanrılaşmasıdır. Şekil veren prensip TanıTdır.
Tanrı herşeyden ayrı ve (Tek)’dir. Çok görünüşlüdür. Bir gülün iki ayna
arasında görünüşü gibi.....
Taş
maddedir. Balık maddedir. İnsanlar da maddedir. Tanrf-dan
başka herşey maddedir. Tanrı önsüz, sonsuzdur.
Uzay
sınırlıdır. Çünkü belli bir cismin sınırıdır. Cisimsiz uzay yoktur. Boş uzay da
olamaz. Cisim olmadan da uzay olamaz. Mem-leketsiz sınır yok olduğu gibi...
Oluş ve yok oluş yalnız yer yüzün-dedir. Gezegenler
yokluk içinde dönerler. Var olan herşey hiçlik içindedir. Tanrı yaratmış olduğu
evren sistemini yeniden hiçliğe çevirdiği zaman, onun yerinde hiçlikten,
dünyanın başlangıcından önce olduğu gibi yaratılmamış olandan başka bir şey
kalmayacaktır. Bu cümleler olgun olmayan dimağlar için bir ihtilâldir.
Istırap
insanlığın hem mutluluğu, hem de derdidir. Hem kaderi hem de büyüklüğüdür.
Bu,
maddeye bakan insan gözünün, kulağının, düşüncesinin, mantık ve idrakinin, ilmi
görüşünün son hudududur.
Bunun
manevî ifadesi şudur:
Ne
bir seş ne bir nefes
Duyulan
sadece uçsuz bucaksız yalnızlık
Bomboşluk
vardı veya yoktu.
Toprak
yoktu. Güneş yoktu. Gün yoktu. Ay yoktu. Daha yıldızlar da yoktu. Saman yolu yoktu. Aydınlık yoktu. Galaksiler de yoktu.
Yalnız
bir su vardı, altta üstte. (Var) bile yoktu. Bu yokların sonsuzluğunu kavrayan
yalnız tek (O) vardı.
(O)
’nun mahiyetini tayin ve teşhis edecek ve kavram hududuna sokacak hücre insan
dimağında yoktur.
Ondan
sonra Tanrı bir gülün iki ayna arasında görüldüğü gibi göründü. Yoklar var
oldu. Ve ondan sonra Tanrı Âdemi gömlek etti. Ve üstüne giydi. Dünyayı insan
şeklinde kendi süsleri ile süsledi.
insan,
nereden geldiği bilinmez.
Ana
ve baba perdesi altına gizlenerek doğar, büyür, yaşar, ihtiyarlar. Tekrar ölüm
denilen sonsuz diyara kayar gider. Bir yıldız gibi....
Bu
ne haldir anlaşılmaz. Bilinmez. Fakat devran böyle kurulmuş döner.
Varlıktan
yokluk, yokluktan varlık oluyor sanır insan. Halbuki
her an var oluyor her an yok oluyor, buyurmuş (Resul): Dünya bir andan
ibarettir.
Tanrı
bildirir kelâmında: Her an her şey yok olur, yeniden tekrar yaratılır. Böyle
kurulmuştur bu evren.....
Tanrı
iki haslet vermiştir insana: Utanma ve unutkanlık. Biri edebin hududu, diğeri
yeniden kuvvet bulma kaynağı.
Edep,
herşeyin insan için sınırıdır. Akim durduğu, kavramın takati kesildiği, başın
secdeye geldiği, insanın kendine kendinden yakın olanla burun buruna geldiği
hudud... (Bir yay arası kadar)....
Aradaki
perde utanma perdesidir. Tahammül hududunu haber veren haslet....
insanda
irade, ihtiyar vardır. Her şeyi yapmak veya yapmamak kuvveti... Utanma bu
hududun dışındadır. Utanma bakalım.;. Bu hudutta irade
yoktur. Sıfır bile değildir insan iradesi...
Yaptığı
işten içi burkulan günâh işlemiştir. Edep hududunu rencide etmiştir. Yaptığı
işten haz duymuştur. Ferahlamıştır. Sevap işlemiştir. Edep içindedir, demektir.
insan
kendi kıymetine ulaşabilmesi için Tanrı (Alın terini) zahmeti şart koşmuştur....
Çünkü
Tanrılık taslayıp şirke girmesin diye... Tanrı şirki istemez. Şirk san?, senden yakın, seni gömlek diye giyenin kendi kendisinin
inkârı oluyor.
Akim,
kuvvetin, düşüncenin hududuna haya duygusu ile
varılır.
Haya
duygusunun korunması, vücut, ruh ve his çıplaklığından kurtulmakla olur.
Bunların yardımı ile:
Birlikte
sevin
Birlikte
üzül
Birlikte
yoksulluk çek.
Birlikte
sıkıntılı yıllar yaşaym
Ve
birbirinizden hiç bıkmayın
Birbirinizi
teselli edin. Fakat tek olduğunuzu unutmayın.
(Allah
tektir.)
MERHABA
İnsanlar
yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlarla da beslenir. Hasır kamışından
şeker olmaz. Şeker fabrikası mütehassıslarına sorunuz bakalım.
Karga
bülbülün sırrını bilmez, hiç bir zaman bilemez. Bilseydi onun gibi öterdi. O da
kuş, o da kuş. Gülün kokusunun gözü burundur. Sesin gözü kulaktır. Acı ve
tatlının gözü damak ve ağızdır. İnsanın yüzünü kulakla görmek imkânsızdır.
Gözle ses işitilmez. Şükrün sesini zahiri kulak işitmez, semii ve âlim olan
işitir.
Pişmiş
etin, az pişmiş etin yüzleri ve tatları başka başkadır. Köfte, pirzola,
kızartma, döner, şiş. Hepsinin tadları, şekilleri de başka başka. Yüzleri
zahirdir, tadları da batındadır. Görülmez.
Hayvanlar
o zatı görünce kaçmışlar. Yanındaki mübarek “buna niçin şaştın?” demiş ve hemen
sormuş: Sen ne yedin?
—
Biraz et yemiştim.
—
Sen onların etini yerken onlar sana dost olurlar mı?..
O
halde, yorganın altından çık. Yatağında oturma... Kilitli kapılarını aç,
düşün... Gayp hâzinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından birlikte
bakahm:
Göz
bir âlettir, dışardaki bir cisimden gelen ziya dalgalan o cismin şeklini göz
içine ve oradan dimağa götürür, biz o cismi görürüz... Nasıl gördüğümüz, o
belli değil... Belli olur; göreni bilirsen... Fakat cismin dışarıda olduğunu
görürüz, ûçimizde değil...
Kulak
bir âlettir, dışardan ses dalgaları kulağa, oradan dimağa gider, nasıl duvarız
meçhul.. Fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız,
kulağımızda değil...
Burun
bir âlettir, bir yerden koku dalgaları burnumuza kadar gelir, kokuyu burnumuzda
duyarız, görme ye işitme gibi dışarıda değil..
(Gören),
(duyan), kokuyu alan kim?.. (Ben kulum ile görür,
işitirim) kokuyu alırım değil..
Bu
küçük misali halletmeye bak... Bunun hallinde fetih vardır. Fetih demek,
kuvvetin bilinen sırrı.. Bu sırrı kim bilirse, yahut ona bildirmeğe izin olursa o kimseden keramet
zuhur eder. Görünmede hüner yoktur, görünmeyeni görmede hüner vardır.
İnsanın
anlama hududuna İlâhi sır ve kuvvetlerin varlığı ancak mucize, büyük tesadüf,
şans kelimeleri ile girer. Ve insan yine bunu, gaflet hududundan çıkamadığı
için şüphe içinde, bocalama halinde idrâk eder, reddedemez..
Hâdise vardır; anlayamadığı hâdiseleri garip ifadelerle mırıldanır durur.
Bu
hâdiselerin arkasında Allah’ın dostuna verdiği bilinmeyen kuvveti gizlidir.
Bunları anlamak için, başıboşları, miknatisin demir tozlarını çekişi gibi
toplayıp derleyecek adam lâzım... Nerede bu? Hâlâ anlayamadı iseniz sizle işim
yok.. Su bulunmadan boru döşenmez. Nefer Razî ile Rıza
Paşa arasında çok fark vardır..
Biraz
uykusuz kal.. Uykusuzluk bir şey yapmaz.. Uyku ilâcı alıp da uyuyanlara bakma..
Onlar zaten uyanık değillerdir. Alıştıklarından ayrılmak istemezler de ondan
ilâç alırlar.
Görmede
ışığa ihtiyaç var; işitmede lüzum yok.. Görmeden
ef-daldir duymak...
Essemîül
basîr; tekaddüm vardır...
Bir
dağdan büyük bir kaya kopar yuvarlanırsa, arkasından birçok küçük taşlar düşer.
Taşlar kadar bile olamayanlara yazıklar olsun.
Hakiki
imanlı insan yalan bilmez, ölümden korkmaz, kadere boyun eğer, herkese kardeş
nazarı ile bakar, böyle oldu mu, onda riya yok..
Midesine haram giremez. (Girmez değil) dikkat..
Bunlardan mahfuzdur. (Masum değil).. Bu hale bir anlık
sabır yüzünden gelmişlerdir. İşte bu gibilerden; ne gökteki kuş, ne denizdeki
balık kaçar, sokulurlar yanma kırk yıllık dostmuş gibi. Bütün' eşya ve
mah-lûkata karşı bir edep içindedirler. Bu edep, bağlı oldukları nizam,
kâinatın kanunudur.
Buhar
soğuğa maruz kaldığı zaman ona emrolunan yağmur olmak edebine girer, itaat
eder. Bu edeb Allah’a itaattir, secdedir.
İlk
bahar gelir,
ağaçlar, çimenler yeşil olma emrinin edebine bürünürler.
Her
türlü hâdisat ve hayat tezahürleri yekdiğerine muhtaç bir edebe bağlıdır. Bu
edebin devamını Rahim olan ve yekdiğerine hürmet eden hâdisat temin eder...
Bu
edebe girene mahlûkat ve mevcûdat, eşya hürmet eder ki, işte tasarruf dedikleri
budur...
Velilerin
kerameti bu edebin, kendilerine gösterilen hürmetin tezahürleridir.
Köpeğe
iyi bakan adama köpek kul köle olur. Sebeb: Köpeğe yardım etmek köpeğin hürmet
edeceği hududa girmek demektir. Köpek habersiz olarak sahibinin tasarrufuna
girmiş olur. Bunun döndürülmüş ve kaybolmuş sırrı insanlar tarafından “Sadakat”
kelimesiyle ifade edilir. Her türlü mahlûkat ve eşya da böyledir. ‘İyilikle
yılan bile deliğinden çıkar” sözü bunun başka türlü, uzaktan görünen bir
ifadesidir.
Velîler,
yanındaki müritlerini, bu edebe sokmağa çalışırlar. Bu edebe girdiler mi,
onların da paslı, rutubetli olan kalp pencereleri açılır. Onlar da onlardan
olurlar...
“Ahlâkı
itmam için gönderildim.” hadîs-i
şerifinin en basit izahı buradan başlar. Bu çok uzun bir hudud meselesidir.
Söz, yazı, izahla olmaz. Sonra ne çıkar. Bilen zaten biliyor. Bilmeyen daha
olgun değil.. Bu kadar yeter.
Benim
çocukluğumda insanlar dikeni olmayan güller gibi idi. Şimdi gülü olmayan diken
halindedirler.
Allâh’a
şükür, bağışlarsa benim güzel bir gülüm var...
MANEVİYAT BAHÇESİ
—Ruhları,
cehd ve manevî terbiye ile yüksek idrake erişmiş, meşhudat âleminin dışında,
zaman zaman, manevî seyahatlere çıkan içleri aydın kimselere hediyedir.—
Madde
âleminde dolaşan, gayp âleminin malı ruh bir (Var) dır
ki, yok görünür ve kimsenin madde âleminde onu görmeğe yolu yoktur.
Bu
köşede anlatılacakların hakikati ve mânâsı akıl ile değil İlâhî zevk duygusu
ile anlaşılır.... Kendini yorma, oku geç, içinde zevk
duyarsan kâfidir. Bu zevk akim şuurlu zevki değildir. Şuursuz gibi görünen asıl
ruhun zevkidir. Arı ile çiçek arasında gizli olan bal peteği gibi, zevk burada
gizlenmiştir. İlim var, Fen var, Akademik bilgiler var deme, bu hudutta bunlarm
işi yok. Hem de bunlarla halledilemiyor.....Akıl ve
mantık yürümüyor. Bu malzeme ile de hal
lederim
deme... Edep haricine çıkarsın....
Gözlerin
ve beş duygunun şahitliğine dayanarak bunlar hakkında bir fikir yürütme... Akim
yetmediği yerlerde kanunlardan bahsetmek gülünç olur. Kanun, etraflı bilgi
demektir. Mâneviyat bilgi âleminde yanlız tezahürleri ile vardır... Ve bu böyle
kalacaktır. Bu hüküm, bu tahdit normal durum üstündeki
insanlar zaviyesinden objektif ilim hakkında, Kanun mânâsındaki umumi bilgi
içindir. Normal durum üstündeki insanların enfüsî müşahedeleri, marifetleri,
umumi duygular mânâsındaki bilgi için değildir.
Bu
öyle bir duygudur ki, onun kendine mahsus bir uzvu yoktur. Her uzuv onundur.
Ruhun umumî duygusudur... Bu hal beş duygunun dışında mühim bir ruh başarısıdır
ki o duyguya erişenler bütün ruhları ile şuhut âlemini duyarlar. Bizim
gördüğümüz âlem şuhût âlemi zahiren maddedir. Batmen mâneviyattır.
Madde
âleminde mihaniki kaideler, prensipler, kanunlardan bahsederken bâtmî âleme
çevrildiğimizde o âlemde kanun değil, beşerî bilgi ile ancak ihtimal kelimesini
ileri sürebiliriz...
Buranın
idrâki; asıl aklın, idrâkin altında bütün ruhun bir idrâki vardır ki oraya
erişmekle mümkündür.
Bu
gibi olgun kimseler maddeye akseden derin mânâları şuurlarından süzerlerken,
ses, söz, şekil olur. Bazan da herkesin anlayamayacağı bir dile, bir kalıba
dökülürler... Bu gibi aydınlar İlâhî kanun ve emirleri kendi temiz kalp ve
vicdanlarında duyarlarken meleklerle tanışırlar, göklere çıkarlar, Bunaklara
binerler ve nihayet tamamiyle dünyevî her şeyden alâkalarını keserek perde
arkasından senli benli Rabbü’l-âlemîn ile konuşurlar...
Bu
güzel sözlerdeki mânâdan, aşk makamına çıkamayan, henüz madde âleminin
kesafetinde yürüyenler, bir şey anlayamazlar... Zira imansızların ve her şeye
çabuk inananların zannettiklerinden çok derin bir meseledir. Burada:
Renkler
değişmiştir.
Kokular
başkalaşmış tır...
Ruh
uçar haldedir...
Bütün:
Ben, sen, o mânevi morfin tesiri altındadır.
Okuyucularım
bir an için cesetlerinden ruhlarının ayrıldığını farz etsinler, ruhlarla
yürümeğe devam ediyoruz.
Tüy
kıpırdatmayan bir sükûn... Göz almayan tatlı bir nur içinde gidiyoruz...
Etrafına bakarken hayret et, geç, ileri gitme... Çünkü hakikatlar bu diyarda,
toprak üstünde giderken toprak altına geçen ve sonra yine toprak üstüne çıkan
su cereyanları gibidir... Hakikat nuru her tarafı kaplamıştır. Gözün kamaşır,
yuvarlanırsın... Bu böyledir, münâkaşa etmeye kalkma..
Bu duygudur, histir, bir haldir ki izah edilemez, ancak yaşanır... Yüksek ve
temiz duygularla dolu bir rüyâ âlemi gibidir... Nice kimseler vardır ki gözleri
açık, uyanık iken bu halin içine dalıp çıkarlar, onlar yüzlerinden
bellidirler... Onların gözlerinde hakiki doğruluk dile gelir. Konuşur.. Ben de bunlara karışayım diye arzu edersen, garip gibi
görünen bir seyahat yap....
Doğruluk
ayağı ile, adalet asası ile, temizlik libasiyle,
almteri azığı ile, ilim feneri ile vücut sahrasını aş...
Sözlerimiz
müphem sözlerse, onları açıklamaya kalkışmayınız. Her şeyin başlangıcı zaten
müphemdir. Fakat sonu öyle değildir. O halde bizi bir başlangıç olarak
hatırlamanızı dileriz.
Her
şey evvelâ bir billûr değil, bir sis olarak tasavvur olunur. Aksini iddia
edebilir misiniz? Belki billûr donmuş bir sistir?
İçinizde
cılız ve bitkin görünen şey, dikkat ederseniz sizin en kuvvetli ve en sağlam
cephenizdir. Nefsinizin mümkün olsa da, bir defacık med ve cezirini görseniz
başka bir şey istemezdiniz... Yine mümkün olsa da rüyanın fısıltılarını
dinleyebilseniz, başka hiç bir ses dinlemek istemezdiniz... Fakat görmüyor ve
işitmiyorsunuz ve bu da hakkınızda hayırlıdır. Gözlerinizi bulutlandıran
perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir... O zaman göreceksiniz, o zaman
işiteceksiniz... Fakat bir zamanlar kör yaşadığınızdan dolayı keder-lenmiyecek,
sağır olduğunuzdan dolayı üzülmiyeceksiniz. O gün her şeyin gizli taraflarını
görecek ve karanlığın kıymetini takdir edip şükredeceksiniz....
Tatlı,
nemli, insan içine hoşluk veren bir sis içindeyiz... Bu sis ihtizazlı bir
sis... Aklı, düşünmeye bırakmıyor... Kapının solunda şeffaf bir maddeden
yapılmış bir pınar var... Gürül, gürül billûr bir su akıyor... Pınarın oluğuna
yakın bir yerinde fosfor gibi ih-tizazlı ışıldıyan ziyadan yapılmış gibi bir
zincire bağlı bir su tası... Susamayanm bile içeceği geliyor..
Bakıyoruz, yanıyoruz, içleniyoruz, birşeyler oluyoruz...
Bir
tas su alın içiniz.. Temiz tasın içinde yay kavisli
altı satır yazı var onu okuyunuz...
Artık
daha konuşmayacağız, zira ırmak denize kavuştu.. Kapı
göründü bahçeye gireceğiz.. Tasın dibindeki yazıya
bak.
Bu
dünyada iken ilerdeki bahçede meclis kuranlardan birinin sözü:
Haktan
gelen şerbeti içtik Elhamdülillah Şol kudret denizini geçtik Elhamdülillah Kuru
iduk yaş olduk, ayak iduk baş olduk Kanatlandık kuş olduk, uçtuk Elhamdülillâh
Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk, Artık denize dolduk taştık
Elhamdülillâh
Islanan
ağzınızı sağ elinizin üstü ile siliniz... Şükrediniz yürüyünüz....
Kapının
tam önündesiniz... Kanıda sağ taraf üstte güzel bir yazı var:
Bu
bahçeyi sessiz geziniz... Kendi kendinize böyle bahçe mümkün mü değil mi diye
fikir yürütmeyiniz... Olduğunuz gibi, olduğu gibi seyredip çıkınız..
Yazının
altında imza gibi bir yer var. Oraya kadar uzanan gül dalları arasından görünen
ince yazıları da gül dallarını ayırarak okuyunuz... Yalınız dikkat edin.. Gül dikenleri elinize batmasın.
ibadet
etmeyen, inanmayan kimse, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiştir.2
Kapının
iç tarafında uzun beyaz sakallı, geniş alınlı, nuranî, şeffaf denecek kadar
temiz bir ÎNSAN duruyor.
Gözlerinde
uhrevî bir tatlılık, yüzünde ruhanî gülen bir nur, gözlerine bakanlara emniyet
ve ferahlık veren bir parlaklık, duruşunda sessiz bir heybet var. Sesinde
dinleyen, kulağı mest eden bir ton, sözlerinde Kâinatın mânâsı gizli.
Onu
gören ve dinleyen cesedinden ayrılmış, seyyal bir şuur, dağlar delen bir kudret
hissetmekte...
Bahçeye
her girenin kulağına tatlı bir ahenk halinde fısıldıyor: Kanaatkâr ol, sabırlı
ol, şefkatli ol.
Bu
kelimeleri duyan kulak, mânâları şuura götürdüğünde, ruhta dağılan mânâ
helezonları insanı gaşyediyor. Tatlı bir sıcaklık, serin bir inşirah
duyulmakta.
Sedef,
aza (kanaat) ettiği için Allah içini inci ile doldurdu...
Buğday
tanesi (sabır) ile toprak altında bir kış geçirmeye tahammül ettiğinden en
büyük nimet oldu.
Resûlullâh
(Müşfik) olduğu için, âleme rahmet oldu.
Ey
bahçeye girmek niyetiyle, temiz hislerle ve biraz da merak saikasıyla gelmiş
olan insanoğlu:
Sana
küçük bir el yazması kitap vereceğim.. Onu şuracıkta
otur oku ve sonra da birlikte bahçeyi gezelim...
Kitabın
üstünde titrek sarı renkte bir yazı var:
Ey
insan oğlu!
Cebel-i
azamet’e; aklı koy, orada nurdan yapılmış libası giysin...
Cebel-i
kibriyâya; kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libası kuşansın....
Cebeli
izzete; Nefsi bırak, orada ubudiyet libasına sarılsın.
.
Cebel-i ezele; ruhu çıkar, orada nûru’l-nur libasını alsın, sonra aşk narasiyle
bağır, bunların derhal toplandığını görürsün... O zaman sende fetih başlar ve
(Biz)’den olursun...
Sahifeyi
çeviriyoruz!.
Sonsuz
semaları masmavi bir nur ile dolduran Allah’a hamdol-sun... Ruhu nur âleminin
ebediliği içinde aziz olan Allah’ın Re-sûlüne ve ona inananlara selât-ü selâm
olsun...
Bunlar
boş lâf değil dikkat et... Biliyor, musun ?
Uykuda;
ilim, akıl, şuur, evlât, mal her şey gider... Bahri ummanı ahadiyete atılır...
Hiç
kimsenin malı, ilmi, aklı diğerine karışmaz... Birinin ilmi diğerinin cehliyle,
diğerinin cehli ötekinin ilmi ile karığmaz... İyi düşün -her uykuya daldığın
zaman, vakit vakit bunlar almıyor... Bir günde bu (Alış veriş) verişsiz kalacak
ona ecel deniliyor... Dikkat et... Hepsi yüzüstü kalır... Allah yüz açıklığı
versin....
Kendisine
iltifat edecek hükümdarın karşısında titreyen çobanın korkusu gibi ölüm
hatırınıza geldikçe, kalbinizin hopladığını hissedersiniz. Fakat ölümden
korkmayınız... Siz ne zaman sessizlik ırmağından su içerseniz o zaman terennüme
başlarsınız... Toprak sizin gövdenizi geri istediği zamandır ki, siz hakikaten
nakşedersiniz...
Yekdiğerinize
ekmeğinizden sununuz... Fakat ayni lokmayı yemeyiniz. Birbirinizi seviniz,
fakat sevginizi zincirlemeyiniz. Sevdiğiniz, ruhunuzun kıyılarında kımıldayan
bir deniz olsun... Beraber terennüm ediniz... Eğleniniz, neşeleniniz, fakat
tekliğinizi unutmayın..... Çünkü bu udun telleri, ayni
nağme ile birlikte titrer, fakat
her
biri ayrı ayrı....
Caminin
direkleri bir birinden uzak durur....
Meşe
ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez...
İbadet
etmekle öğünme.....
Yalnız
ibadet etmek hiç fayda vermez. İhsan ve keremi ona arkadaş et. Zaten ibadetten
maksat ihsan ve kereme kavuşmaktır...
Kur’an
okumak dilin ucundan çıkar.... İhsan ve kerem için
düşmüşe yardım, canın ortasından gelir...
Bu
sözler içinde doğru olanlar Allah’tandır. Onun lütfü inayetidir.
Yanlış
olanlar varsa, onlar da yazanın uydurmasıdır.
Rahmet,
Resûlullâh’m kalbi pâk ve ruhu muallâlarına mütealliktir.
Onun
için Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Celîlinde, “Ben ve Melâikeler Nebiyye selât-u selâm
getiriyorlar, ne duruyorsunuz siz de selât-u selâm getirin, acabasız teslim
olun.” buyurmuştur.
Rahmeti
İlâhiye bu makamdan tevzi olunur. İlâhi Rahmet ha-kîkat-ı Muhammediyeye nâzil
olmadıkça anın parçaları olan hakâyı-ka vasıl olamaz. Selâtuselâm getirmek
herkesin nefsi için rahmet talep etmektir.
Bunu
anlayan insanda basiret başlar. Basiret; Evliyaya makamı Fuadda fetih buyrulan
ruh gözüdür.
Onun
için bu işlerde yürümek isteyen Allah’a inanır ve mümin olur. Kendini Allah’a
teslim eder; İslâm olur.
Hakka
teslim olmak demek, kısmeti ezeliyesinden razı ve hoşnut olmaktır. Kulun
teslimiyetini hak görünce ünsiyet başlar...
O
vakit âdem “insan” olur... Ve derakap dâvet-i İlâhîye vâki olur... O davete
namaz denir.
Hak
buyuruyor; Namazın yansı benim için yarısı kulum için...
İşte
marifetullaha bu yoldan sülük başlar. Bundan, bu zevkten mahrum olan insan,
yaradılışındaki güzelliğin zevkinden mahrum, feyzi fıtrisinde de mahcup olur.
Hayâl
ile değil müşahede ile çalış... Müşahede denilen tecelli-i İlâhî hayâl âleminin
ötesinde zevkî mânâlara delâlet eder...
Bir
hâl-i nûrânîdir. Hayâlin orada takati kesilir. Hayâl ancak akla mensup olan
mânaları hissi kalıplara, indirir.
Asıl
hüner, gaflet anında Allah’ı bulmaktadır.
Bütün
nefsanî her türlü arzulardan yokol... Bundan sonra tekrar var olamazsın... Bir
defa da o yoklukta var olursan artık yok olmanın imkânı yoktur. Kavuştun
gitti...
Bu
iş, en ince, namütenahi ince, incelikten en ileri derecenin bile yanında çok
kaba kalacağı kadar ince bir meseledir. Hak ile bâtıl o kadar içiçe ve kucak
kucağa tecellî ederler ki, bunları birbi-' rinden ayırdedebilmek için insanda,
hem de insan-ı kâmilde Allah vergisi basiret hiddetinin en keskini olması lâzım
gelir...
Mânâ
helezonları esrar mıntıkasına sokuldukça “Aklın almadığı ve reddettiği
mevzular” üzerinde yürünmesi ve dolaşılması çok çetin bir mahiyet alır.
Niceleri,
bu helezonların dönemeç noktalarından düşüp düşüp giderler, hakikatla şeriat
arasındaki büyük ve mutlak ahengin iltisak noktalarını birden kaybediverirler.... Düşer ve küfre yuvarlanırlar....
ibadet
yapıyorum derken küfre gitmemek için çok dikkatli olmak lâzımdır.
Hayvanlara
merhamet et... Cenabı Hak tarafından sana emanet edilmiş bir nimettir. Emanete
hiyanet Cenabı Hakka hiyanettir...
/
Sakın kimseye hakaret gözü ile bakayım deme... Unutma ki Allah’ın dostlan bin
bir şekil, kıyafet ve edâ içinde gizlidirler. Hakkın nimetlerinin şükrünü ifa
et. Nimet gelir, şükrü görmezse gider, ilmi var, ameli yok, ameli var, ihsanı
yok...
Allah’ın
dostlarının yüzünü görmek nimetine erişmiş de,- onlara bağlanmasını bilmez.
Denizin dalgası bazan kabarır da sahile vururken, ben varım diye mırıldanır.
Deniz de ona:
Sen
yoksun, ben varım, der...
Aman
gururlanma, gönül kırma, tepelenirsin.
Kıyamete
kadar, Hakk’m bu misafirhanesinde, Allah’ın dostu eksik değildir, unutma....
Sadaka
Allah nammadır. Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın aman dikkat et.....
Ben
şunu yaptırdım, cami yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım... Şu kadar
fakir besledim, şunu yapıyorum deme... Diyenler zaten küfre sapmışlardır,
ibadetleri de iyilikleri de boşunadır...
Bu
âlemde Allah’ın muhatabı insandır. Namaz Allah’a yaklaşmanın merdivenidir...
Merdivensiz,
iki katlı evine bile çıkamazsın.
Bu
merdiveni bırakma, boşlukta kalırsın... O merdiven çıkıldıkça nurlaşır.
Nurlaştıkça temizlenir....
Billûr
gibi bir ruh, temiz kokulu bir ceset, hikmet dolu bir akıl ile Allah’a
kavuşursun. Ebedî hayatta nur âlemi içinde hasrolunursun.
Kulların
tealisini isteyen Cenâb-ı Allah bundan dolayı namazı kat’î bir emr-i
İlâhî ile farz kılmıştır. Şekli de tâlim-i İlâhî ile farzdır.
Keyf
yapmak istersen; helâl hududu keyfe kâfidir.
Haram
kapısını çalayım deme.
Bâzan
bir saatlik zevkin, bir ömre bedel azabı olur. Her musibetin altında, ne büyük
nimetler gizlidir.
Musibetlere
hakikat cephesinden bakılırsa, bir rahmani ihtar olduğu anlaşılır.
Sokakta
elinden düşürdüğü şekerini yerden tekrar almasını babası çocuğa meneder. Çocuk
alacağım diye İsrar eder, babası eline vurur, çocuk şikâyet eder, ağlar,
tepinir. Halbuki babanın çocuğu himaye ettiği
aşikârdır.
Bu
muvakkat hayat yolculuğunda, her insanın bir gayesi vardır. Kimi maddî servet
ve şöhrete, kimi mânevi huzura kavuşmağa çabalar.
Kimisi
beşerî perdeleri yıkıp Allah’a kavuşmağa uğraşır... İnsan kendi meyline göre ya
nefsinin arzularına tâbi olarak kötüye gider. Alçalır... Yahut ruhun ulviyetine
tâbi olup iyiyi ihtiyar eder, yükselir. Yüksek ruha sahip insanlar
vicdanlarında geıiiş bir tasfiye yaparak hidayete erişmek yolunu tutmuş ve fani
hayatın hudutlarını aşmak istemiştir.
Bu
tekâmülü kendiliğinden sezmekle mümtaz bir insan olur.
insanın
binlerce arzu ve emellerle yüklü nefsiyle mücadele ederek, muhtelif
temayüllerini, şehevî ihtiraslarını önleyip onu kötü ve mülevves olan her
şeyden ayıklamak, çok güç, bununla beraber çok ulvî ve kutsî bir feragattir.
Bu
suretle elde edilen manevî varlık en yüksek bir mertebeyi ifade eder.
Mahsusa
taallûk etmeyen bu gibi kıymetlerin tâyinini müsbet ilimlerden istemek
imkânsızdır.
Zaten
her kıymet, İzafî olarak akıllı yoldan idrâk edilecek bir vasfa malik değildir.
Nitekim
bazı kıymetler vardır ki olgunlaşmış ve bir nevi hidayete erişmiş insanlar
tarafından kabul edilir ve itikad olunabilir. Fakat ispat edilemez. İnsanların
akla uymayan şeylere karşı mukavemet edilmez bir temayülü bulunduğu da inkâr
edilemez bir hakikattir. Bazı insanlar bazı kıymetler için yaşar, hatta onun
için hayatlarını feda eder, fakat uğrunda can feda edilen şeyin riyazi
katiyetle isbatmı kim verebilir. Namus için, Vatan için....
Ölümü
göze alabiliriz. Bunun bir belâgat olduğunu iddia etmek tamamiyle kıymetten
âridir.
Bu
kıymetler kudsî arzuların neticesidir. Ruhî huzur ve sükûna ermek, ebedî ve
sermedi hayata erişmek için şahsî menfaate arka çevirmek çok büyük bir fazilet
eseri ve çok büyük bir ruh başarısıdır. işte çilelerle
ömür geçiren evliya mertebesine çıkan mübarek insanlar, gönül deryasının
hudutsuz derinliklerine kendilerini atmış, gıbtamn üstünde bir gıbta ile
aranılacak büyük ve kutsî şahsiyetlerdir. Bunlar Kur’an âyetlerinde gördükleri
ledünnî mâna ve onun derin ve gizli mefhumlarına ermek hususundaki fikrî cehid
kahramanlarıdır.
Müsbet
ilim denilen kör ve tek gözle bakış mefhumu insanı beş duygunun kuru bir
makinesi halinde görüyor; ve insanın şahsiyetini hiçe
sayarak onu terkip, tahlil ve tecrübe mezhebine âlet etmiş oluyor.
Bu
zihniyet içinde; Ey ziyaretçi! içinden geldiğin dünya
ve insanlık, madde ve kuvvetin tesir ve hesabı karşısında, bilgisini, tec-rübî
usullerle bir asla ve bir kanuna bağlamak mecburiyetinde kalmış, tecrübe ve
müşahedeye girmeyen metafizik hâdise ve kuvvetlerin karşısında, inkâra
sapmıştır.
Bu
müsbet ilimler çerçevesinin ortasında mahsur kalanların, îman dünyasına
hakaretle arka çevirip, maddî bir uzuv olan gözün göremediği kudreti ilâhiyeyi
göremedikleri için inkâra kalkışması, aczin üstünde bir aczin ve budalalığın
ifadesidir. Müsbet ilim sancağı altında toplanan bu sınıf calî bir gurur ile
münkir daha doğrusu yalnız maddeye bağlı bir dinsiz tipi çıkarmış ve bu
nazariye insanı zaruri olarak ye’is ve ümitsizlik çukuruna sürüklemiştir.
Onların
nazarında âkıbet yok. Allah yok, saadet yok, mes’uli-yet yok... Kalp ve ruh
gözü ile kâinatı gören mübarek insanlar bunlara acıyor....
insanlık
tabiatın en korkunç taraf ve hâdisesi olan karanlığı gidermek için çok büyük
emekler sarfetti. Çıra, mum, kandil ve nihayet petrolü buldu... En son, nur
halinde elektriğe kavuştu, fakat o kandiller, elektrikler ancak onun dışını
aydınlattı. Müsbet ilim gururlanıyor maddeyi aydınlattı insanlığın iç âlemini
tenvir edemedi, edemez, edemiyecektir de....
Ey
ziyaretçi! Canın sıkıldıysa geri dön, çünkü sen hâlâ, bahçede ne var diye
düşünüyorsun. Daha çok lâflarımız var. Seni temiz-liye temizliye en sonunda
bahçeye sokacağız...
insanoğlunun
Hakk’a vâsıl olması, aşk-ı Rabbânî iledir. Bu aşkın tedariki için, pota-yı
Muhammediye’de erimek şarttır.
Bu
pota’ya girebilmek için, îmandan feyz almak zarurîdir. Tuz gölüne düşen en pis
hayvanın her zerresi tuza inkılâbeder.
Memleha-i
Muhammediyye’ye düşen insanın her türlü şekaveti saadete, kesafeti letâfete
inkılâbeder. Bundan dolayı dünyaya, imkân âlemi demişlerdir.
Hazret-i
Resûl’ün nazar-ı akdesiyle iltifata nail olan mücrim, derhal muhterem olur.
îman aşkı tedariki din ile olur.
Din;
sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir. Bu dinin umdeleridir. Âlemde aslını,
esasını bilmek aşkına din derler. Müsbet ilimler bu âleme nereden geldiğimizi
söyleyemez.
Fen,
hâdiseler arasındaki münasebeti araştırır. Fen nasıl, din niçin? sualine cevabı verir. Dünyadaki büyük dinlerde vahdaniyet
yalnız İslâmiyet’te vardır. Bütün mevcudat onun azameti altında toplanmağa
mahkûmdur.
Dinin
muallimlerine enbiyâ derler. Bunlar Allah’ı isbata değil İlâhî kelimeleri ilâna
gelmişlerdir.
Allah,
muhtac-ı isbat değildir. Peygamberin tanıttığı gibi Allah’ı tanımayanların Allah’a
îmanları doğru olamaz.
En
kalpazan şöyle anlar:
“Ben
içinizden biri gibiyim.”
Biraz
akıllısı:
“Ben
sizin heyet-i mecmuanız gibiyim. İçinizden biriniz gibi değilim.”
Bu
ne demektir? Bu âleme gelen her ferdin diğer fert üzerine tercih olabilecek bir
sıfat-ı âliyesi vardır. Bu sıfat dolayısiyle bu âleme gelmesi iktiza-yı hikmet
olmuştur.
Meselâ:
Ben sizden iyi görürüm. Siz de benden iyi yazarsınız. Fakat sizden daha iyi
okurum. Okuyuş sıfatım size tercihimi sağ-lıyan sıfattır.
O
halde daha iyi anlıyanlar:
Bilûmum
sîzdeki sıfât-ı kemâliye bende 'vardır.
Resûl’ün,
“Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demesi bir iltifattır.
Dünyada
ümmetine serbesti vermiştir. Yoksa bilmek değildir.
“Ben
ahlâkı tamamlamaya geldim.” demeleri
bunun delilidir.
Resûlullâh’ı
biraz daha iyi anlıyanlar da:
“Yâ
Muhammedi Onu sen atmadın biz attık.” âyetini anlıyan-lardır.
O
haldb Allah’ı bulmanın, yolu: Bir Allah dostu bulmakla başlar. Bu yola giriş
Resûl’e hakikî bağlanışla başlar...
Ve
bütün akıl çerçevesi içindeki hal ve hâdiselerin bulunmadığı ve en mahrem yer
olan zât-ı tecellî makamında son bulur.
Buranın
ilmine vukuf vahiy ile gelir, Melek vasıtasiyledir. Pey-gamber’e mahsustur.
İlham
ile gelen ilim, sıddîkıyet makamında başlar. Bu makamda sarhoşluk yok gibidir.
Fakat burada ''da benlik akıl ve nefisle alâkasını kesmediği için asgarî hatâ
mevcuttur.
Mânevî
saffet, benlik ile başlar. Tasavvuf şeriatların mânevi-yâtıdır. O halde
Nübüvvet ve Risâlet ile başlar diye kabûl et...
Dünya
ve Âhiret diye söylenen sözlerde bir şey gizlidir. O da insanda şeriatı
gerçekleştirmektir. Bu gerçekleşirse insanda Allâh’m rızâsı karar kılar.
işte
dünya ve âhirette kıymet bu rızâdadır. Bu rızâ da şerîat •ile elde edilebilir.
insan
şeriata bağlandığı nisbette, nefsaniyetten uzaklaşır...
Şeriata
uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bâzı mücâhede ve
riyâzatlar, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir.
Birçok
Hintliler riyâzat ve mücâhedede hiç kusur yapmazlar, ancak nefislerini
kuvvetlendirirler, başka bir şey elde edemezler. Bâtın-ı irfâna talip olan'
şerîata sıkı bağlanacaktır. Aksi hakkında söz yürütmek abestir, beyhudedir.
Münakaşadan bir şey çıkmaz. Burası münakaşa yeri değildir. Bu iş akıl işi
değildir, zevk işidir. Onun için mevzuumuzdaki sözlerimiz kitaplarda yoktur.
Bugünün
gafil madde dünyasının sonu olmadığı; bin küsur senedir ortada bulunan ruh
imparatorluğunun ebedîliğindeki mânâyı idrâk edenlerin azalması, dimağlara bir
fiske vurup kendilerini toplamağa sessiz bir ihtardır...
Bu
yazıyı okumak arzusunu merak hissi ile değil... eksiklerini
tamamlamak maksat ve hevesiyle okursan oku... Yoksa kendini yorma, çünkü insanı
sıkar...
Sevmediğin
bir filmi seyrederken duyduğun üzüntüyü duyarsın... Bu da senin için hayırlı
değildir. Anlıyamıyorsan. hakikati biz gösteririz.
Vazifemizdir. Borcumuzdur... Tâ ki sen anlayana kadar...
Her
zaman müşkillerini sor... İnanmadığını kimya lâboratuva-rmdan tüp içinde
inanacağın şekilde anlatırız...
Ateş
bilmem faianı yakmıyor, nasıl olurmuş, olur. Gel sana da göstereyim, hem de
öğreteyim... Yakmadığını gör, fakat aklın sarsılmasın... Sen, bütün şüunu 300
sahifelik fizik, 400 sahifelik kimya, 70 sahifelik mantık kitabının içinde mi
zannediyorsun?
Kâinat
orkestrasında aklın, ruhun tellerini akort edecek insanı bul, akordunu yaptır
da nâmütenâhî ebedî konserin içinde gaşyol. Kâinatı anla... Peygamber’i bil,
Allah’ını müşahede et..; Lâflarım edebiyat değil,
zevkle okunsun da diye değil, ihtiyarı zahmet et gel bul, hakikî yolcu isen
dermanını bul.
Bir
nazarla bir yakaza içinde gör... Ondan sonra git madde âlemine haykır... Haykır
o budalalara... O zavallılara...
Madde
peşinden koşan kudsî âlemi bilemez. İnsan ruhu kandil gibidir. İlim onun
aydınlığıdır. İlâhî hikmet, kudsî âlem onun zeytinyağıdır.
Ruh
ve kalbin arzulariyle, bedenin hırçın isteklerine karşı koyup, sabretmeyi
kendinde hakikileştiren insana semâvîler hizmetçi olur. Madde ve dünya için o
kadar zahmet çekiyorsun.
Biraz
da HAK için zahmet çek...
Allah
buyuruyor:
“Benim
nâmıma zahmet çeken kulun' günahlarını izzetim hakkı için mahvederim.”
Sevinci,
feragatte ara...
Başkalarının
mâlik olduğu şeylere göz dikme... Kalb arzularının kapısını kapatırsan,
insaniyetin en şiddetli şuuruna mâlik olursun...
O
zaman bu hâdiseler, bu tecellîler anlaşılır. Hakikî kulluk; ibâdet, mücâdele
ehlinin işidir. İlme’l-yakîn ile başlar.
UBÜDİYYET;
yakınlık ehli işidir ki ayne’l-yakîn ile başlar. Resûlullah bile Mi’râc’a bu
sıfat ile kabûl buyurulmuştur.
UBÜDİYYET;
müşâhede ehlinin işidir. Hakka’l-yakîn ile başlar. Bu mertebe başlamadan evvel
insanda hayâ denilen bir sıfatın belirmesi lâzımdır.
HA
YÂ; hukuk-u ilâhiyeyi ve Rabbani emirleri yerine getirmedikçe Allah’dan bir şey
istememektir.
Bu
sıfat, yâni haya, kulun kalbi ile Allah arasındaki
perdenin azalmasından sonra husule gelir. Bunları vehleten anlamak güçtür.
Şunları evvelâ tefrik etmeğe çalış:
Sünnetu’Ilah
nedir?
Âyetu’llah
nedir?
SÜNNETU’LLAH;
tabiî kanunlardır.
ÂYETULLAH;
kâinatta hüküm süren kanunlardır.
Bunlardan
âyât-ı ilâhiyeyi düşünmek farzdır.
“Siz
sünnetu’llâhı öğrenebildiğiniz- kadar bilirsiniz. O bildiğiniz miktarda
değişiklik bulamazsınız...” Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz,
fakat keşfettiğiniz sünnetin zâhir eserleri de zarurî değildir. Kâinat Allah’ın
ihtiyâr-ı ef’alinin eserlerinden ibarettir.
Bu
eserlerin bizzat tegayyür etmesine imkân yoktur. Akıl Allah’ın varlığını
bildirir. Allah’ın varlığını bilmekle Allah’ı bilmek arasında fark çok
büyüktür.
Allah,
akıl ile bilinse idi, bulunsa idi kitâba, nebî’ye hacet kalmazdı. Dış âlem
üzerinde elde edilen bilgi mahzun ve mükedder anlarda duyulan ahlâkî ve mânevi
boşluğu dolduramaz.
Fakat
mânevi ve ahlâkî bilgi dış âlem hakkındaki cehaleti daima teselli edecektir. Ve
böyle kalacaktır.
Başınızı
semalara kaldırınız, durduğunuz yerden ötesini tasavvurdan muhayyileniz
yorulacaktır, fakat tabiatın mucizeleri tü-kenmiyecektir. Bunlar hep sünnet-i
İlâhiyedir.
Göze
görülen bu âlem, kâinatın muazzam sinesinde ancak belirsiz bir izdir. Hiçbir
fikir aslına yaklaşamaz. Anlayış melekeleriniz tasavvurunuzun hududunu aşsa
eşyada saklı olan hakîkata kapılsa ancak ufak zerreleri meydana çıkarmış
olursunuz. Bu da merkezi her yerde olan, yüzü hiçbir tarafta bulunmayan
nâmütenâhî bir küredir. Muhayyilelerinizin en nihayet bu düşünceler içinde
kayboluşu Allah’ın sonsuz kudretinin hissolunan en büyük mümeyyiz vasfıdır.
insan
Allah’a, varlığı hakkmdaki delil ve ispatların sayısını artırmakla değil,
ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla, bir îman ve i’tikat sahibi olmağa
çalışmakla yaklaşır. Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup her türlü dünya
saadetlerini atarak halâsa kavuşmuş olanlardan öğreniniz.
ilk
defa inanmış ve i’tikat etmiş gibi görünerek hareket ediniz, dua ediniz, ibâdet
ediniz, bu hal, tabiî bir şekilde sizi îman ve i’tika-da doğru götürecek ve
aklınızı yenecektir. O zaman hakikî değerinizin ne olduğunu birbirinizden
öğreniniz. Allah’ın sesini dinleyiniz.
îman
size, beş duygunuza aykırı bir şey göstermez. Onların sezemediği şeyleri
bildirir...
îman,
beş duygunuza, aklınıza, zıt bir şey değildir, onların üstünde bir inanıştır.
Aklın muhakemesine her şeyi vurmak istersek, o zaman îman saçma ve gülünç gelir
sana... Allah’ı hisseden, akıl değil, kalbdir. îşte îmânın insana öğrettiği şey
de budur. Bir insandır, câhildir. Muhakeme etmeden Allah’a inanmış diye hayret
etmeyiniz. Allah onların kalblerine sevgisini indirmiş, onlar da kendi
nefislerinden nefret duymuşlar, bu da îman ve i’tikada meyil uyandırmıştır.
Ne
olurdu akıl olmasaydı, insanlar his ve sevk-i tabiî ile hayatlarını sürselerdi?
Başlarını secdeden kaldırmayacaklardı... Asıl hüner gaflet ânında Allah’ı
bulmaktır.
Gaflete
dalanlar için karanlık, aydınlık müsavidir. Uyuyan gece ile gündüzün farkında
değildir.
Karanlık
ile aydınlığın müsavi olmadığını anlamağa çalış, elinde fırsat varken...
Ölüm
çattığında pişmanlık çok acı gelir. Dünyada iken vakit kaybetmeden, güneşle
deryayı ayırmağa çalış. Bunu ayırdığın zaman gözlerin her iki dünyayı da
görmeğe başlar...
Bir
an gelir ki geçmiş, gelecek her şey rüya âlemi gibi olur.
Ölüm:
Hikmet âleminden alâkası kesilip kudret âlemine dalış demektir. Bunu iyi
öğren...
Küfürden
kurtulamazsan, hiç olmazsa'zulme gitme... İnsan küfür ile idâme-i hayat
edebilir, fakat zulüm ile, asla!..
Madde
âleminde ruhu bunalmış bitkin insanoğlu! Eğer manen hasta olduğunu
hissediyorsan:
Bu
da senin için bir müjdedir. Maneviyat hastahanesine git!
Bu
hastahanenin başhekimi Resûl-i Ekrem’dir.
Asistanları
Enbiyâlar, hastabakıcıları Evliyâlardır. O hastaha-ne ücretsizdir.
Menfaatsizdir,
iltimassızdır, vizitesizdir. Hastahaneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı
karşılamaz, bizzat başhekim Resûl-i Muhterem karşılar. Oraya girdikten sonra
tedavi olmadan çıkamazsın. Şifayı alan saadet yolunu bulur.
“Allah
yolunda tozlanan ayaklara Allah cehennem ateşini haram kılmıştır.” Allah
yolunda ayakları tozlanmak nefsinin hayrını terkederek Allah’ın mahlûklarına
hizmetle olur.
Madde
âlemi, radyo, telsiz, televizyon, atom, birçok buluşlarıyla bağırıyor, sanki kendileri
bunları yarattı.
Bunlar,
Sünnetu’llahda gizli hâdiselerin, zekâ ve akıl ile bulunup terkip edilmesidir.
Bunlar
bulundukça Cenâb-ı Hakk’m azameti idrâk ediliyor demektir.
Bu
buluşlarınla gururlanma, inkâra gitme. Evvelâ ölümü kaldır, zevali dünyadan
zevâl et! Fakir insanı kaldır. Mezar kapısını kapa! Bunları yapabiliyorsan gel
konuşalım! Çaresi varsa söyle dinleyelim...
Yoksa:
Mırıltıyı
bırak... Cırcır etme!
Daha
beyazlaşan saçının rengini, kırışan yüzünün buruşuğunu gideremiyorsun...
BİR
ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU. BEN DE ONDAN DİNLEDİM. SİZ DE
BENDEN DİNLEYİN...
Aynaya
bakıp, kendi mübârek yüzünü görünce;
“Hamdolsun
Allah’a, beni kusursuz yarattı, yüzümü güzel halketti ve beni müslümanlara
kattı...” diyen, dünyanın en müte-vâzı, temiz ve halûk insanı Hazret-i Resûl-i
Ekrem, insanların en güzeli, en cömert, en cesuru, en merhametlisi idi... Bir. gün huzuruna giren bir adam O’nun heybetinden titremeğe
başladı. Biraz sonra adam kendine geldi...
“Ben
padişah değilim. Kureyş boyundan kurumuş etle geçmen bir kadının oğluyum
ancak.”
Sözü
apaçık söyler, kim duyarsa anlar, söylediğini üç defa tekrar ederdi. Başını
hiçbir tarafa döndürmezdi. îc? hederse gövdesiyle
dönerdi.
“Ancak
bir kulum ben, kul gibi yerim, kul gibi otururum, kul gibi içerim.” diyen
Resûl-i Ekrem; nâlinini kendi tamir eder, gömleğini kendisi yamardı... Evini
süpürür, toprak bir kapta yemek yer, bir post üstünde yerde yatardı. İcabettiği
zaman bu mütevâzı büyük insan Semâvâtı gezerdi...
Boyu
ortaya yakın uzunca, omuzlarının arası geniş, değirmi yüzlü, saçları siyahtı.
Ayağını yere kuvvetle basardı. Göğsü ile göbeği birdi, gülünce dişleri inci
gibi parlardı. Pembe beyaz benizli, başı büyükçe, nurlu güzel yüzlü, kirpikleri
sık, İnce ve uzundu. Gözleri kudretten sürmeli, içine bakmağa imkân olmayan,
her iki âlemi gören mübârek gözlerinin rengini tarif etmek imkânsızdı.
Yatarken, kalkarken, ilk işi dişlerini misvaklamaktı. Kızdığı zaman yanakları
kızarır, ayakta ise derhal oturur, oturuyorsa bir yere dayanırdı. Yolda giderken
çocuklara rastlayınca daima onlara selâm verirdi... “Yaşayışım da ölümüm de
hayırdır size.” diyen Resûl-i Muhterem’in şefâatma Allah cümleyi nail eyleye...
MANEVİYAT BAHÇESİNDEN
Sonsuz
semaları masmavi bir nur ile dolduran ALLAH’a hamde-derim... Ruhu, nur âleminin
ebedîliği içinde aziz.olan Allah’ın Re-sûlüne ve O’na
inananlara selât-u selâm ederim...
♦
Allah’a
secde ettiğin yüzü, başkalarına karşı zillete düşürmemeğe gayret et; azîz
olursun.
*
Hakkın
nimetlerinin şükrünü edâ et... Nimet gelir, şükrü göremezse gider...
Sakın
kimseye hakaret gözüyle bakayım deme. Unutma ki Allah’ın dostları binbir şekil,
kıyafet içinde gizlidirler.
★
Halkın
seni methetmesiyle zevk duyma, zemmetmesinden de acı çekme...
Hak
kuvvetlidedir derler; sakın inanma. Bu lâf câhil sözüdür. Kuvvet “Hak”tadır,
unutma.
*
*
Hak
için zahmet çek... Allah buyuruyor:
“Benim
nâmıma zahmet çeken kulun seyyiâtmı izzetim hakkı için mahvederim.”
*
îlmi
var, ameli yok...
Ameli
var, ihlâsı yok.. Allah dostlarının yüzünü görmek
nimetine ermiş de, onlara bağlanmasını bilmez... Denizin dalgası bâzan kabarır
da sahile vururken, “Ben varım” diye mırıldanır... Deniz de ona, “Sen yoksun,
ben varım.” der.
Aman,
gurura kapılıp da gönül kırma; yanarsın.
Sana
bir dua öğreteyim:
Gözlerinde
göz yaşından, Allah pazarında satılan inciler peyda
olurken, söyleyeceksin:
“Sonsuz
salâvat incilerinin dizileriyle, nihayetsiz selâm cevherleri Muhammed
Mustafâ'nın feyizlere açık ruhuna, hikmetlere açık göğsüne saçılsın... Gündüz
parladıkça, güneş âlemi aydınlattıkça, ruhu rahmet ve semalara garkolsun...
Tertemiz ehl-i beyt’e selâm olsun.”
Bu
dua îmânın zevkine yükselenler içindir. Henüz maddenin kesafetinde mahcup
kalanlar, hayatta harikulade hâdiselere tesadüf etmeyenlere ait değildir.
Vücut
gözünün görmediği âlemle her an irtibatı olan mübarek bir zat kalabalık bir
kitleye ders ve öğüt veriyordu.
Herkes
huşû içinde güzel sözlerin tesiriyle âdetâ ruhanî bir mi’râc halinde idiler;
bir aralık dinleyenlerden temiz yüzlü, biraz mahcup birisi uyumaya başlıyor...
Mübârek zat derhal susuyor. Herkes uyuyan adama kızmaya başlıyor. Yarım saat
derin bir sükût. Uyuyan uyanıyor, hatasından dolayı yüzü kızarıyor... Mübârek
zat tekrar konuşmaya başlıyor... Ders bittikten sonra, uyuyan adam mübârek
zâtın yanma yaklaşarak hatasından dolayı af dilemeğe hazırlanırken mübârek zat:
—
Oğlum, üzülme... Ben senin uyumana kızmadım; yarım saat bekledim... Rüyanda
gördüğün mübârek zâtın ruhaniyetine hürmet ve muhabbetim dolayısiyle susmaya
mecburdum.
Meğer
uyuyan adam rüyasında Hazret-i Resûl-i Ekrem’i görüyormuş...
Cebel-i
Azamet’e: Aklı koy, orada nurdan yapılmış libası giysin,
Cebel-i
Kibriya’ya: Kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libasını kuşansın,
Cebel-i
îzzet’e: Nefsi bırak, orada ubûdiyyet libasına şarılsm,
Cebel-i
Ezel’e: Ruhu çıkar, orada nûru’l-nur libasını alsın, sonra da aşk nârasiyle
bağır, bunların derhal toplandığını görürsün... O zaman fetih başlar ve (Bizden
olursun).
Hızır,
iki gözü kör bir adama rastladı.
·
—
“Sana dua edeyim de gözlerin açılsın/’ dedi. Âmâ gülerek ona:
·
—
“Geç baba işine... Ben kazâ-yı İlâhîyi gözlerimden fazla severim. Onun kazâsmı
gözümün açılmasına değişmem.” diyerek yoluna devam etti.
*
Uyku,
gözlerini kapamadıkça yatmağa heves etme...
Yedi
saatten fazla uyku hamakat! davet eder...
Çok
acıkmadıkça da yeme, fazla yemek hastalık getirir...
i
*
Tam
otuz yıl arkasını ne bir duvara, ne bir yastığa ve ne de mindere dayadı.. Ne de diz üstü oturmaktan başka bir tavır takındı...
·
—
“Ne diye kendini meşakkate sokuyorsun?” dediler.
·
—
“Allah’ımı görürken başka ne türlü durabilirim.” dedi.
Tren
gecenin karanlığında homurdanarak sür’atle gidiyordu. Birinci mevki
kompartımanlarından birinde, iki kişi aralarında konuşuyorlardı. Biri,
diğerine:
“Birader,
on bin lira vererek, işimi yaptırabildim. Vermesem yüz bin liralık fabrikam
mahvolacaktı.” Diğeri onu tasdik etti:
“Ne
yaparsın kardeşim, geçim için bugün böyle.” diye mırıldandı. Kompartımanın bir
köşesinde, gözleri hafif yumuk, yakaza halinde bulunan nur yüzlü bir ihtiyar,
gözlerini açarak söze karıştı:
“Oğlum
hareketiniz asla doğru değildir. Sizde biraz Allah korkusu olsa bu parayı
vermez, fabrikanızın mahvolmasını tercih ederdiniz.” Ve şöyle devam etti:
“insan
harbe gidiyor, ateşler içine atılıyor, sizin yüzbin liralık fabrikanızdan daha
kıymetli olan canını veriyor... Siz ise bu hareketinizle rüşvete yol açıyor ve
Allah korkusunu fabrikanız uğruna feda ediyorsunuz...” dedi ve yine nurlu
yüzünü çevirerek kendi âlemine daldı...
Yıldızlı
bir gecede secdeye kapanmış dua ediyordu:
Yarabbi...
Sen mutlak ve ezelî merhametsin... Bu ezelî merhametini, diyar diyar gezip,
herkese anlatmak istiyorum.
Fakat
korkuyorum: Merhametinin büyüklüğünü anlarlar da, Sana kimse ibâdet etmez...
Beni affet... Rahmetinle yoğur...
Yirmi
gün yemez içmez, hayran bir halde bir köşede otururdu. Bir gün dedi ki:
“Benim
ölümüm sizinkilere benzemez. Benim ölümüm Hak’tan davet ve kendimden kabûldür.”
Nitekim
bir gün, bir meclis içinde otururken, “Evet, başüstüne” diye âni olarak
bağırdığı duyuldu... Ruhunu teslim etmişti.
Biri
onun yanma sokuldu:
—
Biraz param var, dedi. Sana vermek istiyorum, verirsem ne olur? Cevap verdi:
—
Verirsen senin için iyi olur, vermezsen benim için iyi olur. Dilediğini yap...
Sadaka
Allah namınadır... Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın.. Aman dikkat et...
Kendini
o kadar çok maddeye verme, kaptırma. Maddî hesap ruh dünyasının eşiğinden bir
adım ileri gidemez.
Hayatın
en güzel günü, bu gündür, bu andır. Hazırlığını derhal yap. Yarın belki kıyamet
kopacaktır.. Bu sözümü yabana atma... Bunu anlamayan
zaten hayattan bir şey anlamış değildir.
Doğruluktan
sakın ayrılma.. Unutma ki, suyun bir karış altında
veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur.
★
Acz
içinde kıvranan, bir mikrobun tesiriyle yuvarlanan, anahtar deliğinden geçen
ince bir rüzgârla tepelenen insan... Dikkat et... Bu mikrop, dünya hayatını
tehdit eder, manevî maraz ise ebedî hayatı mahveder.
*
3
insanoğlu
binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadı. Nihayet Allah’ı, merhameti buldu. Bundan
da. medeniyet doğdu. Bugün Allah’ı unuttu; merhameti,
sevgiyi, işlerine gelmiyor diye terketti. Bugünün insanı, ebedî hayata kıymet
vermeyen üstün zekâları ile şöyle haykırıyor:
—
Sonumuz yokluktur, insan tekrar dirilir mi?
Günah
işleyip de duyulmasını istemeyen kimse, Meleğin vücudunu elbette inkâra bahane
arar.. Dünyanın bugünkü haline bakın:
Aç
kurtlar gibi birbirlerini yiyorlar, öldürüyorlar. Bunlar hep öğündükleri üstün
zekâlarının işleri...
Yetmiş
kere yaya hacca gitti. Uçsuz bucaksız çöllerde, çenesi göğsünde ye gözleri'
adımlarında, yetmiş kere hac yolu... Kolay değil... Son haccmda, çölde bir
köpek gördü; susuzluktan dili sarkmış; nefes nefese çırpınmakta... Haykırdı:
—
Yetmiş kere yaya hac sevabını bir içim suya kim satın alır? Bana bir içim su!..
Bir
adam, ona bir içim su verdi. O da köpeğe içirdi ve dedi ki:
—
işte bütün haclarım kadar sevaplı bir iş. • Zira Allah’ın Re-sûlü, “Kim
olursa olsun her ciğeri yanana su vermekte ecir vardır.” buyurdu.
Dalga
dalga hacca gidenlere bakarak mırıldandı:
—.
Şu hacca gidenlerin hali ne garip... Dereler, tepeler, çöller, denizler,
dağlar, diyarlar aşıp geliyorlar... Allah evini, Resûllerinin eserlerini görmek
için... Halbuki, kendi nefs sahralarını
aşabilseler-di, orada doğrudan doğruya Allâh’ın eserlerini göreceklerdi...
*
*
Çöllerde
gezerken bir zenci gördük. Yanında Allah dendiği zaman simsiyah yüzü bembeyaz
oluyor, sonra tekrar yerli yerine dönüyordu...
<
•
Rahmet,
Resûlullâh’m kalb-i pâkine ve rûh-u muallâlarına mütealliktir. Onun için
Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Celîl’inde (meâien); “Ben ve Melâikeler Nebî’ye selât-u
selâm getiriyoruz. Ne duruyorsunuz, siz de selât-u selâm getirin, acabasız
teslim otan/’ buyuruyor...
Rahmet-i
İlâhiye bu makamdan tevzi olunur. İlâhî rahmet ha-kîkat-ı Muhammediyeye nazil
olmadıkça onun parçaları olan hakikatlere nail olunamaz.
Selât-u
selâm getirmek, herkesin nefsi için rahmet talep etmektir. Bunu anlayan insanda
basiret başlar... Basiret; Evliyaya makâm-ı fuatta fetih buyurulan ruh gözüdür.
Onun için, bu işlerde yürümek isteyen Allah’a inanır ve mü’min olur. Kendini
Allah’a teslim eder, Islâm olur...
Hakk’a
teslim olmak demek, kısmet-i ezeliyesinden râzî ve hoşnut olmaktır. Kulun teslimiyetini
Hak görünce ünsiyet başlar... O vakit Âdem insan olur..
Ve derhal dâvet-i İlâhiye vâki olur... O davete namaz denir... Hak buyuruyor:
“Namazın yansı benim için, yarısı kulum içindir...”
İbâdet,
âzânm ıslâhı içindir... Yalan yanlış şekil ile Allah’a, Peygamber’e
yaklaşılmaz... Gözünü dört aç... Bu yüzden ibâdet yapıyorum diye gaflette
olanlar sayısızdır...
Hazret-i
Ömer (R.A.) gözleri yaşlarla dolar, haykırarak Resûl’e selât-u selâm getirir.. Kendisine soruldukta:
“Ben
Hazret-i Resûl’de erimeden evvel kaskatı bir şâkî idim... Resûl’ün nazarı benim
kesafetimi eritti... Daima gözümün önüne gelir :
Islâm
nûruna kavuşmadan evvel, câhiliyet âdetleri üzere minimini yavrum, ciğerpârem
kızımı, diri diri gömmek için çukur kazarken, sakalıma toprak bulaşmıştı.. Yavrum, ufacık elleriyle sakalımdaki topraklan silerken
ben de kocaman ellerimle onu, sevgili yavrumu çukura tıkıyordum... işte, şimdi
o sahne gözümün önüne gelir, durmadan ağlarım.. Nûr-u
Nübüvvet’le eriyip insan olduğumdan dolayı da Resûlullâh’a selât-u selâm
getiririm..”
Ne
yaparsan yap ah alma, can yakma, gönül kırma... Hayvana (bile) eziyet etme, nur
içinde hasrolunursun... Canını yakmak istediğin hayvan veya insan bâzan o anda
kendinde olmaz, o zaman işe asıl sahibi karışır, gücüne gider, derhal tepelenirsin...
Çirkin
yüzün aynaya zarar vermediğini bil...
Şefkat
ve merhamet sahibi insanlar, Allah’ın sevgili kullarıdır.
*
#
Hakk’a
ermiş haykırıyor:
—
Ey adalet ile uğraşanlar’. Bana cevap veriniz:
Dış
görünüşüyle namuslu, fakat rûhu ile hırsız olan bir adamı hangi cezaya
çarparsınız?
Gövdesi
ile katil olan, rûhuyla maktûl olan bir kimse hakkında nasıl hüküm verirsiniz?
Hareketleriyle
aldatıcı ve zâlim olduğu halde, aynı derecede aldatılan ve zulme uğrayan kimse
hakkında ne dersiniz?
Sonra,
nedametleri suçlarından daha büyük olanlar hakkmdaki hükmünüz nedir? Nedâmet,
sizin hizmet ettiğiniz kanunun tatbik etmek istediği adaletin hedefi değil
midir? Fakat siz suçluya nedâmet aşılayamadığınız gibi onu masumun kalbinden de
çıkaramazsınız:
Mâbeddeki
köşe taşının, temelindeki taştan daha yüksek olmadığım bir anlasanız.. Fakat nerede...
Deniz
kenarında oynayan ve kumdan kuleler yapmak için uğraşan, sonra güle güle yıkan
çocuklar gibisiniz... Fakat siz o kuleleri yaparken deniz, sahile daha fazla
kum yığıyor ve siz kulenizi yıktığınız zaman deniz size gülüyor.. Zaten deniz daima masumlara güler... Gülerim o topallara
ki, rakkaselere haset ederler..
Gülerim
o öküzlere ki, boyunduruğunu sever ve ormanın içinde gezen geyikleri sürüden
ayrılmış zavallı sayarlar...
Gölgelerini
görürler, güneşi bir gölge kaynağı sanırlar..
ALLAH DOSTLARI DİYORLAR KÎ
Kader
oluğu altında uyu... Uyurken sabra yaslan., önce uyur
görün, sonra tam uykuya dal. Hakikate erişirsin.
Ta’zim
insanı küçültmez, bilâkis yüceltir. Doğruların yıkılışı bir an işidir. Çünkü
bunlar şahın kapısında beklerler. Halkı “Hakk”a çağırmaya memur edilmişlerdir.
Bunlar, ellerini birbirlerine vurduğu zaman gözden kaybolacak kadar küçül...
Başına gelecek bir iş olursa sabır eliyle karşıla. Şifa buluncaya kadar dur; bağırma,
çağırma... Şifa gelirse şükr eliyle al. Celâl perdesi açılırsa secdeye kapan...
Allah, Peygamber sevgisini, fakirlik hali ve belâ takip eder. Belâ karşısında
dağ gibi olmalısın...
îman
sahibinin çoğu hali, sıkıntıyla geçer. Elindeki şeyler çok bile olsa yine de
sıkıntı içindedir. Çünkü, bağlanmış olduğu birçok
prensipler vardır. Onları yerine getirmek güçlüğü içinde kıvranır. Dünyada
ancak bir prensipe bağlı olmayanlar rahat eder. Onlar da hiçbir dîne söz
vermeyen dinsizlerdir.
“Allah’dan
başka ilâh yok.” dediğin
zaman bir dâva peşine düşmüş oluyorsun. Her dâvada şahit isterler. Şahidi
olmayan dâvayı kaybeder. Bu durumda şahit, emirleri tutmak ve yasakları bir
yana atmaktır. Bu lâf boş değildir. Derinliğine süzül, dal...
Hiçbir
söz amelsiz kabûl edilmez ve hiçbir amel de ihlâs olmadan makbûl değildir.
İhlâs Peygamber’in yoludur. Eğer kapma gelen dilenci bir hediye getirseydi,
hemen alırdın. Bana mı demezdin... Hiç geri çevirmek istemezdin...
“îman
sahibinin ferasetinden sakının! Çünkü o, Allah’ın verdiği nurla bakar...” İbâdet
gelip geçici şeyleri, muayyen bir zaman için terk demektir. Sözlerimizin değeri
ve tefsiri, mânevidir. Burada maddenin sözü geçmez.
Allah
yolcusunun iç âleminde aksaklık göremezsin...
Kerem
sahibi olmak için, İlâhî ve kutsî sırları saklamak şarttır.
Aza
kanaat, nefsin kısmetini kaçırmak değildir. Ağlamak, ibâdettir. Ağlamak, dikkat
buyurun, Hakk’a karşı tevazu göstermenin şiddet halidir.
Aklı
kalbe çevir, kalbi sır yap, sırrı yokluğa ilet, yokluğu varlığa çevir... Ondan
sonra kendini bir seyret bakalım. Çalış, hiç kimseye eziyet için gayret etme.
Herkese iyi niyet besle. Ancak, cemiyetin düzeni için bir şey yapılacaksa onu
da yap, geri durma, bu ibâdet sayılır.
Dünya
âhirete perdedir. Âhirete dalmak ise dünya ve öbür âlemin sahibine perdedir.
Yaradılmışlara dalmak, Yaratan’dan ayırır. Hangi yaratığa gönül kaptırırsan ruh
pencerene perde çekmiş olursun...
Velâyet
halinin işareti vardır. O işaretler, velîlerin yüzlerinde okunur. Onu anlayış
sahipleri sezer. O işaretler, velâyet halini anlatmağa yeter. Dile hacet
yoktur.
Kalbinizi
dünyaya kaptırırsanız, Ra'bbınızm yüce makamı perdeler arkasına girer, rûhânî
hava tarafınıza esmez. Allah hem Azîz, hem de Celîldir.
Hiç
kimsenin kadere yüklenerek hak talep etmeğe yetkisi yoktur. Her genişliğin bir
sıkıntısı çıkar. Her ferahlıkta bir darlık saklıdır. Her belâ bir iyiliğin
öncüsüdür. Siyahla olduğunuz zaman ka-tiyyen beyazı unutmayınız...
Bu
mânâ âlemi ile ilgili bir sözdür. Edepli olunuz...
Nefsini
çok kırma, onun da dünyada bâzı alacakları vardır. Bir şeye iptilâ bir
imtihandır, herkese nasip olmaz.
Herkes
iptilânm neden geldiğini farkedemez. Ancak binde bir kişi anlar. Anlayınca da
Hakk’a döner, iptilâ insanı ayıltmak için gelir, uzlet bir ibâdettir.
Temizlik
dıştan içe geçmez. Bir insanın iç âlemi temiz olunca, kalbi nurla dolar; iç,
sonra nefis, sonra beden temizlenmelidir. önce evin
içini yap, kapısını sonra takarsın... îç yapılmadan, dışının yapılmasında hayır
yoktur. Yaratıcı olmadan yaratılmış olmaz. Ev olmayan yerde kapı da olmaz.
Harap olmuş yere kilit asan olmaz.
Âhiret
olmayan yerde dünya olmaz. Hiç kimsenin göğüs boşluğuna Allah iki kalb koymadı.
Bir
şeyler istiyorsan, her şey teslim edilmez... Yanlışın var... Şahit isterler.
Mihenk taşma vururlar, ayarını ölçerler. Bakırı altın diye satman kabil olmaz.
Her şeyi ehli bilir... Kış ve yaza inanmak onları olduğu gibi kabul etmek,
onların eziyetini hafifletir.
İşte
belâlara da inanmak bunun- gibi bir şeydir. Hak’tan geldiğine inanmak ve
sabırlı olmaktır. Sabırlı insanlar, Allah’ın heybet nuru altındadırlar,
ölüdürler. Hayat insana emanet verilmiştir. İbâdet için verilmiştir. Dünyada
her şey emanettir. Rızkın için üzüntüye düşme, o seni arar, o kadar arar ki sen
o kadar arıyamazsın... Ateşten o kadar korkma: Sanki ona tapıyorsun. Dünyadaki
cennet onun yakınlığıdır. Âhiretteki asıl cennet ise, onun varlığına nazardır.
îman
sahiplerinin kalbi yaratılmadan, îmanları yazıldı. Bu geçmişin bilgisidir.
Bunun üzerinde münakaşa caiz değildir. Ona dayanarak hüküm yürütmek doğru
olmaz. Bizden evvel gelen sahâbe ve uyanlara yeten bir din bize nasıl yetmiyor?
Bu sözleri söyliyenin yanında doğruluk vardır. Onunla her dinsizin ve münafıkm
kellesini keser...
Doğruluk
yeryüzünde Allah’ın kılıcıdır. Hangi şeyin üzerine konsa onu keser.
Hayır,
iki kelime üzerinde toplanmıştır. Allah’ın emrini yüce bilmek ve kullarına
şefkat göstermek... İçi bozuklara ancak Allah yolcuları güler, buğz gösterir.
Tövbe,
bir kuvvettir. Her iyiliğin kalbi sayılır. İç âlemi temizler. Tövbeyi önce
kalbinizle sonra dilinizle...
Din
emrinin hazır olmadığı bir yerde zındıklık başlar. Cennet derece, makam
arayanlar içindir. Manevî tüccarlar onu ararlar. Oruç içinde oruç, bahçe içinde
bahçe, ev içinde ev vardır. îman ve irfan sahibi Allah’dan dünyayı istemez.
Âhiret talebinde bulunmaz. Mevlâ’sından “Mevlâ”yı ister. İnsanların iç
âlemlerini, hak ile olan bâzı hallerini sezmeyen onlara hürmet edemez.
İbâdet
bir sanattır. Hazine Allah’ın birlik nurunu kalbine doldurmaktır. Allah’ı
zikreden daima diridir, ölmez. Bir hayattan öbür âleme geçer.
Bir
andan fazla ona ölüm gelmez. Yazın geldiğine hakikaten inanmıyacak olursan,
ensen yandığı zaman inanırsın...
tyi
kullar, öbür âleme intikal ettikleri zaman nîmet içine düşerler. Nimet
sevdikleri için verilmemiştir. Hakk’a uydukları için verilmiştir.
Ateş
nedir ki îman sahibi ondan korksun? Ateş, îman sahibinden korkar ve kaçar.
Allah’a sığınır.
îman
ve ihlâs sahiplerinden kaçmamak, o cehennem ateşinin haddine mi düşmüş... îman
sahiplerine dil uzatma, ona eziyet etme, gıybet etme... Sakın hem çok sakın.
Sonra yine sakın! îman sahiplerine taarruz etme, onlara kötülük isnad etme!
Onların üzerine titreyen bir sâhip bulunmaktadır...
Kısmetini
alıp yiyen tâat içindedir. Kader bahsine cehalet ayağıyla vurmayınız... Kader
ilminin geçmişte yazdığı şeylere dokunmak olmaz... Bu güzel hallerini
anlattığımız kimselerin tutumları seni mestediyor. Fakat bu, eline bir şey
getirmez. Onlar gibi olmağa çalışmak lâzımdır. Temenni hiç kimseyi kurtaramaz,
temenni ahmakların çukurudur. Kurtuluş yolu: Ümit ve korku birlikte yürürse
kazanılır...
Böyle
bir ermişi, rüyada görmüşler ölümünden bir müddet sonra...
—
Rabbm sana ne gibi işler yaptı, diye sormuşlar.
—
Haberim yok, demiş. Bir ayağımı sırat köprüsüne koyduğum zaman öbür ayağımı
Cennette gördüm, demiş...
Ayık
olun, insanda bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün duygular güzelleşir. O,
fesada uğrarsa, bütün duygular iyiliğini kaybeder. îşte o et parçası
kalb’dir... Bunu anlamak iç zenginliği yapar, iç zenginliği olmayan duygusuz
yaşar; ibâdet, ona bir zevk vermez. îç zenginliğinde, ruhun erimesi lâzımdır.
Secdeye vardığın zaman, hakikî varlığın serinliğini duyuyor musun?
Allah
insana sahip olmasa her şey ondan el çeker... îman sahibine eziyet etmek,
Kâbe’yi onbeş defa yıkmaktan, günah itibariyle daha büyüktür.
Peygamber’e
sevginin şartı, fakr halidir.
Allah
sevgisi için de belâ şarttır... Her velayet halini belâ ta-kibeder. Sebebi,
Allah sevgisi iddia edilmesin diye...
ölümün
gelmesini bekleme. Ölüm ânında bütün kapılar yüzüne kapanır; tövbe etmeye gücün
yetmez olur.
Ihsan
kapısı kapanmadan acele et!
Ölüm
îman sahibini sevindirir. Küfür ehlini ürkütür. Münafıkları korkutur.
Hatalı
işlere karşı susmak yasaktır. O zaman konuşmak ibâdet sayılır.
Sabır
yardımcı çağırır, inşam yükseltir, insanı aziz kılar...
Tek
olmağa alışırsan, BÎR olandan ülfet ve birlik gelir.
Âhiret
sevgisinin zerresi kalbinde yaşasa, İlâhî nur senden uzak durur...
Ayık
ol, sonra yazık olur. Hak' katına ancak doğruluk adım-lariyle varılır.
Haram
yemek, din cesedine zehirdir.
Yollar
geniş ve serbest, fakat siz, görmüyorsunuz. Nefis dünyada yap der; öbür âlemde
“Niye yaptın” diye sana çıkışır.
Allah
dostu; sessiz, sözsüz haykırıyor. Sözümü kabûl ediniz. Benden daha güzel söz
eden olmaz. Yeryüzünde bu asırda benden daha sağlam ve güzel söz eden bulamazsınız.
Fakat bunları benden bilmeyiniz. Kuvvetim Hakk’ındır. Onun bihurufu lâfzı
kuvveti dili ile söylüyorum. Ve bunları halk için yaparım, benim için değil.
Hastalan
ziyaret ediniz. Cenaze törenlerinde hazır bulunmağa gayret ediniz. Çünkü
bunlar, bu âlemin ötesinde bir başka âlemin varlığını hatırlatır.
Yakında her şeyle aranız açılacak. Bu ayrılış size danışılmadan yapılacak,
ayrılacaksınız.
Sizi
ferahlandıran cümle eşya yürüyüp gidecek; giderken sizden izin almıyacak.
Dikkat buyurun... Çok dikkat edin... Siz yürümiye-ceksiniz; eşya yürüyüp
gidecek diyoruz. Her şey açık söylenemez, ifade kuvveti yetmez. Yukarıdaki sözü
tekrar tekrar okuyunuz. Çok rica ederim, mü’min kardeşlerim...
Göçtüğünüz
âlemde yorulacaksınız, güçlükler sizi saracak. Yüzünüze bakan olmıyacak. Sebebi
öbür âlemi dünyada hatıra getir-mediğinizdendir...
insanlara
ve fâni varlıklara güvenen kimse, rahat olamaz...
ilmi
artanın korkusu da artar. Sözlerimizin sertliğine gücenmemenizi rica ederim...
Sabır,
zilleti izzete tebdil eder.
îman
gözüyle her şeyin taksiminin Allah tarafından olduğunu görüp anlayan, bir şey
istemek için utanç duyar...
Bir
kimse Allah ile olursa; onu kimse ürkütemez, ne cin taifesi, ne de insanlar, ne
yer haşeresi, ne de yırtıcı hayvanlar, hiçbiri o büyük zâtı korkutamaz. Hiçbir
yaratık o kişiye dokunamaz...
Zâhid,
dünya ile âhiret,
Korku
sahibi, Cennetle Cehennem,
irfan
sahibi, yaratılanla Yaratıcı arasındadır. Önce, gözünü kapayan perdeyi arala., sonra yalvar...
Bu
halde bulunan insanın haline, ne insan, ne cin, cümle yaratıklar içinden bir
tanesi bile akıl erdiremez...
Öğünmeyi
hiçe sayanın, kötülemeleri kendiliğinden sıfıra düşer..
Muaz
(R.A.), “Gelin bir ânımızı imanlı geçirelim..” dermiş.
Resûl’e şikâyet etmişler. Resûl:
,
— Muaz’ı haline bırakınız, buyurmuştur.
Sabrın
asıl mânâsı, Hakk’ın kaza ve kaderine boyun eğmektir.
Cesedin
gitmiş gibi bir rûhânî âleme dalarsın. Bu işler sükûn ister, huzur ister, maddî
şeylerin kalbden çıkmasını ister...
Allah,
Kitâb-ı Celîl’inde bâzı yaratıkları üzerine yemin eder. Bu Allah’a mahsus bir
sırdır. Bu sırları bilenler her yerde, her şehirde ya vardır yahut kervanlar
halinde geçerler. Fakat hepsi de deve adımı gibi sessiz, gürültüsüz geçerler...
Bunları
görebilmek, sohbetlerinde bulunabilmek için: Rütbe ve mansıb dilenme...
Çocuklar gibi sopadan ata binme!
Ömer’in
devede iken kamçısı düşmüş, inmiş almış; başkasından istememiş; başkasına
minnettar olmamak için...
Bilir
misin! Dağ
benliğinden geçti mi sahra olur. Çınar azametli bir ağaçtır. Fakat aslı yerden
kök salan bir tohumdur, ne bahtiyardır...
O
susamış ki, yakan güneş altında Hızır’dan bir kadeh su dahi istemez... Bu
lâkırdılar herkes için değildir. Zira ne derece mükemmel va’zu nasihat edersen
et, koyunun kurt soyuna mazhar olması mümkün değildir.
Gayb
hâzinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından biraz bakalım:
Göz
bir âlettir. Dışardaki bir cisimden gelen ziya dalgaları o cismin şeklini
dimağa kadar götürür ve biz o cismi görürüz. Fakat cismi dışarda görürüz...
Kulak
bir âlettir. Dışardan gelen ses dalgaları kulaktan dimağa kadar girer, duyarız,
fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil...
Burun
bir âlettir. Bir yerden koku dalgaları burnûmuza kadar gelir. Kokuyu burnumuzda
duyarız, dışarda değil...
Gören,
duyan kim?.. Kokuyu alan sen... “Ben, kulum ile görür,
işitirim.” Koku alırım, değil...
Bu
küçük misâli halletmeğe bak... Bunun hallinde “Feth” vardır. Feth, kuvvetin
bilinen sırrıdır...
Görünmede
hüner yoktur. Görünmeyeni, görmede hüner vardır.
Beşerin
anlama hududuna İlâhî sır ve kuvvetlerin varlığı ancak mucize, büyük tesadüf,
şans kelimeleri ile girer ve beşer yine bunu gaflet hududundan çıkamadığı için
şüphe halinde idrâk eder, reddedemez. Hâdise vardır. 'Anlamadığı hâdiseleri garip
ifadelerle mırıldanır durur. Bu hâdiselerin arkasında Allah’ın dostuna verdiği
bilinmeyen kuvveti gizlidir. Bu gibi Allah dostları öldükten sonra dönmezler.
Kendi gözünü yumduktan sonra bizim gözümüzü açarlar...
Katreler,
birleşme, visâl kanununa uyarak dere, dereler yine aynı kanuna uyarak deryâ
olur.
Cıva
olma, zerrelerini birbirine birleştir, sertleş, gümüş ol...
Kötü
söz yabanî ota benzer, sulamadan da biter... İyi söz çiçek gibidir. Çok itina
ile bakılmak ister. Bir adamı, yüz kişi iyidir desin, bir kişi; adam, bırak
onu, dese; o yüz kişinin iyi demesini bastırır. Bu da insanlarda bir hâlettir.
Her mesleğin taklidi olduğu gibi (Evliyâullahlık) mesleğinin de taklidi,
sahtesi olur. Çok dikkat et, çarpılmayasın.
Donmuş
sudan yapılmış bir testi, içi su ile dolu... Testi sudan ayrı bir madde gibi
görünür. Güneş buzdan yapılmış bir testiye vurunca hem testi, hem de içindeki
su aynı olur bilir misiniz?..
Vahdet
güneşinin huzmeleri olan bu güzel sözler bir bahtiyarın kalbine vurdu mu hep
aynı olur...
insanın
aynası gönlüdür. Yüzünü ona çevir: Kendini gör...
Nifak,
bu gibi gizli işlere pek diş geçiremez...
Cahilin
dili kalbi önündedir. Âlim ve akıl sahibinin dili kalbi arkasındadır.
Nefis,
Celâl sıfatının tecellisine mazhardır. En çok onda bu tecellî görülür. Hak,
Cemâl sıfatının tecellîsini sever. Bu sebeple iki tecellî bir arada olmaz...
Sabra alış; sabra tam alışan haline razı olur. Bu hal, rızanın en basit, en
küçük başlangıcıdır...
Nefer
Râzi ile Rıza Paşa arasında çok fark vardır.
Her
şey iyi olur, hoş gördüğün şeyleri öğersin, bu halin şükür olur. Uzak kaybolur,
yakınlık gelir. Şerrin kaybolur, tevhid âlemi gelir. Halk arasında zararlı bir
şey kalmaz. Her şeyi Hak’dan bildiğin için halkın faydasını da bilemezsin...
Haz duyduğun şeyleri artık seçemezsin.. Bu âlemde her
şey aynıdır ve eşittir.. Bütün kapılar bir olur. Göze
ancak Hak görünür. Bu hali çok kişi bilmez. Bunu bilmek az kişiye nasiptir. Milyonda ancak bir tane.
Zaman
biter, nefisler tükenir, bu âlemi tam mânasiyle bilen sizden bir tane çıkar...
Sabrın da zamanı geçer, nihayete erer, fakat sabrın sonu çok iyidir ve mükafatı daima bakidir. Yarın toz kalkar, kimin atlı, kimin
yaya olduğu görülür...-
Dünya
hikmetler âlemidir, âhiretse kudret âlemidir. Hikmet için birtakım âlet ve
sebepler gerekir. Kudret için âlete ihtiyaç yoktur. Kudret ancak Hakk’m fiilî
tecellisiyle olur.
Allah
her şeye kaadirdir. Sebepsiz hikmetler yaratabilir... Ancak kudret âlemi ile
hikmet âleminin ayrılması için bunları yapar... Âhiret âleminde her şey
sebepsiz hareket eder. Orada konuşmak için edile, dişe, havaya ihtiyaç
yoktur...
Orada
duygular dilsiz konuşur... Çünkü tekvini hakkânî tecellî eder, İlâhî kudret
kendini gösterir...
Duygularınız,
hatalarınızı anlatırken sebeplerin dili tutulur. Bu son cümlede ciltler dolusu
mânâ gizlidir. O gün, bütün sırlar fâş olacak, perdeler açılacak ve yıkık
virâneler meydana çıkacak... Bu isteseniz de istemeseniz de olur. Kaçmak ve
kurtulmak olmaz...
Tevhid
âlemi ve ilmi, dünya sevgisi taşımayanlaradır... Bunun ötesi yoktur. Edebli
isen dinle: Sesini kes, gözlerini yum, başını eğ, lâl ol. îzin gelinceye kadar
bekle... Konuşma zamanı gelince, seni konuştururlar... Konuşursun ama, o zaman varlığını kaybedersin...
Konuşmağa
başladığın zaman, konuşmaların bütün dertlere deva olur. Ruhî hastalıklara,
senin konuşman şifa verir. Her konuşman akıllara nur saçar. îman sahibi,
Yaradan’a kavuşuncaya kadar rahat yüzü göremez...
Namazım
kılabilen, oruç tutabilen mes’uttur. Allah’ın yardımı olmasa bunları yapamaz...
Bu makam, şükür makamıdır... Bunu bil; kendini beğenme makamı değildir,
insanlarla iyi geçinmek sadakadır.
Şükür
makamında kalmağa gayret et... Katiyyen ve katiyyen doğruluktan ayrılma.. Avam bunu bilmez, havas ehli demez, diğerleri kabûle
yanaşamaz...
Âlimler,
ruhun mânâ ve ahvâlinden bahse mezundurlar. Ruhun hakikatine dair sözler, avâmı
inkâra, dar kafalıları cidâl ve kıtâle, ehl-i hakikati helâke sevkeder...
Bu
hakikati unutma... Sedef içinde inci gibi sakla... Hiçbir yerde bu söze
rastlayamazsın...
Arslanlarm
arslanı kadar cesur olmak lâzımdır. Bu gibilerin düşmanları, çöldeki kum kadar
sayısızdır. Dostları Allah ile aynı sayıdadır.
VEYSEL
KARÂNÎ (Tabiîn’in En Büyüğü)
Bir
Allah dostu görmüş de anlatıyordu rüyasında...
Ben
de ondan dinledim. Sonra rüyama girdi. Hafızamda kalanları topladım. Siz de
dinleyin:
Orta
boy, etine dolgun, geniş omuz,, siyah uzun saçları
kulak arkalarına doğru yele halinde... Geniş alnına karışık bukleli saçları
düşük, sol gözünü bir bukle saç daima örtmede... Hafif mukav-ves bir burun,
kaim ve muntazam bir dudak, seyrek iri beyaz ve temiz dişler, burun kanatları
daima vücudu ile birlikte açınıp kapanmada, yağız bir yüz, siyah, çenesini dört
parmak mütecâviz, karışık, içinde hafif ak bulunan, rüzgâra baş eğen bir sakal
süslemekte. Sırtını bile istilâ etmiş kıllı bir vücut...
Yalınayak,
baş açık, dünyaya bakmayan, başka âlemleri seyrettiği belli âteşin gözler...
Elleri iri parmaklı, üstlferi kıllı, kimi yeri yırtık fakat temiz bir maşlaha
sarılı, elinde kaim iğri büğrü bir asâ... Omuzunda küçük bir tulumda su.. Âteşin çöl., develer.. îşte
Karanlı Hazret-i Veysel karşınızda.. Çölde nasıl
hararetten, baktığımız zaman her taraf ihtizaz halinde görülürse.. Veysel’in her tarafı “Allah” lâfz-ı Celîli ile durmadan
ihtizaz halinde.. Dudakları daima aralık, bu lâfız
ciğerinden geliyor.. Dilin söylediği “Allah” değil...
Bütün zerrâtm zikri ile hemâhenk... Sağ el avucu içinde (Siyah bir nur)...
İnsan gözü büyüklüğünde... Veysel’in (Televizyon) âleti... Her
hakikati aksettiren siyah renkli bir ayna.
Veysel’in
gıda ile alâkası yok. Bulursa yer, bulamazsa arzusu yok. Onu Allah doyuruyor...
Hem de bizim doymak, yemek diye bildiğimiz tarzda değil..
Çölde, her yerde Allah ile Resûlullâh arasında bütün ruh ve cesedi ile her an
raks ve seyahat halinde Veysel...
Veysel
muazzam bir barut yığını halinde olduğu için ateşi nur olan Resûl’ü
görmemiştir. Zira ateş alır, ân-ı vahitte infilâk ederdi.
Allah
lâfzı karşısında, hiçlik, yokluk, fakirlik timsâli. Allah lâfzının durmayan
insan şeklinde âhengi... Âlem-i misâlde Hazret-i Veysel’i bu halde, bu şekilde
gördüm.. Kendisine, “Seni herkese anlatacağım yâ
Veysel” dediğimde; kaim dudakları iyice açıldı, tebessüm etti ve, “Çok uyuyan
gözden, çok yer karından sana sığınırım yâ İlâhî!” söyledi..
Bu tebessümü izin bilerek ben de gördüklerimi anlatıyorum:
Kum
çölünün nâmütenâhi zerrelerinin ve kızgın havasının zikr-i İlâhîsine kendini
kaptırmış, bütün zerrât ile “Allah”ı haykırıyor. Veysel’in, bir an bile bir şey
Allah ile arasına giremiyor. Veysel iş yaparken, Veysel konuşurken bile bütün
vücudunun zerrâtı gözle görünür şekilde daimî zikir ve harekettedir. Veysel
görünürde mâ-murelerden uzak bomboş çölde dolaşıyor. Fakat mamurelerde olanlar
boşlukta. Veysel hakikî mâmureye. yakın ve onu seyr halinde..
Dünyanın en murassa’, en muhteşem libaslarından daha kıymetli bir hırka, üstünü
Resûlullâh’ın kendi giydikleri ve Veysel’e hediye ettikleri hırka süslemekte; o
hırkaya melekler, bizim gözümüzle görünmeyen yüzlerini sürmekte... Fahr-i
Âlem’in vücûdunun harareti ile, gül kokusu ile ısınmış ve ıslanmış bir hırka.. Kimbilir hangi mübarek hayvanın yünü ile dokunmuş bir
hırka.. Cebrail’in içinde Resûl’ü gördüğü hırka. Belki
eli ile meshettiği bir hırka.. Zü’l-Celâl’in nazar-ı
akdesinin her an çevrildiği Resûl’ün mübârek vücutlarmı örten hırka... Nazar-ı
İlâhî ile daima yıkanan bir hırka...
Bu
hırkanın altında olanı düşün... O hırkanın hediye edildiği insanı tefekkür et.. Gıpta hududunun çok üstünde bir nazarla seyredilecek bir
hırka... Basit bir hırka fakat cihan değer bir hırka...
Şakası
yok, (Hırka-i Şerif)’dir bu hırka. İzn-i İlâhî ile giyilen bir hırka.. Öyle bir hırka ki her türlü libâsa ârız olan güve ve
ha-şeratm, sineğin edep duyup yanaşamadığı bir hırka...
Hem-asır
olduğu halde Veysel Resûl’ü görmemiştir. Veysel Re-sûl’den Allah’a değil,
Allah’dan Resûl’e teveccüh ettiği için görüşmeleri Murâd-ı İlâhî hududu dışında
kalmıştır. Velîler Allah’ı seyrederler. Resûlullah yardımı ile! Resûller
Allah’dan halkı seyrederler. Bu lâf çok ince bir hah ifade eder. Bunu çözmeğe
çalışın, gözleriniz açılır. Hem de nasıl açılır. Kendinizi bile göremezsiniz.
Haz-ret-i Resûl, Veysel için, “Yemen, tarafından Rahmânî nefes alıyorum.”
buyurmuştur. Bu ne demektir? Veysel, Resûl’ü kâinatta cereyan halinde bulunan,
her an tecellîsi berdevam, esmâ-i ilâhiyede görmüştür. Rabbü’l-Âlemîn' ve
Resûl’de erimiştir. El-Basîr esmâsi ile değil, El-Hayy, El-Kayyûm esmâsi ile
görmüştür Resûlullâh’ı Veysel...
Veysel,
Cennete girmeyecek.. Aslen kendisi Cennettedir.
Sonradan girme değil.. Ceseden, ruhen Allah’da eriyen
için Cennet kelimesini konuşmak abes olur.. Veysel’in
her teneffüs edişinde Allâh’ın Rahman esmâsı koku şeklinde tecellî ediyordu.
Vücûdunun her zerresi esmâ-i îlâhiyeyi haykırıyordu. Onun için yakm-uzak,
uzak-yakın yoktur. Deryâ içindeki suyun bir kısmının yerini tâyin edebiliyor
musunuz? O her deryâdadır. Veysel’in her türlü hareket ve ef’ali Ashâb-ı
Kirâm’ı bile hayret ve düşüncelere garketmiştir. Hazret-i Veysel aşk-ı İlâhînin
tâ kendisidir.
Rızâ-ı
İlâhîde nzâlaşmış insandır. Görmeden inananların en büyüğü, en şereflisi,
Resûl’ün methettiği, hırkasını hediye ettiği insandır.
Sünnet-i
Resûl’ün, sîret-i Resûl’ün tam kopyasıdır Veysel... “Analara itaat Allah’a ve
Resûl’e itaattir.” Hadîs-i Resûl zincirinden ayrılamadığı için, anasından
aldığı izin hitama eriyor diye, Re-sûl’ü evinde bulamadan, yarım saat daha beklemeden
geri dönen Veysel.. Emr-i Resûl’ü, Cemâl-i Resûl’e
tercih eden insandır Veysel... Çünkü, gözle Resûl’ü
görmeden, Hayy gözü ile Resûl’ü gördüğünden, beşerî mülâhazalara kapılmak
istemeyen Veysel...
Deryâ
içinde bulunan balıkların hiç dışarı çıkıp' da deryâyı seyrettiklerini gördünüz
veya işittiniz mi? Her tarafı kaplayan (Nûr-u Muhammedi) deryâsmda balıktır
Veysel.. Hiç deryâdan dışarı çıkmak ister mi ?
Deryâ-yı
Muhammedi’nin içinde durmadan cevelân eden Veysel deryâdan dışarı çıkamamıştır.
Çıkamaz, zira, (Allah) öyle murad etmiştir. Ve beşere
bir nümune vermiştir. O da Veysel’dir. Rahman esmâsının pınarında abdestli
olduğu için kokusunu Medine’den Resûl-i Ekrem almıştır.
Nasip
kesiliyordu, visâl âleminden ayrılıyordum.. Gülerek
Hazret-i Veysel bana bağırdı: “Hadi evlât! Abdestli gez, bir an bile abdestsiz
durma.. Uykudan sakın, çok yiyen olma.. Dudakların Resûl’e müteveccih olsun..
Senin haberin olsa da olmasa da kalbin daima Allâh’ı haykırıyor.. Onu kendi haline bırak.. Son
nefeste s (Allah) demek kalbin bu haykırışının son nefesini Rahman
suyu ile abdest aldırmak olduğunu da unutma. Ruhun Huzûr’a abdestli giderse
Melekler seni istikbâle çıkarlar.. Bu söylediklerim
dünya sözü değil ruhânî âlemden öğretilen sözlerdendir. Duâmı oku, tasınla içir
hastalarına, sevdiklerine, ben sana hibe ediyorum..”
RÜHÂNÎYET-Î RESÜLULLÂH’IN HAKÎKÎ
MÜMİNE İLTİFATI
Bundan
26 sene evvel, küçük bir kasabada devlet hizmetinde doktorluk yapıyordum.
Kasabaya gelişimden 6 ay sonra 80 yaşlarında, beş evlâdını harb meydanlarında
şehid olarak bırakmış, hayatta ancak ellibeş yaşında çocuksuz dul kalmış
kızının çamaşır yıkayarak temin ettiği nafaka ile geçinebilen Hüsnü Dede
isminde zaîf, fersiz gözlü, nûrânî yüzlü bir ihtiyarı kazanın müftüsü bana
gösterdi. “Doktor Bey, bu zat Kur’ân’dan bir iki küçük sûre ve Elham’dan başka
bir şey bilmez. Para verirsin almaz, bulursa ekmeği suya batırarak yer; garip
olduğu kadar hoş, sessiz, hakîkî .bir mü’mindir.”
*
“Kasabamız
zenginlerinin, nedendir bilmem, şefkat ve yardım kollan kısadır. Kızılaydan bu
zavallı ihtiyara yardım yapabilir miyiz?” diyerek hükümetteki daireme gelmişti.
Ben; “Müftü efendi, bu adamcağıza ben bir fırın
göstereyim oradan her gün iki ekmek alsın, haftada da beş lira cebimden yardım
yapayım. Amma kendisi bunu şahıstan değil Kızılaydan aldığını bilsin.” dedim.
Böyle yapmamın sebebi o küçük kazada Kızılay teşkilâtı olmamasmdandı. Müftü
memnun oldu ve bu düşündüğümüz işi tatbike başladık. Bu hal dört sene sessizce
devam etti. Hüsnü Dede bâzan câmiden çıkarken değneğine dayanarak daima yaşlı
olan gözlerini silerek bana dua ederdi. Bir gün; “Doktor bey, ben ölürsem
gazhanenin yukarısındaki mezarlık var ya, onun en tepesine beni gömdürür
müsün?” demişti. Aradan birkaç ay geçmiş, bugünkü gibi hatırlıyorum, Eylül ayı
22 nci günü, hava soğuk, bir rüya görmüştüm:
Yemyeşil
bir üzüm bahçesinde dolaşıyordum. Karşıdan Hüsnü Dede bana, “Dr. Bey, bana üzüm
verir misin?” dedi. Uyandım; Eylül 23, evimden çıktım. Rüzgârsız bir hava,
hafif hafif kar başladı'. Hükümete gidiyordum. Sağ tarafta küçük bir
meydanlığın dibinde büyük bir kahve vardı. Kahvenin önünde bir ağız münakaşası
işittim, oraya yanaştım. Dinç, sakallı, iriyarı bir adam orta cesamet-58
te
bir sepetin içinde siyah üzümler getirmiş, bir manav da bunu almak istiyor.
Kilosuna 60 kuruş istiyor. Manav, “Baba sen delirdin mi, bundan bir ay evvel 10
kuruşa üzüm satıyorduk”. Üzümcü, “Oğlum bu son üzümdür. Son üzüm, ben sakladım
bunu, şimdi getirdim; ister alırsın, ister almazsın.” diyordu. Üzümcüye
yanaştım. Amca iki kilo üzüm ver, dedim. Tarttı, kahvenin yanındaki bakkaldan
bir kesekâğıdı alarak üzümleri koydum. Daireye geldim. Kar devam ediyordu.
Dairenin alt katında Müftülük dairesi vardı. Müftüyü aldım yanıma, bir de
sağlık memuru alarak kasabanın son evlerinden başlıyan küçük bir tepenin
yamacında bulunan kulübe şeklindeki Hüsnü Dede’nin evine gittik. Sağlık memurum
evin kapısına yanaştı. Seslendi; “Hüsnü Dede, Doktor Bey geldi. Müftü Efendi de
var”. Yaşlı kızı kapıyı açtı, biz hemen odanın içindeydik. Ben, “Hüsnü Dede,
sana üzüm getirdim” deyince, “Doktor Bey, ben bu gece seni üzüm bağında gördüm.
Üzüm de istemiştim. Bunu nereden biliyorsun?” dedi. Titrek elleriyle üzümden
üç-beş tane yedi. Hüsnü Dedeyi muayene ettim. Senelerin erittiği vücutta artık
öteki tarafa niyetli olduğunu belirten emareler görülmeğe başlamıştı. Yarım
saat sonra yanından ayrıldık. Ertesi günü Müftü Efendi, ben, sağlık memuru
tekrar Hüsnü Dedeyi erken saatte görmeğe gittik..
Hüsnü
Dede zaten 25 günden beri yerinden kıpırdıyamıyor. Bana, “Doktor Bey,
Gazhanenin üstünü unutmadın değil mi?” dedi. “Ben artık yolcuğum. Bana
hemen'şimdi Kur’ân oku.” dedi. Okumağa başladım. Aşağı yukarı 6-7 âyet okudum.
Birdenbire Hüsnü Dede ağlamağa başladı. “Beni kaldırın, kaldırın”. Müftü
efendi, ben, sağlık memuru yatağından Hüsnü Dede’yi ayağa kaldırdık. Koltuk
altlarından tutuyorduk. Bütün sıkleti kollarımızdaydı. Birden, “Lâ Hâhe
İllallah Muhammedur-Resûlullah” dedi. Gözlerini küçük kulübesindeki pencereye
doğru dikti. Yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle, “NÎÇÎN ZAHMET
BUYURDUNUZ YÂ RESÜLUL-LAH” derken Hüsnü Dede kollarımızın arasında ruhunu
teslim etti.
Bir
anda odayı hiçbir kokuya benzetemiyeceğim ve kelimelerin belâgatiyle bile
ifadesi gayr-i mümkün hoş bir koku kapladı..
Bugün
rahmetli olan Müftü Efendi yüksek sesle tekbir getiri-' yordu, ikinci günü
Hüsnü Dedeyi bana söylediği Gazhanenin üstündeki toprağa vermiştik. Bu canlı
hâtırayı okuyasınız diye sizlere anlatmamın sebebi, Hüsnü Dedeyi geçende
rüyamda gördüm. Bana dedi ki:
—
“Doktor Bey, beni unuttun mu?” Sebep budur.
Nur
içinde yatsın Hüsnü Dede.
KADİR GECESİ
Kadir
gecesini her müslüman bilir, ta’zim eder. Münkirler de bu geceyi bilir, fakat
dillerini bu gece için oynatamazlar... Bir kelime ile mübâreklerin mübâreği bir
gecedir...
Bu
güzel geceyi anlatmadan evvel, gece nedir, onu biraz karıştıralım, sırlarını
görelim, sonra da Kadir gecesini birlikte dolaşalım...
Gece,
rûhânî... Gündüz cismânî âlem remzidir... Bütün muz’i ecrâm karanlığın
nâmütenâhiliği içinde parlarlar... Kendilerini ancak karanlıkta gösterebilirler
veya bizim görme hassamız onları gece görebilir... Bu iki ters cümle üzerinde
biraz düşünmenizi dilerim...
Karanlık
nâmütenâhi mülk-i İlâhîde, aydınlığa nazaran çok galiptir, rûhânî âlemdeki
nurun temsili kamerdir... Kamer aynı zamanda ruhun âlemidir... Bedr-i tâm
zamanında rûhânî çalışmaya delâlet eder... Gece namazı Resûl-i Ekrem’e farzdır.
Niçin,
Şakku’l-Kamer hâdisesidir de, Şakku’l-Şems değildir?..
Hasefe’l-Kamer’dir de Küsûfe’l-Şems değildir?..
“Vecmüşşemsu Ve’l-Kamer”dir de niçin.-“Vecmie’l-Kameri ve’ş-Şems” değildir?
Kudret-i
Süphaniye Settâr esmâsı kanalından tecellî eder de ondan... Ecrâmm karanlıkta
parıldaması ibâdetin karanlıkta olanı parlar olacağına işarettir... Güneş aya
giriyor... Niçin ay güneşe girmiyor?.. Hem ay küçük
olduğu halde... Bütün mevcûdâtm ve mahlûkâtm yok olacağına ve Settâr’m içinde
kaybolacağına işarettir... Aynı zamanda kıyâmete işarettir...
Rûhâniyetin
daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifade eder. Bundan dolayı gündüz ile
gece yapılan ibâdet arasında muazzam fark vardır... Gündüz cesedin ibâdeti,
gece ruhun ibâdeti yapılır. Mi’râc bile gece vakti olmuştur... Hayy esmâsmın
tecellîsi daima Settâr esmâsiyle kapanarak, örtülerek olur... Hangi tohum
örtülmeden intaş eder? Arı, balını yaparken kimseye göstermez... însan alâkası . gizli olarak büyümeğe
başlar... Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir... Vahy gelirken “Üzerimi Örtün”
diye Cenâb-1 Resûl’ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir... “Beni
örtün!” Vahy’in şiddetinden husule gelen ihtizazın örtülmesini,
görünmemesini, Settâr esmasına karşı olan edep için örtülmesini emir
buyurmuştur... Cenazeyi tekfin de bu edep için yapılır... Setr-i avret Hayy
esmasının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emir olunmuştur...
Edep
yeri aşikâre olan hiçbir canlı mahlûk yoktur... Hepsi fıtrî yaradılış icabı bir
uzuv kısmıyla örtülüdür... Kimini kuyruk, kimini gulfe, kimini kıl, kimini tüy
örtmektedir... Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan teşrihi bir örtü .olmadığından, (Bu yaradılış murâd-ı İlâhîdir)
insanlara telebbüs lüzumu, te’sirat-ı hâriciyeden sıyânet bahanesiyle setr-i
avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır... Örtü Settâr’ın naibidir. Esmânm
dünyada naibi varsa evvelden mevcuttur. Naibi yoksa sonradan emirdir.. Bu, büyük dînî hakîkatlarm bir kapı aralığıdır. Bunu
anlayan, kapı aralığından hakîkatlarm illetlerini, sebeplerini, niçin öyle
olduklarını, nehiylerinin esasını anlamış olur. Bâzı cümle ve kısa anlatışlar
binlerce kelimenin, yüzlerce lâfzın küçültülmüş ve akla sokmak için hazırlanmış
usûl ve yollarıdır...
Gece
ve geceler insana daha yakındır gündüzlerden... Resûl’ün sırtmdaki siyah mühr-ü
nübüvvet, dünyada siyah ırkın bulunması, bu siyah derili insanların
yaradılışındaki hikmeti düşünüp anlamak herkese nasip değildir... Hacer-i
Esved, Kabe örtüsünün siyah oluşu insanları
düşündürmelidir. Bunlar tesadüfi şeyler değildir...
Hâlık,
“Geceye kasem ederim” diyor... Karanlık yere daima her cansız cisim bile hürmet
ediyor. Farkında mısınız?.. Güneşin ziyâsın-da birçok
dalgalar mevcuttur. Fakat aydınlık dalgaları hailleri geçmiyor; geçemiyor
değil...
-
Dikkat buyuran... Karanlığı aydınlatmamak için röntgen şuaı her şeyi delip
geçiyor. Fakat' kendini göstermiyor, kendi görünmüyor... Gündüzü mü seversiniz
geceyi mi?.. Ne söylerseniz inanılmaz, muhakkak geceyi
seversiniz. Çünkü' insanların yaradılışında gizli bir istek vardır.. Geceyi sevmek... Hakikî sevgi ve kulluk gece belli olur.
Fosforun gece parlaması tesadüfi bir şey değildir; bir hikmetin ve bir sırrın
gizli kapaklı izah ve ifadesini haykırmaktır. Fosfor böceklerinin zikri
gecedir. Ondan dolayı her bağırışlarında parlar, sönerler... O halde gece:
1
— Geceye “Kasem-i îlâhî” verilen ehemmiyet ve kıymetin ifadesidir,
2
— Güneşin küçük aya girmesi, Settâr’da her şeyin eriyeceğine, geceye verilen
kıymetin ifadesine, bir gün kıyâmet kopacağına delâlet eder. Şimdi geceyi
tariften sonra KADİR Gecesine gelelim:
Bu
tarif edilen gecelerden birisi değildir Kadir gecesi... Ed-Du-han Sûresinin 4
üncü âyetinde zikredilen gece.. Bu gece, Kur’ân kül
halinde Levh’den inmiştir... Sonra senenin içindeki bir gecede de parça parça
inmeğe başlamıştır. Bakara Sûresinin 185 inci âyetine göre, Ramazan ayma
tesadüf eden bir gecedir. “Biz onu Kadir gecesi indirdik...”
“Kadir
gecesini Ramazanın son haftasında arayınız...”
Elimizde
Allah ye Resûl’den müntakil bilgilerimiz bunlardır...
Kadir
gecesi, muayyen bir gece değildir. Bir sene tek gecede, bir sene çift gecede
olmak üzere seyr ve intikal eder... Ramazan ayı da o geceye tesadüf etsin diye
mevsimlere göre değişir.
înd-i
İlâhîde evvelce böyle bir gece murad ve tesbit edilmiştir... Ramazan daima bu
gecenin bulunduğu aya tesadüf eder. Kur’ân-ı Kerîm’in bu gece inmesi tensîb-i
İlâhîdir. Ramazan ayı kamere göre olduğundan, senenin diğer muhtelif mevsim ve
aylarında' seyr ve intikal eder.
Buna
nazaran, Kadir gecesi, înd-i îlâhî’de sabit ve muayyen bir merkez noktasıdır.
Güneş muayyen bir burca dünyayı aldığı zaman bahar nasıl geliyor, nebâtat
uyanıyorsa, senenin muhtelif zamanlarına ve mevsimlerine tesadüf eden kamerî
Ramazan ayı o gecenin zarfı mahiyetindedir.
Herhangi
gece, (O Kadrin, şerefin merkezine) geldiği zaman Kadir gecesi oluyor, Kadir
ismini alıyor, rahmet açılıyor... İnd-i İlâhîde sudûr muayyen bir zamanda
oluyor. O sudûr hangi geceye tesadüf ederse Kadir ismi ona intikâl ediyor.,. Gece sabit değildir. Rahmetin sudûr merkezi sabittir.
Sudûr muayyendir. Muayyen bir zamanda oluyor. Tesadüf ettiği geceye şerefini
saçtığmdan o gece Kadir gecesi ismini alıyor. Gök kapıları açılıyor diyoruz...
Dedelerimizden gelme güzel bir tâbir.
Şerefin,
kadrin, rahmetin sudûru İnd-i İlâhîde muayyendir. Settâr ile örtülü olduğundan
o sudûr zamanı bir geceye tesadüf ediyor.
•
Rahmetin
sudûru hangi geceye tesadüf ederse o gece sudûrun şerefine mazhar olduğundan
Kadir gecesi ismini alıyor... Bu sûret-le bütün senenin geceleri bu şerefe
mazhar oluyor. Ve Settâr’m görünür naibi olan geceler Kadir şerefinden nasibini
alıyor... (Adâ-let-i İlâhî)...
“Gece
karanlık zamanıdır. Câhiliyyet devridir. Cihanın hakîkî irfan ve nurdan mahrum
olduğu zamandır. Resûl-i Ekrem gelmeden evvel insanlığı böyle bir gece
sarmıştı. Böyle karanlık bir gecede bir devirde insanlık nurlara garkoldu,
karanlıklar kalktı, Resûl’e gelen vahy ışıkları ile parladı.” diye tefsir ve
tarifler de mevcuttur.
Gece
cehaletin remzi olamaz... Nur geceden çıktığına göre nasıl olur?.. Cehaleti gideren de geceden çıkan nurdur... Yıldızlar
gece parlarlar... Bu bir âyettir... Geceyi cehâlete remz ve temsil yapmak biraz
edep dışı bir iştir.. Belki de inanmıyanlarm aklına
dökeme-mek aczinin verdiği garip bir tarif olup, nezaketten doğmuştur bu
tefsirleri... Bin geceden hayırlı olan bu gece diğer geceleri küçültmez. Her
geceye nasip olduğu için her gece bu gecenin feyzinin ışıklarına sırası
geldikçe çarpıyor...
Fecirde
ışıklar başladığı zaman gece Kadirlikten çıkıyor. Nasibi bitiyor demektir. O
halde gece nasıl câhiliyyet remzi oluyor?.. Olamaz...
Gece ve geceler olmazsa nûrun kıymeti kalmaz. Nur, feyz görünmez...
Gül
kokusu, gülü bıraktığından koku her tarafa yayılır... Koku görünmez, yayılır.
“Benden sonra Peygamber yoktur.” mübârek sözü Allah’ın bir ihsanıdır. Bu söz
Resûl-i Ekrem’in dîninin şeref perdesidir. Bu gül kokusu, bu ihsan, bu şeref
Kadir gecesi hürmetine beşeriyyete Resûl ile bildirilmiştir... Bundan nasibi olan
korkmaz. Zaten haktan gayrı olan varlıktan korkmak gizli bir şirkten başka bir
şey değildir. Allah’a dayananın korkusu olmaz, olamaz da...
Kadir
gecesi idi... Hastalığı ilerlemiş, ateşler içinde yatıyordu... Dudaklarından
Allah'ın mübârek kelimeleri süzülüyor... Sevgili kızı başucunda idi.
Gözlerinden inci daneleri sedasız dökülüyordu... Kızının güzel gözlerine fersiz
gözlerini dikti:
—
Sevgili kızım, Kadir gecesi bu gece değil mi? dedi. Kızı:
—
Evet baba, der gibi gözyaşlarını eliyle sildi. Baba,
tekrar kızma baktı:
—
Artık ayrılmak zamanı geldi. Yolumuza gidelim, ben ölmeğe sen yaşamağa kızım.
Hangisi daha iyi?.. Bunu Allah’dan başka kimse
bilemez, dedi. Kadrin rahmet, şeref ve kokulariyle gidiyorum...
Resûl’ün
mübârek ismini anarak ruhunu teslim etti... Fecr ışıklan başlarken bu Allah’ın
velîsi her zaman şöyle duâ ederdi (Duası kabûl oldu da Kadir gecesi ruhunu
teslim etmişti):
“Ey
gözlerin görmediği, fikirlerin varamadığı, öğücülerin öve-mediği, hâdisâtın
değiştiremediği, mesâip ve belâyanın korkutama-dığı, Zât-ı Ecelliâlâ sen ki
dağların kaç miskâl, denizlerin kaç litre, yağmurların kaç katra olduğunu,
ağaçlarda kaç yaprak bulunduğunu, üzerlerine kaç gecenin karanlığı yayıldığını,
kaç gündüzlerin aydınlattığını bilirsin. Senden hiçbir gök öbür göğü, hiçbir
yer diğer bir yeri örtüp gizleyemez, hiçbir deniz karamdakini, hiçbir dağ
sînesindekini saklayamaz... Ey bu evsâf-ı celîle ile mevsuf olan Kaadir-i
Mutlak... Lütfet de benim ömrümün en hayırlı zamanım son dakikam ve en
düzgün işimi işlerimin en sonu kıl... Günlerimin en mübareğini de Sana
kavuşacağım gün eyle... Yâ Erhame’r-Râhi-mîn...”
O
gün Kadir gecesi fecr ile ölmüştü.
DUA
Dua,
kulun naz makamında kendini Yaratan’a vasıtasız ve büyük bir edep ve sevgiyle çevirip .arzularını, dertlerini açıklamasıdır. Halikıyla
senli-benli konuşmasıdır... Senli-benli konuşmada teklik gizlidir. Allah, teki
sever. Allah’a siz diye hitâbedemezsiniz, Sen diye hitâbedersiniz. “Sen”
kelimesinde teklik vardır.
Dualar
ahâdiyet mertebesine intikal ederse kabûl edilir. Duanın yapıldığı zaman
ahâdiyete çevrilmiş bir duanın o anda olmaması lâzımdır. Gece ibâdeti bu makama
çevrilenlerin adet itibariyle az olmasından istifade etmek içindir... “Gecenin
bir vaktinde kalk namaz kıl.” emri, “Yalnız kalalım” demektir. Namaz
mü’minin mi’râcıdır, denilmesinin sebebi, mi’râc ahâdiyetin bütün esmâlan ile
esmâlanmak, orada erimek ve temizlenmek demek olduğundandır. Namaz ahâdiyet
mertebesinde kabûl edilen yegâne ibâdettir. Resûl-i Muhterem’in ayaklan
şişinceye kadar namaz kılması; “Bunu niçin yapıyorsunuz, bu eziyet niçin yâ
Resûlullah?” diyenlere; “Bu zevkten beni mahrum etmek mi istiyorsunuz?” buyurmalarında,
ahâdiyette senli-benli olmayayım mı? demektir...
Salâtın
asıl mânâsı, dua, niyâz demektir. “Dua edin vereyim.” buyruğu,
ahâdiyette beni bulun, senli-benli olalım, demektir... İşte duada çok ince bir
mânâ vardır ki araya mesafe sokmak, aralık bırakmak şirk olur. Onun için
istemek, araya mesafe sokmak demektir ki, her yerde hâzır ve nazır, şah
damarından yakın olanın senden haberi yokmuş gibi arzunu hatırlatmak olur ki bu
mıntıka işte şimdi şirk mıntıkasıdır, iyisi istememektir. Bunu anlamak çok
zordur... Bunu anlamak için bir çare vardır ki buna çalışınız. Allah ile yarış
edercesine müsamahakâr, sabırlı, affedici, şefkatli, merhametli olmağa gayret
etmek lâzımdır... Bu hasletler söz ile kısa ve kolay söylenir, fakat insanda
tecellîsi ise çok güçtür...
Gece
rûhânî, gündüz cismânî âlem remzidir. Bütün mûz-i ecram karanlığın
nâmütenâhîliği içinde parlarlar, kendilerini ancak karan-hkta gösterebilirler.
Karanlık nâmütenâhi mülk-i İlâhîde aydınlığa nazaran çok galiptir. Rûhânî
âlemdeki nûrun temsili kamerdir. Kamer aynı zamanda ruhun alemidir.
Bedri-tâm zamanında rûhânî çalışmaya delâlet eder. Gece namazı Resûl-i Ekrem’e
farzdır. (Şak-ku’l-kamer) hâdisesidir de niçin (Şakku’l-şems) değildir?
Hiç
düşündünüz mü, Kudret-i Süphaniye (Settâr) esmâsı kanalından tecellî eder de
ondan... Ecrâmm karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanının parlak
olacağına işarettir.
Güneş
aya giriyor. Niçin ay güneşe girmiyor? Hem ay küçük olduğu halde... Bu, bütün
mevcûdâtm yok olacağına ve (Settâr)’m içinde kaybolacağına ve ruhun bâki
olacağına işarettir,. (Bu cümleyi bir-iki defa tekrar
ederek okumanız rica olunur.)
Ruhaniyetin
daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifade eder. Bundan dolayı gece yapılan
ibâdet ile gündüz yapılan ibâdet arasmda muazzam fark mevcuttur... Gündüz
cesedin ibâdeti, gece ruhun ibâdeti yapıhr... Mi’râc bile gece vâki’ olmuştur.
(Hayy) esmasının tecellîsi daima (Settâr) esmâsı ile kapanarak, örtülerek
olur...
Hangi
tohum örtülmeden intaş eder? Arı balını yaparken kimseye göstermez, insan
alâkası gizli olarak büyümeye başlar. Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir.
Vahiy gelirken “Üzerimi örtün” diye Cenâb-ı Resûl’ün buyurması, sıcak
iklimde üşümesinden değildir. “Beni örtün”... vahyin
şiddetinden husûle gelen ihtizâzm örtülmesi, görünmemesi, (Settâr) esmâsma
karşı Resûl edebinin ifadesidir...
Cenazeyi
tekfinde de bu edep yapılır... Setr-i avret Hayy esmasının tezgâh ve teferruatı
olan yerler için emrolunmuştur... Edep yeri âşikâre olan hiçbir canlı mahlûk
yoktur... Hepsi fıtrî yaradılış icabı bir uzuv kısmı ile örtülüdür... Kimi
kuyruk, kimi gulfe, kimi kıl, kimi tüy ile örtülüdür. Yalnız insanlarda bu gibi
yaradılıştan anatomik bir örtü olmadığından, insanlara telebbüs lüzumu haricî
te’sirattan sıyânet bahanesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz
yaptırılmıştır... Örtü (Settâr)’m nâibidir. Esmânın dünyada nâibi1 varsa
evvelden mevcuttur. Nâibi yoksa sonradan emirdir.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.) İN SAĞLIĞA DAİR
DÜŞÜNCE VE BUYRUKLARI
Hazret-i
Resûl büyük bir hekimdi. Tıp sahasındaki buyruklarını anlamak için O’nun
mübarek hayatlarım başından sonuna kadar tetkik etmek icâbeder.
1300
şu kadar sene evvel müjdelediği büyük din tetkik edildikte, bugünkü tababetin
temeli olan cismânî ve rûhânî bir temizlik ortaya çıkar.
O
devirdeki cehalet neticesi insanlar ve cemiyet içerisindeki pislik hem gıdâî,
hem cismânî ve hem de rûhânî idi. Bu mülevves insan yığınları muhitinde
emsâlsiz bir cevher temizliği ile bütün cihana İlâhî bir ibret numunesi olarak
Resûl-i Ekrem ortaya çıkıyor. Beşeriyet, cehâlet ve pislik içinde kurumuş odun
yığınları gibi asırlarca kendilerini hem cismânî hem rûhânî girdap içinden
kurtaracak, bir müncî beklediler.
Resûl-i
Ekrem Hirâ dağından İlâhî bir şimşek gibi cehâlet ve dalâlet içinde bekleyen bu
insan kitleleri içine inmiş ve beşeriyyet birden alevlenerek temizlik deryâsma
doğru akmağa başlamıştır.
“Lâ,
İlahe illallah” nidâsiyle
Hazret-i Resûl kendilerini çevreleyen muhterem sahâbîlerine, sağlık
kaidelerini, dînî şekilde tavsiye buyurmağa başlıyor...
Her
şeyden evvel temizliği dînin esası olarak kabûl ediyor ve temizliği mertebe
mertebe yükselterek Allah’ın sevgili kulu olmağa en büyük şart koşuyordu.
Nihayet
temizlik îmandan bir rükün oluyordu. Temizliğin îmandan olduğunu bütün
beşeriyyete ilân eden Hazret-i Resûl, bu temizlikten büyük bir mânâ
kastediyordu. O zamanki dalâlet ve cehalet içinde yüzen sıcak ve cehennemi
muhit sakinlerinde pislik ta* savvurun fevkinde idi.
Evler,
elbiseler, vücutlar pis koku içinde ve vahşet halinde idi. Çekirgeden yılana
kadar bütün hayvan etleri ve her türlü temizlikten uzak gıdalar mideleri
doldurmakta idi.
Fahişelik
itibârda idi. Kadınlar erkeklere tenasül âzâlarmı teşhir edecek kadar fuhuş
almış yürümüş, hırsızlık, şekavet ve nihayet taş parçası olan putlara tapmak
bir din halini almıştı. Hazret-i Peygamber’in istediği temizliğin çevrildiği
noktalar bu pislik deryâsma doğru idi. Muhterem sahâbîlerinden ısrarla istediği
şeyler şunlardır:
Bunlar
İslâmiyet’e girme ve yükselme esaslarının başlangıcıdır.
·
1
— Yiyüecek ve içilecek şeylerin'temizliği,
·
2
— Muhit temizliği,
·
3
— Vücut temizliği,
·
4
— Ruh temizliği.
Bu
esaslara bağlı olarak hayatlarını koruyanlar için uhrevî büyük mükâfatların
kendilerini bekleyeceğini haykırıyordu. Asıl garibi ve ehemmiyetli olan cihet,
söyledikleri mübarek tavsiyeleri çocukluk yaşından beri kendilerinin -harfiyyen
tatbik etmesidir.
Hazret-i
Resûl’ün yüksek insaniyet ve şefkat hisleriyle dolu bir hazine olan mübarek
kalbi, beşeriyyetin her türlü süfli felâketlerine cihanşümûl bir hassasiyetle
acımış ve onların düzelmesi için büyük ve emsalsiz gayretler göstermiştir.
Nâmütenâhîliğin
boğulduğu derinliğin içinden gelen, dünya sâ-kinlerine helâl yolları haykıran
bir ses... Bu ses, kâinatın geniş göğsünden fışkırmış bir volkan halinde İlâhî
bir hayat külçesi gibi Arabistan çöllerinde dünyâya ayak basıyor.. Zîrâ dünyâların Hâhk’ı O’na dünyâyı ve ruhları
tutuşturmasını emredecektir...
Hazret-i
Resûl-i Ekrem kemâl devrinde insanlığa Allah’ın emirlerini getirmek için gökten
yere indirilmiş bir insan ruhu halinde nâmütenâhî geleceğe doğru fırlatılmış
İlâhî bir ok gibi bütün insan kalblerine girecektir.
Maddî
kıymetlerin rûhâriî kıymetler yamnda bir hiç olduğunu dünyâya isbat için
indirilen bu ruh, evvelâ bedenin gizlediği ve kendisine mânâ verdirdiği ruh,
ahlâk için, bedenin temizliğini, onu besleyen, yıkılmamasmı temin eden gıdanın
temizliğini, sonra ruhun temizliğini sağlayan kaideleri, İlâhî bir süzgeçten
geçirdikten sonra İlâhî sesler halinde yayıyordu.
Ahlâk,
adâlet, doğruluk, merhamet, fazilet süzgeçlerinden rûhun geçmesini tavsiye
ediyor ve bu merhaleleri teker teker kat’et-meğe uğraşan ferdin, nihayet
fertlerin topluluğu olan cemiyetin tasfiyesine giriyor, birlik, kardeşlik,
yekdiğerine hürmet, hak tanıma ile cemiyeti ıslâh kaideleri koyuyordu.
Tasavvur
ediniz ki, vahşet ve her türlü pislik diyârı Arabistan çölünü ruh mâmûresi
haline az bir zamanda ulaştırıyor; Bu sûretle maddî kıymetler temizleniyor ve
rûhânî kıymetler yükseliyordu.
İslâmiyet
teessüs etmiş, mukadder merhalelerine doğru, aziz ve İlâhî rûhun mürşitliği
altında ilerliyordu... Bu yükselme şartları arasında bizim mevzumuz sıhhî ve
tıbbî bakımdan olanıdır.
Bu
mevzu üzerinde büyük Islâm mütefekkir ve hekimleri uğraşmışlar, birçok sıhhî
kaideleri toplamışlardır ki bir mecelle haline gelmiştir.
işte
bunlara “Tıbb-ı Nebevi” ismini veriyorlar. Kültürel öğüt ve tavsiyeler umûmî
bakımdan beş kısım arzeder. Ve tetkik edilmeğe ve bugünün bunalmış ruhlarına
haykırmağa değerin üstünde bir hak kazanır...
Bugün
insanlığın birinci plânda ehemmiyet verdiği sağlık esaslarını en doğru, en
İlâhî ve değişmez şekilde tavsiye buyuran büyük hekim Hazret-i Resûl-i Ekrem
Efendimiz’dir ki; koyduğu kaideler bugün değil yarın bile değişmeyecek,
kıyamete kadar sağlık düsturu olarak kalacaktır.
Bu
sağlık kaide ve düsturları şu sûretle hulâsa edilebilir:
·
1.
Sağlam bedenin devamlı sağlam kalabilmesi için kaideler.
·
2.
Rûhun sağlam ve kemâle ermesini sağlayan kaideler.
·
3.
Hasta bedenin ve hasta rûhun tedavisi için usûl ve kaideler.
·
4.
Beşerin hayâtı müddetince ferdi ve kitleyi olgun hale getirecek hem maddî
ve hem rûhî muvazeneyi temin için kaideler.
·
5.
Islâm cemiyetinin rûhî ve maddî disiplinini temin yolundaki kaideler.
Resûl-i
Ekrem insanoğlunu salâh .yoluna dâvet ederken:
Allah’dan
başka mâbut yoktur. O, birdir. Bütün akıl yoran kâinatın Hâliki O’dur.
Beşeriyyeti vahşet devrinden bugünkü hale getirmek için, Hâlik’in bir vasıta ile, ilham ile, beşer oğlunu derece-i tenevvüre getirmek
gayesiyle birçok mürşidler ve Peygamberler gönderdiğine ve Hazret-i Resûl’ün
son mürşid olduğuna, zîrâ beşerin derece-i idrâke vardığını kabû.1 buyurarak
O’nu Hâtemü’l-En-biyâ olarak tâyin ettiğine, getirdiği Kitâbın Allah kelâmı
olduğuna inanacaksın, ondan sonra da sana kemâle ve salâha gidecek yolun
anahtarı verilecek...
Kemâl
devrine, bu kaideleri insiyâkma geçirdikten sonra şuûru-na geçirmeğe başladığın
anda kavuşacaksın...
Temizlik
libasiyle, doğruluk ayağıyle, adâlet asâsiyle, ilim feneriyle, alın teri
azığıyle vücut sahrâsmı katedeceksin...
İhsanı
hüsrâna götüren her türlü hülyâlar ve kötü şeylerden vazgeçip; insan-ı kâmil
olacaksın. O-zaman yaratıldığın toprak sana şunu fısıldayacak:
Ağlama
ey insanoğlu, Allah seni benden yarattı, yine bana vereceğini va’detti-. Borç,
vermekle ödenir. İşte o zaman bu yola namzet dünya sâkinleri, arkandan, çok iyi
insandı, temizdi. Nur içinde yatsın... Temennisinde bulunacaklar...
“Temizlik îmandandır.”
Düsturu,
vücûdun sağlam kalmasını temin edip, her türlü kir ve pisliklerin vücut üstünde
toplanmasına mâni teşkil etmektedir. “Suyun kâsesi bin altına olsa her gün
yıkanın.” sözü temizliğin mutlaka lüzumlu olduğu ve bundan kaçınmanın imkân
haricinde bulunduğunun ifadesidir.
Bu
mesele umûmî olmakla beraber biraz da ferdî kabiliyete bağlıdır. Fakat bedenin
daha şümûllü ve herkese râci olan temizliği abdest ve gusüldür.
ABDEST:
Vehleten temizlik gayesine matuf dînî bir hareket olarak görülür. Böyle olmakla
beraber temizliğe rûhun söz vermesinin bir taahhüt senedi mahiyetindedir.
O
halde abdest, temizlik üzerine temizlik değildir. Su bulunmayan yerde toprak
ile abdest, yâni, teyemmüm yapılır.
Toprak
esasında maddî temizliği yapamaz. O halde esas rûhî bir disiplinin insan
benliğinde teyemmüm esasına dayanmaktadır.
TAAHHÜT
ŞUDUR:
“Yâ
İlâhî! Huzûruna çıkmak, secdeye kapanmak, Sana şükretmek arzusundayım, iradem
dâhilinde bulunan bütün muzır ve günah diye emir buyurduğun şeylerden kendimi
tutacağıma söz veriyorum.
Elimde olmayanlardan beni muhafaza et de;
şükrümü tama-miyle yapmış olayım.”
O
halde bu hareketle ruhu bir müddet için bir taahhüde alıyoruz.
Yellenme
ile abdestin bozulması, iraden dâhilinde bulunan muzır şeylerden, kendini
tutacağına dair, verdiğin niyet ve sözün, bo-zulmasındândır.
Taahhüt
bozulunca tekrar taahhüdü yerine getirmek için ab-dest almak lâzımdır.
Burada
psikoloji üzerinde rûhî bir muhasebeyi insanlarda tesis etmek ve bu suretle
rûhî temizliğe doğru yürümek yolunda rûhî ve harekî bir insiyak temin,
edilmektedir.
Bunun
için sağlık bakımından faydalı olan hususat insiyaka geçtikçe vücut o iyi ve
faydalı iş için disipline girmiş demektir.
Rûhî
ve harekî insiyak teşekkül edince vücut bir intizam içinde işler. Gusül,
işlenen büyük bir zevkin karşısında, rûhî ve aklî unutkanlığı, tekrar, normal
olarak, âdeta uykuda olan rûhu, uyanmağa davet mahiyetindedir. Gusül, rûhî ve
uzvî bir harekettir. Zîrâ jneni ve pislik tıbbî bakımdan mukayese edilecek
olursa, pisliğin meniden daha mülevves ve mikroplu olduğu ortaya çıkar.
O
halde def-i hâcetten sonra gusül icâbetmeyip meni geldikte icâbetmesi, pislik
mefhumu bakımından değildir. Meni geldikçe şahıs iradesini kaybediyor, bu anda
her şeyi unutuyor. Bu vücut makinası doludizgin en yüksek tevettür halindedir.
Gusül
vücudun bir tövbesi, rûhî âletin istikrar muhasebesi mahiyetini almış oluyor ve
bu suretle psikolojik muvazeneyi temin ediyor.
TAHARET:
Büyük ve küçük abdestten sonra su ile temizlenmek esasına dayanmaktadır. Su ile
yapılan tahâret (anüs), yâni (ferç) ’te toplanan pislik parçalarının
giderilmesi esasıdır.
Tıbbî
istatistiklere nazaran ferç kanserleri ve çatlaklan taharet yapanlarda
görülmüyor. Zîrâ. mevad-ı gâita kuruduğu zaman deri gerginleşiyor, çatlak
husule geliyor ve yaralann tekevvününü mucip oluyor. Bilâhare bir tahriş nüvesi
olan bu yerde habis urlar teşekkül ediyor.
Tırnakların
haftada bir defa kesilmesi, dişlerin misvak ile yıkanması, tenasül yerlerindeki
kılların muayyen zamanlarda tıraş edilmesi, saçlann taranıp îcâbederse
kestirilmesi, vücut sağlığını tehdit edecek her türlü mikropların vücutta
temerküzüne mâni olmak için tavsiye edilen sıhhî kaidelerin birinci
şartlarıdır.
Bu
küçük gibi görünen fakat 1300 sene evvel konmuş kaidelerin doğurduğu esaslara
riayet eden Islâm .ordularının, târihimizdeki büyük
hâkanların, cihangirlerin binlerce askerî seferleri tetkik edilecek olursa
hiçbirinde sârî bir hastalık çıkmadığı görülür.
Ehl-i
sâlip orduları yüz sene zarfında o kadar sefer yapmıştır. Hepsinde sârî
hastalık çıktığı târihen sabittir.
Bu
kaidelerin dînî mahiyet alışı türlü ihmalkârlığı ortadan kaldırmıştır. Islâm
Dînindeki temizliğin maddî kısmı insan vücûdunu evvelâ kesin olarak bir
disiplin altına sokuyor (alıyor), disipline alışan vücut bu kaideleri
insiyakına naklediyor ki, o zaman, düşünmeden, bu sıhhî kaideleri tatbik
ediyor. Bu kaidelerin dînî şekil alışı, câhili de, münevveri de aynı insiyakı
kullanmağa alıştırıyor. Câhil asimi bilmeden temizleniyor, münevver, pisliğin
tevlid edeceği beden için fenalıkları idrâk ederekten... Münevver bir dindar,
misvakı dişlerini temiz tutmak için kullanıyor. Câhili, Haz-ret-i Resûl’ün
sünnetidir, diye kullanıyor. Hazret-i Resûl’ün tavsiye buyurduğu kaideler,
vücut temizliğinde anlayış farkı yarattığı gibi, vücûdu bilâistisna demokratik'
sıhhî bir disiplin altına alıyor.
Hazret-i
Resûl’ün bu çok güzel tavsiyesine misâl olarak küçük bir müşâhedemden
bahsedeceğim.
•
.
Bir târihte seyâhat ediyordum, küçük bir kasabada bir handa kalmak mecburiyeti
hâsıl oldu, kaldığım odada hoca kılıklı ye câhil bir arkadaş yatıyordu. Kasaba
âdetâ köy gibi bir yerdi, uyuyamadım. Geceyarısını geçmişti, hoca yatağından
uyandı, odada yanan küçük gaz lâmbası hocayı farketmeme müsaade ediyordu,
masanın üzerinde duran su testisini aldı, avucuna biraz su döktü, sonra
ellerini oda içerisinde yıkadı, sonra da bardağa şu dökerek içti ve tekrar
yattı...
Bu
adamcağızın elini yıkaması, sonra da bardakla su içmesi belki tuhaf gibi
geliyorsa da hoca bunu gayriihtiyârî yapmıştı.
Zira
bu dindar, temiz, fakat câhil adam Hazret-i Resûl’ün şu tavsiyesini insiyakına
sindirmiş mübârek bir'zat idi: “Uykudan uyandığınız zaman ellerinizi
yıkamadan bir yere sürmeyiniz...” (Hadîs) tavsiyesini insiyaki olarak
tatbik ediyordu. Zîrâ uykuda haberi olmadan insan bir tarafını kaşıyabilir,
ellerin ve tırnakların bu haliyle bir yere sürülmemesi esasına müstenit bu
mübârek tavsiyede, gayet ince ve büyük bir temizlik prensibi gizlidir.
Bir
insan yüzünde toplanmiş olan güzellik yalnız fizikî güzellik değildir. Q yüzde,
iyilik ve ilim parlaklığının ve rûhânî şeffafiyetin ifadeleri de vardır.
Bunları,
dünyayı tetkik ettiğimiz melekelerimizle değil, inanma denilen meleke ile idrâk
eder ve görürüz. Bu meleke ile insan görünmeyen mevcûdâtm delillerini keşfedebilir.
Bu
kudretin açıkladığı manzara hudutsuzdur. îşte insana tekâmül merhalesi
yaptıran, olgunlaşmak imkânları sağlayan bu melekesidir. Ruhun kemâle ermesi,
ne yalnız çırılçıplak, kuru, objektif tabiat bilgileriyle ne de riyâzî
ilimlerle temin edilemez. Bütün kâinat bir fizikçinin kafasından çok daha
geniştir. Ve orada bu kafaya sığmayan sayısız buutlar, sayısız ihtizazlar
mevcuttur. Biz bu üç buutlu âleminin kesif maddelerinden yapılmış dimağ
hücreleriyle duymaktan ve düşünmekten kendimizi kurtarmadıkça etrafımızdaki
kaba tezahürleri tesbit ederek rûhânî âlemlerin tezahürlerini ne anlayabiliriz,
ne de bunlar hakkında bir fikir edinebiliriz. Öyle bir had gelir ki maddî idrâk
durur, bundan ötesini ya inkâr eder veya maddeye gayrimaddîlik ismini
yapıştırırız. Gözlerimizin görebileceği hâdiselerin arkasında, ne gibi
hâdiselerin cereyan ettiği, ancak, vakitlerini feda ederek bu işe verenlere
müyesser olur.
Şuur
dediğimiz zaman, ruhun kendi içindeki umûmî bilgisi hatıra gelir. Ruh, kendi
varlığındaki umûmî bilgi ile müessiriyet kudretini haiz bir nûr-ı İlâhîdir.
Ruhun, maddî kâinatta, cesede girerek bulunması, ebedî varlığına intikâl için,
bir merhale geçirmesi demektir.
Ölümden
evvel, insanın bir varlığı mevcuttur ki, biz maddî hasselerimizle insanın bu
varlığını tanırız. Ölümden sonra, bu varlık kaybolur ve bu suretle bir inşam
ebediyyen kaybettiğimizi zannederiz. Ölüm bir zarurettir. Bu zarureti anlamak,
insanda tekâmül ihtiyacı ve maddî kâinattaki varlığının zaruretini anlayıp,
kabûl etmekle mümkün olur.
Ölümün
eşiğinde bulunan insanda, ölümle hayat arasında şiddetli bir mücâdele vardır.
Fakat dikkatli bir müşâhit bu tabloyu seyrederken görür ki, burada dağılmak
veya başka maddî bir şekle inkılâbetmek istemeyen fizikoşimik bir varlığın
değil, fizikoşimik varlığını bırakmak istemeyen ve meçhul bir diyâra doğru
sürüklenip gitmekten endişe duyan başka bir varlığın karşısında bulunmaktadır.
Hele o mücâdelenin, hayâtını fena kullanmış veya insânî fikirlerle beslenmemiş
kimselerde daha şiddetli olması o şâhidin dikkat nazarını çeker.
Bu
şunu ifade eder ki, ruhun cesede girmesi, dünyâda bir şeyler öğrenmesi içindir.
Doktor olmam bu hâdiseyi çok defalar müşâ-hede edip tetkik etmeme müsaade
verdiğinden bunu kendi müsbet bir kanaatim olarak söylüyorum.
Dünyada
iyilik ve insanlık kelimeleriyle ifade edilen ve kemâle doğru giden yollardan
geçmemiş kimselerde, ölüm ânında şiddetli ve çetin olan bu mücâdele, kemâle
susamış ruhun cesedi bırakmak istemeyişinin ifadesidir. Zîrâ ruh dünyada
îcâbeden rûhânî terbiye ve mâlûmâtı almamıştır. Kemâle ermişlerin ölümlerinde
büyük bir huzur ve rahatlık göze çarpmaktadır. Can çekişenlerin ve
etrafmdaki-lerin, ölüme mâni olmak için, gösterdikleri bütün gayretler, boştur.
Ne
doktorun ilâçları, ne hasta yanmdakilerin kuru tesellileri ve ne de bizzat
hastanın ölmemek için yaptığı mücâdeleleri, faide vermez. Bütün gafilce ve
câhilce mukavemetleri, ölüm, sonunda muhakkak kıracaktır.
Nihayet
hastanın şuuru bulanmağa başlar. Bir uyuşukluk, hattâ tatlı bir istirahat hâli
teessüs eder. Bütün ağrılar diner, ıstıraplar durur, hasta bütün hayâtı
müddetince. geçirdiği ölüm korkusunun beyhudeliğini
kendisine haber veren bu ilk alâmetlerin ekseriya henüz mânâsını anlayamaz,
fakat artık mücâdele kalmamıştır. Yalnız cesette görülen şey, ruhun ondan
kurtulmak için, yapmakta olduğu sarsıntılardır.
Yalnız
maddelere mahsus olan bedenin âtıl hâli bir anda teessüs eder, insan mânâsız
bir hâl alır. Yüzde toplanmış olan rûhânî şef-fafiyetin güzelliği kaybolur.
Fizikî güzellik mânâsız, adetâ korkunç bir hale inkılâbeder.
Böylece
bir taraftan hasta hakikî hayâtına girerken, diğer taraftan, etrafındakiler,
hâlâ işin farkında olmadan, onu ölümün pençesinden kurtaramadıklarına
üzülürler. Eğer onların bu arzusu tahakkuk etse ve hastanın fikrini
sorabilseler, hasta çok defa bu isteği şiddetle reddedecek ve yoluna mâni
olmamalarını onlardan isteyecektir. Bu, hastanın maddî kısımdan biran evvel
kurtulmak arzusudur. Bütün şiddetli gayretlerine rağmen bedenin kuvvetli
bağlarını müşkilâtla koparan ruhun bedende tezahür eden çarpışmaları da
ekseriya dışardakiler tarafından yanlış tefsirlere uğrar. Pek az kimse bunun,
kurtuluş yolunda sarfedilmekte olan, ulvî bir cehd olduğunu anlayabilir.
Arasıra
işitilen çeşitli sızıltılar, cesette görülen silkinmeler ruhun, serbestleşmek
için gösterdiği gayretlerin, dünyamızdaki son maddî tezahürleridir. Ruh hemen
hemen bedeni bırakmış gibidir. Hayat sâhibi bir yüzün mütemadiyen değişen
ifadeleri artık bu cesedde kalmamıştır.
Yalnız
son bir tek ifade orada sabit olarak yerleşir ki o da, ruhun cesette tecellî
eden son duygularına âit bazan korkunç bir ızdırabm başında derin ve ulvî bir
huzûrun ifadesidir. Hayâtı mânevi huzurla geçen kimselerde, Kasas Sûresindeki; “Maddî
kıymetler rûhânî kıymetlerin yanında bir hiç...” olduğu ifadesi şahsî
olarak anlaşılır.
Dünyada
bulunmamız birçok maddî icaplardan doğma hallerden geçmemizi intâceder.
İşte
ölüme varıncaya kadar kemâle ermenin mânâsı budur. Bu hududa varmak için
lüzumlu kaideler İslâmiyet’in en büyük emirleri arasındadır.
Bu
kaideleri teker teker teşrih edelim.
ORUÇ
Islâmların
en büyük ibâdetlerinden biridir ki, hiçbir veçhile içine riyâ giremez. Bu
ibâdetledir ki, insan ruhu, maddî bağlarından muayyen bir müddet için ayrılarak
mânevî bir inşirah ve istirahate çekilir. Hazret-i Resûl’e vahyolunan Kur’ân-ı Kerîm’in
bildirdiğine göre oruç, Allah’ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i
mübâ-rekidir. Gün doğmadan başlayan, güneş, batıncaya kadar her türlü yeme ve
içmeden, telezzüz-ü şehvânîden kendisini kendi kendine men’eden oruçlu bir
insanın selâbet-i rûhiye ve rûhâniyesi önünde hiçbir mantık eğilmeden kendisini
geri alamaz.
Orucun
maddî bakımdan vücut makinasma yaptığı büyük tesiri kısaca mütalâa edersek;
yiyeceksiz kalış, ilk önce açlık duygusunu uyandırır, ,bazan sinir bozukluğu ve
nihayet yorgunluk hissini ortaya atar. Daha çoğu rûhî ve daha azı maddî gibi. görünen bu rahatsızlıklar vücut makinasmda ehemmiyetli olan
birtakım gizli vücut çalışma hâdiselerini tahrik eder. Karaciğerdeki şekerler,
deri altındaki tabakalar ve adeledeki yağlar, beze ve karaciğer hücrelerinde
protein’ler harekete geçerler. Bütün uzuvlar, maddelerini, iç muhitin ve kalbin
tamamiyetini muhafaza için, feda ederler. Bu suretle bir sene durmadan ve
dinlenmeden çalışan insan makinası, nesiçlerini temizler ve değiştirir. Bu
değişme bir senelik yorulan ve kendisinde kimyevî birtakım maddeleri biriktiren
uzviyetin insan rûhiyâtı ve arzularına bağlı bâzı itiyat ve isteklerini
değiştirir; yerine daha taze, daha canlı, ruh ve madde çalışma sistemini husule
getirir.
Hastalıklarda,
hekimlerin tavsiye ettiği istirahat,, hasta
uzviyetinin normal vaziyetini alması için vücudun hücrelerine yeniden bir hız
vermekten başka bir gayeye mâtuf değüdir.
insanın
farkına varmadığı uzviyetinin hücre ve nesiçlerinin bir senelik yorgunluğu,
ancak oruç ile, temizlenmek ve kuvvet bulmak imkânına sahibolur. Günün erken
saatlerinden başlayarak, 12-14 saat aç duran bir uzviyetin maddî çırpınışı ile
onun taşıdığı ruhun bir rahatlık deryâsı içinde çalkanışını, bu uzun saatlerin
sona ereceği dakikalarda, duymak ve ondan rûhânî bir zevk hissesi koparmak
itiyad-ı diniyesine mâlik insanlara, ne mutlu.
12-14
saatlik bu alışkanlığın verdiği rûhânî zevk tarif çerçevesine ve tavsife
sığmaz... Ruh âdetâ cesede küçük bir işleme kabiliyeti bağı bırakarak
nâmütenâhî kâinâtm ihtizazları içine karışıyor... Fakat bu ihtizazlar ancak
kâmil, bilgi ve ilim peşinde koşup onun verdiği büyük kuvvetle yoğrulmuş kafa
taşıyan müslüman insanlarda kendisini hissettirir...
O
halde oruç; insan ruhunun uzviyetine bir hız veren taahhüdüdür. Kur’ân-ı
Kerîm’e göre: İlâhî ve beşeri her- taahhüt mukaddestik
O
halde hakikî oruçlu olan insan, mukaddes uzvî ve rûhî bir durum almış
olacaktır.
Buraya
kadar fertler topluluğunun emr-i İlâhî olarak yapmaları istenen büyük sıhhî ve
rûhî kaideler teşrih edildi. Bu umûmî kaideler içinde fertlerin teker
teker yükselme istidat ve arzusunu taşıyanlara âit öğütleri bulup çıkaracağız.
Hicret
vukua gelmeden evvel Medine’de fevkalâde çok sıtmalı mevcuttu. Senede yüzlerce
kişi sıtmadan ölür ve ıstırap çekerdi.
Resûl-i
Ekrem Medine’yi teşriflerinde Medîne’nin etrafını çok bataklık görmüş ve
sıtmanın bu sulak ve pis yerden geldiğini söyleyerek bu işe önayak olarak bir
defasında 30 bin hurma fidanı diktirmiştir. Ve bataklıkları kurutmuştur.
Ebu’l-Berekât’ın
kitabında yazılıdır: “Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulunuyorsanız
başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık varsa o tarafa da seyahat
etmeyiniz.” buyurarak ilk karantina usûlünü vaz’eden Cenâb-ı Peygamber’dir.
Bütün hastalıklarda himye, yâni perhizi musirrane tavsiye eden bütün devaların
başı bu-dur, diyen Ulu Peygamber’dir.
Allah'ın
takdir buyurmuş olduğu ömrü rahat yaşamak, huzur içinde geçirmek, nzâ-i İlâhîyi
kazanmak için şunlara kat’iyyen riayet ediniz, buyuruyor:
·
1
— Daima taze yemeklerden yiyiniz,
·
2
— Çok sıcak ve çok soğuk yemeyiniz.
·
3
— Çok çiğneyiniz, yavaş yemek yiyiniz,
·
4
— Yemeğe oturmadan ellerinizi yıkayınız,
·
5
— Daima yemekten iştihah olarak kalkınız, çok yemeyiniz.
·
6
— Yemeklerde çok su içmeyiniz.
·
7
— Kışın daha ziyade yağlı yemekler, yazın serin yiyecekler ve sebze yiyiniz.
·
8
— Yemeklerinizde hurmayı eksik etmeyiniz.
·
9
— Üzüm, hurma, zeytin Allah’a şükr’etmek için size âfiyet ve kuvvet verir.
·
10
— Yorulduğunuz zaman tatlı yiyiniz.
·
11
—Kırık, çatlak kâselerde yemek, yemeyiniz, su içmeyiniz.
·
12
— Yemeklerde daima neşeli olunuz. Yalnız yemek yemeyiniz. -
·
13
— Yemekten sonra daima dua ederek şükrediniz.
·
14
— Ayda bir gün muhakkak oruç tutunuz, vücudunuz dinlensin.
·
15
— Bal yiyiniz, bin derde devadır.
Bu
tavsiyeler binlercedir.
Okuyucularıma
bu tavsiyeler gayet basit gelecektir. Fakat 1300 sene evveline bir seyahat
ederlerse akıl durduran bir hâdise ile muhakkak karşılaşacaklarını
anlayacaklardır. Bunlardan hiçbiri bugün değişmemiştir. Değişemez ve
değiştirilemez de... Bu kadroya giren her hâdise büyük, cihanşümûl ve İlâhî
olur.. Son senelerin keşifleri dünya tıbbini
değiştirmiş, yeni bir devre sokmuştur.
PENİSİLİN...
160
Hicrî senesinde ölen ve 500 kadar telif eseri olan Tavaslı Musa Ibn-i Ebû
Hayyan’m El-Hâlis isimli kitabında, göz hastalıklarında, boğaz anjinlerinde
Resûlullâh’ın şu tavsiyesi yazılıdır:
Mantarları
ahnız, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf hâsıl
olur. Demir bir şiş alınız, kızdırınız. Soğuduktan sonra üç defa bu küfe
sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz, bu küfü boğaza talâ ediniz.
Çeyrek
asır evvel buna hurafe, saçma ismini veriyorlardı, bugün; küf, mantar,
penisilin, son asrın mucizesi...
1300
küsur sene evvel Yüce Peygamber penisilini biliyormuş... Buna tesadüf
demeyiniz.
İslâmiyet,
namazı, orucu, beş vakitte abdest alınmak suretiyle temizliği esas almak
itibariyle, hiç şüphesiz ki bir hıfzıssıhha dînidir. Tam mânâsiyle dînî
emirleri îfâ eden bir müslüman yine hiç şüphesiz ki tam sıhhatli bir insan
sayılabilir. Fakat meseleyi bir de İlmî ve fennî bakımdan tetkik edersek, o
zaman Resûl-i Ekrem’in İlmî hazakati tebarüz eder ki maksadım bunu îzah
etmektir.
Muhtelif
hastalıklarda tavsiye buyurdukları bazı hususatı kısaca anlatalım.
Yarım baş ağrısı;
Bizzat
kendi mübarek başlarına arasıra yarım baş ağrısı gelirdi. Mübârek başlarını
sıkı bağlardı. Bir defa da başının tam ortasına bir defaya mahsus olmak üzere hacamat yapıştırmışlardır. Diğer etraf ağrılarına derhal
kına koyarlardı.
Göz ağrısı:
Göz
ağrılarında daima bol hurma yenmesini tavsiye ederlerdi. Bir de sıcak gecelerde
Arabistan’da yapraklar manzaralında semadan yağan kudret helvası vardır. Bu
maddeyi sulandırarak göze damlatırlardı. Bundan başka mantar suyu kullanırlardı
ki, bunun penisilin olduğunu evvelce arzetmiştik...
Boğaz ağrıları:
Udu-Hindi
denilen bir nebatı ateşte yakar, dumanını nefes ettirirlerdi. Bugünkü tababetin
inhalâsyon yaptırmasının. aynıdır. Aynı zamanda bü
madde çok kuvvetli bir antiseptiktir. Resûl-i Ekrem bunu döverek toz yapar,
yaralarm üzerine hafif temas ettirirdi.
Karın ağrıları:
Daima
bal şerbeti kullanırlardı.
Kabız için:
Bunun
için (Sına) denilen bir nebatı kullanırlardı. Bu nebat için şöyle buyururlardı:
“Eğer ölüme bir derman bulunsaydı o da sınâ olurdu...”
Zatulcemp:
Bu
illete udu hindi kullanılmalıdır. Bu kökte yedi türlü derde deva vardır:
Alaykum bilhâzer-ûdul-Hindî. Bir de bu hastalığa kis-lûlbahri denilen
bir ot tavsiye ederdi. Bu ota zeytinyağı ilâve ederek kullanırlardı. Bu nebatta
su çekmek hassası çoktur ve bol idrar verir. Sulu zatülcempte ne kadar
ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar.
Batında su toplanması, Siroz:
Bunun
çok tehlikeli bir hastalık olduğunu buyururlardı. Henüz yeni sağılan deve
sütünün içilmesini tavsiye ederlerdi. Bu süt derhal ishale sebebiyet veriyor,
bu suretle biraz hafiflik vermiş oluyordu.
Mide hastalıkları ve üşümesi:
12
dirhem bal
2
dirhem çörek otu
2
dirhem anason
6
dirhem limon kabuğu
1
dirhem karanfil.
Bir
miktar limon kabuğu, bir miktar sirke, ateşte iyice hallolunacak ve bir kahve
kaşığı alınacaktır. Şahsen bunu kullanırım, sıhhat verici bir tesiri olduğunu
müşahede ettim.
“Eş-şifa’fi
Selâse” hadîs-i
şerifinde, üç yerde şifa vardır, buyuruyorlar:
·
1
— Hacamat
·
2
— Bal
·
3
— Key gibi.
Fakat
ben kendimi key yapmaktan menederim.
Taun,
Veba:
“Şayet,
siz bir yerde bu hastalık olduğunu işitirseniz, sakın ora^ ya gitmeyiniz. Ve
şayet içinizde zuhur ederse bulunduğunuz yerden çıkmayınız.”
Bu
mübarek tavsiyeleriyle hastalığın sâri olduğunu keşfetmişlerdir. Bu suretle ilk
karantina usulünü kuran Resûl-i Ekrem’dir.
Ateşli
hastalıklarda: Soğuk
su ile vücudu ıslatırdı.
Zehirlenmelerde:
Derhal mideyi boşaltmak
için kustururlar ve omuzların araşma üç adet hacamat
yaparlardı.
Akrep
sokmasında: Tuzlu su içine
sokulan yeri sokarlardı.
Verem:
Zaif, öksürüklü, balgam
çıkaran hastaları Medine’den dışarı çıkarır, dağda çobanlarla beraber
bırakırlardı, bol bol süt içmelerini tavsiye ederlerdi. Bu hasta gençler az
zaman sonra Medine’ye gürbüz bir halde dönerlerdi. Mikrop ve lâboratuvarm
tamamiyle meçhul olduğu o karanlık câhiliyet devrinde Resûl-i Ekrem’in bu
hastalık hakkında koyduğu teşhis ve tedavi son derece câlib-i dikkattir.
Bugünkü veremlilerin sanatoryum tedavisi aynıdır.
Ciizzam:
Bu tehlikeli korkunç
hastalık için, “Cüzzamlılardan kaçınız, arslandan kaçar gibi kaçınız.”
buyurmuşlardır.
Taunlu,
veremlilerin derhal halktan tecrid edilmesini tavsiye buyuran Resûl-i Ekrem
karantina usulünü keşfetmiş bulunuyor.
Bu
hastalıkların mikrobu ancak içinde bulunduğumuz asırda keşfedilmiştir.
Karantina da bu asırda kıymet ve ehemmiyet kes-betmiştir.
Bu
itibarla Resûlullâh’m tıb ilmindeki bilgisi, keşifleri ve tavsiyeleri O’nun
yüksek İlâhî dehasının ve insaniyete yapmış olduğu hizmetlerin en büyük
bürhanıdır.
Perhiz iki kısımdır:
·
1
— Hastalık tevlit edecek yiyeceklerden kaçınmak,
·
2
— Herhangi bir hastalığa tutuldukta o hastalığı artıracak şeyler yemekten
kaçınmak.
“En
büyük sıhhat perhizdedir.” buyurmuşlardır.
Nekahet devrinde perhize daha büyük kıymet verirlerdi. Sirozlulara bir yudum
sudan fazla vermezlerdi. Sıhhatli insanlara bile fazla su içmemelerini tavsiye
ederlerdi.
Eğer
insanlar az su içerlerse, vücutlarının sıhhat ve afiyetini aynı istikamet
üzerinde devam ettirebilirler.” hadîs-i
şerifi büyük bir hikmet taşımaktadır.
“Fâhişelere,
delilere çocuklarınızı emzirtmeyiniz.”
Üç
asır evvel Paris sokaklarında pislikten geçümezdi. Fransa krallarından biri
bitlenmişti. Doktoru bir fıçıda sıcak suya girmesini tavsiye etmiş, bu banyodan
sonra vücudu rahat etmiş ve kral doktoruna:
“Senede
iki defa bu işi yapmak istiyorum, ona göre hazırlık yapınız.” diye emir
vermişti. M. Pompadour ömründe iki defa banyo yapmış, pis kokulan lavantalarla
giderirmiş. Onüç asır evvel Resûlullah Efendimiz, “Suyun kâsesi bin altına
olsa her gün yıkanınız.” diye bütün beşeriyete haykmyordu.
O’nun
koyduğu sıhhî kaide ve usuller ebediyete kadar devam edecektir. Sıhhat hakkında
söylediği mübârek sözlerin hiçbirisini yerinden kıpırdatacak bir âlim
gelmemiştir. Gelmeyecektir...
Dünya
ve insanlık kıyâmete kadar Allah’ın birliğini semalara haykıran minarelerden
günün beş vaktinde vecd ve îman ile dolu:
EŞHEDÜ
ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH sedalarını dinlemeye devam edecektir.
OKUÇ’UN ESRARI
Oruç,
insan ruh ve maddesinin İlâhî banyosudur. Oruç, vehleten aç durmak gibi gelir
insana.
Aç
durmakla ceset zevk duyarsa, oruç’un mânâsı ortaya çıkar...
Açlıktan
sıkıntı duymak, hakikî oruç mânâ ve mefhumunun dışındadır. Oruç, ceset ile ruh
tevhidini husule getirmektir.
Mukaddes
Kur’ân-m Bakara Sûresi’nde 183 üncü âyet yâni Allah sözleri diyor ki: “Ey
îmân edenler”. Buradaki îmân edenler, kâinatta aczini bilerek gaybe
inananlar demektir.
Gaybe
inanmak çok güç, çok zor bir bağandır, insan oğluna...
Mantık
ve havas’a hitabetmeyen şeylere inanmak çok müşkül bir iştir. (Bu oruç ile ta
ki günâhlardan korunasınız.) (Oruç size yazıldı, nasıl ki sizden evvelkilere
yazılmıştır...) Kulun Allah’a karşı olan şükrünü ifa etmemesi ve bunda devam
etmesi edeb dışı bir iş olur ki buna günâh derler.
Günâhın
cezasını Cenab-ı Hak kulun kendine bırakmıştır. Günâh, inkâr ve red hududuna
girerse, küfürdür. Küfürün cezası ise, Allâh tarafından verilir... insanda bütün İlâhî esmalar tecelli ettiği için, şükrün
ifasının tehiri, esmaları zedeler... insan böylelikle,
kendi kendini zedelemiş olur.
Yukarıdaki
söylediğimiz emir üe oruç, Allâh’a inananlara farz olmuştur. Emirde (Yazıldı)
kelimesi ile büyük bir incelik ve hikmet ifade edilmiştir... (Yazıldı)
kelimesinde “sizin canlılığınız, ruhunuz ve maddeniz bir murad ile halk edildi.
Ve ona lüzumlu olan şeyler de, evvelce Âyetullah ve Sünnetullah ile tâyin
edildi” mânâsı gizlidir.
Âyetullah:
Esmaların tecellisi, görünmesidir. (Hay) ile canlı- yız (Basir) ile görürüz (Semi) ile işitiriz,
ilâhir...’ Bunların de-
vamı
için, bir takım kanunlar vardır. Havadan oksijen alırız, su içeriz, gıda
alırız, sıcak ve soğuğun tesirleri vardır. Bunları saymak uzun sürer...
Bunların hepsi Sünnetullah’tır. Yâni tabiatta cari, fizikî, kimyevî, meteorolojik
her türlü değişmeyen kanun halindeki hâdisattır... Emrin içinde Sünnetullah’tan
zarar görülmemesi gizlidir. Ruh ve maddeye lüzumlu olan bu (Yazılış) şimdi size
tatbik edesiniz diye emrolundu demektir.
Çalışmadan
sonra dinlenme, uyku nasıl insan ve canlı için lüzumlu ise, oruç da, insana,
yaradılışında lüzumlu olan hâdiseler arasında bulunur... Oruç, uzviyetin her
gün yapmağa ruhî ve fizyolojik olarak duyduğu mecburiyetlerin, bir anda irade
ile durdurulup perhize geçmesidir.
Oruç,
mecburi olarak, uzviyetin dinlenmeye sevk edilmesini sağlar. Fakat emrin
konulması, bu mecburiyette tehir olmasın di-yedir. Hastalıklarda, hastanın
perhize konuluşu, onun iyiliği için bir mecburiyettir.
Oruç’un
her sene başka bir ay ve mevsimde gelişi de dikkate şayandır. Mevsim ve aylara
göre doğanların karakter, bünye ve arzularını, beşeriyet hâlâ gazetelerde,
kitaplarda tahlil etmektedir. Yazımızın başında, ceset açlıktan zevk duyarsa
diye bir söz ettik. Evet duyması lâzımdır.
Yemek
helaldir, vücuda eziyet vermemek lâzımdır; gibi iftarda ve sahurda yemek
hikâyelerini ileri sürüp, fazla yemek yemeği müdafaa, oburluk, tahammülsüzlük,
sabır hasletlerini firenlemek kudreti olmayanların mütâlâaları olarak kabul
edilir.
Tahammülsüzlük
gösterenlere, hastalara zaten oruç farz değildir. Bu halleri
zail oluncaya kadar.
Oruçtan
sabır, tahammül, kendine hâkimiyet, sinirlerini dizginlemek, kanaat miktarının
ölçülmesi murat edilmektedir.
Hasta
bir insana, normale avdeti için, doktor bir takım sıhhî tavsiyelerde bulunur.
Bunları yapması kendisi için faidelidir. Başkası için değil. Oruçta normal
uzviyet için; İlâhî, sıhhî bir öğütün, ^mir şeklindeki tecellisi gizhdir.
Yapabilene ne mutlu...
Orucu
süsleyen bir takım âdabı muaşeret de vardır. Vakti, şartları, sünnetleri,
orucun sahih oluşunu sağlayan, öyle olması muhakkak lâzım gelen kaideleri
mevcuttur. Orucu bozacak haller; oruca niyet etmiş temiz insanların bilmesi ve
riayet etmesi mecburiyeti olan hususlardır ki, bunları bilmeden, zaten oruca
girilemez... Oruçta, insanın, helâl yemeğinden, arzularından, isteklerinden
ruhen ve maddeten ayrılıp sıyrılarak, yükseklere tırmanışı gizlidir. Bu
yükselişteki zevk, insanın anlama ve kavrama derecesine göre değişir. Bu
dereceye göre de uzviyetin bir dinlenme ve tasfiyesi husule gelmektedir.
Vehleten bu hakikatları reddedebilirsiniz. Fakat mesele öyle değildir. Biraz
sabrediniz ve her şeye itiraz ile yüklü olmayınız...
Oruç
tutanlara hürmet etmek, insana yakışan en büyük fazilet tezahürüdür. Tutmayana
da bu zevkten mahrum olmanın vereceği ölçü ile bakmalıdır. Oruçlu bir insanın,
büyük bir sabır ve sükûn heykeli gibi, daima sakin ve etrafına gayet rahim ve
şefkatli olması, orucun kıymet ve derecesi ile ölçülür. Yemeğe hasret
açgözlülüğü, etrafına çatmak asabiyeti gibi hâller izhar edip boca-lıyan hakiki
oruç tutmuş olmaz. O ancak sabahtan akşama kadar beyhude yere aç durmuş olur ki
bu orucun mânâsına bile yanaş-,maz. Uzviyet açlığın vereceği aksülamellerin
doğuracağı faideye kavuşabilmesi için tamamiyle sâkin ve gevşemiş olmalıdır.
Asabiyet, bu muvazeneyi hemen bozar, asabi insanlarda mide ağrıları,
iştahsızlıklar malûmdur.
Oruç’da
Errezzak esması, kemâl-i edep ve tâzimle bir tarafa bırakılıp (Hay esması ile)
Hayy’m menbaı olan Hayyılâyemutun huzuruna çıkmak vardır.
Oruçluda
akşama doğru bir zevk hissi başlar. Bu his:
·
1
— Uzviyetin yemeğe karşı duyduğu hasretin giderileceğini ruh vasıtası ile
öğrendiği için, vücuttaki hafiflik zevkidir. Bu zevk makbul değldir. Zira bu
memnuniyet verdiği itaattan duyulan mecburi uzvi açlığın bağırışıdır.
·
2
— Ruhun duyduğu hafiflik ve dumanlanmadır ki bu da ri-yâzatm uzviyet ve ruha
vereceği hasletlerin, mânevi yükselişin disiplinine alışmamış insanların, bir
emri yerine getirmelerinden doğan, tatlı bir histir. Bunun da arkasında, yine
uzviyetin gizli açlık feryadının, edeben teskin edilişindeki çabalama
mevcuttur.
Halbuki
orucun ve az yemenin hikmeti, mânevi âlem hazînelerinin kilididir. Bâtın gönül
pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırır.
Herkesin
aynada gördüklerinden daha fazlasını, bir tuğla parçasında görebilirsiniz.
Hakiki
oruçlu bir insanda:
Simâda
Rahim esmasının tatlı soluk rengi, gözlerde ötelerin ötesine bakan tatlı bir
halâvet, dilde fazilet, adalet, şefkat ve doğruluk süzgecinden süzülmüş, inci
gibi kelime ve sesler doludur. Ne mutlu böyle insana.
Hay
esmasının tecellisi olan insan, bu esmayı Errezzak esması ile değil de hayyı
hay ile beslerse daima hay olur.
Ecel,
insana errezzak esmasımn haydan elini çektiği dakikada gelir. Hayyı hay ile
besleyen insan daima hay olur. Mevlâna on yedi gün gece ve gündüz ağzına bir
şey koymamış ve onsekizinci günü (Öyle bir hamle yaptım, uçtum, uçtum hayyi
lâyemuta kavuştum.) diye bağırmıştır. Oruçla, Halik bu ince kavuşma yolunu,
müminlere hediye etmiştir. Anlayana ne mutlu....
“ölmeden
evvel ölmek” tebşir-i Peygamberisi “Errezzak ile değil hay ile hayyı devama
çalışınız. O zaman daima hay olursunuz” demektir. Bu bir sırdır. Anlaması
güçtür. Güç kelimesi perdelerle örtülü olduğu için kullanılmıştır. Murad-ı
İlâhî böyledir. Bu muradda büyük ve büyüklerin büyüğü bir hikmet gizlidir.
“Hâlikle
öyle anlarım olur ki aramıza melek-i mukarrep bile giremez.” Buyuran Resûl-i,
Ekrem’in “Bir ok yayı kadar yanaştım.” sözü, dinin asıl nüvesini teşkil
etmektedir. Bütün bu yoldakiler, bunu hâl ve anlama peşindedirler. Onun için
“Oruç benimle kulum arasındadır, mükâfatım bizzat ben vereceğim.”
buyurulmuştur.
Hay
ile her şey vardır. Bütün esmalar Hayy’m vasıflarıdır. Bir tane de vardır ki
bunların hepsinin ismidir, ona da (Ism-i Âzam) derler. Şu mudur? bu mudur? diye uğraşma. Bir şeyi
insan görür, tutar, anlar ve inanır. Fakat bu anlamada şüphe ve şek bulunduğu
zaman bu mudur? şu mudur? diye
mırıldanır. Hakiki isimde mütereddittir. Ondan dolayı hakiki çağrıyı yapamadığından,
büyük istifade ve visale kavuşamaz...
Allah
yolunda ölenler ölmemişlerdir. Allah yolunda ölenler kimlerdir. Hiç düşündünüz
mü? Allâh’ın her canlıya bilâistisna verdiği Errezzak’tan zorla nasibini kesmek
arzusunu taşıyanlardır. Bunlar binbir türlü vesilelerle ve perdeli şekillerle
Hay’lıklarnu Hay ile birleştirip, ortadan Errezzak esmasının kaldırılmasına
uğraşanlardır.
Bir
çok hastalıklarda
perhiz, hastanın iyi olmasında en büyük âmildir. Bu Hayy’m Hay’dan medet
dileyerek, boşalan enerji akümülatörünü doldurması demektir.
Hayyı,
Hay ile beslemeğe uğraşanlar ise, Velilerdir.
Huzura
çıkmak için rızkın mahsûlleri temizliği bozar. Temizliği tazelemek lâzımdır.
Bunlardan anlıyan için, büyük hakikat ve huzur kapıları görünür, işte bu
kadar... Hikâyenin anahtar deliği Oruç’tur.
Oruç’un
kıymetini bilmeğe ve bunda devamlı olmağa gayret etmek gerektir. Amma “Ben
yapamıyorum” diyeceksen, bu meydanlarda dolaşmağa bakma... Bu meydanlar çok
hoştur, çok tatlıdır, fakat tehlikesi de çok ve ânidir... Allah kimseyi
zorlamaz. Verdiği Hay parçasının hürmetine orucu (Yazılmak) kelimesi ile emir
buyurmuştur. Bu bize verilen Hayyın, ind-i ilâhiyede makbuliyetini artırmak,
Hayyın makam olan vücut için mecburiyetinin, gayet müsamahakâr ve nezâket
çerçevesi içinde (Yazıldı) Lâfz-ı Mübâreki ile bildirilmesidir. Bu
kelimede zorlama, korkutma yoktur. Bu kadar nezaketle emir buyrulan oruçta
nasıl büyük bir sır, derin bir hikmet, huzur ve felâh olduğunu artık siz
düşününüz... Ramazanınız mübârek olsun....
KABE
Dünyanın
en şerefli ve mukaddes, lâmekâna bakan mekânıdır. Ruhların niyaz ve teveccühü
buradan lâmekâna gider..
Lâmekânm,
mekânda görünür kapısıdır, bu mübârek yer... Dualar, arzular orada kabul
olunur, huzura oradan gidilir... Meleklerin, Velilerin toprakta uğrağıdır.
Mirâc-ı Nebi oradan başlamış, ni-dâ-i Resul oradan dünyaya yayılmıştır...
Kelâmullah o topraklarda kalb-i pak-i Resule verilmeye başlanmıştır... Orada
her şey sâkin, gök insana çok yakındır, o yerde... Kelâm-ı İlâhinin
heybetinden, her zerresi toprağın Allah’ı teşbih etmektedir, o yerde...
Milyonlarca, rızaya koşanların çevrildiği makamdır orası... Hiç bir an yoktur
ki o makam insanla çevrilmemiş bulunsun. Lâmekânm mekânı Beytullah’tır o yer...
Resulün mübarek ayaklarım bastığı, o topraklar, mübarek sadırlarına giren hava,
o havadır. Rahmetin kaynağıdır o makam.. O makama
yakından yapılacak hürmette, biraz beşerî korku veya riya gizlenebilir. Uzaktan
yapılacak hürmette ise, havf ve sevgi vardır... Bundan dolayıdır ki, Resulullâh
bile, ruhu muallâllarım, uzakta, Medine’de teslim etmişlerdir.
Resule
yapılacak hürmet ile Kâbe’ye yapılacak tâzîmin ayrılması murad olduğu içindir
bu ayrılık.. Ravza-i Resul Kâbede olsaydı hürmet
dağılacak, ortaya hürmette ikilik ve kıskançlık çıkacak... Resuller tarihi
tetkik edilecek olursa, bütün Resullerin, Nil, Filistin, Hicaz, Ceziretül-Arap
mıntıkasında İlâhî vahiylerini aldıkları görülür... Nil, Kudüs, Turisina,
Cebel-i Hıra, Arzı Kenan seçkin ve mukaddes yerler olarak taayyün etmişlerdir.
Binlerce mucize, yüzlerce afat-ı İlâhîye taşkın insan kitlelerine çarpmıştır o
yerlerde; adeta bu mıntıkalar Kudret-i İlâhîye ile mücadele eden sapkın insan
kitlelerine sahne olmuştur... Lut kavimleri, Sodom ve Go-moreler, Nuh
tufanları, Âdem ve Havva, Firavun ve Musa vaka-lan,
Ebucehiller, Nemrutlar hep bu mıntıkalan, küfür ve îmânın, hakikat ve
dalâletin, çarpışma sahneleri yapmıştır. Bu hâdiseler murad-ı İlâhî ile vukua
gelmiş, beşer dalâletinin, hakikati İlâhiye karşısında, mezarı olmuştur o
yerler... Dalâlet ve küfürden süzülen beşer oğlu, bu hakikatların tam yerini,
bir namaz esnasında, Resulün birden bire Kâbe’ye Medine’den teveccüh ederek
dönmesi ile bütün bu mukaddes yerler birleşerek hâtem-ün-nebiyyîn asıl ve esas
Kâbe’si son tecelligâh-ı İlâhîsini bulmuştur...
Mucizeler
birleşmiş, Ruhlar tevhide bağlanmış, bütün Allah diyenler Kâbe’ye çevrilmiştir.
Cenâb-ı Resûl’ü, îlliyyîn’e, Mi’rac’da Cebrail kavuşturmuştur. Mekke ile Kudüs
arası Miraç’m ilk merhalesini teşkil eder... Âbit olarak... Ötesi bizce
meçhul... Bir şey söyleyemeyiz.. Namaz, müminin Miracı
olduğuna göre, cami, kulun illiy-yîne çevrilerek, Mirac’a gitmesine aracılık
yaptığından, Cibril-i Eminin yerini tutmaktadır... Bundan dolayı,. Cibril-i Emin, Mescid’i Aksâ’da, Resulün Enbiya ervahına
imam olduğu yerde, ilk ezam okumuştur.. Ervaha imam
olan Cenâb-ı Resulün hareket noktası, mekânda cesedi ile Mekke’de olduğu için,
bir gün, Medine’de Mescid’i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, Resule Mekke’ye
dönmek emr-i vahyi gelmiş ve hemen Mekkeye dönmüştür. Mekke illiyyîne gitmek
arzusuna talip abdin hareket noktası, yâni Mirac’m başlangıcı olduğundan,
namazda Kâbe’ye dönülür...
Ruhanî
Âlem kapısı, rızaya giden yol, Cemâle giden nur yolu, Melekûtun hareket
noktası, ruh âleminin görünür merkezidir, Kâ-be... Beşerin dalâleti o kadar
katılaşmış bir hale gelmişti ki, Kabe’yi taştan
ilâhlarla doldurmuştu...
Heykel,
resimden çok farklıdır. Resim iki boyutlu, heykel üç boyutludur. İnsan, iki
gözle bakar, her şeyi tek görür. İki gözün mevcudiyeti, üçüncü bu’du idrak
içindir. Kesret’ten vahdete işarettir. Küçük çocuklarda, henüz göz sinirlerinin
tasallübu husule gelmediğinden, üçüncü buudu çocuk idrak edemez; onun için hör
şeye elini uzatır. Derinlik mefhumu yoktur. Çocuk büyüdükçe tasallûp husule
gelir, derinlik mefhumu idrak olunmaya başlar... Kâbe’nin heykeller ile dolması
bir hikmet-i ilâhiyeye matuftur. Cenâb-ı Al-lâh buradan kuş uçurmazdı arzu
buyursa; fakat hakikati anlatmak için böyle murad etmiştir. Ebrehe’nin
fillerini, ordusunu, Ebabil kuşlarının, minicik taşlan ile yok etti. Bir çok insan kütlelerinin mukaddes saydığı ve dalâlet
içinde bulunarak putlarla doldurduğu Kâbe’ye, bir nur indirdi ve bu nur putları
eritti ve her tarafı kapladı, kudret tecelli etti...
Üç
bu’ut Mekân’da bir yer kaplar, iki buut kaplamaz, resim gibi... Resim bir
gölgedir, cisimsiz olan Allah’a izafe edilerek, mekânda bir yer verilerek
cisimlendirildiğinden heykel küfürdür denir; bundan dolayı putların kırılması
ile mekân kaybolmuştur. Beşer çocukluk devrinden kurtulup, gözleri üçüncü buutu
idrak ederek, onu yok etmiştir. Bu hâdise, bir anda, Kabe’de
tecelli ediver-miştir...
Ondan
Resule birden bire Kâbe’ye, namazda dönmek emro-lundu... Her türlü tabiî
süsten, ağaçtan, çiçekten ârî, mübarek toprak, taş yığınları, cehennemi sıcak
dekoru içinde bulunan Kabe; geniş, ucu bucağı olmayan
masmavi bir sema altında mübarek bir arz parçasıdır. Cennet nimeti olan su,
İsmail’in ayaklarının altından (Zem Zem) feryadı ile çocuğun bir niyazı, nezd-i
İlâhide kabul buyrulmuş ve buz gibi su, cehennemi sıcak kum deryası içinde
mübarek topraktan fışkırmaya başlamış, hâlâ fışkırmaktadır; o yerde, sıcakta,
suyun cennet nimeti olduğunu, suyun kendisi haykırmaktadır... Rabbilmaşrıkayn,
bütün kâinatın, namütenahi görünür âlem-i şahadetin, Rabbi’dir. O
Rabbilmüğribeyn ise ruhanî âlemin settar esmasının kapladığı âlem-i gaybm Rabbi’dir. İkisi birleşiyor tevhid ve teklik çıkıyor
ortaya... Maşrık, Kâbe’den başlar ; Mağnp, Ravza’dan...
Maşrık dünyaya geliştir ruhâni âlemden... Mağnp ruhâni âleme gidiştir
dünyadan...
Dümdüz,
yeşil bir sâha içinde, bembeyaz bir taş yığını halinde, Medine ufuklardan
görünür. Ortasında yemyeşil Maşrık ile Mağrib’in birleştiği, öpüştüğü yerden,
semalara Rahmetenlilâlem’in Remzi olan yeşil kubbe yükselmektedir... Burası,
Allah sevgilisinin yeşil kubbesi, nazar-ı İlâhînin bir an bile eksik olmadığı
Mustafa'nın makamıdır... Milyonlarca müminin selâtu selâmının okşadığı yerdir
orası... Oranın toprağında ceset bile kalmaz, yalnız ce-sed-i pak-i Resul
bulunur... Diğer mezarlar, makamlar hep temsi-len kalmışlardır... Naş-ı
Mubarek-i Resul arzdan kaldırıldığı zaman dünyanın sonu gelecektir... Niyazlar,
dualar, arzular, ölmüşlere Kur’ân hediyeleri; hep, mekândan Lâmekân’a Resule,
uğramadan gitmez, gidemez kabul olmaz... Saray-ı İlâhiye ancak, Resul kanalı
ile müracaat olunur. Bu bir murad-ı İlâhîdir. Bu lâmekâna hürmetin mecburî
olduğundandır. (Ben ve Meleklerim Resule selâtu selâm
götürüyoruz. Siz ne duruyorsunuz) mealindeki Âyet bu
demektir... O huzura kabul edilen, ünsiyet peyda eden, ancak namazda bir tekbir
île uğramadan girebilir. Fakat şeytan aklından çıkmaz... Resûl’den izin al,
yâni, onda eri... Ondan sonra, Allâhu Ekber diye namaza başla... Mirac’a
girersin... Namaz Miraç’tır. O zaman sana yanaşmaz. Çünki sen Resul’de eridin.
Resulullâh’ın potasında erimiyende daima şüphe mevcuttur. Şüphede olan
gafletten kurtulamaz. Gaflette olan hiç bir şey olamaz.
Allah’a
ibadetin devamlı oluşu, bu erimeyi temine fırsat ver-diğindendir. Yoksa...
Allah’ın ibadete ihtiyacı yoktur... Beşeri, düşünme muradı olduğu içindir...
Nebilerin, velîlerin, mürşitlerin, gavsların, kırkların, dörtlerin, üçlerin
mucize ve kerametleri gafletten, şüpheden kurtulmak kuvvetinin insanda mevcut olup
onu bularak Resul’de erimelerine işarettir.. Erime
çarelerini beşer bulsun, yardım alsın, kurtulsun diye lâmekâna doğru yoluna
istikâmet versin diye Kâbe’yi görerek tanıyarak, el ile tutarak kolaylık
göstermişlerdir...
Allâhuekber...
Bunların hepsi edep içinde Hayyilâyemuta ka-vuşmak için kurulmuş dekorlardır
işte... Herşeyi önüne serdim, her şeyi burnunun ucuna kadar getirdim... Sen
hâlâ deli dolu, bön bön bakıp duruyorsun... Kabahat kimde... Sende, sende,
sende... Seni beni at da gaip zâmiri (O) ol. O... îşte iş bundadır... Hâlâ
mırıltı, dırıltı, zırıltı ile uğraştığın yeter... Edep, fazilet, doğruluk
içinde ömrü geçenler vardır. Bir de hayvan gibi ölüp gidenler..
Şüpheler, vesveseler içinde her an değişmede bir ümit vardır. Bunların yerinden
kımıldanma ve sökülüp atılmağa hazırlanma olduğunu da unutma. Bir gün belki
sana da bir el girerek hepsini söküp çıkarır... Şakk-ı sadır yapan Cebrâil
olmaz da seni şüpheye düşüren bir el olur bu el..
Şüphe, kuruntu, bir nev’i ruh uyuzudur. Uyuz aklında olursa fena, ruhundakini
iyi ederler belki; şüpheden bazân acı hazân zevk duyarsın, uyuz da böyledir...
Uyuz hastalığının ârazı ta-mamiyle bir hikmettir. Yani kaşınması... Fakat sen
uyuzdan kurtulmağa ilâç ara... Uyuzu kireç ile kükürt iyi eder, kireç ve kükürt
nasıl kireç ve kükürt olmuştur, hiç düşündün mü?
Kireç
ve kükürt uyuz olmaz. O hastalık onlara yanaşmaz. Bu hassaya sahip olmak için
ne yapmışlardır? Hiç olmazsa onu ara, bul, sor öğren... Hazıra konacağım diye
çabalama, vakit az.. Güneş batmağa gidiyor her şey yan
yolda kalır... Kendini musalla taşında bulursun, iş işten geçer... Biraz aklın
ile ruhunu fırçala.. Ruhunla ak-hna tekme vur, bu
mücadele çok güzel bir mücadeledir... Kendini öğrenince mesele kalmaz... İşte
bunları hazırladıktan sonra (Bey-tullâh)’a dön Resulullâh’a iltica et, öylece
kıpırdamadan dur. Sabır içinde... Hiç olmazsa bir gece bu halde uyumadan,
sabaha kadar sebat et... Yardımcı her zaman, her an, mevcuttur, sana da
uğrarlar.
îlk
önce aklım iyice doyur da itiraz ve şüphe kapılarım kapa, ruhunla başbaşa
kal... Haydi yolun açık olsun... Bu yazımızdaki
sözlerimizden, bir son bekliyorsun. Lâflar kulağına vurdukça, içinde şüpheler
artıyor.. Böylelikle bir şey öğrenemezsin; birak bizi,
git işte Allah aşkına...
“BU
SIR, PERDE ARKASINDA GtZLÎDİR VE GİZLİ KALACAKTIR."
ÎMÂN
îmânın çıplak mânâsı, basit, kolay bir inanış
şeklinde görünür insanoğluna....
imân
lekesiz bir kalp huzuru ile kanmak, doymak demektir... îmân edilecek,
inanılacak şey, îmân ediciye muhtaç değildir. Fakat îmân edecek, îmân etmek istediği
şeye muhtaçtır. Okuma yazma, insanların zahiri talimidir. Hakiki talim ve
terbiyenin miyarı, okuma yazmadan çok yüksektir.
•
Hakiki talim, insanda meknuz îmân nüvesine varmaktır.
Bir
damla su gibi görünür boş kafalara îmân.. Bir damla
su, bir şey ifâde etmez. Fakat bir kaya kovuğuna girer donarsa, kayayı
çatlatır. Buhar olursa, bir gemiyi yürütür. îmân insanda değer görürse, her
yolu gösterir insanoğluna... Hakiki îmâna ulaşmış bir insan, öldürülebilir,
fakat ruhu daima yaşar. Gördüğünüz şeyler yok edilebilir, fakat görmediğiniz
şeyler yok edilemez. Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz. Sıcak tesiriyle
havaya uçan su zerrelerine (Buhar)... Yukarıda toplanınca (Bulut)... damla damla aşağıya inmeye başlayınca (Yağmur)... Yağmur
suları toplamp cereyana başlayınca (Sel)... (Deryaya
ulaşıp karışınca yine (Derya) olur...
Bu
iki derya evvel ve âhirdir...
Dün,
bugün, yarin, öbürgün gibi ifadelerin hepsi de bir
olur...
İki
derya arasındaki buhar, bulut, yağmur, sel. işte
bunlar perdelerdir... îmân, insana, bu perdeleri tarif eder, öğretir, kaldır
tır... Ezel ile ebed arasında fasıl, senin senliğindir. Sen bu senliğin ile
ezel ile ebedi, ikiye ayırıyorsun... Ortadan çıkıver, ne olur, îşte îmân bunu
öğrenmektir...
Göz
her şeyi görür, fakat kendini göremez. Göz kendini göremediği halde, bir perde
ile gizlenmiş olanı, nasıl görebilir. Bunu îmân gösterir insana işte...
Size
kolay anlaşılmayan bir hikâye anlatacağım; hikâyenin mefhumları bizim
mefhumlarımızla uymaz da ondan anlaşılmaz... Suyun bazısı tatlıdır... Bazısı
çorak, acıdır... Su, her yerde, her zaman aynı sudur...
Tatlı,
acı, çorak, çeşitli olsa da hakikati değişmez. Bu hikmete (ilmi ercül) Hakka
doğru yürüme ilmi denir. Bahar herşeyin üzerine aynı tesiri.yapar...
Fakat bir yerde gül bir yerde diken biter.
Aynı
yerden su çıkar, birisi maden suyu, diğeri tatlı, bir diğeri zehir gibidir,
ağıza konmaz.
îmân,
bunların niçin böyle olduğunu öğretir insanoğluna.,
îmâmn lüzumunu Cenâb-ı Allah arzu buyurmuştur.
Zat-ı
ehadiyetinde ekber olan Cenâb-ı Allah (Celle Celâlüh) bütün esmalariyle
görününce, kâinat tekevvün etti... Her canlı, cansız mevcudatta bu esmaların
bir kısmı arzuyu İlâhî ile mevcuttur... Bütün esmaları cami insandır....
Bu
esmalara hitap için, zatından sudur edecek arzu ve emirlere dayanacak şiddette
mahlûk bulunmadığından, yine kendi arzulan üzerine, ilk yarattığı nûrun
mümessili Nûru Resulullâh’ı taşıyacak hususî inşam yarattı; bunlar da
Peygamberlerdir.
Bu
ahizelerle insanlara hitap etti..
Onun
için Peygamberimizi: Hususî terbiye, hususî bünye, hususî ahlâk, hususî edep,
hususî fâzilet hasletleriyle yarattı ki hitabın şiddetine tahammül edebilsin.
“Dağa
indirseydik, dağ paramparça olurdu...” buyuruyor. Şiddetin voltajı bizim
tahammül hududumuza Resulullâh’da iniyor ve bize intikâl ediyor... Onun için;
“Sen dilini oynatma.. Ne emrolu-nuyorsa bildir.
Kur’ânı biz tophyacağız, biz devam ettireceğiz.” buyuruluyor.
Din,
esmaları taşıyan mahlûkata bir vasiyet, bir vaaz, doğru yol rehberidir. Bunu anlamağa
îmân denir.... Onun için din hakkında tenkidi yazı
Islâm’da yasaktır.
Cenâb-ı
Allah, herşeyi yaratmadan evvel, bizzat kendi lütuf ve ihsan yolu ile mahlûkat
hakkında rahmeti tercih buyurmuştur. Ve kendisine rahmeti vacip kılmıştır.
Vacip,
herhalde olması zarurî olana denir...
tik
hüküm ve tecelli, mahlûkatı hakkında rahmetten ibaret olmuştur. Rahmetin zıddı
gazapdır. Fakat ahlâk-ı ilâhiyenin mukte-zası değildir. Belki fenalıklara karşı
tecelli eden Rabbânî bir hikmettir.
Evvelden
sevmediğini haber vermesi insanlar için büyük lûtuf-tur. îşte bu lûtfa karşı,
edebi, îmân öğretir insan oğullarına. îmân mektebine
gireceklere bir alfabe kitabı lâzımdır.
Bu
kitapta şunlar vardır:
Allâh’m
birliğine, Meleklere, Kitaplara, Resûllere, Âhiret gününe, hayır ve şerrin
Allâh’tan geldiğine, ba’sü bâ’delmevte, kuruntusuz bir çocuk safiyeti içinde
inanmak yazılıdır.
Bu
alfabeyi okuduktan sonra îmânı kuvvetlendirmek için namaz, oruç, zekât, hac,
kelime-i şehadet.... Bunlarla vücut ve ruh disiplin
altına girer... Ve hakikî îmâna namzet olur insan...
Cenâb-ı
Allah bunların hiçbirine muhtaç değildir.
însanoğulları
bunlara muhtaçtır da ondan, Cenâb-ı Allah bunları rahmet ile sararak gönderiyor
kullarına....
Bunlardan
sonra:
Temiz
olanlar, sabırlı olanlar, mütevekkil olanlar, kanaat edenler, infâk edenler,
hakiki îmâna girmeye başlarlar... Bu gibiler için âyetler şunları müjdeliyor....
“O
îmân edenlerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer. Karşılarında
âyetler tilâvet edildiği zaman îmânları ziyadeleşir. Onlar ancak Rablanna
tevekkül ederler, dayanırlar, namazı doğru kılarlar, rızıklarına kanaat
ederler.”
îşte
bunlar hakkiyle îmân edenlerdir. Bunların Allah nezdin-de
dereceleri vardır. (Essüadâümakbûlün indellah)
Olanlar
bunlardır. Bu gibiler konuşurken kendilerini belli ederler. Zira savt - edep
içindedirler. (înnellâhe yuhibbürrakikus-savt) — (Allah yavaş seslileri sever.)
Sessiz
konuşurlar, sessiz dua ederler....
Bunlardan
birine sormuşlar:
—
Gecen nasıl geçti? (Keyfi Usbuhat)
Cevaben:
—
Benim yanımda ne sabah ne de akşam vardır, buyurmuştur. (Lâ sebahe indî
velâmesâ)
Bize
Allah’ı tarif et dediklerinde:
—
Ahad’dir, tek’dir. Değişmez. Başlamaz, bitmez, öncesi sonrası yoktur. Gün gibi
âşikârdır, görünmez.
Görür
(bizim gibi değil), işitir (bize benzemez), bilir, bilmesi meçhulden malûma.
Malûmdan malûma yürür. Bilmediği yoktur.
Her
an yapan, yaratan odur. Her dilediği bir oluştur. Var iken yok, yok iken var
eder. Onun vücudu dışında varlık yoktur. İnsanların bir kısmı aydınlıkta gezer,
kördürler. Diğer bir kısmı karanlıkta aradığına dokunup ne olduğunu farketmeyen
şaşkın gibidir...
Her
insanın idrakine göre, kendini gösteren nihayetsiz var olan nûr, bu ihata
edilmez varlık “Allah” işte... diye tarif etmişlerdir.
işte bu tarifi hakikî îmân öğretir insanoğluna.....
Halikı
tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe
kat’iyyen kalkışmayınız...
İmânda
olan, halikı esmalariyle görmektedir. Esmalarıyle çocuklarınızla beraber oynadığım,
bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle size uzandığını, çiçeklerle
gülümsediğini görürsünüz... Bu görüş, duyuş, insanların içinde öteye ait bir
bilgi olduğunu ispat eder.
Bu
bilgiye varmağa çalışmak îmân aşılar insana.. Muhteşem
ve mağrur bir teslimiyet içinde, sonsuzluğa doğru ilerleyen hayat kervanının
dışına çıkmak olan ölümden korkmayınız... Rüyalara inanınız, çünkü ezele giden
kapılar onların içindedir. Rüyaların, güzelleri, sıkıntı verenleri vardır.
Bunlar tabiî maddî âlemdekilerin şekil, tarz ve hâdiseleri gibidir.
Fakat
arada bir çok farklar vardır. Bunları bulunuz. Ben
size bir ip ucu vereyim....
Rüyada,
renk, her türlü dünyevî zevk, elem ve keder tezahürleri vardır. Yalnız dikkat
ederseniz “Koku” yoktur.
Bunu
çözmeğe çalışınız. Ama o kadar kolay değildir. Hepiniz rüyâ görmüşsünüzdür.
Rüya hakkında bilginiz de vardır. Fakat bunların hepsi tariftir.
Rüyaları
bu yönden tahlil ederek, olan ve olmayanları tefrik ediniz..
Önünüze büyük müjdeler, büyük hakikatler açılır....
Akıl
ile her işi halletmeğe kalkmayınız. Akıl hilekârdır. Tuzak kurar insana... Akıl
korkaktır.
Hak
korkusu, îmânın ism-i hasıdır. Hak’dan gayri varlıktan korkmak, gizli bir
şirkten başka bir şey değildir.
Irmak
gibi yağmur ve buluttan sermaye arzulama...
Dünyada
sonsuz ol, son isteme...
Gül
kokusu, gülü terkettiği için her sahaya yayılır...
îmân
edene Peygamber “Ümmetim” dedi. Dikkat edilirse Ümmet kelimesinde “Üm-Ana”
kelimesi vardır.
Peygamber
rahmet getirdi ve bildirdi. Ana şefkati Peygamber şefkatidir. Zira onun
Peygamberlik ile alâkası vardır. Milletler, analarına tâzim ve hürmetle
kurtulabilirler. Analar, Milletlerin bünyelerini dokurlar... Onun için “Cennet
anaların ayaklan altındadır” buyrulmuştur.
Bu
büyük hikmeti, îmân öğretir bilmeyenlere....
Hakiki
îmâna varan, Hak’kın gönlünde bir sır olduğu gibi, Hak’km âyetlerinden bir âyet
olur...
Hak’tan
gayri bir gaye uğruna, kılıcım çeken kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür...
Bunlar
ancak îmân ile elde edilir.
Hakiki
îmânda olan, ahlâk, fazilet, adalet, doğruluk, kanaat hasletlerinin canlı
şeklidir... Bu gibilerden denizdeki balık, uçan kuş bile kaçmaz.. Sokulurlar yanma, kırk yıllık dostmuş gibi...
Yazık
o insana ki içindeki îmân ateşi sönmüştür.
Kâbe’de
doğup puthanede ölmüştür....
Dünyada
muhtaç olmamak için Hak’km rengine boyanmak lâzımdır. Bu da îmân ile mümkündür
ancak...
TEKRAR DİRİLECEĞİZ
Her
şey mütenavip olarak yok ve tekrar var oluyor. Elektrik ampulü saniyede elli
defa yanıp söndüğü için, biz onun devamlı yandığım zannediyoruz.
Zamanla
mukayyet olmayan, bir anda yok ve var oluyor (Kün) işte budur. Zaman ve mekân
dışıdır. Onun için idrak hududumuza sokamıyoruz.
Vicdanları
gayet müsterih ve sakin bazı sâlih insanlar vardır ki, kalplerinde ve
sözlerinde tecelli eden huzur ve sükûna iştirak edilmedikçe, yanlarına
yaklaşılmaz. Bu çeşit1 bir mübârekin yanına bir gün yaklaşmak mümkün
oldu da, bu yazı bu konuşmadan sonra onların malzemesiyle diziliverdi.. Ben de size anlatıyorum. Herhalde hoşunuza gidecek ve
manevî zevkinize bir okşama yapacaktır.
Bu
çeşit insanlara yanaşamıyanlar, Resulün tebliğ ettiği âyetleri kendi
kafalarında tefsir ederek, haramı helâl yaparlar. Fetvalar verirler. Temiz
kalpli müminlerin, ruhlarını bulandırmağa çabalarlar. Bunlar bir gaye altında
çalışan sinsi, kendilerini çok akıllı sanan bir cemiyetin âzâlarıdır.
Dinden
bahsederler, mânevi mefhumları kalpte kalıplarına dökerler, görmüş gibi mânevi âlemin
haritalarım çizerler. Sonra da öteki âlem yoktur; âlem birdir diye, öküzün bile
inanamıyacağı bir çok vaaz, nasihatlar yaparlar...'
Mahşer,
kıyamet, âhiret, kelimelerinin ifade ettiği mânâ, Al-lâh’ın mutlak
hükümlerinden birini ifade etmektedir. Mahşer: toplanılacak yer... Kıyamet:
ölülerin dirilmesi... Âhiret: öbür dünya, insanların öldükten sonra vasıl
olacağı âlem...
Kur’ân’a
göre insanın hayatı ölümle nihayet bulmaz. Ölüm başka bir âlemin kapışım açar
insanoğluna...
Dünya
hayatı bir gaye değildir.. O, ruhun maddî teşekkülât
içinde vukubulan tekâmül merhalelerinden birini ikmâl etmek için, bir
vasıtadır. Varlıkların tekâmülleri için dünyaya gelmeleri lâzımdır. Nisbî ve
İzafî her şeyin oluşundaki noksanlık, bir zarurettir. Beyaz renk dediğimiz
zaman, bir şeyin eksikliğini ifade etmiş oluruz... Bu eksiklik de onun beyazdan
başka renklerden mahrumiyetidir. Her sıfat bir kusurun ifadesidir. Her şey
kendilerine nispet ve izafe edilenden başka şeylerin eksikliği ile malûldür.. îzâfiyet ve nispet ancak HALtK hakkında bahis mevzuu
olamaz.
Mezar,
topraktan bir yerdir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır. Toprakta HAY
tecelli ettikten sonra, insan şeklinde dün yaya geldik. HAY çekilince, ceset
edeben, eski yerine çekilir. Mezarda, umumî olarak, kimyevî bir tahlil başlar.
HAY değiştirdiği toprakta, tekrar topraklaşmak gayesi ndedir.
Cesedin,
toprağa tevdii edilmeden evvel, bir takım sıkı merasime tâbi tutulmasında büyük
hikmetler gizlidir. Burada, zaman, mekân, hazırlık, mânevi hizmet mefhumları
birden bire ayaklanır. Bir ferdin ölümü; Kıyameti Suğra. Nesillerin kamilen ölmesi: Kıyameti Vustâ. Haşru-neşr günü; Kıyameti
Kübra isimlerini aldığı gibi, karar günü, hesap günü, telâfi günü, cem’i günü,
huruç günü, teva-fün günü, din günü isimleri de verilmektedir.
Bu
günün meydana gelişi, Rabbül âleminin vasıtasız tecellisiyle olacaktır...
İnsanoğlu
ölümü akıl ve ilmiyle izaha kalktığı günden beri vardığı netice, (Yokluk) (Adem) kelimelerinin izah çerçevesi içinde kalmıştır. Bundan
dolayı, insanoğlu, ilmi ile, fenniyle, hırslariyle,
kitap ve âlimleriyle, bütün akademik bilgi müesseseleriyle ölüm hakkında acı,
hıçkırık, göz yaşı ve ızdıraptan başka bir teselli ve izah abidesi
kuramamıştır.
Ölümü,
kalbin adalesindeki bir bozuklukla, kan devaranınııı in-kıtaı ile, beyinden bir damarın kopması ile ve tansiyonun yüksek
ve düşüklüğü ile, kanser, verem daha bir çok binlerce isim alan hastalıklarla
izaha ve teselli bulmağa savaşmıştır. Bizimle konuşan sıhhati yerinde gülen,
işiyle ve gücüyle meşgul bir insanın bir anda yok oluşunu, katillerin,
zalimlerin, canilerin, faziletli âlim ve
insanların
sonunda ne olduğunu ve ne olacağını bütün dünya âlim ve ilim müesseselerine
sorsak alacağımız cevap: Ancak “Bilmiyorum” dur. Bu kelime ölüm kadar
karanlıktır. Bu karanlıkların aydınlanmasını isteyen insan, bunu ancak îmân
kürsüsünden dinleyip öğrenebilir. îmân inşam hâlika bağlıyan kaçmılmıyan mânevi
bir bağdır ki zerrelerden atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden
yıldızlara, yıldızlardan nebatlara, nebatlardan hayvanlara kadar, büyük bir
silsile teşkil eder... Kitâbullâh’ta:
(Gökler,
yeryüzü ve bütün mevcudat hâlikini teşbih eder. Hiç bir şey yoktur ki onun hamd
ve senasıyla hareket ve teşbihte bulunmuş olmasın.)
Çimen, ağaç her şey secde etmektedir. Görmez inisiniz göktekiler, yerdekiler,
güneş, ay bütün ecram, dağlar, nebat ve hayvanlar hepsi secde ve
teşbihtedirler. Binlerce kuşlar sabahları Allâh’ı teşbih ederler. Bütün bu
mahlûkat yaratıldıklarından beri canlı ve cansız her yerde Allâh’a karşı niyaz
ve teşbihlerini bilerek devam ettirmektedirler. Allâh da onların yaptıklarını
bilmektedir. Lâkin siz onları görmüyor ve teşbihlerini işitip anlayamıyorsunuz.
Bütün
Kâinat bir hamdü sena, niyaz ve teşbih mâbedi halinde yaratıldığından beri
gelip gitmektedir, İnsandan maada bütün canlı ve cansız yaratılanlar istisnasız
bunu bilir ve yapar. Ne yazıktır ki insanoğlu umumî bir taat ve teşbih
çemberine girmemiştir. Habili öldüren Kabil gibi, hırs ve madde güruhuna
uyanlar; hırslarını tatmin için yerleri kazdılar, dağlan deldiler, bu günkü
ennin mübeşşirleri oldular. Kabil’in gurubu ise kaza ve kaderin
;erçevesi içinde tevekkülde kaldılar. Bu küçük hikâyenin ifade etiği
mânâ 60 senelik bir dünya hayatına sığdırılmak istenilen faslet, ahlâk, kanaat
mefhumlariyle hırs ve maddeye tapma arzusu te şehvaniyet mefhumlarının
mücadelesini ifade eder ki, bu mü-adelede hakikatin
nurundan uzaklaşma saikasının verdiği man-ıkla, insanoğluna ahlâk, adalet,
fazilet ve doğruluk hasletlerini haykıran dinlerin, hırs ve nefsanî arzularının
tatminine engel ol-İuğu ileri sürülerek, netice itibariyle beşeriyetin,
yekdiğerini boğazlamak için her an hazır bir halde birbirlerine hırs ve
düşman-kla bakmasını husule getirmiş ve bugünkü dünya, bu kisve altm-a, düşünen
kafa için bir üzüntü silsilesi haline gelmiştir.
"
j Halbuki ölüm bir yokluk ve varlık bataklığı
değildir. Pırıl pı-fl açacak bir sabahın, son karanlığıdır. Hayatın beşikle
mezar ara-
J
t
99
....................-.........-
.................-......- '
sı
kısa bir mesafeden ibaret olduğunu sanan dar bir kafaya, mezar dağlarının
arkasından sökecek bir ölmezlik sabahının tülleneceğini anlatmak, çok zor ve
korkunç bir iştir.
îlim
ve fennin, kitap ve kütüphaneleriyle gözyaşı, acı ve ıstırap kelimeleriyle
kapadığı ölümün hakikatim ancak Peygamberin tuttuğu meş’ale altında, îmân
yolculuğuna çıkmış insanlar anlıya-bilir, başarabilir...
Yaşamak
hırsı içinde bulunan insanoğlunun, dünyada iken sarıldığı lezzet ve zevkin bir
anda, yokluk diye inandığı Ölüme sürüklenmesi kadar hicran olamhz. îmânsız,
karanlık bir akıbete dünyadan giderken, çivilenmiş hırsı ile ruhu, bir birinden
gıcırtı ile sökülür gibi ayrılır.
Diğer
taraftan îmânlı bir insan, ölüm kelimesini hecelerken, tatlı bir vuslat içindedir.
Bütün ömrünü sevgilisinden kalma bir mendil gibi dünya hayatına salhyarak,
ölümle sarmaş dolaş olarak, ebediyete gözlerini yumar gider...
mevcut
olunca, zaman ve mekân mefhumları ortaya bizzarur çıkıyor, canlı da zaman ve
mekân ile mukayyet oluyor demektir. Bu canlı hücrenin hayatı için evvelce
hazırlanmış şartların mevcudiyeti de lâzımdır.
Arz
güneşe en uygun uzaklıkta olduğundan, bu iyonizasyon arzda vuku’a gelmiştir. Bu
tesadüfi bir hal değildir. Bu gün astronominin bildirdiğine göre, tetkik edilen
bir çok yıldızlarda, iyonizasyon olmadığı ve hayatın
da bulunmadığı ileri sürüldüğüne nazaran bu şartların orada olmadığı ortaya
çıkar...
Canlı
moleküllerin en mükemmel mimarisi insan vücudunda-dır.
Bu mimarideki diziliş sabit ve değişmez bir kimya olmasına rağmen akıl yoran
mütemadiyen harekette bulunan bir âhenk silsilesidir.
Bu
tesadüfün bir eseri değildir, olamaz da. Bu âhengi hiç bir kuvvet katiyyen
değiştiremez. Canlı moleküllerin esas özü olan protoplâzmada, gıda yolu ile
alman birçok maddeler yerlerini yeni maddelere terk ederek vücuttan çıkar
gider, yani uzviyet her an bir yenileme mahşeri içindedir.
Semânın
insana korku veren engin derinliklerinde pırıldıyan yıldızlara ASTRONOT
gönderen bugünkü ilim ve fen biyolojik bakımdan hayatı, canlılığı şöyle tarif
ediyor. Hayatın ilk canlı atomu imar işinde şaşırtmak imkân haricindedir. Erik
ağacı elma vere-olarak hücreyi kabul eder. Cansız moleküllerin suda eriyerek,
bilinmeyen bir kudretle iyonize olmasından ilk hücre meydana gelmiştir.. Canlı uzviyet kimyasının vardığı, fennî, İlmî bu sır,
Kur’ân-ı Kerîm’in Embiya suresinin başlangıç olarak bildirdiği şu âyetin aynı
ve izahıdır.
“Vecealnâ
minelmâi küllü şey’in hayy.
Bir
hayvanın bir insanın veya bir nebatın tohumunu hem vücudu içinde hem dışında
hiç bir kuvvet tesiriyle yapacağı neslin
mez.
Kedi tavşan doğuramaz... Karınca sinek çıkaramaz... Canlı olabilme hâdisesi; o
halde moleküllerin âhenkli ve değişmeyen bir düzeninin ifadesidir.
Maddenin
bu âhenk içinde dizilişi, el Bedi esmasının tefsiri, bu âhengin Allâh’m
esmalariyle tecelli ihtizazından ibarettir. 99 esma, kimyanın MENDELYEF
cetvelindeki anasırın yaradılışındaki kudretin sudur yerleridir. Ölüm canlı
moleküllerin ahenkli dizilişinin bir anda çözülüşü ve kimyevî anasıra ayrılmağa
gitmesidir. Parçalanan bu kimyevî unsurların en son kalan, elle tutulan kısmı
kemiktir. Bu kemik parçası diziliş âhengi bozulmuş cansız moleküller yığını
değil midir? Bunun tekrar canlı molekül haline gelmesi bir tecelliye
vabestedir. Allah istediği an âhengi var edebilir, yok edebilir...
“Kün
feyekün, her şey aslına dönecektir.” Âyeti budur. Yanan bir elektrik lâmbasını
biz devamlı yanar görüyoruz. Halbuki o sa-
Burada
çok ince bir mânâ ve hakikat gizlidir... Maalesef şimJ diye kadar yukarıda
anlattığımız küçük hikâyenin verdiği zihniyet içinde bu âyeti Kerîmenin
büyüklüğü garp âlimlerinin yüzüne onların ilim kelimeleriyle izah ederek
savrulmamıştır... Kâinattak maddeler, evvelce mevcut olmayıp sonradan husule
gelmiştir. Evvelce mevcut olmayan madde sonradan yaratılıyor demektir. Mad
denin evvelce mevcut olmayıp sonradan husule geldiği kabul edildiğine nazaran:
Yani cansız moleküller suda eriyor. Sonra iyonize oluyor. Ve ilk canlı molekül
hücre teşekkül ediyor. O halde bunuıj bir yaratıcısı mevcut olacağı
kendiliğinden ortaya çıkıyor.. Madde
niyede
elli defa yanıp sönmektedir. Bizim zaman ve mekân idrak hududumuz dışında
olduğundan, onun zaman ve mekân dışında i “Künfeyekün” oluşunu idrak
edemiyoruz.
Jeoloji,
Astronomi ilimleri arz için bir sonun mecburi olduğunu 1 kabul
ediyor.
Havadaki
bir değişiklik veya bir kuyruklu yıldızın arza çarpması bu sonucu husule
getirecek diyen eski iddialar tatmin edici değildir. Zira yıldızlar arası
açıklık ve boşluk o kadar derin ve kor- i kunçtur ki yıldızların yekdiğerine
çarpması imkânsızdır. Korku ve-: rici bu genişlik bu kadar basit gibi görünen
büyük hâdiselerin vu-1 kuuna mânidir. Güneşin aya girmesi, Kamerin husufu,
Kur’ân âyetleri, dolayısiyle madde muvazenesinin madde âleyhine çevrilmesini
ifade etmektedir.
Allâhın
mutlak hükümlerinden biri olan son, kıyametin Rabbül Âleminin vasıtasız
tecellisiyle meydana geleceği keyfiyetini açıklamaktadır.
îşte
bu hal Allâh’ın arz enerjisi sisteminde vasıtasız olarak yenileme emri
vermesinden ibarettir. Bu enerji değişmesinde yeni ve taze atom sistemlerinin
meydana geleceği fizik kanunları arasında en kuvvetli yeri almaktadır.
Atomların
madde ve sistem teşkil etmelerindeki bu konuşma, Kur’ân âyetleriyle bildirilen
“Kevn” lâfzının, canlılık için elverişli şartların tekevvünü ile,
maddecilerin bağırdığı iyonizasyonun tekrar başhyarak protoplazmanın ve
hücrenin teşekkül edebileceğini ve ha- i yat âhenginin tekrar kurulacağım ifade
eder.
Molekül
ve atomlardaki bu muntazam alışkanlık, o gün bizim i mimarîmizi yeniden
dokuyacak ye emir âleminin o güzel, ölmez ruhu bu oluş âhengi içinde vücudun
canlılık halini tekrar süsleyerek! onu diriltecektir.
O
halde, toprakta kalan o kuru kemik parçası, tekrar taze filizi vererek
canlanacaktır.
Tekrar
dirileceğiz. O halde...
Resulü
Ekrem’in bildirdiği, Allâh’ın emrinden olan ruhu ince-! leyelim: Ruhî fiillerin
ve tezahürlerin merkezi olarak, ilim ve fen, beyni kabul ederek, ruhu inkâr
yoluna sapmıştır.
|
Bu
gün beynin en ince noktasına kadar haritaları yapılmıştır. Bu haritaların
tetkiki, ruhu inkâr edenleri utandırmıştır. Beyin hastalıklarında, yapılan
otopsilerde ve eldeki beyin haritalarında, muhtelif hareketlerin merkezleri,
bacakların, ellerin, parmakların her türlü harekî fonksiyonları için, beyinde
merkez tesbit edilmiştir.
Fakat
korku, gurur, emir gibi hissi mefhumlar, düşünce, akıl, hayâl gibi insanların
insanlık vasfını merkezleştiren bir takım melekeler beynin hiçbir tarafına
yerleştirilememiştir. İnsanları, cemiyetleri yekdiğerine bağlayan birtakım
ahlâkî hasletlerin hastalık şeklinde noksanlığına müptelâ olan cânilerin,
hırsızların, anormal şehvetperestlerin, gaddar zalimlerin öldükleri zaman
yapılan otopsilerinde beyinde hiç bir anormal değişiklik tesbit edilememiştir.
Son yıllarda beyin üzerinde yapılan elektrik! grafiklerin
tetkikinde; akıl, düşünce, zekâ, cesaret, ahlâk, fazilet, umdeleri normal veya
anormal olan kimselerde bir değişiklik göstermemiştir...
Bir
meçhulü, halli güç diğer meçhullerle halletmek zaruretine; ancak, elimizde
müspet ve izah edilmiş delillere dayanan, makul bir nazariye bulunmadığı zaman
katlanabiliriz...
Netice
olarak: insan bedeninde beyin ve hücreden maada gizli bir mâna cevheri
mevcuttur. Bu günkü akademik bilgilere inanan garbın âhmleri, ruhu yanlış
tasavvur etmektedirler.
Bedene
giren, çıkan gözle görülmeyen bir şey hissediyorlar. Fakat ruh anlamını
ikrardan korkuyorlar.
Islâm
felsefesinde ve Kur’ân’daki ruh anlamı bunlarca anlaşılmış olsa, hepsi ruhun
mevcudiyetini ikrardan ve teslimden çekinmeyeceklerdir. Fakat şu muhakkaktır ki
bir gün gelecek bunu îmân ile bağırarak ikrar edeceklerdir.
Resulü
Muhteremin ruh hakkmdaki tebliğlerini inceleyelim:
Ruh
emir âlemindendir - Erruhu min emri Rabbi.
Resule
ve Kur’ân âyetlerine dayanarak ruhu şöyle izah edebiliriz: insan vücudu his
esmasının canlılık halini devam ettirdiği müddetçe bir radyo cihazı gibidir.
Dimağ bu cihazın elektrik tesisatı, lâmbaları ve teknik akşamı mahiyetindedir.
Bu radyo cihazm-da asıl radyo dalgalarını dağıtan verici cihazda, yani radyo
merkezinde konuşan şahıs nasıl hassasını bütün diğer radyolara veriyorsa;
Rabbülâlemin, verici radyo merkezi olan ruhların bulunduğu levh-i mahfuzdan,
bütün âleme hitap ediyor.
İnsana
insan vasfım veren ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfım veren de verici
radyodan çıkan ruh ismi verilen, bu his dalgalandır.
Dış
görünüş itibariyle radyo, madde cihazı ile elektrik cerya-mndan müteşekkildir. Halbuki verici, radyo dalgalannı vermediği yani konuşmadığı
müddetçe bütün bu maddî tesisatı havi radyolar tamamen sessiz ve
hareketsizdirler. Ruhun ebediliği âlemine izafe-tendir.
Bin
küsür sene evvel ruhun emir âleminden olduğunu dünyaya haykıran muhterem ve mübarek
Resul-i Ekrem’in bu inci sözünü maddeye tapan göz ve kulak bir türlü idrak
edemez. Bir çok ilim kazamnda yoğrulmuş,
türlü kalıplara dökülerek mantık süzgecinden süzülmüş sözlerle, binlerce
ciltlik kitaplar yazılıyor ve bu gün herkesin evinde ve dünyanın her tarafında
bulunan radyo bize ispat ediyor ki:
Asıl
radyo, verici istasyondur ve orada konuşan spiker asıl radyodur. Her dalga
uzunluğundaki his dalgalarını ve ihtizazları alan büyük veliler senelerce evvel
vücudun vahidden ibaret olduğunu haykırmışlar (Müessir ile Müessirun fih)
ifadelerini kullanmışlardır. Bütün dünyadaki radyolar kırılırsa radyolar vahid
olur. Teker teker işleyen radyolar bu dalgalan almaz hale geldiği zaman
kıyameti suğra vukuua geliyor. Bir gün bütün radyolar dalgaları almaz hale
gelecek o zaman kıyameti vusta olacaktır. însan mevcudiyetinden çıkan ruh
radyonun muattal hale gelmesini ifade eder.
“Ankara
radyosunun neşriyatı bitti. Geceniz hayırlı olsun” dendiği zaman yarın radyo
konuşmayacak demek değildir.
Emir
âleminin ihtizazı olan ruh ayrıldı diye yarın insanın tekrar dirilmiyeceğini
söylemek doğru değildir.
Kıyameti
kûbra husulünde mükerreren kâinatın tek konuşan spikeri Cenab-ı Zülcelâl tekrar
konuşacak ve yıllarca sessiz kalmış radyo cihazları da tekrar ses vermeğe
bağlıyacaktır ki bu Ba’sü bâd-el-mevttir işte.
Hangi
tohum ekilmiş de bitmemiş...
(Eleyse
Zalike bikadirin ala en yıAıyiyel mevta...)
Hallacı
Mansur radyosuz asıl spikeri dinledi ve radyo yoktur ve yalnız spiker vardır
diye bağırdı: “Enelhak”.
Bu
derin hakikati işitenler köylerde radyo dinleyen ve radyonun hangi mekanizına
ile işlediğini bilmeyen insan kitleleri gibi, anlayamadılar... Ve onu vurdular.
Fir’avun
da Allâh’lık iddia ettiği için devrildi. Mansur da ben Allah’ım dedi boynu
vuruldu. Ama firdevslere yükseldi.
Anlamadan
anlamaya, söylemeden söylemeye, korkunç uçurumlar kadar fark vardır. Açık
hakikatlara itiraz etmek, insanları felâkete sürükler. Allah’ın Velilerinden
mübarek bir zat şeyhinin beka âlemine göçmesi üzerine teessüründen kabrini
ziyaret eder, dönerken “Bu dünyada artık ne var şeyhim göçtü, yaşamak mânâsız”
diye düşünüyordu. Tam bu sırada önünde bir nûr belirdi. Nûr gittikçe büyüdü,
kesif bir hal aldı; şeyhinin hayattaki şeklini aldı. Müridine elini uzatarak:
“Acele
etme oğlum daha ben bile ölmedim. Sen ölmeğe ne diye hazırlanıyorsun” buyurdu.
Büyük
Bestâmi: “Ben hakikate erdikten sonra şunlarda yanıldığımı anladım” buyuruyor:
“Sanıyorum
ki ben Allâh’ı istiyorum. Sonradan anladım ki Allâh beni istiyor. Allâh’ı
zikrettiğimi sanıyorum. Meğer Allah beni zikrediyörmuş. Yaptığım şeyleri kendi
faydam için yaptığımı zannediyorum sonradan öğrendim ki Allâh’a çoktan
kavuşmuşum.”
Bütün
beşeriyet, âlimleriyle, kitaplariyîe, üniversiteleriyle ölüm hakkında asırlarca
söylemiş, karalamış, bağırmıştır. Netice hepsinin hulâsası şudur: Hıçkırık,
gözyaşı, ıstırap... ve binlerce hastalık nev’i isimler, teşhisler.. Bu bir satıra çıkan kelimelerin mânâları ile teselli
bulmağa savaşmıştır. Ölüm ve ötesini herkes mı-rıldanmıştır.
Her önüne gelenden bir iki şeyi öğrenmekle kendisini olgun addeden kimseler,
dinin kemâl ve inceliklerini anlıyama-dılar.
İslâm
itikadına muhalif olarak ve bir takım batıl aklî delillerle tahkim edilmiş
makaleler ve kitaplarla kütüphaneler dolmuştur.
Hissen
gizli olan bazı şeyleri, görme duygusuyla keşif ve izah müşküldür.
Denizlerin
sularını riyazi olarak hesaplayınız şu kadar ton her gün buhar haline gelir
eksileni hesaplayımz, şu kadar sene sonra bu deniz bitecek diye riyazi bir
neticeye varınız. O an geldiği zaman denizlerin yine yerinde olduğunu
göreceksiniz. Zira deniz o kadar senede sularını değiştirebiliyor, bunu niçin
düşünmüyorsunuz?.
(Men
fekade hissen fakade ilmen.)
Netice
ölüm hakkında “Bilmiyorum” tasrif edilmiş sığasıyla yapayalnız kaldığımızı
görürüz. Ölümü, ilim, üniversite kürsüsünden değil îmân kürsüsünden beklemek
lâzımdır. Beni senelerce yazılarımdan takip eden muhterem okuyucularım, artık
ben yalnız hâtıralarım için yaşıyorum. Bir çok
hâtıralar taşıyan insan ormanlardaki kurumuş meşe ağacına benzer. Bu meşe artık
kendi yapraklariyle süslenmez. Bazen çıplaklığını asırlar geçirmiş dallarının
üzerinde biten yabanî nebatlarla örter.
Bir
müddet için sîzlerden böyle uzak kalışım, ebedî âlemde ayrılmamak içindir.
Hayat geçicidir. İnsanın ailesi bir gün gibi geçer gider. Allâh’m takdiri onu
bir duman gibi dağıtır. Oğul ve kız babasını, babası oğul ve kızını, birader
hemşiresini, hemşire biraderini pek az tanır.
Meşe
ağacı etrafında palamutların filizlendiğini görür amma, Âdem
oğulları bu saadetten de mahrumdur.
Bu
sözler, gecenin derin karanlıkları içinde gizlenen ve kayaların arasından sızan
sulariyle mevcudiyetleri meydana çıkan kaynağa benzer. Bu kaynağı anlamamzı
rica ederim.
Size
rahmetli olmuş bir arkadaşımın söylediği sözlere ismimi ilâve ederek
huzurunuzdan ayrılıyorum. Duanızı dilerim.
Bakanlar
bana
Gövdemi
görürler
Halbuki ben başka yerdeyim.
Günü
gelince
Gömenler
beni
Gövdemi
gömerler
Orada
bile başka yerdeyim.
Gel
aç üstümü ne görüyorsun
Görünmeyeni
Görebiliyor musun
Doktor
nerede
Derman
ne oldu?
Sana
bana olan ona da oldu.
Kendi
beyaz gömleği altında
Birden
yok oldu.
HAMD VE ŞÜKÜR
Şükür
daima ni’met ve ikram-ı Rabbâniye karşı duyulan minnet ve mahcubiyetin
ifadesidir. Şükrün ifadesinde, tekrarının, devamının ve fazlalaşmasının arzu
edildiği gizlidir. (Hamd) de übu kadar kâfi”, “Fazlasını arzulamam”,
“Kanaat hududundan bir santim ilerlemesini istemiyorum”, “Beni bu halime
bırakın” istekleri mevcuttur. Mesaip ve belâyaya karşı en büyük bir silâhtır
hamd. Hamd edilecek yerde şükür yapmak, şükür ‘ edilecek yerde hamd etmek caiz
değildir. Hem de tehlikelidir. Elhamdülillâh diyen bir kimse: “Yarabbi
Kudretlerin kaynağı Sen’sin, her şey Sen’in arzunla mümkündür. Ben halime
razıyım, belâya da, saadete de... Beni bu'halimden, bu halimi aratacak hale
sokma” demektir. Elhamdülillâh çok şükür demek ise “Halime razıyım, bu halimi
bana aratma” Peşinen de “Yarâbbi teşekkür ederim” demektir. Beni, seni tanıyan
yarattın, bundan dolayı hamdederim. Fena bir kul, âsî, münkir bir kimse
yaratabilirdin; bu bana kâfidir. “Hamd, bütün belâyanın önüne sed çekmektir.
Çok ince haller vardır, hamd veya şükürün hangisini yapmak lüzumiyetinde hataya
gidebilir insan. Bundan dolayı da bu hataları yok etmek için (İstiğfar) yapmak
lâzımdır. Ben bilemedim, kestiremedim, niyetim halistir, fakat senden istemek
edebini, kul olduğum için lâyıkı ile anlayamıyorum. Bundan dolayı, hâtâlarımı
bana bağışla” arzusunu dilemektir.
Hamd:
Cesedin haykırışıdır.
Şükür:
Ruhun haykırışıdır... Hamd ile azap ve cehennemden-kurtulunur. Şükrile Cennet’e
girilir.
Ni’met
ve ikram-ı ilâhiyeye bilâ istisna her canlı: insan; hayvan, nebat mazhardır.
Hem de arası kesilmeden. Akan ırmak herkese su verir. Güneş herkese sıcaklık
saçar. Rüzgâr herkesi okşar. Bu ni’metlerden dolayı bunu vereni bilmese bile, o
ni’metlerin verdiği ferahlık ve telezzüzden dolayı insanın yüzü güler (Oh) der.
Nebatların yaprakları canlanır. Bu bir nev’i (Oh) demektir. Hayvan su içer,
doyar kuyruğunu sallar. Kuş öter. Bunlar hep bir nev’i (Oh) demektir. İşte bu
şükürdür.
Cenab-ı
Allah, yarattıklarına (Hamd)’ı öğretmek için, Resullerini göndermiştir.
Bunların
ilki ve sonu hamdedici olan Muhammed (S.A.)’dir. Hamd’ı yaratılan her mahlûka
öğreten O’dur. Onun için şükrü, ruh ezelden bilir.
Hamd sonradan öğretilmiştir. Şükür doğrudan doğruya, Zatullah’a racidir.. Hamd onu tamtan, yalvarma edebini öğreten Resûlden,
Allâh’ı Zülcelâle çevrilir. Dünyadaki hamd’ı iyice öğrenmeden örseleme. Şükürde
kal, ikisinin arasında şeytan seni bocalatırsa (Sabır) da kal... Hem de
hudutsuz sabırda. Sabırda hazineler gizlidir.
Buğday
sekiz ay toprak altında gizlenmeye sabrettiği için aziz ni’met olmuştur. Sedef
aza kanaat ettiği için sabra kavuşmuş ve Allah içini inci ile doldurmuştur.
Resûl aza kanaat âbidesi olduğu için Rıahmetenlilâlemin bas, edilmiştir.
Sabırda, kanaatta; rahim, şefik olan Allâhu Lemyezel gizlidir. Bu
sıfatlara'bürünene (Size Şah damarlarınızdan yakınım) diyen Allah görünür...
Hamd âhiret kapısında biter.. Şükür ise diğer âlemde
de vardır. Allâh’m mağfiret deryasında yegâne eriyen şey şükürdür. Diğerleri
erimez. Mağfiret deryası tarafından kabul edilmez. Şeker suda erir.
Zeytinyağında şeker erimediği gibi, şükürden başkası da mağfiret deryasında
erimez...
Hamd
insanı mağfiret deryasında eriyecek hale hazırlar ve insan şükür külçesi
halinde, mağfiret deryasına dalarak eriyip gider, saadeti ebedîye’ye karışır.
O
zaman Cemâlullâh tecelli -eder. O halde bütün ni’metlere (Maddî ve Mânevî)
şükür... Mesaip ve belâyaya hamd etmek lâzımdır..
Kuldaki şükrün ifadesi, edeb içinde, emirlere büyük bir zevkle itaat, sonu
gelmeyen tatlı bir arzu ile istekle ibadat, taattır. Hamd’m ifadesi me’yus
olmadan rıza, tahammül ve sabırdır. Şükrün menzili en küçük dereceden en büyük
derecelerine kadar daima doludur. Zira ruhlar, arza inmeden evvel kendilerine
talim edilmiştir. Ruhların arza indirilmesindeki murad-ı İlâhî hamdı
öğrenmeleri içindir. Hamd menziline gidilirken bu yolu dolduramıyanlar
yuvarlanırlar. Şükrün hakiki olup olmadığı hamdın mevcudiyeti ile ispat edilir.
(Hayır ve Şer Allah’tandır.) Hayır, şükrün
yerine varması ile gönderilen, ardı arası kesilmeyen mağfireti Süphaniyyenin,
le-meat ve akisleridir.. Şer Hamd’sizliğin
mukabilidir.
Ateşe
el sokmayan nasıl elini yakmazsa, hamd edene şer gelmez... Ateşe elini sokanın
eli nasıl yanarsa hamd etmeyene şer gelir. Bunların istisnasız Kanunu İlâhî
oluşundandır ki (Hayır ve Şer Allah’tandır.) Cümle-i Çelilesi bildirilmiştir.
Kulun şükrüne vesile olacak bütün ni’met ve ikram-ı İlâhilerin sai ve
muhafızları, meleklerdir. Şerrin, hamdsız kalmasına da çahşan, şeytandır. Bu
büyük ve İlâhî intizam ve carî kanunun fehmedilsin edilmesin sigortası da,
kanaat ve sabır hasletlerinin takviyesine çalışmak ve bunda muvaffak olmaktır.
Kanaat
ve sabır zırhına bürünene, şeytan yaklaşamaz. O zaman kul hamd edici sıfatını
giyer. işte, Resulullâh’ta erimek budur. Resulullâh’ta
eriyenin içinde korku yoktur. Zira Resulullâh’ta eriyen kimse, rızadan bir
parça olur. Cemâlullâh’a kavuşur, bütün bu nehyi İlâhîler, buraya kavuşmak için
kurulmuş, mağfiret süzgecinden süzülmüş çarelerdir... Nehileri, mantık
yürütmeden, aklile eşelemeden, şüphesiz kabul ve tatbik etmek lâzımdır. Şeker
hastalığına, şeker yemek yaramaz; vücudu ifna eder. Bu bir hakikattir. Niçin
yaramaz? izah edin, yapamazsınız. Ancak, onu, ehli
olan doktor, size tecrübe ile izah eder. Bütün hastalıklarda, bazı hususlarda
kat’i perhiz yaptırılır. Çünkü alınırsa vücudu fenaya götürür. Mâneviyat
âleminde de iş, aynı ile vakidir. Onun için, “şarap içmeyiniz”, “Hınzır eti
yemeyiniz”, “yalan söylemeyiniz”, “kimsenin hukukuna tecavüz etmeyiniz”,
“Ulûlemre itaat ediniz”, “Ism-i İlâhîyi anmadan bir şey kesmeyiniz”, “adaletten
ayrılmayınız”. Velhasıl bütün haramlar ve nehîler, ruhun temiz, saf bir halde,
Allâha dönmesini temin için vaz’edilmiş, Allah emirleridir. Sebeplerini aramaya
kalkma şeker hastalığına şekerli maddelerin niçin dokunduğunu anlaman için
doktor olman lâzımdır. Doktorluk tahsil et, ondan sonra anla. Nehîlerin
sebeblerini anlamak için de mânevîyat doktoru olmak lâzımdır. Onlar da, dünyada
iken, Hak’ka vasıl olan velilerdir. Bir doktor, şekerli hastaya, şekerli
maddelerin dokunacağını yalnız söyler geçer, izah etmez, etse bile, hasta
anlıyamaz. Nehîler de böy-ledir. îzah edilse anlaşılamaz. O makam ve mertebe, o
ihtisas dere cesine ulaşmak lâzımdır. Onun için, akıl ve mantıkla izahlar
bulmak bir işe yaramaz insanı yuvarlar...
Muhterem
okuyucularım, bu işleri bu kadar bilmeniz, herhalde kâfidir, zannederim. Niyaz
ve dua ederim; Allah sizi kanaat, sa-bir gösteren, emirlere şek ve şüphesiz
itaat eden, şükrü bilen ve daima hayâ ve mahcubiyet içinde bulunan, mesaip ve
belâya karşı tükenmez hamdedici ve sabır, huzur içinde yüzen kullarından
ey-leye. Beni dinlediniz, belki bir şeyler öğrendiniz. Mukabeleten de, bana,
ayrıca teker teker dua etmenizi dilerim.
Şimdi
bu edeble biraz daha dolaşalım: Emr-i İlâhîyi bihakkın yerine getirmeden,
Allâh’tan bir şey istememek, (Hayâ) dır. Hayâ makamında
kul, saray-ı ilâhiyeye girebilir. Saray-ı İlâhînin adâbı muaşeretini bilmeden,
burada yürünmez.
Siyret-i
Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın âdabıdır. Bundan dolayı Rahmet-i Süphaniye, kalb-i
pak-i Resûl’e inmeden, onun parçaları olan kullara yetişmez.
Onun
için, her münacaatm başında, Resûl’e selâvat getirmek icabeder. Bu usulü, kendi
kudreti derecesine göre, insanlar ya takip ederler yahut etmezler. Bu takipte
hatâ, daima, insana râcî bulunur. İnsan, bu yol üstünde, şeytan ile
birliktedir. Hatâ, bazân doğru; bazân, hatâ şeklinde görünür. Kul, bunların
farkında değildir, insan, sevdiklerinin hatâlarından dolayı üzüntü duyar; bu
duygu, Rahîm esmasının, kula göre tecelli miktarıdır. Bunun altında acıma
gizlidir. Fakat esma-yı ilâhîyenin (Rahîm) ’in altında acımak gizli değildir.
Gizü olsa o sıfatlıktan çıkar... Soğuk su ateşi giderir. Bu gidermek, ağzı
kuruyan ve içi yanan adama, suyun acıdığından değildir. Suyun, ferahlık verici
olmasındandır, işte (Rahmetel-lil âlemîn) olarak gönderilen Resûl, Allâh’ın Rahîm
esmâsının pınarının hâzinesinin musluğu gibidir. Bu sıfatın Resûl’de tecellisi mu-rad-r İlâhîdir. Bu tecelliye çarpmak (Şefaat)
denilen, (Resûl’ün kulun hatâsına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki
üzüntüyü kaldırmak için, Cenâb-ı Hak tarafından kendisine hediye edilen
destur)’u ortaya çıkarır.
Şefaat,
dilemek, istemek, aslında Rahîm esmasının Resûl’de tecelli eden acımak
lifinden, yardım talep etmektir. Şefaat etmek demek, Rahîm esmasının kulun
kaldırabileceği miktarda olanını Rahîm sıfatına çarptırmak demektir. Onun için
Allâh’ın izni olmadan Resûl Şefaat edemez sözünün mânâsı böyle fehmedilir...
(Tevessül) ise dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemek demektir.
Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde Rahîm esması tecelli eder, kul kurtulur.
Fakat ânı vahitde de erir. Tevessülün altında acımak yoktur.,
insan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır. (Tevessül) de bir hususiyet,
(Şefaat) de umumiyet gizlidir. Rahmet çeşmesinin pınarının fışkırdığı yer Resûl
olduğu için (Şefâat) herkese yapılacaktır. Arzu etsen de, etmesen de. Zîrâ
Rahmetellil âlemin’dir O Resûl-i Kibriyâ... Şefaat etmem dediklerine bile
şefaat edecektir O Mahbubuhüda...
Tevessül
tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek, edeb harici bir iştir. Rahim
esmasının altında, kalb-i pâk-i Resûl gizlidir. Rahim esmâsının altında acımak
yoktur. Acımak olsa (Kahhâr), (Zulintikâm) esmalarının mânâsı kalmaz. Sıfat-ı
İlâhîye yekdiğerini cerh edemez. Yek diğerinin
tamamıdır. Ancak tecelli- şekillerine göre başka başka görünürler... Rahim
esması kalb-i Resûlde (Acımak) şeklinde tecelli ederek (Şefaat) halinde ortaya
çıkar.. Rahim esmasının yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i
mübarek-i Resûlde parlıyan (Rahim) ismi, acımak suretinde tecelli ediyor.
Esmalar, kuldaki tecellilerine göre tezahür eder, hangi esma daha ziyade
tecelli ederse, o kul, o şekilde bir insan olur. Can almağa mahsus (Azrâil)
Mümit esmasının tecellilerini yerine getirir. Esma doğrudan doğruya sudur ederse canlı
hiç bir mahlûk kalmaz. Kelâm-ı İlâhî Resûl’e (Cibril) ile nazil olmuştur.
Doğrudan doğruya nazil olsa kâinat buna tahammül edemez. (Kur’anı biz dağa
indirseydik, dağ paramparça olurdu.) Diğer büyük melekler de böyledir.
Cenâb-ı
Allâh’ın herşeyle teması vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinat ve
mevcudatın tahammülsüzlüğündendir. (Biz insana tahammülünün fevkinde iş
yüklemeyiz) Âyeti budur. Esmaların birleştiği Zatullâh’ın küçük bir tecellisine
bile tahammül edilemez. (Lilcebeli cealehû dekken) bunun beyanıdır.. İşte (Şefaat) bu tahammülsüzlüğü tahammül edilir hale
getirmek için Resûl-i Ekrem’e verilmiştir.
KAZA VE KADER (Ben insanın sırrıyım
ve insan benim sırrım)
Allah
Allah’ın
ilim ve tekvin sıfatlarına raci olan kaza ve kader îmânın en esaslı
temellerinden olup, her ikisine birden îmân farzdır, Islâm dininde... inkâr dinsizliktir, şirktir. Bu hâl elim ve feci bir haldir insan oğluna...
Islâm
dininde en çetin, anlaşılması güç, akılla zor kavranabi-len mevzuların başında
gelir... İnanabilen, aklın kavrıyamıyacağı bir sevgi içine gömülür.. Ne mutlu bunlara...
Hazret-i
Resul bu mevzuda sual soranlara: Buna îmân ediniz, münakaşa etmeyiniz. Bu
yüzden sizden evvelkiler dalâlete düşüp mahvolmuşlardır, buyurmuştur... Kaza ve
kadere îmân, Allâh’m ilim, irade ve tekvin sıfatlarına îmân demektir.
Eskiler,
kaza ve kaderi izah için, bir çok söz söylemişlerdir..
Hepsi kapalı ve anlaşılması güçtür. Zira söylenenleri anlamak derin vukufa
bağlıdır. Kaza ve kaderin tarifi Islâm dininde iki büyüğün izahı içinde mütalâa
edilegelmektedir... Mâturüdi ve Eş’ari. Biri: Ezelden bütün eşyanın vücuduna
taallûk eden ilm-i İlâhî., diğeri ilm-i İlâhîye
mutabık bir surette kâinata ezelden taallûk eden İlâhî irade... işte elde olan tarifler bunlardır... Bunlar izah değildir.
Tariftir. Bunlara karşı cebriye ve kaderiyye diye iki garip uydurma izah ve
mütalâa daha vardır...
Bu
tarif ve izahları anlamak çok güçtür. Kaza ve kaderin bu izahlarım yapanlar,
anlamamışlar diyemiyeceğim, anladıklarını izah edememişlerdir. Ancak tarifte
kalmışlardır.. Biz bunları anlaşılabilecek şekilde
izaha çalışacağız... Yalnız bazı cümlelerle okuyucularımıza biraz malzeme
vermek lâzımdır.
·
1 — Allah insanları arzuları üzerine hareket
etmek kabiliyetinde halketmiştir.
·
2
— Bundan dolayı Allah ihtiyara bağlı olan bu işleri, insanların dilemelerine,
arzularına ve ihtiyarlarına uygun olarak irade ve icad buyurur ki, bu irade ve
icad evvelden mevcut olup, kanun şeklinde kâinatda Sünnetûllâh ismi altında
câridir. Zira âdât-ı İlâhîye bu yolda cereyan etmektedir.
·
3
— İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahlûk olması da, Allâh’m dilemesi ve
takdir buyurmasiyle olmuştur.
·
4
— Allah insanın istediğini yapabilir bir surette olmasını dilemiş ve öylece
halketmiştir. Bunun içindir ki, insanlar kendi istek ve ihtiyarı ile bir şey yapmak, veyahut yapmamak iktidarına mâliktirler. iki cihetten birini tercih ve ihtiyar edebilirler. (İstiyen
îman eder, istiyen etmez.) Âyet....
Şimdi
bu küçük bilgiyi unutmayınız. Okurken kafanıza saplanacak her türlü fikir ve
itirazı terkediniz, okumaya devam ediniz...
KADER:
Kalem-i âlâ ile Allâh’m dünyalar, âlemler yaratılmadan evvel yazılmış bir
arzusudur.
KAZA:
Bu muradın oluşudur. Kader ve kaza insanlar içindir. Bundan dolayı insanlar
ebedîdirler. Ezelî değildirler. Yalnız Zülce-lâl ezelidir. Kader ve kaza
hürmetine Cenâb-ı Allâh her esmasının altına Rahîm esması ile gizlenmiştir. Her
şey Allâh’tan olduğuna göre; bizi muhafaza et demek lüzumu ortaya çıkar. (Ya
Hâfız) bize acı, âfât verme demek suretiyle Cenâb-ı Allâh daima kendisini
teşbih ettirmededir...
Kalem-i
Â’lâ: Arzuladığım proje tahtında dünyaları yaratacağım, bu isteğin tezahürü
çizilmiş demektir. Bu çizme Kâlem-i Â’lâ iledir. Yâni muradın tecelli etmeden
evvel lâmekândaki oluşuna (Emir suduru kanalı) Kalem-i Â’lâ’dır. Bu yazılış
kaderdir. Meselâ hava, su, toprak, ateş yaratacağım, bunlara bir
çok hassalar verip değişmez kanunlar ile yekdiğerine bağlıyacağım.
Bunlarda fizikî, kimyevî bir çok kanunlar, prensipler
vardır. Su sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar soğuğa çarpacak su olacak,
kar olacak,, herşey arz çekimi ile düşecek, ilâhiri
gibi... değişmeyen hâdiseler, muradın tezahürü,
oluşudur. İşte bu kazadır.. Suyun yaradılışı
mu-raddır.
Muradın
tecellisi kaderdir. Suda birçok hassalar var; buhar olma,
kar olma, buz olma, gıda
olma, bunlar kaderin muhtelif tecelli şekilleridir, değişmez..
Bütün bu oluşlar bir kanun altında devam eder. Canlılar bu kader denizi içinde
bulunuyor. Bunun şiddetine maruz kaldığı dakikada kazanın tecelli etmesi ile, evvelce tespit edilen muradda gizli bulunan kudret
tecelli eder. Meselâ: Suya düşen boğulur, kazaya çarpar demektir. Suyun boğmak
hassası kaderdir. Buna tahammülsüzlük, kazaya çarpılmaktır. Herkesin ağzında
bir kaza kelimesi dolaşır. Birden bire, bilinmeden bir şeye giriftar olmak
mânâsına kullanılır. Aslında o hâdise mevcuttur. O anafora kapılmak, değişmeyen
kaza hududuna girmek demektir. Biz ismini yanlış, anlamadan söylüyoruz. Ammâ
bu, insanların bulduğu güzel kelimelerden biridir.
Sünnetullâh
tağyir edilemez, kader değişmez.... Ormanda bulunan
bir ağaca, Allah errezzak esmasiyle rızkı topraktan veriyor. Gökten bulut ile
suyu vermektedir. Bulutların cezbi, ormanların işidir. Ormanları harabedersek,
ağaçların Allâh’ı zikretmelerine son vermiş olûruz. O zaman Sünnetullâh’m cüz’î
bir kısmı tağyir edildiğinden bulut gelmiyor. Yağmur da yağmıyor... O halde
ormanları harabedilen bir yerde Allâh’tan yağmur istemek ayıptır... Yalnız
esasında çöl olan yerlerde yağmur duası yapılabilir. Dua, daima Sünnetullâh
dışında, tasarruf hududunda olacak hâdiselerden seçilerek yapılır. Tasarruf
hududunda hayır ve şer Allâh’tandır. Emrin câri olduğu hudut içindedir.
Hayır,
Hay esmasını harekete getirip bütün diğer esmalarla birlikte insan denilen
ekmel mahlûku hayatta tutan güzel ve değişmeyen kanunlardır. Bu kanun, insanın,
tam sıhhat ve Sünnetullâh kanunlarına uygun bir surette idame-i hayat etmesi
için kendine uymasım âmirdir. Bunun içinde adalet, ahlâk prensibi gizlidir, iyiliğe
matuftur. Bu hayırdır. Bunun aksi şerdir. insana
zararı olup binnetice hay esmasına karşı bir isyandır şer. Her ikisi de ilm-i
İlâhî ile evvelden tensip buyrulduğundan her ikisi de Allâh’tan-dır. Havadaki oksijen insan için lâzımdır. Hayatın devamı
için bu lâzımdır. Bir nevi hayırdır. Bunu yaratan Allâh’tır. Allâh’tandır.
Ciğerlerine oksijen sokmamak bu hayrı kullanmamak demektir. Kullanmamak
oksijensiz kalmak demektir. Oksijensizlik ölümü intaç eder. Vücut için bu bir
şerdir. Oksijensiz kalmanın ölümü intaç edeceği Allah tarafından evvelce takdir
buyrulmuştur. O halde şer de Allâh’tandır.
Bütün
bu hâdiselerdeki kanunların oluşları ve neticeleri de Allah’tandır. Bu
kanunların iyi veya fena taraflarına maruz kalmak ise, insanların elindedir...
Cebriyye de: Her şeyi yapan, yaratan Allah’tır, biz bir şeye kadir değiliz,
der. Kaderiyye; kul fiilinin yaratıcısıdır diye tuhaf, garip, saçma fikirler
ortaya atar. Bunlar kuru fikirlerdir. Bir mütalâadır. Fakat,
anlatış, öğretiş değildir... Bundan dolayı îslâm akaidine tamamiyle mugayirdir.. Arzu-yı İlâhîyi bildiren Resûl-i Ekrem’dir. Kitab-ı
Ekmeldir. Buna aykırı değil, küçük bir uygunluğu olmayan şiddetle reddedilir,
Islâm, dininde... İslâm’ın saçma dinlemeye vakti, zamanı yoktur. Kaza ve kader,
Hayır ve Şer Allâh’tandır. Bu gayet tabiî bir inanış ve olaydır. Al-lâh'm
dünyaları yaratmadan evvel, ben şöyle bir dünyâ yaratacağım. Bunun işlemesi
değişmeyen cazibe kanununa, kimyevî, fizikî, astronomik kanunlara, hayat
kanununa, tekâmül kanununa tâbi olacak. Bunların hepsine Allah lûgatında
Sünnetullâh ismi verilir.. Bunlar, inanan, inanmayan,
canlı, cansız, velî, kâfir, mümin, dinsiz herkes için aynıdır. O halde, bu
kanunda adâlet prensibi, ve her zaman böyle olduğuna
göre de ahlâk prensibi gizlidir. Kader, Allâh’m Cemal esmasına bağlı, Rahman,
Rahîm sıfatiyle süslenmiş, nizâm-ı kâinat ve kudret-i ilâhîyenin azamet ve
haşmetinin tezahürleridir... Bu dekoru hazırlamasındaki murad-ı İlâhî, hay ile
tecelli edip, gizli hâzinesini görmek arzusunda bulunmasının, görülür ifadesidir...
Muhatabım
olacak bir şey yaratacağım. Buna adâlet ve ahlâk prensiplerinin değişmeyen bir
zemini, bir mekânı hazırhyacağım. işte Sünnetullâh’ım
ile süslü bir kâinat yarattım. Değişmeyen kanunları var. işte kader arzusu.. Hayyı insana hediye ettim. Sünnetullâhm eâri olduğu ve
hayyın devamı için şartlan haiz olan kâinata koydum. Bu kanunlara riayet ederse
hediye ettiğim hay devam edecek arzum dahilinde..
Bunlara riayet etmezse Sünnetullâh içinde gizli Celâl sıfatımın gizlendiği
kısımlarına hürmetsizlik etmiş olacaktır. Su yaratacağım. Su azizdir. Zira
Cemâl sıfatının süsleri olan Rahîm ve Rahman sıfatlariyle azizdir. Canlılara
hay bu azizlikten çıkmıştır. Su, sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar
soğuğa maruz kalacak, yağmur ve kar olacak. Bunlar sudaki, suyu yaratmadan
evvelki arzuladığım güzel hassalardır. Yâni suyun kaderidir.
Suda
bir hassa daha vardır. Boğmak hassası... Muradın tezahürü, oluşudur. Bu,
kazadır. Suyun yaradılışı, murad, muradın tecellisi, kaderdir. Suyun
hassalannın, celâl ile görülüşü kazadır. Bu, Allâh’tandır. Bu hassalara,
kanunlara sarılmak veya sarılmamak bizim elimizde....
Bundan
dolayıdır ki güzel sözler, ulvî hakikatlar cezbedici şeylerle kamçılanan azgın
ihtirasları gemleyemez. Bunun neticesi olarak, dünya kanunlarında fertlerin
kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların mecmu’u cemiyetin ceza
vermek hakkının esasım teşkil eyler. Günâhlar bir de, insanların kendi
bünyesine işledikleri ihtiraslardır, diye tarif edilir. Ömür boyunca husule
gelen engeller insanların bu inhirafından d'oğar.
Bu
engeller, insanların ilerlemesini yavaşlatabilir. Fakat hamlesini
kuvvetlendirir. Irmağın önündeki kaya parçası gibi,..
Kaya, ırmakta şelâle husule getirir. Cesaret, alçak gönüllülükle olmazsa
fenalık doğurur, şerefsizlik husule getirir, onun için insanın şahsiyeti o
kadar mukaddestir ki, dünyada onun kadar iyi bir şey yoktur. Bütün kâinat buna
muhatap olarak yaratılmıştır. Yalan çiçek verir derler, fakat meyva, asla!. Bu câri kanunlardan inhiraf demektir.
Sâkin
ve mes’ut bir hayat ancak fazilet yoluyla elde edilir, demiş bir büyük... İşte
bu söz rızaya ve kanunlara riayet demektir. İnsan hariç, bütün diğer mahlûkat
hayatın başlıca hedefinin hayattan zevk almak olduğunu bilirler ve sezerler.
Fenalık yapmağa kalkan kimseye, elinizden geldiği kadar halâs çaresi göstermeğe
gayret ediniz. Göreceksiniz ki suçlar azalacaktır. Çünkü Rahmet pınarı daima
çağlamaktadır.
Mukadderatın
kendisine çizdiği hayat çemberini asla zorlamamış bir insan olarak bu yazıyı
yazan kul, şunu söyler; bu saha içinde ömrünü ikmal etmek için sessiz ve
sedasız sırasını bekleyen insan, kaza ve kadere, hayır ve şerre inanır, fazilet
yoluyla gider ebedî ülkesine....
Ecel
ne bir saat gecikir, ne bir saat evvel gelir.. Bu,
yazılan, bilinen, söylenen bir takım kelimelerle oyun yapılan mânâda değildir.
Tedavi
olunuz, tedbir alınız âyetleri boş değildir. Buradaki saat kelimesi Allah
lûgatmda bizim bildiğimiz saat değildir. İnsanın doğuşu malûm, ölümü meçhul...
Bunu, bir ağaca, bir çiçeğe, bir nebata, bir canlıya, Allah dünyalar
yaratılmadan evvel takdir etmiştir. Meselâ; Bir buğday 9 ayda başak verecek,
bir insan 9 ayda doğacak, bir nohut 90 günde yetişecek, demir şu kadar
hararette eriyecek, merkezi sıkletini kaybeden her şey düşecek, havasız kalan
canlı
ölecek, takatin fevkinde bir yük insanı zebun edecek, gözü çıkan görmeyecek.
insan
şu kadar soğuğa, şu kadar sıcağa tahammül edecek uzvî bir kabiliyette
yaratıldı. Bu uzviyet şu kadar senede eskiyecek... Mukavemet kanunları, hareket
kanunları, cisim filân cisimle birle-şince şu madde husule gelir, kimyevî
kanunlar, fizikî kanunlar, astronomik kanunlar; bunlar zahir olan Sünnetullâh
“hayatın değişmeyen kanunları”, hepsi, kader çerçevesi içindeki muraddır... Bu
kanunlarla yaratılan herşeyin mukavemetleri hududu tayin edilmiştir. Bu
kaderdir. Bu hududu aşmak, kanunların değişmeyen anaforuna kapılmaktır,
takdirin muayyen hududu dahilinde anafora kapılmamak
için dikkatli olmak lâzımdır. Dindeki dikkat; fazilet, adalet, doğruluk, ahlâk
prensiplerine uymak demektir. Meselâ balık suda yaşar dışarı çıkmaz. Çıkarsa
bunlara uymamıştır. Ölür.. İnsanın da bir buğdayın
ömrü gibi Allah indinde müddeti ömrü muayyendir... Ruhun cesede girişi ve
dünyaya gelişi ile - yani ruhun Sünnetullâh’m kanunları ile sıkı sıkıya
rabıtası olan uzviyete girmesiyle - ömür başlar. Ömür cesedin değil ruhun
ömrüdür. Ruh cesedden çıkar, fakat ölmez.. Ta ki
(Âyetle sabittir) bütün kâinat yok olduktan sonra Cenâb-ı Allah “Elmütekebbir”
esmasiyle tecelli edecek “Enellâh” Ben Allâh’ım diyecek... işte
bu an ruhların ölümüdür. Kur’ân’daki teehhür etmeyecek ömür kelâmı burada biter.
Bu ind-i İlâhîde evvelce tayin edilmiş ömrün değişmeyen sonudur. Bu kaciyyen
değişmez... Arada ruhun cesedden ayrılması kaderin çizdiği kaza anaforuna
kapılmaktır. Bu anafora kapılıp ölüm, diye tarif edilen hal bir
çok ecel cinslerini ortaya çıkarmış ve muhtelif tarif ve izahlara, bu
işlerle meşgul olanları, sevketmiştir.
Ecel-i
müsemmâ, ecel-i kaza, ecel-i muallâka bunların hepsi işin hakikatinin güç
anlaşılmasından doğan garip ve tuhaf tariflerdir. Bu tarifler kaderin, yani
muradın oluşunu husule getirir. Kaderde gizli olan oluş şartlarının ortaya
çıkışı ölümü intaç eder. Kur’ân-ı Kerim’deki değişmeyen saat, izah ettiğimiz bu
saattir. Zira aksi olsa idi bir insanın ömrü için dua etmek kadere ve takdir-i
ilâhiyeye isyan sayılırdı.. “Yekdiğerinizin ömrü için
dua ediniz” emr-i Resulü bundan dolayıdır. Yâni ömür için dua kaderin takdir
ettiği müddet içinde kazaya çarpılmadan cesetle ruhun birlikte devamı içindir.
'
Böyle görünmez bağlarla görünür şekilde tecelliyat arzın jeolojik bünyesine
bağlanan yâni kâinatta câri bütün Sünnetullâh hu-118
dudu
içindeki canlıların sükûn, ahlâk, adalet kelimeleriyle ifade edilebilen
hasletlerle bağlı olması adeta tabiî, manyetik, jeolojik kanunların bir
arzusudur. Yağmur ve soğuk havada çıplak gezmek, nasıl
zatürreyi husule getiren mikrobu vücuda sokuyorsa, ateşe yanaşmak nasıl
yakıyorsa, uykusuzluk insanı nasıl öldürüyorsa, sudan çıkan balık nasıl
ölüyorsa, takatin fevkinde bir yük inşam nasıl zebun ediyorsa, içki sıhhati
nasıl bozuyorsa arzın güneşten uzaklaşması nasıl kış mevsimlerini husule
getiriyorsa, gece olunca yıldızlar nasıl görülüyorsa, ev yıkan nasıl
mahvoluyorsa, bu tabiî kanunlara yani Sünnetullâh’ta câri kanunlara muhalif
olan ahlâksızlık, edebsizlik kitlelerin tabiatla olan bu gizli adeta görünmez
ruhî, biyolojik ve jeolojik bağlarına bir isyan bayrağı çekmek mesabesindedir. O
halde kader ve kazanın çizdiği bu tabiî hâdiseler insan uzviyetinin ve
yaşamasının nâzımıdır. Nasıl hırsızlık etmek, adam öldürmek kitlelerin
kanunları ile cezalandınlıyorsa maneviyat kanunlarının adalet, ahlâk, doğruluk,
insanlık, kemâl prensiplerine sadık kaim demeleri, kitlelerin icadı olan
kanunların emirleri gibidir. Bu kanunda bir adalet ve ahlâk prensibi hâkimdir.
Bu kanuna muhalif hareket eden: Kavm-i Lûtlar, Firavunlar, Sodom Gomoreler,
Neronlar, BizanslIlar, bu değişmeyen âdil kanunun cezasını görmüşlerdir. Nasıl
bu tabiî kanunlara insanlar gizli bağlarla bağlı ise, bu kanunları değiştirmek
de bu gizli bağların insanlar tarafından rengini değiştirmekle olur. Kitlevî,
felâket ve dert kelimeleriyle ifade edilebilen her şeyi insanlar kendilerine
çekerler.. Hallacı Mansur’un (Enel-Hâk) demesi
kafasının vurulmasına sebep olmuştur. Bu cezbe her kuvvetin insanda meknuz
olduğunun ifadesidir.
Allah,
kelâmında (Sabah yıldızı, doğan batan güneş, zulmet
hakkı için kasem ederim.) diyor. Bunlar değişmeyen İlâhî kanunun âhengiyle
işleyen kâinat makinasınm idrak edildiği insan kafasında, insan kudretinde
olduğunun ifadeleridir... Nasıl ki güneş doğup batıyor, zulmet ortalığı
karartıyorsa, bu âdil ve değişmeyen bir kanun-u İlâhî olduğuna nazaran; adalet
tabiî bir kâinat nizamı mefhumunun görülmeyen bir işleyişidir...
Nebatlardaki,
hayvanlardaki, canlı ve cansız her maddedeki atom ve proton, cazibe ve hareket
hikâyeleri nasıl, bir ahlâk prensibi, bir adalet düzgünlüğü gösteriyorsa, aym
zamanda adâlet ve ahlâk, doğruluk mefhumlarının hakikî nâzımı ve tabiî
hâdiselerdeki fizikî, biyolojik, kimyevî, cazibevî, manyetik düzgünlüğün
temsili ifadeleridir de.. Kızgın bir çelik suya
batırıldıkça nasıl çelikliğini kaybediyorsa, bu suya batırmak evvelce takdir
olunan kader manzumesinin ilim sözüyle ifadesi olan tabiat kanunlarının
adaletine hi-yanetin cezası demektir. Soğuk da çırılçıplak insanı nasıl hasta
ediyor veyahut mikropların uzviyete hulûlüne sebebiyet veriyorsa ki bunu yapmak
tabiî hâdiselerin muvazenesine hürmetsizliğin cezası oluyor. Küçük bir
dikkatsizlik bir felâkete nasıl müncer oluyorsa ki, bu da bir nev’i benlik
ahlâkından inhiraf oluyor. Fazla içki ile vücuttaki karaciğeri harabeden nasıl
siroz oluyorsa ki karaciğerin tabiî fonksiyonlarının hakkına ahlâksız bir cürüm
işlenmiş oluyor, Hazreti Peygamberin ben Arabım fakat Arap benden değildir,
demesinde, anlattığımız hakikatin atom haline gelmiş, ancak derin izahlarla
açılan bir hakikatin ve nizamı ulvînin ifadesi gizlidir. Zira ahlâkı tamamlamak
için ba’s olundum, buyurmaktadır, Hazreti Re-sûl...
Kaza
ve kadere inanmanın, yalnız Islâm dininde değil, bütün ilim ve fen, akademik
bilgiler hududu dahilinde bir kanun-u tabiat izahı
olduğu ortaya çıkar. Bu kanuna inanmak ve sadık olmak demek: âdil olmak,
ahlâklı olmak, doğru olmak, insan olmak demektir. Ne mutlu o bilgin, âlim ve
fen adamına ki; Kâinatta câri ve bugün yıldızlara kadar fışkıran zekâ ve
buluşlariyle, izah ettiğimiz Islâm’ın kaza ve kader inancını bağdaştırabiliyor.
RIZA VE HUZUR
Bu
yazı büyük bir edep ve ta’zimle, tevazu hudutlarını aşarak, bir kul olan bana,
mektup yazan kıymetli bir profesöre cevaptır.
Sayın
Profesör, inci taneleri gibi güzel kelimelerle süslü mektubunuzu dikkatle
okudum. Naçiz şahsıma gösterilen her türlü ulvî his ve nezakete aynı ağırlıkla
mukabelemi kabul ediniz.
Muhterem
efendim, benden sorduğunuz sualin cevabını akıl ve zevkinizin doyacağı kadar
bildiğinize hiç şüphem yoktur. Bilginizin sizi ve bir çok
insanları doyuracak ve irşad edecek mertebede olduğunu anlıyorum...
“Rıza
ve Huzur”, “Edep ve Hâyâ”, “Günâh, Sevap ve Ecir” nedir? Sualinize ben:
Rıza
ve huzur hasretiyle değil de, rıza ve huzur deryası içinden cevap vereceğim...
Denizdeki balığın anatomisini, her türlü hususatım, biz insanlar, dışarıdan
tetkik edip anlıyoruz. Bu tetkik ve anlama, çok geniş ve vâsidir. Bu anlamanın
bir de balık tarafından tarif ve izahı vardır. îşte ben de size balık
vaziyetinde bulunarak, rıza ve huzuru kısaca anlatmağa çalışacağım. Zannedersem,
bu sualin benden sorulmasındaki gaye de budur.
Cenâb-ı
Allah, Celâl sıfatının tecellisini arzu etmez. Bundan dolayı (Zül’intikam)
sıfatım Kur’ân’da kanunî umdeler halinde kullarına hediye etmiştir. Cemiyet
içindeki ahlâk, adâlet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezalarım
ta’yin ederek, yine kulları vasıtasiyle ve bir cemiyet nizamı halinde suçlulara
tatbik ettirir. Bu kanunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan
masun olarak imrar-ı hayat ederler. O zaman Cemâl sıfatının mazhan olarak, iyi
insan, kâmil kul mertebesinde güzel, helâl rızıklarla merzuk olurlar.
121
Gel
de bu ihtardan, bir arifin tahmisini hatırlama:
Eli
boş âşıka mahbüblar el vermezler Dikeninden çekmen ellere gül vermezler Can ü
baş vermeyene zevk-i gönül vermezler Harem-i manîde bigâneye yol vermezler.
Âşinâ-yi ezelî yâr-ı kadîm isterler.
inanmanın
en sağlamı imandır, iman eshabı üçtür:
·
1.
imam gaybî eshabı,
·
2.
imanı şuhudî eshabı,
·
3.
imanı zevki eshabı.
Bu
imanların üçüncü mertebesine gelmiş olanlar bu bahçeye gireceklerdir. Yoksa
diğerleri bir şey anlayamazlar. Zira bahçede görülecek küçük gösteriler hep
Hazreti Resulü Ekrem’e bağlıdır. O mübarek büyük insanı anlamak mutlaka lûtfru
İlâhiye bağlıdır. Bu anlamak keyfiyeti: Akıl, Fen, Tarih, Edebiyat, Felsefe,
Mantık ile olmaz. O mübareğe iman ettim diyenler bile hakiki iman
edememişlerdir. Çünkü onun HALlKİ: (Onlar sana bakıyorlar, amma göremiyorlar)
buyurmuştur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar