Print Friendly and PDF

ALLAH DOSTU DER Kİ... M. DERMAN



 



Efendim'e...

Muhtelif mecmualarda İslâm'ın güzelliklerini inceleyen Münir Derman'ın yazılarını topladık.

Ve kendisini ziyaret ederek, "Biz bunları bastırmak istiyoruz" dediğimizde, solgun yüzünü süsleyen ve daima yere bakan gözlerini, meçhul taraflara bakar gibi bir noktaya dikti ve tevazu' ile başını bükerek, "Siz bilirsiniz" dedi.

Senelerden beri yazmış ve neşretmemiş birçok eserlerinin daha olduğunu öğrendik. Onları da rica ettiğimizde, "Benim bastırmağa kudretim yok, buyurun sizin olsun." dedi. Kitabın sonunda, hazırlamakta olduğumuz eserlerinin isimlerini de veriyoruz.

Bu eserlerin her biri, en aşağı 250 sahife kadardır. Her çeşit düşüneni okşayacak ve haz verecek eserler olduğuna kat'iyetle kaniiz.

Sahifeler döndükçe, insan kendi içine dönmekte; hakikî insanın, ne kadar kıymetli olduğu anlaşılmaktadır.

İnce bir duygu ile sevdiğimiz Münir Derman'ın "Siz bilirsiniz" sözüne teşekkür etmeyi de borç biliriz.

Hazırlayanlar

KONYA YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ EDEBİYAT ÖĞRETMENİ CELÂLEDDİN EMREM'İN ESER HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Bu satırlar takriz değildir. Çünkü haddim değildir. Noksanını bilmenin delâlet ettiği mânâyı burada dile getirmek dahi ikinci bir had -nâşinaslık olacak.

Fakat gönül ferman dinlemiyor, sevgi ve hayranlığı dile getirmek gayretkeşliğinden kendini alamıyor. Üstâdın bu satırları nasıl karşılayacağını bilmiyorum. Belki üzülecekler de. Büyük operasyonları ile-zaman zaman matbuatımızı, tıp âlemini meşgul etmiş olan doktorumuzun yüksek irfanını, operatörlüğü kadar bir ruh doktoru oluşunu da düşündüm: Kendileri, elbet beni bu satırlara sevkeden âmilleri, zaaflarımı hoş ve had-nâşinaslığımı mâzur görürler dedim, müteselli oldum.

Eserin adı: "Allah Dostu Der ki". Konusu, tekniği ve şekil, mânâ ve edası, netice olarak bütünü ile, matbuat âleminde ayrı bir hüviyet taşımaktadır: Kendisi ve hayatı gibi.

Üç-dört sayfadan ibaret önsöz. Bu kısım, serbest bir nazmın mısralarını andıran satırlar hâlinde, müteakip makalelerin mütekâsif bir hulâsası. Her satır, —her mısra da diyebiliriz— ana bir mevzuun kapısını çalmakta şâyân-ı hayret tedâilere yolaçmakta, şuurumuzu aydınlatmakta ve asıl mühimmi: Bize ilerde açacağı gönül bahçesinin —ki kendileri maneviyat bahçeleri diye adlandırıyor— çiçeklerinin kokusundan esintiler vermekte. Ve her esinti bir mânâ hâlinde can kulağımıza çok şeyler duyurmakta. Hakikate susamışları rahatlandırmakta.

Esinti, hafif bir esinti dedim. "Hakikate susamışlar" dedim. 'Çok uzaktaki muazzam bir çağlayanın derinden derine gelen sesi, ne kadar hafif de olsa, içimizde tahlil edemeyeceğimiz ayrı bir vibrasyon hususiyeti arzeder. Ve ârif bu hafif, sakin seste muazzam bir nehrin çağıltısını duyar.

Takriz olmadığını peşinen arzettiğim bu satırlarda eserin bâzı makalelerine kısaca temas edecek, çıkardığım bâzı pasajlar üzerinde bir şeyler söylemeye ve bu suretle eseri tanıtmaya çalışacağım. Ve bu intibalarıma, zannediyorum ki, eseri dikkatle okuyanlar hak verecekler, ve böylece bir gönül birliği içinde olmanın hazzını duyacağız.

*

Üstadın en İlmî İzahlarında bile estetik bir edâ, kendine has bir şiiriyet derhal okuyucuyu sarar. Fikirler ne kadar çetin de olsa mutlak bir sanat gaazesine bürünmüştür. Konu daha başlangıçta aranan, beklenen bir âşinâ müjdesini verir ve gayrı ihtiyarî: "Hayır, bu makale herhangi bir makale değil. Bu satırlarda ayrı bir şey var." hükmünü derhal vermek mecburiyetinde'kalır. Şüphesiz bu başkalarından ayrı bir şey., hükmünü verdirebilmek üstün eserlerin en birinci vasfıdır. Fakat iş bununla bitmemektedir. Operatörümüz neşterini madde, beden yapısının üstünde kullanmasını en iyi bilenlerden olduğu kadar da eserlerinde mânâ yapımızın en hassas yerlerine dokunmasını ve lâzım gelen mânâ ameliyesini de yapmasını bilenlerdendir. Kendine has sentakslar, ayrı bir edâ ve âhenk içinde mânâyı besteler. Dimağ, ruh ve his tatmin edilmiştir. Fakat asıl mühim noktayı unuttum. Hemen söy-liyeyim ki bunun için okuyanın teslim olması, o mânâya susamış bulunması lâzımdır. Hoş, bazan üstâdın zorla teslim aldığı da vâkıdir. Kuvvetli inancı, insaflı muarızı sonunda susturacaktır. Veya hemen değilse yarın için yeşerecek bir kanaati muhatabının şuuraltına bir tohum hâ-linde bırakacaktır. Ama insaflı dedim. Çünkü muârızına verdiğim insaf tâbiri böyle güzel bir geleceğin müjdesi olabilir.

 îman mevzuunda üstadımızın îman nuru ile aydınlık şuurundan karanlıkta kalmış herhangi bir şuura bir hitap ve îzah tarzı vardır. Muhatabın niyeti saf ise ve muhatap hakîkî bir vicdana sahipse ve hem bu işe talipse, bu hitap ve tavsiyeler, bir hastanın, mahiyetini bilmediği ilâçtan şifa bulması kabilinden —şüphesiz El-Hâdi isminin tecellîsi ile— şifakâr bir tesire mâliktir. Bilhassa akademik bilgi ve ilim velvelesinin iğfâlkâr gürültüsü içinde bocalayan şu kısa ve kat'î ihtarı yapar: "ilim var, fen var, akademik bilgiler var. deme. Bu hudutta bunların işi yok. Ve hem de bunlarla halledilemiyor. Akıl ve mantık yürümüyor. Bu malzeme ile hallederim deme., edep haricine çıkarsın. Bizim gördüğümüz âlem zâhiren maddedir, bâtınen mâneviyattır." der. Ve reçetesini de verir: "insan, Allâh'ın varlığı hakkındaki delil ve ispatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla îman ve i'tikat sahibi olmaya çalışmalı. Allâh'ı hisseden, akıl değil, kalbdir. Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup sonradan her türlü dünya saadetlerini atarak hakîkate kavuşmuş olanlardan öğren." Bu reçeteyi alan arayıcı düşünecektir: Bu akıl labirentlerinden kurtulmak için ne kadar boşuna yorulmuşum. Sonra bu satırların sahibi herhangi bir doktor da değil ve ayrıca bu kadar renkli edâ, sanatkâr ifade, üstün tefekkür... diyecektir. Hele tavsiyenin "reçetenin" son cümlesi tam bir tesellidir. Talip, halâsa yaklaşmanın ümit ve sevinci içinde düşünecektir: Demek benim gibi olanlar da varmış. Ve bunlar halâsa kavuşmuşlar, diyecektir.

"Akıl ve îman" üstadın her konusunda diyeceğim, bir yolunu bulup temas ettiği bir mevzudur.- Muazzam bir orkestranın temini teşkil eden refrenler gibi.

Mukaddimede üstâdımız kaza ve kadere temas eder. Fakat kaza ve kader kelimesini kullanmaz. "Utanma bakalım; bu hudutta ihtiyar yoktur." derken hem aklı doyurur, hem ruhu. Getirdiği misâl edep ve hayâ duygusudur. Bu duygunun ışığında artık başka bir muhakemeye, aklı kurcalamaya lüzum kalmaz.

Fikrin derin bir şiiriyet içinde nasıl yüceldiğini görmek için şu cümlesini okuyalım:

"Edep, her şeyin insan için sınırıdır. Aklın durduğu, kavramın, takatin kesildiği, başın secdeye geldiği..." birbirini kovalayan dalgalar halinde sıralanan bu kısa cümleler mânâ yolcusunun haşır ve neşir olduğu bir ruh macerasıdır ki aşırılığı edebi aşmış, aslında bir nûr olan aklın cehennemine düşmüştür. Çırpınan zavallının takati kesilmiştir. Artık aman kapısına sarılmaktan başka çare yoktur. Ve o zaman perişan baş "Kabûl!" diyecektir. Ve alın secdededir. -"Secde et, yaklaş." âyetinin sırrına ermektir bu.

En müspet delili, veya delilleri hasselerimizden misâl getirerek ileri sürerken şeytanın girmesi muhtemel iğva yollarını kaparken bile "kalbdeki nûrâniyetle inanç" yolunu üstün tutar. Bü, "Allâh-u Teâiâ kendi nûru ile dilediği kulunu hidâyette kılar." âyet-i kerîmesinin tef-sîridir. * *

"Mâneviyat Bahçesi" üstâdın en uzun ve cemiyyetli bir makalesidir. Bu şâheser makale mâneviyat bahçesinin kapısını açmakta okurlarını içeri çağırmaktadır. Bu uzun hitaptan —öz süzülmez ama:— sezdiğim mânâyı sizlere aktarmaya çalışayım. Bu bahçe başka bir bahçedir. Maddede kalanlar, buradaki mânâ güzelliğini görmekten mahcupturlar, perdelenmişlerdir. Çünkü burası erenlerin bahçesidir. Onun için üstad "Vücutlarınızı dışarda bırakın, ruhunuzla yürüyünüz! Sükûn ve huzur içinde!" diyor. Aşk gibi ancak yaşamakla bilinen ve duyulan bu mânâ âlemini en renkli tasvirlerle canlandıran ve en güzel mânâlarla ulviyetini aksettiren üstâdımız .diğer taraftan ruh ve madde münasebetini, meşhudat âleminin, mânâ güzelliği ile bakıldığı zaman mânâsına ve hakikatine erişileceğini îzah eder. Hakikatin de işte bu mânâ olduğunu anlatır. Âlemde mânâsız ne var? Mânâsızlığın bile mânâsı yok mu? Çiçeğe bakalım. Ondaki güzellik, Yaratan'ın, kullarına bir tebessümü .değil midir? Kokusu da-ayrı bir mânâ değil midir? Çiçekteki tebessümü görmeyen göz, gözsüzdür. Âmâdır. Hâdisat bile bir mânâdır. "Hâdiseler konuşuyor"- deriz. Ve nihayet bütün varlık bir mânâdır. Onun için bu mânâya erenlere mânâ erenleri deriz. Ve bu hal, maddenin kesafetinden arınanlara mev'uttur. Üstad bu bahçenin ziyâretçi-lerini ilk ameliye olarak gözlerini sislendirmeye dâvet eder. Bu ameli-yenin başlangıcıdır. Bu sis kalkınca madde billûrlaşır, yâni şeffaflaşır. Pencerenin camı çok temizlenmiş ve fazla şeffaflaşmış ise farkına varmadan açık zannettiğimiz pencereye eğilmeye kalkarsak alnımızı cama çarptığımız olağan bir hâdisedir. Bu mâruzâtımı üstad o kadar başka bir edâ ve mertebeden söylüyor ki fazlasını üstâda terkedeyim. İlk merhale olarak üstâdın bizi Yûnus'un türbesine götürmesi boşuna değildir. Taşın üstüne hâkkedilen Yûnus'un mısraları:

Hak'tan gelen şerbeti içtik elhamdülillâh Şol gurbet denizini geçtik elhamdülillâh.

Bu, "için bu sudan" demektir. Biz de bu mânâya doğru cehdedip bize uzatılan bakır taslardan içelim. Hem bu taslar "Sebil! Sebil!" diyen sebilcilerin uzattığı taslardır. İçindeki suya bakın. Görünmez ama tasın içindeki hâkkedi.lmiş âyetleri bu şeffaf sudan okuyabiliyoruz. Suyu içerken âyetlerin mânâsını da içmeye çalışalım. Bu su böylelikle Hak'dan gelen şerbet olacaktır.

Üstad diyor ki: "Kapıda —hangi kapıda? Üstad bunu irfanımıza bırakmış— sağ tarafta —neden sağda?— güzel bir yazı ve altında imza gibi bir yer var. Oraya kadar uzanın, gül dalları arasında görünen ince yazıları da gül dallarını ayırarak okuyun. Yalnız dikkat edin gül dikenleri elinize batmasın1:

"İbâdet etmeyen, inanmayan kimse, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiş demektir."

Bu yolculuğun ötesini artık eserden okursunuz. Sizlere bırakıyorum. Susuyorum. Belki üstad, "Sus, yeter. Orasını görmek isteyenlere bırak." der.. Bir nâkîlim ben.

Onun için susuyorum. Hem,

Sükût olsun sana tevhid

demiş bir arif. Buyurun, mabadine siz devam ediniz.

Celâleddin EMREM

Ben insanın Sırrıyım insan Benim Sırrım

ALLAH


Gece değmemiş semâ

Dalga görmemiş deniz gibi

Gönlü olanlara selâm olsun

Bizden.

İnsanın süsü haya duygusudur.

Dil ile öğüt verene uyma,

Fiili ile öğüt verene.uy.

Nefsinle hasımlaşma o senin değildir

Sahibine bırak.

Halini gizleyen velidir.

Gıpta, haset, tamah hisleri ile, fazilet, doğruluk, adalet, şefkat süslerine toz kondurma.

Dünyada tek bir mabet vardır. O da insan vücudu. Bu vücut bir mekândır. Kendini temiz tut.

Kudret âlemine cehalet ayağı ile vurma.

Beyazla olduğun zaman siyahı unutma.

ispata uğraşma inançlarını,

ispat, varlığından şüphe edilen meçhullerin aranma yoludur..

Kireç taştır,

Sü da sudur,

Fakat su onu eritir,

Su yumuşaktır,

Taş serttir,

Sen de yumuşak ol.

Sertler, geç de olsa önünde diz çöker.

Sabır, hilesi olmayanın hilesidir.

Sabırlı ol....

Yaptığımızdan utanırız, elimizde bir ihtiyar olduğunun delilidir. Söze dikkat edin. Gelişi güzel lâkırdı değildir.

Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa, o halde utanma nedir?

Bu bir edep meselesidir, cevabı söylenemez.

Duvara dayanma yıkılır.

Ağaca dayanma kurur.

İnsana dayanma ölür.

Allaha dayanan ne yıkılır, ne kurur, ne ölür.

Bu sözleri, noksanlarımızı düzeltmek için söylüyoruz.

Bağırmıyoruz. Bağırsak iş değişir.

Bu kubbenin altında bir göz ara. Seni sevsin.

Kör, görenin koluna girerse çabuk yol alır.

Deniz korkunçtur ama balıklar için değil.

Kurt zalimdir ama düzeni, hilesi yoktur.

Resûller Resûlü buyurur: Helak olacağınızı bilseniz dahi doğruluktan ayrılmayınız, kurtulmak için tek ümit dahi olsa yalana baş vurmayınız.

Vicdanı ferahlandıran şey sevaptır, içi kemiren şey „ günahtır.

Gül kokan bir ceset, semalar kadar temiz bir ruh. Büyük nehirler gibi coşkun iç âlemleri olanlara, başını secdeyi rahmana koyanlara söylüyoruz.

Şişmeyi semizlik sayanlara sözümüz yok.

Bu sözler rasgele kimselerin kulağına girmekten çok yücedir, irfan sahibinin makamı yükseldikçe, halk gözünden düşerler. Yıldızlar da böyledir. Kabahat kimsede değil yıldızlarda mı?

Hayır. Halkta mı? Hayır. Ne onda ne bunda. Bütün ayıp ve kabahat tam görmiyen gözlerdedir.

Tek elle alkışlanmaz.

Boş tarafınız varsa onu Allah ile doldurun.

Söz bağladık. Huzur içinde kalın.

HER MADDÎ OLAN CİSMİN SONU GELECEKTİR

Gözlerin tahammül hududunun kamaştığı, kamerin tutulduğu, güneşin kamere girdiği zaman insanlar diyecekler: Nereye kaçacağız? (Kıyamet sûresi).

Güneşin gittikçe parlaklığı fazlalaşmaktadır. Ömrünün sonuna doğru parlaklığı 100 misli artacaktır. Ondan sonra buharlaşıp patlayacaktır. Bu hal her zaman gezegenlerde olan bir olaydır. Bu suretle evrende her şey güneş tarafından alt üst edilecektir. (Dünyanın biyografisi) George Guimov. Fizik âlimi 1968 (Kıyamet)

Her an var, her an yok ve tekrar var oluş vardır. (Âyet) işte Kur’an’m bildirdiği kâinatın sonu...

işte fennin bildirdiği kâinatın sonu....

Biri ruha hitap....

Diğeri maddeye saplanan akla hitap....

Her ikisi de aynı...

Özet: Dinisiz inanç kör, inançsız ilim topaldır.

“Emstein”

Ben filozofların, düşünürlerin, matematik ve fizikçilerin akıl ile buldukları Allah’a değil, mukaddes kitapların, Peygamberlerin haber verdiği Allah ve vahye inanıyorum (Paskal). Kâinat bir tesadüftür diye haykıranlar vardır. Bu şarkı korosuna iştirak ederseniz:

Atomlardan galaksilere kadar milyonlarca yıldızların, uzayın düzen ve varlığı bir çok tesadüflerin bir araya gelmesi ile olmuştur, şarkısını söylemiş olursunuz.

Bu düşünüş protoplazmadan başlayıp aya ve diğer gezegenlere gidecek kadar insan zekâsının tekevvününü milyonlarca tesadüfü! bir araya gelme zinciri olarak düşünmek ve kabul etmek olacaktı ki bu insanı maskara hale getirir.

Fikirler, düşünceler ilim çemberi içinde kaldığı müddetçe dü ya ve kâinat bize düzgün bir nizam ve kanunlara tâbi bir mekan ma gibi görünür. Fakat bu nizamın oluşu meselesinde düşüncenin artık değeri kalmaz.

Bu hususta söz söylemek için, bu noktada katılaşmamak gerekir. ilmin bilmediği, inancın tefsir ettiği şeyleri bilmek ve onlara edeple kulak vermek icap eder. Bu yönü düşünmek, ne gerilik, ne taassup ne de aptallıktır.

Fisagor Delfes mâbedinin kapısına altın kakma ile şu yazıları yazdırmıştır:

Adet kâinatın,

Tekâmül hayatm,

Birlik Allah’ın Kanunudur....

insan idrak ve zihninin kolaylıkla kavrayıp içine biraz olsun nüfuz edemiyeceği ucu bucağı bilinmez bir uzayda milyonlarca yıldızlarla birlikte dönüp duruyoruz. Duygu organlarımızın kuvvetini artırmaktan başka bir şeye yaramayan bir takım âletler, teleskoplar ve analoji, matematik yardımı ile bir çok şeyler biliyoruz. Bunlar, hareket, zaman, mekân, sayı gibi yer yüzü mukayese ölçülerimize esas olan her türlü kavramın özünü kaybettiği uçsuz bucaksız bir vasat içinde idrakimizin muktedir olamadığı İlâhi bir kanuna tabî olarak cereyan eder.

iki yıldız arasındaki mesafeyi, saat, gün, sene, asırlarla ifade etmekten âciz bir haldeyiz... Ancak ışık seneleri kullanmak mecburiyetindeyiz. Bunlar sonsuzluğa doğru kayan kâinatın teleskoplarımıza çarpan ve astronomların müşahede ve şahsi takdir ve tahminlerine dayanan bir kâinat modelidir, kaba duygularımıza ulaşan bilgiler toplumudur. Kâinatın diğer yönleri ise bizler için tamamen meçhul, enginlik ve belirsizliktir.

Bilgisizliğimizin ve aklın inanç ile tamamlanması lâzımdır. Aklın durduğu yerde, akim ötesine hürmet edip, boyun eğmek, aczini anlamak Allah’a inanmak demektir.

Akıl, tâzim, hürmet Ve edep içinde söylersek, Tanrı’nın üç büyük vasfı vardır; akıl ve idrâk ölçümüzde...

Halkeder, idame ettirir, yok eder. Onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur...

Bugünkü matematik, fizik, uzay ilmi karşısında bunu inkâr değil şüphe kapıları tamamen kapanmıştır.

Halk eder yani başlangıcı yoktur. İdame ettirir. Bütün kâinat kanunlarının değişmiyen icapları cereyan eder. Yok eder, her maddî cismin sonu gelir demektir.

ilim malzemesi ile konuşursak:

Başlangıcı olmayan, sadece yaratılmamış olandır.

Başlangıcı olmayan hiç olandır.

Her şey hiçlik içindedir.

Dünyanın dışında hiçlik vardır.

Hiçlik her yerde hazır ve nazırdır.

Gerçekler vardır, imkânlar vardır. Kavramlar vardır. Şekiller vardır.

Gerçek maddedir. Şekil de maddenin tanrılaşmasıdır. Şekil veren prensip TanıTdır. Tanrı herşeyden ayrı ve (Tek)’dir. Çok görünüşlüdür. Bir gülün iki ayna arasında görünüşü gibi.....

Taş maddedir. Balık maddedir. İnsanlar da maddedir. Tanrf-dan başka herşey maddedir. Tanrı önsüz, sonsuzdur.

Uzay sınırlıdır. Çünkü belli bir cismin sınırıdır. Cisimsiz uzay yoktur. Boş uzay da olamaz. Cisim olmadan da uzay olamaz. Mem-leketsiz sınır yok olduğu gibi... Oluş ve yok oluş yalnız yer yüzün-dedir. Gezegenler yokluk içinde dönerler. Var olan herşey hiçlik içindedir. Tanrı yaratmış olduğu evren sistemini yeniden hiçliğe çevirdiği zaman, onun yerinde hiçlikten, dünyanın başlangıcından önce olduğu gibi yaratılmamış olandan başka bir şey kalmayacaktır. Bu cümleler olgun olmayan dimağlar için bir ihtilâldir.

Istırap insanlığın hem mutluluğu, hem de derdidir. Hem kaderi hem de büyüklüğüdür.

Bu, maddeye bakan insan gözünün, kulağının, düşüncesinin, mantık ve idrakinin, ilmi görüşünün son hudududur.

Bunun manevî ifadesi şudur:

Ne bir seş ne bir nefes

Duyulan sadece uçsuz bucaksız yalnızlık

Bomboşluk vardı veya yoktu.

Toprak yoktu. Güneş yoktu. Gün yoktu. Ay yoktu. Daha yıldızlar da yoktu. Saman yolu yoktu. Aydınlık yoktu. Galaksiler de yoktu.

Yalnız bir su vardı, altta üstte. (Var) bile yoktu. Bu yokların sonsuzluğunu kavrayan yalnız tek (O) vardı.

(O) ’nun mahiyetini tayin ve teşhis edecek ve kavram hududuna sokacak hücre insan dimağında yoktur.

Ondan sonra Tanrı bir gülün iki ayna arasında görüldüğü gibi göründü. Yoklar var oldu. Ve ondan sonra Tanrı Âdemi gömlek etti. Ve üstüne giydi. Dünyayı insan şeklinde kendi süsleri ile süsledi.

insan, nereden geldiği bilinmez.

Ana ve baba perdesi altına gizlenerek doğar, büyür, yaşar, ihtiyarlar. Tekrar ölüm denilen sonsuz diyara kayar gider. Bir yıldız gibi....

Bu ne haldir anlaşılmaz. Bilinmez. Fakat devran böyle kurulmuş döner.

Varlıktan yokluk, yokluktan varlık oluyor sanır insan. Halbuki her an var oluyor her an yok oluyor, buyurmuş (Resul): Dünya bir andan ibarettir.

Tanrı bildirir kelâmında: Her an her şey yok olur, yeniden tekrar yaratılır. Böyle kurulmuştur bu evren.....

Tanrı iki haslet vermiştir insana: Utanma ve unutkanlık. Biri edebin hududu, diğeri yeniden kuvvet bulma kaynağı.

Edep, herşeyin insan için sınırıdır. Akim durduğu, kavramın takati kesildiği, başın secdeye geldiği, insanın kendine kendinden yakın olanla burun buruna geldiği hudud... (Bir yay arası kadar)....

Aradaki perde utanma perdesidir. Tahammül hududunu haber veren haslet....

insanda irade, ihtiyar vardır. Her şeyi yapmak veya yapmamak kuvveti... Utanma bu hududun dışındadır. Utanma bakalım.;. Bu hudutta irade yoktur. Sıfır bile değildir insan iradesi...

Yaptığı işten içi burkulan günâh işlemiştir. Edep hududunu rencide etmiştir. Yaptığı işten haz duymuştur. Ferahlamıştır. Sevap işlemiştir. Edep içindedir, demektir.

insan kendi kıymetine ulaşabilmesi için Tanrı (Alın terini) zahmeti şart koşmuştur....

Çünkü Tanrılık taslayıp şirke girmesin diye... Tanrı şirki istemez. Şirk san?, senden yakın, seni gömlek diye giyenin kendi kendisinin inkârı oluyor.

Akim, kuvvetin, düşüncenin hududuna haya duygusu ile varılır.

Haya duygusunun korunması, vücut, ruh ve his çıplaklığından kurtulmakla olur. Bunların yardımı ile:

Birlikte sevin

Birlikte üzül

Birlikte yoksulluk çek.

Birlikte sıkıntılı yıllar yaşaym

Ve birbirinizden hiç bıkmayın

Birbirinizi teselli edin. Fakat tek olduğunuzu unutmayın.

(Allah tektir.)

MERHABA

İnsanlar yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlarla da beslenir. Hasır kamışından şeker olmaz. Şeker fabrikası mütehassıslarına sorunuz bakalım.

Karga bülbülün sırrını bilmez, hiç bir zaman bilemez. Bilseydi onun gibi öterdi. O da kuş, o da kuş. Gülün kokusunun gözü burundur. Sesin gözü kulaktır. Acı ve tatlının gözü damak ve ağızdır. İnsanın yüzünü kulakla görmek imkânsızdır. Gözle ses işitilmez. Şükrün sesini zahiri kulak işitmez, semii ve âlim olan işitir.

Pişmiş etin, az pişmiş etin yüzleri ve tatları başka başkadır. Köfte, pirzola, kızartma, döner, şiş. Hepsinin tadları, şekilleri de başka başka. Yüzleri zahirdir, tadları da batındadır. Görülmez.

Hayvanlar o zatı görünce kaçmışlar. Yanındaki mübarek “buna niçin şaştın?” demiş ve hemen sormuş: Sen ne yedin?

— Biraz et yemiştim.

— Sen onların etini yerken onlar sana dost olurlar mı?..

O halde, yorganın altından çık. Yatağında oturma... Kilitli kapılarını aç, düşün... Gayp hâzinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından birlikte bakahm:

Göz bir âlettir, dışardaki bir cisimden gelen ziya dalgalan o cismin şeklini göz içine ve oradan dimağa götürür, biz o cismi görürüz... Nasıl gördüğümüz, o belli değil... Belli olur; göreni bilirsen... Fakat cismin dışarıda olduğunu görürüz, ûçimizde değil...

Kulak bir âlettir, dışardan ses dalgaları kulağa, oradan dimağa gider, nasıl duvarız meçhul.. Fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil...

Burun bir âlettir, bir yerden koku dalgaları burnumuza kadar gelir, kokuyu burnumuzda duyarız, görme ye işitme gibi dışarıda değil..

(Gören), (duyan), kokuyu alan kim?.. (Ben kulum ile görür, işitirim) kokuyu alırım değil..

Bu küçük misali halletmeye bak... Bunun hallinde fetih vardır. Fetih demek, kuvvetin bilinen sırrı.. Bu sırrı kim bilirse, yahut ona bildirmeğe izin olursa o kimseden keramet zuhur eder. Görünmede hüner yoktur, görünmeyeni görmede hüner vardır.

İnsanın anlama hududuna İlâhi sır ve kuvvetlerin varlığı ancak mucize, büyük tesadüf, şans kelimeleri ile girer. Ve insan yine bunu, gaflet hududundan çıkamadığı için şüphe içinde, bocalama halinde idrâk eder, reddedemez.. Hâdise vardır; anlayamadığı hâdiseleri garip ifadelerle mırıldanır durur.

Bu hâdiselerin arkasında Allah’ın dostuna verdiği bilinmeyen kuvveti gizlidir. Bunları anlamak için, başıboşları, miknatisin demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek adam lâzım... Nerede bu? Hâlâ anlayamadı iseniz sizle işim yok.. Su bulunmadan boru döşenmez. Nefer Razî ile Rıza Paşa arasında çok fark vardır..

Biraz uykusuz kal.. Uykusuzluk bir şey yapmaz.. Uyku ilâcı alıp da uyuyanlara bakma.. Onlar zaten uyanık değillerdir. Alıştıklarından ayrılmak istemezler de ondan ilâç alırlar.

Görmede ışığa ihtiyaç var; işitmede lüzum yok.. Görmeden ef-daldir duymak...

Essemîül basîr; tekaddüm vardır...

Bir dağdan büyük bir kaya kopar yuvarlanırsa, arkasından birçok küçük taşlar düşer. Taşlar kadar bile olamayanlara yazıklar olsun.

Hakiki imanlı insan yalan bilmez, ölümden korkmaz, kadere boyun eğer, herkese kardeş nazarı ile bakar, böyle oldu mu, onda riya yok.. Midesine haram giremez. (Girmez değil) dikkat.. Bunlardan mahfuzdur. (Masum değil).. Bu hale bir anlık sabır yüzünden gelmişlerdir. İşte bu gibilerden; ne gökteki kuş, ne denizdeki balık kaçar, sokulurlar yanma kırk yıllık dostmuş gibi. Bütün' eşya ve mah-lûkata karşı bir edep içindedirler. Bu edep, bağlı oldukları nizam, kâinatın kanunudur.

Buhar soğuğa maruz kaldığı zaman ona emrolunan yağmur olmak edebine girer, itaat eder. Bu edeb Allah’a itaattir, secdedir.

İlk bahar gelir, ağaçlar, çimenler yeşil olma emrinin edebine bürünürler.

Her türlü hâdisat ve hayat tezahürleri yekdiğerine muhtaç bir edebe bağlıdır. Bu edebin devamını Rahim olan ve yekdiğerine hürmet eden hâdisat temin eder...

Bu edebe girene mahlûkat ve mevcûdat, eşya hürmet eder ki, işte tasarruf dedikleri budur...

Velilerin kerameti bu edebin, kendilerine gösterilen hürmetin tezahürleridir.

Köpeğe iyi bakan adama köpek kul köle olur. Sebeb: Köpeğe yardım etmek köpeğin hürmet edeceği hududa girmek demektir. Köpek habersiz olarak sahibinin tasarrufuna girmiş olur. Bunun döndürülmüş ve kaybolmuş sırrı insanlar tarafından “Sadakat” kelimesiyle ifade edilir. Her türlü mahlûkat ve eşya da böyledir. ‘İyilikle yılan bile deliğinden çıkar” sözü bunun başka türlü, uzaktan görünen bir ifadesidir.

Velîler, yanındaki müritlerini, bu edebe sokmağa çalışırlar. Bu edebe girdiler mi, onların da paslı, rutubetli olan kalp pencereleri açılır. Onlar da onlardan olurlar...

“Ahlâkı itmam için gönderildim.” hadîs-i şerifinin en basit izahı buradan başlar. Bu çok uzun bir hudud meselesidir. Söz, yazı, izahla olmaz. Sonra ne çıkar. Bilen zaten biliyor. Bilmeyen daha olgun değil.. Bu kadar yeter.

Benim çocukluğumda insanlar dikeni olmayan güller gibi idi. Şimdi gülü olmayan diken halindedirler.

Allâh’a şükür, bağışlarsa benim güzel bir gülüm var...

MANEVİYAT BAHÇESİ

—Ruhları, cehd ve manevî terbiye ile yüksek idrake erişmiş, meşhudat âleminin dışında, zaman zaman, manevî seyahatlere çıkan içleri aydın kimselere hediyedir.—

Madde âleminde dolaşan, gayp âleminin malı ruh bir (Var) dır ki, yok görünür ve kimsenin madde âleminde onu görmeğe yolu yoktur.

Bu köşede anlatılacakların hakikati ve mânâsı akıl ile değil İlâhî zevk duygusu ile anlaşılır.... Kendini yorma, oku geç, içinde zevk duyarsan kâfidir. Bu zevk akim şuurlu zevki değildir. Şuursuz gibi görünen asıl ruhun zevkidir. Arı ile çiçek arasında gizli olan bal peteği gibi, zevk burada gizlenmiştir. İlim var, Fen var, Akademik bilgiler var deme, bu hudutta bunlarm işi yok. Hem de bunlarla halledilemiyor.....Akıl ve mantık yürümüyor. Bu malzeme ile de hal

lederim deme... Edep haricine çıkarsın....

Gözlerin ve beş duygunun şahitliğine dayanarak bunlar hakkında bir fikir yürütme... Akim yetmediği yerlerde kanunlardan bahsetmek gülünç olur. Kanun, etraflı bilgi demektir. Mâneviyat bilgi âleminde yanlız tezahürleri ile vardır... Ve bu böyle kalacaktır. Bu hüküm, bu tahdit normal durum üstündeki insanlar zaviyesinden objektif ilim hakkında, Kanun mânâsındaki umumi bilgi içindir. Normal durum üstündeki insanların enfüsî müşahedeleri, marifetleri, umumi duygular mânâsındaki bilgi için değildir.

Bu öyle bir duygudur ki, onun kendine mahsus bir uzvu yoktur. Her uzuv onundur. Ruhun umumî duygusudur... Bu hal beş duygunun dışında mühim bir ruh başarısıdır ki o duyguya erişenler bütün ruhları ile şuhut âlemini duyarlar. Bizim gördüğümüz âlem şuhût âlemi zahiren maddedir. Batmen mâneviyattır.

Madde âleminde mihaniki kaideler, prensipler, kanunlardan bahsederken bâtmî âleme çevrildiğimizde o âlemde kanun değil, beşerî bilgi ile ancak ihtimal kelimesini ileri sürebiliriz...

Buranın idrâki; asıl aklın, idrâkin altında bütün ruhun bir idrâki vardır ki oraya erişmekle mümkündür.

Bu gibi olgun kimseler maddeye akseden derin mânâları şuurlarından süzerlerken, ses, söz, şekil olur. Bazan da herkesin anlayamayacağı bir dile, bir kalıba dökülürler... Bu gibi aydınlar İlâhî kanun ve emirleri kendi temiz kalp ve vicdanlarında duyarlarken meleklerle tanışırlar, göklere çıkarlar, Bunaklara binerler ve nihayet tamamiyle dünyevî her şeyden alâkalarını keserek perde arkasından senli benli Rabbü’l-âlemîn ile konuşurlar...

Bu güzel sözlerdeki mânâdan, aşk makamına çıkamayan, henüz madde âleminin kesafetinde yürüyenler, bir şey anlayamazlar... Zira imansızların ve her şeye çabuk inananların zannettiklerinden çok derin bir meseledir. Burada:

Renkler değişmiştir.

Kokular başkalaşmış tır...

Ruh uçar haldedir...

Bütün: Ben, sen, o mânevi morfin tesiri altındadır.

Okuyucularım bir an için cesetlerinden ruhlarının ayrıldığını farz etsinler, ruhlarla yürümeğe devam ediyoruz.

Tüy kıpırdatmayan bir sükûn... Göz almayan tatlı bir nur içinde gidiyoruz... Etrafına bakarken hayret et, geç, ileri gitme... Çünkü hakikatlar bu diyarda, toprak üstünde giderken toprak altına geçen ve sonra yine toprak üstüne çıkan su cereyanları gibidir... Hakikat nuru her tarafı kaplamıştır. Gözün kamaşır, yuvarlanırsın... Bu böyledir, münâkaşa etmeye kalkma.. Bu duygudur, histir, bir haldir ki izah edilemez, ancak yaşanır... Yüksek ve temiz duygularla dolu bir rüyâ âlemi gibidir... Nice kimseler vardır ki gözleri açık, uyanık iken bu halin içine dalıp çıkarlar, onlar yüzlerinden bellidirler... Onların gözlerinde hakiki doğruluk dile gelir. Konuşur.. Ben de bunlara karışayım diye arzu edersen, garip gibi görünen bir seyahat yap....

Doğruluk ayağı ile, adalet asası ile, temizlik libasiyle, almteri azığı ile, ilim feneri ile vücut sahrasını aş...

Sözlerimiz müphem sözlerse, onları açıklamaya kalkışmayınız. Her şeyin başlangıcı zaten müphemdir. Fakat sonu öyle değildir. O halde bizi bir başlangıç olarak hatırlamanızı dileriz.

Her şey evvelâ bir billûr değil, bir sis olarak tasavvur olunur. Aksini iddia edebilir misiniz? Belki billûr donmuş bir sistir?

İçinizde cılız ve bitkin görünen şey, dikkat ederseniz sizin en kuvvetli ve en sağlam cephenizdir. Nefsinizin mümkün olsa da, bir defacık med ve cezirini görseniz başka bir şey istemezdiniz... Yine mümkün olsa da rüyanın fısıltılarını dinleyebilseniz, başka hiç bir ses dinlemek istemezdiniz... Fakat görmüyor ve işitmiyorsunuz ve bu da hakkınızda hayırlıdır. Gözlerinizi bulutlandıran perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir... O zaman göreceksiniz, o zaman işiteceksiniz... Fakat bir zamanlar kör yaşadığınızdan dolayı keder-lenmiyecek, sağır olduğunuzdan dolayı üzülmiyeceksiniz. O gün her şeyin gizli taraflarını görecek ve karanlığın kıymetini takdir edip şükredeceksiniz....

Tatlı, nemli, insan içine hoşluk veren bir sis içindeyiz... Bu sis ihtizazlı bir sis... Aklı, düşünmeye bırakmıyor... Kapının solunda şeffaf bir maddeden yapılmış bir pınar var... Gürül, gürül billûr bir su akıyor... Pınarın oluğuna yakın bir yerinde fosfor gibi ih-tizazlı ışıldıyan ziyadan yapılmış gibi bir zincire bağlı bir su tası... Susamayanm bile içeceği geliyor.. Bakıyoruz, yanıyoruz, içleniyoruz, birşeyler oluyoruz...

Bir tas su alın içiniz.. Temiz tasın içinde yay kavisli altı satır yazı var onu okuyunuz...

Artık daha konuşmayacağız, zira ırmak denize kavuştu.. Kapı göründü bahçeye gireceğiz.. Tasın dibindeki yazıya bak.

Bu dünyada iken ilerdeki bahçede meclis kuranlardan birinin sözü:

Haktan gelen şerbeti içtik Elhamdülillah Şol kudret denizini geçtik Elhamdülillah Kuru iduk yaş olduk, ayak iduk baş olduk Kanatlandık kuş olduk, uçtuk Elhamdülillâh Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk, Artık denize dolduk taştık Elhamdülillâh

Islanan ağzınızı sağ elinizin üstü ile siliniz... Şükrediniz yürüyünüz....

Kapının tam önündesiniz... Kanıda sağ taraf üstte güzel bir yazı var:

Bu bahçeyi sessiz geziniz... Kendi kendinize böyle bahçe mümkün mü değil mi diye fikir yürütmeyiniz... Olduğunuz gibi, olduğu gibi seyredip çıkınız..

Yazının altında imza gibi bir yer var. Oraya kadar uzanan gül dalları arasından görünen ince yazıları da gül dallarını ayırarak okuyunuz... Yalınız dikkat edin.. Gül dikenleri elinize batmasın.

ibadet etmeyen, inanmayan kimse, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiştir.2

Kapının iç tarafında uzun beyaz sakallı, geniş alınlı, nuranî, şeffaf denecek kadar temiz bir ÎNSAN duruyor.

Gözlerinde uhrevî bir tatlılık, yüzünde ruhanî gülen bir nur, gözlerine bakanlara emniyet ve ferahlık veren bir parlaklık, duruşunda sessiz bir heybet var. Sesinde dinleyen, kulağı mest eden bir ton, sözlerinde Kâinatın mânâsı gizli.

Onu gören ve dinleyen cesedinden ayrılmış, seyyal bir şuur, dağlar delen bir kudret hissetmekte...

Bahçeye her girenin kulağına tatlı bir ahenk halinde fısıldıyor: Kanaatkâr ol, sabırlı ol, şefkatli ol.

Bu kelimeleri duyan kulak, mânâları şuura götürdüğünde, ruhta dağılan mânâ helezonları insanı gaşyediyor. Tatlı bir sıcaklık, serin bir inşirah duyulmakta.

Sedef, aza (kanaat) ettiği için Allah içini inci ile doldurdu...

Buğday tanesi (sabır) ile toprak altında bir kış geçirmeye tahammül ettiğinden en büyük nimet oldu.

Resûlullâh (Müşfik) olduğu için, âleme rahmet oldu.

Ey bahçeye girmek niyetiyle, temiz hislerle ve biraz da merak saikasıyla gelmiş olan insanoğlu:

Sana küçük bir el yazması kitap vereceğim.. Onu şuracıkta otur oku ve sonra da birlikte bahçeyi gezelim...

Kitabın üstünde titrek sarı renkte bir yazı var:

Ey insan oğlu!

Cebel-i azamet’e; aklı koy, orada nurdan yapılmış libası giysin...

Cebel-i kibriyâya; kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libası kuşansın....

Cebeli izzete; Nefsi bırak, orada ubudiyet libasına sarılsın.

. Cebel-i ezele; ruhu çıkar, orada nûru’l-nur libasını alsın, sonra aşk narasiyle bağır, bunların derhal toplandığını görürsün... O zaman sende fetih başlar ve (Biz)’den olursun...

Sahifeyi çeviriyoruz!.

Sonsuz semaları masmavi bir nur ile dolduran Allah’a hamdol-sun... Ruhu nur âleminin ebediliği içinde aziz olan Allah’ın Re-sûlüne ve ona inananlara selât-ü selâm olsun...

Bunlar boş lâf değil dikkat et... Biliyor, musun ?

Uykuda; ilim, akıl, şuur, evlât, mal her şey gider... Bahri ummanı ahadiyete atılır...

Hiç kimsenin malı, ilmi, aklı diğerine karışmaz... Birinin ilmi diğerinin cehliyle, diğerinin cehli ötekinin ilmi ile karığmaz... İyi düşün -her uykuya daldığın zaman, vakit vakit bunlar almıyor... Bir günde bu (Alış veriş) verişsiz kalacak ona ecel deniliyor... Dikkat et... Hepsi yüzüstü kalır... Allah yüz açıklığı versin....

Kendisine iltifat edecek hükümdarın karşısında titreyen çobanın korkusu gibi ölüm hatırınıza geldikçe, kalbinizin hopladığını hissedersiniz. Fakat ölümden korkmayınız... Siz ne zaman sessizlik ırmağından su içerseniz o zaman terennüme başlarsınız... Toprak sizin gövdenizi geri istediği zamandır ki, siz hakikaten nakşedersiniz...

Yekdiğerinize ekmeğinizden sununuz... Fakat ayni lokmayı yemeyiniz. Birbirinizi seviniz, fakat sevginizi zincirlemeyiniz. Sevdiğiniz, ruhunuzun kıyılarında kımıldayan bir deniz olsun... Beraber terennüm ediniz... Eğleniniz, neşeleniniz, fakat tekliğinizi unutmayın..... Çünkü bu udun telleri, ayni nağme ile birlikte titrer, fakat

her biri ayrı ayrı....

Caminin direkleri bir birinden uzak durur....

Meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez...

İbadet etmekle öğünme.....

Yalnız ibadet etmek hiç fayda vermez. İhsan ve keremi ona arkadaş et. Zaten ibadetten maksat ihsan ve kereme kavuşmaktır...

Kur’an okumak dilin ucundan çıkar.... İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir...

Bu sözler içinde doğru olanlar Allah’tandır. Onun lütfü inayetidir.

Yanlış olanlar varsa, onlar da yazanın uydurmasıdır.

Rahmet, Resûlullâh’m kalbi pâk ve ruhu muallâlarına mütealliktir.

Onun için Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Celîlinde, “Ben ve Melâikeler Nebiyye selât-u selâm getiriyorlar, ne duruyorsunuz siz de selât-u selâm getirin, acabasız teslim olun.” buyurmuştur.

Rahmeti İlâhiye bu makamdan tevzi olunur. İlâhi Rahmet ha-kîkat-ı Muhammediyeye nâzil olmadıkça anın parçaları olan hakâyı-ka vasıl olamaz. Selâtuselâm getirmek herkesin nefsi için rahmet talep etmektir.

Bunu anlayan insanda basiret başlar. Basiret; Evliyaya makamı Fuadda fetih buyrulan ruh gözüdür.

Onun için bu işlerde yürümek isteyen Allah’a inanır ve mümin olur. Kendini Allah’a teslim eder; İslâm olur.

Hakka teslim olmak demek, kısmeti ezeliyesinden razı ve hoşnut olmaktır. Kulun teslimiyetini hak görünce ünsiyet başlar...

O vakit âdem “insan” olur... Ve derakap dâvet-i İlâhîye vâki olur... O davete namaz denir.

Hak buyuruyor; Namazın yansı benim için yarısı kulum için...

İşte marifetullaha bu yoldan sülük başlar. Bundan, bu zevkten mahrum olan insan, yaradılışındaki güzelliğin zevkinden mahrum, feyzi fıtrisinde de mahcup olur.

Hayâl ile değil müşahede ile çalış... Müşahede denilen tecelli-i İlâhî hayâl âleminin ötesinde zevkî mânâlara delâlet eder...

Bir hâl-i nûrânîdir. Hayâlin orada takati kesilir. Hayâl ancak akla mensup olan mânaları hissi kalıplara, indirir.

Asıl hüner, gaflet anında Allah’ı bulmaktadır.

Bütün nefsanî her türlü arzulardan yokol... Bundan sonra tekrar var olamazsın... Bir defa da o yoklukta var olursan artık yok olmanın imkânı yoktur. Kavuştun gitti...

Bu iş, en ince, namütenahi ince, incelikten en ileri derecenin bile yanında çok kaba kalacağı kadar ince bir meseledir. Hak ile bâtıl o kadar içiçe ve kucak kucağa tecellî ederler ki, bunları birbi-' rinden ayırdedebilmek için insanda, hem de insan-ı kâmilde Allah vergisi basiret hiddetinin en keskini olması lâzım gelir...

Mânâ helezonları esrar mıntıkasına sokuldukça “Aklın almadığı ve reddettiği mevzular” üzerinde yürünmesi ve dolaşılması çok çetin bir mahiyet alır.

Niceleri, bu helezonların dönemeç noktalarından düşüp düşüp giderler, hakikatla şeriat arasındaki büyük ve mutlak ahengin iltisak noktalarını birden kaybediverirler.... Düşer ve küfre yuvarlanırlar....

ibadet yapıyorum derken küfre gitmemek için çok dikkatli olmak lâzımdır.

Hayvanlara merhamet et... Cenabı Hak tarafından sana emanet edilmiş bir nimettir. Emanete hiyanet Cenabı Hakka hiyanettir...

/ Sakın kimseye hakaret gözü ile bakayım deme... Unutma ki Allah’ın dostlan bin bir şekil, kıyafet ve edâ içinde gizlidirler. Hakkın nimetlerinin şükrünü ifa et. Nimet gelir, şükrü görmezse gider, ilmi var, ameli yok, ameli var, ihsanı yok...

Allah’ın dostlarının yüzünü görmek nimetine erişmiş de,- onlara bağlanmasını bilmez. Denizin dalgası bazan kabarır da sahile vururken, ben varım diye mırıldanır. Deniz de ona:

Sen yoksun, ben varım, der...

Aman gururlanma, gönül kırma, tepelenirsin.

Kıyamete kadar, Hakk’m bu misafirhanesinde, Allah’ın dostu eksik değildir, unutma....

Sadaka Allah nammadır. Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın aman dikkat et.....

Ben şunu yaptırdım, cami yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım... Şu kadar fakir besledim, şunu yapıyorum deme... Diyenler zaten küfre sapmışlardır, ibadetleri de iyilikleri de boşunadır...

Bu âlemde Allah’ın muhatabı insandır. Namaz Allah’a yaklaşmanın merdivenidir...

Merdivensiz, iki katlı evine bile çıkamazsın.

Bu merdiveni bırakma, boşlukta kalırsın... O merdiven çıkıldıkça nurlaşır. Nurlaştıkça temizlenir....

Billûr gibi bir ruh, temiz kokulu bir ceset, hikmet dolu bir akıl ile Allah’a kavuşursun. Ebedî hayatta nur âlemi içinde hasrolunursun.

Kulların tealisini isteyen Cenâb-ı Allah  bundan dolayı namazı kat’î bir emr-i İlâhî ile farz kılmıştır. Şekli de tâlim-i İlâhî ile farzdır.

Keyf yapmak istersen; helâl hududu keyfe kâfidir.

Haram kapısını çalayım deme.

Bâzan bir saatlik zevkin, bir ömre bedel azabı olur. Her musibetin altında, ne büyük nimetler gizlidir.

Musibetlere hakikat cephesinden bakılırsa, bir rahmani ihtar olduğu anlaşılır.

Sokakta elinden düşürdüğü şekerini yerden tekrar almasını babası çocuğa meneder. Çocuk alacağım diye İsrar eder, babası eline vurur, çocuk şikâyet eder, ağlar, tepinir. Halbuki babanın çocuğu himaye ettiği aşikârdır.

Bu muvakkat hayat yolculuğunda, her insanın bir gayesi vardır. Kimi maddî servet ve şöhrete, kimi mânevi huzura kavuşmağa çabalar.

Kimisi beşerî perdeleri yıkıp Allah’a kavuşmağa uğraşır... İnsan kendi meyline göre ya nefsinin arzularına tâbi olarak kötüye gider. Alçalır... Yahut ruhun ulviyetine tâbi olup iyiyi ihtiyar eder, yükselir. Yüksek ruha sahip insanlar vicdanlarında geıiiş bir tasfiye yaparak hidayete erişmek yolunu tutmuş ve fani hayatın hudutlarını aşmak istemiştir.

Bu tekâmülü kendiliğinden sezmekle mümtaz bir insan olur.

insanın binlerce arzu ve emellerle yüklü nefsiyle mücadele ederek, muhtelif temayüllerini, şehevî ihtiraslarını önleyip onu kötü ve mülevves olan her şeyden ayıklamak, çok güç, bununla beraber çok ulvî ve kutsî bir feragattir.

Bu suretle elde edilen manevî varlık en yüksek bir mertebeyi ifade eder.

Mahsusa taallûk etmeyen bu gibi kıymetlerin tâyinini müsbet ilimlerden istemek imkânsızdır.

Zaten her kıymet, İzafî olarak akıllı yoldan idrâk edilecek bir vasfa malik değildir.

Nitekim bazı kıymetler vardır ki olgunlaşmış ve bir nevi hidayete erişmiş insanlar tarafından kabul edilir ve itikad olunabilir. Fakat ispat edilemez. İnsanların akla uymayan şeylere karşı mukavemet edilmez bir temayülü bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir. Bazı insanlar bazı kıymetler için yaşar, hatta onun için hayatlarını feda eder, fakat uğrunda can feda edilen şeyin riyazi katiyetle isbatmı kim verebilir. Namus için, Vatan için....

Ölümü göze alabiliriz. Bunun bir belâgat olduğunu iddia etmek tamamiyle kıymetten âridir.

Bu kıymetler kudsî arzuların neticesidir. Ruhî huzur ve sükûna ermek, ebedî ve sermedi hayata erişmek için şahsî menfaate arka çevirmek çok büyük bir fazilet eseri ve çok büyük bir ruh başarısıdır. işte çilelerle ömür geçiren evliya mertebesine çıkan mübarek insanlar, gönül deryasının hudutsuz derinliklerine kendilerini atmış, gıbtamn üstünde bir gıbta ile aranılacak büyük ve kutsî şahsiyetlerdir. Bunlar Kur’an âyetlerinde gördükleri ledünnî mâna ve onun derin ve gizli mefhumlarına ermek hususundaki fikrî cehid kahramanlarıdır.

Müsbet ilim denilen kör ve tek gözle bakış mefhumu insanı beş duygunun kuru bir makinesi halinde görüyor; ve insanın şahsiyetini hiçe sayarak onu terkip, tahlil ve tecrübe mezhebine âlet etmiş oluyor.

Bu zihniyet içinde; Ey ziyaretçi! içinden geldiğin dünya ve insanlık, madde ve kuvvetin tesir ve hesabı karşısında, bilgisini, tec-rübî usullerle bir asla ve bir kanuna bağlamak mecburiyetinde kalmış, tecrübe ve müşahedeye girmeyen metafizik hâdise ve kuvvetlerin karşısında, inkâra sapmıştır.

Bu müsbet ilimler çerçevesinin ortasında mahsur kalanların, îman dünyasına hakaretle arka çevirip, maddî bir uzuv olan gözün göremediği kudreti ilâhiyeyi göremedikleri için inkâra kalkışması, aczin üstünde bir aczin ve budalalığın ifadesidir. Müsbet ilim sancağı altında toplanan bu sınıf calî bir gurur ile münkir daha doğrusu yalnız maddeye bağlı bir dinsiz tipi çıkarmış ve bu nazariye insanı zaruri olarak ye’is ve ümitsizlik çukuruna sürüklemiştir.

Onların nazarında âkıbet yok. Allah yok, saadet yok, mes’uli-yet yok... Kalp ve ruh gözü ile kâinatı gören mübarek insanlar bunlara acıyor....

insanlık tabiatın en korkunç taraf ve hâdisesi olan karanlığı gidermek için çok büyük emekler sarfetti. Çıra, mum, kandil ve nihayet petrolü buldu... En son, nur halinde elektriğe kavuştu, fakat o kandiller, elektrikler ancak onun dışını aydınlattı. Müsbet ilim gururlanıyor maddeyi aydınlattı insanlığın iç âlemini tenvir edemedi, edemez, edemiyecektir de....

Ey ziyaretçi! Canın sıkıldıysa geri dön, çünkü sen hâlâ, bahçede ne var diye düşünüyorsun. Daha çok lâflarımız var. Seni temiz-liye temizliye en sonunda bahçeye sokacağız...

insanoğlunun Hakk’a vâsıl olması, aşk-ı Rabbânî iledir. Bu aşkın tedariki için, pota-yı Muhammediye’de erimek şarttır.

Bu pota’ya girebilmek için, îmandan feyz almak zarurîdir. Tuz gölüne düşen en pis hayvanın her zerresi tuza inkılâbeder.

Memleha-i Muhammediyye’ye düşen insanın her türlü şekaveti saadete, kesafeti letâfete inkılâbeder. Bundan dolayı dünyaya, imkân âlemi demişlerdir.

Hazret-i Resûl’ün nazar-ı akdesiyle iltifata nail olan mücrim, derhal muhterem olur. îman aşkı tedariki din ile olur.

Din; sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir. Bu dinin umdeleridir. Âlemde aslını, esasını bilmek aşkına din derler. Müsbet ilimler bu âleme nereden geldiğimizi söyleyemez.

Fen, hâdiseler arasındaki münasebeti araştırır. Fen nasıl, din niçin? sualine cevabı verir. Dünyadaki büyük dinlerde vahdaniyet yalnız İslâmiyet’te vardır. Bütün mevcudat onun azameti altında toplanmağa mahkûmdur.

Dinin muallimlerine enbiyâ derler. Bunlar Allah’ı isbata değil İlâhî kelimeleri ilâna gelmişlerdir.

Allah, muhtac-ı isbat değildir. Peygamberin tanıttığı gibi Allah’ı tanımayanların Allah’a îmanları doğru olamaz.

En kalpazan şöyle anlar:

“Ben içinizden biri gibiyim.”

Biraz akıllısı:

“Ben sizin heyet-i mecmuanız gibiyim. İçinizden biriniz gibi değilim.”

Bu ne demektir? Bu âleme gelen her ferdin diğer fert üzerine tercih olabilecek bir sıfat-ı âliyesi vardır. Bu sıfat dolayısiyle bu âleme gelmesi iktiza-yı hikmet olmuştur.

Meselâ: Ben sizden iyi görürüm. Siz de benden iyi yazarsınız. Fakat sizden daha iyi okurum. Okuyuş sıfatım size tercihimi sağ-lıyan sıfattır.

O halde daha iyi anlıyanlar:

Bilûmum sîzdeki sıfât-ı kemâliye bende 'vardır.

Resûl’ün, “Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demesi bir iltifattır.

Dünyada ümmetine serbesti vermiştir. Yoksa bilmek değildir.

“Ben ahlâkı tamamlamaya geldim.” demeleri bunun delilidir.

Resûlullâh’ı biraz daha iyi anlıyanlar da:

“Yâ Muhammedi Onu sen atmadın biz attık.” âyetini anlıyan-lardır.

O haldb Allah’ı bulmanın, yolu: Bir Allah dostu bulmakla başlar. Bu yola giriş Resûl’e hakikî bağlanışla başlar...

Ve bütün akıl çerçevesi içindeki hal ve hâdiselerin bulunmadığı ve en mahrem yer olan zât-ı tecellî makamında son bulur.

Buranın ilmine vukuf vahiy ile gelir, Melek vasıtasiyledir. Pey-gamber’e mahsustur.

İlham ile gelen ilim, sıddîkıyet makamında başlar. Bu makamda sarhoşluk yok gibidir. Fakat burada ''da benlik akıl ve nefisle alâkasını kesmediği için asgarî hatâ mevcuttur.

Mânevî saffet, benlik ile başlar. Tasavvuf şeriatların mânevi-yâtıdır. O halde Nübüvvet ve Risâlet ile başlar diye kabûl et...

Dünya ve Âhiret diye söylenen sözlerde bir şey gizlidir. O da insanda şeriatı gerçekleştirmektir. Bu gerçekleşirse insanda Allâh’m rızâsı karar kılar.

işte dünya ve âhirette kıymet bu rızâdadır. Bu rızâ da şerîat •ile elde edilebilir.

insan şeriata bağlandığı nisbette, nefsaniyetten uzaklaşır...

Şeriata uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bâzı mücâhede ve riyâzatlar, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir.

Birçok Hintliler riyâzat ve mücâhedede hiç kusur yapmazlar, ancak nefislerini kuvvetlendirirler, başka bir şey elde edemezler. Bâtın-ı irfâna talip olan' şerîata sıkı bağlanacaktır. Aksi hakkında söz yürütmek abestir, beyhudedir. Münakaşadan bir şey çıkmaz. Burası münakaşa yeri değildir. Bu iş akıl işi değildir, zevk işidir. Onun için mevzuumuzdaki sözlerimiz kitaplarda yoktur.

Bugünün gafil madde dünyasının sonu olmadığı; bin küsur senedir ortada bulunan ruh imparatorluğunun ebedîliğindeki mânâyı idrâk edenlerin azalması, dimağlara bir fiske vurup kendilerini toplamağa sessiz bir ihtardır...

Bu yazıyı okumak arzusunu merak hissi ile değil... eksiklerini tamamlamak maksat ve hevesiyle okursan oku... Yoksa kendini yorma, çünkü insanı sıkar...

Sevmediğin bir filmi seyrederken duyduğun üzüntüyü duyarsın... Bu da senin için hayırlı değildir. Anlıyamıyorsan. hakikati biz gösteririz. Vazifemizdir. Borcumuzdur... Tâ ki sen anlayana kadar...

Her zaman müşkillerini sor... İnanmadığını kimya lâboratuva-rmdan tüp içinde inanacağın şekilde anlatırız...

Ateş bilmem faianı yakmıyor, nasıl olurmuş, olur. Gel sana da göstereyim, hem de öğreteyim... Yakmadığını gör, fakat aklın sarsılmasın... Sen, bütün şüunu 300 sahifelik fizik, 400 sahifelik kimya, 70 sahifelik mantık kitabının içinde mi zannediyorsun?

Kâinat orkestrasında aklın, ruhun tellerini akort edecek insanı bul, akordunu yaptır da nâmütenâhî ebedî konserin içinde gaşyol. Kâinatı anla... Peygamber’i bil, Allah’ını müşahede et..; Lâflarım edebiyat değil, zevkle okunsun da diye değil, ihtiyarı zahmet et gel bul, hakikî yolcu isen dermanını bul.

Bir nazarla bir yakaza içinde gör... Ondan sonra git madde âlemine haykır... Haykır o budalalara... O zavallılara...

Madde peşinden koşan kudsî âlemi bilemez. İnsan ruhu kandil gibidir. İlim onun aydınlığıdır. İlâhî hikmet, kudsî âlem onun zeytinyağıdır.

Ruh ve kalbin arzulariyle, bedenin hırçın isteklerine karşı koyup, sabretmeyi kendinde hakikileştiren insana semâvîler hizmetçi olur. Madde ve dünya için o kadar zahmet çekiyorsun.

Biraz da HAK için zahmet çek...

Allah buyuruyor:

“Benim nâmıma zahmet çeken kulun' günahlarını izzetim hakkı için mahvederim.”

Sevinci, feragatte ara...

Başkalarının mâlik olduğu şeylere göz dikme... Kalb arzularının kapısını kapatırsan, insaniyetin en şiddetli şuuruna mâlik olursun...

O zaman bu hâdiseler, bu tecellîler anlaşılır. Hakikî kulluk; ibâdet, mücâdele ehlinin işidir. İlme’l-yakîn ile başlar.

UBÜDİYYET; yakınlık ehli işidir ki ayne’l-yakîn ile başlar. Resûlullah bile Mi’râc’a bu sıfat ile kabûl buyurulmuştur.

UBÜDİYYET; müşâhede ehlinin işidir. Hakka’l-yakîn ile başlar. Bu mertebe başlamadan evvel insanda hayâ denilen bir sıfatın belirmesi lâzımdır.

HA YÂ; hukuk-u ilâhiyeyi ve Rabbani emirleri yerine getirmedikçe Allah’dan bir şey istememektir.

Bu sıfat, yâni haya, kulun kalbi ile Allah arasındaki perdenin azalmasından sonra husule gelir. Bunları vehleten anlamak güçtür. Şunları evvelâ tefrik etmeğe çalış:

Sünnetu’Ilah nedir?

Âyetu’llah nedir?

SÜNNETU’LLAH; tabiî kanunlardır.

ÂYETULLAH; kâinatta hüküm süren kanunlardır.

Bunlardan âyât-ı ilâhiyeyi düşünmek farzdır.

“Siz sünnetu’llâhı öğrenebildiğiniz- kadar bilirsiniz. O bildiğiniz miktarda değişiklik bulamazsınız...” Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz, fakat keşfettiğiniz sünnetin zâhir eserleri de zarurî değildir. Kâinat Allah’ın ihtiyâr-ı ef’alinin eserlerinden ibarettir.

Bu eserlerin bizzat tegayyür etmesine imkân yoktur. Akıl Allah’ın varlığını bildirir. Allah’ın varlığını bilmekle Allah’ı bilmek arasında fark çok büyüktür.

Allah, akıl ile bilinse idi, bulunsa idi kitâba, nebî’ye hacet kalmazdı. Dış âlem üzerinde elde edilen bilgi mahzun ve mükedder anlarda duyulan ahlâkî ve mânevi boşluğu dolduramaz.

Fakat mânevi ve ahlâkî bilgi dış âlem hakkındaki cehaleti daima teselli edecektir. Ve böyle kalacaktır.

Başınızı semalara kaldırınız, durduğunuz yerden ötesini tasavvurdan muhayyileniz yorulacaktır, fakat tabiatın mucizeleri tü-kenmiyecektir. Bunlar hep sünnet-i İlâhiyedir.

Göze görülen bu âlem, kâinatın muazzam sinesinde ancak belirsiz bir izdir. Hiçbir fikir aslına yaklaşamaz. Anlayış melekeleriniz tasavvurunuzun hududunu aşsa eşyada saklı olan hakîkata kapılsa ancak ufak zerreleri meydana çıkarmış olursunuz. Bu da merkezi her yerde olan, yüzü hiçbir tarafta bulunmayan nâmütenâhî bir küredir. Muhayyilelerinizin en nihayet bu düşünceler içinde kayboluşu Allah’ın sonsuz kudretinin hissolunan en büyük mümeyyiz vasfıdır.

insan Allah’a, varlığı hakkmdaki delil ve ispatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla, bir îman ve i’tikat sahibi olmağa çalışmakla yaklaşır. Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup her türlü dünya saadetlerini atarak halâsa kavuşmuş olanlardan öğreniniz.

ilk defa inanmış ve i’tikat etmiş gibi görünerek hareket ediniz, dua ediniz, ibâdet ediniz, bu hal, tabiî bir şekilde sizi îman ve i’tika-da doğru götürecek ve aklınızı yenecektir. O zaman hakikî değerinizin ne olduğunu birbirinizden öğreniniz. Allah’ın sesini dinleyiniz.

îman size, beş duygunuza aykırı bir şey göstermez. Onların sezemediği şeyleri bildirir...

îman, beş duygunuza, aklınıza, zıt bir şey değildir, onların üstünde bir inanıştır. Aklın muhakemesine her şeyi vurmak istersek, o zaman îman saçma ve gülünç gelir sana... Allah’ı hisseden, akıl değil, kalbdir. îşte îmânın insana öğrettiği şey de budur. Bir insandır, câhildir. Muhakeme etmeden Allah’a inanmış diye hayret etmeyiniz. Allah onların kalblerine sevgisini indirmiş, onlar da kendi nefislerinden nefret duymuşlar, bu da îman ve i’tikada meyil uyandırmıştır.

Ne olurdu akıl olmasaydı, insanlar his ve sevk-i tabiî ile hayatlarını sürselerdi? Başlarını secdeden kaldırmayacaklardı... Asıl hüner gaflet ânında Allah’ı bulmaktır.

Gaflete dalanlar için karanlık, aydınlık müsavidir. Uyuyan gece ile gündüzün farkında değildir.

Karanlık ile aydınlığın müsavi olmadığını anlamağa çalış, elinde fırsat varken...

Ölüm çattığında pişmanlık çok acı gelir. Dünyada iken vakit kaybetmeden, güneşle deryayı ayırmağa çalış. Bunu ayırdığın zaman gözlerin her iki dünyayı da görmeğe başlar...

Bir an gelir ki geçmiş, gelecek her şey rüya âlemi gibi olur.

Ölüm: Hikmet âleminden alâkası kesilip kudret âlemine dalış demektir. Bunu iyi öğren...

Küfürden kurtulamazsan, hiç olmazsa'zulme gitme... İnsan küfür ile idâme-i hayat edebilir, fakat zulüm ile, asla!..

Madde âleminde ruhu bunalmış bitkin insanoğlu! Eğer manen hasta olduğunu hissediyorsan:

Bu da senin için bir müjdedir. Maneviyat hastahanesine git!

Bu hastahanenin başhekimi Resûl-i Ekrem’dir.

Asistanları Enbiyâlar, hastabakıcıları Evliyâlardır. O hastaha-ne ücretsizdir.

Menfaatsizdir, iltimassızdır, vizitesizdir. Hastahaneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı karşılamaz, bizzat başhekim Resûl-i Muhterem karşılar. Oraya girdikten sonra tedavi olmadan çıkamazsın. Şifayı alan saadet yolunu bulur.

“Allah yolunda tozlanan ayaklara Allah cehennem ateşini haram kılmıştır.” Allah yolunda ayakları tozlanmak nefsinin hayrını terkederek Allah’ın mahlûklarına hizmetle olur.

Madde âlemi, radyo, telsiz, televizyon, atom, birçok buluşlarıyla bağırıyor, sanki kendileri bunları yarattı.

Bunlar, Sünnetu’llahda gizli hâdiselerin, zekâ ve akıl ile bulunup terkip edilmesidir.

Bunlar bulundukça Cenâb-ı Hakk’m azameti idrâk ediliyor demektir.

Bu buluşlarınla gururlanma, inkâra gitme. Evvelâ ölümü kaldır, zevali dünyadan zevâl et! Fakir insanı kaldır. Mezar kapısını kapa! Bunları yapabiliyorsan gel konuşalım! Çaresi varsa söyle dinleyelim...

Yoksa:

Mırıltıyı bırak... Cırcır etme!

Daha beyazlaşan saçının rengini, kırışan yüzünün buruşuğunu gideremiyorsun...

BİR ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU. BEN DE ONDAN DİNLEDİM. SİZ DE BENDEN DİNLEYİN...

Aynaya bakıp, kendi mübârek yüzünü görünce;

“Hamdolsun Allah’a, beni kusursuz yarattı, yüzümü güzel halketti ve beni müslümanlara kattı...” diyen, dünyanın en müte-vâzı, temiz ve halûk insanı Hazret-i Resûl-i Ekrem, insanların en güzeli, en cömert, en cesuru, en merhametlisi idi... Bir. gün huzuruna giren bir adam O’nun heybetinden titremeğe başladı. Biraz sonra adam kendine geldi...

“Ben padişah değilim. Kureyş boyundan kurumuş etle geçmen bir kadının oğluyum ancak.”

Sözü apaçık söyler, kim duyarsa anlar, söylediğini üç defa tekrar ederdi. Başını hiçbir tarafa döndürmezdi. îc? hederse gövdesiyle dönerdi.

“Ancak bir kulum ben, kul gibi yerim, kul gibi otururum, kul gibi içerim.” diyen Resûl-i Ekrem; nâlinini kendi tamir eder, gömleğini kendisi yamardı... Evini süpürür, toprak bir kapta yemek yer, bir post üstünde yerde yatardı. İcabettiği zaman bu mütevâzı büyük insan Semâvâtı gezerdi...

Boyu ortaya yakın uzunca, omuzlarının arası geniş, değirmi yüzlü, saçları siyahtı. Ayağını yere kuvvetle basardı. Göğsü ile göbeği birdi, gülünce dişleri inci gibi parlardı. Pembe beyaz benizli, başı büyükçe, nurlu güzel yüzlü, kirpikleri sık, İnce ve uzundu. Gözleri kudretten sürmeli, içine bakmağa imkân olmayan, her iki âlemi gören mübârek gözlerinin rengini tarif etmek imkânsızdı. Yatarken, kalkarken, ilk işi dişlerini misvaklamaktı. Kızdığı zaman yanakları kızarır, ayakta ise derhal oturur, oturuyorsa bir yere dayanırdı. Yolda giderken çocuklara rastlayınca daima onlara selâm verirdi... “Yaşayışım da ölümüm de hayırdır size.” diyen Resûl-i Muhterem’in şefâatma Allah cümleyi nail eyleye...

MANEVİYAT BAHÇESİNDEN

Sonsuz semaları masmavi bir nur ile dolduran ALLAH’a hamde-derim... Ruhu, nur âleminin ebedîliği içinde aziz.olan Allah’ın Re-sûlüne ve O’na inananlara selât-u selâm ederim...

Allah’a secde ettiğin yüzü, başkalarına karşı zillete düşürmemeğe gayret et; azîz olursun.

*

Hakkın nimetlerinin şükrünü edâ et... Nimet gelir, şükrü göremezse gider...

Sakın kimseye hakaret gözüyle bakayım deme. Unutma ki Allah’ın dostları binbir şekil, kıyafet içinde gizlidirler.

Halkın seni methetmesiyle zevk duyma, zemmetmesinden de acı çekme...

Hak kuvvetlidedir derler; sakın inanma. Bu lâf câhil sözüdür. Kuvvet “Hak”tadır, unutma.

* *

Hak için zahmet çek... Allah buyuruyor:

“Benim nâmıma zahmet çeken kulun seyyiâtmı izzetim hakkı için mahvederim.”

*

îlmi var, ameli yok...

Ameli var, ihlâsı yok.. Allah dostlarının yüzünü görmek nimetine ermiş de, onlara bağlanmasını bilmez... Denizin dalgası bâzan kabarır da sahile vururken, “Ben varım” diye mırıldanır... Deniz de ona, “Sen yoksun, ben varım.” der.

Aman, gurura kapılıp da gönül kırma; yanarsın.

Sana bir dua öğreteyim:

Gözlerinde göz yaşından, Allah pazarında satılan inciler peyda olurken, söyleyeceksin:

“Sonsuz salâvat incilerinin dizileriyle, nihayetsiz selâm cevherleri Muhammed Mustafâ'nın feyizlere açık ruhuna, hikmetlere açık göğsüne saçılsın... Gündüz parladıkça, güneş âlemi aydınlattıkça, ruhu rahmet ve semalara garkolsun... Tertemiz ehl-i beyt’e selâm olsun.”

Bu dua îmânın zevkine yükselenler içindir. Henüz maddenin kesafetinde mahcup kalanlar, hayatta harikulade hâdiselere tesadüf etmeyenlere ait değildir.

Vücut gözünün görmediği âlemle her an irtibatı olan mübarek bir zat kalabalık bir kitleye ders ve öğüt veriyordu.

Herkes huşû içinde güzel sözlerin tesiriyle âdetâ ruhanî bir mi’râc halinde idiler; bir aralık dinleyenlerden temiz yüzlü, biraz mahcup birisi uyumaya başlıyor... Mübârek zat derhal susuyor. Herkes uyuyan adama kızmaya başlıyor. Yarım saat derin bir sükût. Uyuyan uyanıyor, hatasından dolayı yüzü kızarıyor... Mübârek zat tekrar konuşmaya başlıyor... Ders bittikten sonra, uyuyan adam mübârek zâtın yanma yaklaşarak hatasından dolayı af dilemeğe hazırlanırken mübârek zat:

— Oğlum, üzülme... Ben senin uyumana kızmadım; yarım saat bekledim... Rüyanda gördüğün mübârek zâtın ruhaniyetine hürmet ve muhabbetim dolayısiyle susmaya mecburdum.

Meğer uyuyan adam rüyasında Hazret-i Resûl-i Ekrem’i görüyormuş...

Cebel-i Azamet’e: Aklı koy, orada nurdan yapılmış libası giysin,

Cebel-i Kibriya’ya: Kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libasını kuşansın,

Cebel-i îzzet’e: Nefsi bırak, orada ubûdiyyet libasına şarılsm,

Cebel-i Ezel’e: Ruhu çıkar, orada nûru’l-nur libasını alsın, sonra da aşk nârasiyle bağır, bunların derhal toplandığını görürsün... O zaman fetih başlar ve (Bizden olursun).

Hızır, iki gözü kör bir adama rastladı.

·        — “Sana dua edeyim de gözlerin açılsın/’ dedi. Âmâ gülerek ona:

·        — “Geç baba işine... Ben kazâ-yı İlâhîyi gözlerimden fazla severim. Onun kazâsmı gözümün açılmasına değişmem.” diyerek yoluna devam etti.

*

Uyku, gözlerini kapamadıkça yatmağa heves etme...

Yedi saatten fazla uyku hamakat! davet eder...

Çok acıkmadıkça da yeme, fazla yemek hastalık getirir...

i *

Tam otuz yıl arkasını ne bir duvara, ne bir yastığa ve ne de mindere dayadı.. Ne de diz üstü oturmaktan başka bir tavır takındı...

·        — “Ne diye kendini meşakkate sokuyorsun?” dediler.

·        — “Allah’ımı görürken başka ne türlü durabilirim.” dedi.

Tren gecenin karanlığında homurdanarak sür’atle gidiyordu. Birinci mevki kompartımanlarından birinde, iki kişi aralarında konuşuyorlardı. Biri, diğerine:

“Birader, on bin lira vererek, işimi yaptırabildim. Vermesem yüz bin liralık fabrikam mahvolacaktı.” Diğeri onu tasdik etti:

“Ne yaparsın kardeşim, geçim için bugün böyle.” diye mırıldandı. Kompartımanın bir köşesinde, gözleri hafif yumuk, yakaza halinde bulunan nur yüzlü bir ihtiyar, gözlerini açarak söze karıştı:

“Oğlum hareketiniz asla doğru değildir. Sizde biraz Allah korkusu olsa bu parayı vermez, fabrikanızın mahvolmasını tercih ederdiniz.” Ve şöyle devam etti:

“insan harbe gidiyor, ateşler içine atılıyor, sizin yüzbin liralık fabrikanızdan daha kıymetli olan canını veriyor... Siz ise bu hareketinizle rüşvete yol açıyor ve Allah korkusunu fabrikanız uğruna feda ediyorsunuz...” dedi ve yine nurlu yüzünü çevirerek kendi âlemine daldı...

Yıldızlı bir gecede secdeye kapanmış dua ediyordu:

Yarabbi... Sen mutlak ve ezelî merhametsin... Bu ezelî merhametini, diyar diyar gezip, herkese anlatmak istiyorum.

Fakat korkuyorum: Merhametinin büyüklüğünü anlarlar da, Sana kimse ibâdet etmez... Beni affet... Rahmetinle yoğur...

Yirmi gün yemez içmez, hayran bir halde bir köşede otururdu. Bir gün dedi ki:

“Benim ölümüm sizinkilere benzemez. Benim ölümüm Hak’tan davet ve kendimden kabûldür.”

Nitekim bir gün, bir meclis içinde otururken, “Evet, başüstüne” diye âni olarak bağırdığı duyuldu... Ruhunu teslim etmişti.

Biri onun yanma sokuldu:

— Biraz param var, dedi. Sana vermek istiyorum, verirsem ne olur? Cevap verdi:

— Verirsen senin için iyi olur, vermezsen benim için iyi olur. Dilediğini yap...

Sadaka Allah namınadır... Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın.. Aman dikkat et...

Kendini o kadar çok maddeye verme, kaptırma. Maddî hesap ruh dünyasının eşiğinden bir adım ileri gidemez.

Hayatın en güzel günü, bu gündür, bu andır. Hazırlığını derhal yap. Yarın belki kıyamet kopacaktır.. Bu sözümü yabana atma... Bunu anlamayan zaten hayattan bir şey anlamış değildir.

Doğruluktan sakın ayrılma.. Unutma ki, suyun bir karış altında veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur.

Acz içinde kıvranan, bir mikrobun tesiriyle yuvarlanan, anahtar deliğinden geçen ince bir rüzgârla tepelenen insan... Dikkat et... Bu mikrop, dünya hayatını tehdit eder, manevî maraz ise ebedî hayatı mahveder.

* 3

insanoğlu binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadı. Nihayet Allah’ı, merhameti buldu. Bundan da. medeniyet doğdu. Bugün Allah’ı unuttu; merhameti, sevgiyi, işlerine gelmiyor diye terketti. Bugünün insanı, ebedî hayata kıymet vermeyen üstün zekâları ile şöyle haykırıyor:

— Sonumuz yokluktur, insan tekrar dirilir mi?

Günah işleyip de duyulmasını istemeyen kimse, Meleğin vücudunu elbette inkâra bahane arar.. Dünyanın bugünkü haline bakın:

Aç kurtlar gibi birbirlerini yiyorlar, öldürüyorlar. Bunlar hep öğündükleri üstün zekâlarının işleri...

Yetmiş kere yaya hacca gitti. Uçsuz bucaksız çöllerde, çenesi göğsünde ye gözleri' adımlarında, yetmiş kere hac yolu... Kolay değil... Son haccmda, çölde bir köpek gördü; susuzluktan dili sarkmış; nefes nefese çırpınmakta... Haykırdı:

— Yetmiş kere yaya hac sevabını bir içim suya kim satın alır? Bana bir içim su!..

Bir adam, ona bir içim su verdi. O da köpeğe içirdi ve dedi ki:

— işte bütün haclarım kadar sevaplı bir iş. • Zira Allah’ın Re-sûlü, “Kim olursa olsun her ciğeri yanana su vermekte ecir vardır.” buyurdu.

Dalga dalga hacca gidenlere bakarak mırıldandı:

—. Şu hacca gidenlerin hali ne garip... Dereler, tepeler, çöller, denizler, dağlar, diyarlar aşıp geliyorlar... Allah evini, Resûllerinin eserlerini görmek için... Halbuki, kendi nefs sahralarını aşabilseler-di, orada doğrudan doğruya Allâh’ın eserlerini göreceklerdi...

* *

Çöllerde gezerken bir zenci gördük. Yanında Allah dendiği zaman simsiyah yüzü bembeyaz oluyor, sonra tekrar yerli yerine dönüyordu...

< •

Rahmet, Resûlullâh’m kalb-i pâkine ve rûh-u muallâlarına mütealliktir. Onun için Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Celîl’inde (meâien); “Ben ve Melâikeler Nebî’ye selât-u selâm getiriyoruz. Ne duruyorsunuz, siz de selât-u selâm getirin, acabasız teslim otan/’ buyuruyor...

Rahmet-i İlâhiye bu makamdan tevzi olunur. İlâhî rahmet ha-kîkat-ı Muhammediyeye nazil olmadıkça onun parçaları olan hakikatlere nail olunamaz.

Selât-u selâm getirmek, herkesin nefsi için rahmet talep etmektir. Bunu anlayan insanda basiret başlar... Basiret; Evliyaya makâm-ı fuatta fetih buyurulan ruh gözüdür. Onun için, bu işlerde yürümek isteyen Allah’a inanır ve mü’min olur. Kendini Allah’a teslim eder, Islâm olur...

Hakk’a teslim olmak demek, kısmet-i ezeliyesinden râzî ve hoşnut olmaktır. Kulun teslimiyetini Hak görünce ünsiyet başlar... O vakit Âdem insan olur.. Ve derhal dâvet-i İlâhiye vâki olur... O davete namaz denir... Hak buyuruyor: “Namazın yansı benim için, yarısı kulum içindir...”

İbâdet, âzânm ıslâhı içindir... Yalan yanlış şekil ile Allah’a, Peygamber’e yaklaşılmaz... Gözünü dört aç... Bu yüzden ibâdet yapıyorum diye gaflette olanlar sayısızdır...

Hazret-i Ömer (R.A.) gözleri yaşlarla dolar, haykırarak Resûl’e selât-u selâm getirir.. Kendisine soruldukta:

“Ben Hazret-i Resûl’de erimeden evvel kaskatı bir şâkî idim... Resûl’ün nazarı benim kesafetimi eritti... Daima gözümün önüne gelir :

Islâm nûruna kavuşmadan evvel, câhiliyet âdetleri üzere minimini yavrum, ciğerpârem kızımı, diri diri gömmek için çukur kazarken, sakalıma toprak bulaşmıştı.. Yavrum, ufacık elleriyle sakalımdaki topraklan silerken ben de kocaman ellerimle onu, sevgili yavrumu çukura tıkıyordum... işte, şimdi o sahne gözümün önüne gelir, durmadan ağlarım.. Nûr-u Nübüvvet’le eriyip insan olduğumdan dolayı da Resûlullâh’a selât-u selâm getiririm..

Ne yaparsan yap ah alma, can yakma, gönül kırma... Hayvana (bile) eziyet etme, nur içinde hasrolunursun... Canını yakmak istediğin hayvan veya insan bâzan o anda kendinde olmaz, o zaman işe asıl sahibi karışır, gücüne gider, derhal tepelenirsin...

Çirkin yüzün aynaya zarar vermediğini bil...

Şefkat ve merhamet sahibi insanlar, Allah’ın sevgili kullarıdır.

* #

Hakk’a ermiş haykırıyor:

— Ey adalet ile uğraşanlar’. Bana cevap veriniz:

Dış görünüşüyle namuslu, fakat rûhu ile hırsız olan bir adamı hangi cezaya çarparsınız?

Gövdesi ile katil olan, rûhuyla maktûl olan bir kimse hakkında nasıl hüküm verirsiniz?

Hareketleriyle aldatıcı ve zâlim olduğu halde, aynı derecede aldatılan ve zulme uğrayan kimse hakkında ne dersiniz?

Sonra, nedametleri suçlarından daha büyük olanlar hakkmdaki hükmünüz nedir? Nedâmet, sizin hizmet ettiğiniz kanunun tatbik etmek istediği adaletin hedefi değil midir? Fakat siz suçluya nedâmet aşılayamadığınız gibi onu masumun kalbinden de çıkaramazsınız:

Mâbeddeki köşe taşının, temelindeki taştan daha yüksek olmadığım bir anlasanız.. Fakat nerede...

Deniz kenarında oynayan ve kumdan kuleler yapmak için uğraşan, sonra güle güle yıkan çocuklar gibisiniz... Fakat siz o kuleleri yaparken deniz, sahile daha fazla kum yığıyor ve siz kulenizi yıktığınız zaman deniz size gülüyor.. Zaten deniz daima masumlara güler... Gülerim o topallara ki, rakkaselere haset ederler..

Gülerim o öküzlere ki, boyunduruğunu sever ve ormanın içinde gezen geyikleri sürüden ayrılmış zavallı sayarlar...

Gölgelerini görürler, güneşi bir gölge kaynağı sanırlar..

ALLAH DOSTLARI DİYORLAR KÎ

Kader oluğu altında uyu... Uyurken sabra yaslan., önce uyur görün, sonra tam uykuya dal. Hakikate erişirsin.

Ta’zim insanı küçültmez, bilâkis yüceltir. Doğruların yıkılışı bir an işidir. Çünkü bunlar şahın kapısında beklerler. Halkı “Hakk”a çağırmaya memur edilmişlerdir. Bunlar, ellerini birbirlerine vurduğu zaman gözden kaybolacak kadar küçül... Başına gelecek bir iş olursa sabır eliyle karşıla. Şifa buluncaya kadar dur; bağırma, çağırma... Şifa gelirse şükr eliyle al. Celâl perdesi açılırsa secdeye kapan... Allah, Peygamber sevgisini, fakirlik hali ve belâ takip eder. Belâ karşısında dağ gibi olmalısın...

îman sahibinin çoğu hali, sıkıntıyla geçer. Elindeki şeyler çok bile olsa yine de sıkıntı içindedir. Çünkü, bağlanmış olduğu birçok prensipler vardır. Onları yerine getirmek güçlüğü içinde kıvranır. Dünyada ancak bir prensipe bağlı olmayanlar rahat eder. Onlar da hiçbir dîne söz vermeyen dinsizlerdir.

“Allah’dan başka ilâh yok.” dediğin zaman bir dâva peşine düşmüş oluyorsun. Her dâvada şahit isterler. Şahidi olmayan dâvayı kaybeder. Bu durumda şahit, emirleri tutmak ve yasakları bir yana atmaktır. Bu lâf boş değildir. Derinliğine süzül, dal...

Hiçbir söz amelsiz kabûl edilmez ve hiçbir amel de ihlâs olmadan makbûl değildir. İhlâs Peygamber’in yoludur. Eğer kapma gelen dilenci bir hediye getirseydi, hemen alırdın. Bana mı demezdin... Hiç geri çevirmek istemezdin...

“îman sahibinin ferasetinden sakının! Çünkü o, Allah’ın verdiği nurla bakar...” İbâdet gelip geçici şeyleri, muayyen bir zaman için terk demektir. Sözlerimizin değeri ve tefsiri, mânevidir. Burada maddenin sözü geçmez.

Allah yolcusunun iç âleminde aksaklık göremezsin...

Kerem sahibi olmak için, İlâhî ve kutsî sırları saklamak şarttır.

Aza kanaat, nefsin kısmetini kaçırmak değildir. Ağlamak, ibâdettir. Ağlamak, dikkat buyurun, Hakk’a karşı tevazu göstermenin şiddet halidir.

Aklı kalbe çevir, kalbi sır yap, sırrı yokluğa ilet, yokluğu varlığa çevir... Ondan sonra kendini bir seyret bakalım. Çalış, hiç kimseye eziyet için gayret etme. Herkese iyi niyet besle. Ancak, cemiyetin düzeni için bir şey yapılacaksa onu da yap, geri durma, bu ibâdet sayılır.

Dünya âhirete perdedir. Âhirete dalmak ise dünya ve öbür âlemin sahibine perdedir. Yaradılmışlara dalmak, Yaratan’dan ayırır. Hangi yaratığa gönül kaptırırsan ruh pencerene perde çekmiş olursun...

Velâyet halinin işareti vardır. O işaretler, velîlerin yüzlerinde okunur. Onu anlayış sahipleri sezer. O işaretler, velâyet halini anlatmağa yeter. Dile hacet yoktur.

Kalbinizi dünyaya kaptırırsanız, Ra'bbınızm yüce makamı perdeler arkasına girer, rûhânî hava tarafınıza esmez. Allah hem Azîz, hem de Celîldir.

Hiç kimsenin kadere yüklenerek hak talep etmeğe yetkisi yoktur. Her genişliğin bir sıkıntısı çıkar. Her ferahlıkta bir darlık saklıdır. Her belâ bir iyiliğin öncüsüdür. Siyahla olduğunuz zaman ka-tiyyen beyazı unutmayınız...

Bu mânâ âlemi ile ilgili bir sözdür. Edepli olunuz...

Nefsini çok kırma, onun da dünyada bâzı alacakları vardır. Bir şeye iptilâ bir imtihandır, herkese nasip olmaz.

Herkes iptilânm neden geldiğini farkedemez. Ancak binde bir kişi anlar. Anlayınca da Hakk’a döner, iptilâ insanı ayıltmak için gelir, uzlet bir ibâdettir.

Temizlik dıştan içe geçmez. Bir insanın iç âlemi temiz olunca, kalbi nurla dolar; iç, sonra nefis, sonra beden temizlenmelidir. önce evin içini yap, kapısını sonra takarsın... îç yapılmadan, dışının yapılmasında hayır yoktur. Yaratıcı olmadan yaratılmış olmaz. Ev olmayan yerde kapı da olmaz. Harap olmuş yere kilit asan olmaz.

Âhiret olmayan yerde dünya olmaz. Hiç kimsenin göğüs boşluğuna Allah iki kalb koymadı.

Bir şeyler istiyorsan, her şey teslim edilmez... Yanlışın var... Şahit isterler. Mihenk taşma vururlar, ayarını ölçerler. Bakırı altın diye satman kabil olmaz. Her şeyi ehli bilir... Kış ve yaza inanmak onları olduğu gibi kabul etmek, onların eziyetini hafifletir.

İşte belâlara da inanmak bunun- gibi bir şeydir. Hak’tan geldiğine inanmak ve sabırlı olmaktır. Sabırlı insanlar, Allah’ın heybet nuru altındadırlar, ölüdürler. Hayat insana emanet verilmiştir. İbâdet için verilmiştir. Dünyada her şey emanettir. Rızkın için üzüntüye düşme, o seni arar, o kadar arar ki sen o kadar arıyamazsın... Ateşten o kadar korkma: Sanki ona tapıyorsun. Dünyadaki cennet onun yakınlığıdır. Âhiretteki asıl cennet ise, onun varlığına nazardır.

îman sahiplerinin kalbi yaratılmadan, îmanları yazıldı. Bu geçmişin bilgisidir. Bunun üzerinde münakaşa caiz değildir. Ona dayanarak hüküm yürütmek doğru olmaz. Bizden evvel gelen sahâbe ve uyanlara yeten bir din bize nasıl yetmiyor? Bu sözleri söyliyenin yanında doğruluk vardır. Onunla her dinsizin ve münafıkm kellesini keser...

Doğruluk yeryüzünde Allah’ın kılıcıdır. Hangi şeyin üzerine konsa onu keser.

Hayır, iki kelime üzerinde toplanmıştır. Allah’ın emrini yüce bilmek ve kullarına şefkat göstermek... İçi bozuklara ancak Allah yolcuları güler, buğz gösterir.

Tövbe, bir kuvvettir. Her iyiliğin kalbi sayılır. İç âlemi temizler. Tövbeyi önce kalbinizle sonra dilinizle...

Din emrinin hazır olmadığı bir yerde zındıklık başlar. Cennet derece, makam arayanlar içindir. Manevî tüccarlar onu ararlar. Oruç içinde oruç, bahçe içinde bahçe, ev içinde ev vardır. îman ve irfan sahibi Allah’dan dünyayı istemez. Âhiret talebinde bulunmaz. Mevlâ’sından “Mevlâ”yı ister. İnsanların iç âlemlerini, hak ile olan bâzı hallerini sezmeyen onlara hürmet edemez.

İbâdet bir sanattır. Hazine Allah’ın birlik nurunu kalbine doldurmaktır. Allah’ı zikreden daima diridir, ölmez. Bir hayattan öbür âleme geçer.

Bir andan fazla ona ölüm gelmez. Yazın geldiğine hakikaten inanmıyacak olursan, ensen yandığı zaman inanırsın...

tyi kullar, öbür âleme intikal ettikleri zaman nîmet içine düşerler. Nimet sevdikleri için verilmemiştir. Hakk’a uydukları için verilmiştir.

Ateş nedir ki îman sahibi ondan korksun? Ateş, îman sahibinden korkar ve kaçar. Allah’a sığınır.

îman ve ihlâs sahiplerinden kaçmamak, o cehennem ateşinin haddine mi düşmüş... îman sahiplerine dil uzatma, ona eziyet etme, gıybet etme... Sakın hem çok sakın. Sonra yine sakın! îman sahiplerine taarruz etme, onlara kötülük isnad etme! Onların üzerine titreyen bir sâhip bulunmaktadır...

Kısmetini alıp yiyen tâat içindedir. Kader bahsine cehalet ayağıyla vurmayınız... Kader ilminin geçmişte yazdığı şeylere dokunmak olmaz... Bu güzel hallerini anlattığımız kimselerin tutumları seni mestediyor. Fakat bu, eline bir şey getirmez. Onlar gibi olmağa çalışmak lâzımdır. Temenni hiç kimseyi kurtaramaz, temenni ahmakların çukurudur. Kurtuluş yolu: Ümit ve korku birlikte yürürse kazanılır...

Böyle bir ermişi, rüyada görmüşler ölümünden bir müddet sonra...

— Rabbm sana ne gibi işler yaptı, diye sormuşlar.

— Haberim yok, demiş. Bir ayağımı sırat köprüsüne koyduğum zaman öbür ayağımı Cennette gördüm, demiş...

Ayık olun, insanda bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün duygular güzelleşir. O, fesada uğrarsa, bütün duygular iyiliğini kaybeder. îşte o et parçası kalb’dir... Bunu anlamak iç zenginliği yapar, iç zenginliği olmayan duygusuz yaşar; ibâdet, ona bir zevk vermez. îç zenginliğinde, ruhun erimesi lâzımdır. Secdeye vardığın zaman, hakikî varlığın serinliğini duyuyor musun?

Allah insana sahip olmasa her şey ondan el çeker... îman sahibine eziyet etmek, Kâbe’yi onbeş defa yıkmaktan, günah itibariyle daha büyüktür.

Peygamber’e sevginin şartı, fakr halidir.

Allah sevgisi için de belâ şarttır... Her velayet halini belâ ta-kibeder. Sebebi, Allah sevgisi iddia edilmesin diye...

ölümün gelmesini bekleme. Ölüm ânında bütün kapılar yüzüne kapanır; tövbe etmeye gücün yetmez olur.

Ihsan kapısı kapanmadan acele et!

Ölüm îman sahibini sevindirir. Küfür ehlini ürkütür. Münafıkları korkutur.

Hatalı işlere karşı susmak yasaktır. O zaman konuşmak ibâdet sayılır.

Sabır yardımcı çağırır, inşam yükseltir, insanı aziz kılar...

Tek olmağa alışırsan, BÎR olandan ülfet ve birlik gelir.

Âhiret sevgisinin zerresi kalbinde yaşasa, İlâhî nur senden uzak durur...

Ayık ol, sonra yazık olur. Hak' katına ancak doğruluk adım-lariyle varılır.

Haram yemek, din cesedine zehirdir.

Yollar geniş ve serbest, fakat siz, görmüyorsunuz. Nefis dünyada yap der; öbür âlemde “Niye yaptın” diye sana çıkışır.

Allah dostu; sessiz, sözsüz haykırıyor. Sözümü kabûl ediniz. Benden daha güzel söz eden olmaz. Yeryüzünde bu asırda benden daha sağlam ve güzel söz eden bulamazsınız. Fakat bunları benden bilmeyiniz. Kuvvetim Hakk’ındır. Onun bihurufu lâfzı kuvveti dili ile söylüyorum. Ve bunları halk için yaparım, benim için değil.

Hastalan ziyaret ediniz. Cenaze törenlerinde hazır bulunmağa gayret ediniz. Çünkü bunlar, bu âlemin ötesinde bir başka âlemin varlığını hatırlatır. Yakında her şeyle aranız açılacak. Bu ayrılış size danışılmadan yapılacak, ayrılacaksınız.

Sizi ferahlandıran cümle eşya yürüyüp gidecek; giderken sizden izin almıyacak. Dikkat buyurun... Çok dikkat edin... Siz yürümiye-ceksiniz; eşya yürüyüp gidecek diyoruz. Her şey açık söylenemez, ifade kuvveti yetmez. Yukarıdaki sözü tekrar tekrar okuyunuz. Çok rica ederim, mü’min kardeşlerim...

Göçtüğünüz âlemde yorulacaksınız, güçlükler sizi saracak. Yüzünüze bakan olmıyacak. Sebebi öbür âlemi dünyada hatıra getir-mediğinizdendir...

insanlara ve fâni varlıklara güvenen kimse, rahat olamaz...

ilmi artanın korkusu da artar. Sözlerimizin sertliğine gücenmemenizi rica ederim...

Sabır, zilleti izzete tebdil eder.

îman gözüyle her şeyin taksiminin Allah tarafından olduğunu görüp anlayan, bir şey istemek için utanç duyar...

Bir kimse Allah ile olursa; onu kimse ürkütemez, ne cin taifesi, ne de insanlar, ne yer haşeresi, ne de yırtıcı hayvanlar, hiçbiri o büyük zâtı korkutamaz. Hiçbir yaratık o kişiye dokunamaz...

Zâhid, dünya ile âhiret,

Korku sahibi, Cennetle Cehennem,

irfan sahibi, yaratılanla Yaratıcı arasındadır. Önce, gözünü kapayan perdeyi arala., sonra yalvar...

Bu halde bulunan insanın haline, ne insan, ne cin, cümle yaratıklar içinden bir tanesi bile akıl erdiremez...

Öğünmeyi hiçe sayanın, kötülemeleri kendiliğinden sıfıra düşer..

Muaz (R.A.), “Gelin bir ânımızı imanlı geçirelim..” dermiş. Resûl’e şikâyet etmişler. Resûl:

,   — Muaz’ı haline bırakınız, buyurmuştur.

Sabrın asıl mânâsı, Hakk’ın kaza ve kaderine boyun eğmektir.

Cesedin gitmiş gibi bir rûhânî âleme dalarsın. Bu işler sükûn ister, huzur ister, maddî şeylerin kalbden çıkmasını ister...

Allah, Kitâb-ı Celîl’inde bâzı yaratıkları üzerine yemin eder. Bu Allah’a mahsus bir sırdır. Bu sırları bilenler her yerde, her şehirde ya vardır yahut kervanlar halinde geçerler. Fakat hepsi de deve adımı gibi sessiz, gürültüsüz geçerler...

Bunları görebilmek, sohbetlerinde bulunabilmek için: Rütbe ve mansıb dilenme... Çocuklar gibi sopadan ata binme!

Ömer’in devede iken kamçısı düşmüş, inmiş almış; başkasından istememiş; başkasına minnettar olmamak için...

Bilir misin! Dağ benliğinden geçti mi sahra olur. Çınar azametli bir ağaçtır. Fakat aslı yerden kök salan bir tohumdur, ne bahtiyardır...

O susamış ki, yakan güneş altında Hızır’dan bir kadeh su dahi istemez... Bu lâkırdılar herkes için değildir. Zira ne derece mükemmel va’zu nasihat edersen et, koyunun kurt soyuna mazhar olması mümkün değildir.

Gayb hâzinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından biraz bakalım:

Göz bir âlettir. Dışardaki bir cisimden gelen ziya dalgaları o cismin şeklini dimağa kadar götürür ve biz o cismi görürüz. Fakat cismi dışarda görürüz...

Kulak bir âlettir. Dışardan gelen ses dalgaları kulaktan dimağa kadar girer, duyarız, fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil...

Burun bir âlettir. Bir yerden koku dalgaları burnûmuza kadar gelir. Kokuyu burnumuzda duyarız, dışarda değil...

Gören, duyan kim?.. Kokuyu alan sen... “Ben, kulum ile görür, işitirim.” Koku alırım, değil...

Bu küçük misâli halletmeğe bak... Bunun hallinde “Feth” vardır. Feth, kuvvetin bilinen sırrıdır...

Görünmede hüner yoktur. Görünmeyeni, görmede hüner vardır.

Beşerin anlama hududuna İlâhî sır ve kuvvetlerin varlığı ancak mucize, büyük tesadüf, şans kelimeleri ile girer ve beşer yine bunu gaflet hududundan çıkamadığı için şüphe halinde idrâk eder, reddedemez. Hâdise vardır. 'Anlamadığı hâdiseleri garip ifadelerle mırıldanır durur. Bu hâdiselerin arkasında Allah’ın dostuna verdiği bilinmeyen kuvveti gizlidir. Bu gibi Allah dostları öldükten sonra dönmezler. Kendi gözünü yumduktan sonra bizim gözümüzü açarlar...

Katreler, birleşme, visâl kanununa uyarak dere, dereler yine aynı kanuna uyarak deryâ olur.

Cıva olma, zerrelerini birbirine birleştir, sertleş, gümüş ol...

Kötü söz yabanî ota benzer, sulamadan da biter... İyi söz çiçek gibidir. Çok itina ile bakılmak ister. Bir adamı, yüz kişi iyidir desin, bir kişi; adam, bırak onu, dese; o yüz kişinin iyi demesini bastırır. Bu da insanlarda bir hâlettir. Her mesleğin taklidi olduğu gibi (Evliyâullahlık) mesleğinin de taklidi, sahtesi olur. Çok dikkat et, çarpılmayasın.

Donmuş sudan yapılmış bir testi, içi su ile dolu... Testi sudan ayrı bir madde gibi görünür. Güneş buzdan yapılmış bir testiye vurunca hem testi, hem de içindeki su aynı olur bilir misiniz?..

Vahdet güneşinin huzmeleri olan bu güzel sözler bir bahtiyarın kalbine vurdu mu hep aynı olur...

insanın aynası gönlüdür. Yüzünü ona çevir: Kendini gör...

Nifak, bu gibi gizli işlere pek diş geçiremez...

Cahilin dili kalbi önündedir. Âlim ve akıl sahibinin dili kalbi arkasındadır.

Nefis, Celâl sıfatının tecellisine mazhardır. En çok onda bu tecellî görülür. Hak, Cemâl sıfatının tecellîsini sever. Bu sebeple iki tecellî bir arada olmaz... Sabra alış; sabra tam alışan haline razı olur. Bu hal, rızanın en basit, en küçük başlangıcıdır...

Nefer Râzi ile Rıza Paşa arasında çok fark vardır.

Her şey iyi olur, hoş gördüğün şeyleri öğersin, bu halin şükür olur. Uzak kaybolur, yakınlık gelir. Şerrin kaybolur, tevhid âlemi gelir. Halk arasında zararlı bir şey kalmaz. Her şeyi Hak’dan bildiğin için halkın faydasını da bilemezsin... Haz duyduğun şeyleri artık seçemezsin.. Bu âlemde her şey aynıdır ve eşittir.. Bütün kapılar bir olur. Göze ancak Hak görünür. Bu hali çok kişi bilmez. Bunu bilmek az kişiye nasiptir. Milyonda ancak bir tane.

Zaman biter, nefisler tükenir, bu âlemi tam mânasiyle bilen sizden bir tane çıkar... Sabrın da zamanı geçer, nihayete erer, fakat sabrın sonu çok iyidir ve mükafatı daima bakidir. Yarın toz kalkar, kimin atlı, kimin yaya olduğu görülür...-

Dünya hikmetler âlemidir, âhiretse kudret âlemidir. Hikmet için birtakım âlet ve sebepler gerekir. Kudret için âlete ihtiyaç yoktur. Kudret ancak Hakk’m fiilî tecellisiyle olur.

Allah her şeye kaadirdir. Sebepsiz hikmetler yaratabilir... Ancak kudret âlemi ile hikmet âleminin ayrılması için bunları yapar... Âhiret âleminde her şey sebepsiz hareket eder. Orada konuşmak için edile, dişe, havaya ihtiyaç yoktur...

Orada duygular dilsiz konuşur... Çünkü tekvini hakkânî tecellî eder, İlâhî kudret kendini gösterir...

Duygularınız, hatalarınızı anlatırken sebeplerin dili tutulur. Bu son cümlede ciltler dolusu mânâ gizlidir. O gün, bütün sırlar fâş olacak, perdeler açılacak ve yıkık virâneler meydana çıkacak... Bu isteseniz de istemeseniz de olur. Kaçmak ve kurtulmak olmaz...

Tevhid âlemi ve ilmi, dünya sevgisi taşımayanlaradır... Bunun ötesi yoktur. Edebli isen dinle: Sesini kes, gözlerini yum, başını eğ, lâl ol. îzin gelinceye kadar bekle... Konuşma zamanı gelince, seni konuştururlar... Konuşursun ama, o zaman varlığını kaybedersin...

Konuşmağa başladığın zaman, konuşmaların bütün dertlere deva olur. Ruhî hastalıklara, senin konuşman şifa verir. Her konuşman akıllara nur saçar. îman sahibi, Yaradan’a kavuşuncaya kadar rahat yüzü göremez...

Namazım kılabilen, oruç tutabilen mes’uttur. Allah’ın yardımı olmasa bunları yapamaz... Bu makam, şükür makamıdır... Bunu bil; kendini beğenme makamı değildir, insanlarla iyi geçinmek sadakadır.

Şükür makamında kalmağa gayret et... Katiyyen ve katiyyen doğruluktan ayrılma.. Avam bunu bilmez, havas ehli demez, diğerleri kabûle yanaşamaz...

Âlimler, ruhun mânâ ve ahvâlinden bahse mezundurlar. Ruhun hakikatine dair sözler, avâmı inkâra, dar kafalıları cidâl ve kıtâle, ehl-i hakikati helâke sevkeder...

Bu hakikati unutma... Sedef içinde inci gibi sakla... Hiçbir yerde bu söze rastlayamazsın...

Arslanlarm arslanı kadar cesur olmak lâzımdır. Bu gibilerin düşmanları, çöldeki kum kadar sayısızdır. Dostları Allah ile aynı sayıdadır.

VEYSEL KARÂNÎ (Tabiîn’in En Büyüğü)

Bir Allah dostu görmüş de anlatıyordu rüyasında...

Ben de ondan dinledim. Sonra rüyama girdi. Hafızamda kalanları topladım. Siz de dinleyin:

Orta boy, etine dolgun, geniş omuz,, siyah uzun saçları kulak arkalarına doğru yele halinde... Geniş alnına karışık bukleli saçları düşük, sol gözünü bir bukle saç daima örtmede... Hafif mukav-ves bir burun, kaim ve muntazam bir dudak, seyrek iri beyaz ve temiz dişler, burun kanatları daima vücudu ile birlikte açınıp kapanmada, yağız bir yüz, siyah, çenesini dört parmak mütecâviz, karışık, içinde hafif ak bulunan, rüzgâra baş eğen bir sakal süslemekte. Sırtını bile istilâ etmiş kıllı bir vücut...

Yalınayak, baş açık, dünyaya bakmayan, başka âlemleri seyrettiği belli âteşin gözler... Elleri iri parmaklı, üstlferi kıllı, kimi yeri yırtık fakat temiz bir maşlaha sarılı, elinde kaim iğri büğrü bir asâ... Omuzunda küçük bir tulumda su.. Âteşin çöl., develer.. îşte Karanlı Hazret-i Veysel karşınızda.. Çölde nasıl hararetten, baktığımız zaman her taraf ihtizaz halinde görülürse.. Veysel’in her tarafı “Allah” lâfz-ı Celîli ile durmadan ihtizaz halinde.. Dudakları daima aralık, bu lâfız ciğerinden geliyor.. Dilin söylediği “Allah” değil... Bütün zerrâtm zikri ile hemâhenk... Sağ el avucu içinde (Siyah bir nur)... İnsan gözü büyüklüğünde... Veysel’in (Televizyon) âleti... Her hakikati aksettiren siyah renkli bir ayna.

Veysel’in gıda ile alâkası yok. Bulursa yer, bulamazsa arzusu yok. Onu Allah doyuruyor... Hem de bizim doymak, yemek diye bildiğimiz tarzda değil.. Çölde, her yerde Allah ile Resûlullâh arasında bütün ruh ve cesedi ile her an raks ve seyahat halinde Veysel...

Veysel muazzam bir barut yığını halinde olduğu için ateşi nur olan Resûl’ü görmemiştir. Zira ateş alır, ân-ı vahitte infilâk ederdi.

Allah lâfzı karşısında, hiçlik, yokluk, fakirlik timsâli. Allah lâfzının durmayan insan şeklinde âhengi... Âlem-i misâlde Hazret-i Veysel’i bu halde, bu şekilde gördüm.. Kendisine, “Seni herkese anlatacağım yâ Veysel” dediğimde; kaim dudakları iyice açıldı, tebessüm etti ve, “Çok uyuyan gözden, çok yer karından sana sığınırım yâ İlâhî!” söyledi.. Bu tebessümü izin bilerek ben de gördüklerimi anlatıyorum:

Kum çölünün nâmütenâhi zerrelerinin ve kızgın havasının zikr-i İlâhîsine kendini kaptırmış, bütün zerrât ile “Allah”ı haykırıyor. Veysel’in, bir an bile bir şey Allah ile arasına giremiyor. Veysel iş yaparken, Veysel konuşurken bile bütün vücudunun zerrâtı gözle görünür şekilde daimî zikir ve harekettedir. Veysel görünürde mâ-murelerden uzak bomboş çölde dolaşıyor. Fakat mamurelerde olanlar boşlukta. Veysel hakikî mâmureye. yakın ve onu seyr halinde.. Dünyanın en murassa’, en muhteşem libaslarından daha kıymetli bir hırka, üstünü Resûlullâh’ın kendi giydikleri ve Veysel’e hediye ettikleri hırka süslemekte; o hırkaya melekler, bizim gözümüzle görünmeyen yüzlerini sürmekte... Fahr-i Âlem’in vücûdunun harareti ile, gül kokusu ile ısınmış ve ıslanmış bir hırka.. Kimbilir hangi mübarek hayvanın yünü ile dokunmuş bir hırka.. Cebrail’in içinde Resûl’ü gördüğü hırka. Belki eli ile meshettiği bir hırka.. Zü’l-Celâl’in nazar-ı akdesinin her an çevrildiği Resûl’ün mübârek vücutlarmı örten hırka... Nazar-ı İlâhî ile daima yıkanan bir hırka...

Bu hırkanın altında olanı düşün... O hırkanın hediye edildiği insanı tefekkür et.. Gıpta hududunun çok üstünde bir nazarla seyredilecek bir hırka... Basit bir hırka fakat cihan değer bir hırka...

Şakası yok, (Hırka-i Şerif)’dir bu hırka. İzn-i İlâhî ile giyilen bir hırka.. Öyle bir hırka ki her türlü libâsa ârız olan güve ve ha-şeratm, sineğin edep duyup yanaşamadığı bir hırka...

Hem-asır olduğu halde Veysel Resûl’ü görmemiştir. Veysel Re-sûl’den Allah’a değil, Allah’dan Resûl’e teveccüh ettiği için görüşmeleri Murâd-ı İlâhî hududu dışında kalmıştır. Velîler Allah’ı seyrederler. Resûlullah yardımı ile! Resûller Allah’dan halkı seyrederler. Bu lâf çok ince bir hah ifade eder. Bunu çözmeğe çalışın, gözleriniz açılır. Hem de nasıl açılır. Kendinizi bile göremezsiniz. Haz-ret-i Resûl, Veysel için, “Yemen, tarafından Rahmânî nefes alıyorum.” buyurmuştur. Bu ne demektir? Veysel, Resûl’ü kâinatta cereyan halinde bulunan, her an tecellîsi berdevam, esmâ-i ilâhiyede görmüştür. Rabbü’l-Âlemîn' ve Resûl’de erimiştir. El-Basîr esmâsi ile değil, El-Hayy, El-Kayyûm esmâsi ile görmüştür Resûlullâh’ı Veysel...

Veysel, Cennete girmeyecek.. Aslen kendisi Cennettedir. Sonradan girme değil.. Ceseden, ruhen Allah’da eriyen için Cennet kelimesini konuşmak abes olur.. Veysel’in her teneffüs edişinde Allâh’ın Rahman esmâsı koku şeklinde tecellî ediyordu. Vücûdunun her zerresi esmâ-i îlâhiyeyi haykırıyordu. Onun için yakm-uzak, uzak-yakın yoktur. Deryâ içindeki suyun bir kısmının yerini tâyin edebiliyor musunuz? O her deryâdadır. Veysel’in her türlü hareket ve ef’ali Ashâb-ı Kirâm’ı bile hayret ve düşüncelere garketmiştir. Hazret-i Veysel aşk-ı İlâhînin tâ kendisidir.

Rızâ-ı İlâhîde nzâlaşmış insandır. Görmeden inananların en büyüğü, en şereflisi, Resûl’ün methettiği, hırkasını hediye ettiği insandır.

Sünnet-i Resûl’ün, sîret-i Resûl’ün tam kopyasıdır Veysel... “Analara itaat Allah’a ve Resûl’e itaattir.” Hadîs-i Resûl zincirinden ayrılamadığı için, anasından aldığı izin hitama eriyor diye, Re-sûl’ü evinde bulamadan, yarım saat daha beklemeden geri dönen Veysel.. Emr-i Resûl’ü, Cemâl-i Resûl’e tercih eden insandır Veysel... Çünkü, gözle Resûl’ü görmeden, Hayy gözü ile Resûl’ü gördüğünden, beşerî mülâhazalara kapılmak istemeyen Veysel...

Deryâ içinde bulunan balıkların hiç dışarı çıkıp' da deryâyı seyrettiklerini gördünüz veya işittiniz mi? Her tarafı kaplayan (Nûr-u Muhammedi) deryâsmda balıktır Veysel.. Hiç deryâdan dışarı çıkmak ister mi ?

Deryâ-yı Muhammedi’nin içinde durmadan cevelân eden Veysel deryâdan dışarı çıkamamıştır. Çıkamaz, zira, (Allah) öyle murad etmiştir. Ve beşere bir nümune vermiştir. O da Veysel’dir. Rahman esmâsının pınarında abdestli olduğu için kokusunu Medine’den Resûl-i Ekrem almıştır.

Nasip kesiliyordu, visâl âleminden ayrılıyordum.. Gülerek Hazret-i Veysel bana bağırdı: “Hadi evlât! Abdestli gez, bir an bile abdestsiz durma.. Uykudan sakın, çok yiyen olma.. Dudakların Resûl’e müteveccih olsun.. Senin haberin olsa da olmasa da kalbin daima Allâh’ı haykırıyor.. Onu kendi haline bırak.. Son nefeste s (Allah) demek kalbin bu haykırışının son nefesini Rahman suyu ile abdest aldırmak olduğunu da unutma. Ruhun Huzûr’a abdestli giderse Melekler seni istikbâle çıkarlar.. Bu söylediklerim dünya sözü değil ruhânî âlemden öğretilen sözlerdendir. Duâmı oku, tasınla içir hastalarına, sevdiklerine, ben sana hibe ediyorum..

RÜHÂNÎYET-Î RESÜLULLÂH’IN HAKÎKÎ MÜMİNE İLTİFATI

Bundan 26 sene evvel, küçük bir kasabada devlet hizmetinde doktorluk yapıyordum. Kasabaya gelişimden 6 ay sonra 80 yaşlarında, beş evlâdını harb meydanlarında şehid olarak bırakmış, hayatta ancak ellibeş yaşında çocuksuz dul kalmış kızının çamaşır yıkayarak temin ettiği nafaka ile geçinebilen Hüsnü Dede isminde zaîf, fersiz gözlü, nûrânî yüzlü bir ihtiyarı kazanın müftüsü bana gösterdi. “Doktor Bey, bu zat Kur’ân’dan bir iki küçük sûre ve Elham’dan başka bir şey bilmez. Para verirsin almaz, bulursa ekmeği suya batırarak yer; garip olduğu kadar hoş, sessiz, hakîkî .bir mü’mindir.”                 *

“Kasabamız zenginlerinin, nedendir bilmem, şefkat ve yardım kollan kısadır. Kızılaydan bu zavallı ihtiyara yardım yapabilir miyiz?” diyerek hükümetteki daireme gelmişti. Ben; “Müftü efendi, bu adamcağıza ben bir fırın göstereyim oradan her gün iki ekmek alsın, haftada da beş lira cebimden yardım yapayım. Amma kendisi bunu şahıstan değil Kızılaydan aldığını bilsin.” dedim. Böyle yapmamın sebebi o küçük kazada Kızılay teşkilâtı olmamasmdandı. Müftü memnun oldu ve bu düşündüğümüz işi tatbike başladık. Bu hal dört sene sessizce devam etti. Hüsnü Dede bâzan câmiden çıkarken değneğine dayanarak daima yaşlı olan gözlerini silerek bana dua ederdi. Bir gün; “Doktor bey, ben ölürsem gazhanenin yukarısındaki mezarlık var ya, onun en tepesine beni gömdürür müsün?” demişti. Aradan birkaç ay geçmiş, bugünkü gibi hatırlıyorum, Eylül ayı 22 nci günü, hava soğuk, bir rüya görmüştüm:

Yemyeşil bir üzüm bahçesinde dolaşıyordum. Karşıdan Hüsnü Dede bana, “Dr. Bey, bana üzüm verir misin?” dedi. Uyandım; Eylül 23, evimden çıktım. Rüzgârsız bir hava, hafif hafif kar başladı'. Hükümete gidiyordum. Sağ tarafta küçük bir meydanlığın dibinde büyük bir kahve vardı. Kahvenin önünde bir ağız münakaşası işittim, oraya yanaştım. Dinç, sakallı, iriyarı bir adam orta cesamet-58

te bir sepetin içinde siyah üzümler getirmiş, bir manav da bunu almak istiyor. Kilosuna 60 kuruş istiyor. Manav, “Baba sen delirdin mi, bundan bir ay evvel 10 kuruşa üzüm satıyorduk”. Üzümcü, “Oğlum bu son üzümdür. Son üzüm, ben sakladım bunu, şimdi getirdim; ister alırsın, ister almazsın.” diyordu. Üzümcüye yanaştım. Amca iki kilo üzüm ver, dedim. Tarttı, kahvenin yanındaki bakkaldan bir kesekâğıdı alarak üzümleri koydum. Daireye geldim. Kar devam ediyordu. Dairenin alt katında Müftülük dairesi vardı. Müftüyü aldım yanıma, bir de sağlık memuru alarak kasabanın son evlerinden başlıyan küçük bir tepenin yamacında bulunan kulübe şeklindeki Hüsnü Dede’nin evine gittik. Sağlık memurum evin kapısına yanaştı. Seslendi; “Hüsnü Dede, Doktor Bey geldi. Müftü Efendi de var”. Yaşlı kızı kapıyı açtı, biz hemen odanın içindeydik. Ben, “Hüsnü Dede, sana üzüm getirdim” deyince, “Doktor Bey, ben bu gece seni üzüm bağında gördüm. Üzüm de istemiştim. Bunu nereden biliyorsun?” dedi. Titrek elleriyle üzümden üç-beş tane yedi. Hüsnü Dedeyi muayene ettim. Senelerin erittiği vücutta artık öteki tarafa niyetli olduğunu belirten emareler görülmeğe başlamıştı. Yarım saat sonra yanından ayrıldık. Ertesi günü Müftü Efendi, ben, sağlık memuru tekrar Hüsnü Dedeyi erken saatte görmeğe gittik..

Hüsnü Dede zaten 25 günden beri yerinden kıpırdıyamıyor. Bana, “Doktor Bey, Gazhanenin üstünü unutmadın değil mi?” dedi. “Ben artık yolcuğum. Bana hemen'şimdi Kur’ân oku.” dedi. Okumağa başladım. Aşağı yukarı 6-7 âyet okudum. Birdenbire Hüsnü Dede ağlamağa başladı. “Beni kaldırın, kaldırın”. Müftü efendi, ben, sağlık memuru yatağından Hüsnü Dede’yi ayağa kaldırdık. Koltuk altlarından tutuyorduk. Bütün sıkleti kollarımızdaydı. Birden, “Lâ Hâhe İllallah Muhammedur-Resûlullah” dedi. Gözlerini küçük kulübesindeki pencereye doğru dikti. Yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle, “NÎÇÎN ZAHMET BUYURDUNUZ YÂ RESÜLUL-LAH” derken Hüsnü Dede kollarımızın arasında ruhunu teslim etti.

Bir anda odayı hiçbir kokuya benzetemiyeceğim ve kelimelerin belâgatiyle bile ifadesi gayr-i mümkün hoş bir koku kapladı..

Bugün rahmetli olan Müftü Efendi yüksek sesle tekbir getiri-' yordu, ikinci günü Hüsnü Dedeyi bana söylediği Gazhanenin üstündeki toprağa vermiştik. Bu canlı hâtırayı okuyasınız diye sizlere anlatmamın sebebi, Hüsnü Dedeyi geçende rüyamda gördüm. Bana dedi ki:

— “Doktor Bey, beni unuttun mu?” Sebep budur.

Nur içinde yatsın Hüsnü Dede.

KADİR GECESİ

Kadir gecesini her müslüman bilir, ta’zim eder. Münkirler de bu geceyi bilir, fakat dillerini bu gece için oynatamazlar... Bir kelime ile mübâreklerin mübâreği bir gecedir...

Bu güzel geceyi anlatmadan evvel, gece nedir, onu biraz karıştıralım, sırlarını görelim, sonra da Kadir gecesini birlikte dolaşalım...

Gece, rûhânî... Gündüz cismânî âlem remzidir... Bütün muz’i ecrâm karanlığın nâmütenâhiliği içinde parlarlar... Kendilerini ancak karanlıkta gösterebilirler veya bizim görme hassamız onları gece görebilir... Bu iki ters cümle üzerinde biraz düşünmenizi dilerim...

Karanlık nâmütenâhi mülk-i İlâhîde, aydınlığa nazaran çok galiptir, rûhânî âlemdeki nurun temsili kamerdir... Kamer aynı zamanda ruhun âlemidir... Bedr-i tâm zamanında rûhânî çalışmaya delâlet eder... Gece namazı Resûl-i Ekrem’e farzdır.

Niçin, Şakku’l-Kamer hâdisesidir de, Şakku’l-Şems değildir?.. Hasefe’l-Kamer’dir de Küsûfe’l-Şems değildir?.. “Vecmüşşemsu Ve’l-Kamer”dir de niçin.-“Vecmie’l-Kameri ve’ş-Şems” değildir?

Kudret-i Süphaniye Settâr esmâsı kanalından tecellî eder de ondan... Ecrâmm karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanı parlar olacağına işarettir... Güneş aya giriyor... Niçin ay güneşe girmiyor?.. Hem ay küçük olduğu halde... Bütün mevcûdâtm ve mahlûkâtm yok olacağına ve Settâr’m içinde kaybolacağına işarettir... Aynı zamanda kıyâmete işarettir...

Rûhâniyetin daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifade eder. Bundan dolayı gündüz ile gece yapılan ibâdet arasında muazzam fark vardır... Gündüz cesedin ibâdeti, gece ruhun ibâdeti yapılır. Mi’râc bile gece vakti olmuştur... Hayy esmâsmın tecellîsi daima Settâr esmâsiyle kapanarak, örtülerek olur... Hangi tohum örtülmeden intaş eder? Arı, balını yaparken kimseye göstermez... însan alâkası . gizli olarak büyümeğe başlar... Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir... Vahy gelirken “Üzerimi Örtün” diye Cenâb-1 Resûl’ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir... “Beni örtün!” Vahy’in şiddetinden husule gelen ihtizazın örtülmesini, görünmemesini, Settâr esmasına karşı olan edep için örtülmesini emir buyurmuştur... Cenazeyi tekfin de bu edep için yapılır... Setr-i avret Hayy esmasının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emir olunmuştur...

Edep yeri aşikâre olan hiçbir canlı mahlûk yoktur... Hepsi fıtrî yaradılış icabı bir uzuv kısmıyla örtülüdür... Kimini kuyruk, kimini gulfe, kimini kıl, kimini tüy örtmektedir... Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan teşrihi bir örtü .olmadığından, (Bu yaradılış murâd-ı İlâhîdir) insanlara telebbüs lüzumu, te’sirat-ı hâriciyeden sıyânet bahanesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır... Örtü Settâr’ın naibidir. Esmânm dünyada naibi varsa evvelden mevcuttur. Naibi yoksa sonradan emirdir.. Bu, büyük dînî hakîkatlarm bir kapı aralığıdır. Bunu anlayan, kapı aralığından hakîkatlarm illetlerini, sebeplerini, niçin öyle olduklarını, nehiylerinin esasını anlamış olur. Bâzı cümle ve kısa anlatışlar binlerce kelimenin, yüzlerce lâfzın küçültülmüş ve akla sokmak için hazırlanmış usûl ve yollarıdır...

Gece ve geceler insana daha yakındır gündüzlerden... Resûl’ün sırtmdaki siyah mühr-ü nübüvvet, dünyada siyah ırkın bulunması, bu siyah derili insanların yaradılışındaki hikmeti düşünüp anlamak herkese nasip değildir... Hacer-i Esved, Kabe örtüsünün siyah oluşu insanları düşündürmelidir. Bunlar tesadüfi şeyler değildir...

Hâlık, “Geceye kasem ederim” diyor... Karanlık yere daima her cansız cisim bile hürmet ediyor. Farkında mısınız?.. Güneşin ziyâsın-da birçok dalgalar mevcuttur. Fakat aydınlık dalgaları hailleri geçmiyor; geçemiyor değil...

- Dikkat buyuran... Karanlığı aydınlatmamak için röntgen şuaı her şeyi delip geçiyor. Fakat' kendini göstermiyor, kendi görünmüyor... Gündüzü mü seversiniz geceyi mi?.. Ne söylerseniz inanılmaz, muhakkak geceyi seversiniz. Çünkü' insanların yaradılışında gizli bir istek vardır.. Geceyi sevmek... Hakikî sevgi ve kulluk gece belli olur. Fosforun gece parlaması tesadüfi bir şey değildir; bir hikmetin ve bir sırrın gizli kapaklı izah ve ifadesini haykırmaktır. Fosfor böceklerinin zikri gecedir. Ondan dolayı her bağırışlarında parlar, sönerler... O halde gece:

1 — Geceye “Kasem-i îlâhî” verilen ehemmiyet ve kıymetin ifadesidir,

2 — Güneşin küçük aya girmesi, Settâr’da her şeyin eriyeceğine, geceye verilen kıymetin ifadesine, bir gün kıyâmet kopacağına delâlet eder. Şimdi geceyi tariften sonra KADİR Gecesine gelelim:

Bu tarif edilen gecelerden birisi değildir Kadir gecesi... Ed-Du-han Sûresinin 4 üncü âyetinde zikredilen gece.. Bu gece, Kur’ân kül halinde Levh’den inmiştir... Sonra senenin içindeki bir gecede de parça parça inmeğe başlamıştır. Bakara Sûresinin 185 inci âyetine göre, Ramazan ayma tesadüf eden bir gecedir. “Biz onu Kadir gecesi indirdik...”

“Kadir gecesini Ramazanın son haftasında arayınız...”

Elimizde Allah ye Resûl’den müntakil bilgilerimiz bunlardır...

Kadir gecesi, muayyen bir gece değildir. Bir sene tek gecede, bir sene çift gecede olmak üzere seyr ve intikal eder... Ramazan ayı da o geceye tesadüf etsin diye mevsimlere göre değişir.

înd-i İlâhîde evvelce böyle bir gece murad ve tesbit edilmiştir... Ramazan daima bu gecenin bulunduğu aya tesadüf eder. Kur’ân-ı Kerîm’in bu gece inmesi tensîb-i İlâhîdir. Ramazan ayı kamere göre olduğundan, senenin diğer muhtelif mevsim ve aylarında' seyr ve intikal eder.

Buna nazaran, Kadir gecesi, înd-i îlâhî’de sabit ve muayyen bir merkez noktasıdır. Güneş muayyen bir burca dünyayı aldığı zaman bahar nasıl geliyor, nebâtat uyanıyorsa, senenin muhtelif zamanlarına ve mevsimlerine tesadüf eden kamerî Ramazan ayı o gecenin zarfı mahiyetindedir.

Herhangi gece, (O Kadrin, şerefin merkezine) geldiği zaman Kadir gecesi oluyor, Kadir ismini alıyor, rahmet açılıyor... İnd-i İlâhîde sudûr muayyen bir zamanda oluyor. O sudûr hangi geceye tesadüf ederse Kadir ismi ona intikâl ediyor.,. Gece sabit değildir. Rahmetin sudûr merkezi sabittir. Sudûr muayyendir. Muayyen bir zamanda oluyor. Tesadüf ettiği geceye şerefini saçtığmdan o gece Kadir gecesi ismini alıyor. Gök kapıları açılıyor diyoruz... Dedelerimizden gelme güzel bir tâbir.

Şerefin, kadrin, rahmetin sudûru İnd-i İlâhîde muayyendir. Settâr ile örtülü olduğundan o sudûr zamanı bir geceye tesadüf ediyor.                                   •

Rahmetin sudûru hangi geceye tesadüf ederse o gece sudûrun şerefine mazhar olduğundan Kadir gecesi ismini alıyor... Bu sûret-le bütün senenin geceleri bu şerefe mazhar oluyor. Ve Settâr’m görünür naibi olan geceler Kadir şerefinden nasibini alıyor... (Adâ-let-i İlâhî)...

“Gece karanlık zamanıdır. Câhiliyyet devridir. Cihanın hakîkî irfan ve nurdan mahrum olduğu zamandır. Resûl-i Ekrem gelmeden evvel insanlığı böyle bir gece sarmıştı. Böyle karanlık bir gecede bir devirde insanlık nurlara garkoldu, karanlıklar kalktı, Resûl’e gelen vahy ışıkları ile parladı.” diye tefsir ve tarifler de mevcuttur.

Gece cehaletin remzi olamaz... Nur geceden çıktığına göre nasıl olur?.. Cehaleti gideren de geceden çıkan nurdur... Yıldızlar gece parlarlar... Bu bir âyettir... Geceyi cehâlete remz ve temsil yapmak biraz edep dışı bir iştir.. Belki de inanmıyanlarm aklına dökeme-mek aczinin verdiği garip bir tarif olup, nezaketten doğmuştur bu tefsirleri... Bin geceden hayırlı olan bu gece diğer geceleri küçültmez. Her geceye nasip olduğu için her gece bu gecenin feyzinin ışıklarına sırası geldikçe çarpıyor...

Fecirde ışıklar başladığı zaman gece Kadirlikten çıkıyor. Nasibi bitiyor demektir. O halde gece nasıl câhiliyyet remzi oluyor?.. Olamaz... Gece ve geceler olmazsa nûrun kıymeti kalmaz. Nur, feyz görünmez...

Gül kokusu, gülü bıraktığından koku her tarafa yayılır... Koku görünmez, yayılır. “Benden sonra Peygamber yoktur.” mübârek sözü Allah’ın bir ihsanıdır. Bu söz Resûl-i Ekrem’in dîninin şeref perdesidir. Bu gül kokusu, bu ihsan, bu şeref Kadir gecesi hürmetine beşeriyyete Resûl ile bildirilmiştir... Bundan nasibi olan korkmaz. Zaten haktan gayrı olan varlıktan korkmak gizli bir şirkten başka bir şey değildir. Allah’a dayananın korkusu olmaz, olamaz da...

Kadir gecesi idi... Hastalığı ilerlemiş, ateşler içinde yatıyordu... Dudaklarından Allah'ın mübârek kelimeleri süzülüyor... Sevgili kızı başucunda idi. Gözlerinden inci daneleri sedasız dökülüyordu... Kızının güzel gözlerine fersiz gözlerini dikti:

— Sevgili kızım, Kadir gecesi bu gece değil mi? dedi. Kızı:

Evet baba, der gibi gözyaşlarını eliyle sildi. Baba, tekrar kızma baktı:

— Artık ayrılmak zamanı geldi. Yolumuza gidelim, ben ölmeğe sen yaşamağa kızım. Hangisi daha iyi?.. Bunu Allah’dan başka kimse bilemez, dedi. Kadrin rahmet, şeref ve kokulariyle gidiyorum...

Resûl’ün mübârek ismini anarak ruhunu teslim etti... Fecr ışıklan başlarken bu Allah’ın velîsi her zaman şöyle duâ ederdi (Duası kabûl oldu da Kadir gecesi ruhunu teslim etmişti):

“Ey gözlerin görmediği, fikirlerin varamadığı, öğücülerin öve-mediği, hâdisâtın değiştiremediği, mesâip ve belâyanın korkutama-dığı, Zât-ı Ecelliâlâ sen ki dağların kaç miskâl, denizlerin kaç litre, yağmurların kaç katra olduğunu, ağaçlarda kaç yaprak bulunduğunu, üzerlerine kaç gecenin karanlığı yayıldığını, kaç gündüzlerin aydınlattığını bilirsin. Senden hiçbir gök öbür göğü, hiçbir yer diğer bir yeri örtüp gizleyemez, hiçbir deniz karamdakini, hiçbir dağ sînesindekini saklayamaz... Ey bu evsâf-ı celîle ile mevsuf olan Kaadir-i Mutlak... Lütfet de benim ömrümün en hayırlı zamanım son dakikam ve en düzgün işimi işlerimin en sonu kıl... Günlerimin en mübareğini de Sana kavuşacağım gün eyle... Yâ Erhame’r-Râhi-mîn...”

O gün Kadir gecesi fecr ile ölmüştü.

DUA

Dua, kulun naz makamında kendini Yaratan’a vasıtasız ve büyük bir edep ve sevgiyle çevirip .arzularını, dertlerini açıklamasıdır. Halikıyla senli-benli konuşmasıdır... Senli-benli konuşmada teklik gizlidir. Allah, teki sever. Allah’a siz diye hitâbedemezsiniz, Sen diye hitâbedersiniz. “Sen” kelimesinde teklik vardır.

Dualar ahâdiyet mertebesine intikal ederse kabûl edilir. Duanın yapıldığı zaman ahâdiyete çevrilmiş bir duanın o anda olmaması lâzımdır. Gece ibâdeti bu makama çevrilenlerin adet itibariyle az olmasından istifade etmek içindir... “Gecenin bir vaktinde kalk namaz kıl.” emri, “Yalnız kalalım” demektir. Namaz mü’minin mi’râcıdır, denilmesinin sebebi, mi’râc ahâdiyetin bütün esmâlan ile esmâlanmak, orada erimek ve temizlenmek demek olduğundandır. Namaz ahâdiyet mertebesinde kabûl edilen yegâne ibâdettir. Resûl-i Muhterem’in ayaklan şişinceye kadar namaz kılması; “Bunu niçin yapıyorsunuz, bu eziyet niçin yâ Resûlullah?” diyenlere; “Bu zevkten beni mahrum etmek mi istiyorsunuz?” buyurmalarında, ahâdiyette senli-benli olmayayım mı? demektir...

Salâtın asıl mânâsı, dua, niyâz demektir. “Dua edin vereyim.” buyruğu, ahâdiyette beni bulun, senli-benli olalım, demektir... İşte duada çok ince bir mânâ vardır ki araya mesafe sokmak, aralık bırakmak şirk olur. Onun için istemek, araya mesafe sokmak demektir ki, her yerde hâzır ve nazır, şah damarından yakın olanın senden haberi yokmuş gibi arzunu hatırlatmak olur ki bu mıntıka işte şimdi şirk mıntıkasıdır, iyisi istememektir. Bunu anlamak çok zordur... Bunu anlamak için bir çare vardır ki buna çalışınız. Allah ile yarış edercesine müsamahakâr, sabırlı, affedici, şefkatli, merhametli olmağa gayret etmek lâzımdır... Bu hasletler söz ile kısa ve kolay söylenir, fakat insanda tecellîsi ise çok güçtür...

Gece rûhânî, gündüz cismânî âlem remzidir. Bütün mûz-i ecram karanlığın nâmütenâhîliği içinde parlarlar, kendilerini ancak karan-hkta gösterebilirler. Karanlık nâmütenâhi mülk-i İlâhîde aydınlığa nazaran çok galiptir. Rûhânî âlemdeki nûrun temsili kamerdir. Kamer aynı zamanda ruhun alemidir. Bedri-tâm zamanında rûhânî çalışmaya delâlet eder. Gece namazı Resûl-i Ekrem’e farzdır. (Şak-ku’l-kamer) hâdisesidir de niçin (Şakku’l-şems) değildir?

Hiç düşündünüz mü, Kudret-i Süphaniye (Settâr) esmâsı kanalından tecellî eder de ondan... Ecrâmm karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanının parlak olacağına işarettir.

Güneş aya giriyor. Niçin ay güneşe girmiyor? Hem ay küçük olduğu halde... Bu, bütün mevcûdâtm yok olacağına ve (Settâr)’m içinde kaybolacağına ve ruhun bâki olacağına işarettir,. (Bu cümleyi bir-iki defa tekrar ederek okumanız rica olunur.)

Ruhaniyetin daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifade eder. Bundan dolayı gece yapılan ibâdet ile gündüz yapılan ibâdet arasmda muazzam fark mevcuttur... Gündüz cesedin ibâdeti, gece ruhun ibâdeti yapıhr... Mi’râc bile gece vâki’ olmuştur. (Hayy) esmasının tecellîsi daima (Settâr) esmâsı ile kapanarak, örtülerek olur...

Hangi tohum örtülmeden intaş eder? Arı balını yaparken kimseye göstermez, insan alâkası gizli olarak büyümeye başlar. Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir. Vahiy gelirken “Üzerimi örtün” diye Cenâb-ı Resûl’ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir. “Beni örtün”... vahyin şiddetinden husûle gelen ihtizâzm örtülmesi, görünmemesi, (Settâr) esmâsma karşı Resûl edebinin ifadesidir...

Cenazeyi tekfinde de bu edep yapılır... Setr-i avret Hayy esmasının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emrolunmuştur... Edep yeri âşikâre olan hiçbir canlı mahlûk yoktur... Hepsi fıtrî yaradılış icabı bir uzuv kısmı ile örtülüdür... Kimi kuyruk, kimi gulfe, kimi kıl, kimi tüy ile örtülüdür. Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan anatomik bir örtü olmadığından, insanlara telebbüs lüzumu haricî te’sirattan sıyânet bahanesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır... Örtü (Settâr)’m nâibidir. Esmânın dünyada nâibi1 varsa evvelden mevcuttur. Nâibi yoksa sonradan emirdir.

PEYGAMBERİMİZ (S.A.) İN SAĞLIĞA DAİR DÜŞÜNCE VE BUYRUKLARI

Hazret-i Resûl büyük bir hekimdi. Tıp sahasındaki buyruklarını anlamak için O’nun mübarek hayatlarım başından sonuna kadar tetkik etmek icâbeder.

1300 şu kadar sene evvel müjdelediği büyük din tetkik edildikte, bugünkü tababetin temeli olan cismânî ve rûhânî bir temizlik ortaya çıkar.

O devirdeki cehalet neticesi insanlar ve cemiyet içerisindeki pislik hem gıdâî, hem cismânî ve hem de rûhânî idi. Bu mülevves insan yığınları muhitinde emsâlsiz bir cevher temizliği ile bütün cihana İlâhî bir ibret numunesi olarak Resûl-i Ekrem ortaya çıkıyor. Beşeriyet, cehâlet ve pislik içinde kurumuş odun yığınları gibi asırlarca kendilerini hem cismânî hem rûhânî girdap içinden kurtaracak, bir müncî beklediler.

Resûl-i Ekrem Hirâ dağından İlâhî bir şimşek gibi cehâlet ve dalâlet içinde bekleyen bu insan kitleleri içine inmiş ve beşeriyyet birden alevlenerek temizlik deryâsma doğru akmağa başlamıştır.

“Lâ, İlahe illallah” nidâsiyle Hazret-i Resûl kendilerini çevreleyen muhterem sahâbîlerine, sağlık kaidelerini, dînî şekilde tavsiye buyurmağa başlıyor...

Her şeyden evvel temizliği dînin esası olarak kabûl ediyor ve temizliği mertebe mertebe yükselterek Allah’ın sevgili kulu olmağa en büyük şart koşuyordu.

Nihayet temizlik îmandan bir rükün oluyordu. Temizliğin îmandan olduğunu bütün beşeriyyete ilân eden Hazret-i Resûl, bu temizlikten büyük bir mânâ kastediyordu. O zamanki dalâlet ve cehalet içinde yüzen sıcak ve cehennemi muhit sakinlerinde pislik ta* savvurun fevkinde idi.

Evler, elbiseler, vücutlar pis koku içinde ve vahşet halinde idi. Çekirgeden yılana kadar bütün hayvan etleri ve her türlü temizlikten uzak gıdalar mideleri doldurmakta idi.

Fahişelik itibârda idi. Kadınlar erkeklere tenasül âzâlarmı teşhir edecek kadar fuhuş almış yürümüş, hırsızlık, şekavet ve nihayet taş parçası olan putlara tapmak bir din halini almıştı. Hazret-i Peygamber’in istediği temizliğin çevrildiği noktalar bu pislik deryâsma doğru idi. Muhterem sahâbîlerinden ısrarla istediği şeyler şunlardır:

Bunlar İslâmiyet’e girme ve yükselme esaslarının başlangıcıdır.

·        1 — Yiyüecek ve içilecek şeylerin'temizliği,

·        2 — Muhit temizliği,

·        3 — Vücut temizliği,

·        4 — Ruh temizliği.

Bu esaslara bağlı olarak hayatlarını koruyanlar için uhrevî büyük mükâfatların kendilerini bekleyeceğini haykırıyordu. Asıl garibi ve ehemmiyetli olan cihet, söyledikleri mübarek tavsiyeleri çocukluk yaşından beri kendilerinin -harfiyyen tatbik etmesidir.

Hazret-i Resûl’ün yüksek insaniyet ve şefkat hisleriyle dolu bir hazine olan mübarek kalbi, beşeriyyetin her türlü süfli felâketlerine cihanşümûl bir hassasiyetle acımış ve onların düzelmesi için büyük ve emsalsiz gayretler göstermiştir.

Nâmütenâhîliğin boğulduğu derinliğin içinden gelen, dünya sâ-kinlerine helâl yolları haykıran bir ses... Bu ses, kâinatın geniş göğsünden fışkırmış bir volkan halinde İlâhî bir hayat külçesi gibi Arabistan çöllerinde dünyâya ayak basıyor.. Zîrâ dünyâların Hâhk’ı O’na dünyâyı ve ruhları tutuşturmasını emredecektir...

Hazret-i Resûl-i Ekrem kemâl devrinde insanlığa Allah’ın emirlerini getirmek için gökten yere indirilmiş bir insan ruhu halinde nâmütenâhî geleceğe doğru fırlatılmış İlâhî bir ok gibi bütün insan kalblerine girecektir.

Maddî kıymetlerin rûhâriî kıymetler yamnda bir hiç olduğunu dünyâya isbat için indirilen bu ruh, evvelâ bedenin gizlediği ve kendisine mânâ verdirdiği ruh, ahlâk için, bedenin temizliğini, onu besleyen, yıkılmamasmı temin eden gıdanın temizliğini, sonra ruhun temizliğini sağlayan kaideleri, İlâhî bir süzgeçten geçirdikten sonra İlâhî sesler halinde yayıyordu.

Ahlâk, adâlet, doğruluk, merhamet, fazilet süzgeçlerinden rûhun geçmesini tavsiye ediyor ve bu merhaleleri teker teker kat’et-meğe uğraşan ferdin, nihayet fertlerin topluluğu olan cemiyetin tasfiyesine giriyor, birlik, kardeşlik, yekdiğerine hürmet, hak tanıma ile cemiyeti ıslâh kaideleri koyuyordu.

Tasavvur ediniz ki, vahşet ve her türlü pislik diyârı Arabistan çölünü ruh mâmûresi haline az bir zamanda ulaştırıyor; Bu sûretle maddî kıymetler temizleniyor ve rûhânî kıymetler yükseliyordu.

İslâmiyet teessüs etmiş, mukadder merhalelerine doğru, aziz ve İlâhî rûhun mürşitliği altında ilerliyordu... Bu yükselme şartları arasında bizim mevzumuz sıhhî ve tıbbî bakımdan olanıdır.

Bu mevzu üzerinde büyük Islâm mütefekkir ve hekimleri uğraşmışlar, birçok sıhhî kaideleri toplamışlardır ki bir mecelle haline gelmiştir.

işte bunlara “Tıbb-ı Nebevi” ismini veriyorlar. Kültürel öğüt ve tavsiyeler umûmî bakımdan beş kısım arzeder. Ve tetkik edilmeğe ve bugünün bunalmış ruhlarına haykırmağa değerin üstünde bir hak kazanır...

Bugün insanlığın birinci plânda ehemmiyet verdiği sağlık esaslarını en doğru, en İlâhî ve değişmez şekilde tavsiye buyuran büyük hekim Hazret-i Resûl-i Ekrem Efendimiz’dir ki; koyduğu kaideler bugün değil yarın bile değişmeyecek, kıyamete kadar sağlık düsturu olarak kalacaktır.

Bu sağlık kaide ve düsturları şu sûretle hulâsa edilebilir:

·        1.  Sağlam bedenin devamlı sağlam kalabilmesi için kaideler.

·        2.  Rûhun sağlam ve kemâle ermesini sağlayan kaideler.

·        3.  Hasta bedenin ve hasta rûhun tedavisi için usûl ve kaideler.

·        4.  Beşerin hayâtı müddetince ferdi ve kitleyi olgun hale getirecek hem maddî ve hem rûhî muvazeneyi temin için kaideler.

·        5.  Islâm cemiyetinin rûhî ve maddî disiplinini temin yolundaki kaideler.

Resûl-i Ekrem insanoğlunu salâh .yoluna dâvet ederken:

Allah’dan başka mâbut yoktur. O, birdir. Bütün akıl yoran kâinatın Hâliki O’dur. Beşeriyyeti vahşet devrinden bugünkü hale getirmek için, Hâlik’in bir vasıta ile, ilham ile, beşer oğlunu derece-i tenevvüre getirmek gayesiyle birçok mürşidler ve Peygamberler gönderdiğine ve Hazret-i Resûl’ün son mürşid olduğuna, zîrâ beşerin derece-i idrâke vardığını kabû.1 buyurarak O’nu Hâtemü’l-En-biyâ olarak tâyin ettiğine, getirdiği Kitâbın Allah kelâmı olduğuna inanacaksın, ondan sonra da sana kemâle ve salâha gidecek yolun anahtarı verilecek...

Kemâl devrine, bu kaideleri insiyâkma geçirdikten sonra şuûru-na geçirmeğe başladığın anda kavuşacaksın...

Temizlik libasiyle, doğruluk ayağıyle, adâlet asâsiyle, ilim feneriyle, alın teri azığıyle vücut sahrâsmı katedeceksin...

İhsanı hüsrâna götüren her türlü hülyâlar ve kötü şeylerden vazgeçip; insan-ı kâmil olacaksın. O-zaman yaratıldığın toprak sana şunu fısıldayacak:

Ağlama ey insanoğlu, Allah seni benden yarattı, yine bana vereceğini va’detti-. Borç, vermekle ödenir. İşte o zaman bu yola namzet dünya sâkinleri, arkandan, çok iyi insandı, temizdi. Nur içinde yatsın... Temennisinde bulunacaklar...

“Temizlik îmandandır.”

Düsturu, vücûdun sağlam kalmasını temin edip, her türlü kir ve pisliklerin vücut üstünde toplanmasına mâni teşkil etmektedir. “Suyun kâsesi bin altına olsa her gün yıkanın.” sözü temizliğin mutlaka lüzumlu olduğu ve bundan kaçınmanın imkân haricinde bulunduğunun ifadesidir.

Bu mesele umûmî olmakla beraber biraz da ferdî kabiliyete bağlıdır. Fakat bedenin daha şümûllü ve herkese râci olan temizliği abdest ve gusüldür.

ABDEST: Vehleten temizlik gayesine matuf dînî bir hareket olarak görülür. Böyle olmakla beraber temizliğe rûhun söz vermesinin bir taahhüt senedi mahiyetindedir.

O halde abdest, temizlik üzerine temizlik değildir. Su bulunmayan yerde toprak ile abdest, yâni, teyemmüm yapılır.

Toprak esasında maddî temizliği yapamaz. O halde esas rûhî bir disiplinin insan benliğinde teyemmüm esasına dayanmaktadır.

TAAHHÜT ŞUDUR:

“Yâ İlâhî! Huzûruna çıkmak, secdeye kapanmak, Sana şükretmek arzusundayım, iradem dâhilinde bulunan bütün muzır ve günah diye emir buyurduğun şeylerden kendimi tutacağıma söz veriyorum.

Elimde olmayanlardan beni  muhafaza et de; şükrümü tama-miyle yapmış olayım.”

O halde bu hareketle ruhu bir müddet için bir taahhüde alıyoruz.

Yellenme ile abdestin bozulması, iraden dâhilinde bulunan muzır şeylerden, kendini tutacağına dair, verdiğin niyet ve sözün, bo-zulmasındândır.

Taahhüt bozulunca tekrar taahhüdü yerine getirmek için ab-dest almak lâzımdır.

Burada psikoloji üzerinde rûhî bir muhasebeyi insanlarda tesis etmek ve bu suretle rûhî temizliğe doğru yürümek yolunda rûhî ve harekî bir insiyak temin, edilmektedir.

Bunun için sağlık bakımından faydalı olan hususat insiyaka geçtikçe vücut o iyi ve faydalı iş için disipline girmiş demektir.

Rûhî ve harekî insiyak teşekkül edince vücut bir intizam içinde işler. Gusül, işlenen büyük bir zevkin karşısında, rûhî ve aklî unutkanlığı, tekrar, normal olarak, âdeta uykuda olan rûhu, uyanmağa davet mahiyetindedir. Gusül, rûhî ve uzvî bir harekettir. Zîrâ jneni ve pislik tıbbî bakımdan mukayese edilecek olursa, pisliğin meniden daha mülevves ve mikroplu olduğu ortaya çıkar.

O halde def-i hâcetten sonra gusül icâbetmeyip meni geldikte icâbetmesi, pislik mefhumu bakımından değildir. Meni geldikçe şahıs iradesini kaybediyor, bu anda her şeyi unutuyor. Bu vücut makinası doludizgin en yüksek tevettür halindedir.

Gusül vücudun bir tövbesi, rûhî âletin istikrar muhasebesi mahiyetini almış oluyor ve bu suretle psikolojik muvazeneyi temin ediyor.

TAHARET: Büyük ve küçük abdestten sonra su ile temizlenmek esasına dayanmaktadır. Su ile yapılan tahâret (anüs), yâni (ferç) ’te toplanan pislik parçalarının giderilmesi esasıdır.

Tıbbî istatistiklere nazaran ferç kanserleri ve çatlaklan taharet yapanlarda görülmüyor. Zîrâ. mevad-ı gâita kuruduğu zaman deri gerginleşiyor, çatlak husule geliyor ve yaralann tekevvününü mucip oluyor. Bilâhare bir tahriş nüvesi olan bu yerde habis urlar teşekkül ediyor.

Tırnakların haftada bir defa kesilmesi, dişlerin misvak ile yıkanması, tenasül yerlerindeki kılların muayyen zamanlarda tıraş edilmesi, saçlann taranıp îcâbederse kestirilmesi, vücut sağlığını tehdit edecek her türlü mikropların vücutta temerküzüne mâni olmak için tavsiye edilen sıhhî kaidelerin birinci şartlarıdır.

Bu küçük gibi görünen fakat 1300 sene evvel konmuş kaidelerin doğurduğu esaslara riayet eden Islâm .ordularının, târihimizdeki büyük hâkanların, cihangirlerin binlerce askerî seferleri tetkik edilecek olursa hiçbirinde sârî bir hastalık çıkmadığı görülür.

Ehl-i sâlip orduları yüz sene zarfında o kadar sefer yapmıştır. Hepsinde sârî hastalık çıktığı târihen sabittir.

Bu kaidelerin dînî mahiyet alışı türlü ihmalkârlığı ortadan kaldırmıştır. Islâm Dînindeki temizliğin maddî kısmı insan vücûdunu evvelâ kesin olarak bir disiplin altına sokuyor (alıyor), disipline alışan vücut bu kaideleri insiyakına naklediyor ki, o zaman, düşünmeden, bu sıhhî kaideleri tatbik ediyor. Bu kaidelerin dînî şekil alışı, câhili de, münevveri de aynı insiyakı kullanmağa alıştırıyor. Câhil asimi bilmeden temizleniyor, münevver, pisliğin tevlid edeceği beden için fenalıkları idrâk ederekten... Münevver bir dindar, misvakı dişlerini temiz tutmak için kullanıyor. Câhili, Haz-ret-i Resûl’ün sünnetidir, diye kullanıyor. Hazret-i Resûl’ün tavsiye buyurduğu kaideler, vücut temizliğinde anlayış farkı yarattığı gibi, vücûdu bilâistisna demokratik' sıhhî bir disiplin altına alıyor.

Hazret-i Resûl’ün bu çok güzel tavsiyesine misâl olarak küçük bir müşâhedemden bahsedeceğim.                                   •

. Bir târihte seyâhat ediyordum, küçük bir kasabada bir handa kalmak mecburiyeti hâsıl oldu, kaldığım odada hoca kılıklı ye câhil bir arkadaş yatıyordu. Kasaba âdetâ köy gibi bir yerdi, uyuyamadım. Geceyarısını geçmişti, hoca yatağından uyandı, odada yanan küçük gaz lâmbası hocayı farketmeme müsaade ediyordu, masanın üzerinde duran su testisini aldı, avucuna biraz su döktü, sonra ellerini oda içerisinde yıkadı, sonra da bardağa şu dökerek içti ve tekrar yattı...

Bu adamcağızın elini yıkaması, sonra da bardakla su içmesi belki tuhaf gibi geliyorsa da hoca bunu gayriihtiyârî yapmıştı.

Zira bu dindar, temiz, fakat câhil adam Hazret-i Resûl’ün şu tavsiyesini insiyakına sindirmiş mübârek bir'zat idi: “Uykudan uyandığınız zaman ellerinizi yıkamadan bir yere sürmeyiniz...” (Hadîs) tavsiyesini insiyaki olarak tatbik ediyordu. Zîrâ uykuda haberi olmadan insan bir tarafını kaşıyabilir, ellerin ve tırnakların bu haliyle bir yere sürülmemesi esasına müstenit bu mübârek tavsiyede, gayet ince ve büyük bir temizlik prensibi gizlidir.

Bir insan yüzünde toplanmiş olan güzellik yalnız fizikî güzellik değildir. Q yüzde, iyilik ve ilim parlaklığının ve rûhânî şeffafiyetin ifadeleri de vardır.

Bunları, dünyayı tetkik ettiğimiz melekelerimizle değil, inanma denilen meleke ile idrâk eder ve görürüz. Bu meleke ile insan görünmeyen mevcûdâtm delillerini keşfedebilir.

Bu kudretin açıkladığı manzara hudutsuzdur. îşte insana tekâmül merhalesi yaptıran, olgunlaşmak imkânları sağlayan bu melekesidir. Ruhun kemâle ermesi, ne yalnız çırılçıplak, kuru, objektif tabiat bilgileriyle ne de riyâzî ilimlerle temin edilemez. Bütün kâinat bir fizikçinin kafasından çok daha geniştir. Ve orada bu kafaya sığmayan sayısız buutlar, sayısız ihtizazlar mevcuttur. Biz bu üç buutlu âleminin kesif maddelerinden yapılmış dimağ hücreleriyle duymaktan ve düşünmekten kendimizi kurtarmadıkça etrafımızdaki kaba tezahürleri tesbit ederek rûhânî âlemlerin tezahürlerini ne anlayabiliriz, ne de bunlar hakkında bir fikir edinebiliriz. Öyle bir had gelir ki maddî idrâk durur, bundan ötesini ya inkâr eder veya maddeye gayrimaddîlik ismini yapıştırırız. Gözlerimizin görebileceği hâdiselerin arkasında, ne gibi hâdiselerin cereyan ettiği, ancak, vakitlerini feda ederek bu işe verenlere müyesser olur.

Şuur dediğimiz zaman, ruhun kendi içindeki umûmî bilgisi hatıra gelir. Ruh, kendi varlığındaki umûmî bilgi ile müessiriyet kudretini haiz bir nûr-ı İlâhîdir. Ruhun, maddî kâinatta, cesede girerek bulunması, ebedî varlığına intikâl için, bir merhale geçirmesi demektir.

Ölümden evvel, insanın bir varlığı mevcuttur ki, biz maddî hasselerimizle insanın bu varlığını tanırız. Ölümden sonra, bu varlık kaybolur ve bu suretle bir inşam ebediyyen kaybettiğimizi zannederiz. Ölüm bir zarurettir. Bu zarureti anlamak, insanda tekâmül ihtiyacı ve maddî kâinattaki varlığının zaruretini anlayıp, kabûl etmekle mümkün olur.

Ölümün eşiğinde bulunan insanda, ölümle hayat arasında şiddetli bir mücâdele vardır. Fakat dikkatli bir müşâhit bu tabloyu seyrederken görür ki, burada dağılmak veya başka maddî bir şekle inkılâbetmek istemeyen fizikoşimik bir varlığın değil, fizikoşimik varlığını bırakmak istemeyen ve meçhul bir diyâra doğru sürüklenip gitmekten endişe duyan başka bir varlığın karşısında bulunmaktadır. Hele o mücâdelenin, hayâtını fena kullanmış veya insânî fikirlerle beslenmemiş kimselerde daha şiddetli olması o şâhidin dikkat nazarını çeker.

Bu şunu ifade eder ki, ruhun cesede girmesi, dünyâda bir şeyler öğrenmesi içindir. Doktor olmam bu hâdiseyi çok defalar müşâ-hede edip tetkik etmeme müsaade verdiğinden bunu kendi müsbet bir kanaatim olarak söylüyorum.

Dünyada iyilik ve insanlık kelimeleriyle ifade edilen ve kemâle doğru giden yollardan geçmemiş kimselerde, ölüm ânında şiddetli ve çetin olan bu mücâdele, kemâle susamış ruhun cesedi bırakmak istemeyişinin ifadesidir. Zîrâ ruh dünyada îcâbeden rûhânî terbiye ve mâlûmâtı almamıştır. Kemâle ermişlerin ölümlerinde büyük bir huzur ve rahatlık göze çarpmaktadır. Can çekişenlerin ve etrafmdaki-lerin, ölüme mâni olmak için, gösterdikleri bütün gayretler, boştur.

Ne doktorun ilâçları, ne hasta yanmdakilerin kuru tesellileri ve ne de bizzat hastanın ölmemek için yaptığı mücâdeleleri, faide vermez. Bütün gafilce ve câhilce mukavemetleri, ölüm, sonunda muhakkak kıracaktır.

Nihayet hastanın şuuru bulanmağa başlar. Bir uyuşukluk, hattâ tatlı bir istirahat hâli teessüs eder. Bütün ağrılar diner, ıstıraplar durur, hasta bütün hayâtı müddetince. geçirdiği ölüm korkusunun beyhudeliğini kendisine haber veren bu ilk alâmetlerin ekseriya henüz mânâsını anlayamaz, fakat artık mücâdele kalmamıştır. Yalnız cesette görülen şey, ruhun ondan kurtulmak için, yapmakta olduğu sarsıntılardır.

Yalnız maddelere mahsus olan bedenin âtıl hâli bir anda teessüs eder, insan mânâsız bir hâl alır. Yüzde toplanmış olan rûhânî şef-fafiyetin güzelliği kaybolur. Fizikî güzellik mânâsız, adetâ korkunç bir hale inkılâbeder.

Böylece bir taraftan hasta hakikî hayâtına girerken, diğer taraftan, etrafındakiler, hâlâ işin farkında olmadan, onu ölümün pençesinden kurtaramadıklarına üzülürler. Eğer onların bu arzusu tahakkuk etse ve hastanın fikrini sorabilseler, hasta çok defa bu isteği şiddetle reddedecek ve yoluna mâni olmamalarını onlardan isteyecektir. Bu, hastanın maddî kısımdan biran evvel kurtulmak arzusudur. Bütün şiddetli gayretlerine rağmen bedenin kuvvetli bağlarını müşkilâtla koparan ruhun bedende tezahür eden çarpışmaları da ekseriya dışardakiler tarafından yanlış tefsirlere uğrar. Pek az kimse bunun, kurtuluş yolunda sarfedilmekte olan, ulvî bir cehd olduğunu anlayabilir.

Arasıra işitilen çeşitli sızıltılar, cesette görülen silkinmeler ruhun, serbestleşmek için gösterdiği gayretlerin, dünyamızdaki son maddî tezahürleridir. Ruh hemen hemen bedeni bırakmış gibidir. Hayat sâhibi bir yüzün mütemadiyen değişen ifadeleri artık bu cesedde kalmamıştır.

Yalnız son bir tek ifade orada sabit olarak yerleşir ki o da, ruhun cesette tecellî eden son duygularına âit bazan korkunç bir ızdırabm başında derin ve ulvî bir huzûrun ifadesidir. Hayâtı mânevi huzurla geçen kimselerde, Kasas Sûresindeki; “Maddî kıymetler rûhânî kıymetlerin yanında bir hiç...” olduğu ifadesi şahsî olarak anlaşılır.

Dünyada bulunmamız birçok maddî icaplardan doğma hallerden geçmemizi intâceder.

İşte ölüme varıncaya kadar kemâle ermenin mânâsı budur. Bu hududa varmak için lüzumlu kaideler İslâmiyet’in en büyük emirleri arasındadır.

Bu kaideleri teker teker teşrih edelim.

ORUÇ

Islâmların en büyük ibâdetlerinden biridir ki, hiçbir veçhile içine riyâ giremez. Bu ibâdetledir ki, insan ruhu, maddî bağlarından muayyen bir müddet için ayrılarak mânevî bir inşirah ve istirahate çekilir. Hazret-i Resûl’e vahyolunan Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre oruç, Allah’ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i mübâ-rekidir. Gün doğmadan başlayan, güneş, batıncaya kadar her türlü yeme ve içmeden, telezzüz-ü şehvânîden kendisini kendi kendine men’eden oruçlu bir insanın selâbet-i rûhiye ve rûhâniyesi önünde hiçbir mantık eğilmeden kendisini geri alamaz.

Orucun maddî bakımdan vücut makinasma yaptığı büyük tesiri kısaca mütalâa edersek; yiyeceksiz kalış, ilk önce açlık duygusunu uyandırır, ,bazan sinir bozukluğu ve nihayet yorgunluk hissini ortaya atar. Daha çoğu rûhî ve daha azı maddî gibi. görünen bu rahatsızlıklar vücut makinasmda ehemmiyetli olan birtakım gizli vücut çalışma hâdiselerini tahrik eder. Karaciğerdeki şekerler, deri altındaki tabakalar ve adeledeki yağlar, beze ve karaciğer hücrelerinde protein’ler harekete geçerler. Bütün uzuvlar, maddelerini, iç muhitin ve kalbin tamamiyetini muhafaza için, feda ederler. Bu suretle bir sene durmadan ve dinlenmeden çalışan insan makinası, nesiçlerini temizler ve değiştirir. Bu değişme bir senelik yorulan ve kendisinde kimyevî birtakım maddeleri biriktiren uzviyetin insan rûhiyâtı ve arzularına bağlı bâzı itiyat ve isteklerini değiştirir; yerine daha taze, daha canlı, ruh ve madde çalışma sistemini husule getirir.

Hastalıklarda, hekimlerin tavsiye ettiği istirahat,, hasta uzviyetinin normal vaziyetini alması için vücudun hücrelerine yeniden bir hız vermekten başka bir gayeye mâtuf değüdir.

insanın farkına varmadığı uzviyetinin hücre ve nesiçlerinin bir senelik yorgunluğu, ancak oruç ile, temizlenmek ve kuvvet bulmak imkânına sahibolur. Günün erken saatlerinden başlayarak, 12-14 saat aç duran bir uzviyetin maddî çırpınışı ile onun taşıdığı ruhun bir rahatlık deryâsı içinde çalkanışını, bu uzun saatlerin sona ereceği dakikalarda, duymak ve ondan rûhânî bir zevk hissesi koparmak itiyad-ı diniyesine mâlik insanlara, ne mutlu.

12-14 saatlik bu alışkanlığın verdiği rûhânî zevk tarif çerçevesine ve tavsife sığmaz... Ruh âdetâ cesede küçük bir işleme kabiliyeti bağı bırakarak nâmütenâhî kâinâtm ihtizazları içine karışıyor... Fakat bu ihtizazlar ancak kâmil, bilgi ve ilim peşinde koşup onun verdiği büyük kuvvetle yoğrulmuş kafa taşıyan müslüman insanlarda kendisini hissettirir...

O halde oruç; insan ruhunun uzviyetine bir hız veren taahhüdüdür. Kur’ân-ı Kerîm’e göre: İlâhî ve beşeri her- taahhüt mukaddestik

O halde hakikî oruçlu olan insan, mukaddes uzvî ve rûhî bir durum almış olacaktır.

Buraya kadar fertler topluluğunun emr-i İlâhî olarak yapmaları istenen büyük sıhhî ve rûhî kaideler teşrih edildi. Bu umûmî kaideler içinde fertlerin teker teker yükselme istidat ve arzusunu taşıyanlara âit öğütleri bulup çıkaracağız.

Hicret vukua gelmeden evvel Medine’de fevkalâde çok sıtmalı mevcuttu. Senede yüzlerce kişi sıtmadan ölür ve ıstırap çekerdi.

Resûl-i Ekrem Medine’yi teşriflerinde Medîne’nin etrafını çok bataklık görmüş ve sıtmanın bu sulak ve pis yerden geldiğini söyleyerek bu işe önayak olarak bir defasında 30 bin hurma fidanı diktirmiştir. Ve bataklıkları kurutmuştur.

Ebu’l-Berekât’ın kitabında yazılıdır: “Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulunuyorsanız başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık varsa o tarafa da seyahat etmeyiniz.” buyurarak ilk karantina usûlünü vaz’eden Cenâb-ı Peygamber’dir. Bütün hastalıklarda himye, yâni perhizi musirrane tavsiye eden bütün devaların başı bu-dur, diyen Ulu Peygamber’dir.

Allah'ın takdir buyurmuş olduğu ömrü rahat yaşamak, huzur içinde geçirmek, nzâ-i İlâhîyi kazanmak için şunlara kat’iyyen riayet ediniz, buyuruyor:

·        1 — Daima taze yemeklerden yiyiniz,

·        2 — Çok sıcak ve çok soğuk yemeyiniz.

·        3 — Çok çiğneyiniz, yavaş yemek yiyiniz,

·        4 — Yemeğe oturmadan ellerinizi yıkayınız,

·        5 — Daima yemekten iştihah olarak kalkınız, çok yemeyiniz.

·        6 — Yemeklerde çok su içmeyiniz.

·        7 — Kışın daha ziyade yağlı yemekler, yazın serin yiyecekler ve sebze yiyiniz.

·        8 — Yemeklerinizde hurmayı eksik etmeyiniz.

·        9 — Üzüm, hurma, zeytin Allah’a şükr’etmek için size âfiyet ve kuvvet verir.

·        10 — Yorulduğunuz zaman tatlı yiyiniz.

·        11 —Kırık, çatlak kâselerde yemek, yemeyiniz, su içmeyiniz.

·        12 — Yemeklerde daima neşeli olunuz. Yalnız yemek yemeyiniz. -

·        13 — Yemekten sonra daima dua ederek şükrediniz.

·        14 — Ayda bir gün muhakkak oruç tutunuz, vücudunuz dinlensin.

·        15 — Bal yiyiniz, bin derde devadır.

Bu tavsiyeler binlercedir.

Okuyucularıma bu tavsiyeler gayet basit gelecektir. Fakat 1300 sene evveline bir seyahat ederlerse akıl durduran bir hâdise ile muhakkak karşılaşacaklarını anlayacaklardır. Bunlardan hiçbiri bugün değişmemiştir. Değişemez ve değiştirilemez de... Bu kadroya giren her hâdise büyük, cihanşümûl ve İlâhî olur.. Son senelerin keşifleri dünya tıbbini değiştirmiş, yeni bir devre sokmuştur.

PENİSİLİN...

160 Hicrî senesinde ölen ve 500 kadar telif eseri olan Tavaslı Musa Ibn-i Ebû Hayyan’m El-Hâlis isimli kitabında, göz hastalıklarında, boğaz anjinlerinde Resûlullâh’ın şu tavsiyesi yazılıdır:

Mantarları ahnız, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf hâsıl olur. Demir bir şiş alınız, kızdırınız. Soğuduktan sonra üç defa bu küfe sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz, bu küfü boğaza talâ ediniz.

Çeyrek asır evvel buna hurafe, saçma ismini veriyorlardı, bugün; küf, mantar, penisilin, son asrın mucizesi...

1300 küsur sene evvel Yüce Peygamber penisilini biliyormuş... Buna tesadüf demeyiniz.

İslâmiyet, namazı, orucu, beş vakitte abdest alınmak suretiyle temizliği esas almak itibariyle, hiç şüphesiz ki bir hıfzıssıhha dînidir. Tam mânâsiyle dînî emirleri îfâ eden bir müslüman yine hiç şüphesiz ki tam sıhhatli bir insan sayılabilir. Fakat meseleyi bir de İlmî ve fennî bakımdan tetkik edersek, o zaman Resûl-i Ekrem’in İlmî hazakati tebarüz eder ki maksadım bunu îzah etmektir.

Muhtelif hastalıklarda tavsiye buyurdukları bazı hususatı kısaca anlatalım.

Yarım baş ağrısı;

Bizzat kendi mübarek başlarına arasıra yarım baş ağrısı gelirdi. Mübârek başlarını sıkı bağlardı. Bir defa da başının tam ortasına bir defaya mahsus olmak üzere hacamat yapıştırmışlardır. Diğer etraf ağrılarına derhal kına koyarlardı.

Göz ağrısı:

Göz ağrılarında daima bol hurma yenmesini tavsiye ederlerdi. Bir de sıcak gecelerde Arabistan’da yapraklar manzaralında semadan yağan kudret helvası vardır. Bu maddeyi sulandırarak göze damlatırlardı. Bundan başka mantar suyu kullanırlardı ki, bunun penisilin olduğunu evvelce arzetmiştik...

Boğaz ağrıları:

Udu-Hindi denilen bir nebatı ateşte yakar, dumanını nefes ettirirlerdi. Bugünkü tababetin inhalâsyon yaptırmasının. aynıdır. Aynı zamanda bü madde çok kuvvetli bir antiseptiktir. Resûl-i Ekrem bunu döverek toz yapar, yaralarm üzerine hafif temas ettirirdi.

Karın ağrıları:

Daima bal şerbeti kullanırlardı.

Kabız için:

Bunun için (Sına) denilen bir nebatı kullanırlardı. Bu nebat için şöyle buyururlardı: “Eğer ölüme bir derman bulunsaydı o da sınâ olurdu...”

Zatulcemp:

Bu illete udu hindi kullanılmalıdır. Bu kökte yedi türlü derde deva vardır: Alaykum bilhâzer-ûdul-Hindî. Bir de bu hastalığa kis-lûlbahri denilen bir ot tavsiye ederdi. Bu ota zeytinyağı ilâve ederek kullanırlardı. Bu nebatta su çekmek hassası çoktur ve bol idrar verir. Sulu zatülcempte ne kadar ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar.

Batında su toplanması, Siroz:

Bunun çok tehlikeli bir hastalık olduğunu buyururlardı. Henüz yeni sağılan deve sütünün içilmesini tavsiye ederlerdi. Bu süt derhal ishale sebebiyet veriyor, bu suretle biraz hafiflik vermiş oluyordu.

Mide hastalıkları ve üşümesi:

12 dirhem bal

2 dirhem çörek otu

2 dirhem anason

6 dirhem limon kabuğu

1 dirhem karanfil.

Bir miktar limon kabuğu, bir miktar sirke, ateşte iyice hallolunacak ve bir kahve kaşığı alınacaktır. Şahsen bunu kullanırım, sıhhat verici bir tesiri olduğunu müşahede ettim.

“Eş-şifa’fi Selâse” hadîs-i şerifinde, üç yerde şifa vardır, buyuruyorlar:

·        1 — Hacamat

·        2 — Bal

·        3 — Key gibi.

Fakat ben kendimi key yapmaktan menederim.

Taun, Veba:

“Şayet, siz bir yerde bu hastalık olduğunu işitirseniz, sakın ora^ ya gitmeyiniz. Ve şayet içinizde zuhur ederse bulunduğunuz yerden çıkmayınız.”

Bu mübarek tavsiyeleriyle hastalığın sâri olduğunu keşfetmişlerdir. Bu suretle ilk karantina usulünü kuran Resûl-i Ekrem’dir.

Ateşli hastalıklarda: Soğuk su ile vücudu ıslatırdı.

Zehirlenmelerde: Derhal mideyi boşaltmak için kustururlar ve omuzların araşma üç adet hacamat yaparlardı.

Akrep sokmasında: Tuzlu su içine sokulan yeri sokarlardı.

Verem: Zaif, öksürüklü, balgam çıkaran hastaları Medine’den dışarı çıkarır, dağda çobanlarla beraber bırakırlardı, bol bol süt içmelerini tavsiye ederlerdi. Bu hasta gençler az zaman sonra Medine’ye gürbüz bir halde dönerlerdi. Mikrop ve lâboratuvarm tamamiyle meçhul olduğu o karanlık câhiliyet devrinde Resûl-i Ekrem’in bu hastalık hakkında koyduğu teşhis ve tedavi son derece câlib-i dikkattir. Bugünkü veremlilerin sanatoryum tedavisi aynıdır.

Ciizzam: Bu tehlikeli korkunç hastalık için, “Cüzzamlılardan kaçınız, arslandan kaçar gibi kaçınız.” buyurmuşlardır.

Taunlu, veremlilerin derhal halktan tecrid edilmesini tavsiye buyuran Resûl-i Ekrem karantina usulünü keşfetmiş bulunuyor.

Bu hastalıkların mikrobu ancak içinde bulunduğumuz asırda keşfedilmiştir. Karantina da bu asırda kıymet ve ehemmiyet kes-betmiştir.

Bu itibarla Resûlullâh’m tıb ilmindeki bilgisi, keşifleri ve tavsiyeleri O’nun yüksek İlâhî dehasının ve insaniyete yapmış olduğu hizmetlerin en büyük bürhanıdır.

Perhiz iki kısımdır:

·        1 — Hastalık tevlit edecek yiyeceklerden kaçınmak,

·        2 — Herhangi bir hastalığa tutuldukta o hastalığı artıracak şeyler yemekten kaçınmak.

“En büyük sıhhat perhizdedir.” buyurmuşlardır. Nekahet devrinde perhize daha büyük kıymet verirlerdi. Sirozlulara bir yudum sudan fazla vermezlerdi. Sıhhatli insanlara bile fazla su içmemelerini tavsiye ederlerdi.

Eğer insanlar az su içerlerse, vücutlarının sıhhat ve afiyetini aynı istikamet üzerinde devam ettirebilirler.” hadîs-i şerifi büyük bir hikmet taşımaktadır.

“Fâhişelere, delilere çocuklarınızı emzirtmeyiniz.”

Üç asır evvel Paris sokaklarında pislikten geçümezdi. Fransa krallarından biri bitlenmişti. Doktoru bir fıçıda sıcak suya girmesini tavsiye etmiş, bu banyodan sonra vücudu rahat etmiş ve kral doktoruna:

“Senede iki defa bu işi yapmak istiyorum, ona göre hazırlık yapınız.” diye emir vermişti. M. Pompadour ömründe iki defa banyo yapmış, pis kokulan lavantalarla giderirmiş. Onüç asır evvel Resûlullah Efendimiz, “Suyun kâsesi bin altına olsa her gün yıkanınız.” diye bütün beşeriyete haykmyordu.

O’nun koyduğu sıhhî kaide ve usuller ebediyete kadar devam edecektir. Sıhhat hakkında söylediği mübârek sözlerin hiçbirisini yerinden kıpırdatacak bir âlim gelmemiştir. Gelmeyecektir...

Dünya ve insanlık kıyâmete kadar Allah’ın birliğini semalara haykıran minarelerden günün beş vaktinde vecd ve îman ile dolu:

EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH sedalarını dinlemeye devam edecektir.

OKUÇ’UN ESRARI

Oruç, insan ruh ve maddesinin İlâhî banyosudur. Oruç, vehleten aç durmak gibi gelir insana.

Aç durmakla ceset zevk duyarsa, oruç’un mânâsı ortaya çıkar...

Açlıktan sıkıntı duymak, hakikî oruç mânâ ve mefhumunun dışındadır. Oruç, ceset ile ruh tevhidini husule getirmektir.

Mukaddes Kur’ân-m Bakara Sûresi’nde 183 üncü âyet yâni Allah sözleri diyor ki: “Ey îmân edenler”. Buradaki îmân edenler, kâinatta aczini bilerek gaybe inananlar demektir.

Gaybe inanmak çok güç, çok zor bir bağandır, insan oğluna...

Mantık ve havas’a hitabetmeyen şeylere inanmak çok müşkül bir iştir. (Bu oruç ile ta ki günâhlardan korunasınız.) (Oruç size yazıldı, nasıl ki sizden evvelkilere yazılmıştır...) Kulun Allah’a karşı olan şükrünü ifa etmemesi ve bunda devam etmesi edeb dışı bir iş olur ki buna günâh derler.

Günâhın cezasını Cenab-ı Hak kulun kendine bırakmıştır. Günâh, inkâr ve red hududuna girerse, küfürdür. Küfürün cezası ise, Allâh tarafından verilir... insanda bütün İlâhî esmalar tecelli ettiği için, şükrün ifasının tehiri, esmaları zedeler... insan böylelikle, kendi kendini zedelemiş olur.

Yukarıdaki söylediğimiz emir üe oruç, Allâh’a inananlara farz olmuştur. Emirde (Yazıldı) kelimesi ile büyük bir incelik ve hikmet ifade edilmiştir... (Yazıldı) kelimesinde “sizin canlılığınız, ruhunuz ve maddeniz bir murad ile halk edildi. Ve ona lüzumlu olan şeyler de, evvelce Âyetullah ve Sünnetullah ile tâyin edildi” mânâsı gizlidir.

Âyetullah: Esmaların tecellisi, görünmesidir. (Hay) ile canlı-  yız (Basir) ile görürüz (Semi) ile işitiriz, ilâhir...’ Bunların de-

vamı için, bir takım kanunlar vardır. Havadan oksijen alırız, su içeriz, gıda alırız, sıcak ve soğuğun tesirleri vardır. Bunları saymak uzun sürer... Bunların hepsi Sünnetullah’tır. Yâni tabiatta cari, fizikî, kimyevî, meteorolojik her türlü değişmeyen kanun halindeki hâdisattır... Emrin içinde Sünnetullah’tan zarar görülmemesi gizlidir. Ruh ve maddeye lüzumlu olan bu (Yazılış) şimdi size tatbik edesiniz diye emrolundu demektir.

Çalışmadan sonra dinlenme, uyku nasıl insan ve canlı için lüzumlu ise, oruç da, insana, yaradılışında lüzumlu olan hâdiseler arasında bulunur... Oruç, uzviyetin her gün yapmağa ruhî ve fizyolojik olarak duyduğu mecburiyetlerin, bir anda irade ile durdurulup perhize geçmesidir.

Oruç, mecburi olarak, uzviyetin dinlenmeye sevk edilmesini sağlar. Fakat emrin konulması, bu mecburiyette tehir olmasın di-yedir. Hastalıklarda, hastanın perhize konuluşu, onun iyiliği için bir mecburiyettir.

Oruç’un her sene başka bir ay ve mevsimde gelişi de dikkate şayandır. Mevsim ve aylara göre doğanların karakter, bünye ve arzularını, beşeriyet hâlâ gazetelerde, kitaplarda tahlil etmektedir. Yazımızın başında, ceset açlıktan zevk duyarsa diye bir söz ettik. Evet duyması lâzımdır.

Yemek helaldir, vücuda eziyet vermemek lâzımdır; gibi iftarda ve sahurda yemek hikâyelerini ileri sürüp, fazla yemek yemeği müdafaa, oburluk, tahammülsüzlük, sabır hasletlerini firenlemek kudreti olmayanların mütâlâaları olarak kabul edilir.

Tahammülsüzlük gösterenlere, hastalara zaten oruç farz değildir. Bu halleri zail oluncaya kadar.

Oruçtan sabır, tahammül, kendine hâkimiyet, sinirlerini dizginlemek, kanaat miktarının ölçülmesi murat edilmektedir.

Hasta bir insana, normale avdeti için, doktor bir takım sıhhî tavsiyelerde bulunur. Bunları yapması kendisi için faidelidir. Başkası için değil. Oruçta normal uzviyet için; İlâhî, sıhhî bir öğütün, ^mir şeklindeki tecellisi gizhdir. Yapabilene ne mutlu...

Orucu süsleyen bir takım âdabı muaşeret de vardır. Vakti, şartları, sünnetleri, orucun sahih oluşunu sağlayan, öyle olması muhakkak lâzım gelen kaideleri mevcuttur. Orucu bozacak haller; oruca niyet etmiş temiz insanların bilmesi ve riayet etmesi mecburiyeti olan hususlardır ki, bunları bilmeden, zaten oruca girilemez... Oruçta, insanın, helâl yemeğinden, arzularından, isteklerinden ruhen ve maddeten ayrılıp sıyrılarak, yükseklere tırmanışı gizlidir. Bu yükselişteki zevk, insanın anlama ve kavrama derecesine göre değişir. Bu dereceye göre de uzviyetin bir dinlenme ve tasfiyesi husule gelmektedir. Vehleten bu hakikatları reddedebilirsiniz. Fakat mesele öyle değildir. Biraz sabrediniz ve her şeye itiraz ile yüklü olmayınız...

Oruç tutanlara hürmet etmek, insana yakışan en büyük fazilet tezahürüdür. Tutmayana da bu zevkten mahrum olmanın vereceği ölçü ile bakmalıdır. Oruçlu bir insanın, büyük bir sabır ve sükûn heykeli gibi, daima sakin ve etrafına gayet rahim ve şefkatli olması, orucun kıymet ve derecesi ile ölçülür. Yemeğe hasret açgözlülüğü, etrafına çatmak asabiyeti gibi hâller izhar edip boca-lıyan hakiki oruç tutmuş olmaz. O ancak sabahtan akşama kadar beyhude yere aç durmuş olur ki bu orucun mânâsına bile yanaş-,maz. Uzviyet açlığın vereceği aksülamellerin doğuracağı faideye kavuşabilmesi için tamamiyle sâkin ve gevşemiş olmalıdır. Asabiyet, bu muvazeneyi hemen bozar, asabi insanlarda mide ağrıları, iştahsızlıklar malûmdur.

Oruç’da Errezzak esması, kemâl-i edep ve tâzimle bir tarafa bırakılıp (Hay esması ile) Hayy’m menbaı olan Hayyılâyemutun huzuruna çıkmak vardır.

Oruçluda akşama doğru bir zevk hissi başlar. Bu his:

·        1 — Uzviyetin yemeğe karşı duyduğu hasretin giderileceğini ruh vasıtası ile öğrendiği için, vücuttaki hafiflik zevkidir. Bu zevk makbul değldir. Zira bu memnuniyet verdiği itaattan duyulan mecburi uzvi açlığın bağırışıdır.

·        2 — Ruhun duyduğu hafiflik ve dumanlanmadır ki bu da ri-yâzatm uzviyet ve ruha vereceği hasletlerin, mânevi yükselişin disiplinine alışmamış insanların, bir emri yerine getirmelerinden doğan, tatlı bir histir. Bunun da arkasında, yine uzviyetin gizli açlık feryadının, edeben teskin edilişindeki çabalama mevcuttur.

Halbuki orucun ve az yemenin hikmeti, mânevi âlem hazînelerinin kilididir. Bâtın gönül pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırır.

Herkesin aynada gördüklerinden daha fazlasını, bir tuğla parçasında görebilirsiniz.

Hakiki oruçlu bir insanda:

Simâda Rahim esmasının tatlı soluk rengi, gözlerde ötelerin ötesine bakan tatlı bir halâvet, dilde fazilet, adalet, şefkat ve doğruluk süzgecinden süzülmüş, inci gibi kelime ve sesler doludur. Ne mutlu böyle insana.

Hay esmasının tecellisi olan insan, bu esmayı Errezzak esması ile değil de hayyı hay ile beslerse daima hay olur.

Ecel, insana errezzak esmasımn haydan elini çektiği dakikada gelir. Hayyı hay ile besleyen insan daima hay olur. Mevlâna on yedi gün gece ve gündüz ağzına bir şey koymamış ve onsekizinci günü (Öyle bir hamle yaptım, uçtum, uçtum hayyi lâyemuta kavuştum.) diye bağırmıştır. Oruçla, Halik bu ince kavuşma yolunu, müminlere hediye etmiştir. Anlayana ne mutlu....

“ölmeden evvel ölmek” tebşir-i Peygamberisi “Errezzak ile değil hay ile hayyı devama çalışınız. O zaman daima hay olursunuz” demektir. Bu bir sırdır. Anlaması güçtür. Güç kelimesi perdelerle örtülü olduğu için kullanılmıştır. Murad-ı İlâhî böyledir. Bu muradda büyük ve büyüklerin büyüğü bir hikmet gizlidir.

“Hâlikle öyle anlarım olur ki aramıza melek-i mukarrep bile giremez.” Buyuran Resûl-i, Ekrem’in “Bir ok yayı kadar yanaştım.” sözü, dinin asıl nüvesini teşkil etmektedir. Bütün bu yoldakiler, bunu hâl ve anlama peşindedirler. Onun için “Oruç benimle kulum arasındadır, mükâfatım bizzat ben vereceğim.” buyurulmuştur.

Hay ile her şey vardır. Bütün esmalar Hayy’m vasıflarıdır. Bir tane de vardır ki bunların hepsinin ismidir, ona da (Ism-i Âzam) derler. Şu mudur? bu mudur? diye uğraşma. Bir şeyi insan görür, tutar, anlar ve inanır. Fakat bu anlamada şüphe ve şek bulunduğu zaman bu mudur? şu mudur? diye mırıldanır. Hakiki isimde mütereddittir. Ondan dolayı hakiki çağrıyı yapamadığından, büyük istifade ve visale kavuşamaz...

Allah yolunda ölenler ölmemişlerdir. Allah yolunda ölenler kimlerdir. Hiç düşündünüz mü? Allâh’ın her canlıya bilâistisna verdiği Errezzak’tan zorla nasibini kesmek arzusunu taşıyanlardır. Bunlar binbir türlü vesilelerle ve perdeli şekillerle Hay’lıklarnu Hay ile birleştirip, ortadan Errezzak esmasının kaldırılmasına uğraşanlardır.

Bir çok hastalıklarda perhiz, hastanın iyi olmasında en büyük âmildir. Bu Hayy’m Hay’dan medet dileyerek, boşalan enerji akümülatörünü doldurması demektir.

Hayyı, Hay ile beslemeğe uğraşanlar ise, Velilerdir.

Huzura çıkmak için rızkın mahsûlleri temizliği bozar. Temizliği tazelemek lâzımdır. Bunlardan anlıyan için, büyük hakikat ve huzur kapıları görünür, işte bu kadar... Hikâyenin anahtar deliği Oruç’tur.

Oruç’un kıymetini bilmeğe ve bunda devamlı olmağa gayret etmek gerektir. Amma “Ben yapamıyorum” diyeceksen, bu meydanlarda dolaşmağa bakma... Bu meydanlar çok hoştur, çok tatlıdır, fakat tehlikesi de çok ve ânidir... Allah kimseyi zorlamaz. Verdiği Hay parçasının hürmetine orucu (Yazılmak) kelimesi ile emir buyurmuştur. Bu bize verilen Hayyın, ind-i ilâhiyede makbuliyetini artırmak, Hayyın makam olan vücut için mecburiyetinin, gayet müsamahakâr ve nezâket çerçevesi içinde (Yazıldı) Lâfz-ı Mübâreki ile bildirilmesidir. Bu kelimede zorlama, korkutma yoktur. Bu kadar nezaketle emir buyrulan oruçta nasıl büyük bir sır, derin bir hikmet, huzur ve felâh olduğunu artık siz düşününüz... Ramazanınız mübârek olsun....

KABE

Dünyanın en şerefli ve mukaddes, lâmekâna bakan mekânıdır. Ruhların niyaz ve teveccühü buradan lâmekâna gider..

Lâmekânm, mekânda görünür kapısıdır, bu mübârek yer... Dualar, arzular orada kabul olunur, huzura oradan gidilir... Meleklerin, Velilerin toprakta uğrağıdır. Mirâc-ı Nebi oradan başlamış, ni-dâ-i Resul oradan dünyaya yayılmıştır... Kelâmullah o topraklarda kalb-i pak-i Resule verilmeye başlanmıştır... Orada her şey sâkin, gök insana çok yakındır, o yerde... Kelâm-ı İlâhinin heybetinden, her zerresi toprağın Allah’ı teşbih etmektedir, o yerde... Milyonlarca, rızaya koşanların çevrildiği makamdır orası... Hiç bir an yoktur ki o makam insanla çevrilmemiş bulunsun. Lâmekânm mekânı Beytullah’tır o yer... Resulün mübarek ayaklarım bastığı, o topraklar, mübarek sadırlarına giren hava, o havadır. Rahmetin kaynağıdır o makam.. O makama yakından yapılacak hürmette, biraz beşerî korku veya riya gizlenebilir. Uzaktan yapılacak hürmette ise, havf ve sevgi vardır... Bundan dolayıdır ki, Resulullâh bile, ruhu muallâllarım, uzakta, Medine’de teslim etmişlerdir.

Resule yapılacak hürmet ile Kâbe’ye yapılacak tâzîmin ayrılması murad olduğu içindir bu ayrılık.. Ravza-i Resul Kâbede olsaydı hürmet dağılacak, ortaya hürmette ikilik ve kıskançlık çıkacak... Resuller tarihi tetkik edilecek olursa, bütün Resullerin, Nil, Filistin, Hicaz, Ceziretül-Arap mıntıkasında İlâhî vahiylerini aldıkları görülür... Nil, Kudüs, Turisina, Cebel-i Hıra, Arzı Kenan seçkin ve mukaddes yerler olarak taayyün etmişlerdir. Binlerce mucize, yüzlerce afat-ı İlâhîye taşkın insan kitlelerine çarpmıştır o yerlerde; adeta bu mıntıkalar Kudret-i İlâhîye ile mücadele eden sapkın insan kitlelerine sahne olmuştur... Lut kavimleri, Sodom ve Go-moreler, Nuh tufanları, Âdem ve Havva, Firavun ve Musa vaka-lan, Ebucehiller, Nemrutlar hep bu mıntıkalan, küfür ve îmânın, hakikat ve dalâletin, çarpışma sahneleri yapmıştır. Bu hâdiseler murad-ı İlâhî ile vukua gelmiş, beşer dalâletinin, hakikati İlâhiye karşısında, mezarı olmuştur o yerler... Dalâlet ve küfürden süzülen beşer oğlu, bu hakikatların tam yerini, bir namaz esnasında, Resulün birden bire Kâbe’ye Medine’den teveccüh ederek dönmesi ile bütün bu mukaddes yerler birleşerek hâtem-ün-nebiyyîn asıl ve esas Kâbe’si son tecelligâh-ı İlâhîsini bulmuştur...

Mucizeler birleşmiş, Ruhlar tevhide bağlanmış, bütün Allah diyenler Kâbe’ye çevrilmiştir. Cenâb-ı Resûl’ü, îlliyyîn’e, Mi’rac’da Cebrail kavuşturmuştur. Mekke ile Kudüs arası Miraç’m ilk merhalesini teşkil eder... Âbit olarak... Ötesi bizce meçhul... Bir şey söyleyemeyiz.. Namaz, müminin Miracı olduğuna göre, cami, kulun illiy-yîne çevrilerek, Mirac’a gitmesine aracılık yaptığından, Cibril-i Eminin yerini tutmaktadır... Bundan dolayı,. Cibril-i Emin, Mescid’i Aksâ’da, Resulün Enbiya ervahına imam olduğu yerde, ilk ezam okumuştur.. Ervaha imam olan Cenâb-ı Resulün hareket noktası, mekânda cesedi ile Mekke’de olduğu için, bir gün, Medine’de Mescid’i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, Resule Mekke’ye dönmek emr-i vahyi gelmiş ve hemen Mekkeye dönmüştür. Mekke illiyyîne gitmek arzusuna talip abdin hareket noktası, yâni Mirac’m başlangıcı olduğundan, namazda Kâbe’ye dönülür...

Ruhanî Âlem kapısı, rızaya giden yol, Cemâle giden nur yolu, Melekûtun hareket noktası, ruh âleminin görünür merkezidir, Kâ-be... Beşerin dalâleti o kadar katılaşmış bir hale gelmişti ki, Kabe’yi taştan ilâhlarla doldurmuştu...

Heykel, resimden çok farklıdır. Resim iki boyutlu, heykel üç boyutludur. İnsan, iki gözle bakar, her şeyi tek görür. İki gözün mevcudiyeti, üçüncü bu’du idrak içindir. Kesret’ten vahdete işarettir. Küçük çocuklarda, henüz göz sinirlerinin tasallübu husule gelmediğinden, üçüncü buudu çocuk idrak edemez; onun için hör şeye elini uzatır. Derinlik mefhumu yoktur. Çocuk büyüdükçe tasallûp husule gelir, derinlik mefhumu idrak olunmaya başlar... Kâbe’nin heykeller ile dolması bir hikmet-i ilâhiyeye matuftur. Cenâb-ı Al-lâh buradan kuş uçurmazdı arzu buyursa; fakat hakikati anlatmak için böyle murad etmiştir. Ebrehe’nin fillerini, ordusunu, Ebabil kuşlarının, minicik taşlan ile yok etti. Bir çok insan kütlelerinin mukaddes saydığı ve dalâlet içinde bulunarak putlarla doldurduğu Kâbe’ye, bir nur indirdi ve bu nur putları eritti ve her tarafı kapladı, kudret tecelli etti...

Üç bu’ut Mekân’da bir yer kaplar, iki buut kaplamaz, resim gibi... Resim bir gölgedir, cisimsiz olan Allah’a izafe edilerek, mekânda bir yer verilerek cisimlendirildiğinden heykel küfürdür denir; bundan dolayı putların kırılması ile mekân kaybolmuştur. Beşer çocukluk devrinden kurtulup, gözleri üçüncü buutu idrak ederek, onu yok etmiştir. Bu hâdise, bir anda, Kabe’de tecelli ediver-miştir...

Ondan Resule birden bire Kâbe’ye, namazda dönmek emro-lundu... Her türlü tabiî süsten, ağaçtan, çiçekten ârî, mübarek toprak, taş yığınları, cehennemi sıcak dekoru içinde bulunan Kabe; geniş, ucu bucağı olmayan masmavi bir sema altında mübarek bir arz parçasıdır. Cennet nimeti olan su, İsmail’in ayaklarının altından (Zem Zem) feryadı ile çocuğun bir niyazı, nezd-i İlâhide kabul buyrulmuş ve buz gibi su, cehennemi sıcak kum deryası içinde mübarek topraktan fışkırmaya başlamış, hâlâ fışkırmaktadır; o yerde, sıcakta, suyun cennet nimeti olduğunu, suyun kendisi haykırmaktadır... Rabbilmaşrıkayn, bütün kâinatın, namütenahi görünür âlem-i şahadetin, Rabbi’dir. O Rabbilmüğribeyn ise ruhanî âlemin settar esmasının kapladığı âlem-i gaybm Rabbi’dir. İkisi birleşiyor tevhid ve teklik çıkıyor ortaya... Maşrık, Kâbe’den başlar ; Mağnp, Ravza’dan... Maşrık dünyaya geliştir ruhâni âlemden... Mağnp ruhâni âleme gidiştir dünyadan...

Dümdüz, yeşil bir sâha içinde, bembeyaz bir taş yığını halinde, Medine ufuklardan görünür. Ortasında yemyeşil Maşrık ile Mağrib’in birleştiği, öpüştüğü yerden, semalara Rahmetenlilâlem’in Remzi olan yeşil kubbe yükselmektedir... Burası, Allah sevgilisinin yeşil kubbesi, nazar-ı İlâhînin bir an bile eksik olmadığı Mustafa'nın makamıdır... Milyonlarca müminin selâtu selâmının okşadığı yerdir orası... Oranın toprağında ceset bile kalmaz, yalnız ce-sed-i pak-i Resul bulunur... Diğer mezarlar, makamlar hep temsi-len kalmışlardır... Naş-ı Mubarek-i Resul arzdan kaldırıldığı zaman dünyanın sonu gelecektir... Niyazlar, dualar, arzular, ölmüşlere Kur’ân hediyeleri; hep, mekândan Lâmekân’a Resule, uğramadan gitmez, gidemez kabul olmaz... Saray-ı İlâhiye ancak, Resul kanalı ile müracaat olunur. Bu bir murad-ı İlâhîdir. Bu lâmekâna hürmetin mecburî olduğundandır. (Ben ve Meleklerim Resule selâtu selâm götürüyoruz. Siz ne duruyorsunuz) mealindeki Âyet bu demektir... O huzura kabul edilen, ünsiyet peyda eden, ancak namazda bir tekbir île uğramadan girebilir. Fakat şeytan aklından çıkmaz... Resûl’den izin al, yâni, onda eri... Ondan sonra, Allâhu Ekber diye namaza başla... Mirac’a girersin... Namaz Miraç’tır. O zaman sana yanaşmaz. Çünki sen Resul’de eridin. Resulullâh’ın potasında erimiyende daima şüphe mevcuttur. Şüphede olan gafletten kurtulamaz. Gaflette olan hiç bir şey olamaz.

Allah’a ibadetin devamlı oluşu, bu erimeyi temine fırsat ver-diğindendir. Yoksa... Allah’ın ibadete ihtiyacı yoktur... Beşeri, düşünme muradı olduğu içindir... Nebilerin, velîlerin, mürşitlerin, gavsların, kırkların, dörtlerin, üçlerin mucize ve kerametleri gafletten, şüpheden kurtulmak kuvvetinin insanda mevcut olup onu bularak Resul’de erimelerine işarettir.. Erime çarelerini beşer bulsun, yardım alsın, kurtulsun diye lâmekâna doğru yoluna istikâmet versin diye Kâbe’yi görerek tanıyarak, el ile tutarak kolaylık göstermişlerdir...

Allâhuekber... Bunların hepsi edep içinde Hayyilâyemuta ka-vuşmak için kurulmuş dekorlardır işte... Herşeyi önüne serdim, her şeyi burnunun ucuna kadar getirdim... Sen hâlâ deli dolu, bön bön bakıp duruyorsun... Kabahat kimde... Sende, sende, sende... Seni beni at da gaip zâmiri (O) ol. O... îşte iş bundadır... Hâlâ mırıltı, dırıltı, zırıltı ile uğraştığın yeter... Edep, fazilet, doğruluk içinde ömrü geçenler vardır. Bir de hayvan gibi ölüp gidenler.. Şüpheler, vesveseler içinde her an değişmede bir ümit vardır. Bunların yerinden kımıldanma ve sökülüp atılmağa hazırlanma olduğunu da unutma. Bir gün belki sana da bir el girerek hepsini söküp çıkarır... Şakk-ı sadır yapan Cebrâil olmaz da seni şüpheye düşüren bir el olur bu el.. Şüphe, kuruntu, bir nev’i ruh uyuzudur. Uyuz aklında olursa fena, ruhundakini iyi ederler belki; şüpheden bazân acı hazân zevk duyarsın, uyuz da böyledir... Uyuz hastalığının ârazı ta-mamiyle bir hikmettir. Yani kaşınması... Fakat sen uyuzdan kurtulmağa ilâç ara... Uyuzu kireç ile kükürt iyi eder, kireç ve kükürt nasıl kireç ve kükürt olmuştur, hiç düşündün mü?

Kireç ve kükürt uyuz olmaz. O hastalık onlara yanaşmaz. Bu hassaya sahip olmak için ne yapmışlardır? Hiç olmazsa onu ara, bul, sor öğren... Hazıra konacağım diye çabalama, vakit az.. Güneş batmağa gidiyor her şey yan yolda kalır... Kendini musalla taşında bulursun, iş işten geçer... Biraz aklın ile ruhunu fırçala.. Ruhunla ak-hna tekme vur, bu mücadele çok güzel bir mücadeledir... Kendini öğrenince mesele kalmaz... İşte bunları hazırladıktan sonra (Bey-tullâh)’a dön Resulullâh’a iltica et, öylece kıpırdamadan dur. Sabır içinde... Hiç olmazsa bir gece bu halde uyumadan, sabaha kadar sebat et... Yardımcı her zaman, her an, mevcuttur, sana da uğrarlar.

îlk önce aklım iyice doyur da itiraz ve şüphe kapılarım kapa, ruhunla başbaşa kal... Haydi yolun açık olsun... Bu yazımızdaki sözlerimizden, bir son bekliyorsun. Lâflar kulağına vurdukça, içinde şüpheler artıyor.. Böylelikle bir şey öğrenemezsin; birak bizi, git işte Allah aşkına...

“BU SIR, PERDE ARKASINDA GtZLÎDİR VE GİZLİ KALACAKTIR."

ÎMÂN

 îmânın çıplak mânâsı, basit, kolay bir inanış şeklinde görünür insanoğluna....

imân lekesiz bir kalp huzuru ile kanmak, doymak demektir... îmân edilecek, inanılacak şey, îmân ediciye muhtaç değildir. Fakat îmân edecek, îmân etmek istediği şeye muhtaçtır. Okuma yazma, insanların zahiri talimidir. Hakiki talim ve terbiyenin miyarı, okuma yazmadan çok yüksektir.

• Hakiki talim, insanda meknuz îmân nüvesine varmaktır.

Bir damla su gibi görünür boş kafalara îmân.. Bir damla su, bir şey ifâde etmez. Fakat bir kaya kovuğuna girer donarsa, kayayı çatlatır. Buhar olursa, bir gemiyi yürütür. îmân insanda değer görürse, her yolu gösterir insanoğluna... Hakiki îmâna ulaşmış bir insan, öldürülebilir, fakat ruhu daima yaşar. Gördüğünüz şeyler yok edilebilir, fakat görmediğiniz şeyler yok edilemez. Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz. Sıcak tesiriyle havaya uçan su zerrelerine (Buhar)... Yukarıda toplanınca (Bulut)... damla damla aşağıya inmeye başlayınca (Yağmur)... Yağmur suları toplamp cereyana başlayınca (Sel)... (Deryaya ulaşıp karışınca yine (Derya) olur...

Bu iki derya evvel ve âhirdir...

Dün, bugün, yarin, öbürgün gibi ifadelerin hepsi de bir olur...

İki derya arasındaki buhar, bulut, yağmur, sel. işte bunlar perdelerdir... îmân, insana, bu perdeleri tarif eder, öğretir, kaldır tır... Ezel ile ebed arasında fasıl, senin senliğindir. Sen bu senliğin ile ezel ile ebedi, ikiye ayırıyorsun... Ortadan çıkıver, ne olur, îşte îmân bunu öğrenmektir...

Göz her şeyi görür, fakat kendini göremez. Göz kendini göremediği halde, bir perde ile gizlenmiş olanı, nasıl görebilir. Bunu îmân gösterir insana işte...

Size kolay anlaşılmayan bir hikâye anlatacağım; hikâyenin mefhumları bizim mefhumlarımızla uymaz da ondan anlaşılmaz... Suyun bazısı tatlıdır... Bazısı çorak, acıdır... Su, her yerde, her zaman aynı sudur...

Tatlı, acı, çorak, çeşitli olsa da hakikati değişmez. Bu hikmete (ilmi ercül) Hakka doğru yürüme ilmi denir. Bahar herşeyin üzerine aynı tesiri.yapar... Fakat bir yerde gül bir yerde diken biter.

Aynı yerden su çıkar, birisi maden suyu, diğeri tatlı, bir diğeri zehir gibidir, ağıza konmaz.

îmân, bunların niçin böyle olduğunu öğretir insanoğluna., îmâmn lüzumunu Cenâb-ı Allah arzu buyurmuştur.

Zat-ı ehadiyetinde ekber olan Cenâb-ı Allah (Celle Celâlüh) bütün esmalariyle görününce, kâinat tekevvün etti... Her canlı, cansız mevcudatta bu esmaların bir kısmı arzuyu İlâhî ile mevcuttur... Bütün esmaları cami insandır....

Bu esmalara hitap için, zatından sudur edecek arzu ve emirlere dayanacak şiddette mahlûk bulunmadığından, yine kendi arzulan üzerine, ilk yarattığı nûrun mümessili Nûru Resulullâh’ı taşıyacak hususî inşam yarattı; bunlar da Peygamberlerdir.

Bu ahizelerle insanlara hitap etti..

Onun için Peygamberimizi: Hususî terbiye, hususî bünye, hususî ahlâk, hususî edep, hususî fâzilet hasletleriyle yarattı ki hitabın şiddetine tahammül edebilsin.

“Dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu...” buyuruyor. Şiddetin voltajı bizim tahammül hududumuza Resulullâh’da iniyor ve bize intikâl ediyor... Onun için; “Sen dilini oynatma.. Ne emrolu-nuyorsa bildir. Kur’ânı biz tophyacağız, biz devam ettireceğiz.” buyuruluyor.

Din, esmaları taşıyan mahlûkata bir vasiyet, bir vaaz, doğru yol rehberidir. Bunu anlamağa îmân denir.... Onun için din hakkında tenkidi yazı Islâm’da yasaktır.

Cenâb-ı Allah, herşeyi yaratmadan evvel, bizzat kendi lütuf ve ihsan yolu ile mahlûkat hakkında rahmeti tercih buyurmuştur. Ve kendisine rahmeti vacip kılmıştır.

Vacip, herhalde olması zarurî olana denir...

tik hüküm ve tecelli, mahlûkatı hakkında rahmetten ibaret olmuştur. Rahmetin zıddı gazapdır. Fakat ahlâk-ı ilâhiyenin mukte-zası değildir. Belki fenalıklara karşı tecelli eden Rabbânî bir hikmettir.

Evvelden sevmediğini haber vermesi insanlar için büyük lûtuf-tur. îşte bu lûtfa karşı, edebi, îmân öğretir insan oğullarına. îmân mektebine gireceklere bir alfabe kitabı lâzımdır.

Bu kitapta şunlar vardır:

Allâh’m birliğine, Meleklere, Kitaplara, Resûllere, Âhiret gününe, hayır ve şerrin Allâh’tan geldiğine, ba’sü bâ’delmevte, kuruntusuz bir çocuk safiyeti içinde inanmak yazılıdır.

Bu alfabeyi okuduktan sonra îmânı kuvvetlendirmek için namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i şehadet.... Bunlarla vücut ve ruh disiplin altına girer... Ve hakikî îmâna namzet olur insan...

Cenâb-ı Allah bunların hiçbirine muhtaç değildir.

însanoğulları bunlara muhtaçtır da ondan, Cenâb-ı Allah bunları rahmet ile sararak gönderiyor kullarına....

Bunlardan sonra:

Temiz olanlar, sabırlı olanlar, mütevekkil olanlar, kanaat edenler, infâk edenler, hakiki îmâna girmeye başlarlar... Bu gibiler için âyetler şunları müjdeliyor....

“O îmân edenlerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer. Karşılarında âyetler tilâvet edildiği zaman îmânları ziyadeleşir. Onlar ancak Rablanna tevekkül ederler, dayanırlar, namazı doğru kılarlar, rızıklarına kanaat ederler.”

îşte bunlar hakkiyle îmân edenlerdir. Bunların Allah nezdin-de dereceleri vardır. (Essüadâümakbûlün indellah)

Olanlar bunlardır. Bu gibiler konuşurken kendilerini belli ederler. Zira savt - edep içindedirler. (înnellâhe yuhibbürrakikus-savt) — (Allah yavaş seslileri sever.)

Sessiz konuşurlar, sessiz dua ederler....

Bunlardan birine sormuşlar:

— Gecen nasıl geçti? (Keyfi Usbuhat)

Cevaben:

— Benim yanımda ne sabah ne de akşam vardır, buyurmuştur. (Lâ sebahe indî velâmesâ)

Bize Allah’ı tarif et dediklerinde:

— Ahad’dir, tek’dir. Değişmez. Başlamaz, bitmez, öncesi sonrası yoktur. Gün gibi âşikârdır, görünmez.

Görür (bizim gibi değil), işitir (bize benzemez), bilir, bilmesi meçhulden malûma. Malûmdan malûma yürür. Bilmediği yoktur.

Her an yapan, yaratan odur. Her dilediği bir oluştur. Var iken yok, yok iken var eder. Onun vücudu dışında varlık yoktur. İnsanların bir kısmı aydınlıkta gezer, kördürler. Diğer bir kısmı karanlıkta aradığına dokunup ne olduğunu farketmeyen şaşkın gibidir...

Her insanın idrakine göre, kendini gösteren nihayetsiz var olan nûr, bu ihata edilmez varlık “Allah” işte... diye tarif etmişlerdir. işte bu tarifi hakikî îmân öğretir insanoğluna.....

Halikı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe kat’iyyen kalkışmayınız...

İmânda olan, halikı esmalariyle görmektedir. Esmalarıyle çocuklarınızla beraber oynadığım, bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle size uzandığını, çiçeklerle gülümsediğini görürsünüz... Bu görüş, duyuş, insanların içinde öteye ait bir bilgi olduğunu ispat eder.

Bu bilgiye varmağa çalışmak îmân aşılar insana.. Muhteşem ve mağrur bir teslimiyet içinde, sonsuzluğa doğru ilerleyen hayat kervanının dışına çıkmak olan ölümden korkmayınız... Rüyalara inanınız, çünkü ezele giden kapılar onların içindedir. Rüyaların, güzelleri, sıkıntı verenleri vardır. Bunlar tabiî maddî âlemdekilerin şekil, tarz ve hâdiseleri gibidir.

Fakat arada bir çok farklar vardır. Bunları bulunuz. Ben size bir ip ucu vereyim....

Rüyada, renk, her türlü dünyevî zevk, elem ve keder tezahürleri vardır. Yalnız dikkat ederseniz “Koku” yoktur.

Bunu çözmeğe çalışınız. Ama o kadar kolay değildir. Hepiniz rüyâ görmüşsünüzdür. Rüya hakkında bilginiz de vardır. Fakat bunların hepsi tariftir.

Rüyaları bu yönden tahlil ederek, olan ve olmayanları tefrik ediniz.. Önünüze büyük müjdeler, büyük hakikatler açılır....

Akıl ile her işi halletmeğe kalkmayınız. Akıl hilekârdır. Tuzak kurar insana... Akıl korkaktır.

Hak korkusu, îmânın ism-i hasıdır. Hak’dan gayri varlıktan korkmak, gizli bir şirkten başka bir şey değildir.

Irmak gibi yağmur ve buluttan sermaye arzulama...

Dünyada sonsuz ol, son isteme...

Gül kokusu, gülü terkettiği için her sahaya yayılır...

îmân edene Peygamber “Ümmetim” dedi. Dikkat edilirse Ümmet kelimesinde “Üm-Ana” kelimesi vardır.

Peygamber rahmet getirdi ve bildirdi. Ana şefkati Peygamber şefkatidir. Zira onun Peygamberlik ile alâkası vardır. Milletler, analarına tâzim ve hürmetle kurtulabilirler. Analar, Milletlerin bünyelerini dokurlar... Onun için “Cennet anaların ayaklan altındadır” buyrulmuştur.

Bu büyük hikmeti, îmân öğretir bilmeyenlere....

Hakiki îmâna varan, Hak’kın gönlünde bir sır olduğu gibi, Hak’km âyetlerinden bir âyet olur...

Hak’tan gayri bir gaye uğruna, kılıcım çeken kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür...

Bunlar ancak îmân ile elde edilir.

Hakiki îmânda olan, ahlâk, fazilet, adalet, doğruluk, kanaat hasletlerinin canlı şeklidir... Bu gibilerden denizdeki balık, uçan kuş bile kaçmaz.. Sokulurlar yanma, kırk yıllık dostmuş gibi...

Yazık o insana ki içindeki îmân ateşi sönmüştür.

Kâbe’de doğup puthanede ölmüştür....

Dünyada muhtaç olmamak için Hak’km rengine boyanmak lâzımdır. Bu da îmân ile mümkündür ancak...

TEKRAR DİRİLECEĞİZ

Her şey mütenavip olarak yok ve tekrar var oluyor. Elektrik ampulü saniyede elli defa yanıp söndüğü için, biz onun devamlı yandığım zannediyoruz.

Zamanla mukayyet olmayan, bir anda yok ve var oluyor (Kün) işte budur. Zaman ve mekân dışıdır. Onun için idrak hududumuza sokamıyoruz.

Vicdanları gayet müsterih ve sakin bazı sâlih insanlar vardır ki, kalplerinde ve sözlerinde tecelli eden huzur ve sükûna iştirak edilmedikçe, yanlarına yaklaşılmaz. Bu çeşit1 bir mübârekin yanına bir gün yaklaşmak mümkün oldu da, bu yazı bu konuşmadan sonra onların malzemesiyle diziliverdi.. Ben de size anlatıyorum. Herhalde hoşunuza gidecek ve manevî zevkinize bir okşama yapacaktır.

Bu çeşit insanlara yanaşamıyanlar, Resulün tebliğ ettiği âyetleri kendi kafalarında tefsir ederek, haramı helâl yaparlar. Fetvalar verirler. Temiz kalpli müminlerin, ruhlarını bulandırmağa çabalarlar. Bunlar bir gaye altında çalışan sinsi, kendilerini çok akıllı sanan bir cemiyetin âzâlarıdır.

Dinden bahsederler, mânevi mefhumları kalpte kalıplarına dökerler, görmüş gibi mânevi âlemin haritalarım çizerler. Sonra da öteki âlem yoktur; âlem birdir diye, öküzün bile inanamıyacağı bir çok vaaz, nasihatlar yaparlar...'

Mahşer, kıyamet, âhiret, kelimelerinin ifade ettiği mânâ, Al-lâh’ın mutlak hükümlerinden birini ifade etmektedir. Mahşer: toplanılacak yer... Kıyamet: ölülerin dirilmesi... Âhiret: öbür dünya, insanların öldükten sonra vasıl olacağı âlem...

Kur’ân’a göre insanın hayatı ölümle nihayet bulmaz. Ölüm başka bir âlemin kapışım açar insanoğluna...

Dünya hayatı bir gaye değildir.. O, ruhun maddî teşekkülât içinde vukubulan tekâmül merhalelerinden birini ikmâl etmek için, bir vasıtadır. Varlıkların tekâmülleri için dünyaya gelmeleri lâzımdır. Nisbî ve İzafî her şeyin oluşundaki noksanlık, bir zarurettir. Beyaz renk dediğimiz zaman, bir şeyin eksikliğini ifade etmiş oluruz... Bu eksiklik de onun beyazdan başka renklerden mahrumiyetidir. Her sıfat bir kusurun ifadesidir. Her şey kendilerine nispet ve izafe edilenden başka şeylerin eksikliği ile malûldür.. îzâfiyet ve nispet ancak HALtK hakkında bahis mevzuu olamaz.

Mezar, topraktan bir yerdir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır. Toprakta HAY tecelli ettikten sonra, insan şeklinde dün yaya geldik. HAY çekilince, ceset edeben, eski yerine çekilir. Mezarda, umumî olarak, kimyevî bir tahlil başlar. HAY değiştirdiği toprakta, tekrar topraklaşmak gayesi ndedir.

Cesedin, toprağa tevdii edilmeden evvel, bir takım sıkı merasime tâbi tutulmasında büyük hikmetler gizlidir. Burada, zaman, mekân, hazırlık, mânevi hizmet mefhumları birden bire ayaklanır. Bir ferdin ölümü; Kıyameti Suğra. Nesillerin kamilen ölmesi: Kıyameti Vustâ. Haşru-neşr günü; Kıyameti Kübra isimlerini aldığı gibi, karar günü, hesap günü, telâfi günü, cem’i günü, huruç günü, teva-fün günü, din günü isimleri de verilmektedir.

Bu günün meydana gelişi, Rabbül âleminin vasıtasız tecellisiyle olacaktır...

İnsanoğlu ölümü akıl ve ilmiyle izaha kalktığı günden beri vardığı netice, (Yokluk) (Adem) kelimelerinin izah çerçevesi içinde kalmıştır. Bundan dolayı, insanoğlu, ilmi ile, fenniyle, hırslariyle, kitap ve âlimleriyle, bütün akademik bilgi müesseseleriyle ölüm hakkında acı, hıçkırık, göz yaşı ve ızdıraptan başka bir teselli ve izah abidesi kuramamıştır.

Ölümü, kalbin adalesindeki bir bozuklukla, kan devaranınııı in-kıtaı ile, beyinden bir damarın kopması ile ve tansiyonun yüksek ve düşüklüğü ile, kanser, verem daha bir çok binlerce isim alan hastalıklarla izaha ve teselli bulmağa savaşmıştır. Bizimle konuşan sıhhati yerinde gülen, işiyle ve gücüyle meşgul bir insanın bir anda yok oluşunu, katillerin, zalimlerin, canilerin, faziletli âlim ve

insanların sonunda ne olduğunu ve ne olacağını bütün dünya âlim ve ilim müesseselerine sorsak alacağımız cevap: Ancak “Bilmiyorum” dur. Bu kelime ölüm kadar karanlıktır. Bu karanlıkların aydınlanmasını isteyen insan, bunu ancak îmân kürsüsünden dinleyip öğrenebilir. îmân inşam hâlika bağlıyan kaçmılmıyan mânevi bir bağdır ki zerrelerden atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden yıldızlara, yıldızlardan nebatlara, nebatlardan hayvanlara kadar, büyük bir silsile teşkil eder... Kitâbullâh’ta:

(Gökler, yeryüzü ve bütün mevcudat hâlikini teşbih eder. Hiç bir şey yoktur ki onun hamd ve senasıyla hareket ve teşbihte bulunmuş olmasın.) Çimen, ağaç her şey secde etmektedir. Görmez inisiniz göktekiler, yerdekiler, güneş, ay bütün ecram, dağlar, nebat ve hayvanlar hepsi secde ve teşbihtedirler. Binlerce kuşlar sabahları Allâh’ı teşbih ederler. Bütün bu mahlûkat yaratıldıklarından beri canlı ve cansız her yerde Allâh’a karşı niyaz ve teşbihlerini bilerek devam ettirmektedirler. Allâh da onların yaptıklarını bilmektedir. Lâkin siz onları görmüyor ve teşbihlerini işitip anlayamıyorsunuz.

Bütün Kâinat bir hamdü sena, niyaz ve teşbih mâbedi halinde yaratıldığından beri gelip gitmektedir, İnsandan maada bütün canlı ve cansız yaratılanlar istisnasız bunu bilir ve yapar. Ne yazıktır ki insanoğlu umumî bir taat ve teşbih çemberine girmemiştir. Habili öldüren Kabil gibi, hırs ve madde güruhuna uyanlar; hırslarını tatmin için yerleri kazdılar, dağlan deldiler, bu günkü ennin mübeşşirleri oldular. Kabil’in gurubu ise kaza ve kaderin ;erçevesi içinde tevekkülde kaldılar. Bu küçük hikâyenin ifade etiği mânâ 60 senelik bir dünya hayatına sığdırılmak istenilen faslet, ahlâk, kanaat mefhumlariyle hırs ve maddeye tapma arzusu te şehvaniyet mefhumlarının mücadelesini ifade eder ki, bu mü-adelede hakikatin nurundan uzaklaşma saikasının verdiği man-ıkla, insanoğluna ahlâk, adalet, fazilet ve doğruluk hasletlerini haykıran dinlerin, hırs ve nefsanî arzularının tatminine engel ol-İuğu ileri sürülerek, netice itibariyle beşeriyetin, yekdiğerini boğazlamak için her an hazır bir halde birbirlerine hırs ve düşman-kla bakmasını husule getirmiş ve bugünkü dünya, bu kisve altm-a, düşünen kafa için bir üzüntü silsilesi haline gelmiştir.

" j Halbuki ölüm bir yokluk ve varlık bataklığı değildir. Pırıl pı-fl açacak bir sabahın, son karanlığıdır. Hayatın beşikle mezar ara-

J t                                                                                 99

....................-.........- .................-......- '

kısa bir mesafeden ibaret olduğunu sanan dar bir kafaya, mezar dağlarının arkasından sökecek bir ölmezlik sabahının tülleneceğini anlatmak, çok zor ve korkunç bir iştir.

îlim ve fennin, kitap ve kütüphaneleriyle gözyaşı, acı ve ıstırap kelimeleriyle kapadığı ölümün hakikatim ancak Peygamberin tuttuğu meş’ale altında, îmân yolculuğuna çıkmış insanlar anlıya-bilir, başarabilir...

Yaşamak hırsı içinde bulunan insanoğlunun, dünyada iken sarıldığı lezzet ve zevkin bir anda, yokluk diye inandığı Ölüme sürüklenmesi kadar hicran olamhz. îmânsız, karanlık bir akıbete dünyadan giderken, çivilenmiş hırsı ile ruhu, bir birinden gıcırtı ile sökülür gibi ayrılır.

Diğer taraftan îmânlı bir insan, ölüm kelimesini hecelerken, tatlı bir vuslat içindedir. Bütün ömrünü sevgilisinden kalma bir mendil gibi dünya hayatına salhyarak, ölümle sarmaş dolaş olarak, ebediyete gözlerini yumar gider...


mevcut olunca, zaman ve mekân mefhumları ortaya bizzarur çıkıyor, canlı da zaman ve mekân ile mukayyet oluyor demektir. Bu canlı hücrenin hayatı için evvelce hazırlanmış şartların mevcudiyeti de lâzımdır.

Arz güneşe en uygun uzaklıkta olduğundan, bu iyonizasyon arzda vuku’a gelmiştir. Bu tesadüfi bir hal değildir. Bu gün astronominin bildirdiğine göre, tetkik edilen bir çok yıldızlarda, iyonizasyon olmadığı ve hayatın da bulunmadığı ileri sürüldüğüne nazaran bu şartların orada olmadığı ortaya çıkar...

Canlı moleküllerin en mükemmel mimarisi insan vücudunda-dır. Bu mimarideki diziliş sabit ve değişmez bir kimya olmasına rağmen akıl yoran mütemadiyen harekette bulunan bir âhenk silsilesidir.

Bu tesadüfün bir eseri değildir, olamaz da. Bu âhengi hiç bir kuvvet katiyyen değiştiremez. Canlı moleküllerin esas özü olan protoplâzmada, gıda yolu ile alman birçok maddeler yerlerini yeni maddelere terk ederek vücuttan çıkar gider, yani uzviyet her an bir yenileme mahşeri içindedir.

Semânın insana korku veren engin derinliklerinde pırıldıyan yıldızlara ASTRONOT gönderen bugünkü ilim ve fen biyolojik bakımdan hayatı, canlılığı şöyle tarif ediyor. Hayatın ilk canlı atomu imar işinde şaşırtmak imkân haricindedir. Erik ağacı elma vere-olarak hücreyi kabul eder. Cansız moleküllerin suda eriyerek, bilinmeyen bir kudretle iyonize olmasından ilk hücre meydana gelmiştir.. Canlı uzviyet kimyasının vardığı, fennî, İlmî bu sır, Kur’ân-ı Kerîm’in Embiya suresinin başlangıç olarak bildirdiği şu âyetin aynı ve izahıdır.

“Vecealnâ minelmâi küllü şey’in hayy.

Bir hayvanın bir insanın veya bir nebatın tohumunu hem vücudu içinde hem dışında hiç bir kuvvet tesiriyle yapacağı neslin


mez. Kedi tavşan doğuramaz... Karınca sinek çıkaramaz... Canlı olabilme hâdisesi; o halde moleküllerin âhenkli ve değişmeyen bir düzeninin ifadesidir.


Maddenin bu âhenk içinde dizilişi, el Bedi esmasının tefsiri, bu âhengin Allâh’m esmalariyle tecelli ihtizazından ibarettir. 99 esma, kimyanın MENDELYEF cetvelindeki anasırın yaradılışındaki kudretin sudur yerleridir. Ölüm canlı moleküllerin ahenkli dizilişinin bir anda çözülüşü ve kimyevî anasıra ayrılmağa gitmesidir. Parçalanan bu kimyevî unsurların en son kalan, elle tutulan kısmı kemiktir. Bu kemik parçası diziliş âhengi bozulmuş cansız moleküller yığını değil midir? Bunun tekrar canlı molekül haline gelmesi bir tecelliye vabestedir. Allah istediği an âhengi var edebilir, yok edebilir...

“Kün feyekün, her şey aslına dönecektir.” Âyeti budur. Yanan bir elektrik lâmbasını biz devamlı yanar görüyoruz. Halbuki o sa-


Burada çok ince bir mânâ ve hakikat gizlidir... Maalesef şimJ diye kadar yukarıda anlattığımız küçük hikâyenin verdiği zihniyet içinde bu âyeti Kerîmenin büyüklüğü garp âlimlerinin yüzüne onların ilim kelimeleriyle izah ederek savrulmamıştır... Kâinattak maddeler, evvelce mevcut olmayıp sonradan husule gelmiştir. Evvelce mevcut olmayan madde sonradan yaratılıyor demektir. Mad denin evvelce mevcut olmayıp sonradan husule geldiği kabul edildiğine nazaran: Yani cansız moleküller suda eriyor. Sonra iyonize oluyor. Ve ilk canlı molekül hücre teşekkül ediyor. O halde bunuıj bir yaratıcısı mevcut olacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor.. Madde

niyede elli defa yanıp sönmektedir. Bizim zaman ve mekân idrak hududumuz dışında olduğundan, onun zaman ve mekân dışında i “Künfeyekün” oluşunu idrak edemiyoruz.

Jeoloji, Astronomi ilimleri arz için bir sonun mecburi olduğunu 1 kabul ediyor.

Havadaki bir değişiklik veya bir kuyruklu yıldızın arza çarpması bu sonucu husule getirecek diyen eski iddialar tatmin edici değildir. Zira yıldızlar arası açıklık ve boşluk o kadar derin ve kor- i kunçtur ki yıldızların yekdiğerine çarpması imkânsızdır. Korku ve-: rici bu genişlik bu kadar basit gibi görünen büyük hâdiselerin vu-1 kuuna mânidir. Güneşin aya girmesi, Kamerin husufu, Kur’ân âyetleri, dolayısiyle madde muvazenesinin madde âleyhine çevrilmesini ifade etmektedir.

Allâhın mutlak hükümlerinden biri olan son, kıyametin Rabbül Âleminin vasıtasız tecellisiyle meydana geleceği keyfiyetini açıklamaktadır.

îşte bu hal Allâh’ın arz enerjisi sisteminde vasıtasız olarak yenileme emri vermesinden ibarettir. Bu enerji değişmesinde yeni ve taze atom sistemlerinin meydana geleceği fizik kanunları arasında en kuvvetli yeri almaktadır.

Atomların madde ve sistem teşkil etmelerindeki bu konuşma, Kur’ân âyetleriyle bildirilen “Kevn” lâfzının, canlılık için elverişli şartların tekevvünü ile, maddecilerin bağırdığı iyonizasyonun tekrar başhyarak protoplazmanın ve hücrenin teşekkül edebileceğini ve ha- i yat âhenginin tekrar kurulacağım ifade eder.

Molekül ve atomlardaki bu muntazam alışkanlık, o gün bizim i mimarîmizi yeniden dokuyacak ye emir âleminin o güzel, ölmez ruhu bu oluş âhengi içinde vücudun canlılık halini tekrar süsleyerek! onu diriltecektir.

O halde, toprakta kalan o kuru kemik parçası, tekrar taze filizi vererek canlanacaktır.

Tekrar dirileceğiz. O halde...

Resulü Ekrem’in bildirdiği, Allâh’ın emrinden olan ruhu ince-! leyelim: Ruhî fiillerin ve tezahürlerin merkezi olarak, ilim ve fen, beyni kabul ederek, ruhu inkâr yoluna sapmıştır.                 |

Bu gün beynin en ince noktasına kadar haritaları yapılmıştır. Bu haritaların tetkiki, ruhu inkâr edenleri utandırmıştır. Beyin hastalıklarında, yapılan otopsilerde ve eldeki beyin haritalarında, muhtelif hareketlerin merkezleri, bacakların, ellerin, parmakların her türlü harekî fonksiyonları için, beyinde merkez tesbit edilmiştir.

Fakat korku, gurur, emir gibi hissi mefhumlar, düşünce, akıl, hayâl gibi insanların insanlık vasfını merkezleştiren bir takım melekeler beynin hiçbir tarafına yerleştirilememiştir. İnsanları, cemiyetleri yekdiğerine bağlayan birtakım ahlâkî hasletlerin hastalık şeklinde noksanlığına müptelâ olan cânilerin, hırsızların, anormal şehvetperestlerin, gaddar zalimlerin öldükleri zaman yapılan otopsilerinde beyinde hiç bir anormal değişiklik tesbit edilememiştir. Son yıllarda beyin üzerinde yapılan elektrik! grafiklerin tetkikinde; akıl, düşünce, zekâ, cesaret, ahlâk, fazilet, umdeleri normal veya anormal olan kimselerde bir değişiklik göstermemiştir...

Bir meçhulü, halli güç diğer meçhullerle halletmek zaruretine; ancak, elimizde müspet ve izah edilmiş delillere dayanan, makul bir nazariye bulunmadığı zaman katlanabiliriz...

Netice olarak: insan bedeninde beyin ve hücreden maada gizli bir mâna cevheri mevcuttur. Bu günkü akademik bilgilere inanan garbın âhmleri, ruhu yanlış tasavvur etmektedirler.

Bedene giren, çıkan gözle görülmeyen bir şey hissediyorlar. Fakat ruh anlamını ikrardan korkuyorlar.

Islâm felsefesinde ve Kur’ân’daki ruh anlamı bunlarca anlaşılmış olsa, hepsi ruhun mevcudiyetini ikrardan ve teslimden çekinmeyeceklerdir. Fakat şu muhakkaktır ki bir gün gelecek bunu îmân ile bağırarak ikrar edeceklerdir.

Resulü Muhteremin ruh hakkmdaki tebliğlerini inceleyelim:

Ruh emir âlemindendir - Erruhu min emri Rabbi.

Resule ve Kur’ân âyetlerine dayanarak ruhu şöyle izah edebiliriz: insan vücudu his esmasının canlılık halini devam ettirdiği müddetçe bir radyo cihazı gibidir. Dimağ bu cihazın elektrik tesisatı, lâmbaları ve teknik akşamı mahiyetindedir. Bu radyo cihazm-da asıl radyo dalgalarını dağıtan verici cihazda, yani radyo merkezinde konuşan şahıs nasıl hassasını bütün diğer radyolara veriyorsa; Rabbülâlemin, verici radyo merkezi olan ruhların bulunduğu levh-i mahfuzdan, bütün âleme hitap ediyor.

İnsana insan vasfım veren ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfım veren de verici radyodan çıkan ruh ismi verilen, bu his dalgalandır.

Dış görünüş itibariyle radyo, madde cihazı ile elektrik cerya-mndan müteşekkildir. Halbuki verici, radyo dalgalannı vermediği yani konuşmadığı müddetçe bütün bu maddî tesisatı havi radyolar tamamen sessiz ve hareketsizdirler. Ruhun ebediliği âlemine izafe-tendir.

Bin küsür sene evvel ruhun emir âleminden olduğunu dünyaya haykıran muhterem ve mübarek Resul-i Ekrem’in bu inci sözünü maddeye tapan göz ve kulak bir türlü idrak edemez. Bir çok ilim kazamnda yoğrulmuş, türlü kalıplara dökülerek mantık süzgecinden süzülmüş sözlerle, binlerce ciltlik kitaplar yazılıyor ve bu gün herkesin evinde ve dünyanın her tarafında bulunan radyo bize ispat ediyor ki:

Asıl radyo, verici istasyondur ve orada konuşan spiker asıl radyodur. Her dalga uzunluğundaki his dalgalarını ve ihtizazları alan büyük veliler senelerce evvel vücudun vahidden ibaret olduğunu haykırmışlar (Müessir ile Müessirun fih) ifadelerini kullanmışlardır. Bütün dünyadaki radyolar kırılırsa radyolar vahid olur. Teker teker işleyen radyolar bu dalgalan almaz hale geldiği zaman kıyameti suğra vukuua geliyor. Bir gün bütün radyolar dalgaları almaz hale gelecek o zaman kıyameti vusta olacaktır. însan mevcudiyetinden çıkan ruh radyonun muattal hale gelmesini ifade eder.

“Ankara radyosunun neşriyatı bitti. Geceniz hayırlı olsun” dendiği zaman yarın radyo konuşmayacak demek değildir.

Emir âleminin ihtizazı olan ruh ayrıldı diye yarın insanın tekrar dirilmiyeceğini söylemek doğru değildir.

Kıyameti kûbra husulünde mükerreren kâinatın tek konuşan spikeri Cenab-ı Zülcelâl tekrar konuşacak ve yıllarca sessiz kalmış radyo cihazları da tekrar ses vermeğe bağlıyacaktır ki bu Ba’sü bâd-el-mevttir işte.

Hangi tohum ekilmiş de bitmemiş...

(Eleyse Zalike bikadirin ala en yıAıyiyel mevta...)

Hallacı Mansur radyosuz asıl spikeri dinledi ve radyo yoktur ve yalnız spiker vardır diye bağırdı: “Enelhak”.

Bu derin hakikati işitenler köylerde radyo dinleyen ve radyonun hangi mekanizına ile işlediğini bilmeyen insan kitleleri gibi, anlayamadılar... Ve onu vurdular.

Fir’avun da Allâh’lık iddia ettiği için devrildi. Mansur da ben Allah’ım dedi boynu vuruldu. Ama firdevslere yükseldi.

Anlamadan anlamaya, söylemeden söylemeye, korkunç uçurumlar kadar fark vardır. Açık hakikatlara itiraz etmek, insanları felâkete sürükler. Allah’ın Velilerinden mübarek bir zat şeyhinin beka âlemine göçmesi üzerine teessüründen kabrini ziyaret eder, dönerken “Bu dünyada artık ne var şeyhim göçtü, yaşamak mânâsız” diye düşünüyordu. Tam bu sırada önünde bir nûr belirdi. Nûr gittikçe büyüdü, kesif bir hal aldı; şeyhinin hayattaki şeklini aldı. Müridine elini uzatarak:

“Acele etme oğlum daha ben bile ölmedim. Sen ölmeğe ne diye hazırlanıyorsun” buyurdu.

Büyük Bestâmi: “Ben hakikate erdikten sonra şunlarda yanıldığımı anladım” buyuruyor:

“Sanıyorum ki ben Allâh’ı istiyorum. Sonradan anladım ki Allâh beni istiyor. Allâh’ı zikrettiğimi sanıyorum. Meğer Allah beni zikrediyörmuş. Yaptığım şeyleri kendi faydam için yaptığımı zannediyorum sonradan öğrendim ki Allâh’a çoktan kavuşmuşum.”

Bütün beşeriyet, âlimleriyle, kitaplariyîe, üniversiteleriyle ölüm hakkında asırlarca söylemiş, karalamış, bağırmıştır. Netice hepsinin hulâsası şudur: Hıçkırık, gözyaşı, ıstırap... ve binlerce hastalık nev’i isimler, teşhisler.. Bu bir satıra çıkan kelimelerin mânâları ile teselli bulmağa savaşmıştır. Ölüm ve ötesini herkes mı-rıldanmıştır. Her önüne gelenden bir iki şeyi öğrenmekle kendisini olgun addeden kimseler, dinin kemâl ve inceliklerini anlıyama-dılar.

İslâm itikadına muhalif olarak ve bir takım batıl aklî delillerle tahkim edilmiş makaleler ve kitaplarla kütüphaneler dolmuştur.

Hissen gizli olan bazı şeyleri, görme duygusuyla keşif ve izah müşküldür.

Denizlerin sularını riyazi olarak hesaplayınız şu kadar ton her gün buhar haline gelir eksileni hesaplayımz, şu kadar sene sonra bu deniz bitecek diye riyazi bir neticeye varınız. O an geldiği zaman denizlerin yine yerinde olduğunu göreceksiniz. Zira deniz o kadar senede sularını değiştirebiliyor, bunu niçin düşünmüyorsunuz?.

(Men fekade hissen fakade ilmen.)

Netice ölüm hakkında “Bilmiyorum” tasrif edilmiş sığasıyla yapayalnız kaldığımızı görürüz. Ölümü, ilim, üniversite kürsüsünden değil îmân kürsüsünden beklemek lâzımdır. Beni senelerce yazılarımdan takip eden muhterem okuyucularım, artık ben yalnız hâtıralarım için yaşıyorum. Bir çok hâtıralar taşıyan insan ormanlardaki kurumuş meşe ağacına benzer. Bu meşe artık kendi yapraklariyle süslenmez. Bazen çıplaklığını asırlar geçirmiş dallarının üzerinde biten yabanî nebatlarla örter.

Bir müddet için sîzlerden böyle uzak kalışım, ebedî âlemde ayrılmamak içindir. Hayat geçicidir. İnsanın ailesi bir gün gibi geçer gider. Allâh’m takdiri onu bir duman gibi dağıtır. Oğul ve kız babasını, babası oğul ve kızını, birader hemşiresini, hemşire biraderini pek az tanır.

Meşe ağacı etrafında palamutların filizlendiğini görür amma, Âdem oğulları bu saadetten de mahrumdur.

Bu sözler, gecenin derin karanlıkları içinde gizlenen ve kayaların arasından sızan sulariyle mevcudiyetleri meydana çıkan kaynağa benzer. Bu kaynağı anlamamzı rica ederim.

Size rahmetli olmuş bir arkadaşımın söylediği sözlere ismimi ilâve ederek huzurunuzdan ayrılıyorum. Duanızı dilerim.

Bakanlar bana

Gövdemi görürler

Halbuki ben başka yerdeyim.

Günü gelince

Gömenler beni

Gövdemi gömerler

Orada bile başka yerdeyim.

Gel aç üstümü ne görüyorsun

Görünmeyeni

Görebiliyor musun

Doktor nerede

Derman ne oldu?

Sana bana olan ona da oldu.

Kendi beyaz gömleği altında

Birden yok oldu.

HAMD VE ŞÜKÜR

Şükür daima ni’met ve ikram-ı Rabbâniye karşı duyulan minnet ve mahcubiyetin ifadesidir. Şükrün ifadesinde, tekrarının, devamının ve fazlalaşmasının arzu edildiği gizlidir. (Hamd) de übu kadar kâfi”, “Fazlasını arzulamam”, “Kanaat hududundan bir santim ilerlemesini istemiyorum”, “Beni bu halime bırakın” istekleri mevcuttur. Mesaip ve belâyaya karşı en büyük bir silâhtır hamd. Hamd edilecek yerde şükür yapmak, şükür ‘ edilecek yerde hamd etmek caiz değildir. Hem de tehlikelidir. Elhamdülillâh diyen bir kimse: “Yarabbi Kudretlerin kaynağı Sen’sin, her şey Sen’in arzunla mümkündür. Ben halime razıyım, belâya da, saadete de... Beni bu'halimden, bu halimi aratacak hale sokma” demektir. Elhamdülillâh çok şükür demek ise “Halime razıyım, bu halimi bana aratma” Peşinen de “Yarâbbi teşekkür ederim” demektir. Beni, seni tanıyan yarattın, bundan dolayı hamdederim. Fena bir kul, âsî, münkir bir kimse yaratabilirdin; bu bana kâfidir. “Hamd, bütün belâyanın önüne sed çekmektir. Çok ince haller vardır, hamd veya şükürün hangisini yapmak lüzumiyetinde hataya gidebilir insan. Bundan dolayı da bu hataları yok etmek için (İstiğfar) yapmak lâzımdır. Ben bilemedim, kestiremedim, niyetim halistir, fakat senden istemek edebini, kul olduğum için lâyıkı ile anlayamıyorum. Bundan dolayı, hâtâlarımı bana bağışla” arzusunu dilemektir.

Hamd: Cesedin haykırışıdır.

Şükür: Ruhun haykırışıdır... Hamd ile azap ve cehennemden-kurtulunur. Şükrile Cennet’e girilir.

Ni’met ve ikram-ı ilâhiyeye bilâ istisna her canlı: insan; hayvan, nebat mazhardır. Hem de arası kesilmeden. Akan ırmak herkese su verir. Güneş herkese sıcaklık saçar. Rüzgâr herkesi okşar. Bu ni’metlerden dolayı bunu vereni bilmese bile, o ni’metlerin verdiği ferahlık ve telezzüzden dolayı insanın yüzü güler (Oh) der. Nebatların yaprakları canlanır. Bu bir nev’i (Oh) demektir. Hayvan su içer, doyar kuyruğunu sallar. Kuş öter. Bunlar hep bir nev’i (Oh) demektir. İşte bu şükürdür.

Cenab-ı Allah, yarattıklarına (Hamd)’ı öğretmek için, Resullerini göndermiştir.

Bunların ilki ve sonu hamdedici olan Muhammed (S.A.)’dir. Hamd’ı yaratılan her mahlûka öğreten O’dur. Onun için şükrü, ruh ezelden bilir. Hamd sonradan öğretilmiştir. Şükür doğrudan doğruya, Zatullah’a racidir.. Hamd onu tamtan, yalvarma edebini öğreten Resûlden, Allâh’ı Zülcelâle çevrilir. Dünyadaki hamd’ı iyice öğrenmeden örseleme. Şükürde kal, ikisinin arasında şeytan seni bocalatırsa (Sabır) da kal... Hem de hudutsuz sabırda. Sabırda hazineler gizlidir.

Buğday sekiz ay toprak altında gizlenmeye sabrettiği için aziz ni’met olmuştur. Sedef aza kanaat ettiği için sabra kavuşmuş ve Allah içini inci ile doldurmuştur. Resûl aza kanaat âbidesi olduğu için Rıahmetenlilâlemin bas, edilmiştir. Sabırda, kanaatta; rahim, şefik olan Allâhu Lemyezel gizlidir. Bu sıfatlara'bürünene (Size Şah damarlarınızdan yakınım) diyen Allah görünür... Hamd âhiret kapısında biter.. Şükür ise diğer âlemde de vardır. Allâh’m mağfiret deryasında yegâne eriyen şey şükürdür. Diğerleri erimez. Mağfiret deryası tarafından kabul edilmez. Şeker suda erir. Zeytinyağında şeker erimediği gibi, şükürden başkası da mağfiret deryasında erimez...

Hamd insanı mağfiret deryasında eriyecek hale hazırlar ve insan şükür külçesi halinde, mağfiret deryasına dalarak eriyip gider, saadeti ebedîye’ye karışır.

O zaman Cemâlullâh tecelli -eder. O halde bütün ni’metlere (Maddî ve Mânevî) şükür... Mesaip ve belâyaya hamd etmek lâzımdır.. Kuldaki şükrün ifadesi, edeb içinde, emirlere büyük bir zevkle itaat, sonu gelmeyen tatlı bir arzu ile istekle ibadat, taattır. Hamd’m ifadesi me’yus olmadan rıza, tahammül ve sabırdır. Şükrün menzili en küçük dereceden en büyük derecelerine kadar daima doludur. Zira ruhlar, arza inmeden evvel kendilerine talim edilmiştir. Ruhların arza indirilmesindeki murad-ı İlâhî hamdı öğrenmeleri içindir. Hamd menziline gidilirken bu yolu dolduramıyanlar yuvarlanırlar. Şükrün hakiki olup olmadığı hamdın mevcudiyeti ile ispat edilir. (Hayır ve Şer Allah’tandır.) Hayır, şükrün yerine varması ile gönderilen, ardı arası kesilmeyen mağfireti Süphaniyyenin, le-meat ve akisleridir.. Şer Hamd’sizliğin mukabilidir.

Ateşe el sokmayan nasıl elini yakmazsa, hamd edene şer gelmez... Ateşe elini sokanın eli nasıl yanarsa hamd etmeyene şer gelir. Bunların istisnasız Kanunu İlâhî oluşundandır ki (Hayır ve Şer Allah’tandır.) Cümle-i Çelilesi bildirilmiştir. Kulun şükrüne vesile olacak bütün ni’met ve ikram-ı İlâhilerin sai ve muhafızları, meleklerdir. Şerrin, hamdsız kalmasına da çahşan, şeytandır. Bu büyük ve İlâhî intizam ve carî kanunun fehmedilsin edilmesin sigortası da, kanaat ve sabır hasletlerinin takviyesine çalışmak ve bunda muvaffak olmaktır.

Kanaat ve sabır zırhına bürünene, şeytan yaklaşamaz. O zaman kul hamd edici sıfatını giyer. işte, Resulullâh’ta erimek budur. Resulullâh’ta eriyenin içinde korku yoktur. Zira Resulullâh’ta eriyen kimse, rızadan bir parça olur. Cemâlullâh’a kavuşur, bütün bu nehyi İlâhîler, buraya kavuşmak için kurulmuş, mağfiret süzgecinden süzülmüş çarelerdir... Nehileri, mantık yürütmeden, aklile eşelemeden, şüphesiz kabul ve tatbik etmek lâzımdır. Şeker hastalığına, şeker yemek yaramaz; vücudu ifna eder. Bu bir hakikattir. Niçin yaramaz? izah edin, yapamazsınız. Ancak, onu, ehli olan doktor, size tecrübe ile izah eder. Bütün hastalıklarda, bazı hususlarda kat’i perhiz yaptırılır. Çünkü alınırsa vücudu fenaya götürür. Mâneviyat âleminde de iş, aynı ile vakidir. Onun için, “şarap içmeyiniz”, “Hınzır eti yemeyiniz”, “yalan söylemeyiniz”, “kimsenin hukukuna tecavüz etmeyiniz”, “Ulûlemre itaat ediniz”, “Ism-i İlâhîyi anmadan bir şey kesmeyiniz”, “adaletten ayrılmayınız”. Velhasıl bütün haramlar ve nehîler, ruhun temiz, saf bir halde, Allâha dönmesini temin için vaz’edilmiş, Allah emirleridir. Sebeplerini aramaya kalkma şeker hastalığına şekerli maddelerin niçin dokunduğunu anlaman için doktor olman lâzımdır. Doktorluk tahsil et, ondan sonra anla. Nehîlerin sebeblerini anlamak için de mânevîyat doktoru olmak lâzımdır. Onlar da, dünyada iken, Hak’ka vasıl olan velilerdir. Bir doktor, şekerli hastaya, şekerli maddelerin dokunacağını yalnız söyler geçer, izah etmez, etse bile, hasta anlıyamaz. Nehîler de böy-ledir. îzah edilse anlaşılamaz. O makam ve mertebe, o ihtisas dere cesine ulaşmak lâzımdır. Onun için, akıl ve mantıkla izahlar bulmak bir işe yaramaz insanı yuvarlar...

Muhterem okuyucularım, bu işleri bu kadar bilmeniz, herhalde kâfidir, zannederim. Niyaz ve dua ederim; Allah sizi kanaat, sa-bir gösteren, emirlere şek ve şüphesiz itaat eden, şükrü bilen ve daima hayâ ve mahcubiyet içinde bulunan, mesaip ve belâya karşı tükenmez hamdedici ve sabır, huzur içinde yüzen kullarından ey-leye. Beni dinlediniz, belki bir şeyler öğrendiniz. Mukabeleten de, bana, ayrıca teker teker dua etmenizi dilerim.

Şimdi bu edeble biraz daha dolaşalım: Emr-i İlâhîyi bihakkın yerine getirmeden, Allâh’tan bir şey istememek, (Hayâ) dır. Hayâ makamında kul, saray-ı ilâhiyeye girebilir. Saray-ı İlâhînin adâbı muaşeretini bilmeden, burada yürünmez.

Siyret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın âdabıdır. Bundan dolayı Rahmet-i Süphaniye, kalb-i pak-i Resûl’e inmeden, onun parçaları olan kullara yetişmez.

Onun için, her münacaatm başında, Resûl’e selâvat getirmek icabeder. Bu usulü, kendi kudreti derecesine göre, insanlar ya takip ederler yahut etmezler. Bu takipte hatâ, daima, insana râcî bulunur. İnsan, bu yol üstünde, şeytan ile birliktedir. Hatâ, bazân doğru; bazân, hatâ şeklinde görünür. Kul, bunların farkında değildir, insan, sevdiklerinin hatâlarından dolayı üzüntü duyar; bu duygu, Rahîm esmasının, kula göre tecelli miktarıdır. Bunun altında acıma gizlidir. Fakat esma-yı ilâhîyenin (Rahîm) ’in altında acımak gizli değildir. Gizü olsa o sıfatlıktan çıkar... Soğuk su ateşi giderir. Bu gidermek, ağzı kuruyan ve içi yanan adama, suyun acıdığından değildir. Suyun, ferahlık verici olmasındandır, işte (Rahmetel-lil âlemîn) olarak gönderilen Resûl, Allâh’ın Rahîm esmâsının pınarının hâzinesinin musluğu gibidir. Bu sıfatın Resûl’de tecellisi mu-rad-r İlâhîdir. Bu tecelliye çarpmak (Şefaat) denilen, (Resûl’ün kulun hatâsına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için, Cenâb-ı Hak tarafından kendisine hediye edilen destur)’u ortaya çıkarır.

Şefaat, dilemek, istemek, aslında Rahîm esmasının Resûl’de tecelli eden acımak lifinden, yardım talep etmektir. Şefaat etmek demek, Rahîm esmasının kulun kaldırabileceği miktarda olanını Rahîm sıfatına çarptırmak demektir. Onun için Allâh’ın izni olmadan Resûl Şefaat edemez sözünün mânâsı böyle fehmedilir... (Tevessül) ise dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemek demektir. Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde Rahîm esması tecelli eder, kul kurtulur. Fakat ânı vahitde de erir. Tevessülün altında acımak yoktur., insan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır. (Tevessül) de bir hususiyet, (Şefaat) de umumiyet gizlidir. Rahmet çeşmesinin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için (Şefâat) herkese yapılacaktır. Arzu etsen de, etmesen de. Zîrâ Rahmetellil âlemin’dir O Resûl-i Kibriyâ... Şefaat etmem dediklerine bile şefaat edecektir O Mahbubuhüda...

Tevessül tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek, edeb harici bir iştir. Rahim esmasının altında, kalb-i pâk-i Resûl gizlidir. Rahim esmâsının altında acımak yoktur. Acımak olsa (Kahhâr), (Zulintikâm) esmalarının mânâsı kalmaz. Sıfat-ı İlâhîye yekdiğerini cerh edemez. Yek diğerinin tamamıdır. Ancak tecelli- şekillerine göre başka başka görünürler... Rahim esması kalb-i Resûlde (Acımak) şeklinde tecelli ederek (Şefaat) halinde ortaya çıkar.. Rahim esmasının yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübarek-i Resûlde parlıyan (Rahim) ismi, acımak suretinde tecelli ediyor. Esmalar, kuldaki tecellilerine göre tezahür eder, hangi esma daha ziyade tecelli ederse, o kul, o şekilde bir insan olur. Can almağa mahsus (Azrâil) Mümit esmasının tecellilerini yerine getirir. Esma doğrudan doğruya sudur  ederse canlı hiç bir mahlûk kalmaz. Kelâm-ı İlâhî Resûl’e (Cibril) ile nazil olmuştur. Doğrudan doğruya nazil olsa kâinat buna tahammül edemez. (Kur’anı biz dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu.) Diğer büyük melekler de böyledir.

Cenâb-ı Allâh’ın herşeyle teması vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinat ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir. (Biz insana tahammülünün fevkinde iş yüklemeyiz) Âyeti budur. Esmaların birleştiği Zatullâh’ın küçük bir tecellisine bile tahammül edilemez. (Lilcebeli cealehû dekken) bunun beyanıdır.. İşte (Şefaat) bu tahammülsüzlüğü tahammül edilir hale getirmek için Resûl-i Ekrem’e verilmiştir.

KAZA VE KADER (Ben insanın sırrıyım ve insan benim sırrım)

Allah

Allah’ın ilim ve tekvin sıfatlarına raci olan kaza ve kader îmânın en esaslı temellerinden olup, her ikisine birden îmân farzdır, Islâm dininde... inkâr dinsizliktir, şirktir. Bu hâl elim ve feci bir haldir insan oğluna...

Islâm dininde en çetin, anlaşılması güç, akılla zor kavranabi-len mevzuların başında gelir... İnanabilen, aklın kavrıyamıyacağı bir sevgi içine gömülür.. Ne mutlu bunlara...

Hazret-i Resul bu mevzuda sual soranlara: Buna îmân ediniz, münakaşa etmeyiniz. Bu yüzden sizden evvelkiler dalâlete düşüp mahvolmuşlardır, buyurmuştur... Kaza ve kadere îmân, Allâh’m ilim, irade ve tekvin sıfatlarına îmân demektir.

Eskiler, kaza ve kaderi izah için, bir çok söz söylemişlerdir.. Hepsi kapalı ve anlaşılması güçtür. Zira söylenenleri anlamak derin vukufa bağlıdır. Kaza ve kaderin tarifi Islâm dininde iki büyüğün izahı içinde mütalâa edilegelmektedir... Mâturüdi ve Eş’ari. Biri: Ezelden bütün eşyanın vücuduna taallûk eden ilm-i İlâhî., diğeri ilm-i İlâhîye mutabık bir surette kâinata ezelden taallûk eden İlâhî irade... işte elde olan tarifler bunlardır... Bunlar izah değildir. Tariftir. Bunlara karşı cebriye ve kaderiyye diye iki garip uydurma izah ve mütalâa daha vardır...

Bu tarif ve izahları anlamak çok güçtür. Kaza ve kaderin bu izahlarım yapanlar, anlamamışlar diyemiyeceğim, anladıklarını izah edememişlerdir. Ancak tarifte kalmışlardır.. Biz bunları anlaşılabilecek şekilde izaha çalışacağız... Yalnız bazı cümlelerle okuyucularımıza biraz malzeme vermek lâzımdır.

·        1 — Allah insanları arzuları üzerine hareket etmek kabiliyetinde halketmiştir.

·        2 — Bundan dolayı Allah ihtiyara bağlı olan bu işleri, insanların dilemelerine, arzularına ve ihtiyarlarına uygun olarak irade ve icad buyurur ki, bu irade ve icad evvelden mevcut olup, kanun şeklinde kâinatda Sünnetûllâh ismi altında câridir. Zira âdât-ı İlâhîye bu yolda cereyan etmektedir.

·        3 — İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahlûk olması da, Allâh’m dilemesi ve takdir buyurmasiyle olmuştur.

·        4 — Allah insanın istediğini yapabilir bir surette olmasını dilemiş ve öylece halketmiştir. Bunun içindir ki, insanlar kendi istek ve ihtiyarı ile bir şey yapmak, veyahut yapmamak iktidarına mâliktirler. iki cihetten birini tercih ve ihtiyar edebilirler. (İstiyen îman eder, istiyen etmez.) Âyet....

Şimdi bu küçük bilgiyi unutmayınız. Okurken kafanıza saplanacak her türlü fikir ve itirazı terkediniz, okumaya devam ediniz...

KADER: Kalem-i âlâ ile Allâh’m dünyalar, âlemler yaratılmadan evvel yazılmış bir arzusudur.

KAZA: Bu muradın oluşudur. Kader ve kaza insanlar içindir. Bundan dolayı insanlar ebedîdirler. Ezelî değildirler. Yalnız Zülce-lâl ezelidir. Kader ve kaza hürmetine Cenâb-ı Allâh her esmasının altına Rahîm esması ile gizlenmiştir. Her şey Allâh’tan olduğuna göre; bizi muhafaza et demek lüzumu ortaya çıkar. (Ya Hâfız) bize acı, âfât verme demek suretiyle Cenâb-ı Allâh daima kendisini teşbih ettirmededir...

Kalem-i Â’lâ: Arzuladığım proje tahtında dünyaları yaratacağım, bu isteğin tezahürü çizilmiş demektir. Bu çizme Kâlem-i Â’lâ iledir. Yâni muradın tecelli etmeden evvel lâmekândaki oluşuna (Emir suduru kanalı) Kalem-i Â’lâ’dır. Bu yazılış kaderdir. Meselâ hava, su, toprak, ateş yaratacağım, bunlara bir çok hassalar verip değişmez kanunlar ile yekdiğerine bağlıyacağım. Bunlarda fizikî, kimyevî bir çok kanunlar, prensipler vardır. Su sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar soğuğa çarpacak su olacak, kar olacak,, herşey arz çekimi ile düşecek, ilâhiri gibi... değişmeyen hâdiseler, muradın tezahürü, oluşudur. İşte bu kazadır.. Suyun yaradılışı mu-raddır.

Muradın tecellisi kaderdir. Suda birçok hassalar var; buhar olma, kar olma, buz olma, gıda olma, bunlar kaderin muhtelif tecelli şekilleridir, değişmez.. Bütün bu oluşlar bir kanun altında devam eder. Canlılar bu kader denizi içinde bulunuyor. Bunun şiddetine maruz kaldığı dakikada kazanın tecelli etmesi ile, evvelce tespit edilen muradda gizli bulunan kudret tecelli eder. Meselâ: Suya düşen boğulur, kazaya çarpar demektir. Suyun boğmak hassası kaderdir. Buna tahammülsüzlük, kazaya çarpılmaktır. Herkesin ağzında bir kaza kelimesi dolaşır. Birden bire, bilinmeden bir şeye giriftar olmak mânâsına kullanılır. Aslında o hâdise mevcuttur. O anafora kapılmak, değişmeyen kaza hududuna girmek demektir. Biz ismini yanlış, anlamadan söylüyoruz. Ammâ bu, insanların bulduğu güzel kelimelerden biridir.

Sünnetullâh tağyir edilemez, kader değişmez.... Ormanda bulunan bir ağaca, Allah errezzak esmasiyle rızkı topraktan veriyor. Gökten bulut ile suyu vermektedir. Bulutların cezbi, ormanların işidir. Ormanları harabedersek, ağaçların Allâh’ı zikretmelerine son vermiş olûruz. O zaman Sünnetullâh’m cüz’î bir kısmı tağyir edildiğinden bulut gelmiyor. Yağmur da yağmıyor... O halde ormanları harabedilen bir yerde Allâh’tan yağmur istemek ayıptır... Yalnız esasında çöl olan yerlerde yağmur duası yapılabilir. Dua, daima Sünnetullâh dışında, tasarruf hududunda olacak hâdiselerden seçilerek yapılır. Tasarruf hududunda hayır ve şer Allâh’tandır. Emrin câri olduğu hudut içindedir.

Hayır, Hay esmasını harekete getirip bütün diğer esmalarla birlikte insan denilen ekmel mahlûku hayatta tutan güzel ve değişmeyen kanunlardır. Bu kanun, insanın, tam sıhhat ve Sünnetullâh kanunlarına uygun bir surette idame-i hayat etmesi için kendine uymasım âmirdir. Bunun içinde adalet, ahlâk prensibi gizlidir, iyiliğe matuftur. Bu hayırdır. Bunun aksi şerdir. insana zararı olup binnetice hay esmasına karşı bir isyandır şer. Her ikisi de ilm-i İlâhî ile evvelden tensip buyrulduğundan her ikisi de Allâh’tan-dır. Havadaki oksijen insan için lâzımdır. Hayatın devamı için bu lâzımdır. Bir nevi hayırdır. Bunu yaratan Allâh’tır. Allâh’tandır. Ciğerlerine oksijen sokmamak bu hayrı kullanmamak demektir. Kullanmamak oksijensiz kalmak demektir. Oksijensizlik ölümü intaç eder. Vücut için bu bir şerdir. Oksijensiz kalmanın ölümü intaç edeceği Allah tarafından evvelce takdir buyrulmuştur. O halde şer de Allâh’tandır.

Bütün bu hâdiselerdeki kanunların oluşları ve neticeleri de Allah’tandır. Bu kanunların iyi veya fena taraflarına maruz kalmak ise, insanların elindedir... Cebriyye de: Her şeyi yapan, yaratan Allah’tır, biz bir şeye kadir değiliz, der. Kaderiyye; kul fiilinin yaratıcısıdır diye tuhaf, garip, saçma fikirler ortaya atar. Bunlar kuru fikirlerdir. Bir mütalâadır. Fakat, anlatış, öğretiş değildir... Bundan dolayı îslâm akaidine tamamiyle mugayirdir.. Arzu-yı İlâhîyi bildiren Resûl-i Ekrem’dir. Kitab-ı Ekmeldir. Buna aykırı değil, küçük bir uygunluğu olmayan şiddetle reddedilir, Islâm, dininde... İslâm’ın saçma dinlemeye vakti, zamanı yoktur. Kaza ve kader, Hayır ve Şer Allâh’tandır. Bu gayet tabiî bir inanış ve olaydır. Al-lâh'm dünyaları yaratmadan evvel, ben şöyle bir dünyâ yaratacağım. Bunun işlemesi değişmeyen cazibe kanununa, kimyevî, fizikî, astronomik kanunlara, hayat kanununa, tekâmül kanununa tâbi olacak. Bunların hepsine Allah lûgatında Sünnetullâh ismi verilir.. Bunlar, inanan, inanmayan, canlı, cansız, velî, kâfir, mümin, dinsiz herkes için aynıdır. O halde, bu kanunda adâlet prensibi, ve her zaman böyle olduğuna göre de ahlâk prensibi gizlidir. Kader, Allâh’m Cemal esmasına bağlı, Rahman, Rahîm sıfatiyle süslenmiş, nizâm-ı kâinat ve kudret-i ilâhîyenin azamet ve haşmetinin tezahürleridir... Bu dekoru hazırlamasındaki murad-ı İlâhî, hay ile tecelli edip, gizli hâzinesini görmek arzusunda bulunmasının, görülür ifadesidir...

Muhatabım olacak bir şey yaratacağım. Buna adâlet ve ahlâk prensiplerinin değişmeyen bir zemini, bir mekânı hazırhyacağım. işte Sünnetullâh’ım ile süslü bir kâinat yarattım. Değişmeyen kanunları var. işte kader arzusu.. Hayyı insana hediye ettim. Sünnetullâhm eâri olduğu ve hayyın devamı için şartlan haiz olan kâinata koydum. Bu kanunlara riayet ederse hediye ettiğim hay devam edecek arzum dahilinde.. Bunlara riayet etmezse Sünnetullâh içinde gizli Celâl sıfatımın gizlendiği kısımlarına hürmetsizlik etmiş olacaktır. Su yaratacağım. Su azizdir. Zira Cemâl sıfatının süsleri olan Rahîm ve Rahman sıfatlariyle azizdir. Canlılara hay bu azizlikten çıkmıştır. Su, sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar soğuğa maruz kalacak, yağmur ve kar olacak. Bunlar sudaki, suyu yaratmadan evvelki arzuladığım güzel hassalardır. Yâni suyun kaderidir.

Suda bir hassa daha vardır. Boğmak hassası... Muradın tezahürü, oluşudur. Bu, kazadır. Suyun yaradılışı, murad, muradın tecellisi, kaderdir. Suyun hassalannın, celâl ile görülüşü kazadır. Bu, Allâh’tandır. Bu hassalara, kanunlara sarılmak veya sarılmamak bizim elimizde....

Bundan dolayıdır ki güzel sözler, ulvî hakikatlar cezbedici şeylerle kamçılanan azgın ihtirasları gemleyemez. Bunun neticesi olarak, dünya kanunlarında fertlerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların mecmu’u cemiyetin ceza vermek hakkının esasım teşkil eyler. Günâhlar bir de, insanların kendi bünyesine işledikleri ihtiraslardır, diye tarif edilir. Ömür boyunca husule gelen engeller insanların bu inhirafından d'oğar.

Bu engeller, insanların ilerlemesini yavaşlatabilir. Fakat hamlesini kuvvetlendirir. Irmağın önündeki kaya parçası gibi,.. Kaya, ırmakta şelâle husule getirir. Cesaret, alçak gönüllülükle olmazsa fenalık doğurur, şerefsizlik husule getirir, onun için insanın şahsiyeti o kadar mukaddestir ki, dünyada onun kadar iyi bir şey yoktur. Bütün kâinat buna muhatap olarak yaratılmıştır. Yalan çiçek verir derler, fakat meyva, asla!. Bu câri kanunlardan inhiraf demektir.

Sâkin ve mes’ut bir hayat ancak fazilet yoluyla elde edilir, demiş bir büyük... İşte bu söz rızaya ve kanunlara riayet demektir. İnsan hariç, bütün diğer mahlûkat hayatın başlıca hedefinin hayattan zevk almak olduğunu bilirler ve sezerler. Fenalık yapmağa kalkan kimseye, elinizden geldiği kadar halâs çaresi göstermeğe gayret ediniz. Göreceksiniz ki suçlar azalacaktır. Çünkü Rahmet pınarı daima çağlamaktadır.

Mukadderatın kendisine çizdiği hayat çemberini asla zorlamamış bir insan olarak bu yazıyı yazan kul, şunu söyler; bu saha içinde ömrünü ikmal etmek için sessiz ve sedasız sırasını bekleyen insan, kaza ve kadere, hayır ve şerre inanır, fazilet yoluyla gider ebedî ülkesine....

Ecel ne bir saat gecikir, ne bir saat evvel gelir.. Bu, yazılan, bilinen, söylenen bir takım kelimelerle oyun yapılan mânâda değildir.

Tedavi olunuz, tedbir alınız âyetleri boş değildir. Buradaki saat kelimesi Allah lûgatmda bizim bildiğimiz saat değildir. İnsanın doğuşu malûm, ölümü meçhul... Bunu, bir ağaca, bir çiçeğe, bir nebata, bir canlıya, Allah dünyalar yaratılmadan evvel takdir etmiştir. Meselâ; Bir buğday 9 ayda başak verecek, bir insan 9 ayda doğacak, bir nohut 90 günde yetişecek, demir şu kadar hararette eriyecek, merkezi sıkletini kaybeden her şey düşecek, havasız kalan

canlı ölecek, takatin fevkinde bir yük insanı zebun edecek, gözü çıkan görmeyecek.

insan şu kadar soğuğa, şu kadar sıcağa tahammül edecek uzvî bir kabiliyette yaratıldı. Bu uzviyet şu kadar senede eskiyecek... Mukavemet kanunları, hareket kanunları, cisim filân cisimle birle-şince şu madde husule gelir, kimyevî kanunlar, fizikî kanunlar, astronomik kanunlar; bunlar zahir olan Sünnetullâh “hayatın değişmeyen kanunları”, hepsi, kader çerçevesi içindeki muraddır... Bu kanunlarla yaratılan herşeyin mukavemetleri hududu tayin edilmiştir. Bu kaderdir. Bu hududu aşmak, kanunların değişmeyen anaforuna kapılmaktır, takdirin muayyen hududu dahilinde anafora kapılmamak için dikkatli olmak lâzımdır. Dindeki dikkat; fazilet, adalet, doğruluk, ahlâk prensiplerine uymak demektir. Meselâ balık suda yaşar dışarı çıkmaz. Çıkarsa bunlara uymamıştır. Ölür.. İnsanın da bir buğdayın ömrü gibi Allah indinde müddeti ömrü muayyendir... Ruhun cesede girişi ve dünyaya gelişi ile - yani ruhun Sünnetullâh’m kanunları ile sıkı sıkıya rabıtası olan uzviyete girmesiyle - ömür başlar. Ömür cesedin değil ruhun ömrüdür. Ruh cesedden çıkar, fakat ölmez.. Ta ki (Âyetle sabittir) bütün kâinat yok olduktan sonra Cenâb-ı Allah “Elmütekebbir” esmasiyle tecelli edecek “Enellâh” Ben Allâh’ım diyecek... işte bu an ruhların ölümüdür. Kur’ân’daki teehhür etmeyecek ömür kelâmı burada biter. Bu ind-i İlâhîde evvelce tayin edilmiş ömrün değişmeyen sonudur. Bu kaciyyen değişmez... Arada ruhun cesedden ayrılması kaderin çizdiği kaza anaforuna kapılmaktır. Bu anafora kapılıp ölüm, diye tarif edilen hal bir çok ecel cinslerini ortaya çıkarmış ve muhtelif tarif ve izahlara, bu işlerle meşgul olanları, sevketmiştir.

Ecel-i müsemmâ, ecel-i kaza, ecel-i muallâka bunların hepsi işin hakikatinin güç anlaşılmasından doğan garip ve tuhaf tariflerdir. Bu tarifler kaderin, yani muradın oluşunu husule getirir. Kaderde gizli olan oluş şartlarının ortaya çıkışı ölümü intaç eder. Kur’ân-ı Kerim’deki değişmeyen saat, izah ettiğimiz bu saattir. Zira aksi olsa idi bir insanın ömrü için dua etmek kadere ve takdir-i ilâhiyeye isyan sayılırdı.. “Yekdiğerinizin ömrü için dua ediniz” emr-i Resulü bundan dolayıdır. Yâni ömür için dua kaderin takdir ettiği müddet içinde kazaya çarpılmadan cesetle ruhun birlikte devamı içindir.

' Böyle görünmez bağlarla görünür şekilde tecelliyat arzın jeolojik bünyesine bağlanan yâni kâinatta câri bütün Sünnetullâh hu-118

dudu içindeki canlıların sükûn, ahlâk, adalet kelimeleriyle ifade edilebilen hasletlerle bağlı olması adeta tabiî, manyetik, jeolojik kanunların bir arzusudur. Yağmur ve soğuk havada çıplak gezmek, nasıl zatürreyi husule getiren mikrobu vücuda sokuyorsa, ateşe yanaşmak nasıl yakıyorsa, uykusuzluk insanı nasıl öldürüyorsa, sudan çıkan balık nasıl ölüyorsa, takatin fevkinde bir yük inşam nasıl zebun ediyorsa, içki sıhhati nasıl bozuyorsa arzın güneşten uzaklaşması nasıl kış mevsimlerini husule getiriyorsa, gece olunca yıldızlar nasıl görülüyorsa, ev yıkan nasıl mahvoluyorsa, bu tabiî kanunlara yani Sünnetullâh’ta câri kanunlara muhalif olan ahlâksızlık, edebsizlik kitlelerin tabiatla olan bu gizli adeta görünmez ruhî, biyolojik ve jeolojik bağlarına bir isyan bayrağı çekmek mesabesindedir. O halde kader ve kazanın çizdiği bu tabiî hâdiseler insan uzviyetinin ve yaşamasının nâzımıdır. Nasıl hırsızlık etmek, adam öldürmek kitlelerin kanunları ile cezalandınlıyorsa maneviyat kanunlarının adalet, ahlâk, doğruluk, insanlık, kemâl prensiplerine sadık kaim demeleri, kitlelerin icadı olan kanunların emirleri gibidir. Bu kanunda bir adalet ve ahlâk prensibi hâkimdir. Bu kanuna muhalif hareket eden: Kavm-i Lûtlar, Firavunlar, Sodom Gomoreler, Neronlar, BizanslIlar, bu değişmeyen âdil kanunun cezasını görmüşlerdir. Nasıl bu tabiî kanunlara insanlar gizli bağlarla bağlı ise, bu kanunları değiştirmek de bu gizli bağların insanlar tarafından rengini değiştirmekle olur. Kitlevî, felâket ve dert kelimeleriyle ifade edilebilen her şeyi insanlar kendilerine çekerler.. Hallacı Mansur’un (Enel-Hâk) demesi kafasının vurulmasına sebep olmuştur. Bu cezbe her kuvvetin insanda meknuz olduğunun ifadesidir.

Allah, kelâmında (Sabah yıldızı, doğan batan güneş, zulmet hakkı için kasem ederim.) diyor. Bunlar değişmeyen İlâhî kanunun âhengiyle işleyen kâinat makinasınm idrak edildiği insan kafasında, insan kudretinde olduğunun ifadeleridir... Nasıl ki güneş doğup batıyor, zulmet ortalığı karartıyorsa, bu âdil ve değişmeyen bir kanun-u İlâhî olduğuna nazaran; adalet tabiî bir kâinat nizamı mefhumunun görülmeyen bir işleyişidir...

Nebatlardaki, hayvanlardaki, canlı ve cansız her maddedeki atom ve proton, cazibe ve hareket hikâyeleri nasıl, bir ahlâk prensibi, bir adalet düzgünlüğü gösteriyorsa, aym zamanda adâlet ve ahlâk, doğruluk mefhumlarının hakikî nâzımı ve tabiî hâdiselerdeki fizikî, biyolojik, kimyevî, cazibevî, manyetik düzgünlüğün temsili ifadeleridir de.. Kızgın bir çelik suya batırıldıkça nasıl çelikliğini kaybediyorsa, bu suya batırmak evvelce takdir olunan kader manzumesinin ilim sözüyle ifadesi olan tabiat kanunlarının adaletine hi-yanetin cezası demektir. Soğuk da çırılçıplak insanı nasıl hasta ediyor veyahut mikropların uzviyete hulûlüne sebebiyet veriyorsa ki bunu yapmak tabiî hâdiselerin muvazenesine hürmetsizliğin cezası oluyor. Küçük bir dikkatsizlik bir felâkete nasıl müncer oluyorsa ki, bu da bir nev’i benlik ahlâkından inhiraf oluyor. Fazla içki ile vücuttaki karaciğeri harabeden nasıl siroz oluyorsa ki karaciğerin tabiî fonksiyonlarının hakkına ahlâksız bir cürüm işlenmiş oluyor, Hazreti Peygamberin ben Arabım fakat Arap benden değildir, demesinde, anlattığımız hakikatin atom haline gelmiş, ancak derin izahlarla açılan bir hakikatin ve nizamı ulvînin ifadesi gizlidir. Zira ahlâkı tamamlamak için ba’s olundum, buyurmaktadır, Hazreti Re-sûl...

Kaza ve kadere inanmanın, yalnız Islâm dininde değil, bütün ilim ve fen, akademik bilgiler hududu dahilinde bir kanun-u tabiat izahı olduğu ortaya çıkar. Bu kanuna inanmak ve sadık olmak demek: âdil olmak, ahlâklı olmak, doğru olmak, insan olmak demektir. Ne mutlu o bilgin, âlim ve fen adamına ki; Kâinatta câri ve bugün yıldızlara kadar fışkıran zekâ ve buluşlariyle, izah ettiğimiz Islâm’ın kaza ve kader inancını bağdaştırabiliyor.

RIZA VE HUZUR

Bu yazı büyük bir edep ve ta’zimle, tevazu hudutlarını aşarak, bir kul olan bana, mektup yazan kıymetli bir profesöre cevaptır.

Sayın Profesör, inci taneleri gibi güzel kelimelerle süslü mektubunuzu dikkatle okudum. Naçiz şahsıma gösterilen her türlü ulvî his ve nezakete aynı ağırlıkla mukabelemi kabul ediniz.

Muhterem efendim, benden sorduğunuz sualin cevabını akıl ve zevkinizin doyacağı kadar bildiğinize hiç şüphem yoktur. Bilginizin sizi ve bir çok insanları doyuracak ve irşad edecek mertebede olduğunu anlıyorum...

“Rıza ve Huzur”, “Edep ve Hâyâ”, “Günâh, Sevap ve Ecir” nedir? Sualinize ben:

Rıza ve huzur hasretiyle değil de, rıza ve huzur deryası içinden cevap vereceğim... Denizdeki balığın anatomisini, her türlü hususatım, biz insanlar, dışarıdan tetkik edip anlıyoruz. Bu tetkik ve anlama, çok geniş ve vâsidir. Bu anlamanın bir de balık tarafından tarif ve izahı vardır. îşte ben de size balık vaziyetinde bulunarak, rıza ve huzuru kısaca anlatmağa çalışacağım. Zannedersem, bu sualin benden sorulmasındaki gaye de budur.

Cenâb-ı Allah, Celâl sıfatının tecellisini arzu etmez. Bundan dolayı (Zül’intikam) sıfatım Kur’ân’da kanunî umdeler halinde kullarına hediye etmiştir. Cemiyet içindeki ahlâk, adâlet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezalarım ta’yin ederek, yine kulları vasıtasiyle ve bir cemiyet nizamı halinde suçlulara tatbik ettirir. Bu kanunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan masun olarak imrar-ı hayat ederler. O zaman Cemâl sıfatının mazhan olarak, iyi insan, kâmil kul mertebesinde güzel, helâl rızıklarla merzuk olurlar.

121

1

Gel de bu ihtardan, bir arifin tahmisini hatırlama:

Eli boş âşıka mahbüblar el vermezler Dikeninden çekmen ellere gül vermezler Can ü baş vermeyene zevk-i gönül vermezler Harem-i manîde bigâneye yol vermezler. Âşinâ-yi ezelî yâr-ı kadîm isterler.

2

inanmanın en sağlamı imandır, iman eshabı üçtür:

·        1.  imam gaybî eshabı,

·        2.  imanı şuhudî eshabı,

·        3.  imanı zevki eshabı.

Bu imanların üçüncü mertebesine gelmiş olanlar bu bahçeye gireceklerdir. Yoksa diğerleri bir şey anlayamazlar. Zira bahçede görülecek küçük gösteriler hep Hazreti Resulü Ekrem’e bağlıdır. O mübarek büyük insanı anlamak mutlaka lûtfru İlâhiye bağlıdır. Bu anlamak keyfiyeti: Akıl, Fen, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Mantık ile olmaz. O mübareğe iman ettim diyenler bile hakiki iman edememişlerdir. Çünkü onun HALlKİ: (Onlar sana bakıyorlar, amma göremiyorlar) buyurmuştur.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar