ŞEYTANLARIN AKILSIZLIĞI (Foolish of the Satans)
Yazan:
Buharalı İbrahimoğlu AZİZ
KEMAL BURKAY (Fizik,
Astro-Fizik- Elekronik Uzmanı)
Ölümsüzlüğün yaşandığı (+)tive bir Evren'e
en fazla 70-100 senelik fâni hayatı tercih eden salaklardan
olmamak için
olabildiğince okumak + öğrenmek
zorundayım.
İmânla bilgi bankama kayıt edeceğim değerlerle
Yüce Allah'ın mükafatına kavuşacağıma inancım tamdır.
"ŞEYTAN
HİZBİ, ŞÜBHESİZ HÜSRANA UĞRAYACAKTIR.”
(Mücâdele
Sûresi, âyet 19)
BİSMİLLAHİ'R-RAHMÂNİ'R-RAHÎM
(Rahmân
Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla)
SUNUŞ
Sayın
Hans AIBERG ile, Dünya’da ilk kez Yaymevimizce
siz kıymetli okurlarımıza sunduğumuz ”ARZ > ARŞ" dizisine
bir yenisini ekliyor ve yine Dünya’da ilk kez bu yeni dizimizi sunmanın
mutluluğunu siz kıymetli okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.
Sayın
Aziz Kemal BURKAY'ın hazırladığı bu dizinin adı "EVDEN'DE ZAMAN
VE HAYAT"dır.
Ve,
konunun güncelliği nedeniyle, dizinin 2'nci kitabı olan "ŞEYTANLARIN
AKILSIZLIĞI" ile başlıyoruz.
Sizlerden
gelen istekler- "ARZ'dan ARŞ'a" dizisinde olduğu gibi- Kur'ân-ı
Kerîm’in ve Hadîs-i Şeriflerin pozitif ilimlerin ışığında yorumlanması
gerektiği ve ÇAĞDAŞ BÎR TEF-SîR'E DOĞRU yaklaşmamızın ne kadar gerekli olduğunu
gösterdi. Yayınevi olarak; bu yönde düşüncesi ve müsbet yorumlan olan herkesin
ve her ilim adamının elindeki bilgileri yayın hayatına ve siz sevgili
okuyuculanmıza ulaştırmak Cenâb-ı Hakk'tan en büyük dileğimizdir.
Zira
İslâm gerek felsefe, gerek hayat tarzı bakımından her türlü beşerî ilimlerin
üstündedir. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm bir bilim kitabı de-, ğildir. Ama, bizlere anlaşılması güç gelen veya bir hikâye gibi
gözüken her olay ILÎM ADAMI için anahtardır. O anahtarı bulabilene ne mutlu.
Zira Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyette AKIL SAHİBLERÎNE hitab
etmekte; meâlen "AKIL SAHİBLERİ İÇİN ÖĞÜTTÜR, UYARIDIR. ANCAK ÂLİMLER
KORKAR, ANLAR" buyurmaktadır.
Sayın
BURKAY, bu eserinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadîs-i
şerifine; Kur'ân-ı Kerîm, încîl ve Tevrât âyetlerini delil göstererek yepyeni
bir yorum getirmektedir. Bu kitabı okuyan Müslümanla-nn, artık "ŞEYTAN
OYUNCAĞI ZAVALLININ" yazdığı "ŞEYTAN ÂYETLERİ" rezilliğinden
üzülme sebebleri ortadan kalkmıştır. Gönül isterki, o rezilliği okuyan herkesin
bu kitabı da okumaları ve gerçeği öğrenmeleridir.
ADI
GEÇEN REZİL kitaba göre; "Gördünüz mü Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri
olan Menât'ı?" (Necm sûresi, âyet 19, 20) okuyan Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimiz, bu âyetlerden sonra, Şeytan aley-hillâne'nin araya
girip fısıldaması ile, bunu da vahiy sanarak "Bunlar
gârâniyku’l-ulâ'dır (Yüce Ak-Kuğulardır). Şefaatleri umulur." buyurmuş.
Sonra, Cebrâîl aleyhisselâm bunların vahiyde' olmadığını söyleyince,
çıkarılmış!
SÜBHÂNALLAH!
Orta
derecede akla sahip dürüst bir insan bile teslim eder ki, tarihî gerçekler
karşısında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bunu söylemiş olması
mümkün değildir. Bir de şunu kesinlikle biliyoruz ki, VAHY BİR TÜR KAPALI
DEVREDİR. Ona İblîs'in girerek "PARAZİT" yapması, aslâ mümkün
değildir, aslâ!
HÂŞÂ, SÜMME HÂŞÂ!
Çünkü,
vahiy (vahy), muhâtab olan o kimseden başka hiçbir kimsenin, hiçbir
3'üncü kişinin haberdâr olamıyacağı biçimde, birisine, araya bir zaman fasılası
girmeksizin ve gizli olarak (mahrem) bir şeyi bildirmektir; Allahü
Teâlâ'nm Rasûlüne bildirmesidir.
Vahiy,
"Medyumluk, metafizik, metapsişik" bir olay değildir. Çünkü, adı geçenlerde irtibat sadece kişiler arasındadır.
Vahiy de ise, Allahü Teâlâ ile Rasûlü arasındadır.
En'âm
sûresi'nin 116'ncı âyetinde duyurulduğuna göre; Allahü Teâlâ'nm vahyine, vahiy
sırasında İblis hiçbir şey kanştıramaz. Allahü Teâlâ'nm kelâmı tam bir doğruluk
ve adâlet (sıdk ve adi) ile tamamlanır. Bu sözü (vahyi) İblis, insan veya Cinn
Şeytanı, başka bir söz ile değiştiremez.
NEÛZÜBILLÂH!
Bir
noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Hacc sûresi'nin 52-55'inci
âyetlerinde buyurulduğu gibi; Allahü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'den önceki İlâhî
Kitablan nesh etmiş ve son İLÂHÎ KlTAB OLAN KUR'ÂN-I KERÎMİ İLÂHÎ HİMÂYESİ
ALTINA ALMIŞTIR.
O
halde; Zât-ı Eceli ve A’lâ, Allahü Azîmü’ş-şân ile,
Rasûlü arasındaki bu bilgi-buyruk alma irtibâtına (mânevi cihazına) İBLİS
aleyhillâne hiçbir şey kanştıramaz, bu aslâ ve kafa mümkün değildir. Amma,
İblîs'e tâbi olan, onun SAPIK YOLUNDAN GİDEN İNSAN VE CİNN ŞEYTANLARI,
Peygamberlerin tebliğini onîann gıyâbında bozmaya çalışır. Bir örnek mi
istiyorsunuz: Mûsâ aley-hisselâm kavminin yanından uzaklaştığı zaman SÂMÎRÎ'nin
o kavmi ayartıp, yoldan çıkarması...
inşâ
Allah bu kitab, hem Islâm'ı gerçek gözüyle göremeyen biz Müslümanlara ve
hakikati arayan, bu yolda gayret sarfeden tüm insanlara aynı zamanda bir
hidâyete erme vâsıtası olacaktır (1).
"Şeytan
hizbi, şübhesiz hüsrâna uğrayacaktır.” (Mücâdele
sûresi, âyet 19)
Editör
Hûlki Ali Eser
YAZAR
HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Bu
kitabın yazan Aziz Kemal Burkay, 17 Haziran 1946'da Elazığ -Maden’de doğmuştur.
3
yaşlarındayken sevgili babası Büharalı Ali Rızaoğlu İbrahim Bey'i kaybedince,
sakat anacığı ile yaşamaya başlamıştır. Seneler sonra annesi tekrar evlenmek
zorunda kalınca, dedesi ve ninesi tarafından büyütülmüştür.
Erken
gençliğinin geçtiği Ergani'de, kasaba çevresinde oluşan "Hor tumbaca.
bakmak için pür
dikkat beklemek, görüp yetişebildiklerinin içine girip; içinde olup-bitenleri
incelemek en büyük tutkularından biriymiş...
Burkay,
ilkokul sıralanndayken su dolu havuzlarda yaptığı deneylerde, su üstündeki
yaprakların bir yere gitmediğinin farkına vanp; öylesine kötü alışkanlıklar
edinmiş ki; çoğu kez fazlaca suda kalmaktan ötürü vücudu keçeleşip yatalak
hasta olmuş. Kendisi o günleri anlatırken; "Ağzıma aldığım hortumla
suya göz hizasına kadar girip, sattlerce; dışarıdan iplerle kontrol ettiğim
taşları havuza atıp oluşan dalgaları izleyerek, suyun deride yaptığı tahribatın
ızdırabına katlanmak zorundaydım." diyor.
Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi, yaptığı özel düzeneklerle havuzun içinden dışarıya taş
attınp dalgalardaki farklılıkları ters yönde inceleyecek kadar; dalga tutkusu
gece-gündüz tek amacı olmuş.
Burkay,
öylesine ileri gidiyor ki; bakır cevheri çıkarılan madende artık dinamit
fitillerindeki barutlarla küçük patlayıcılar yapıp; renkli boyalan durgun havuz
suyuna bırakıp -kendisi de suyun içinde olmak şartıyla - patlatırmış!!!
Amacı,
dalga hareketini renkli boyalarla izlemek! Çoğu kez hayatî tehlikeler
atlatmasına rağmen bu çılgınlıklara devam etmiş!
"
Çevre, insanlar, eşyalar hareket eden aracın altından bakarsan, acaba nasıl
görünür?" diye
düşünür dururmuş.İşte, ipe -ı sapa gelmeyen böylesine
bir soruya cevap bulabilmek için kendisini maden çıkarılan sahadaki Öklid (Euclid)
20-40 tonluk maden cevheri taşıyan o kocaman arabanın altına "Difransiyel"
ayaklarından bağlayıp elleriyle de şaşeyi tutarak gözlem yapmaya kalkmış.
İşte, o gün çevreden yetişenler tarafından kurtarıldıktan sonra, tam anlamıyla
"İSTENMEYEN ÇOCUK" ilân edilmiş.
Babasız
oluşu ve dedesinin saygın kişiliği sayesinde bu garip davranışlarını dayak
yemeden atlattığını söyleyen Burkay, o günden sonra madende "İngiliz
Kemal" olarak anılmaya başlanıyor.
1957'de,
barutlarla içini doldurduğu, silin-dirik Kanada peynir kutularının birisini
ROKET yapıp ateşlediğinde, çevresindeki bütün camların kırılması dolayısıyle 10
gün kadar yakınlarından saklanmak zorunda kaldığı da bir başka anısı.
Yine,
İlkokul çağlarında, Bakır Fabrikasında POTA'dan vagonlara dökülen eriyik bakır
madeninin etrafa saçılan küçücük taneciklerinin, niçin hep yuvarlak-küreler
gibi olduklarını araştırması ve erittiği kurşun taneciklerinin de küreler olma
eğiliminde olduklarını gözlemesi; bilimsel yaşantısındaki en değer verdiği
olaylardır.
O
günlerden sonra yaramazlıklarının durduğunu ve çevreye daha etkili zorluklar
vermeye başladığını anlatıyor:
"Karlı-soğuk
havalarda, nasıl oluyor da soğuk hava burundan giriyor ve hemen vücut ısısına
ulaşıyor?” sorusuna
çocuksu duygularla cevap aramaya çalışırken Zatürree'den zor kurtuluyor!
Rahmetli
nineciğinin, Burkay'ın evde yaptığı gizli deneylere göz yumduğunu, hatta o
yoksul haliyle bile; tel, mıknatıs, lehim vb. alması için harçlık bile
verdiğini gözleri yaşararak anlatıyor ve bu arada ninesinin şu sözünü hiç
unutamadığını söylüyor:
Oğlum,
zengin bir aile olsaydık sana her istediğini mutlaka alırdım."
Ninesini
rahmetle anan Burkay, O'na çok şey borçlu olduğunu söylüyor:
"O
denli çevresine zararlı olan bir torunu seven, sevgi örneği, bilim âşığı bir
nine idi. Hatta, çoğu kez; ' Bana da anlat, bu
mıknatısı dönderince bu ampul nasıl yanıyor?”
diye sorduğunu ve kendisine durmaksızın moral verdiğini söylüyor.
1962'de
dedesini kaybedince, bir dayanaktan daha yoksun kalan Burkay, "Akademik"
eğitimi olmamanın verdiği ızdırabın boşuna olduğunu 1987'de kavrıyor.
Burkay,
1963'de elektronik alanında çalışmaya başlıyor. Çalışıyor+Okuyor+Deniyor +
kazanıyor ve tam anlamıyla kendisini yetiştiriyor.
Çok
sevdiği sakat anacığının iyi-kötü terzilik yaparak kendisine destek
sağladığını, ancak bilimsel araştırmalarına ninesi kadar yumuşak yanaşmadığı
için, annesi ile pek geçi-nemediğini de ifade ediyor.
Burkay,
özel hayatında, bilimselliğin dışında tam anlamıyla GEÇİMSİZ BİR İNSAN olduğunu
dile getiriyor. Zaten bu da her halinden belli oluyor!
Burkay'ın
bir tutkusu da şu: Arka ayaklarıyla gübreden "Bilye" üreten
GÜBRE BÖCEKLERİNİ İZLEMEK! Bu böcekleri izlemek ve gübreyi "Bilye"
haline getirmeleri yazara öylesine bir haz veriyor ki, anlatırken bile
gözlerinin içi gülüyor.
Bu
böceklerin müthiş geometri bildiklerini,' aşın dengeli ve dikkatli bir mühendis
gibi çalıştıklarını; özellikle sıvılık-katılık oranlarını iyi tayin
ettiklerini; ballandıra ballandıra anlatıyor.
Burada;
Cenâb-ı Allah'ın her yarattığına özel ve fakat mükemmel bilgiler
programladığını hatırlatmak istiyoruz.
Burkay;
Turhal, Finike ve Antalya'da kendi işyerinde, laboratuvarlannda çalışmalarından
başka; yurt dışında petrol sahalarında ve elektronik alanda ITT (AME), Halliburton,
INAS, UNIBECO, Petro - Kimya Methanol Fabrikalarında (UHDE) gibi firmalarda da
çalışmıştır. Şimdi de, çalışıyor, deneylerini şür-dürüyor, durmaksızın
öğreniyor, okuyor, araştırıyor... Halliburton Petrol Şirketi'nin ve ITT (AME)
Şirketi’nin, özellikle JHON V. KRI-VOK'un kendisine çok destek sağladıklarını
belirten Burkay, kendilerine şükran borcu olduğunu da ifade ediyor.
’’Cenâb-ı
Allah, niçin Kâ'be-i Şerifi bir nokta olarak tahsis etti?" sorusuna
cevap aramak için 1977'de Mekke'ye gidiyor.
1977'de
Ozon tabakasının yırtılabileceğini, Turhal'daki çok sevgili arkadaşlarına
anlatan Burkay, arkadaşlarının bakışlarının değiştiğini sezinleyince, tekrar
Yurdışma gidiyor ve 20'-den fazla ülkede araştırmalar yapıyor.
Tevrat
ve Incil'i, müthiş ince ayrıntılarına kadar analiz etmeyi başaran Burkay, en
büyük amaçlarından birinin "Mûsâ aleyhisselâm'm sandığının yapımı"
olduğunu; ancak Tevrât'm tahrif edilmiş olması sebebiyle, son derece önemli
ayrıntıların ortadan kalktığını üzülerek anlatıyor.
Çalışmalarına
şimdilik teorik olarak devam eden Burkay, aşağıdaki benzerlikleri söylüyor:
·
*
Nûh aleyhisselâm'm baba adı LA -MEK'tir. Ters taraftan okunduğunda KEMAL
oluyor.
·
*
Nûh Tûfânı ayın 17'sinde olmuiştür.
·
*
Sular çekildiğinde, Nûh'un gemisi yine ayın 17'sinde karaya oturmuştur.
·
*
Nûh aleyhisselâm, ikinci ayın 17'sinde karaya ayak basmıştır.
·
*
Ya'kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm ile Mısır'da 17 sene yaşamıştır.
·
*
Bu kitabın yazan Kemal Burkay da 17
Haziran'da
doğmuştur.
En
nefret ettiği şeyin OKUNAN ŞEYİN KAVRANAMAMASI olduğunu söyleyen Burkay;
okumamanın bir insanlık suçu, affedi-lemeyecek bir suç olduğunu söylüyor ve
okurken, okunan şeyin yaşanması gerektiuğini ısrarla belirtiyor.
Yaptıklarından
dolayı, Yüce Allah'tan mükâfat alacağına inanan Burkay'ın tek korkusu CEHALET!
YÜCE
ALLAH'm huzuruna câhil bir kul olarak çıkmaktan; Cenâb-ı Peygamberin dîvânına
bilgisiz bir Müslüman olarak çıkmaktan; yine Rahmân ve Rahîm olan ALLAH'a
sığınırım, diyen Aziz Kemal Burkay'ın yayınlanacak kitapları şunlardır:
EVREN'DE
ZAMAN VE HAYAT
Evrenleri
İLÂHÎ geometrilerle Yaratan, yerleri ve gökleri üstün matematikle dantel dantel
İşleyen, ÂLEMLERİN RABBİ YÜCE ALLAH'A KULLUK;
Beşeriyyetin
timsâli, eşsiz Ahlâk örneği, Bilimin önderi, en olgun insan Peygamberimiz
Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e hizmet
edebilmek için bu kitabı yazdım.
Amacım;
Allah rızâsını hak ederek kazanmak, bilerek hak etmeye yöneliktir.
Yaratmadan
önce bana, beni öğreten, yarattıktan sonra beni imtihan eden Alîm olan Allah'a
sığınırım.
Sığınırım
O'na ki; gururlanmaktan, cehâ-letten, âcizlikten, tembellikten sığınırım:
Âlemlerin Rabbine...
Hayatın
var oluş gizemlerini, eşyanın iliş-kinlik (relation) ve amaçlarını araştırarak
ulaştığım NET sonuçlardan birisi de şudur:
Akıl,
nefse egemen olursa -> İnsan + Melek = Halife adayı;
Nefs,
akla egemen olursa İnsan + Şeytan = Şeytan adayı; kombinasyonu
olarak karşıma çıktı.
Sevgili
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;
Cenâb-ı
Allah önce AKILI YARATTI” buyurmakla,
bilim adamı Müslümanlara yegâne başlama koordinatını zâten tâyin ediyordu.
Rahmeti,
yani Evrensel Sevgisi Âlemlere sinen YÜCE ALLAH'ı bilerek bilmenin.. O'NU tadarak O'NA ulaşmanın... O'NA ÂŞIK olabilmenin
MUTLAK YOLU .... ancak
Bt-LÎMDİR.
Hayatım
boyunca, pratik veya teorik tüm çalışmalarımda; Kur'ân-ı Kerîm'i, durmaksızın
yenilenen, durmaksızın birbiriyle savaşan teorilerin, silâh yapan bilimin
arkasından aslâ götürmedim.
Zâten
gidemezdi.
Kur'ân’ı,
bilime önder de yapmadım..
Zâten
olamazdı...
Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm; Ezelden, takdir edilen SON'a dek zâten yegâne ÖNDERDİR.
Ben
âciz kul, önder olan Kur'ân'ı nasıl önder yapardım?
Yaptığım,
yine Cenâb-ı Allah'ın lütfuyla sadece tercümanlık.
inanıyorum
ki, artık çağımızda; yapılan üç-beş makinanın verdiği şımarıklık; yerini daha
olgun, daha bilge, erdeme yönelen insan kitlelerine bırakacaktır.
Çünkü
KUR'ÂN-I KERÎM TEMEL ve TAVAN KANUNDUR....
KUR'ÂN,
DOĞRU BÎLGÎNÎN KATİ GERÇEĞİDİR.....
KUR'ÂN,
Alîm ALLAH'ın VAHYÎ'dir..
KUR'ÂN
EVRENLER BÎLlMlDlR...
KANIT
MI?
Son
100 yıldır öyle olduğu zan edilen
ATOM
geometrisini ve istisnasız bütün görüngüleri açıklayan, kanıtlayan BUHARA
ATO-MU'nun gerçek kimliğini.... en son elementer
öğeleri ki, bunlara PAIR DUHAN CYRISTAL SILKS (PDCS; Duhan Kristal İplikçik,
dedim) cevherlerini........ çalışma sistemini..... madde
ve
zaman savaşını..» bazıları için biraz üzücü olacak! ancak KUR'ÂN öğretiyordu.
Nasıl
olurdu da bu Evrensel gerçeği; ancak bomba yapan, bazı hallerde sevgi
düşmanlığı yapan, bir takım bilimlerin (!) ardından götürürdüm?
Bilimin
kutsallığına olan sevgim, beni Cenâb-ı Allah'a götüren mutlaktır, bilimin
kutsallığını kasd etmiyorum. Çıkarlar uğruna reklam edilen bilimi yeriyorum ki,
ona da zâten bilim denemez.
Bu
gerçek Atomu, fonksiyonlarını, gravi-tasyonu, süper iletkenliği çevre ısısında.... 20. Yüzyılın Müslüman bilim adamları henüz keşfettiler.
Müslüman
bilim adamlarının huzurunda saygı ile eğilirim.
Türlü
imkânsızlıklar, hatta engellemeler içinde yazdığım bu kitap; Müslümanlara,
Hı-ristiyanlara, Musevilere, Allah'a inananlara, hatta istisnasız bütün
insanlara; Kâinât'ın Efendisi Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in,
Kur'ân'da Yâsîn sûresindeki BİRİNCİ ANAHTAR BİLGİ ile,
MESAJI olarak iletmek hizmetini biz kuluna bahşeden Cenâb-ı Allah'a HAMD eder;
bu İlâhî ödülü Müslümanlarla PAYLAŞIRIM.
Çünkü
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem; Âlemlere ancak sevgi ve iyi ahlâk
örneği, iyi ahlâkı kemâle erdirmek için o Yüce şâniyle gönderilmiştir.
İnsanların
gerçeği görememelerine üzülen Rasûlullah'ın göğsü göğe sıkışacakmış gibi
sıkışır, günlerce insanlar için... evet bütün insanlar
için ağlardı.
O'nu
teselli eden yegâne ödül ise; Cenâb-ı Hakk'ın Evrensel Sevgisi idi.
Ümidediyorum
ki, 20. Yüzyıl uygarlığı (!) şu âna kadar yapılan hataların, artık yapılmaması
gereken hataların... bilincine bilimsel seviyede
ulaşacaktır. ÇÜNKÜ;
Bu
kitabın bilimsel içeriği; sadece Cenâb-ı Allah'ın vahyi ile Cenâb-ı
Peygamberimizin bütün insanlığa; İNSANLIK TARİHÎNİN EN ÖNEMLİ MESAJIDIR.
Hazırladığım
projelerle; VENÜS gezegeninin Kuzey ve Güney odak noktalarından SONİK MAGNETİK
PATLAMALARLA MER-KÜR'ün magnetik açı farkına kısa aralıklarla darbe yaptırmayı
ve Güney'in VEGA doğrult-sundaki sipiral (Kur'ân'da "Kevvere")
yörüngesinde 2°'lik fark 2046 yılından önce Güneş sistemini ŞÎ'Râ sisteminin
magnetik alan dış zarfının basıncından; Alîm olan Allah'ın ilmi ve lütf-u
keremiyle kurtulabilecektir.
Çağın
teknolojik ve bilimsel gücü (gülmemek elde değil!) yeterse, Venüs ve Merkür
arasında ve devinim diskine 20° - 40°'lik açılarda Sonik Magnetik Şok
Fırtınaları oluşturacak SUNİ bir uydu ile; ki süper
iletkenlik başarılmadan bu denli süper magnetik alan elde edilemez;
Güneş'"e ve doğrultusundaki çizgiyi 1 ° - 2°'lik saptırabilir.
İstisnasız
bütün Müslümanlara haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum:
"
Ki onlar Rabbinin katında âzab için dam-galanmışlardı. (Ey
Rasûlüm), bu taşlar senin ümmetinin zâlimlerinden de UZAK DEĞİLDİR..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hûd sûresi, âyet 83).
Bu
âyette sözü edilen taşlar 100 ve 110'uncu Kimya listesindeki Radyoaktive
elementlerdir. Uzay'ın madde (kütle) üreten koridorları katindadır.
"
111, 112, 113 ve 114. elementler biorad-yoaktivedir." Bu ayrıntıları,
dizinin diğer kitaplarında açıklamaya çalıştık.
Bozuk
telaffuz hatasıyla Platon'dan öğrenilen ATLANTİS’in nerede, niçin ve nasıl
battığını; bu uygarlığın orijinal adının URUKA ait olduğunu; kalıntılarının
nerede bulunacağını ayrıntılarıyla açıklayan KUR'ÂN-I KERîM'e inanmamanın değil......okumamanın değil.......
Nefes
dahi almadan okumanın gerekliliğini umarım ki fazla geç kalmadan topluca, tüm
insanlıkça anlarız..
Bu
kitap, "Şeytan Âyetleri (Satanic Ver-ses)" adlı kitabın içeriği olan;
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in;
Onlar
kendilerinden şefâatleri umulan Ak Kuğulardı." cümlesinin
bilimsel gizemlerini ve doğruluğunu kanıtlamak için yazılmıştır.
Bu
kitabın adı "Şeytanların Akılsızlığı"dır.
Bu
kitapta 180 Kur'ân âyeti, 22 Tevrât âyeti, 2 İncil (Luka) âyeti veri olarak
alınmış ve Kuğular gizeminin kanıtlanmasında yegâne başvuru kaynağı olmuştur.
Âlemleri
sevgisiyle, Rahmetiyle yoğuran Rahmân ve Rahim olan Allah; Esirgeyen ve
Bağışlayandır. Affedendir, Gözetendir, Şefkatlidir, Merhamet Sahibi'dir;
Âlemlerin Rabbi olan Allah Alîm'dir.
Buharalı
İbrahimoğlu
Aziz
Kemal Burkay
Kitabımı
oğlum
ORKUN
BURKAY'ö ithaf
ediyorum.
BİSMİLLAHİ'R-RAHMÂNİ'R-RAHÎM
·
(1) (Ey Rasûlüm), senin saâdetin için, göğsünü
(hikmetle doldurup) genişletmedik mi?
·
(2)
Sen'den (Peygamberliğin ağır) yükünü hafifletip kaldırmadık mı?
·
(3)
Öyle ki, (o yük) sırtını çatırdatıp bükmüştü,
·
(4)
Senin şânını (ismin ezân ve kaametlerde okunmakla) yükseltmedik mi?
·
(5)
Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var.
·
(6)
Evet, muhakkak güçlükle berâber bir kolaylık var...
·
(7)
O hâlde, (me'mûr bulunduğun bir işi bitirip) boşaldın mı, (yine
başka bir iş ve ibâdet için) kalk yorul;
·
(8)
Ve yalnız Rabbine rağbet edip (O'ndan) iste...
(Kur'ân-Kerîm;
înşirâh sûresi, âyet: 1- 8)
Bilinmesini
altını çizerek belirtmek isterim ki, bu kitabımda kullandığım ifâdeler,
görüşlerim hiçbir şahsı veya toplumu doğrudan doğruya hedef almamaktadır.
İnsanlara ırklarından, renklerinden veya dinlerinden dolayı herhangi bir fark
gözetmediğimi, tümüne Evrensel bir sevgi duyduğumu bilmenizi de isterim. Ancak,
kendini bilime adamış mütevazi bir araştırman olarak,
bilim adamı mü'minlere, Tevrât'a veya Încîl'e inanan bilim adamlarına, dolaylı
veya doğrudan doğruya sitem ettiğimi de inkâr edemiyorum.
Tevrât'ın,
Incil'in ve Kur'ân-ı Kerîm'in ciddi seviyelerde bilimsel verilerini,
tarihlerini, yardımcı bilim dallarıyla iç içe araştıran mütevazi
bir fîzik-elektronik araştırmanı olarak; bu alanda henüz ilgili eserlerimi
yayınlamamış olmama rağmen, özellikle Kur'ân-ı Kerîm'in insan değerine yaraşır
ahlâk, davranış, düşünce biçimleriyle yönlendirdiği Zihinsel Matematik, Fizik,
Astronomi, Kuantum Fiziği, Genetik Bilimlere yön verecek, bilimler arası
koordineyi sağladığını ve günümüz bilimsel verilerinde, mutlak kaynağı olduğunu
KANITLAYAN bir MÜSLÜMAN olarak, bilim adamı mü'minlere; inanan Musevi ve
Hıristiyan bilim adamlarına, bilimsel keşiflerdeki gecikmelerindendir ki sitem
etmekte biraz da olsa haklıyız gâliba!
Bir
takım kara cübbeli insanlar, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Kur'ân-ı
Ke-rîm'e, her şeyden önce kendisinden önceki İncîl'i ve Tevrât'ı tasdik edici
olduğunu bilmelerine rağmen, NEDEN VE NEYİ TASDİK ETTİĞİNİ BİLİMSEL SEVİYEDE VE
YARARLANMAK AMACIYLA KATİYYEN ARAŞTIRMADILAR. Araştırmak şöyle dursun,
araştınlmaması için çalıştılar da üstelik. Örnek mi? "Şeytan
âyetleri" ni yazanlar, yazdıranlar, yayımlayanlar! Aferin!
Kur'ân-ı
Kerîm; Tevrat'ta ve İncîl'de neler vardı ki, TASDİK ediyordu? Birçoğunun dara-'
cık, kısır düşünceleriyle "Tevrât ve İncil orijinal değildir"
zannı ile ciddi seviyelerde araştırılması gereken gizemleri kilitleyen yegâne
ön yargılardı. Bu kasıtlı ve ön yargılı bilgileri insanların beyinlerinde
programlayanlar amaçlarına tam olarak ulaştılar. Bu ayrı bir konudur ve fanatik
amaçlara hitab ettiği içindir ki konumuzun dışında kalması gerekir.
Şimdi
soralım: încîl ve
Tevrât tam orijinal olmamasına rağmen 6. yüzyılda yaşayan sevgili Peygamberimiz
Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, bir tek kelime ile de olsa;
"Sakın
İncîl'e ve Tevrat'a el sürmeyin, araştırmayın, tasdik etmeyin!"
buyurmuş mudur? Böyle bir hadîs-i şerîf var mıdır?
Niçin
Islâm'ın üçüncü şartında, Allah'ın Kitab’lanna ve Suhuflanna kayıtsız-şartsız
inanmak emredilmiştir? "Kitap" değil, "Kitapları"
denildi değil mi?
Peygamberimiz,
hayatta bulunduğu süre içinde Incil'in ve Tevrât’ın bozulduğunu bilmiyor muydu
ki; zinâ yapan bir Yahudi hakkında verdiği karara itiraz edilince, "Tevrat'a bakın!"
buyurmuştu. Ancak, Tevrat'ta da aynı cezâ uygulanıyordu.
Bu
ve benzeri olaylardan sonra, birtakım sosyal içerikli Tevrât âyetleri ve
hükümleri bildiğiniz gibi sistemli olarak tahrif edildi, bozuldu. Bu gerçeği
Tevrat’ın kendisi zâten açıklıyor: Şöyle ki:
"Biz
hikmetliyiz ve Rabbin şeriatı biz-dedir, diye nasıl söylüyorsunuz? Fakat işte,
yazıcıların YALANCI KALEMİ YALAN DÜZDÜ. Hikmetli adamlar utandılar, yıldılar ve
ele geçtiler: İşte, onlar Rabbin sözünü KENDİLERİNDEN ATTILAR,
ve onlarda HİKMETİN NESİ VAR?" (Tevrât:
Yeremya, Bap: 8, âyet: 8, 9)
Tevrat'ın
uğradığı tahrifatı yine Tevrat'tan izleyelim:
"Ve
artık Rabbin yükünü anmıyacaksı-nız: Çünkü herkesin yükü (yükten
kasdedi-len, günâhtır) kendi yükü olacak: Çünkü siz HAYY OLAN ALLAH'IN,
ordular Rabbi-nin, Allah'ımızın sözlerini DEĞİŞTİRDİNİZ." (Tevrât:
Yeremya, Bap: 23, âyet 36)
Tevrât
ve Incil'in bilimsel verilerinin tam anlamıyla deklere edildiği "Evren'de
Zaman Ve Hayat" adlı kitaplarımızda, gerek kasıtlı yapılan tahrifleri,
gerekse cehaletlerinden dolayı, o görkemli hâzinelere kendi elleriyle vurulan
darbeleri, Tevrât ve Incil'in kendisi zaten açıklarken, bu durumu Kur’ân tam
anlamıyla kanıtlıyor.
Bu
ve benzeri tahrifler insanlık tarihinde hep olagelmiştir. 14. yüzyılda Ispanyol
korsan-lannın (sözüm ona!) Amerika kıtasını keşifleriyle yaptıkları
talandan söz etmek, her saygın bilim adamını ağlatan kara ihanetlerden değil
midir? Oysa, Amerika kıtasına M.S. 11. Yüzyılda Leif
Ericson bilerek gitti ve geldi.
"Hazret-i
Peygamberin vasıflarına dair Tevrât'taki kelimeleri konuldukları yerden
değiştiren Yahu-dilerden bir kısmı, dillerini eğerek (yani,
telaffuz farklı kelimelere farklı yön vererek) ve dine (önce bilim
kaynağına) saldırarak şöyle dediler:........."
(Kur'ân-ı
Kerîm; Nisa sûresi, âyet:46).
Kur'ân-ı
Kerîm'in ellerindeki Tevrât'ı çok iyi öğrenmelerinden sonra gönderileceğini,
ondan sonra Tevrât'ı, Incil'i ve Kur'ân'ı birlikte tatbik etmekle, mutlak
inançla ancak başarılacağını kanıtlamaya çalışıyoruz. Yani 20. yüzyılda ve
kasıtlı olarak tam Türkçe'ye bile çevrilmeyen Tevrât'ta 5 ayn âyette aynntılanyla
Kur'ân'ın geleceği hâlâ belirtiliyor. Bunu Tevrât'la kanıtlarken; Allah'ın
dinine hizmet etmenin sevincini, Allah'a inananlarla paylaşıyoruz. Bunu
anlayabilmenin tek ve mutlak yolu ise, bir takım şahısların kendi arz ve
taleplerince yönlendirdikleri dine değil, ALLAH'IN DİNİ'ne, Allah'ın öğrettiği
gibi yönelmekle ulaşılabilir. ALLAH’IN DİNİ DE,, ANCAK
İSLÂM’DIR..
Kur'ân-ı
Kerîm, İncil, Zebûr ve Tevrât İslâm'ın kitaplarıdır. Ayrılığa sebep ise, sadece
ihtilaf ve ihtirasların "Kara bayraklı" başarısıdır. Çünkü
İSLÂM;
ALLAH'A
TESLİMİYYETTİR.
Dikkat
edilirse, Nisâ sûresinin 46. âyetinde "Kelimelerin silindiği"
değil, "Yerlerinin değiştirildiği" açıkça belirtiliyordu.
Başka konular hakkında Tevrat'a alınmayan veya tam olarak silinen yerler yok
mudur? Buna biz cevap vermeyeceğiz. Çünkü, Tevrât bunu
az önce belirttiğimiz âyetlerinde yine kendi bilimselliği ile kanıtladı.
Dikkat
ediniz! Hazret-i Dâvûd
aleyhis-selâm'a gelen SUHUF, Kur'ân'da dört ayrı sûrede geçer, (Bu dört
rakamını unutmayınız!) Peki, 6666 âyette, yani Kur'ân'da; Zebûr'u da Allah
Teâlâ göndermesine rağmen, neden Kur'ân'm, Zebûr’u da tasdik edici olduğunu
belirtmiyor da, sadece Davud aleyhisselam’a verildi deniliyor? Şu halde, İncil
ve Tevrât’a bilimsel araştırma amacı ile önemle ve ciddiyetle
yönlendiriliyorduk, değil mi? Çünkü, Zebûr şu anda
herhangi bir millette veya yerde değildir. Bölümler halinde ve kısmen zaten
Tevrat'ın içinde vardır. Ancak, titiz araştırmalarla açığa çıkabilecek kadar
hem tahrif edilmiştir, hem de ciddiyetle gizemlidir.
Bize
Kur'ân'dan tek bir âyet gösterin ki, o âyet insanlara: Încîl'e ve Tevrât’a el
sürmemekle, yararlanmak amacı ile okunmamakla veya araştırmamakla yön versin...
Buna mukabil, gerçek olan ise tam aksinedir. Bilimsel değerlerinden yararlanmak
için Kur’ân bize ısrarla yön veriyor, hatta kesin emirler veriyor.
Ciddi
araştırmalarımız sonucunda diyebilirim ki; Incil'den, özellikle Tevrât'tan,
Kur'-ân'm geleceği, bir çok bilimsel veriler,
matematik değerler ve Hazret-i Muhammed sallal-lahu aleyhi ve sellem Efendimizin
vasıflarını açıklayan verilerin tahrifatı, kısmen de âyetlere ve kelimelere
yerlerini değiştirmek suretiyle ihanet edilmiştir/2)
Özellikle
de, sözüm ona DİNSEL FANATİZM! Bunu tarihin karanlıklarında Yahudile-rin birkaç
kabilesi ihtiraslarından, ihtilaflarından, inançsız duygusallıklarından
yapmışlardır. Çünkü, onlar da Tevrât'ı anlamayan
câhillerdi. Tevrat'ın bilimsel değerlerini, cin işi, şeytan işi zannedip, o gün
için akıllan kavn-yamadığmdan, kişisel katkılarla ve eksiltmelerle kısmen
bozdular. Bu kitabı okuduğunuz zaman biraz olsun siz de tanık olacaksınız ki;
üzerinde canlı varlıkların, uygarlıkların olduğu gezegenlerin net verilerini,
hatta isimlerini, (inanması zor fakat gerçek!) koordinatlannı bile
tahrip ettiler. Günümüzde bile anlayamadıkları ortadadır. Gerçekten Tevrâti
anlamış olsalardı, Kur'ân'ın Evrensel-Bilimsel büyüklüğüne kesin inanmaları ve
îmân etmeleri gerekirdi. Fakat, bu onların sorunudur!..Bizim
değil...
-0O0-
BAŞLAMA NOKTASI
"Gerçekten
bu Kur'ân, İsrailoğul-larına ihtilaf edip durdukları şeylerin ÇOĞUNU ANLATIYOR
(AÇIKLIYOR)."
(Kur'ân-ı Kerîm, Nemi sûresi, âyet: 76).
6'mcı
Yüzyılda gelen Kur'ân'da Yüce Allah niçin "Kendisinden asırlarca önce
gelen İncîl'e, Tevrât'a el sürmeyin, araştırmayın, tasdik etmeyin"
diye emretmedi? Niçin?
Diyelim
ki, Tevrât'a ve Înçîl'e ilkel duygularla inananlar; militarist, duygusal, ve ihtiraslarından dolayı zaten birbirlerine de
inanmadılar, kendi aralarında da ayrıldılar. Hem de 6. yüzyılda Incil’i ve
Tevrâti kesin tasdik eden ve tahrip olmpş bilimsel verileri tamamlayan Kur'ân'a
da inanmadılar. Bunlar, Müslümanları bağlamazdı ki.. Çünkü, her tarafı düzeltecek yegâne bilgi kaynağı oılan
Kur’ân, eksiksiz verilerle ellerindeydi. Tıpkı şu anda olduğu gibi-
"
Ey mü'minler! Yahudi ve Hıristiyanların sizi kendi dinlerine davetlerine karşı
şöyle deyin: Biz Allah'a ve bize indirilen Kur'ân'a, İbrahim ve İsmâîl ve İshâk
ve Ya'-kûb ve torunlarına indirilene, Mû-sâ'ya, İsâ'ya verilenlere ve BÜTÜN PEYGAMBERLERE
Rableri tarafından verilen KİTAPLARA îmân ettik. ONLARIN HİÇBİRİNİ DİĞERİNDEN
AYIRDETMEYİZ. Biz, ancak ALLAH’A boyun eğen müslimleriz." (Kur'ân-ı
Kerîm;Bakara sûresi, âyet: 136)
Bu
âyetin net açıklaması karşısında, Kur'ân'a hava ve su kadar değer verilmesi
gerekirken, duyarsız kalan bütün insanlığın 20. yüzyılda bari sıkılması
gerekirdi. Bu kitapta, bu konu ayrıntılı olarak anlaşılacaktır. Özellikle
inanan bilim adamlarının yegâne başlama noktası bu ÂYET OLMALI İDl...
Asırlar
boyunca Müslümanlar aslâ herhangi bir ayrılığın, ihtilafın veya ihtirasın
sebebi olmamışlardır. Ancak, yine asırlardan beri süregelen bir hataları
vardır. O da: Araştırılması, durmadan, dinlenmeden çalışılması, keşfedilmesi
gerekirken; dinlenmeyi tercih etmeleridir Müslüman kardeşlerimizin tek hatası
İNŞİRAH SURESİ'ni ya hiç okumamaları, ya da okuduklarını anlayamamalarıdır. Bu
sûrede Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine dahi bir an durup dinlenmeyi
YASAKLAMIŞTIR... YASAKLAMIŞ!
Asırlardır
yapılan tarihe ve bilime mâl olaıi hataları yine Kur'ân'ın âyetleriyle
izleyelim. Ancak, bu hataları paylaşacak başkaları da var!
’’
(Ey İsrailoğullan!): Ve beraberinizdeki Tevrat’ı TASDİK EDİCİ olarak
indirdiğim Kur'ân’a îmân edin. ONA İNANMAYANLARIN İLKİ OLMAYIN. Benim
âyetlerimi, dünya menfaati karşılığında birkaç paraya değişmeyin ve ancak
Ben'den korkun. Hakkı, bâtıla kanşınp da BİLE
BİLE
GİZLEMEYİN..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara sûresi, âyet 41,42).
Âyette
geçen "BİRKAÇ PARAYA DEĞİŞMEYİN ..." ifâdesi; Tevrat'ı tasdik edici
olarak gelen ve Tevrat'taki bilgileri tamamlayan, Kur'ân'm vahy edileceğini,
Hz. îsâ aley-hisselâm ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin
vasıflarını ve diğer insan ilişkilerini içeren hükümlerin bazılarını Tevrat'tan
çıkarmaları hakkında idi. Zira 41. ve 42. âyetleri iyi takib ederseniz
Tevrat'ın; Kur'ân henüz gelmeye başladığında ki, zaten Kur'ân'ın geleceği tüm
ayrıntıları ile vardı; ihtiraslarından, cehaletlerinden tahrifâta daha hızlı
başladıklarına tanık olacaksınız. Kitabımızın
hemen başında verdiğimiz iki Tevrât âyeti ile bunu zaten belirttik. İtirazı
olan yoktur, sanırım! -
İnsanlığın
bilimsel geleceğine, mutluluğuna, tarihlere mâl olan hataları şunlardır: Şimdi
bütün bilgeliğinizle takip ediniz:
"
Yahu dilere: Cenâb-ı Allah'ın indirdiği İncil ve Kur’ân'a îmân edin denildiği
zaman: Biz, bize indirilen Tevrât'a îmân ederiz, derler ve ondan başkasını
inkâr ederler. Halbuki O KUR'ÂN, ONLARDAKİ TEVRAT'I
TASDİK EDEN BİR GERÇEKTİR.” (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet: 91).
Yani,"Tevrât’ı
tamamlayan, tasdik eden esastır" veya "Tevrât; Kur'ân olmadan,
Kur-ân'a îmân edilmeden anlaşılamaz", buyuruluyor. Bu apaçık âyeti
anlıyamamak için ... nasıl
bir BEYİN (!) GEREKİYOR! bir türlü anlıya-mıyorum...
Her
şeyden önce, birinci cümlede; Yahu-dilerin Incil'e ve Kur'ân'a inanmaları
emredilir-ken, Kur'ân'm kendilerindeki Tevrât’m tasdik edicisi, bilimsel bütün
verilerini tamamlayıcısı olduğu ortadadır. Söz konusu olan bililerinin
arzularına göre (!) Cennet'e girmeleri değildi, tüm insanların müşterek
çıkarları ve birlikte mutlu olmaları için çalışmaktı. Şimdi belirteceğimiz
Kur'ân âyetlerini sırasıyla beyinlerimize çivilerken, neden Tevrat; dediğimiz
belki anlaşılır. Özellikle de Tevrâti hiç mi hiç anla-mıyan çağdaş
Israiloğlulan! (3)
HİDÂYET VE RAHMET
'Ey
Resûlüm, bu Kur'ân'ı sana ancak İNSANLARIN AYRILIĞA DÜŞTÜKLERİ DİN İŞLERİNİ
BEYÂN ETMEK (açıklığa
kavuşturmak) İÇİN ve îmân edecek kimselere bir HİDÂYET ve bir RAHMET olsun
diye İndirdik." (Kur'ân-ı
Kerîm; Nahl Sûresi, âyet: 64). .
îlk
cümlede belirgin olarak herhangi bir din veya millet söz konusu edilmeden:
" İnsanların ayrılığa düştükleri" ifâdesiyle;
duygusallıklar, ihtiraslar, hiçbir kazanç sağlamayan (bilimsel kayıplar
hariç), basit geçici çıkarlar gibi ilkel duygular bir anda açıklandı.
DİN; birazdan
tanık olacağınız gibi, tökezlenmemek için, Allah'ı BÎR ve MUTLAK
tanımak, kavrayabilmek, insanın var oluş nedenini kavratmak, yaşam ve ölüm
çizgileri arasında; yöneten, akil, ahlâk, davranış, düşünce biçimlerini
toplumlara yansıtarak dinamik tutan, bilimler arası koordinatör, bilimsel bütün
genellemeyi sevk ve idare eden; ana bilim kaynağı, bilimler bilimi anlamlarının
tümünü içeren geniş bir olgudur. Bu
genel tanımın içeriğine, net kanıtlarıyla bu kitapta birlikte tanık olacağız.
Yüce
Allah, 61 yüzyılda, Incil'in ve Tevrat'ın bozulduğunu, ele alınmaması
gerektiğini bilmiyormuydu da (hâşâ), dolaylı biçimlerde gelecek nesillere
yukarıdaki bilgileri emirler 32
halinde
veriyordu? Hatta:
"
Yahudiler içinde okuma yazma bilmeyenler vardır ki Tevrat'ı ANLAMAZ
CÂHİLLERDİR. Ancak, birtakım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece ŞÜPHE ve
ZANDA bulunurlar. Artık büyük azâb o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrât'ı
YAZARLAR, sonra biraz para almak için: 'Bu, Allah tarafındandır', derler."
(Kur'ân-ı Kerîm; Bakara
Sûresi, âyet 78,79).
Bir
takım insanlar Bakara sûresi'nin 79. âyetine göre bir şeyler anlamışlar ki;
hemen bir karar vererek, asırlardır bilimsel değerlerini anlayamadıkları
Kur'ân'ın bu ifâdesine göre; tırnağı etten koparmayı başarmışlardır. "Neyi
başarmışlardır? "
Asırlarca
sürecek olan bilimsel başarısızlıklarının başlangıcını tayin etmeyi
başarmışlardır! Başkaca bir kazançları olmamıştır,
OYSA
Tevrât VAHY'LE DEĞİL-
LEVHALAR
HALİNDE GELMİŞTİR!...
Hâlâ
mı anlayamadılar gerçeği? Hâlâ mı göremediler İKİ PARMAKLA verilen Tevrat
gerçeğini? Halbuki, bazı kişilerin kendini bilge f
gösterip; Levhalar'dan Hz. Mûsâ'ya ve Hz. Hârûn'a ve asırlar içinde Tâlût'a,
sonra kendilerine intikâl eden bilgileri, tam olmasa da yazı ile insanlara
aktarmayı, bunu da para kazanmak amacıyla yaptıkları ortadadır. Bunun böyle
olduğunu hem Kur'ân'dan, hem tarihlerden, en açık şekilde ise Tevrât'tan
öğreniyoruz. Elinizdeki bu kitabın sonunda ise KESİN ve NET olarak göreceğiz.
TEVRÂT LEVHALARI
Sorabilir
miyim: "Tevrât Levhaları" hangi elementten yapılmıştı?...Ve nasıl gelmişti? Sormaya bile cesaret gerekir, kaldı
ki cevap verilsin... Çağdaş şeylerde (!) bir cevap var mıdır?
Ancak,
Tevrat'taki gibi ’’ ÎKl TAŞ LEVHA" denecekse... Aman kalsın (!) (4)
Altınla,
gümüşle o denli mükemmel bilgi iletişimi ve madde transferi yapan, o müthiş
sandıkla hayal bile edilemeyecek şeyleri başaran Mûsâ aleyhisselam, TAŞ
LEVHALARLA kitap yazsın ha! Olacak şey midir bu? Böyle bir saçmalığı
söyleyeceğime Etna Yanarda-ğı'ndan aşağıya atlamayı yeğlerim! Tevrat'taki
tahrifatların başında gelir bu yanlış ifâde..
Levhaların ve "Ahid Sandığı" nm gizemlerini öğrenmek
istiyorlarsa "Evren'de Zaman ve
Hayat"
serimizden "Kur'ân'ın
Işığında Tev-rât ve Boşluk Şâkülü" adlı kitabımızı bekli-yecekler.
Belki, 4000 seneden sonra öğrenme şansları olur da, doğru yolu bulabilirler!...
KUR'ÂN
OKUMAK İÇİN DEĞİL, ANLAMAK İÇİN OKUNURSA HER ŞEY YOLUNA GİRECEKTİR
"Peygamberlerin
bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmek veya hükümlerinin bir kısmını
tanımak suretiyle DİNLERİNİ AYRI AYRI FIRKALARA PARÇALAYANLAR var ya, senin
onlarla hiç bir ilgin yoktur. Onların cezâlandırma işi ALLAH’A attir. Sonra
kendilerine dünyada yaptıklarını Âhiret'te haber verecektir." (Kur'ân-ı
Kerîtn; En'âm Sûresi, âyet: 159).
Fizik,
astro fizik, matematik, özellikle de çağlar öncesi tarih bilimler ile herhangi
bir ilgisi olmayan; dergi, kitabcık gibi birkaç bilgi kırıntısı ile, bu evrensel değerleri ne zannettiler acaba? Hele hele
ihtisası olmayanlar, sadece ellerinde kitap taşımakla veya bir zümrenin
ihtiraslarını tatmin etmek için gerçeği gizlemekle sadece kendilerinin mi
Cennet'e gideceğini zannettiler? Hayret!
Devam
edelim ve ne derece doğru olduğuna birlikte karar vçrelim.
-oOo-
NEDEN DÖRT?
-——-
·
*
Neden dört büyük melek var?
·
*
Neden dört büyük Din kitabı var?
·
*
Neden dört büyük Peygamber var?
·
*
Neden dört coğrafî yön var?
·
*
Neden İslâm Dini'nde dört halîfe var?
·
*
Hıristiyanlar kimden emir aldı da ÜÇ değil, BEŞ değil de, benzerlikleriyle DÖRT
Încîl kitabı yazdılar?
Dinsel
fanatizmin mantığı ile düşünecek olursak, DÖRT değil de ONIKÎ, ayrı Încîl
yazılması gerekirdi, değil mi? 12 Havârîlere saygılarından dolayı!
·
*
Müslümanlar kimden emir aldı da birbirini tamamlayan DÖRT MEZHEB USÛLÜNÜ
GETİRDİLER?
Hz.
İsâ hangi sim Havarilerine verdi ki, o sır gizemleriyle birlikte "DÖRT
uçlu HAÇ" olarak 1989 senedir insanların boyunlarında gezdiriliyor? İsâ
aleyhisselam ne anlatmak istiyordu, biz kan........dökmeyen.........
insanlara?
·
*
Neden çift .sarmal DNA'da DÖRT ayrı lisan var?
Oysa
bu apaçık veriler tüm Evren'i açıklayan, tüm insanların hava-su kadar muhtaç
oldukları ve Yüce Allah'ın lütfettiği bilimsel değerlerdi. Evren'i ve istisnasız
tüm öğelerini açıklayan bu verileri "Evren'de Zaman ve Hayat"
adlı kitaplarımızda kanıtlarıyla açıklığa kavuşturmaya çalıştık.
"
Bir vakit İbrâhîm şöyle demişti: 'Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin? Bana
göster.' Allah: ' Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?' buyurdu. İbrahim: 'Evet,
inandım, fakat kalbim tam yatışşm diye sordum.' dedi.,
Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Kuşlardan dört cins tut VE İYİCE GÖZDEN
GEÇİRDİKTEN SONRA KENDİ ELİNLE (parça
parça, hamur gibi) PARÇALA ve her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra
onları çağır; KOŞARAK sana geleceklerdir. Bil ki ALLAH, DİLEDİĞİ HER ŞEYDE
GAALİB'tir, HİKMET SÂHİ-Bİ'dİr." (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 260).
Bir
takım insanlar, bu müthiş bilgi kaynağını sihir veya bir başka şey zennetti...ler! Veya; hiç bir şey
bilmediğini bildiği birkaç yarım yamalak şeyle zaten kanıtlayanlar da; " Saçma
şeyler canım!" demişlerdir her halde... Oysa,
sadece bu âyetin ifâdesinin; Evrenlerin tek ve yegâne sırrı, var olma sebebi
olan; ATOMLARIN MUTLAK YAPISINI TÜM VERİLERİYLE AÇIKLADIĞINI, Evren'in
yaratıldığı anki ilk hareket yasalarını apaçık sergilediğini KANITLARSAK... acaba ne düşünecekler bilgelikleri hakkında?
Biraz
üzücü olacak, ancak BOHR + THOMSON ATOM MODELİ’nin ve 20. yüzyıl atom anlayışı
ve fonksiyonları ve kütüphaneler dolusu kelimelerin maalesef bir şey ifâde
etmediğine... yine bilimin NET verileriyle tanık
olacağız.
Âyette,
neden üç değil, beş değil de, mutlaka "DÖRT Kuş" deniliyor?
Niçin başka bir şey örnek gösterilmedi? Sonra, KUŞLAR pek koşmazlar, uç ararlar
değil mi? En önemli veri ise, âyetin sonundaki Yüce Allah'ın HİKMET (5) sıfatıdır.
"Doğrusu,
Allah, gökleri ve yeri yarattığı günkü kesin hükmünde, ayların sayısı, Allah
katında ONİKİ aydır. Onlardan DÖRDÜ harâm o-lanlardır. Bu ayların harâm
kılınışı DOĞRU DİN HESABI ve HÜKMÜDÜR." (Kur'ân-ı
Kerîm; Tevbe Sûresi, âyet 36), deniyor.
✓ NEDEN DÖRT AY?
Fizik-Elektronik
alanlarında mütevazi bir araştırman olarak, 20.
yüzyılın bilimsel gücü, âyette geçen "Doğru Dinin Hesabı" ifâdesinin
matematiksel değerini kavrayabilmesi oldukça zordur, diyebilirim. FAKAT YİNE DE
KABUL EDECEKTİR!... ETMEYE KAYITSIZ-ŞARTSIZ MECBURDUR
DA ÜSTELİK!... Dünya bu değerleri kabul etmek
zorundadır artık...İnandığınız kutsal değerler adına
dikkat ediniz: Tevbe sûresi'nin (9. sûre) 36. âyeti olan ve "HESABI"
ifâdesinin egemen olduğu veri: 4x9 = 36'dır. Zaten 36 9 = çoktan 4 ediyordu!
Hayretinizi hemen sarfetmeyin lütfen, ileride çok gerekecek!
"
Ve bahçeyi sulamak için Aden'den bir ırmak çıktı; ve
orada bölündü (ayrıştı), ve DÖRT kol oldu." (Tevrat:
Tekvin, Bap 2, âyet 10).
Tevrât’ta
da ardı arkası kesilmeyen DÖRT'ler parmaklarını hemen gözümüzün ö-nünde tutuyor, ki beni keşfetsinler diye! Şimdi saymaya gerek
görmediğimiz daha bir çok dört'leri ve gizemlerini
hangi bilimsellikle, kimler, nasıl açıklar? 4000 senedir ne amaçla okudular...Alîm olan Allah'a hamd olsun ki; Tevrât'ı deşifre
etmeyi+ başvurmayı yine Müslüman kuluna hikmetle lütfetti... Bir, birçok
Museviye değil!... Çünkü,
Tevrât’ta tahrif olmasına rağmen, onlardan daha çok saygılıyız.
Bu
gerçekler, bu paha biçilmez değerler bütün insanlığın müşterek menfaatleri
olduğu için biraz sitem ettik.
Dikkatinizi
toplayarak takip ediniz lütfen:
"Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve
yatarken (dâimâ) ALLAH'I
ANARLAR; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ALLAH'IN varlığını isbât için
iyice düşünürler ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın.
Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin (berisin). Artık bizi Cehennem
ateşinden ko-
FU.”
(Kur'ân-ı Kerîm; Âl-i
İmrân sûresi, âyet 191).
Cenâb-ı
Allah, Evrenleri üç-beş kişi, "Allah, sâdece bizim Allah'ımızıdır"
desin diye ve uyusun! diye yaratmadı herhalde.
"Biz,
o gök ile yeri ve aralarında-kini boşuna yaratmadık." (Sâd
sûresi, âyet 27).
"Çünkü
gökleri yaratan RAB, dünyaya şekil veren, ve onu
yaratan, onu pekiştiren, ve onu boşuna yaratmayan, üzerinde oturulsun diye ona
şekil veren ALLAH şöyle diyor: RAB benim; ve başkası yoktur." (Tevrât,
îşaya, Bap 45, âyet 18).
220.
yüzyılda inceden inceye düşünenler var olmaya, var....
ancak Şeytanca inceden inceye düşünenler de var...
Aferin!
Tevrât,
İncil ve bunları tamamlayan Kur'ân-ı Kerîm; hiç bir toplumun özel herhangi
çıkarlarına göre propaganda yapılacak şeyler değildir. Bütün bilimleri koordine
eden ve diğerlerini de tamamlayan Kur'ân'm araştırılmasına yönelmek şöyle
dursun - Ozon tabakasını yırtan sözüm ona bilimselliklerle - Kur'-ân’ıh Evrensel
değerlerine sahip çıkılacağına, Şeytanca hata aranıyor...
Arasınlar
bakalım!
·
*
Niçin senelerimiz 12 aya bölünmüş?
·
*
Niçin İslâm'da "12 İmam" düzeni var?
·
*
Niçin Hz. İsâ'nın 12 Havârîsi vardı?
·
*
Niçin Hz. Mûsâ'nın. 12 kabilesi (sıbtT) vardı?
"Ve
bir vakit Mûsâ kavmi için su dilemişti, Biz de ’ASÂN ile TAŞA VUR demiştik Onun
üzerine O TAŞ-
TAN
ONİKİ GÖZE kaynadı ve çıktı: HER SOY SU ALACAĞI KAYNAĞI BİLDİ. Allah'ın size
olan rızkından yeyin, için, fakat kötülük ederek yeryüzünü FESÂDA
VERMEYİN." (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 60).
Onların
bir kısmı yeryüzünü hâlâ fesâda veriyorlar. Bunun tek sebebi; -altını
çizerek ifâde edeyim ki- Müslümanların, Hıristiyanların ve gerçek
Musevilerin Kur'ân'ı, Incil'i ve Tevrât'ı hiç anlayamadıklarıdır... Ama hiç!
"And
olsun ki, Allah, İsrailoğulla-rından misak almıştı. İçlerinden ONİKİ NÂZIR
bulundurmuştuk." (Kur'ân-ı
Kerîm; Mâide Sûresi, |yet 12).
Âyette
geçen "ONİKİ NAZIR" ifâdesi; çok dikkat ediniz- sûrenin
ONÎKİNCÎ âyetin-dedir. İnsaf artık! Nasıl olur da asırlardır bu apaçık
gerçekleri görmezler. İnsanlık hangi bilimlerle bugünlere, kimler tarafından
getirilmiş? Neyse; devam edelim:
"
Biz İsrailoğullannı ONİKİ kabileye, o kadar da ümmete ayırdık. Mûsâ'ya Tîh
çölünde susayan kavmi kendisinden su istediği zaman 'Asâ-nı taşa vur' diye
vahyettik. Vurunca o taştan hemen ONİKİ göze kaynayıp akmaya başladı. Her
kabile su alacağı yeri bildi ve belledi." (Kur'ân-ı
Kerîm; A'râf Sûresi, âyet 160).
·
*
Neden 12 göze su?
·
*
Nedir 12 kabile?
·
*
Su akıtan taş da ne demektir?
Bu
ifâdeler her ne kadar 6. yüzyıla ve asırlar önceki kültürlere, çölde fazlaca
arzu edilen sulan ifâde ediyorsa da, bu ifâdeler zaten Kur'ân'ın bilimsel
özelliğinin, gizemli değerlerinin her çağa cevap veren İLAHÎ yapısından
kaynaklanır.
Hangi
Müslüman, hangi Hıristiyan, hangi Musevi veya kim; ne tür bir matematikle,
hangi bilimsellikle açıklayabilir, Evren'i avucumuzun içine aldıran bu
gerçekleri?
Mûsâ
aleyhisselam'a yapımı ve kullanımı titizlikle öğretilen o müthiş sandıktaki öz
verilerin yegâne başvuru referansı olan ONÎKÎLE-RÎ burada saymamız imkânsızdır.
Ayrıca, bu kitapta da bu verilerin gizemlerini tam olarak açmak da imkânsızdır.
Ancak bir âyet dahi olsa, bilimsel veya düşünce deneyini, analiz ve sentez
dizilimini izlemekle ve iç içe izahını en ilkel düşünceden en mükemmele doğru
yönlendirildiğini göreceğiz.
Kısaca,
bu verilerin; HAYAT MOLEKÜLÜ TAŞIYAN, DONDURULMUŞ SU TAŞIYAN KAYALAR olduğunu
anhyacağız. İşte bu öğreneceğimiz ilk HIKMET'tir. Yani, İlâhî Fen Bilgisidir.
Kayaların,
gökte veya gezegen yüzeylerinde HAYATIN BAŞLANGICINI taşıyan kimya malzemesiyle
dolu özel bir KOLİ olduğunu anlamak için Bio-kimyager olmaya gerek yoktur,
sanırım.
a
Kayaların "AŞAĞIYA YUVARLANIR" ifâdesi, bilimsel analizlerindeki
yegâne referans noktasıdır. Bildiğimiz gibi, GALAKSİMİZ -galaksiler-
yıldızlarla tecrid edilmiş katmanın merkezî bölgelerine daha yakın ve (şimdilik)
emin bir yerlerdedir.
Evren'e,
evrensel çekimin, yani hiç bir po-laritesi olmayan ve sadece çekme eğilimini
durmaksızın dinamik tutan (kütle değil) Evren gravitasyon etkisinin
müthiş merkezcil girdabıyla, Evrensel çekim egemendir. Bu kayaların üretildiği
yer; kütle üreten ikinci "Kozmolojik Koridorları "dır.
Kayaların "Aşağıya yuvarlanması " ise; artistik bir beyinle
okunduğunda kısır bir ifâde sergileyebilir. Fakat,
bilim adamı beyniyle okunursa:
·
1.
1400 yıl önceki o müthiş öz Arapça'nın tam çevrilemeyişi,
·
2.
Çeviriyi yapanın (yapanların) üstün bilimsel değerlere tam sahip
olamayışı’dır.
Bu
basit açıklamalardan sonra şimdi dikkatle okuyup siz karar veriniz. Ancak,
bilgelikle karar veriniz.
"
(Ne yazık ki) bu ölünün dirilmesinden sonra (ibret alacakken) kalble-riniz
katılaştı. O kalbleriniz taşlar gibi veya ondan daha katı... Çünkü taşların
öylesi var ki, içinden nehirler kaynar taşar; öylesi var ki, yarılıp ondan
çeşme gibi şarıl şarıl su akar ve öylesi var ki, Allah korkusundan, AŞAĞI
YUVARLANIR DÜŞER. Allahü Teâlâ yaptığınız işlerden Gaafil değildir." (Kur’ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 74)
Şimdi
âyette geçen ifâdelere çok dikkat ediniz:
*
Kalb, taşın sertliği ile mukayese edilirken, kalbin içindeki hayatın kırmızı
sıvısı ile,
taşın
içindeki su arasındaki ilişki. Zira;
Hayat
= Dirilik + Kanın ultrastabilite kararlı dinamiği + Suyun titreşmesi.
*
Evren'e egemen merkezi gravitasyonu kayaların aşağıya düşmesi ifâdesiyle
eksiksiz olarak açıklandı.
İç
bükey bir balonun merkezinin belirli uzaklığındaki kapalı çemberin hangi
noktasında olursak olalım, merkeze doğru hareket eden cismi ’’ Aşağıya
düşürüyor" olarak algılayacağız, değil mi?
"Kayadan
çıkan sular ve onları çölde yürütürken susamadılar. Onlar için kayadan sular
aktı. Ve kayayı yardı ve sular fışkırdı. Rab diyor kötülere selâmet
yoktur." (Tevrât,
Bap 48, âyet 21,22).
Bu
âyet Hayat sıvısı" taşıyan kayalardan bizi' Kur'ân'a yönlendiren ön
bilgileri verirken;
"Çölde
kayaları deldi" ve sular çıkardı..."
(Tevrât, Bap 78, âyet 15) ifâdesi
de gezegen yüzeyindeki hayatın başlangıcını;
"Allah'ın
kudretine delâlet eden alâmetlerden biri de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş
görürsün. Fakat üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve kabarır
(canlanır ve yeşerir). Yeryüzüne HAYAT VEREN (demek ki, hayat = su) elbette
ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye KAADİR'dir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Fussilet Sûresi, âyet 39)
âyetindeki verilerle, Kur'ân'ın tamamlayıcı bilgi hâzinelerine götürür bizi.
Bu
âyette "sevk-idare-kontrol eden" yegâne veri Cenâb-ı Allah'ın KAADİR
sıfatıdır.
Bir
takım kişiler süper şeytânî yöntemlerle Kur'ân'ın, olumsuz her şeyi ezen
evrensel gücünün araştırılıp, insanlığın müşterek menfaatlerine uygulanmasını
engellediler. Hâlâ da engelliyorlar... Ancak kâr ettik sanarak, kendilerinin de
uğradıkları, çok yakın gelecekte de uğrayacakları telafisi imkânsız zararları
hiç hesaba kâtmıyorlar!
Beni
yanlış anlamayınız lütfen. Hiç kimsenin mü'min veya Hıristiyan yahut Musevi
olması, inanın ki beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O, kişilerin sorunudur. Bir
şeyi benimsemek, kabul etmek veya etmemek kişinin hür irade ve isteği ile
doğrudan ilişkin bir değerdir. Kur'ân bile insanların zor kullanılarak mü'min
olmalarına karşıdır. Kur'ân'ın kesin çizgilerle hüküm ve emirleri de apaçık
ortadadır.
Benim
benliğimi yakan; insanların ve bilimin; kuyunun dibindeki kurbağa gökyüzünü
nasıl algılıyorsa, Evren'e bililerinin söylediği gibi bakmasıdır. Dolayısıyla,
insanların doğruyu bulabilmeleri ancak bililerinin - ne söyleyeceklerse-
söylemeleriyle oluyor. İnsanlar niçin hür düşüncelerini başkalarının çemberine
terk ediyorlar, bir türlü anlayamıyorum!
İnsan
benliğinin bile kendisine veremeyeceği hürriyeti veren Kur'ân; diğer İlâhî
kitapların da tamamlayıcısıdır ve "Evren-însan" ilişkilerinde akıl,
ahlâk ve eğitici gücü tamamlanmış hâlidir.... Kur'ân i
anhyamadıklan için önemsememek insanlık tarihindeki en büyük hataların zaten
başlangıcıydı. Onun anlamı apaçık ortadadır.
ANCAK
ANLAMAK
İÇİN OKUNURSA...
"De
ki: Ey Ehl-i Kitab! Siz Tev-rât’ı, Incil’i ve Rabbinizden size indirilen
Kur’ân'ı TATBİK ETMEDİKÇE DİNDEN HİÇ BİR ŞEY ÜZERE DEĞİLSİNİZ..
And olsun sana Rab-binden indirilen bu Kur’ân onların birçoğunun azgınlığını ve
küfrünü arttıracaktır. O halde kâfirlerin (gerçeği
örtenlerin, hakikati gizleyenlerin) azgınlığına karşı kederlenme." (Kur'ân-ı
Kerîm; Mâide Sûresi, âyet 68).
Azgınlığı
artmış ve Kur’ân'ı önemsemeyen kim düşündü ki; tüm Evreni mâdem ki Allah
yarattı, Yerküre'de neden KA'BE'yi bir NOKTA olarak, özellikle de Kudüs'ten
sonra tahsis etti? Bütün Kâinât Allah’ındır, bir NOKTAYI TAHSİS ETMEK DE NEDEN?
Hz. İbrahim'e öğretilen nokta, gökteki Kâ'be'yi izdüşümü izleyen yerdeki Kâ'be
idi.
İnsanlığa
asırlardır merkez olan, hem de o denli müthiş rivayetler ve bilgilerle
yaptırdığı o görkemli piramitlerle maskara olan Fir'avn'a, Cenâb-ı Allah,
göklerin acaibliklerini, birçok sırlan gösterip öğretmesine rağmen, Fir'avn
bilgi hırsızlığı yapıp yanılarak piramidi yanlış bir noktaya kurdu.
Fir'avn,
20 yüzyıl uygarlık ve teknolojisinin daha asırlarca ulaşamayacağı yöntemlerle
göklerde gezdirildi. Ne yazık ki "benlik" duygusu onu "Tanrılık"
iddia ettirecek kadar sapıklığa götürdü. Fir'avn'ın kurduğu piramidin
koordinatlannın yanlışlığı.... Yüzyılımızın bilimsel
tüm verileriyle Kâ'be'nin MUTLAK doğruluğunu kanıtlayan yegâne hata
referansıdır. Nasıl anlaşılamadı, nasıl? Anlaşıldıysa, niçin araştırılmadı?
Sitemimiz
için bizi bağışlayın diyemeyeceğiz. Çünkü insanlığın, pırıl pırıl çocukların,
bilim kayıplan için benliğim bir volkan gibi yanıyor. İnsanlar, sadece
birilerinin son derece ilkel ve basit çıkarlan için yapılan propagandalardandır
ki, Kur’ân'ı tam anlamıyla tanıya-mıyorlar..
ANLAYACAK OLAN BİR KAVME
AÇIKLANMIŞTIR
"
Bir Kitaptır ki ÂYETLERİ (kanun,
yöntem, hüküm) Arabça bir Kur’-ân olmak üzere ANLAYACAK OLAN BİR KAVME
AÇIKLANMIŞTIR." (Kur'ân-ı
Kerîm; Fussilet Sûresi, âyet 3).
Herhangi
bir millet veya kavim vb. söz konusu bile edilmeden "Anlayacak olan bir
kavme" ifâdesidir ki, Kur'ân Evrensel bir gerçektir.
Sorabilir
miyiz: Bilimsel öğretinin başlangıcını, yegâne koordinatını anlayabildiler mi
bu âyetten?
"Yemin
olsun ki, Biz bu Kur’-ân'da İNSANLAR İÇİN HER TÜRLÜ
(bir
tek mes'eleyi farklı yöntemlerle açıklayıp) MÂNÂYI TEKRAR ETTİK. Fakat
insanların çoğu kabulden yüz çevirdi, ancak küfrü (6) seçti." (Kur'ân-ı
Kerîm; İsrâ Sûresi, âyet 89).
İnsaf
artık, Yüce Rabbimiz her mânânın apaçık, farklı açıklamalarla anlatıldığına
dair "Yemin olsun ki" ifâdesiyle ne görkemli bilgileri, bir
anda sergiliyor... Tabii ki anlayana!
"
O peygamberler, Allah'ın hidâyete eriştirdiği kimselerdir. Sen onların gittiği
yoldan yürü (Sen onların Tevhîd yolunda bulun). De ki: 'Sizi bu Tevhîd'e (Kur
an a) çağırmama sizden bir ücret istemem. O KUR'AN ÂLEMLER İÇİN ANCAK BİR
ÖĞÜTTÜR.' Yahudiler Allah'ın kadrini gerçeği gibi tanıyamadılar. Çünkü; 'Allah hiç bir insana bir şey indirmedi' dediler.
Onlara de ki: 'Mûsâ'-mn insanlara bir NÛR ve HİDÂYET olarak getirdiği ve SİZİN
DE PARÇA PARÇA KAĞITLAR HÂLİNE koyup hesabınıza geleni
açıkladığınız, FAKAT ÇOĞUNU GİZLEDİĞİNİZ ve atalarınızın da BİLMEDİĞİ ŞEYLER
SİZE (şimdi Kur'ân ile) öğretilmiştir. Ey Rasûlüm, sen 'Allah (o Ki-tab'ı
indirdi)’ de, sonra onları bırak, bâtıl dedikodularla OYALANADUR-
SUNLAR."
(Kur’ân-ı Kerîm; En'âm
Sûresi, âyet 90,91).
Hiç
kimse, ne Kur'ân'a ve ne de bize gücenmesin ve tâ ki ikinci OZON tabakasını da
delip, ne olacağını GÖZLERİYLE GÖRENE KADAR OYALANADURSUNLAR!
İşin
en gülünç tarafı, îsrailoğullannm atalarına ait bir hâtırayı kâhinler ne ile
taşıdı ise, Mekke’de "ŞEFÂATLERÎ UMULAN AK-KUĞULAR" olarak
izleyeceğiz!
Mısırlı
kâhinler, Mekkelilere: "Sizin herhangi bir dininiz yok, olmaz öyle şey,
çok ayıp! Haydi şu hâtıranın üç kahramanı olan Elçi-Melek masalını alın da,
birine LÂT, birine UZZÂ, diğerine de MENÂT deyip, ŞEFAAT UMARAK
OYALANADURUN" diye sattılar herhalde!...
’’
And olsun, sizi nasıl çırılçıplak yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker
teker huzurumuza gelirsiniz. Size verdiğimiz mal ve mülkü dünyada bırakırsınız.
Artık ^Ulah'a ortak koştuğunuz ve ŞEFÂATÇİ ZANNETTİĞİNİZ PUTLARI sizinle
görmeyiz. Gördünüz ya aranızdaki bağlar koptu ve umduklarınızın hepsi sizden
kaybolup gitti." (Kur’ân-ı
Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 94).
^Kur’ân'ın
ışığında ve aklın matematiği ile "LÂT, UZZÂ ve bu da MENÂT'tır"
isimli put lara inanışın kimlerden ve nasıl bir yöntemle Mekke'ye taşındığını,
belki de para karşılığı ticarî malzeme olarak satıldığını birlikte ortaya
çıkaracağız.
Bu
arada, beni ilgilendiren esasın, binlerinin inanç biçimi filân olmadığını,, görevimin asıl özünün, BİLİMİN NELER KAYBETTİĞİNİ tüm
insanlara, yine bilimin diliyle kanıtlamak olduğunu tekrar belirtmek isterim.
Bununla birlikte, âyetteki "şefaatçi zannettiğiniz putları" ifâdesini
de akıldan çıkarmayalım.
Bildiğiniz
gibi, kanunları bilmemek mâ-zeret değildir. Yargıca, "Efendim, ben
bunun böyle olduğunu veya suç olduğunu bilmiyordum, kanunun böyle olduğunu
bilseydim hiç bunu yapar mıydım?" diyemiyoruz, değil mi?
Kur'ân'ı
anlamamanın değil, Kur'ân'ı anlamaya çalışmamanın ne demek olduğunu Dünya
kamuoyuna, yine Kur'ân'm şimdiye kadar farkına varamadıkları gerçek bilimsel
yönleriyle, öğretileriyle açıklayacağız. Anlayamamanın faturası, "Birinci
OZON" tabakasını yırtmakla çok ağır oldu ( daha da ağır olacaktır).
Birinci
OZON tabakasını kozmik ışınlardan koruyan İkinci OZON tabakası delinirse, o
faturayı hiç kimse, hiç bir bedel karşılığı öde-yemiyecektir... Bunun
kesinlikle bilinmesinde ise hayatî önemi olan yararlar vardır.
"
De ki: HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU? ANCAK GERÇEK AKIL SAHİPLERİ
ANLAR." (Kur'ân-ı
Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 9).
Bu
âyeti gezegenler arası bir yerlere yazıp, tüm Evren'e göstermeyi o kadar çok
istiyorum ki, anlatamam. "Gerçek akıl sahipleri" ifâdesiyle;
saf akıl veya pratik akıl anlayışlarının çok üzerinde; AKLIN SÜPER DİNAMİZM
KAZANMIŞ HALİ AÇIKLANIYOR. Kim bilir, belki de 30. yüzyılın uygarlıklarının
anlayacağı değerlerdir!... Ne dersiniz?
"
(Tarafımdan) söyle: Ey îmân e-den kullarım, Allah'dan korkun. Bu dünyada
GÜZEL ve İYİ İŞ YAPANLARA güzel bir mükâfat (Cennet) vardır.
Allah'ın ARZ'I (toprağı, yeryüzü, yeryüzleri) GENİŞTİR. Ancak, Allah
yolunda sabredenlere mükâfatları hesabsız verilecektir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 9).
Âyetin
son cümlesini, "Ancak, Allah yolunda sabredenlere, sabırla didinip,
çalışıp, öğrenip, öğreten; gerekirse birçok fedâkârlığa katlanmak zorunda kalsa
bile, korkmadan, yılmadan, tereddüd etmeden, bilim için, insanlar için
başarmaya çalışan, başaran, inançlı bilim adamlarının mükâfatlan
verilecektir." şeklinde de anlayabiliriz; tabii ki tam olmamakla beraber. Çünkü, âyetin apaçık anlatmak istediği, "Güzel ve iyi iş yapanlar."
ifâdesiyle ortadadır.
Biz
mü'minler ne zaman yapacağız, Yüce Allah'ın emrettiği bu güzel ve iyi işleri?
Bu
kitapta şayet sitem ediyorsam, bilinmesini isterim ki Müslümanlara sitem
ediyorum. Yüce Allah'ın "Habibim" dediği Peygamberimize bile ÎNŞÎRÂH
SÛRESİ'nde:
"
O halde (memur olduğun
bir işi bitirip) boşaldın mı, (yine başka bir iş için) KALK YORUL. Ve
yalnız Rabbi-ne rağbet edip (O'ndan) iste." (Âyet:7,
8) emri İle oturmayı,
dinlenmeyi bile yasaklayan; Kur'ân'a bu nasıl sahip çıkmaktır? Biz, nasıl
Müslümanız?
OTURAN
‘ MÜSLÜMAN YOKTUR, YOK!
HÎÇ
DURMAYAN DÎNAMÎK MÜSLÜMAN VARDIR. Neden mi?
"Ki
onlar Rabbinin katında (hükmünde)
AZAB için damgalanmışlar -dı. (Ey Rasûlüm!) Bu taşlar, senin
ümmetinin zâlimlerinden uzak değildir. (Onların da başına yağar)." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hûd Sûresi, âyet: 83).
Müslümanlar
hiç okumadılar mı acaba bu âyeti?
Bu
âyette geçen "Damgalanmış taşlar", 90-100 arasındaki Atom
numaralı radyoaktive elementlerdir. Üzay'da madde (kütle) üreten koridorların
bulunduğu katmanlarda durmaksızın öz cevhere dönüşüm sürecindedirler.
Atomları,
tüm Evren'i ve öğelerini oluşturan PDCS elementerlerine dönüşüm
sürecindedirler.
Müslümanlar
bilmelidirler ki; zulüm sadece bir başkasına eziyet etmek değildir. Gerçeği öğrenmemeye,
çalışmamaya, keşfetmemeye... Kur'ân'ın öğrettiği gibi yaşamamaya da zulüm
deniliyor.
'
Zâlimler
ile kâfir, Kur'ân'da eş anlamlıdır. Kâfirin fiili: Zulüm + Küfr'dür.
"
Fakat o KUR’ÂN, kendilerine ilim verilmiş kimselerin (âlimlerin)
kalblerinde ışıldayan apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zâlimler
inkâr eder." (Kur'ân-ı
Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 49).
Gördüğünüz
gibi, kâfirin yaptığı fiil "zulüm" olarak açıklanıyor.
Gerçi, bu âyetin muhatabı doğrudan doğruya Müslümanlar değildir. Ancak,
Hûd sûresi âyet 83'te açıklanan "Senin ümmetinin zâlimlerinden" ifâdesi;
kimlere, ne derece, neyi anlatmak istediği de zaten ortadadır.
~
İslâm'a düşman olanın görevi nedir? İNKÂR etmektir, değil mi?
Peki,
Müslüman'ın görevi nedir?
·
*
OTURMAK MIDIR?
·
*
BİLİMİ, TEKNOLOJİYİ SATIN ALMAK MIDIR?
-
ASLÂ!..
Her
Müslüman'ın İNŞİRÂH SÛRESİNİ beynine çivilemesi gerekir ki, Rasûlullah
sal-latiahu «aleyhi ve sellem'e lâyık Müslüman ola^
bilsin. Bunun başkaca bir yolu yoktur.
Hele
birtakım çıkarları doğrultusunda bilime yön vermeye çalışan, Atomü keşfettik
zannedip (gülesim geliyor) gerçeği bilmeden BOMBA yapabilmelerini (Aferin!),
bilime egemen olduk mu zannettiler?
v
KAPATIN BAKALIM OZON'UN YIRTIĞINI! Hatta, ondan da
vazgeçtik; bilimsel olarak açıklayın, bakalım: Ozon, niçin Yerkürenin (N) ve
(S) magnetik kutup bölgelerinden yırtıldı? Niçin Yerkürenin Ekvator çizgisinden : yırtılmadı? Peki, doğrusunu kim
açıklayabilecek? Oysa, dünya 1648 km/h sür'atle kendi
ekseninde dönüyor.
.
Ozon,
kimyasal moleküllerden (CFC) yırtılmış olsaydı, savurganlık eyleminden dolayı
önce Ekvator'dan yırtılması gerekirdi, değil mi? Veya "Ozon niçin önce
Güney'den yırtıldı", diye soralım? CFC'lerin kutuplan keşfettiğini hiç
sanmıyorum! Bir cevaplan var mı acaba bilimselliklerinde...
"Her
ümmetin doğrulduğu bir Kıblesi vardır. ÖYLE İSE EY MÜ’-MİNLER,
HAYIRLI İŞLERDE DİĞERLERİNİ GEÇİN. Her nerede olursanız Kıyâmet Günü’nde Allah
sizi hesap için bir araya toplar. Şüphesiz Allah her şeye KAADİR’dir." (Kur’ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 148).
İnsanlar,
bu âyetten anlayabilecekleri kadar, diledikleri kadar anlasınlar.
·
1-
Mü'minlerin hiç bir
Kitab'ı ayırdetme-den ve diğerlerini de tamamlayan Kur'ân-ı Kerîm ellerinde
olduğu içindir ki, "DİĞERLERİNİ GEÇİN" ifâdesine, daha doğrusu emrine
doğrudan doğruya muhatabtır. Tabii ki din kardeşlerimiz bu âyeti okudu da,
anladılar ise!
·
2-
Kıyâmet: Evren'e egemen
kozmodina-mik hareket düzeninin MUTLAK SONU anlamındadır. Bizim içinde
yaşadığımız Evren'de; ZAMAN MADDEYE EGEMENDİR. Zamanın, maddeyi terk edeceği
an... İşte o an KI-YÂMET'tir. Bu bilimsel ciddi ayrıntıları "Ev-ren'de
Zaman ve Hayat" isimli kitabımızda açıklıyoruz. Zamanın maddeye egemen
olduğu; fikir, çalışma, kanıtlan tamamen bize aittir. Konuyu bu kitapta ne
açabiliriz, ne de gereği vardır. Bu değerler yüzyılın bilimlerine yön verecek
ve magnetik çubuklann niçin itişip-kakıştığını KANITLAYACAKTIR...
-oOo-
GÂRÂNİYK
ÜÇ
GÖRKEMLİ KUĞU!
Bu
satırlardan itibaren bütün ifâdelerimiz bütün din sahiplerine ve insanlara
doğrudan yöneliktir.
Birazdan
sizin de tanık olacağınız gibi, garip bir insanın yazdığı "ŞEYTAN
ÂYETLERİ" adlı kitapta, daha doğrusu kitabın içeriği olanJ’ONLAR
ŞEFÂATLERÎ UMULAN AK-KUĞULARDIR” ifâdesinin gerçek yönü ve nedenleri, bütün
insanların müşterek çıkarlarıdır. Hem de hayatî önemie olan çıkarlar!
Anlayabilmenin, açıklayabilmenin MUTLAK YOLU ise; insanların, Allah'ın
buyurduğu gibi akıl, ahlâk, bilimsel bütünlük değerleriyle birlikte; bilime,
bilimin kaynağına, yani Kur'ân'a ve tamamladığı kitaplara yönelmektir. BAŞKACA
BÎR YOL YOKTUR!
Şimdi
anlatacaklarımızdan en çok yararlanması gerekenler de Museviler olacaktır. Bu
arada Musevilere; Tevrât'ı dolaylı olarak anlayabilirlerse ki -mü'minjolmadıkları
sürece aslâ anlayamayacaklar- ÖĞRETECEĞİZ... Bir örnek verecek olursak:
"Âyetlerimizi
yalanlayanlar ve onlara ÎMÂN etmeyi kibirlerine yediremeyenler var ya. ONLARA
GOK KAPILARI AÇILMAZ VE DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE KADAR Cennet'e
giremezler.." (Kur'ân-ı
Kerîm; A'râf Sûresi, âyet 40).
Bu
âyeti en az 10 defa okuduktan sonra:
"Yine
size derim: Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah'ın melekûtûne(7) girmesinden daha
kolaydır." (İncîl,
Matta, Bap 19, âyet 24).
·
•
Bilim, teknoloji hiç bir yöntemle Güneş sistemini çevreleyen magnetik zarfı
YIRTA-MIYACAKTIR! Hiç bir zaman!... Gerçi, çağdaş bilim
böyle bir ZARFın farkında bile değil! Tâ ki Kur'ân'a; încîl'i ve Tevrât'ı
tasdik eden gerçek olduğuna mutlak inanana kadar ve birlikte, ancak Kur'ân'a
mutlak îmân ve inançla yönelene kadar. Öyle ki; Kur'ân'm bilimsel değerlerini
ona îmân ettikten sonra öğrenene kadar... Nasıl mı?
·
•
Kur'ân'da birçok âyetlerde DEVE'den farklı gizemlerle söz edilir. Özellikle
kayadan çıkan bir Deve'nin İsrailoğullan tarafından ayaklarının çaprazvari
kesilip, isyanları anlatılır. SARI DIŞI DEVE... Tevrat'ın bilimselliğini
gerçekten bilen kişiler, burada adı geçen olaya, yani -devenin iğne
deliğinden geçip geçmeyeceği değil- " GÖK KAPILARININ
AÇILMAYACAĞI" ifadesinin hemen ardından, devenin iğne deliğinden geçmesi
ifâdesini (Ozel-tikle Kuantum Fiziği bilmesi şarttır) kavrar ve
Kur'ân'ın, Tevrât'ı tasdik eden bir gerçek olduğunu hemen görür ve ÎMÂN eder.
ÎMÂN
edip etmemesi bizi ilgilendirmiyor, ancak Kur'ân'ın bilimsel değerlerine
ulaşmak için neden ona MUTLAK ÎMÂN ETMENİN ŞART OLDUĞUNU ise, insan beyninin
Logic (Bilgi iletişim - mantık - devreleri) şebeke tayin ediyor. Bunu
kısaca açıklayalım izninizle. Her hangi bir insanı kasd ederek:
·
•
Aşın bir seviyede ÎMÂN ettiğinizi farz edin, bilimsel düşünce gücünüz yoksa, aslâ başaramazsınız... aslâ!
·
•
Varsayalım ki, bilimsel düşünce gücünüz süper seviyede (neye göre Allah
bilir). Şayet beyin logic devrelere süper işlerlik kazandıracak yegâne iti
olan; bilimsel seviyede inanmıyorsanız...Öyle bir
yerde tökezliyeceksiniz ki, sil baştan yapmak zorunda kalacaksınız.
Kalındı da... Nasıl mı? Ozon tabakasını kimler, hangi süper bilimsellikle,
hangi teknoloji ile yırttılar? Bunu cinler yapmadı her halde?
Tevrât'ta:
"Rabbim sen sığınacak tek KAYAMIZSIN" şeklinde yüzlerce duâ
âyetleri vardır. Zamanın derinliklerinde kayadan nelerin çıktığını gördüler de:
"Rabbim sen sığınacak KAYAMIZSIN" dediler! Bununla beraber,
hiçbir âyette niçin kayaya "Sen Rab-bimizsin" denildiğine açıklık
getirecek bir veri olmamakla beraber, bu müthiş görkemli hâzineleri "Evren'de
Zaman ve Hayat" serisinde "19 ve sırları" adlı
kitabımızda sergilemeye çalışıyoruz.
Elçilerin
öğretici, eğitici vasıflan; asırlar içinde o ilkel insanlar tarafından elçilere
atfen "RAB" sıfatıyla Tevrat'a ve Încîl'e sokulmuştur.
Tevrat'tan
ve Incil'den ayıklanması gereken birinci derecedeki tahrifat; elçilere
"Rab" sıfatı ifâdesinin düzeltilmesidir ki, bu konuda da
çalıştığımızı belirtmek isterim.
İşin
en garip tarafı ise, bu müthiş hatayı yine Tevrât düzeltiyor:
"Rab
bilgi Allah'ıdır." (Tevrat,
Bap 2, âyet 3) deniyor.
Tevrât'ın
bu âyetinden de anlaşılacağı gibi "RAB", bilgi öğretici,
eğitici, terbiye edici anlamlarındadır. Bunun da, Cenâb-ı Allah'ın bir sıfatı
olduğu ortadadır. Öğretici insana veya meleğe "Rab” denilmez. Bu ayrıntıyı
dört İncil de "Muallim=Öğretmen"A olarak telâfi
eder. "Rab" sıfattır ve sadece "Âlemlere
Öğretici" anlamında Cenâb-ı Allah'ın sıfatıdır. En bilge kişiye
öğretici sıfatından dolayı "Rab" denemez.
*
Şunu
da çok iyi bilinmesini istiyoruz:
·
•
Bizi Evren'in değil, Evrenlerin sırlarına götüren,
·
•
Atomların gerçek yapılarını ve hangi ele-menterlerden yaratıldığını,
·
•
Gravitasyon'un gerçek kaynağını,
·
•
Pembe hayallerle, zaman genleşmesini değil... zaman
BÜZÜŞMESİNİ öğreten,
·
•
Ozon tabakasının niçin yer kürenin (N) ve (S) magnetik bölgelerinden
yırtıldığını ve daha önceleri YIRTILACAĞIM HABER VEREN ve tekrar nasıl bir
yöntemle, nasıl bir teknikle kapatılacağını öğreten, HAREKET EDEN BİR MAGNETİN
ASLÂ ELEKTRİKSEL BİR ALANI DA BİRLİKTE TAŞIMADIĞINI, TAŞISA İDİ GRAVİTASYONUN
ASLÂ OLAMIYACAĞINI öğreten,
·
•
Elementlerin sadece Hidrojen atomlarından Kozmolojik koridorlarda yaratıldığını
öğreten,
·
•
KARA DELİKLERİN gerçek sırlarını ve var olma sebeblerini ayrıntılarıyla
öğreten,
·
•
Üzerinde akıllı varlıklar barındıran DÖRT gezegenin (şimdilik DÖRT
demek zorundayım) varlığın öğreten,
·
•
Bu kitap için gerekli olan radyo sinyallerini REBİÜLEVVEL ayının 0NİKİNC1
GECESİ (veya erken sabahı) tesbit edebileceğimizi öğreten,
·
•
Bu gezegenin radyo sinyallerinin hangi dalga boyunda (dolayısiyle hangi
frekanslarda) olduğunu ayrıntılarıyla Tevrât'tan öğreten,
·
•
Yahudilere asırlar önce, neden Cumartesi günü balık avının yasak edildiğini
öğreten,
·
•
Özellikle birkaç asır içinde sadece "TIRNAKLI HAYVANLARIN ETİNİN
YENMESİNİN" yasaklandığını ayrıntılarıyla öğreten (ki bu kitabın esası
olan "AK-KUGULAR' hikâyesiyle çok yakın ilgisi vardır).
"Bir mü'min ki Rabbi tarafından
verilen açık bir delil (gerçek
davasını isbat eden SELİM BİR AKIL) üzeredir ve bunu ALLAH’DAN bir şahid
olan Kur’ân, bir de Kur'ân’dan evvel ken-dişine uyulan ve büyük bir NİMET
BULUNAN Mûsâ’nın kitabı da teyid ediyor: Hiç o sırf dünya hayatını isteyen
âsîler gibi olur mu? İşte
bu vasıfta olanlar Kur’ân'a ÎMÂN EDERLER." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hûd Sûresi, âyet 17).
Mûsâ
aleyhisselâm'a verilen BÜYÜK NİMETİN NE OLDUĞUNU ÖĞRETEN,
ki çağdaş Yahudiler bile bunun farkında değiller!
"KUR'ÂN
BÜTÜN ÂLEMLERE ANCAK BİR ÖĞÜTTÜR. Muhakkak onun haberini bir ZAMAN SONRA
BİLECEKSİNİZ." (Kur’ân-ı
Kerîm; Sâd Sûresi, âyet 87, 88).
Ancak,
inanarak "BİfcMEK" kavramının . mukaddesatını, mutlak hakikatini öğreten (ki-fazla geç
kalmadan hep birlikte öğrensek bari!).
·
•
’De ki: Ey Ehl-i Kitabî (yani
Incil'i ve Tevrât'ı kabul edenler). Siz Tevrat’ı, İncîl’i ve Rabbinizden
size indirilen KUR'ÂNT DOSDOĞRU TATBİK VE İCRA EDİNCEYE KADAR, DİNDEN HİÇ BİR
ŞEY (hiç bir kanaat, hiçbir bilgi) ÜZERİNDE DEĞİLSİNİZ..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Mâide Sûresi, âyet 68),
âyeti ile Evrensel bilgilere ulaşılacak yolları öğreten,
·
•
DNA çift sarmal bilgi bankasına hangi bilgiler HARİÇ, hangi bilgilerin
programlandığını öğreten,
Ne,
Rahman ve Rahim olan Yüce Allah'ın,
ne
de VAHY olduğunu ve Mutlak doğruluğunu bilimsel tüm verilerle kanıtladığımız
Kur'ân'm, reklamını veya tanımını yaptığımız sanılmasın..
.Kesinlikle!.. .
Dileyen
inansın, dileyen inanmasın! İnsanın düşünce hürriyeti ve düşüncesinin hız
olmayan o müthiş hızı, Evrenleri bir anda gezip dolaşacak kadar hür ve
yeteneklidir. Bu yönetme kararı, kişinin kendi hür irade ve isteği ile doğrudan
ilişkindir. Çünkü Kur'ân, bizim anlatmamızla anlaşılacak bir cevher değildir.
MUTLAK İNANIP... inanmak için okunup... ancak, anlamak için okunursa anlaşılacak EVRENSEL BİR
GERÇEKTİR.
Ne
Yüce Allah’ın, ne de Kur’ân’ıh, ne de peygamberlerin ve hepsinin peygamberi
olan, Yüce Allah’ın "Habîbim" dediği ve ahlâk örneği olan
Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin reklam, tanıtım vs.
gibi garib ve gülünç şeylere, kesinlikle ihtiyacı yoktur. Tam aksine,
yerlerdeki ve göklerdeki (zaten biz de göklerde değil miyiz?) bütün
yaratıklar sadece Allah'a muhtaçdır.
Buna
mukabil 6666 Kur'ân âyetinin, yani Allah buyruğunun bizden istediği tek şey
var... tek şey:.. Vaad ettiği Cennet'ini ve sevgisini,
BİLEREK ve HAK EDEREK KAZANMAMIZI...Nasıl mı?
Yüce
Allah'ın öğrettiği AHLÂK değerleri içinde öğrenmekle, bilerek Allah'a inanıp,
Mutlak inançla Allah'a ve bilime yönelerek. Zaten bunun bir başka yolu olamaz.
ATOM FİZİĞİNE İŞARET
"Hayır!
O KuFân kendilerine BİLGİ VERİLENLERİN GÖĞÜSLERİNDE AÇIK AÇIK IŞILDAYAN
(apaçık) ÂYETLERDİR, Bizim âyetlerimizi zâlimlerden başkası inkâr etmez." (Kur'ân-ı
Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 49).
Bilinmelidir
ki; öğrenmekle, Allah'a inanarak, inançla Allah'a ve bilime yönelmekle ancak
başarılabilir.
Yukarıdaki
"Işık", yani "Işıldayan" ifâdesini; aydınlık Olarak
anlamayınız. Bu âyette "Atom Fiziği" ile ilgili verilerin başlangıç
âyetlerinden birisidir. "Işıldayan" terimi ile bilginin ışık
kaynağı veya ışık dinamizmi hareketlerini, yardımcı bilgi olarak tamamlıyor. Bu
açıklamayı, bu kitabın konusu olmadığı için tam olarak açmak ahlamsızdır.. Fakat, âyetten ilk anlaşılacak
veri; hemen her insanın ilk okumada anladığı değerdedir. Kur'ân'ın her çağa,
hemen her insana cevap verdiği gerçeği de böylece anlaşılabilir. Ancak, bu bu
kitap için konumuz dışındadır.
"And
olsun ASR’A (Evren'e egemen kozmolojik zaman dilimidir) gerçekten insan
ziyandadır. Ancak İMÂN EDİP DE SÂLİH AMELLER İŞLEYENLER, birbirine HAKKI
(adâleti,
gerçeği, doğru olanı) tavsiye edenler ve SABRI tavsiye edenler
MÜSTESNADIR." (Kur’ân-ı
Kerîm; Asr Sûresi, âyet 1-3).
Genel
anlamı ile "Sâlih ameller"; yaratılmanın amaçlarını, gizemlerini veya
görünmeyeni görebilmeye çalışmak; öğrenebilmek, öğretebilmek, faydalanmak,
insanların da faydalanmalarına çalışmak, kendisine ve çevresine yararlı
yapılan; her iş, çalışma, düşünce vb. gibi anlamlan içerir.
AMEL;
Arabça'da
"iş-çalışma" demektir. Öz Arapça bilmeyenler, genellikle AMEL
kelimesini ibâdetle kanştmrlar. "Amel" iş; "ibâde"
ibâdettir.
Yüce
Allah Kur'ân'ı insanlar anlasınlar diye apaçık öz Arabça bir lisanla
göndermiştir. İnsanlann anlayamıyacağı bir şeyi Yüce Allah katiyyen göndermez,
göndermemiştir de üstelik. Çünkü, Yüce Allah insanlara
aslâ zulmü murad etmez. însanlann kendileri, hatalarından,
ihtiraslanndan, dik kafalılıklanndan dolayı kazanıyorlar....
zulmü.
"...
Ölçeği ve tartıyı tam denk getirin. Biz herkese gücünün yettiğini emrederiz.
SÖZ SAHİBİ OLDUĞU-NUZ ZAMAN, DAVACI veya DAVALI HISIM VE AKRABANIZ BİLE
OLSA DAİMA ADÂLETİ GÖZETİN..." (Kudm
Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 152).
ÖLDÜRÜLMESİ
GEREKEN HÂİN:
CEHALET
"Görmediniz
mi ki, Allah, gökler-dekini (Güneş,
Ay, Yıldız ve bulutlan) ve yerde olanı hep menfaatiniz için birer sebep
kılmıştır. Hem âşikâre, hem gizli olarak her türlü nimetlerini üzerinize
tamamlamıştır. Böyle iken, insanlar içinde kimisi de var ki, ne bir ilme, ne
bir delile, ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah'ın dini hakkında
mücadele ediyor." (Kur’ân-ı
Kerîm; Lukman sûresi, âyet 20).
Bizim
anlatmak istediğimiz, bu kitabın içeriği olan "Onlar şefaatleri umulan
ak-kuğu-lardır" ifâdesinin gizemlerine henüz girmeden, müminleri de
Kur'ân'ın bilimsel lisanı ile, haddim olmayarak
uyandırmaktır.
Olgun
bir Müslüman, Hind fakiri bir garibi öldürmeye kalkmaz. Bu, Kur'ân'ın tasvib
etmi-yeceği bir teşebbüstür. Bunun bir başka açıklaması olamaz. Hadi, o Hind
fakiri öldürüldü diyelim; daha birçok "Şeytan Âyetleri" tarzında
kitaplar yazacak ve başkaları tarafından prog-lamlananlar olacaktır. Onlar da
mı öldürülecek?... Aslâ! Onlar batılılıkları içinde
oyalana-dursunlar. Müslüm^nm eli böyle bir câhil için kirletilemez.
Öldürülmesi
gereken hâin cehâlettir, Kur'ân'ı anlamamaktır. Yoksa bir garib Hind fakirini
öldürmek değildir. O câhil kişi bu kitabı okuduğunda... hergün ölecektir
zaten...
Bizim
burada yaptığımız; Kur'ân'a, Sevgili Peygamberimize olagelen ve olabilecek
saldırılara; Kur'ân'ın ışığında ve bilimin diliyle, matematiğin dahi -hayır-
diyemiyeceği nitelikte, gerçekleri sergileyip; tüm insanların akıl, mantık,
analiz ve vicdanlarının kararma bırakmaktır.
"Şeytan
Âyetleri” adlı kitabın tamamını okumuş değilim. Sadece gazetelerde yayımlanan
bölümlerini okudum ve "Dünya Atlan-tis'in Akıbetine Gidiyor" adlı
seri kitaplarımda oldukça geniş ve bilimsel verilere ve kanıtlara dayanarak
anlattığım bir konunun alanı olduğunu hemen anladım.
Bütün
Müslümanlar ve bütün insanlar bilmelidir ki, adı geçen mevzuu ve AK-KUĞU-LAR
ifâdesi kesinlikle DOĞRUDUR.
Kişisel
dileğimdir ki, bu mevzuu, yani Peygamberimizin "Onlar kendilerinden
şefâ-atleri umulan Ak-kuğulardır" cümlesini günümüze kadar sağlam intikâl
ettiren hadîs tarihçilerinden, İslâm tarihçilerinden Allah râzı olsun. Bu
kitabın sonunda siz de diyeceksiniz.
,
İslâm tarihinde hemen hemen anlaşılama-masına rağmen, hatta ilk okuyuşta
İslâm'a zarar verecek kaygısı ile silinmeyen, yegâne bilimsel hâtıradır. Gerçi
İslâm tarihinde hiçbir olay, hâtıra, anı silinememiştir. Bu hâtıranın günümüze
kadar sapasağlam intikâli ise Yüce Allah'ın lütfundan başka bir şey de
olamazdı.
Ancak,
art düşünceli insanlar tarafından kasıtlı olarak programlanan Hindli yazarın
ifâde tarzı, biçimi ve fikirleri; kelimenin tam anlamıyla bozuktur. Şüphesiz
bilmediği bir mevzu hakkında yaptığı bu insan ahlâk ve onuruna yakışmayan
davranışı, onun şahsiyeti ve insan değeriyle doğrudan ilişkilidir. Bu ifâde
bozukluğunun kasıtlı nedenleri:
·
1-
Yazann bilileri tarafından
desteklenmesi ve kullanılması,
·
2-
Özellikle bilime beşiklik
etmiş İngiltere'de, çağımızda bilime egemen ve bilimsel seviyede Müslüman olup Kur'ân'a
hizmet etmeye lâyık Amerika'da, insanlığın sonu gelse ve bir tek kişisi kalsa
bile o kişiyle medeniyeti tekrar kurabilecek Almanya'da, özellikle teknolojiye
egemen çalışkan ve saygı örneği sergileyen Japonya'da... Müslümanlığın hızla
yayıldığı bir dönemde, kasıtlı olarak yayınlanıp, yine aynı güçler tarafından
reklâm edilmesi,
·
3-
Yazann şeytanca
saplantılarla, kesinlikle kendi alanı olmayan ve son derece ciddi bilimsel
ağırlıklı bir mevzuu - ki tüm insanların müşterek çıkarlarıdır- bilmeden,
cehâletinden dolayı gerçeği saptırmasıdır.
·
4-
Sözünü ettiğimiz bilimsel
alan sadece, ama sadece bize attir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ve bu
gezegende bu konu ile ilgili bir başka şey yazılamaz ve düşünülemez...
Özellikle bütün insanlığın ciddi seviyede gelecekleri söz konusu olduğu için...
Oldukça
bön veya bencil düşünüyoruz sanılmasın. Birazdan siz de tanık olup hak
vereceksiniz.
Şimdi
satırlara dökülecek mevzuu odur ki, bütün Dünya'yı yakından ilgilendiren ciddi
bir ' değerdir, açığa çıktığında ise, "Gerçekten böyle imiş! Nasıl oldu
da anlayamadık!" vb. gibi laflar duyabilirsiniz. Hatta kitabın yazan
Hind fakiri de!
Yazar,
adı geçen kitapta: Sevgili Peygamberimizin; "Onlar kendilerinden
şefaatleri umulan AK-KUGULARDIR." dediğini ve bu cümlenin bitiminden
bir süre sonra secdeye kapandığını; bu secdeye kapanışın LAT, UZZÂ ve MENÂT
adlı (dişi-tanrıça) putlara tapınmak (Hâşâ!) için yapıldığını
yazıyor. Bu iğrenç cümleyi şu anda yazarken dahi iliklerime kadar utanç
duyuyorum. Ancak, siz okuyucularımıza kitaptaki şarlatanlık hakkında az-öz bir
ön bilgi vermek zorunda çl-duğumuzdan kaçınılmaz bir zarurettir.
Bu
secde olayının olduğu anda; diğer Mekke müşriklerinin de secdeye kapandığını,
çok az sayıda yaşlı henüz Müslüman olmuş az bilgili birkaç kişi de secde
yerine, yerden toprak alarak alınlanna sürmekle secde emrini yerine getirmeye
çalıştıklarını tarihlerden zaten biliyoruz. Ancak bu olay anında, Mekke'de
öylesine müthiş tabiat üstü bir olay oldu ki...
Rasûlullah'tan başka kimse olayın aslını görmemesine rağmen, ya korkudan, ya da
hayretten, veya sanki magnetik bir fırtınaya
uğradıklarını hissedip; Kâinât'ın Efendisi'nin EN-NECM SÛRESİ’nin son
âyetlerini vahiyle dinleyip 62'nci âyette secdeye kapanmasını; müşrikler "âni-
sonik patlama" veya "şok" etkisiyle Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem Efen-dimiz'i taklid edip secde ederken,
Müslüman-lar da Peygambere mutlak inançla putlara değil, ALLAH’A SECDE ETTİLER.
Birkaç yaşlı ve şuursuz Müslüman ise, yerden toprak alıp alınlanna sürdüler.
Bunlar da belki henüz Müslüman olan ve şaşkınlık içindeki kimselerdi. Olayın
meydana geldiği o anda nasıl tabia-tüstü bir olayın olduğuna bu kitapta
birlikte tanık olacağız.
"Şeytan
Âyetleri" adlı
kitabın yayınından sonra birçok kişi, Cenâb-ı Peygamber'in, "Onlar kendilerinden
şefâatleri umulan AK-KU-ĞULARDIR-GÂRANÎYK" demediğini, hangi bilimselliğe
ve hangi araştırmaya dayandın-yorlarsa(!) söylemeye çalışıyorlar. Hayır!
Kâ-inât'ın Efendisi, bütün insanlığa yön veren bu cümleyi Mekke'de söylemiştir.
Bu cümlenin bilimsel ağırlığını ise bu kitap süresince, istisnasız her insan
ayrıntılarıyla anlayacaktır, itirazı olanlar da!...
anhyacaktır.
Şunun
da kesinlikle bilinmesini isteriz ki: Gravitasyonun kaynağından magnetik
alanların gizemlerine; atomların gerçek kimliğinden oluştuğu elementer (PDCS)
öğelere (8) kadar
Kur'ân'ın bize öğrettiğini hiç bir eksiltme yapmadan bilim dünyasına kesin
deney ve kanıtlarıyla birlikte kitaplar halinde sunuyoruz.
Gerek
bu kitapçığı, gerekse diğer bilimsel çalışmalarımızı, bunların net verilerini
bütün insanlığa hizmet amacı ve sadece Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah'ın
sevgisini kazanmak için yapıyoruz. Bilimsel keşiflerin kâşifine verdiği haz’ı
anlatabilmek zaten mümkün değildir.
Yoksa
bu çalışmalarımla, (Hâşâ), ne Yüce Allah'ı, ne de Kur'ân'ı, ne de
kendisinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eden Kâinât'm Efendisi
Hazret-i Muhammed sallal-lahu aleyhi ve sellem'i tam olarak anlatabilmiş ve
açıklayabilmiş değilim.
’
Şimdi oldukça dikkatli, akılcı, aklın matematiğine işlerlik kazandırıp, zihnin
gözlükleriyle takip ediniz, lütfen
-oOo-
GÂRÂNİYK=ÜÇ
GÂRNİK
"Onu
PÜRÜZSÜZ ve DOSDOĞRU ARABÇA bir Kur'ân olarak indirdik. Gerek ki, KÜFÜRDEN (gerçeği
örtmekten, gizlemekten) SAKINSINLAR." (Kur-’ân-ı
Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 28).
Kur'ân-ı
Kerîm gerçekten de pürüzsüz bir Arapça ile vahiy edilmiş ve yazılmıştır. Şu
anda adı geçen Arabça'yı, araştırmacı seviyesindeki eğitim merkezleri, lisan
uzmanlan ciddi seviyelerde araştınyorlar ve belirli bir seviyede ancak
biliyorlar. Yani Kur'ân'm Arapçası (Öz Arabça) tam anlamıyla Arab
halkının konuştuğu Arabça değildir.
Bildiğiniz
gibi, hemen her yüzyılda top-lumlarda göçlerin, ticaretin, teknolojik
transferlerin, eğitim alış-verişlerinin evliliklerin vb. gibi etkileriyle ciddi
seviyede, ancak oldukça yavaş işleyen kültür değişimi vardır. Buna, bildiğimiz
gibi "Kültür Tekâmülü" diyoruz. Şimdilik, hiçbir toplumun
giderek câhilleşti-ğine tanık olmadık. Yüzyıl önce ölmüş büyük dedenizle bugün
konuştuğunuzu var sayın... Anlaşabilir misiniz? Hemen hemen imkânsızdır, değil
mi?
Bildiğiniz
gibi Kur'ân 6. Yüzyılda gelmiştir. Arapların dillerinin o çağda da dillerinin
yine Arapçca olmasına karşın, insanlarının en fazla %10'u okuma yazma
biliyorlad*. Bu, şu demektir: Toplumdaki kültürün ifâde ve anlayış farkı ciddi
seviyede, dengesizdir.
Yüzde
10'luk kitle ile diğerlerinin konuştuğu dil aynı olmasına rağmen ifâde ve
anlayış farklılığı bariz bir biçimde gözlenebilir. Özellikle güncel konuların
dışında felsefî, bilimsel vb. gibi. Bu anlattığımız gerçeği 20.Yüzyılda da
hemen her toplumda tartışmasız izleyebiliriz. Her toplumun farklı kesimlerinde
kültür ve anlayış farkı açıkça gözlenebilir.
Bir
de son derece zengin, o oranda da "kelimenin" birçok anlamı
olan Öz Arab dilini hesaba katarsak; birtakım yanlış anlaşılabilecek veya
anlaşılamayacak ifâdeleri daha ciddi kavrayabiliriz.
Zaten
âyette belirtilen "DOSDOĞRU VE PÜRÜZSÜZ BİR ARABÇA" ifâdesi
henüz gençliğimde Kur'ân'ı anlayabilme noktamızı ve koordinatımızıtayin
etmişti.
6.
Yüzyılda geçimlerinin büyük bir bölümünü ticaretle kazanan Mekkelilerin, birçok
yabancı kültürlerin de etkisiyle, geniş ve halkın konuştuğu dillere göre çok
yüksek bir kültür seviyesinde, gizemleriyle, dosdoğru ve pürüzsüz bir Arabça
ile ve bölüm bölüm gelen Kur'ân, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
tarafından anlatılarak, eğitilerek topluma Öz Arabça ile yansıyordu, bildiğiniz
gibi bu da 23 senelik bir zaman aldı.
Ancak,
anlayışları o kadar sınırlıydı ki; "hatta parantez içinde" o günkü
Mekkelilerden çok daha köklü kültürleri olan, sağlıklı dilleri ve Arablardan
çok önce alfabeleri olan, o devirlerde dahi bilime daha yakın olan Yahudi-ler;
Kur'ân'ı anlayamadıkları için veya ihtiraslarından, ihtilaflarından dolayı,
Mekkelileri; Peygamber Âzer oğlu Hz. tbrâhîm ve peygamber Hz. Lût'a ait
anılarla (doğru olan bir hâtıranın zamanla hikâye veya masal haline
getirilmiş halidir) Kur'ân'dan uzaklaştırma politikası yapıyorlardı. Câhil
Mekkeliler de inanıyorlardı.
Az
önce belirttiğimiz kültür farkına şimdi birlikte tanık olacağız. Peygamberimiz
sallalla-hü aleyhi ve sellem duâ ederken veya insanlara Kur'ân'ı açıklarken
veya açıklamaya çalışırken; hem " ALLAH" demesini, hem de
"Bütün yaratıkları seven, nzıklannı veren, ihtiyaçlarını esirgemeden
veren, dünya nimetlerdim hiç kimseden esirgemeyen" anlamındaki "RAHMÂN"
demesini; inançsız Mekkeliler:
-"Ey
Mekkeliler! Hem bizim putlarımıza söz atıyor; sizin de, bizim de İlâhımız bir
olan Allah'dır diyor, hem de Allah ve Rahman diye iki ilâha duâ ederek Rahmân
diyor." şeklinde
değerlendirmişlerdir. Oysa:
"De
ki: İster Allah deyip duâ e-din, ister Rahmân deyin, hangisini
? derseniz O'nundur en güzel
isimler." (Kur'ân-ı
Kerîm; İsrâ Sûresi, âyet 110), âyetiyle
hem Kur'ân açıklanıyor, hem Peygambere ve dolaylı olarak insanlara öğretiliyor,
hem de gelecek nesillere pek çok bilimsel gerçeklerin intikâli sistemli bir
yöntemle sağlanıyordu. Az önce izlediğiniz gibi; hem "Allah" demesini,
hem de "Rahmân" demesini hemen ânında iki ayrı ilâh zannedip
amaçlarına' malzeme yapabiliyorlardı. Kültürün anlayış ve ifâde seviyesini
artık siz hesab edin.
O
günün toplundan ve kültürleri bilimsel önemi olan Kur'ân âyetlerini tam
mânâsıyla anlıyamayacaklanndan dolayı;
-"Nasıl
olur canım, olur mu yerlerin etrafından kaçıp kurtulmak, ölümden kurtulmak"
vb. gibi ilkel duygularla
düşünüp, Kur’ân'ı tahrif etmesinler diye (etmeleri zaten mümkün olmamakla
beraber, Kur'ân'ın gerçek tefsir kaynaklarının tahrif edilebileceğini kasd
ediyoruz); aklın matematiği ile 20. Yüzyılda ancak bir kısmını anlayabildiğimiz
birçok bilimsel gerçekleri, mükemmel bir özellikle (teknık-le) kamufle ediyor ve gelecek nesillere de bilgileri eksiksiz
aktanyordu. Bir örnek verecek olursak:
"Ey
Cinler ve İnsanlar topluluğu! Gücünüz yeterse GÖKLERİN ve YERİN ETRAFINDAN
ÇIKIP GİDİN... Çıkıp gidemezsiniz, kurtulamazsınız; ANCAK BİR KUVVETLE."
(Kur'ân-ı
Kerîm; Rahmân Sûresi, âyet 33).
Aynı
âyetin bir diğer meâli:
"Ey
cinler ve insanlar topluluğu! GÖKLERİN VE YERİN bucaklarından GEÇİP GİTMEYE
GÜCÜNÜZ YETERSE GEÇİP GİDİN, ANCAK KUDRETLE GEÇEBİLİRSİNİZ."
Şimdi
dikkatle izleyiniz lütfen: "Çıkıp gidemezsiniz" ifâdesine
kadarki bilgi o günün kültürüne göre, kavrayışlarına göre, o insanları
frenliyor, yani:
"Siz
yapamazsınız, böyle bir şeyi düşünseniz de başaramazsınız." diye
sınırlıyor, fakat:
"ANCAK
BÎR KUVVETLE veya ANCAK KUDRETLE GEÇEBİLİRSİNİZ." ifâdesi de gelecek
nesillerin akıl matematiğine gördüğünüz gibi îriutlak yön veriyor. Yalnız yön
vermekle kalmıyor, işin uzmanlarının anlı-yacağı özelliklerde ise, ayrıntılı
bilgileri entegre bir biçimde zaten sergiliyor.
Çağımızda
da bu âyete göre:
İşte
canım, uzay seyahatlerinden söz ediyor, gördünüz mü bakın, Kur'ân'da neler var
neler!" diyecek ve
hiç mi hiç ilgisi olmayan bu gerçek bilgi anahtarını, günümüzde de yanlış
anlayıp, yanlış değerlendirecek çok kişi olacaktır. Kaldı ki 6. Yüzyılda yanlış
değerlendirme yapılmasın; 6. Yüzyılın Arablanna da bir kabahat yüklenmese gerek.
HER İYİ ŞEY, İHTİLAFLARININ GÜCÜ İLE DEĞER KAZANIR, DEĞİL Mİ?
Hatta
Arablann ö gün için aıilayışlan o kadar sınırlıydı ki; kendi soylarından olan
Peygamberimizi tenkid ediyorlar ve yabancıların ihtilaflarına göz göre göre
"Evet" diyebiliyor-lardı.
"Hayır,
o kâfirler (gerçeği örtenler) İLMİNİ (bilimselliğini) KAVRAYAMADIKLARI KUR'ÂN'ı
yalanladılar ve kendilerine HAKİKAT ve İNCELİĞİ HAKKINDA BİR ANLAYIŞ DA
GELMEDİ. Onlardan önce gelen ümmetler de peygamberlerini böyle yalanlamışlardı.
Amma bak zâlimlerin âklbeti nasıl oldu?" (Kur
an ı Kerîm; Yûnus Sûresi, âyet 39).
Bu,
onların sorunu olmasına rağmen, hâlâ kavrayamıyorlar diyebilirim. Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in hem
"Allah", hem de "Rahmân" diye duâ ederken karşılaştığı tenkidleri,
az önce belirtmiştik. Şimdi, birinci sayfadan itibaren okuduklarımızı
hatırlayarak, bütün dikkatimizle takip etmemiz gerekiyor.
-oOo-
OKURKEN,OKUDUĞUNUZU YAŞAYINIZ
Asırlar
önce olmuş, anılan doğru olan bir hâtıranın, asırlar sonra da hikâye, masal
haline getirilmiş, bozulmuş şeklini Peygambere anlatan ve tenkid eden inançsız
Mekkeliler ve yabancılar:
-"
Bak bu gerçeği sana din sahibi Yahudi-ler de anlatıyor. Sen putlarımıza sadece
taşlardır diyorsun. Oysa bunlar (şimdi çok dikkat edin), LÂT, UZZÂ, ve bu da MENÂT'tır. (Bu cümlenin ifade tarzını ve
cümle tekniğini sakın unutmayınız), biz bunlardan ŞEFAAT VE YARDIM
UMUYORUZ, oysa sen bunlara cansız taş parçalan diyorsun" deyip
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i sıkıştırmaya çalışıyorlardı.
Peygamberimiz,
Mekkelilerin körü körüne inandıkları bozulmuş bu hikâyenin özünün asılsız
olmadığını biliyordu. Tarihin derinliklerinde olmuş o gerçek olayın asırlar
sonra kırpı-la kırpıla sadece basit bir masal haline geldiğini de sezinledi.
Son derece hoşgörülü ve yumuşak huylu oluşundan dolayı tam cevap vermemeyi, veya sanki o mevzuun aslına zarar gelebilir
korkusu ve endişesiyle, bir başka zaman açıklamayı tercih ediyormuş gibi tavn,
o anda Mekkelilere kesin tavır almayıp, insanları rencide etmeden hitab eden
ahlâk yapısından ve taraftar kazanmayı da tercih edercesine düşüncelerinin
olması son derece doğaldır. Zira Sakifoğullan, Hazret-i
Peygamber'e; "Putumuz LAT'ı terk etmemiz için bize süre tanı, bizim de
vadimizi Mekke gibi kutsal yap!" gibi tâviz vermeyi gerektiren ciddi
anılar günümüze kadar geldi ise de; en sağlıklı gerçek nedeni: "Sen
gelip bizim putlarımıza el sürmedikçe biz de seni Hacer-i Esved'i (Siyah taşı)
selâmlamağa bırakmıyacağız." baskısı idi. Hemen her zorluğu iyi
ahlâkı, bilge, hoşgörülü, efendi davranışlarıyla ve Rabbimizin hikmetiyle çözen
Sevgili Peygamberimizin kalbinden az önce anlattığımız zorlukları durdurabilmek
ve KUĞULAR gerçeğinin de ciddiyetini henüz tam bilmediğinden, biraz olsun tâviz
geçiyor ki, Yüce Allah:
”
Az kalsın seni bile sana vahiy ettiğimizden başkasını Bize iftira edesin diye
fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer Biz, sana
SEBAT vermemiş olsaydık, sen onlara AZ BİR ŞEYLE MEYL EDECEKTİN..." (Kur’ân-ı
Kerîm; Isrâ Sûresi, âyet 73, 74). âyetleriyle
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem eğitiliyordu.
Çünkü
Peygamberimize, "Sen Kur'ân'ı tebliğe memursun" şeklinde
birçok vahiy geldi. Yani Kur'ân'ın bir tek kelimesi için dahi tâviz
verilemezdi. Anlatmak istediğim, Peygamberimizin Kur'ân hakkında taviz vereceği
vermek istediği değildir. Bu, son derece hassas noktadır ki; Peygamberimizin
kişisel tüm hayatı, günlük konuştuğu her cümle, eksiksiz tüm davranışları,
güncel hayatı Kur'ân'ı tefsir edecek yegâne başvuru referansıdır. Bu yüzdendir
ki, Yüce Allah hemen her konumda ayrıntıları Kur'ân ile gelecek nesillere,
Peygamberimizin yaşantısındaki hemen her olayla bütünleştirerek, intikâl
ettiriyordu. Peygamberimizin karşılaştığı ciddi tekzibleri de eksiksiz olarak
bizlere; Kur'ân'm tek bir harfinin dahi önemi dolaylı veya direkt olarak
hatırlatılıyordu. Zira Peygamberimizin hemen her sözü ve davranışı, Islâm'da ikinci
derecede başvuru kaynağıdır. Buna da "HADÎS" diyoruz.
Kur'-ân'ın bilimsel tüm gizemlerine ancak "Hadîs" ve "Hadîs-i
Kudsî" ile girilebilir. Yani hadîs, Kur'ân'ı anlamak için başvurulacak
birinci derecedeki referanstır.
Hazret-i
Peygamberi sıkıştırıp gerekli tâvizi koparmaya çalışanlar zengin, doğal olarak
da taraftarları ve kabileleri kalabalık olan kişilerdi. Hazret-i
Peygamberin kalbinden geçen ise, her ne kadar Mekkelilerin anlattığı bozuk
masalın esasta doğruluğunu sezinlemesine karşın, hem taraftar kazanmak (genel
anlamda Dini yaymak), belki de KUĞULARIN tam ciddiyetini henüz açıkça
bilmediğinden, biraz olsun tâviz vermeyi düşündü ki;" Sen onlara az bir
şeyle meyi edecektin " (Kur'ân-ı Kerîm; lsrâ,74) ifâdesiyle
Hazret-i Peygamberin olay hakkında bir şeyler bildiğini, ancak ciddiyetini tam
bilmediği çin biraz tâviz verebileceğini, âyetin kesin çizgilerinden
anlayabiliyoruz. Fakat, Kur'ân için tâviz verilemezdi...
"KUR'ÂN
BÜTÜN ÂLEMLERE ANCAK BİR ÖĞÜTTÜR." (Kur’ân-ı
Kerîm; Sâd Sûresi, âyet 87) âyetiyle,
Kur'ân'ın hiçbir şahsın, milletin, hatta bu gezegendeki insanların dahi
tekelinde olamıyacağını, zor kullanarak da kabul ettirilemeyeceğini kesin
emirlerle Hazret-i Peygambere dolaylı olarak da gelecek nesillere açıklıyordu.
"Hiç
şüphesiz o Kur'ân KAT'İ BİLGİ-Nİrt TAM GERÇEĞİDİR." (Kur'ân-ı
Kerîm; Haşr Sûresi, âyet 51).
Âyette
ifâde edilen "YAKİYN"; kendisinde asla şüphe olmayan, kat'i, mutlak (salt)
bilim, bilgi demektir.
Öncelikle
aklı başında bilim adamlarına hitab eden bu âyetin değerini anlamamak için,
insandan gayri bir şeyler (o şey her neyse) olmak gerek!
Kat'i
bilgi, tam, eksiksiz bilgi demektir. Fakat, "Kat'i
bilginin (üstelik) TAM GERÇEĞİ" deniliyor!
Hangi
amaca hizmet etmek için anlamadılar bu gerçeği acaba?
Esas
konuya girerken oldukça dikkatli izlememiz gerekecek. Çün^ü, okuyacağınız her
satırın "Bio-thermo Dynamic Bilgi İletişim Düşünce Merkezinizle
bütünleşmesi gerekiyor. Çünkü, "GÂRÂNİYK=
AK-KUĞULAR" gizemi Allah'ın dostu Hazret-i İbrâhîm aleyhis-selâm ile
başlıyor.
"
(Îbrâhîm, îmâna dâvet edince) kavmi-nin cevabı ancak şu olmuştu: Öldürün
O'nu yahut YAKIN O'NU. (Bunun üzerine kavmi, Ibrâhîm'i ateşe attığı zaman) Allah
da O'nu ateşten kurtardı. Elbette bunda îmân edecek bir kavim için ŞÜPHE
GÖTÜRMEZ İBRETLER VARDIR. (İbrâhîm) dedi ki: Siz, dünya hayatında,
aranızda sevgi olsun diye, AHIah'ı bırakıp bir takım putlara tapındınız...
Bunun üzerine Ibrâhîm'e (ilk olarak) LÛT îmân etti. İbrâhîm şöyle dedi:
'Ben, Rabbimin emr ettiği yere (Harran'dan Filistin'e) hicret edeceğim.
Şüphe yok ki, Allah Azîz'dir, her şeye Gaalib'tir, Hakîm'dir (hükmünde
hikmet sahibidir)." (Kur'ân-ı
Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 24,25,26).
Îbrâhîm
aleyhisselâm'a ilk olarak kardeşinin oğlu Hazret-i Lût îmân ediyor. Lût
aleyhis-selâm bir peygamber olarak Sedom'da yaşayan bir kavme geliyor. İşte
buralar, birazdan tanık olacağınız "AK-KUGULAR" anılarının geçtiği
yerlerdir.
İbrâhîm
aleyhisselâm birazdan izleyeceğiniz gibi, Elçiler tarafından özel programlanmış
DNA moleküllerini kendisine ve hanımı Sâre'-ye (Sâre'nin çocuğu olmuyordu)
enjekte operasyonu için son derece müsait bir bölge olan, Allah'ın vahiyle
emrettiği yere, önce Mısır'a, sonra Filistin'e gelip yerleşti.
Gerçi
olayın geçtiği yerler Kur'ân'da ayrıntılı olarak açıklanmıyor. Oysa, Hz. İbrahim'in, Lût aleyhisselâm ile birlikte
çıktıkları yerin kesinlikle Harran (Mezopotamya, şimdiki Urfa) olduğunu,
Lût'un Sedom'a geldiğini, İbrâhîm'in önce Mısır'a sonra (Sâre ile birlikte)
geldiğini, sonra tekrar Filistin'e döndüğünü, Mısır'da Fir’avn tarafından
hediye edilen câriye Hâcer ile Sâre'nin isteği ile evlenip çocuğu olduğunu,
Îsmâîl isimli bu çocukla Mek-ke'ye/Farran'a gelip Hâcer’i ve Ismâil’i orada
bırakıp tekrar Filistin'e geldiğini tartışmasız, güvenilir kaynaklardan
öğreniyoruz. Ancak îsmâîl ile birlikte Mekke'ye gelişi, Hazret-i İbrâhîm'in çok
ileri yaşlarındadır ve Sâre'den İshâk isimli çocuk doğduktan sonradır.
Kâ'be'nin,
Yerküre üzerinde özel bir nokta olarak tahsis edilişi bu olayladır ki insanlığa
bilimsel verilerle mâl edilmiştir. Çağın bilimselliği bu noktanın önemini +
anlamını henüz kavrayamamış olmasına rağmen Kur'ân'ı anlı-yacâğı yerde, onunla
mücâdeleden bir türlü vaz geçemiyor... Neyse iki ayak üzerine kalktığında
herhalde anlıyacaktır!
Lût
aleyhisselâm ise görev yapmak üzere gönderildiği Sedom’daki kavme gelip:
"Lût'u
da kavmine peygamber olarak gönderdik. Hani kavmine şöyle demişti: Gerçekten
siz çok kötü işi (livata)
yapıyorsa» naz. SİZDEN ÖNCE ÂLEMLERDEN HİÇBİR KİMSE
BUNU YAPMAMIŞTIR. Cidden hâlâ erkeklere gidecek, (mal aşırmak için) yolu
kesecek ve toplantınızda EDEB-SİZLIK yapıp duracak mısınız? Buna karşılık
kavminin cevabı şöyle demek olmuştur: Eğer doğru söyleyenlerdensen, GETİR BİZE
ALLAH’IN AZABINI.” (Kur
ân ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 28,29).
Lût'un
kavmine yaptığı nasihatlar, izlediğiniz gibi sonuçsuz kalıyor. Kavim herhangi
bir azâbın olmayacağı ve olamıyacağı inancındadırlar. Ancak, hiç unutulmaması
gereken ifade,"Sizden önce ALEMLERDEN HİÇ KİMSE
BUNU YAPMAMIŞTUdır. Bu demektir ki; kavminin yaptığı bu edebsizlik o gününe
kadar daha önce hiç duyulmamış bir hâdisedir. Dola-yısıyle o kavmin bulunduğu
yerde oldukça meşhur, adının sık sık duyulduğu bir yerdir. Zaten "yolu
keserek" ifâdesinden, şehirlerinin kavşak bir yerde, yani fazla işlek
bir transport güzergâhta olduğu anlaşılıyor.
Lût
aleyhisselâm ne kadar bir zaman kav-mine nasihat ediyor,
veya aradan ne kadar bir zaman geçiyor pek bilemiyoruz. Ancak;
"
Hani elçiler İbrahim'in yanma varıp SELÂM demişlerdi. (İbrâhîm
elçiler için hazırladığı yemeği, yemediklerini görünce) dedi ki: BİZ, SİZDEN
CİDDEN KORKUYORUZ. Elçiler de: KORKMA GERÇEKTEN BİZ SANA BİLGİN BİR OĞUL
MÜJDELİYORUZ dediler." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 52,53).
Elçiler,
İbrâhîm aleyhisselâm ile tanışma-lannm hemen ilk cümlesinde, sahip olacağı
OĞLAN evlatla müjde vererek KORKUSUNU gideriyorlar... Hem de oğlan olacağını,
hem de bilgin-bilim adamı olacağını garanti ediyorlar!
Kur'ân'ın
en önemli bilimsel gizemlerinden bir gerçek de; olaylar, anılar, tarihî veriler
veya öğütler birçok ayrı sûrelerde ayrı ayn anlatılırken, bizlere ilettiği "esası
aynı olan" hâdiselerin birçok ince ayrıntıları, ayn ayn sûrelerde
açıklanır. Bunun çok önemli bilimsel nedenleri vardır ve konumuzun dışındadır.
Yukandaki
âyetlerde Hz. İbrâhîm ve elçiler arasında geçen konuşmalann bir diğer sûredeki
anlatımıyla, bir örnek daha verebiliriz:
Kuğular
gizemine henüz girerken açılması ve tanımlanması gereken bir nokta da şudur:
-oOo-
ELÇİ - MELEK
ELÇİ-MELEK;
Öz Arabça’da ELK (E.L.K.)
kökenli olan bu kelimenin tek anlamı vardır. Bu anlam, birçok farklı şekilde
özneleş-tirilmesine rağmen içeriğindeki anlam; "haber
getiren-götüren" veya "bilgi getiren-ğötüren ve
bilgileşmeyi", yani "haberleşmeyi sağlayan" vb. gibi
hallerde; ELK fiili kullanılabilir. Örneğin Melek; ELK kökenli; haber, bilgi,
emir getiren- götüren fâildir. Buna göre Elçi-Melek; haber getirip- götüren
KİMSENİN hem adıdır, hem yaptığı işin adı ile birlikte anılan, ifâde edilen
hâlidir.
Melek,
hiçbir iş yapmadan varlığını veya özelliğini bize nasıl belirtecektir? ELK,
yani elçilik, yani haber, görev, emir getirip götürmekle Elçi-Melek olarak
ancak kavrayabiliriz.
IŞIK
da bir tür melek
olabilirdi. Ancak, ışık kaynağından çıkıp eşyanın özelliklerini göze getiren
tek yönlü bilgi-haber iletişimi yaptığı için buna "ELK” diye benzetme
yapabiliriz.
Radyo
dalgalan da bir tür ELK’dir. Ancak, tek yönlü elçi değil -ELK- kökenine atfen
kavramak için benzetebiliriz. Kaynağından "Radyo Alıcısına"
haber-bilgi getirmesine rağmen Radyo Dalgalanna "Melek" diyemeyiz.
Yaşlı insanlar (Türkler) hatırlayacaklardır. Posta görevlilerine yaptığı
görevden dolayı "ULAK"
83
denilirdi. Bu kelime
Osmanlı Türkçesi'nde "ELK" kökenli bir kelimedir.
Melek
haber, bilgi, emir alış-verişinin fâili ve o bilginin gereğini yapan KİMSE
olurken, yaptığı fiil "ELK"dir. Yani "Elçilik"tir. Oysa, elçe de isim değil, elçilik yapanın faaliyetidir.
İnsan
da yaratıktır ve duyularıyla bilgi alış-verişi yapar. Dışanya bilgi transferi
de yapabilir. ikisini aynı anda da yapabilir. İnsana
niçin MELEK demiyoruz? Görevi haber, bilgi getirip-götürmek değil de ondan.
Ancak, yaşantısında, yani diriliği süresince durmaksızın çevresiyle bilgi
alış-verişi yapar veya isterse yapar.
Şimdi
Elçi-Melek ifadesini biraz olsun açabiliriz sanırım.
Özel
amaçla, özel programla bilgi, emir alış-verişi yapan şehvetsiz ve akıl
programlı kullardır.
Şehvetsiz
akıl; meleklerin duygusuz olduğu anlamında değildir. Onların bilgi bankasında (genetiğinde)
zıtlık kavramları yoktur. Yani sevgi-nefret, savaş-banş vb. gibi. Onlar sadece
özel hizmete programlanmış, Cenâb-ı Allah'ın programladığı bilgilerden başka
bir şey bilmeyen melek kullarıdır.
Bunu
çok daha açık olarak:
"Allah,
Hz. Âdem aleyhisselâm'a bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere
gösterip: Eğer (her
şeyin içyüzünü bilen) sâdıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin,
buyurdu. Melekler: Biz, (sana itiraz olunmaktan) seni tenzih ederiz.
Senin bize öğrettiğinden başka, hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak Sen her şeyi
hakkıyla bilensin, üstün hikmet sahibisin, dediler." (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 31, 32).
Bu
âyetlerden şunu açıkça anlayabiliriz: 32. âyette Melekler: " Biz,
senin bize öğrettiğinden başka bir şey bilemeyiz, yani eşyanın adını genetik bankamıza
öğretmedin ki, eşyanın adını sana haber verelim ” diyorlar.
Çok
dikkat edin "Sana HABER verelim" ifâdesini kullanıyorlar, "Sana
söyleyelim" demiyorlar. Buradan meleklerin özel hizmetler için sınırlı
bilgilerinin olduğunu açıkça anlıyoruz. Başlıca görevlerinin de bilgi-haber
getirip-götürmek; emri icrâ etmek olduğu ortadadır. Sanırım Elçi-Melek
ifâdesini (tam olmamakla birlikte) bu kitabın içeriği için yeterince
açtık.
Bunun
içindir ki elçi başka, melek başka şeylerdir. Melek; elçilik yapabilmesine
rağmen; elçi, melek olmayabilir. Postacı ULAK'ın melek olamayacağı gibi.
Hz.
İbrâhîm'e gelen kimseler de (Gârâ-niyk!) sadece elçilerdir. Biz de bazı
hallerde "Elçi-Melek" olarak ifâde etmekle, mevzuun içeriğini
genelleştirmek istedik. Bu konu, yani "Elçi-Melek" gizemi
birçoklarının zihinlerini karıştırabilir. Ayrıca ifâde edeyim ki
"Elçi" Türkçe, tam karşılığı "Melek" Arapça'dır. Ve;
"Hemen
gidin de Fir'avn'a deyin ki, biz Rabbinin ELÇİLERİYİZ." (Kur'ân-ı
Kerîm, Tâ-Hâ Sûresi, âyet 47).
Sadece
bu âyet bile örümcek ağrının içinde asırlardır saklı duran ve bir türlü gerçeği
görmek istemeyenler için yegâne bilgi kaynağıdır. Devam edelim:
"
Mekkelilere doğru yolu gösteren peygamber, onlara Kur'ân ile geldiği zaman,
insanların îmân etmelerine ancak şöyle demeleri engel oldu: Allah bir insanı mı
Peygamber gönderdi, (Peygamber
olarak bir Melek göndermeliydi)? (Ey Rasûlüm, Mekke-lilere) şöyle de: Eğer (insanlar
gibi) yeryüzünde, yürüyüp duran Melekler olsaydı, elbette onlara gökten
melek bir peygamber gönderirdik.’’ (Kur'ân;
Isrâ sûresi, âyet 94,95).
Kur'ân'ın
1400 senedir bilimselliğini hiç anlayamıyanlar; herhalde korkudan olsa gerek
(bu nasıl korkuysa!) gerçeği öğrenmekten korkmuşlar...
"Gerçekten
elçilikle gönderdiğimiz KULLARIMIZ hakkında şu sözümüz geçmiştir: Muhakkak
onlar bizzat onlar muzaffer olacaklardır. Ve elbette Bizim askerlerimiz (ordularımız)
muhakkak onlar gaalib geleceklerdir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Sâffât sûresi, âyet 171-173)
Daha
aydınlatıcı olarak:
"Bir
de şöyle dediler: Bu peygambere(l) ne oluyor? Yemek yiyor, çarşılarda yürüyor.
Ona bir melek indirilse de beraberinde bir dâvetçi olsa ya! (Meleğin
onu tasdiki ile Hak Peygamber olduğunu bilsek ya)" (Kur'ân-ı Kerîm;
Furkan sûresi, âyet 7).
6.
Yüzyılda Musevi kültürü (ve kışkırtmaları ve yanlış tefsir edilen Tevrât
bilgileri) altında saçmalayan Mekkeliler; Tevrat'ta sık sık ifâde edilen ve sık
sık îsrailoğullanna yardım eden elçilerin öğretici sıfatlarından dolayı
elçilere "RAB" diyen zavallılar; RasûlAllah'a; "O'na
da melek (elçi) inse ya, niçin yemek yiyor?" şeklindeki tenkidleri,
bizleri doğru bilgiye götüren en güzel yanlışlıklardır.
DOĞRU
BÎLGÎ, ONA KARŞI OLAN YANLIŞIN BÜYÜKLÜĞÜ İLE EN GÜZEL DEĞERİ KAZANIR..
Zira,
Tevrât'ta eskiden peygambere "GÖREN" de denilirdi. Arapça’da, Aramî
kökenli yeni ve süper görkemli, düzenli bir dildir ki; Tevrât'ı önce Öz
Arapça’ya çevirip, ondan sonra analiz etmek hedeflerimizden biridir.
"Ve
uşak yine Saula cevap verip dedi: İşte, elimde bir çeyrek şekel gümüş var;
Allah adamına onu veririm, ve yolumuzu bize bildirir. (Evvelleri
İsrail'de Allah’tan sormak için gittiği zaman adam böyle derdi: Gel, Görene
gidelim; çünkü şimdi Peygamber denilene önceleri Gören denirdi). Ve Saul
uşağına dedi: İyi dedin; gel gidelim. Ve Allah adamının olduğu şehre gittiler.
Ve yokuştan şehre çıkarken, su çekmek için çıkmakta olan genç kadınlar buldular, ve onlara dediler: GÖREN burada mı?" (Tevrat,
Samuel, Bap 9, âyet 8-11).
"Peygamber"
Arapça değildir, Arapçası "Resûl"dür.
Bu
hassas konuyu "19'un Sırları" ve "Evrende Zaman ve
Hayat 4. TÂ-HÂ" adlı kitaplarımızda açmaya çalıştık.
Biz
tekrar Hz. İbrahim'e ğelen elçilere dönelim.
"Hani
onlar (elçiler) İbrahim'in
yanma varmışlardı da SELÂM vermişlerdi. O da (karşılık olarak) SELÂM
vermiş: 'TANIMADIK BİR KAVİM!' demişti. Hemen bir bahane ile ailesine giderek,
semiz bir dana (kesip) getirdi de. Onu (yemek olarak) önlerine
koydu: 'Yemeye buyurmaz mısınız?' dedi. (Elçilerin yemediğini görünce) O
VAKİT ONLARDAN İÇİNE BİR KORKU DÜŞTÜ. Onlar: 'KORKMA’ dediler;
ve onu ÇOK BİLGİN BİR OĞUL İLE müjdelediler. Bunun üzerine (İbrâhîm’in) hanımı
bir çığlık içinde döndü ve elini yüzüne çarptı: 'Ben kısır bir kocakarıyım (nasıl çocuğum olabilir)' dedi. Onlar
dediler ki:' İŞ SANA DEDİĞİMİZ GİBİDİR. BUNU RABBİN BUYURDU. ŞÜPHESİZ Kİ O,
HAKÎM'DİR, ALÎM'DİR." (Kuran-ı
Kerîm; Zâriyât Sûresi, âyet 25-30).
Benzerlikleriyle
iki ayn sûrede ayrıntılı bilgilerden öğreniyoruz ki; ilk defa elçileri gören
Hz. İbrâhîm doğal olarak Elçilerin her türlü halinden, görünümlerinden, yemek
yememelerinden korkmuştur. Bunu Zâriyât sûre-si'nin 25. âyetinde "tanımadık
kimseler" ifâdesinden, yani daha önce hiç görmediği ve kendisini
ürkütecek görünümde olduklarını açıkça anlıyoruz. Olabileceği vâdiyle
müjdeledikleri BİLGİN OĞUL ise, genetiği özel programlanmış İshâk ve İshâk'ın
oğlu Ya'kûb ve Esavriır.
Âyette
geçen "KORKU", insanın âniden karşısına çıkan bir canavardan
duygulandığı gibi bir korku değildir. İnsanın hayal bile edemeyeceği ve
kendisini, bir şok etkisi gibi hayretler içinde bırakabilecek bir duygunun
verdiği korkudur. Hayret + Ürkme + İrkilme + Gizli korku gibi duyguların
sergilendiği âni şok etkisi gibi bir duygudur bu.
Siz
de farkındaysanız; korkuyu "Korkma!" ikâzının hemen ardından "Çok
bilgin bir OĞUL müjdelediler" ifâdesiyle tamamen ve bir anda yok
ediyorlar. Çünkü, Îbrâhîm aley-hisselâm'ın 100 yaşı
dolaylarında duyacağı en güzel bir müjdedir ki; doğal olarak korkuyu
yenecektir. Genetik bilimler için yegâne başlama noktası olan bu âyete yön
veren en ciddi nokta ise, Yüce Allah'ın Hakim ve Alîm
sıfatlandır. Aynı konuyu aynntıh olarak açıklayan bir diğer sûre ise:
"
(Îbrâhîm'in hanımı) şöyle dedi: 'Ay!... Ben
doğuracak mıyım? Ben ihtiyar bir kadın ve bu kocam da bir ihtiyar iken!... Doğrusu bu, çok şaşılacak bir şey!..."
(Kur'ân-ı Kerîm; Hûd Sûresi,
âyet 72).
.
Ayn bir sûrede anlatılan bu âyetten bazı özelliklere sahip olan, ancak
doğuramayan Sâre'nin şaşkınlığına tanık olduk. Ancak, ciddi bir ayrıntı için
Tevrat'a başvuracağız:
"
Ve İbrahim sığırlara koştu, ve körpe iyi bir buzağı
alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. (Yüz yaslarında olan bir peygamberin
kafasına neler takılmamıştı ki; yemeği yapmada acele etsin? Sonra ondan yemek
isteyen olmadı! Elçilerde ne gibi bir farklılık gördü ki; onların yemek yiyip
yiyemiyece-ğini ilk etabda anlamak için, yemeği BAHANE ETTİ?). Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı
alıp önlerine koydu; ve kendisi yanlarında, ağaç
altında durdu, onlar da yediler. Ve O'na dediler: Karın Sâre nerede? Ve dedi:
İşte çadırda. Ve O dedi: Gelecek sene bu mevsimde senin yanına döneceğim ve
işte karın Sâre'nin bir OĞLU olacaktır.Ve Sâre onun
arkasında olan çadırın kapısında dinliyordu. Ve İbrahim ile Sâre'de kocamış ve
yaşta ilerlemişlerdi; Sâre âdetten kesilmişti.
Ve
Sâre: İhtiyar olduktan sonra bana sevinç olur mu? Efendim de kocamıştır diyerek
İÇİNDEN GÜLDÜ. Ve RAB, İbrahim'e dedi: Sâre: Gerçekten doğuracak mıyım? Ve ben
kocadım, diyerek niçin GÜLDÜ? Rab için imkânsız bir şey var mıdır? Muayyen
vakitte, gelecek sene bu mevsimde yanına döneceğim, ve
Sâre'nin bir OĞLU olacaktır. Ve Sâre: Gülmedim* diyerek inkâr etti: ÇÜNKÜ
KORKTU. Ve o (yani elçi): Hayır
güldün, dedi." (Tevrat,
Tekvin, Bap 18, âyet? -15).
Öncelikle
şunu belirtelim: RAB, Yüce Allah'ın bir sıfatıdır ve ÖĞRETİCİ, BİLGİ ÖĞRETİCİ,
BİLMEDİKLERİNİ ÖĞRETEN gibi anlamlan içerir. Gelen elçileri zamanın
karan-lıklannda, özellikle Tevrât'ı yazan yazıcılann ya kasıtlı veya
cehâletlerinden dolayı, Tevrat'ın bazı yerlerinde Elçileri "RAB"
olarak Tevrât'a geçirmişlerdir ki; bu hata Tevrat'taki en önemli yazıcı hatalannın
başında gelir. Daha önce belirtmiştik.
Şimdi
çok dikkat ediniz: 14'üncü
âyette adı belirtilmeyen, fakat Tevrat'ın daha önceki âyetlerinde
"RAB" olarak isimlendirilen Elçiler: "Rab için imkânsız bir
şey var mıdır?" diyorlar. Oysa 13'üncü âyette ise: "Ve Rab,
İbrahim'e dedi." ifâdesiyle karşılaşıyoruz. Bu demektir ki Elçiler,
Rab değildir. Siz de Tevrat'taki "yazıcı tahrifâtına" artık
tanıksınız.
Amacımız,
asla Tevrât’ın yerilmesi değildir. Bu kitabın başlannda, Kur'ân âyetleriyle
açıkça belirtik ki, Tevrât’ın ve Incil'in de Müslümanlıkta ve inancımızda
mutlak bir yeri ve saygınlığı vardır. Bu, Müslümanlığın en görkemli, Evrensel
bir terbiye ve saygı kaynağı olduğu içindir. Yanlış anlaşılmasın diye belirtmek
zorunda kaldık. Amacımız, bilimsel düzeyde alabildiği kadar yararlanmak ve
insanlara faydalı olabilmektir. Yoksa, (hâşâ) Cenâb-ı
Allah'ın Tevrât'ını ve Incil’ini yermek değildir. Çünkü,
biz Müslümanlar Tevrât'a ve Incil'e, (sözüm ona!) sahip çıkanlardan çok
çok daha saygılıyız.
İşte
bu kitap, dediklerimizin kanıtıdır. Bu kitap, Tevrât'tan, Kur'ân ışığında
evrensel ke-şiflerimizdir. Bu görkemli keşif Müslümanlara aittir. Zira, ayırd etmeden inanç sahibiyiz.
Tevrât'ta
da Sâre'nin KORKTUĞUNA tanık olduk. Fakat, âyetin en
görkemli, hatta beni bile ürküten verisi; Elçilerin Sâre'nin düşüncesini
okuyabilmeleridir. Sâre güldüğünü inkâr etmesine rağmen Elçiler onun
düşüncesindeki "gülme” fiilini dahi tesbit ediyrlar... Aman
Allah'ım! Bu ne uygarlık böyle!
Bu
müthiş ayrıntıları Incil'den izleyelim:
"Ve
işte, yazıcılardan bazısı içlerinden: Bu adam küfür ediyor, dediler. İsâ da
onların düşüncelerini bilerek: Niçin yüreklerinizden kötü şeyler
düşünüyorsunuz? dedi." (Încîl,
Matta, Bap 9, âyet 3,4).
"
Ve bütün halk şaştı, ve: Acaba Davud oğlu bu mudur? dediler. Fakat Ferisiler işitince dediler: Bu adam ancak
cinlerin reisi Beelzebul ile cinleri çıkarıyor. Ve İsa düşüncelerini bilerek
onlara dedi: İçinde ayrılık olan her ülke çöl olur; ve
içinde ayrılık olan hiç bir şehir yahut ev durmaz." (încîl,
Matta, Bap 12, âyet 23-25).
"Ve
onlar: Ekmek almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek
dedi: Ey az imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda neden
söyleşiyorsunuz?" (İncîl,
Matta, Bap 16, âyet 7,8).
Hz.Isâ
da bu gezegende yaşayanların düşüncelerini dahi ânında okuyabiliyor. Bunun
akıllara durgunluk verecek nedenlerini bu kitap için belirli seviyelerde
tutacağız.
Şimdi
kısaca bazı ayrıntılara değinelim; fakat önemli ayrıntılara...
İbrâhîm
aleyhisselâm, elçilere niçin öncelikle yemek ikrâm etme gereğini gördü? Hadi,
misafire önce ikrâm edilecek şeyin yemek olduğunu var sayalım: Neden et
yemeği? Daha çabuk yapılacak yemek varken niçin sağlıklı bir dana kesiliyor
ve hazırlamakta da acele ediliyor üstelik? Bu ne kadar bir zaman aldı? Önce
tanımadık, yabancı, garip görünümlü olduklarını belirterek, hemen onlara et
yemeği ikrâm etmeyi tercih etti? İbrâhîm aleyhisselâm, elçilerde müthiş
ayrıntıları fark etmiş olmalı ki, onları et yemeği ile test etmeyi yeğliyor,
olsa gerek değil mi? Bakın Tevrât'ta ne bilgiler var!
"Ve
RABBİN meleği elinde olan değneğin ucunu oraya uzattı,
ve etle mayasız pidelere dokundu; ve kayadan ateş çıktı, ve eti ve mayasız
pideleri yiyip bitirdi; ve RABBİN meleği onun gözünden kayboldu." (Tevrât,
Hâkimler, Bap 6, âyet 21).
Melek,
bio-kimyasal özelliği olan mayasız ekmekleri eti sopa ile yiyor! (Tevrat'ın
görkemli bir tahrifâtı daha.)
Gördüğünüz
gibi elçiler eti ve ekmeği özel yöntemlerle analiz etmek için hortum tüple (sopa!)
emiyor ve tetkik ediyorlar. Tevrât'ı yazan zavallılar da, elçilerin eti sopa
ile yediklerini sanıp, asırlarca insanların elçiler tekrar gelsinler diye
kurbanlar kesip damlarda etlerin kokuşmasına sebep oldular! Laf aramızda,
suçlarını örtmeye hazırladıkları kılıftı bunlar!
Zira
birazdan tanık olacaksınız: İbrâhîm aleyhisselâm'a ve hanımı Sâre'ye özel
programlanmış DNA molekülleri transferi yapılarak bilgin ve oğlan olacağı
kesinlikle önceden tayin edilen İSHÂK'ın doğumunu gerçekleştirecek olan bu
elçilerdir. Yani GÂRANIYK’dir.
Tekrar,
Incil'i ve Tevrat'ı tasdik eden^ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen KUR'ÂN ile
devam edelim: 100 yaşını doldurmuş olan Hz. İbrâhîm ve yaşlı Sâre'nin sevinç ve
şaşkınlıklarına cevap olarak:
"
Onlar: Seni hak ve gerçekle müjdeledik, onun için Allah'ın rahmetinden ümidini
kesenlerden olma, dediler.” (Kurân-ı
Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 55).
Elçilerin
demek istedikleri: Sen ve hanımın Sâre her ne kadar ihtiyarsanız da, Yüce
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, Biz bu işi başaracağız. Özel çalışmalanmızja
senin bu yaşlı hanımından ÇOK BİLGİN OĞLUN (devamıyla torunların)
olacaktır. O yüzden sakın ümidini kaybetme, diyorlar. Çünkü, Zâriyât sûresinin
30'uncu âyetinde; Âllah'ın "HAKİM” ve "ALÎM”
sıfatlan ifâde edilmiştir. Bu son derece önemli aynntının âyetlerdeki
bilimsel verilere yön veren yegâne değer olduğunu daha önce de belirtmiştik.
"İbrâhîm
dedi ki: Sapıklardan başka, kim Rabbinin rahmetinden ümid keser?" (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 56).
Âzeroğlu
İbrâhîm aleyhisselâm, olgun, > Yüce Allah'a tam teslim olmuş bir
peygamber olarak; Elçilerin doğacak BİLGİN oğul için açıkladıkları genetik
operasyonun sonucunu, Rabbinden ümidini kesmeden sevinçle ve iyi bir moralle
beklemeye karar veriyor.
Şu
ana kadar İbrâhîm aleyhisselâm'ın, ilk defa Elçilerle tanışıp, KORKUSUNU
^giderip, genetik program yapılarak doğacak OGULUN olabileceği ümidini
kesmemesi için, O'na moral ye bilgi verildiğini izledik.
Dikkatle
izleyelim: Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyoruz, ancak genetik programın ön
hazırlıkları hakkındaki ön bilgiler Hz. Îbrâhîm'e verilmiş olmalıdır ki:
"Vakta
ki elçilerimiz (İbrahim'e
çocuğun doğacağına dair) MÜJDEYİ GETİRDİLER, O'na şöyle dediler: Biz bu
memleket halkını helâk edeceğiz; ÇÜNKÜ HALKI BÜSBÜTÜN ZÂLİMLER (kâfiıler) OLDULAR."
(Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût
Sûresi, âyet 31).
Tevrat'ta
bir sene olarak belirtilen, ancak kesin olamamakla beraber Elçilerin ne kadar
zaman sonra tekrar Îbrâhîm'e geldiklerini zaman ölçüsü olarak tam bilemiyoruz.
Ancak, Tevrat'taki " Gelecek sene bu mevsimde geleceğim"
ifâdesini var sayarsak - doğum da dokuz ayda olduğuna göre- muhtemelen
doğru olabilir. Ancak, Ankebût sûresi'nin 31'inci âyetindeki "Vakta ki
müjdeyi getirdiler" ifâdesi bir çok gizemi
açığa çıkarmakla beraber, Elçilerin Hz. Îbrâhîm'e İKİNCİ DEFA ve bir hayli
zaman aralığından sonra geldiklerini kanıtlar. Bu müjdeyle, doğacak çocuğun
genetik transfer operasyonunun sevindirici olduğunu ve çocukların yaşlı
Sâre’den mutlaka ve kesinlikle doğacağı garantisini ve kesin müjdeyi
veriyorlar. Bu müjde o zaman Hz. İbrahim'i sevindirmişti, şu anda ise
AK-KUĞULAR gizeminin açılmasını sağlayarak bizi sevindirdi.
Daha
önce, yani ilk geldiklerinde; çocuğun doğabileceğini, ümidini yitirmemesi
gerektiğini söyleyen Elçiler: "VAKTA Kİ (limit koyacağımız bir zaman
aralığından sonra)" ifâdesiyle ikinci bir defa (en az iki defa)
geldikleri kesinlik kazanıyor. Dikkat edilirse, iki kesin ifâde aynı âyette
açıkça belirtiliyor. Tevrât'ta ise, Hz. İbrâhîm'in gelen Elçilerle birçok
kereler görüştüğü belirtilir. Bu konumuzun dışındadır.
-oOo-
ÖZEL PROGRAMLA DOĞAN İSHÂK
ALEYHİSSELÂM
Çocuk,
(îshâk) kesinlikle doğacak ve kesinlikle OĞLAN olacak ve kesinlikle de BİLGİN
OLACAK. En önemli veri budur.
"
Elçiler: Biz bu memleket (Şedom) halkını helak edeceğiz. Çünkü BÜSBÜTÜN
AZITTILAR, BÜSBÜTÜN ZÂLİMLER OLDULAR." dediklerine göre, kavmin helâk
olacağı da tam kesinlik kazanıyor. Fakat, gözden
kaçmaması gereken çok önemli bir nokta; elçiler sanki o şehrin yabancısı değiller!
"Büsbütün azıttılar", dediklerine göre, o halkın, adı geçen
edebsizliği (livata) daha önce de yaptıklarını, fakat bu kadar yaygın
olmadığını bize dolaylı olarak anlatıyorlar.
Lût
aleyhisselâm Peygamber olarak Se-dom'a gelmeden çok önceleri de Elçilerin o
kavme geldikleri, onlara nasihatlar verildiği ve Lût da:
"
Şu kadar zamandır kavmi yola getiremedi, çalıştı; fakat netice olumsuz, son
derece tehlikeli boyutlara gelen AIDS türünden bir virüs hızla yayılabilir veya
yayılıyor, o yüzden orayı Allah'ın kesin emriyle: "MUTLAKA HELÂK
EDECEĞİZ" diyerek, amaçlan NET bir ifâdeyle belirtiliyor.
"İbrâhîm
dedi ki, onların içinde (zâlim olmayan) Lût da var. Onlar: Biz orada kimin
BULUNDUĞUNU ÇOK İYİ BİLİRİZ. Hem O’nu, hem âilesini kurtaracağız, ancak karısı
müstesna; o azâb içinde kalanlardan oldu. Elçilerimiz Lût’a gelince (kavmi
bunlara kötülük yapar endişesi ve KORKUDAN) KENDİSİNE FENÂLIK GELDİ, ONLARIN
YÜZÜNDEN KEDERLENİP TAKATİ KESİLDİ. Onlar dediler ki: KORKMA VE KEDER ETME; çünkü, biz seni ve âi-leni kurtaracağız, ancak karın geride
kalanlardan olmuştur.” (Kur’ân-ı
Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 32,33).
ibrâhîm
aleyhisselâm helâk olacağı kesinleşen Sedom'da Lûtün olduğunu ve kurtanl-masını
istiyor. Elçiler ise orada kimlerin olduğunu ÇOK İYİ BİLDİKLERİNİ, Hz. Lût için
endişe etmemesini belirtiyorlar. Elçilerin müthiş görkemli özelliklerini siz de
fark ettiniz değil mi?
·
a)
Sâre'nin düşünerek
duygulandığı "gülücüğü" fark ettiler!
·
b)
Sedom'da kimlerin olduğunu
ÇOK iyi biliyorlar!
·
c)
Sâre’nin doğuracağını,
kesin oğlan olacağını, bilgin olacağını, kesin ifadelerden z^-ten izledik. Daha
ne özellikleri var acaba? Bakalım:
Elçileri
Ik defa gören Hz. Lût da ÇOK KORKUYOR. Hatta korkudan TAKATİ KESİLİYOR! (Bu
duyguyu hemen her insan bilir). Elçiler, önce korkmamasını ve kendisini
kurtaracaklarını özellikle belirtiyorlar'ki, Hz. Lût'un morali biraz düzeliyor.
Zaten bunu "korkmamasını” hemen belirterek yapıyorlar. Elçilerde
birtakım özel yöntemler olmalıdır ki; gezegenimizdeki insanların duygularını
bile hemen tesbit edebiliyorlar! Öyle ki, Elçilerin Sedom'da kimlerin hastalık
virüsü taşıdığını ve kimlerin sağlıklı olduklarını çok iyi bildikleri de
ayrıntılarıyla ortadadır. Nasıl mı? Bu konunun Kur'ân'da bir diğer sûredeki
açıklaması şöyledir:
(62)"
Lût dedi ki: Doğrusu siz ÜRKÜLECEK (korkulacak) BİR KAVİLSİNİZ
(kimselersiniz)." (63) Elçiler dediler ki: Yok (korkma) BİZ SANA KAVMİNİN
ŞÜPHE EDİP DURDUKLARI AZÂBI GETİRDİK' (64) "Sana onların azabına dair
GERÇEKLE GELDİK. BİZ MUTLAKA DOĞRU SÖYLEYİCİLERİZ." (73) 'Nihayet onlan
Güneş'in doğma vaktinde KORKUNÇ GÜRÜLTÜ (sayha) yakalayıverdi." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr Sûresi).
Hatırlarsınız
Ankebût sûresi'nin 29'uncu âyetinde şehir halkı: "Eğer doğru
söyleyen-lerdenseniz getir bize Allah'ın azâbmı" demişlerdi.
62.
âyette; elçi ile melek arasındaki fark apaçık görülmektedir. Zira Hz. Lût
onlara ayn kavimsiniz, kimselersiniz, dedi; ayn varlıklarsınız demedi.
Kısa
aralıklarla gizemlerin ana hatlannı toparlamak için şu başlıktan birlikte
hâfızamıza kaydetmemiz gerekiyor:
·
a)
Hz. Lût'un elçileri ilk
defa gördüğü kesinlikle ortadadır.
·
b)
Hz. Lût elçileri ilk defa
gördüğünde, Hz. İbrahim'in ikinci, belki daha çok gördüğü, müjdenin
kesinleşmesiyle zaten açığa çıktı.
·
c)
Elçilerin kavmi şüphe ettikleri azâba ait gerçekle, yani TAM YOK ETME EMRİ VE
OPERASYONU ile geldikleri artık kesindir.
·
d)
Hz. Lût elçilerle ilk defa
görüşmesine rağmen; Elçiler "Kavimin şüphe ettikleri azabı" ifâdesini
kullanıyorlar. Bu demektir ki: Hz Lût henüz peygamber olmadan önce, o şehirde,
o elçiler; Yâsîn sûresi'nin 13, 14, 15, 16 ve 30'uncu âyete kadar detaylarıyla
apaçık anlatıldığı gibi, bir tür peygamberlik görevi yapıyorlar ki; Kur'ân bu
son derece önemli hadiseyi ayrıntılarıyla açıklıyor. Fakat,
ayrıntılar değişik sûrelerdedir. Anlamak içinse Müslüman beyni + kalbi
gerekir... ihtilaf, ihtiras, çıfıtlık değil!..
'Lût
kavmi gönderilen ELÇİLERİ tekzib etti." (Kur'ân-ı
Kerîm; Şuârâ Sûresi, âyet 160).
Demek
ki Hz. Lût'dan seneler önce (ne kadar zaman aralığı bilemiyoruz) kavme
gelen, ancak daha yumuşak davranıp, sadece öğüt vermek, onları olabilecek
felâketlerden haberdâr etmek ve kavme kendilerinden bir insan gibi davranan
elçilerin Sedom'a geldikleri ortadadır.
Olabilecek
bir felâketten şüphelenmeleri, zaten Yâsîn sûresi'nin 15 ve 16'ncı âyetlerinde
açıkça belirtiliyor. Birazdan 36'ncı sûreye, yani KUR'ÂN’IN KALBI SAYILAN YÂSÎN
sûresine geleceğiz. Mes'elenin tamamını açıklığa kavuşturacak tek kaynak, Yâsîn
sûresinin anahtar bilgisidir. Araştırmalarımızda NET değerlerle ulaştığımız
birinci dereceki gerçek de; Kur'ân'daki tüm gizemlerin anahtar bilgisinin YÂSÎN
sûresinde oluşudur. Bu nedenledir ki bu sûreye ” KUR 'ÂN 'İN KALBİ" denilmiştir.
Elçilerin
görkemli anılarını ise kitabın sonunda "Mekke'de Lât, Uzzâ ve bu da
Me-nât'tır!" şeklinde bozulmuş ve masal halini iz-liyeceğiz.
Okuyucuların "Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır" cümle yapısını, tekniğini
aslâ unutmamaları gerekiyor. Çünkü bu evrensel gizeme tüm insanlarla birlikte
ulaşacağız. Zira Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Âlemlere
gönderilen Peygamberler
Peygamberidir... yalnız
sizin, benim, onun
değil O Âlemlerin Peygamberidir... Kanıtı mı? Devam edelim...
Önemli
bir nokta: Elçiler o
şehirde, Hz. Lût’dan önce görev yaptığı dönemde, halkın edebsizliği (livata)
tam anlamıyla yaygın olmasa gerek. Zira elçiler bir hayli zaman kavini adam
etmek için uğraşıyorlar. Aradan zaman (ne kadar zaman, kaç sene bilemiyoruz)
geçmelidir ki, edebsizlik doruk noktasına geliyor ve TAM YOK ETME OPERASYONU
ALLAH'IN EMRİ ile GERİ ÇEVRİLEMİYECEK BİR ŞEKİLDE YAPILACAĞI, VAKİT
KAYBEDİLMEMESİ GEREKTİĞİ, Hz. İbrahim'e netlikle anlatılıyor. Çünkü elçiler,
Hz. İbrahim'in yanında iken, daha doğrusu genetik operasyondan sonra çocuğun
doğacağı tam kesinlik kazandıktan sonra:
"(Îbrâhîm)
dedi ki: Ey elçiler, BUNDAN SONRAKİ İŞİNİZ NE?" (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 57)
.sorusuna cevap olarak: "Lût kavmini HELÂK edeceğiz." diyorlar.
Hz. İbrahim de çok vicdanlı bir insan olduğundan, azabın yapılmamasını,
affedilmesini çok istiyor ki:
"Elçiler:
Ey İbrahim! Bu mücâdelenden vaz geç, çünkü RABBLNIN EMRİ GELDİ. Muhakkak
sûrette onlara GERİ ÇEVRİLMESİ İMKÂNSIZ bir azâb gelecektir, dediler." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hûd Sûresi, âyet 76).
Bu
âyetten de Hz. İbrâhîm'in elçilerin henüz Hz. Lût'a gelmeden önce mücâdele
ettiği yeterli bir açıklıkla belirtiliyor.
İşin
eh ciddi tarafı - gerçi bu kitabın sonunda her şey apaçık aydınlanacak,
fakat amacım biraz olsun aralıklar halinde olayları toparlayıp, zihinlerde^
soru işaretleri bırakmamaktır - "RABBİNİN EMRİ GELDİ. GERİ
ÇEVRİLMESİ İMKÂNSIZ" ifâdesidir. Bu kitap boyunca bunu da akıldan
çıkarmamak gerekiyor.
İkincisi,
kesin yok etme operasyonunun haberi Hz. Lût'a henüz verilmeden, Lût
aley-hisselâm elçilerin görünümlerinden (ilk defa böyle görkemli şeyler
gördüğü için) çok korkuyor. Bu da demektir ki, Hz. Lût elçileri İLK DEFA
GÖRDÜ.
Hz.
Lût Harran'dan Sedom'a gelmeden çok önce elçiler ŞUÂRÂ sûresi'nin
160’ıncıâ-yetinde izlediğiniz gibi; Sedom kavminin yaptıkları edebsizliği terk
etmelerini sağlamak amacıyla orada görev, yani Peygamberlik yaptılar. Zaten Hz.
Lût'un Sedom'a peygamber olarak gönderilmesinin sebebi, kötülüğü iyiliğe tahvil
etmek değil midir?
Ortaya
çıkardığımız verilerin en can alıcı noktalarından birisi de şudur: Elçilerin
Se-dom'a önce iki, sonra bir üçüncüsünün takviye olarak gönderildiğidir. Toplam
olarak YOK ETME operasyonuna ÜÇ ELÇİNİN katıldığıdır. Önce iki elçi, sonra bir
üçüncüsüyle takviye edilip, üçlü bir grub. Bu ifâdeyi de unutmadan devam
edelim. Zira Şuârâ Sûresi'nin 160'ıncı âyetinde "Elçiyi" değil,
"Elçileri tek-zib ettiler" deniliyordu. Zihinlerinizde bir soru
işareti oluştuğunu sezinliyorum...
Hiç
meleklerden veya elçilerden peygamber olur mu?" diye. (9)
"Allah,
hem MELEKLERDEN hem de İNSANLARDAN peygamberler seçer. Gerçekten Allah her şeyi
İŞİTİR her şeyi GÖRÜR (Kur'ân;
Hacc Sûresi, âyet 75).
Sanırım
bu âyetin içeriğini açıklamaya gerek yoktur! Elçilerin Hz. Lût'dan çok önceleri
de Sedom'da öğretici, yol gösterici olarak peygamberlik yaptıkları, yukarıdaki
âyetin NET ifadesiyle anlaşılabilir. Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak için okumak,
okumak için de çok araştırma yapmak gerekiyor.
I ATEŞ YAKMIYOR ı
Bu
kısma kadar genellemek amacıyla diyebiliriz ki; İbrahim aleyhisselâm
peygamberliği sırasında kendi kavmini (baba kav mini de îmâna davet etmişti)
îmâna davet ediyor. Kav-mi O'nu Harran'da ateşe atıyor. Yüce Allah'ın gerçek
bir mucizesi ile, ateş İbrâhîm aleyhis-selâm'ı
yakmıyor.
Hz.
Îbrâhîm'in ateşten kurtulma olayı; kozmolojik mutfakta elementlerin ilk
oluşumlarındaki "ISI - BASINÇ - ZAMAN" halkalarının tayin ettiği
element farklılığını; elementlerin ilk oluşumunu kanıtlamada gerçek bir
başvuru, müthiş bir deney verisi olarak kullandık. Çok yüksek basınçlı ve
"ÇOK YÜKSEK ISI ŞOK" etkileşimleri ânında, merkez ısısı üçüncü,
dördüncü veya daha dışandaki yayınım halkalarına oranla DAHA SERÎNDİR...
Dinamiğin
üçüncü prensibi; etki ve tepki kuvvetlerinin aynı büyüklükte, ancak yönlerinin
ters oluşudur ki; merkez 2., 3. çemberlere oranla daha
serindir.
Îbrâhîm
aleyhisselâm'ın bu metânetini, bilgeliğini gören, her şeyden önce Allah'ın
gerçek bir mucizesi ile karşı karşıya kalıp, sonucun Hz. îbrâhîm lehine,
olduğuna şâhid olan Hz. LÛT îmân ediyor. Yüce Allah da Hz. Lût'-a peygamberlik
veriyor.
Hz.
îbrâhîm, Allah'ın emriyle Harran'dan, İshâk ve Ya'kûb’un doğacağı yere göç
ederken, Hz. Lût da Sedom'a gelip Peygamberliğini ilan etmek ve Allah'ın
emriyle Sedom kavmini yaptığı edebsizlikten alıkoymak ve îmâna davet etmek için
var gücüyle çalışıyor.
Hz.
Lût peygamberliğini ilan ettiği zaman ile, Hz.
İbrahim'in elçileri İLK DEFA GÖRÜŞÜ arasında bir hayli zaman var demektir.
Aradan nice seneler geçmelidir ki, gerek Ib-râhîm aleyhisselâmın, gerekse
Sâre'nin pîr ihtiyar olduklarını anlatan Kur'ân âyetlerinden ve Tevrât
âyetlerinden anlıyoruz. Elçileri ilk defa gören Hz. îbrâhîm ÇOK KORKUYOR.
Ancak, elçiler korkusunu gidermek için, Sâre'den çok arzu ettikleri (onlar
için müthiş bir haber olduğu zaten ortadadır, dolayısıyle korkuyu yenecektir)
çocuk sahibi olabileceğini belirtiyorlar. Âni korku ve âni aşkınlık yerini daha
olumlu bir sonuca bırakıyor. Elçiler genetik transferin ön çalışmalarını veya
ön operasyonunu yaptıktan sonra, îbrâhîm aleyhisse-lâm'dan bir zaman için (ne
kadar bilemiyoruz) ayrılmış olmaları gerekir. Elçilerin ne yaptıklarını,
nerelere gittiklerini bu kitapta anlatmanın gereği yoktur. Ancak:
"Vakta
ki elçiler müjdeyi getirdiler.” (Kur'ân-ı
Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 31) âyeti,
operasyonun tam başarılı olduğunu, çocuğun MUTLAK DOĞACAĞINI ve MUTLAKA OĞLAN
VE BİLGİN OLACAĞINI ve LÛT KAVMİNİ MUTLAKA YOK EDECEKLERİNİ kesin ve NET
ifâdelerle açıklıyor.
Zaten
bu görüşmeyle, Hz. İbrâhîm'in elçilerle en az ikinci kez görüştüğü de tam
açıklık kazanmış oluyor. Tevrât'ta daha çok görüştüğü
ayrıntılarıyla
belirtiliyor. Ancak, bariz olarak gözlenen tahrifleri de Kur'ân'ın verileriyle
tes-bit etmeye çalışıyoruz.
,
Elçiler, çocuğun doğacağı garantisini verdikten sonra Hz. Lût'a gelirlerken,
daha önce [ ELÇİLERDEN ÇOK ÇOK KORKAN İbrahim aleyhisselâm
bu sefer "Kavime azâb etmeyin" diye mücâdeleye başlıyor. Mücâdele
sonuçsuz
kalmakla
beraber, Hz. İbrahim'in meleklerle olan İÇLİ
DIŞLILIĞININ EN İYİ KANITIDIR bu. Siz de aynı fikirdesiniz, değil mi?
Elçiler,
Hz. Lût'a geldiklerinde, O da aynen Hz. İbrâhîm gibi ÇOK ÇOK KORKUYOR. Hatta
korkudan tâkati kesiliyor. Elçiler özel yetenekleri gereği,
insanların düşünce veya daha gizemli hallerini tahlil edebiliyorlar ki, Hz.
İbrâhîm'e yaptıkları gibi ÖNCE KORKMAMASINI ve hemen ardından MUTLAK YOK ETME
EMRİNİ açıklıyorlar. Hz.Lût'un ve inananların tesbİt edilen zamanda ve mutlaka
belirtilen yere gitmelerini, Allah'ın emri olarak söylüyorlar. Birazdan
göreceğiz ki, Kur’ân'ı kalbi sayılan Yâsîn sûresinin 13, 14, 15'inci
âyetlerinde sözü edilen Elçilerin, henüz Hz. Lût'un peygamberliğinden önce
orada görev yaptıkları,
Yâsîn
sûresi'nin 16, 17, 18, 19'uncu âyetlerinde tam açıklık kazanırken, özellikle
Yâsîn g . sûresi'nin 19'uncu âyetinin son cümlesi:
Elçile-I rin
" Siz haddi aşmış bir kavimsiniz.” ifâdesini kullanmış
olmalarıdır ki, bu birçok senelerönce o kavmin edebsizliği yine yaptıklarını,
el
çilerin
o şehirde nasihat verdiklerini, kavmin insanlarıyla doğrudan ilişki halinde
olduklarnı, Şuârâ sûresi'nin 160'ıncı âyetindeki ifâdeile biflikte apaçık
sergiler.
Hatırlarsınız,
Ankebût sûresi'nin 28'inci â-yetinde "Daha önce bu edebsizliği ÂLEMLERDEN
HÎÇ KİMSE YAPMAMIŞTI." deniliyordu. Zaten Hz. Lût bu âyetteki nasihati
kavmine henüz peygamberliği ilk aldığı zamanlarda söylemişti. Bunu âyetin açık
ifâdesinden de anlayabiliriz.
Elçilerin
kavimden kimlerin kurtulacağını, kimlerin hastalık (AİDS) virüsü taşıdığı için
yok edileceğini, kimlerin inançsız olduklarını kesinlikle bildikleri âyetlerin
ifâdelerinden zaten anlaşılıyor. Mevzuun tam özüne girmeden ikinci kez
genellemek amacıyla, gerek Hz. Îbrâhîm,. gerekse Hz. Lût'un ilk tepkileri, elçilerin o gün için (bugün
de öyle olmayacak mı?) yadırganan görkemli görünümlerinden ilk bakışta
ürktükleri, korktukları kesinlikle ve öncelikle ortadadır. Bunu kesinlikle
unutmamamız gerekmektedir.
Hz.
İshâk'ın oğlan olacağı zaten ilk vaadde kesinlik kazanmıştı. İshâk
aleyhisselâm'ın çocukları ikiz oğlan, ilki Esav, İkincisi Ya'kûb olarak
doğdular. Hz. Îbrâhîm'i ikinci kez (en az iki kez)
ziyaret eden ve genetik transfer çalışmalarını tamamlayan (tam ve olumlu
olarak) elçiler, sonra Hz. Lût'a gelip, ortalığı çok tehlikeli boyutlara
ulaşan AIDS türünden bir virüsü temizlemek için, îmânsız ve hastalıklı
kavmi-nin KESİN YOK EDİLECEĞİNİ, kendisini ve îmân edenleri, hastalık
bulunmayanları MUTLAKA BELİRTİLEN ZAMANDA VE MUTLAKA BELİRTİLEN YERE
yöneltmekle görevlerini (şimdilik) tamamlıyorlar.
Bu
arada şu hususu da belirtmekte fayda var kanaatindeyiz. Îbrâhîm aleyhişselâm'm
kesin emir ve vasiyyeti ile, ne Hz. İshâk,^ ne de Hz.
İshâk'ın oğhı Ya'kûb ASLÂ, ne Kenânhlardan ne de bir başka kavimden aslâ kız
almadılar... ASLÂ. Hepsi vasiyyet gereği Îbrâhîm aleyhisselâm'ın baba kavmi ve
kendi soyundan kız aldılar. Yani Mezopotamya’daki Harran'dan.
Bu çok önemli bir noktadır. Ancak bunu bu kitapta ayrıntılı olarak
açıklamanın da bir gereği yoktur. Bu kız aliminin aynı
soydan olmasının ciddi gereği, genetik program tekniği için önemini de
Tevrat'tan öğreniyoruz.
”
Ve Îbrâhîm kocamış ve yaşı ilerlemişti; ve Rab,
İbrâhîm'i her şeyde mübarek kılmıştı. Ve Îbrâhîm evinin ihtiyarı olup kendisine
ait bütün şeyleri idare eden kölesine dedi: Rica ederim elini uyluğumun altına
koy. Ve Göklerin Allah'ı ve yerin Allah'ı RABBÎN hakkı için sana yemin ederim
ki, içinde oturmakta olduğum Kenanlıların KIZLARINDAN OĞLUMA KADIN
AL-MIYACAKSIN. Fakat, BENİM MEMLEKETİME, ve AKRABAMA
GİDECEKSİN ve OĞLUM İSHÂK İÇİN BİR KADIN ALACAKSIN." (Tevrât,
Tekvin, Bap 24, âyet 1-4).
îbrâhîm
aleyhisselâm, Hz. îshâk için mutlaka kendi soyundan kız alması gerektiğini
kendiliğinden yapmadı. Elçilerden aldığı emir ve tavsiye gereği bunu yaptı.
Hayal bile edilemeyecek bilimsel nedenlerledir ki Âzeroğlu Îbrâhîm'in ve Âzer
kızı Sâre'nin soyunun bozulmaması gerekiyordu; Zira elçilerin îbrâhîm
aleyhisselâm'a öğrettiği bilgilerin başında olan bu gereklilik, SÜPER ÎNSAN
BEYNÎ TRANSFERİ İÇİN EN ÖNCE UYULMASI GEREKLİ reçeteydi (10).
İşin
en can alıcı tarafı Hz. İbrahim'in hanımı, Hz. İshâk'ın hanımı, Hz. Ya'kûb'un (Yûsuf
ve Bünyamin'in anaları) son hanımı HEP KISIR KADINLARDI!.,
ve elçiler tarafından ö-zel yöntemlerle doğum yaptılar. Hz. Zeke-riyyâ'nın
hanımı da kısırdı (Elizabethf.
Aynı
soyun kadını ile evlenmek ise Hz. Yûsufta son buldu. Zira Hz. Yûsuf Mısır'da
Türkik soylu ASENAT (assena+ dişi-kurt) adlı bir hanımla evlendi. Bu da
ayn bir konudur. Ancak, Asenat da Hz. İbrahim'in baba toprağı soyundandır.
IRMAĞIN ÖTESİNDEN GELENLERDENDİR.
"Ve
Yeşu İşrail'in bütün sıptlarmı Çekeme topladı, ve
İsrail'in ihtiyarlarını, ve başlarını, ve hâkimlerini, ve reislerini çağırdı;
ve Allah'ın önünde durdular. Ve Yeşu bütün kayme dedi: İsrailin Allah'ı RAB
böyle diyor: İbrahim'in babası ve Nahor'un babası Terah, atalarınız eski
zamanda Irmağın öte tarafında (Fırat'ın
kuzeydoğuları) otururlardı; ve başka
ilâhlara kulluk ederlerdi." (Tevrât,
Yeşu, Bap 24, âyet 1,2)
Hz.
Yûsuf un hanımı Asenat da (Asena) Is-sığ Gölü çevresinden Mısır'a gelen
ve DEMÎR işlemeyi öğreten, HlKSOSLARI tesis eden Turan soyludur. Kısır
hanımlarla ilgili olarak görkemli bilimsel veriler ise Kur'ân-ı Kerîm'-dedir:
"
Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd. Bu sana okuyacağımız âyetler, Rabbinin, kulu
Zekeriyyâ’ya olan rahmetini bir anıştır. O, Rabbine gizlice yalvardığı zaman,
Şöyle demişti: Ey Rabbim, doğrusu ben (o kimseyim ki), benim kemiğim zayıflayıp
gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana duâ etmekle ey Rabbim,
hiç bir zaman mahrum olmadım. Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek olan
varislerden endişedeyim. Karım da KISIR bulunuyor. Onun için bana bir çocuk
ihsan buyur, Ki bana da mirasçı olsun, Ya’kûb âilesine
de mirasçı olsun. Rabbim, Sen onu (söz ve hareketleriyle) rızana kavuştur.
(Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu): Ey Zekeriyyâl Gerçekten Biz sana bir oğul
müjdeliyoruz ki, adı Yahyâ'dır; bundan önce ona hiç bir adaş yapmadık...
Zeke-riyyâ dedi ki: Rabbim, benim nereden bir oğlum olacak? Hanımım KISIR
bulunuyor, ben de ihtiyarlığın son haddine vardım. (Cebrâîl ona şöyle) dedi: Dediğin
gibidir, fakat Rab-bin buyurdu ki, bu işi yapmak Bana kolaydır. Bundan önce
seni yarat-tim, halbuki hiç bir şey değildin.
Zekeriyyâ şöyle dedi: (Ailemin hamlini anlamak hususunda) Rabbim bana bir
alâmet ver. Allah buyurdu ki, senin alâmetin, sapasağlam olduğun halde üç gün
insanlarla konuşamaz hale gelinendir. Nihayet (hanımının hamil vakti gelip de
konuşamaymca) mihrabtan kâvmine karşı (Zekeriyyâ) çıktı da, onlara: Sabah ve
akşam namaz kılın, diye işaret etti. (Biz ona Yahyâ'yı ihsan ettik ve şöyle dedik):
Ey Yahyâ! Kitabı kuvvetle tut (Tevrât'ta olan hükümlerle amel et). Bir de daha
çocukken ona hikmet (Fen bilimleri bütününden) verdik. Hem de tarafımızdan bir
merhamet ve günâhlardan bir paklık verdik. O çok takvâ Sahibi İdi.” (Kur’ân;
Meryem sûresi, âyet 1-13).
Gördüğünüz
gibi, Yahyâ peygamberin adını Cenâb-ı Allah tâyin ediyor. Ne yüce bir hediye
değil mi?
"Ve
vaki oldu ki, Zekeriyyâ kendi takımının sırasında Allah'ın huzurunda kâhinlik
hizmetini ederken, kâhinlik ayini üzre buhur yakmak için, Rabbin mabedine
girmek kurası kendisine düştü. Bütün halk cemâati buhur saatinde dışarda duâ
ediyorlardı. Rabbin bir meleği Zekeriyyâ'ya göründü,
ve buhur mezbahmm sağında durdu. Zekeriyyâ onu görünce şaşırdı,
ve üzerine korku düştü. Fakat melek ona dedi: Korkma, Zekeriyyâ; çünkü duân
işitildi, karın Elisabet sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahyâ koyacaksan.
Sevinç ve safa bulacaksın; onun doğmasından bir çokları
da sevinecekler. Çünkü Rabbin gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek; ve daha anasının karnından Rûhu'l-Kudüsle dolu
olacak. İsrailoğullanndan bir çoğunu onların Allah'ı
Rabbe döndürecek. Babaların yüreklerini oğullara, âsileri sâlihlerin hikmetine çevirmek, ve Rabbe amade bir kavm hazırlamak üzre İlya'nm
ruhu ve kudretile onun önünde yürüyecektir. Zekeriyyâ da meleğe dedi: Ben bunu
nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır. Melek cevap
verip ona dedi: Ben Allah önünde duran Cebrail'im; seninle konuşmağa,
ve bu şeyleri sana müjdelemeye gönderildim, işte, dilin tutulacak, ve bu şeyler
oluncaya kadar, söz söylemiye-ceksin; çünkü vaktinde yerine gelecek olan
sözlerime inanmadın. Halk Zekeriyyâ'yı bekle-şip duruyor,
ve mabette gecikmesine şaşıyorlardı. Zekeriyyâ ise, çıktığı zaman, onlarla
konuşamadı; onlar da mabette bir rüyet gördüğünü anladılar;
ve Zekeriyyâ onlara işaretler edip dilsiz kaldı. Ve vaki oldu ki, hizmetinin
günleri bitince, evine gitti. O günlerden sonra karısı Elisabet gebe kaldı; beş
ay evine kapanıp dedi: İnsanlar arasında ayıbımı gidermek için Rab üzerime nazar
eylediği günlerde bana böyle etti. Altıncı ayında, Allah tarafından Cebrail
melek Galilede Nâsıra denilen şehre, Davud evinden Yusuf adındaki adama nişanlı
olan bir kıza gönderildi; kızın adı Meryem idi. Melek onun yanma girip dedi:
Selâm, ey nimete eren kız, Rab serinledir. Ve Meryem bu sözlerden çok
şaşırarak: Bu nasıl selâmdır? diye düşünüyordu. Melek
ona dedi: Korkma, Meryem; çünkü Allah önünde inayet buldun. Ve işte, gebe kalıp
bir oğlan doğuracaksın, ve adını Isa koyacaksın. O
büyük olacak, ona Yüce Allah'ın Oğlu denecek; Rab Allah ona babası Davud'un
tahtını verecek; Yakub'un evi üzerinde ebediyen saltanat sürecek;
ve onun melekûtuna (saltanatına) hiç son olmıyacaktır. Meryem de meleğe dedi:
Bu nasıl olacak? Çünkü ben er bilmem. Melek cevap verip ona dedi: Ruhülkudüs
senin üzerine gelecek, Yüce Olanın kudreti üstüne gölge salacak; bunun için de
doğacak olan mukaddese Allah'ın Oğlu denecektir. Ve işte, senin akrabandan
Elisabet de ihtiyarlığında bir oğlana gebe kaldı; ve
kendisine KISIR denilmiş olan kadının bu altıncı ayıdır. Zira Allah'tan olan
bir söz hükümsüz kalmaz. Meryem de dedi: İşte, Rabbin kulu; bana dediğin gibi
olsun. Ve melek ondan ayrıldı. O günlerde Meryem de kalktı ve dağlığa, bir
Yahuda şehrine acele ile gitti. Zeke-riyyâ'nın evine girip Elisabet'e selâm
verdi. Ve vaki oldu ki, Elisabet Meryem'in selâmını işitince çocuk karnında sıçradı; ve Elisabet Ruhulku-düs ile doldu; büyük bir çığlık
koparıp dedi: Sen kadınlar arasında mübareksin, karnının semeresi de
mübarektir. Bu bana nereden oldu da, Rabbimin anası yanıma geldi? Çünkü işte,
senin selâmın sesi kulağıma erdiği anda, çocuk karnımda sevinçten sıçradı. İMAN
EDEN KADINA NE MUTLU! Çünkü Rab tarafından kendisine söylenen şeyler tamam
olacaktır. Ve Meryem dedi:
Canım
Rabbi yükseltir (yüceltir), Ve Kurtarıcım Allah ile ruhum sevinir. Çünkü
kulunun hakir haline baktı; Zira işte, bundan sonra bütün Nesiller bana mübarek
diyecekler.
Çünkü
Kudretli olan bana
Büyük
şeyler etti (hâmile kalma tekniğini kasd ediyor);
Onun
ismi Kuddûs'tur.
F/8
Merhameti
(Rahmeti) nesillerden
nesillere, Kendisinden korkanlaradır.
Bazusu
ile kudret gösterdi;
Mağrurları
yüreklerinin kuruntusu İle dağıttı.
Hükümdarları
tahtlarından indirdi, Ve hakirleri yükseltti.
Açları
iyi şeylerle doyurdu;
Ve
zenginleri boş döndürdü.
(B
abalarımıza söylediği gibi)
İbrahim
ile onun zürriyetine Merhameti ebediyen hatırlamak için, Külü İsrail'e yardım
etti (11).
Meryem
Elisabet'in yanında üç ay kadar kaldıktan sonra, evine döndü. Elisabet-in
doğuracağı vakit tamam oldu; ve bir oğlan doğurdu.
Komşuları ve akrabası, Rab-bin ona büyük merhamet ettiğini işittiler;
ve onunla beraber sevindiler. Ve vaki oldu ki, sekizinci gün, çocuğu sünnet
etmek için geldiler; ve onun adını, babasının adına
göre, Zekeriyyâ koyuyorlardı. Anası cevap verip dedi: Yok, fakat adı Yahya
olacak. Ona dediler: Akrabandan bu adda kimse yoktur. Ve: Ne ad konulmasını
istersin? diye11
babasından işaretle sordular. O, bir levha istedi: Adı Yahya'dır, diye yazdı.
Hepsi şaş-tllar.(încîl, Luka,
Bap 1, âyet 8-63). ’
Bu
kadar ciddi ve bilimsel verinin 32. âyeti bütün değerleri ânında nötralize ediyor. Hâşâ, Cenâb-ı Allah'ın oğlu olur mu? Dört
Incil'in dördünü de ahlamak için okurlarsa; Hz. îsâ'nın kendi ağzı ile Allah'ın
oğlu olmadığına tanık olacaklardır. Hz. îsâ'nın Incil’de -BABA-diye hitab
ettiği çok ayn bir olaydır. Kanıtı da, yine 32'nci âyetin son cümlesi "Rab
Allah ona babası Davud'un tahtını (yetkilerini) vere-cek"dir;
denmesidir. Dikkat ediniz ki aynı âyet 1989 sene önceki; dil, telaffuz, kültür
ve ifâde tarzını, en önemlisi de TAHRİFATI; yine kendisi sergiliyor.
Biz,
tekrar Hz. İbrâhîm ve Hz. Lût aleyhis-selâm'a dönelim:
Aynı
çağda yaşayan bu iki peygambere gelen elçiler Kur'ân'da ayn ayn sûrelerde
özbilgi-ler + veriler değişmez olarak kalırken, aynntılı ifadelerle
kütüphaneler dolusu gerçekler, öğretiler, işin en zarif tarafı ise; İlâhî bir
incelikle anlatılır. Bundan Kur'ân'ın çağlara cevap verir ifâdesinin inceliği
ve bilimselliği tartışmasız görülebilir. Hele ki, Tevrât'ın ve Incil'in
tasdik-çi ve tamamlayıcı incelikleri....anlayana!
Görevlerini
arkalannda asırlarca sürecek olan bir hâtırayı bırakarak geldikleri yere giden
elçiler, izlediğimiz gibi peygamberleri bile ki:-ateşe atılmaktan korkmayan
İbrahim'i ilk bakışta korkutacak, ürkütecek görünümdedirler- sıradan
insanlann hâfızalanndan asırlarca silinmemesi, birazdan izleyeçeğimiz gibi;
câhil toplumlarda ise LAT, UZZA ve MENAT gibi patent isimleriyle ilâhlaştmlması
da doğaldır.
-oOo-
KUR'ÂN'IN
KALBİ
YÂsta steEsl
YÂSÎN
SÛRESİ, âyet 1: " Yâsîri' (12). "Hikmet sahibi Kur'ân hakkı için."
(6). " Babalan (Allah'ın azâbı ile) korkutulmamış bir kavmi
(Kureyş'i) korkutasın diye gönderildin. Çünkü onlar habersiz
gaafillerdir."
Yani
Mekkelilerin atalarına, dolayısıyla kendilerine intikâl eden bir Kitap gelmedi
veya peygamber gelmedi; boşluk içindeler, deniliyor.
YÂSÎN
SÛRESİ, âyet 13: "(Ey
Rasû-lüm!) Mekke halkına o şehir halkının hâlini misâl göster. Hani oraya
ELÇİLER GELMİŞTİ."
Bu
âyette ifade edilen "Şehir"
kelimesine, Öz Arabça'da karşılık olan "Karye",
insanların uğrak yeri, oldukça meşhur uğrak yeri, insanların toplandığı kasaba
veya merkezî bir kasaba, anlamındadır.
YÂSÎN
SÛRESİ, âyet 14: "O vakit kendilerine İKİ ELÇİ göndermiştik de bunları
tekzib etmişlerdi. Biz de BİR ÜÇÜNCÜ ELÇİ ile bu İKİSİNİ takviye etmiştik.
Şöyle demişlerdi: Gerçekten biz size GÖNDERİLMİŞ ELÇİLERİZ."!13)
Asırlar
önce elçi olarak gelen ve cinsiyetlerini (birtakım farklı özelliklerinden)
bizim gibi dış görünüşle hemen tesbit edilemeyen görünümleriyle Peygamberlerin
bile ilk bakışta korktukları, hem de Mekkelilere kadar Lât, Uzza ve Menât
olarak gelen bu hatıranın kaynağına yavaş yavaş geliyoruz. Fakat konuya tam
anlamıyla girerken önemli ayrıntıları belirtmemizde fayda var.
Biz,
Mavi Gezegen'in insanları olarak bilgi bankamızda "erkek” ve "dişi"
özelliklerinden başka bir cinsiyeti ne biliyoruz, ne de merkezimizde öyle bir
cinsiyeti kavrayabiliz. Bizim Genetik Bilgi Bankamızda, yani Bilgi İletişim
Merkezi'nde ÜÇÜNCÜ BİR CİNSİYET (her ne ise!) bilgisi kesinlikle YOKTUR.
Erkek ve dişi kavramları arasında kesin bilgilerle programlıyız değil mi?
Dolayısıyle 6. yüzyılda Mekkelilerin kendilerine kadar gelen bu hatıranın
kahramanlan olan elçi - melekleri; hem İlâh yapmaları, hem de onları
" ERKEK" veya "DİŞİ" isimleri veya özellikleriyle
kavrayıp duygularını dile getirmeleri doğal haklanydı.
Bu
erkek ve dişi ifâdesi olayı aydınlatacak ve tutarlı ipuçlarından birisidir. O
yüzden; erken, ancak üzerinde biraz durmak gereği gördük. Bildiğiniz gibi,
İsrailoğullan kendi soyla-nndan olmayanlann kendi dinlerine girmelerini pek
istemezler. Dolayısiyle Mekkeliler içli-dışlı olduklan Yahudilere akılcı
olmayan düşüncelerle özeniyorlar ki; ne olursa olsun bir din sahibi olalım,
düşüncesiyle ve haklı olarak bu garib ve hayret edilen hikâyenin ÜÇ ELÇl-MELEK
kahramanını bilmeden ilâh rafına oturtup, tapınmış olmaları, şimdilik en akılcı
bir açıklamaya ilk adım olabilir. Çünkü hikâye; birtakım bilge kişiler, yani
Mısırlı kâhinler tarafından Mekkelilere satıldı. İnanç boşluğu içindeki
Mekkeliler de hikâyenin ÜÇ kahramanına İLÂH diye tapındılar. Üstelik dişi
isimleri takmayı ihmâl etmeden! Gârâniyk, yani ÜÇ AK-KUGULAR gizemini siz
okurlarla birlikte aydınlatmak içindir ki... bu denli
ayrıntıları bazı hallerde gelecek sayfalara bırakıyor, bazı hallerde de biraz
farklı tekrarlar yapıyoruz. Zira bu kitabın verileriyle ortaya çıkacak NET
sonuç bütün Dünyalıların sorunudur. Zafer ve başarı ise sadece Cenâb-ı Allah'a
aittir.
Kur'ân'da
ve Tevrât'ta açık ve eğitici bir bilimsellikle anlatılan ve Allah'ın emri ile
gelen elçilerin hiç kimseye kötülük yapmadıkları tüm açıklığı ile ortadadır.
Tam aksine, günâh-kâr bir kavmi ve hızla yayılabilecek bir virüsü (hastalığı)
yok etmek için geldikleri de, olayın olduğu on yıllarda veya yüzyıllarda, gerek
yakın kabileler, gerekse zamanla bu müthiş olayı duyan çevre milletler
tarafından biliniyordu. Uğrak yeri olan bir şehir, bir anda YOK olmuştu da
ondan!..
Yani,
elçiler kayıtsız-şartsız yardım eder, iyiliksever kimselerdi. Bu müthiş olayı
duyan her toplum, hafızalarında uyandırdığı silinmez anılan (Sedom şehrinin
üstünün altına, korkunç bir sayha - şok dalgası- ile yok oluşunu), kendi
kültürleri içinde hâfızalanna, hikâye bankalanna kaydederken, seneler sonra
hâtıranın aslına getirilen ek bilgileri veya eksiltmeleri ya da abartmaları
açıklamamıza gerek yok sahınm. Zira elçilerin kötülük için gelmedikleri, hatta
o günâhkâr kavmi yok etmeseler-di, hastalığın çevredeki kabilelere de hızla
yayılabileceğini öğrenen ve İNANÇ BOŞLUĞU içinde olan insanlar, o elçilerin
kendilerinden "Yardım umulur, şefâat umulur, onlar ilâhlardır"
şeklindeki hâtırayı maalesef kendilerince bir inanç kavramı hâline getirdikleri
de, tartışmasız ortadadır.
Nitekim,
Sedom şehrinin ve kavminin yok edilmesinden asırlar sonrasına kadar, gerek
virüs kalıntılarını taşıyabilecekleri (daha doğrusu uyuyan virüsleri tekrar
aktif hale getirebileceği gibi nedenlerden), gerekse radyoaktivite
serpintinin kalıntılarını taşıyabilecekleri ve insanların metabolizmalarında
olumsuz etkiler yapabileceği içindir ki, Yahudilere sadece TIRNAKLI HAYVANLARIN
ETLERİNİN YENMESİ YASAKLANMIŞTIR... Bu meseleyi Kuantum fizikçileri,
Bio-fizikçiler daha ayrıntılı anlayabilirler.
.
"Biz Yarindiler e TIRNAKLI HAYVANLARIN HEPSİNİ
HARAM ETTİK. Sığır ve koyunun İÇ YAĞLARINI DA kendilerine harâm yaptık.." (Kur'ân-ı.Kerîm;
En’âm Sûresi, âyet 146).
Yazık!.. 1400 senedir Kur'ân'ı, 1989 senedir Incil'i, 4000 seneye
yakındır Tevrat'ı okuyanlar... acaba ne amaçla
okudular ve ne anladılar ve anladılarsa, niçin YAPMADILAR? Şimdi biraz olsun
anlaşıldı mı? Kur'ân'ın, Incil'i ve Tevrât'ı tasdik eden bir gerçek olduğu?
Ezici
bütün gerçek yanlarıyla şimdi Hz. Peygamberimizin "Onlar kendilerinden şefaatleri
umuluan AK-KUGULARDIR."
sözündeki kuğuların gizemlerini çözmeye çalışacağız.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sel-lem, sözünü ettiğimiz hâdisenin aslını sınırlı da olsa
daha önce gelen vahiylerden sezinliyor, ancak içeriğini ve ciddiyetini veya
tamamını ayrıntılarıyla bilmediği için Mekkelilerin; "Bunlar Lât, Uzza ve bu da
Menat'tır"
demelerine karşın; dikkat ederseniz, Lât ve Uzzâ ilk gelenler ve Menât da sanki
İkiliye sonradan katılmış gibi bir ayrıcalıkla ifâde ediliyor ki; zaten olayın
aslında da önce ilk iki elçi, sonra takviye olarak bir üçüncüsü gönderiliyor. Gözden
kaçırmayınız ki; hâtıradaki ifâde aslına ne kadar sâdık kalınarak ortaya
çıkıyor.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem bu saçmalıklara cevap olarak:
Bunlar
putlardır ve ilâh değillerdir. Sizin de, bizim de İlâhımız bir tek olan
AL-LAH'tır. Size bu kadar bozulmuş olarak gelen bu hâtıranın aslı öyle
değildir. Onlar Allah’ın gönderdiği ÜÇ ELÇİDİR. Kötülükleri
yok eden, iyi kimselere (Hz. Lût'un kavmi-ne, hastalık virüsü taşımayanlara,
inançlı olanlara) Allah’ın izni ile yardım eden ve İbrahim ve hanımı Sûre pir
ihtiyar iken çok bilgin Hz. İshâk’ı müjdeleyerek verilen emri yerine getiren,
ancak Allah’ın izniyle insanlara yardım ve şefâat eden, görünümleri bembeyaz,
tertemiz (mâden gibi elbiseli, parıldayan elbiseli), bizjere benzemediği için
ve bir yerden diğer bir yere SÜZÜLEREK kuğular gibi gidişleri (hareket
biçimleri) ve görünüşleri olan (oysa 6. yüzyılda Peygamberimiz Kuğu görmedi),
ancak sizin câhilliğinizden dolayı LÛT ismini LÂT şeklinde telaffuz edilerek
size kadar gelen Elçi-Meleklerin ANILARINI; Lât, Uzzâ ve Menât diye onlara
uydurma; dişileri kasd ederek; isimler takıp, Lât kavmi-nin hastalıklı
olanlarını yok eden, iyi kimseleri ise kayalık dağlara gönderip kurtaran
Elçilere İLÂH dediniz ve onlara tapınıyorsunuz..." demiş olmalıdır.
20.
yüzyılda ve bu gezegende bu olayın bir başka bilimsel açıklaması var mıdır?
Devam
edelim: Kimmiş ve1 nereden gelmişler bu Garaniyk elçiler? Yine
kısa bir ayrıntıyı belirtmede zihinlerde oluşacak sorular için fayde var
sanırım.
”Fakat
haftanın ilk gününde, seher vakti, kadınlar hazırlamış oldukları baharları
getirerek kabre geldiler. Taşı kabirden yuvarlanmış buldular;
Ve içeri girip Rab İsa'nın cesedini bulamadılar. Ve vaki oldu ki, onlar bundan
dolayı şaşırmış iken, işte, pırıldayan esvapla iki adam yanlarında durdu; Ve kadınlar korkup yüzlerini yere iğmiş oldukları
halde, adamlar onlara dediler: Niçin diriyi ölüler arasında arıyorsunuz? O
burada değil, fakat kıyam etti; daha Galile-de iken," (İncil,
Luka, Bap 24, âyet 1-6).
"Ve
Sebt günü geç vakit, haftanın ilk gününe doğru, tan yeri ağarmağa başlarken,
Mecdelli Meryem, ve o bir Meryem kabri görmeye
geldiler. Ve işte, büyük bir zelzele oldu; zira Rabbin bir meleği gökten indi, ve gelip taşı yuvarlıyarak üzerine oturdu. Onun
görünüşü şimşek gibi idi; esvabı kar gibi beyazdı. Onun korkusundan bekçiler
titreyip ölü gibi oldular. Ve melek cevap verip kadınlara dedi: Siz korkmayın,
çünkü haça gerilmiş olan İsa'yı aradığınızı biliyorum. O burada değil; çünkü
dediği gibi kıyam etti .Gelin, Rabbin yattığı yeri
görün." (İncîl, Matta,
Bap 28,1-6).
İki
İncîl'in farklı anlatımlarıyla; parıldayan giysili elçileri hâfızalarimıza
kaydedip tekrar devam edelim.
"Onlar
dediler ki: Siz ancak bizim gibi insanlarsınız (bize bir üstünlüğünüz yok), hem
Rahmân Allah bir şey (Kitap) indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz.
(Elçiler, onlara) dediler: 'Rabbiniz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş
elçileriz. Bize düşen, ancak apaçık. Bir tebliğ-dir.
(Onlar, elçilere) dediler ki: DOĞRUSU BİZ, SİZİNLE UĞURSUZDANDIK. EĞER
(BU SÖZÜNÜZDEN) VAZGEÇMEZSENİZ muhakkak sizi taşla öldürürüz;
ve her halde size bizden ÇOK ACIKLI BİR AZÂB DOKUNUR. (Elçiler) dediler ki:
Uğursuzluğunuz yanınızdadır. Nasihat edilirseniz mi (bunu uğursuzluğa
yoruyorsunuz ve bizi tehdid ediyorsunuz?) DOĞRUSU SİZ, HADDİ AŞMIŞ BİR
KA-VİMSİNİZ." (Kur'ân-ı
Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 15-19).
Âyetinin
son cümlesi olan "Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz" ifâdesi;
elçilerin (iğrenç bir karakter hastalığı olan livata yapmamaları için)
nasihatlan sık sık tekrarlanıyor ki, kavimde bir takım kişilerin hastalığa
yakalanıp hızla iğne-iplik olmalannı, daha önce böyle bir Şey (korkunç bir
şey olmalıdır ki) görmediklerinden, bunun elçilerin nasihatlerinden
kaynaklanan bir uğursuzluk olarak değerlendirdiklerini NET bir şekilde
kanıtlar. Bu ifâde ilkel
toplumlardaki; uğurluluk veya uğursuzluk gibi zayıf düşünüşün tipik bir
örneğidir.
"
(O esnada, elçilerin geldiğini haber alan ve Allah'a ibâdet etmekte olan) bir
adam, şehrin tâ ucundan koşarak geldi (ve şöyle) dedi: Ey kavmim, UYUN BU
GÖNDERİLEN ELÇİLERE." (Kur'ân-ı
Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 20).
Hiç
ben O’dan başka TANRILAR EDİNİR MİYİM? Eğer O Rabmân (Allah)
bana bir keder murad
ederse, O TANRILARIN ŞEFÂATİ BANA HİÇ BİR FAYDA VERMEZ; onlar beni
kurtaramazlar." (Kur’ân-ı
Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 23).
Haddi
aşmış olan kavme nasihat etmekte iken, elçiler hakkında bir şeyler bilen bir
kişi, elçilere yardım etmek amacıyla hem nasihat ediyor, HEM DE ELÇİLERİN
GERÇEKTEN ALLAH TARAFINDAN GÖNDERİLDİĞİNİ SÖYLEMEYE ÇALIŞIYOR. Dikkat
ederseniz, bu şahıs elçilerin gerçekten Yüce Allah tarafından gönderildiğini
kesinlikle biliyor, fakat nasıl? Bu kişi, elçilerin Hz. Lût'tan çok önce
oralarda Peygamberlik yaptıklarını ve elçilerin gerçekten Yüce Allah tarafından
gönderildiğini bilen; elçiler hakkında (kavme nasihat edecek cesareti
kendinde bulduğu için, oldukça yaşlı olması gerekir), belki de gençliğinden
kalan ciddi bir çok tecrübeleri veya duyduğu gerçek
anılara sahip olduğu da böylece açıklık kazanıyor.
Ancak,
elçiler, haddi aşmış kavme NE DEDİLER KÎ; kavim, elçilere; " Eğer
bu sözünüzden vazgeçmezseniz!" tehdidiyle elçileri tek-zib ediyorlar? işte bu karşılıklı ve oldukça ayrıntılı (okumak için
değil, anlamak için okunursa deşifre edilecek) ve karşılıklı konuşmadır ki,
Şuârâ sûresi âyet 160'da ifade edildiği gibi, elçilerin çok zaman önce o
şehirde görev yaptıklarını yeterli bir aynntı ile kanıtlar.
ANTAKYA MI?
Bu
arada kısaca değinmek zorundayım ki, Kur'ân'ı tefsir eden birçok şahıs Yâsîn
sûresinde (14,15,16. âyetlerinde) sözü edilen
elçilerin Hz. îsâ’nm havarileri olduklarını ve olayın Antakya'da geçtiğini
zannederler! Bu, aslâ doğru değildir. Bu, ciddi bir hatâdır. Çünkü:
·
1.
Antakya'da, Yâsîn
sûresi'nin 28 ve 29. âyetlerinde belirtildiği gibi, her hangi bir SES
dalgasıyla (sayha) ve tarihin hiç bir gününde, herhangi bir felâket
olmamıştır.
·
2.
Hz. îsâ'nın havarileri -
Yuhanna, Bevles ve Şem'un- aslâ birbirinden ayrılmadılar ve Antakya'ya
geldiklerinde de birlikte geldiler.
·
3.
Bu havariler; Antakya'daki
insanların "Siz haddi aşmış bir kavimsiniz" tenkidine veya
ikazına lâyık kat'iyyen kötü bir şeyle karşılaşmadılar ve havariler de
Antakya’da böyle bir ifâdeyi aslâ kullanmamışlardır.
·
4.
Antakya tarihinde
kat'iyyen Yâsîn âyet 29'da belirtilen "hemen sönüverdiler" ifâdesine
bırakın uğradıklarını, benzeri bir olay dahi olmamıştır. Zira âyette belirtilen
"Sönüverdiler” kelimesi; ateşin yandıktan sonra sönüp kül haline gelmesi
gibi bir sönmeyi ifâde der ki, Antakya'da aslâ böyle bir şey olmamıştır.
Birinci
şıktan dördüncü şıkka kadar olan ayrıntılar için Kur'ân tefsirinde gerçek bir
otorite olan İbn-i Kesîr'den esinlendik ki, İbn-i Kesirde; "Hz.
Mûsâ'dan sonra herhangi bir kavinin topluca HELÂKİ söz konusu değildir."
der. Bu da en geçerli kanıttır.
.
Son derece görkemli ve geniş olan Kur'ân dilinde ifâde edilen "Sönüverdiler"
ifâdesine tam bir anlam verebilmek ve bir diğer ayrıntıyı irdelemek için
Tevrât'a başvuralım.
"Ve
Sodom ve Gomora’ya doğru ve bütün Havza memleketine doğru baktı,
ve gördü, ve işte, YERİN DUMANI OCAK DUMANI GİBİ ÇIKIYORDU." (Tevrât,
Tekvin, Bap 9, âyet 28).
Bu
olayın geçtiği yeri, birazdan bütün ayrıntılarıyla ve bilimsellikleriyle
göreceğiz. Bugünkü merkezi Sodom olan bölgedir. Dolayı-sıyle Üç Elçinin geldiği
yerin Antakya olduğu bilgisi, araştırılmamış ve gerçek olmayan bir zandır.
Antakya böyle bir "Sayha"ya uğramış bir yer değildir.
Tevrât'ta
belirtilen "Ocak dumanı gibi" ifâdesi, Kur'ân'daki "Sönüverdiler";
ateşin sönüp kül haline gelmesi gibi; ifâdesinin ta kendisidir ve
eşanlamlıdır.
Bir
diğer kanıt: Elçi, sadece
Allah'ın görevlendirdiği melek veya insandan seçilmiş, özel bilgilerle teçhiz
edilmiş kimselerdir. Hatırlayınız ki, Îbrâhîm: "Siz korkulacak,
ürkü-lecek tanımadık kimselersiniz." demişti. Bunun dışında Kur'ân’da
bir tek KAVME ELÇİ gönderildiği geçmez. Kur'ân’da Elçilerin geldiği tek kavim
LÛT kavmidir. Diğer bütün ka-vimlere veya milletlere ise Peygamberlerin,
Resûllerin geldiği belirtilir. Bu önemli ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekirdi.
Kur'ân'ı tefsir edenler buna çok ciddi bir şekilde dikkat etmek zorundadırlar.
Kanıtlarımızın
en belirgin olanı ise; bildiğimiz
kadar yeryüzünde inşa edilen ilk kilise Antakya'dadır. Dolayısıyle Hz. Isa'ya
saygınlıklarını, bağlılıklarını, yeryüzünde ilk kilise yapmakla (CEM olma
Hoplanma yeri) sergileyen Antakyalılar, nasıl olur da böyle bir SAYHA (Ses
şoku) ile helak edilebilirlerdi.
Dolayısıyle
Yâsîn sûresinde belirtilen ve Kur'ân'm birinci bilim anahtarı; sözünü ettiğimiz
bu Elçilerdir. Âlemlerin Rabbi ve Alîm o-lan Allah'a
hamd ederiz. 20. Yüzyıl Müslüman bilim adamları Kur'ân'ı anlamaya birinci
anahtarla artık başlamışlardır.
Asırlardır
bu Ûç Elçi'yi görkemli görünüşleri ve anılarıyla bütün Orta Şark kültürlerinde
ve tarihlerde GÂRÂNÎYK olarak görüyoruz.
Bu
kelime, yani Gârâniyk = Kuğu= Turna veya"çok yakışıklı genç delikanlı
erkek" anlamlarını taşıyor. İşin en bilimsel tarafı ise, bu kelime her
ayrı tülde veya ayn millette ve farklı zmanlarda da, yine aynı anlan üstelik
"ÜÇ Turna" veya "Üç Tann" yahut "Üç Tann-ça"yı
ifâde için kullanılmış. Bu kelimenin Hititçe'ye, Ermenice'ye, birçok Avrupa
dillerine Sâmî Dillerinden geçtiğini Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin bir
çalışmasından izliyoruz (Şeytanî Rivayetler, sf. 127). Ancak, GÂRÂNİYK çoğulluk
ifâde eden bir kelimedir. Tekili ise "GARNIK"tır. Bu kelimenin
kökeninin Arapça'ya ve Sâmî dillerine nereden geldiği de kesin bilinmiyor
üstelik. Ben de bu kelimeyi tam olarak araştırmış değilim. Zaten bu kitap için
ciddi bir gereği de şimdilik yoktur. Ancak, bu kelime veya ifâdenin gâyesi Azer
kökenli olmalıdır, kanısındayım. Zira Kuğular olayının ilk muhatap kişileri
Âzeroğlu Hz.îbrâhîm ve kuzeni Hz. Lût'dur. Dolayısıyle bu kelime önce Azer
dillerinde imâl edildi ve asırlarca iç içe yaşayan (hâlâ da) öyledir. A
zerce'den Ermenice'ye ya ithâl edildi veya tam kelime karşılığı Ermenice'de
bulundu ve bütün dillere aslı pek kaybedilmeden transfer edildi.
Hz.
İbrahim'in yaşadığı devirde Sâmî soyu diye bir millet yoktu. Konuştuğu dil de
bugünkü Azerce olmamasına rağmen yine de Azerce'den kalıntılarla Harran’da
kendi dilini yani İbranice'nin kendi çağıdaki halini konuşuyordu. O devirlerde
en geniş dil yine Sankritçe ve Uygurca'ydı. Dolayısıyle GÂRÂNİYK Azerce veya
Bâbil dillerinde yahut Ermenice dillerindeki bir kökten geliyor olsa gerek.
Zira Hz. İbrâhîm aleyhisselâm Sâmî soyunun insanı değildir ki Sâmî soyu Hz.
İbrâhîm'den bir kaç yüz yıl sonra ancak Ya'kûb = tsrâîl olarak sadece isimle
oluştu. Asırlar sonra da 12 tsrai-loğlu kabilesi hâline geldi.
Şefâat
edecekleri umulan Kuğuların (GÂ-RÂNİYK) kimler olduklarına değinmek üzere iken;
durmaksızın hata üstüne hatalar yapan, günâhlar işleyen Mekkeli inançsızların,
artık hatalarını yavaş yavaş anlayıp; bu sefer de, mâdem ki Rahmân (Allah) her
şeyi diler, eğer dilemeseydi biz de o Elçilerden ŞEFAAT um-mazdık vb. gibi
özürlerini izlemek için devamla;
"
Onlar, Rahmân'ın kullan olan MELEKLERİ DE (âyette
çoğul ifâde
var)
DİŞİ YAPTILAR. Yaratılışlarına şâhid mi idiler? Onların (bu yalan) şâhidlikleri
yazılacak ve (Kıyâmet'te) soumlu tutulacaklardır. Bir de şöyle dediler: Rahmân
dileseydi, biz o MELEKLERE YAPMAZDIK. (Yine çoğul ifâde) Onların bu hususta HİÇ
BİR BİLGİSİ YOKTUR; onlar ancak yalan söylüyorlar. Yoksa biz, onlara, bundan
(Kur'ân'dan) önce bir kitap vermişiz de ona mı tutunup x amel
(çalışma, iş) ediyorlar?" (Kur'ân-ı
Kerîm;
Zuhrûf Sûresi, âyet 19-21).
Yani,
Mekkelilere daha önce hiç bir din kitabı gönderilmedi, neye dayanarak bunu
söylüyorlar? Dolayısiyle söyledikleri YALANDIR, deniliyor.
Şimdi
hâtıranın kaynağını hem Mekkeliler yavaş yavaş îmân edip itiraf ediyorlar, hem
de elçilere atfedilen isimlerin DİŞİ ismi olduğu ortaya çıkıyor ki, bunun YALAN
olduğunu âyetin en belirgin ifadesinden öğreniyoruz. Ve bu demektir ki,
elçilerin isimlerinin ERKEK ismi olması gerekir!...
Dikkat
ettiniz mi, şu anda ben de aynı hatayı yaptım! Nasıl mı? Bir cahilimin adı
şayet dişi ismi değilse... başkaca ne olabilir benim
için? ERKEK ismi olması gerekir değil mi? Çünkü benim, bizim genetikbilgi
bankamızın programı ERKEK ve DÎŞÎ bilgileri ile kesin sınırlıdır. Oysa
Elçilerin erkek mi, yoksa dişi mi olduklarını araştırmak (şimdilik)
yapılacak hataların en kötüsüdür. Zira hadîste ifâde edilen AK-KUĞULAR
(GÂRÂNİYK) kelimesi; kuğu, turna ve genç, görkemli erkek anlamlarındadır.
AK-KUĞULAR gizemini araştıran ve söylenmediğini iddia edenler; araştırmalarını
hangi düzeyde yaptılar ve hangi bilimsellikle ortaya çıktılar acaba? Üstelik
Taberi gibi bir dehâya leke sürerek!
Az
önce bizim kasıtlı olarak yaptığımız hatayı asırlar önce Mekkelilerin veya
Mısırlı kâhinlerin yapmış olması doğaldır. Tapınma güdüselliğinde daha fazla
şefkat veya tek taraflı duygu sömürüsü yapmak için putlara DtŞt isimleri
takmak; yalvarışları daha görkemli veya daha açındıran bir hale getiriyor olsa
gerek.
İsterseniz,
bunun en doğrusunu siz okuyucularla, dürüstçe ve güncel yaşadıklarımızla
birlikte bulalım! Günümüzde bile, ANNE şefkatine sığınıp, taleblerimizi daha
kolay elde etmiyor muyuz? Babalarımızdan aynı şefkati veya tâvizi elde etmek
çoğu kez imkânsızdır, değil mi? Niçin annelerimize daha fazla yakın ve açık
davranışlar sergileriz?
İşte
bunun içindir ki, o insanlar da Mısır'da iğrenç zulümlere uğrayan
Israiloğullan-nın kızlarına atfen (Putların patent kazandığı yerdir)
dişi isimleri de, görkemli putlara en gizemli en etkili, en çarpıcı isimler
olmuştu...
-
Bu ayrıntıları yüzeyde araştırırken bile, Kur'ân'ın şâheser bir edebî ifâdesi
bizi izlediğiniz ve izleyeceğiniz gibi; tartışmasız İlâhî Ki-tab'm gerçek
bilimselliğine, ancak hayranlıkla yöneltiyor. YÜCE ALLAH dileseydi, Elçilerin
kimler olduklarını, nereden geldiklerini hemen birkaç âyetle, o günün
insanlarının anhyacak-lan bir şekilde de açıklardı,
değil mi?
"Kulların
faydalandığı hiç birşey yoktur ki, onu meydana getiren hâzinelerin anahtarları
kâtımızda olmasın. Fakat Biz, onu, ancak ihtiyaca göre, mâlum bir miktarda
veririz." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr sûresi, âyet 21).
Kur’ân'ın
evrensel edebî ve bilimsel ifâdesi, her çağın kültürünü o çağın niteliklerine
ve ihtiyaçlarına göre yönlendirip, onların hatalarını ve hatalardan arınmayı,
gelecek nesillere de; işin en zarif tarafı birkaç âyetle açıklıyor olmasıdır.
Tabii ki anlayana!...
"
Hayır (onların aklî ve nakli hiç bir delilleri yoktur,
ancak) şöyle dediler: BİZ ATALARIMIZI BİR DİN ÜZERİNDE BULDUK BİZ DE ONLARIN
İZLERİNCE GİDEREK HİDÂYET BULURUZ." (Kur’ân;
Zuhrûf Sûresi, âyet 22).
Son
cümle birçok soruya tam açıklık getirirken: "Biz hidâyet olunurduk"
veya " Bize hidâyet edilirdi", yani atalarımız bize kadar gelen
hikâyelerde; o ilâhlara taptığımız takdirde: "O İLAHLAR BİZE ŞEFAAT
EDERLER zannediyorduk." şeklindeki özürleri artık açığa çıkıyor.
Onlar
kendilerine kadar gelen saçma sapan masallardan ŞEFAAT umadursunlar, biz şimdi
olay lan yorumlarla veya zanlarla değil de, aklın
matematiği ve bilimsel verilerle araştıralım.
Hatırlayacaksınız,
bu kitabın hemen başla-nnda, "ONLAR ŞEFÂATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDIR"
ifâdesini günümüze kadar getirenlerden ALLAH râzı olsun, demiştik. İyi
biliyorum ki Müslümanlann bir çoğunun şimşekleri
üzerimizdeydi. Hatta bu kitabin sonunda siz de, o İslâm tarihçileri için
" Allah râzt olsun diyeceksiniz" diye belirtmiştik. Evet,
Cenâb-ı Allah dehâ Taberi'den de râzı olsun, diyoruz.
Bu
olayları ayrıntılarıyla bana Öğreten anahtar bilgi, KUR’ÂN-I KERÎMİN YASIN
süresi Ölmüştür. Senelerdir sorduğum bilimsel bir
sorunun cevabını sözünü ettiğimiz Elçilerin geldikleri yerler hakkında yazdığım
kitap için, kafamdaki bilgi hücrelerini hurdalığa çevirir-cesine yorarak
demiştim ki: Yâsîn sûresi neden Kur'ân'ın kalbı olarak kabul edilmiştir? diye. Gerçekten de karşımda müthiş bir gerçek vardı.
Varlığımdan da ötelerdeki MUTLAK bir gerçek... Hem bu evrensel olayı tüm
ayrıntılarıyla ortaya çıkaran bir ipucu Yâsîn sûresinde idi; hem de Evren'i ve
eksiksiz tüm öğelerini yöneten, koordine eden o müthiş bilgilerin anahtarları
Yâsîn sûresinde idi. Meselâ: YANAN YEŞİL AĞAÇ...ancak
bulgu belki de OTUZUNCU YÜZYILLARIN KAVRAYACAĞI veya o yüzyıllara yön verecek
bir hazinedir. Uzay araçlarının yegâne enerji yakıtım bizi Tevrat'a
yönlendirerek keşfettirecektir. Çağın teknolojisi IŞIK hızının 1/10
km/sa-niyesini hayâl ederken Kur'ân'ın o görkemli verileri karşısında; çağ
adına benliğimle utanıyorum... cehâletimden, bilgisizliğimden utanıyorum...
Gece gündüz "Rabbi zidnîyilmen" diyorum. Niçin Yâsîn sûresi'ne
Kur'ân'ın anası, babası, atası... denmedi de; KALBİ
dendi? Zira kalb, hayat sıvısını tekevvünün (vücudun) her noktasına
ultra-stabilite düzenle pompalayan yegâne merkezdir, değil mi?
Yâsîn-i
Şerif mezarlıkta okunan değil... Kur'ân'ı anlıyacak+ anlatacak bilgi hâzinelerinin
KALBİDİR.
Annesinden
bilim adamı olarak doğan Le-ibniz'in aradığı "Evrensel Matematik"e
ancak Kur'ân'm bilimsel verileri ve çok yüksek matematik değerleriyle ancak
ulaşılacağı kanısındayım. Ulaşacağımız o nokta 19'un birinci gizemiydi.
6. Yüzyılda Hz. Peygamber'e
kesin inanmış, O'nu destekleyen yaşlı, olgun Müslüman-lar bile -birazdan
açıklayacağız- Necm Sû-resi'nin 62'nci âyetine kadar gelen vahiyle
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu elçilerin görevlerini tam
olarak öğrenirken; henüz Necm sûresi'nin tamamının çevresindeki Müslümanlara
veya insanlara açıklamaya bile vakit bulamadan (zaten bulamazdı da, zira
vahiy dinliyor veya öğreniyor olsa gerek) ve 62'nci âyetin hemen
bitimindeki o âyet ilk vahiy edilen "SECDE ÂYETÎ"dir. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem bulunduğu yerde hemen secdeye kapanıyor.
Ancak,
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem henüz öğrendiği vahyi
çevresindekilere sınırlı da olsa açıklayamadan, insanlar, Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem'in Lât, Uzzâ ve Menât'ı öğmesini değil... gizemlerini, nedenlerini çok sınırlı anlattığı için (tâvize
de MEYL edebileceği İsrâ sûresi'nin 73 ve 74'üncü âyetlerinde açıkça
belirtiliyordu). Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem secde etmesine
karşın, çeavresindeki henüz Müslüman olmuş veya olayın şokuyla şaşkına dönmüş
birkaç yaşlı Müslüman olayın aslını bilmediklerinden, şüphelerinden,
kızgınlıklarından dolayı; SECDE YERİNE YERDEN TOPRAK ALARAK ALINLARINA
SÜRÜYORLAR. Oysa, tarih der ki: Bu olay ânında,
Mekkeli müşrikler de kısmen tanık oldukları olaydan dolayı secdeye kapandılar.
Yani, bazı yaşlı Müslümanlar bu davranışlarıyla; hem kızgınlıklarını dile
getiriyorlar, hem de Peygamberi sözle gücendirebiliriz endişesiyle toprağı
yerden alıp almlanna sürerek sitemlerini dile getiriyorlardı. Zira Mekkeli
inançsızların yanında biraz olsun küçük düşmüş veya ciddi bir meseleye cevap
verememenin sıkıntısını ifâde etmeye çalışıyorlardı. Gelen vahiyle
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;" Bunlar sadece basit birer taş parçalandır,
savunmasızdırlar, bunlann hiç bir hüccetleri yoktur, İlâh bir tek olan
Allah'dır."
deyip, putları hâtıranın dışında bırakarak yerdi. Bunu vahyinin bitiminden
sonra tam olarak gerçeği öğrenmiş olmalıdır ki, sınırlı olarak anlatıp, aklın
ve delillerin ışığında insanları iknâ etti. Mekkeliler de bildiğiniz gibi,
artık hızla Müslüman oluyor, kabahati de - az önce izlediğiniz gibi-
atalarına yüklüyorlardı.
Lât,
Uzzâ ve Menât'm birer taş parçası olduğunu, putun ilâh olamıyacağını; îlâh'ın
BÎR TEK VE HER ŞEYE KAADÎR OLAN ALLAH olduğunu tüm açıklığıyla (öğrenmek
isteyene) izâh etti. Buna rağmen gelen elçiler kimler olduğunu tam olarak o
günün insanlarına ayrıntılarıyla açıklayamazdı. Hem Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem’in Kur'ân’ı tam olarak açıklaması istenilmedi ki. O sadece ÂLEMLERE
RAHMET ve AHLÂK örneği olarak gönderildi. Görevi, Kur'ân'ı eksiksiz tebliğ
etmekti. ^Çünkü, Kur'ân hiç bir özel toplumun değil,
Âlemlerin öğüt, bilgi ve erdem kaynağıdır.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimiz'in kuğulara atfen - onlar şefâatleri
umulan Ak-Kuğular'dır - cümlesinin resmî kayıtlara geçirilmesini bizzat
istediğini, hatta ciddiyetle emir verdiğini Islâm tarihlerinden biliyoruz.
Aksini, hiç kimse, hiç bir bilimsellikle iddia edemez.
Olay
yerinden tekrar mescide (toplantı yeri) geldiklerinde Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem bu cümleyi " Onlar Allah'ın izni ile
kendilerinden şefâatleri umulan Ak-Kuğulardır. (Beyaz giysili, parıldayan
giysili, görkemli görünüşleri vb. olan Gârâniyk, genç* yakışıklı delikanlılar)
tekrar ettiğinde ise, arkadaşları fısıldaşarak:
"Bu
mutlaka Şeytan'ın vesvesesidir, Şeytan söyletti galiba!" diyerek
önemsemediler.
Gârâniyk;
kuğu-tuma gibi anlamların yanında; genç, görkemli, yakışıklı erkek delikanlı
anlamlarını da içerdiğini daha önce de belirtmiştik.
Kâinât’m
Efendisi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem nasıl olurdu da bu gerçeğin
aslını, muhâkemeleri o denli kısır olan halka açıklarlardı?...
Siz bir cevap verebilir misiniz?... Mümkün değildir,
değil mi?
Bu
olay Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in 63 senelik hayatındaki ve
İslâm tarihindeki en önemli, en bilimsel verilerin başında gelir ki; Necm
sûresi'nin 62'inci âyeti, yani secde âyeti... İLK VAHİY OLAN SECDE ÂYETİ’DIR.
Kısaca
belirtelim: Bu sûre, yâni Necm sûresi 360 kelimeden oluşur. Bu 360
rakamını unutmayınız.
Mekke'de
Kâ'be'nin etrafında, çember halinde dizilen 360 adet taş putun,
Peygamberimizden önce de, inceliğini bilmeyen Yahudi bilginlerinin anlattıkları
masallardan esinlenerek yerleştirdiklerini biliyoruz: Bu rakamın, elementlerin
temel taşı olan Atomlarda magne-tik ve elektriksel alanları belirleyen temel
olduğunu; (14)
Kur'ân'm 19 rakam gizemi ile mutlak iç içe tüm evreni ayrıntılarıyla
açıkladığını, fakat asırlardır insanların bu en gerekli, en zaruri bilgileri
bilmem hangi bağnazlıklarla (belki de şiirlerle) anhyamadıklannı,
cehaletlerinden, ihtiras ve ihtilaflarından dolayı gerçeği örttüklerini 19 2
= 361 çokluk evrenlerini ve 1 teklik vasfına sahip ancak Yüce Allah'ı (temsil
ettiğini değil!) MUTLAK KANITLADIĞINI; 18 2 = 324° ve 360° -324°
= 36°; Evrende var olan farklı atomların (element farklılığını zaten tayin
eden yegâne olgudur) maksimum ve minimum alan açılarını, parmağını
gözümüzün hemen önünde tutarak öğrettiğini; evrende hiç bir halde veya kütlede (zaten
hâl, kütlenin davranışıdır) herhangi bir polaritesi, yani KUTBU olmayan
yegâne kuvvetin GRA-VÎTASYON çekim kuvveti olduğunu öğreten; bu İlâhî bilgi
kaynaklarını "Evrende Zaman ve Hayat 1" ve "Kur'ân'da
19‘un Sırları" adlı kitaplarımda, insanlığa, bilime hizmet etmek
amacıyla yazdık.
Şimdi
izleyeceğiniz Necm sûresi'nde 6'dan 17'nci âyete kadar anlatılanlardan; Kuğular
gerçeğinin ikinci derecedeki gizemlerini tam olarak öğreneceğiz.
-oOo-
lîUlR&’ILII
GENÇ
UZAYLILAR
Necm'in
anlamı, özelliği olan "YILDIZ!" demektir ki, o özelliği de birazdan
kendiliğinden açığa çıkacaktır.
Tâviz
verebileceğini de hatırlarsanız, Peygamberin kalbinde, Elçi-Melekler hakkında,
biraz önce açıkladığımız gibi, bir takım soru işaretleri olmalıdır ki; Yüce
Allah, O'nun gözüne, kalbi tam yatışsın veya tam iknâ olsun diye, her şeyi tüm
açıklığı ile gösteriyor.
”O'nun
(gördüğünün) DOĞRULUĞU
hakkında O'nunla tartışıyor musunuz?" (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 12) deniliyor.
inançsız
Mekkeliler; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü, öğrendiği
bilgileri sınırlı olarak açıklıyor ki, "O’nunla tartışıyor
musunuz?" ifâdesinden açıkça anlıyoruz ki, tartışıyorlar. Çünkü olay
ânında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü ve Mekkelilerin
göremeyip bir şok etkisiyle şaşkına döndükleri içindir ki, hemen herkes secdeye
kapandı... Biraz sonra da Rasûl-ullah sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü ve
çevresine sınırlı olarak anlattığı olay hakkında tartışılıyor. Neyi ve nasıl
gördüğüne ise birazdan tanık olacağız.
En
önemlisi ise, 5 ve 6'ncı âyetlerdeki açıklamalarla Hz. Peygamberin de
kalbindeki birçok soru işaretlerinin cevaplan l'den 17’nci âyete kadar
anlatılanlarla TAM AÇIKLIĞA kavuşuyor.
"O'na,
müthiş kuvvetleri (gücü,
bilgisi, yetenekleri vb.) ölân birisi (Cebrâîl) öğretti." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 5).
Ancak,
17'nci âyetteki ifade, 25'inci yüzyılın belki teorik olarak düşünebileceği -olay
ânında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem'in gördüğü- bilimsel
gerçekliği ise:
"ÜSTÜN
AKLA SAHÎP (olan Melek) DOĞRULDU
(gerçek MELEKLİK şekli ile kendisini Peygambere gösterdi)." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 6).
Aynı
âyetin diğer bir meâli: " Ki o AKIL ve BEYİNDE KAMİL BİR MELEKTİR.
Hemen (kendi sürerine girip) DOĞRULDU." âyeti açıklıyor. NASIL Mİ?
"(Hz.
Muhammed'in gördüğü ahvâli tam gördüde) GÖZ NE KAYDI, NE DE AŞTI." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 17).
Kur'ân-ı
Kerîm'in, bu kelimenin tam anlamıyla şaheser, mükemmel, eksiksiz ifadesiyle
asırlardır UYUYAN her şey su üstüne çıkarken; şimdi çok çok iyi dinleyiniz
lütfen.
İnsan
gözü, radyo dalgalarının en uzun dalga boyu noktasından, kozmik ışımayı ve daha
kısa dalga boyundaki nötrino ışımasını belirleyen; ışıma tayf
spektronometresinin 4000 Â ile 7000 Â (Angstrom) arasındaki bandın
belirlediği, dalga boylarında görebilir. Bir diğer ifâdeyle, ışığın görülebilir
bandı; 380 nm (nanometre) ile 780 nm dalga boyundadır.
Günümüzdeki
etkin aydınlık duygusunu belirleyen alan ise; 507 nm ile 555 nm arasındaki
dalga boyudur. Bu demektir ki; insan gözü 49 nm'lik bir aralıktan eşyayı görebilir.
Buna göre 10 000 Â = İmm’dir. 10 000 mm ise 1 cm'dir. 1 Angtrom= 10'8
çm'dir.
İnsan
gözü Evren'i, eşyayı bu kesin çizgiler arasındaki banddan görebiliyor. Bir
diğer ifâdeyle; insan evreni 507 nm ve 555 nm gibi akıl almaz incecik, fakat
gerçek olan bir aralıktan seyreder. Görülebilir ışığın frekansı ise; 1015
hertz/saniye'dir. Bunun için bir rakamın önüne 15 adet sıfır konması gerekir.
”
Ve O (Cebrâîl) EN YÜKSEK UFUKTA İDİ.” (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 7).
Necm
sûresi'nin 5, 6, ve 7'nci âyetlerinde belirtilen ve Yüce Allah'ın süper
özellikler, bilgelikler verdiği meleği Cebrâîl aleyhis-selâm, kendisini
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e apaçık UFUKTA göstermesi.... hem gelecek nesillere- anlayabilirlerse-
kütüphaneler dolusu bilgileri aktarıyor, hem de Peygamberine; Hz. İbrâhîm'e ve
Hz. Lût’a gelen Elçilerden hiç bir şekilde ŞÜPHEN olmasın ki; Kur'ân ile ilgili
her hangi bir tâviz aklının kenarından bile geçmesin!...
deniyor olsa gerek. Sizce başka bir açıklaması var
mıdır?
Günümüzde
de olagelen ihtiraslar, bencillikler, şımarıklıklar, "Ben daha üstünüm,
benim dinim seninkinden daha iyidir" vb.!
gibi son derece basit ve ilkel duyguların esintilerini görebiliyoruz.
Oldukça
ilkel ve kasıtlı ifadelerle, hiçbir bilimselliği olmayan sözüm ona kitaplarla
ten-kid edilen Kur'ân ne yazıkki şu satırlara kadar anlattıklarımızla, belki de
gelecek yüzyılların uygarlıklarına yön verecek baha biçilmez değerlerdir. Buna
siz de tanık oldunuz, birazdan ayrıntılarıyla da tanık olacaksınız. Ancak,
şimdi bütün meseleyi toparlayıp anlatmaya çalışırken; tüm insanlık, uygarlık,
tüm radyo teleskoplar, (Hâşâ), tenkid edilen Kâinât'm Efendisi Hz. Muhammed
sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimiz'in doğum günü olan Rebiulev-vel ayının
ONİKİNCl GECESİ (sabah erken), bir yıldızın, En Necm gezegenler sisteminin,
Güneş sistemine hızla yanaşan bir gezegen grubunun RADYO SİNYALLERİNİ ARAYACAK!...
Bakın,
şu garip, fakat bir o kadar da gerçek olan tecelliye!...
·
*
Ne zaman anlayacaksın hatanı uygarlık!...
·
*
Ne zaman utanacaksın yaptığın bombalardan bilim!?
·
*
Yetmedi mi döktüğün kanlar?
·
*
Siyah insan eti daha iyi nasıl yenilir, diye reçete hazırlayan medeniyet...ŞI'RÂ'lılara neyini göstereceksin?
·
*
UTANÇ DUVARINI MI?
·
*
AÇ YATAN ETOPYALTLARI MI?
·
*
OZON'U YIRTAN NÜKLEER BAŞARINI MI? Aferin!
Hatırlarsınız:
"Allah’a hamd ederim ki, Kur'ân’ın reklamını yapacak ilkel ve câhil
kişi değilim" demiştim. Siz de şâhidsiniz ki, uğuruna erebildiğim
gizemlerine hayatımızı hiçe sayarak harcadığımız ve bunun için de nihayetsiz
şeref duyduğumuz Kur'ân'ın sadece (?..) kadar âyeti
bile; bilime saygın toplumlan nerelerden tâ nerelere getirdi..
Sorarım,
bu gezegende yaşayan insanların, yaşamış olanların da beyinleri bir bütün
olsalar, Kur'ân'ın reklamını yapabilirler mi?
·
*
Mümkün mü?
·
*
Gerek var mıdır?
Necm
Sûresi'nin 17'nci âyetinde belirtilen " GÖZ NE KAYDI, NE DE
AŞTI." ifâdesini, insan gözündeki etkin alanın 507 nm ve 555 nm'lik
bandının bir anlamda açıklanışı-dır. Günümüz bilimsel
kavramlarıyla görme bandının, as veya üs katı gibi ifâdelerin aynı şeylermiş
gibi olduğunu henüz lise talebesi de ilk okumada değerlendirebilir.
Gerçekten
de "Görme Bandı"nın alt sınır çizgisi ve üst sınır çizgisini
değiştirmek veya değiştirebileceği gibi bir takım fikirler yürütülebilir.
Bunlar keyfiyette kalmakla beraber sağlıklı olmayan düzmece şeyler olacaktır.
Bu hassas konu ile ilgili ciddi çalışmaların henüz teorik aşamasındâyız.
Dikkat
ederseniz, âyette: "Göz ne kaydı, ne de aştı" deniliyor. Yani,
yine gözün kendine özgü bio-fizik karakterinin algılama bandı değişmedi. Bu
görme olayını Peygamber sal-lallahu aleyhi ve sellem'in kalbi, Elçiler hakkında
tam (mutlak) kanaat getirsin diye, "Çok üstün AKILA -BİLGİYE
-KUVVETE -KUDRETE sahib olan Melek Cebrâîl aleyhi sselâm yaptı, deniliyor. Bu
aynntı çok önemlidir.
Ayetteki
ifâdeyi düşünebildiğiniz kadar düşününüz. Tâ ki size aklın gözlükleriyle Ev-
F/10
ren'i
gösterinceye kadar düşünün...........Zaten
Kur'ân
hep düşünmeyi, yapılacak her şeyin ilk teorisini düşüncede başarrnayı emreder.
Doğru olan da bu değil midir? Ancak, Arabça aslını ASLÂ, kayıtsız-şartsız
DEĞÎŞTÎREMEYİZ. Zira, son derece zengin Öz Arapça'da,
yine aynı âyetin Arapça hali ile gelecek yüzyılların bilim adamlarına, çok daha
geniş bilimsel gerçekleri öğretecektir.
Kan
dökmeden vakit bulunur da... araştırılırsa!...
Bu
konuyu ölçülü olarak açmamın nedeni, "Kuğular" gibi ciddi bir anının
en can alıcı noktasını aydınlattığı, hem olayın ikinci derecede esas nedeni
olduğu, en önemlisi de " Göz ne kaydı, ne de aştı" ifâdesinin
cildler dolduracak kadar mükemmel bilgileri bir anda ortaya koyduğunu siz
okurlarla birlikte kanıtlamak içindi...
Sadece
dört-beş kelimelik bir âyetin sergilediği, belki de 25'inci yüzyıl
uygarlıklarının (insanlık o güne sağlam
ulaşırsa! Dilerim daha nice yüzyıllara, ancak endişe etmemek de elde değil ki!) teorik olarak belki başaracağı bilgilerdir.
"Hamd,
gökleri ve yeri yaratan, KARANLIKLARI ve AYDINLIĞI YAPAN ALLAH'A mahsustur.
Sonra da Rablerini tanımayanlar, O’na putları denk tutuyorlar." (Kur'ân-ı
Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 1).
Şimdi,
tüm dikkatinizle izleyin lütfen: Gökler - Çoğul Yer-Tekil
Karanlıklar
- Çoğul
Aydınlık-
Tekil
Çizelgedeki
spektronometre'ye bir göz attığınızda, aydınlık çizgisinin (çizgi denirse!)
49 nm gibi akıl almaz ince bir aralık olduğunu ve spektronometre'nin daha kısa
ve daha uzun dalga boyu taraflarının ise çoğullukla ifâde edilmesi gerektiğini
hemen anlıyacaksınız.
Göz
bandımız 10 nm daha geniş olsaydı.... acaba daha neleri görecektik?
"Rabbin
gününü istiyenlerin vay başına! Rabbin gününü niçin istiyorsunuz? O. ışık
değil, karanlıktır." (Tevrât,
Bap 5, âyet).
"Rabbinin
günü ışık değil, karanlıktır."
Müthiş
geniş bir spektronometre'de bile göze aydınlık olan 49 nm gibi zavallı bir
aralık; çemberde hiç de önemi olmayan noktasal bir yer tutuyor. Daha da önemli
bir ayrıntı şudur: Tevrat'taki bu âyet 18 değil, 17'inci âyette olması
gerekiyor da. Bu, Tevrât'm yazılışındaki hatalardan biridir. Bu âyetin 17'nci
âyette olmasının gereği, aynı Necm sûresi'n-deki 17'nci âyette olması gereği
kadar önemlidir.
Necm
Sûresi'nin 17'nci âyetinde "Göz ne kaydı, ne de aştı."
deniliyordu, değil mi? .
Bildiğiniz
gibi Tevrât'ta "Rab" devamlı olarak eğitici, öğretici vasıflarından
dolayı El-çi-Meleklere de atfedilen bir sıfattır.
İzlediğiniz
gibi Tevrât'ta " Elçilerin gündüzlerinin bize göre karanlık
olan" müthiş bir görme bandlarinın. yeteneklerinin
olduğunu anlamak için dehâ olmaya gerek yok sanırım. Bize göre karanlık olan
her şeyi görüyorlar... Ancak Tevrat'ı asırlardır okuyanların ne anladıklarını
çok meıkk ediyorum ki, itiraf edeyim hayretler içindeyim’
'Ne gözleri kör olanla gözleri gören. Ne karanlıklarla
aydınlık. Ne
gölge (karanlık) ile sıcaklık (aydınlık) müsavi olmaz. Dirilerle ölüler hiç de
bir olmaz. Doğrusu Allah dilediği kimseye (hakkı kabul ettirir) işittirir-se de
sen, kabirde bulunanlara işittirecek değilsin." (Kur’ân-ı
Kerîm; Fâtır sûresi, âyet 19-22).
4
âyette ard arda birbirine zıt 4 çift sergilendi; ancak 20'inci âyette
"Karanlıklar ile aydınlık müsavi olmaz" buyuruluyor ki;
Kur'ân'm "Karanlık ve aydınlık" gizemini bize Necm sûresi'nin 17'nci
âyeti; hem Tevrât'ı ve încîl'i tamamlayarak, hem de Evrenlere gönderilen rahmet
olduğunu tartışmasız öğreniyoruz. Zira;
"
Ve Elişa yalvarıp dedi: Yâ RAB, rica ederim, onun gözlerini aç da görsün. RAB
da uşağın gözlerini açtı; ve gördü; ve işte, Elişa'nm
çevresinde, dağ ateş atları ve arabaları ile dolu idi." (Tevrât,
II. Kıratlar, Bap 6, âyet 17).
Dağ
ateş atlan, arabalan vb. ŞÎ'RÂ'dan gelen Elçilerin araçlanydı... hani şu düşünceyi bile okuyan... 90-100 yaşlarında kısır
hanımlara bilgin oğullar enjekte eden ŞÎ'RA'lılar...in;
görkemli araçlarıydı. Gerek elçiler, gerekse sahip oldukları nesnelerin;
insanlar tarafından kolayca görülemiyeceğini; özel filtrelerin, özel
yöntemlerin gerekliliğini siz de fark ettiniz değil mi?
Bu
gerekliliğin ön şartı ise; temiz akıllı, temiz yürekli olmaktır. İnsan, bu
meziyyete ancak Yüce Allah'ın öğrettiği gibi Müslüman olmakla ulaşabilir.... ortalığı fesâda vermekle
değil!
Şimdi,
buraya kadar yaptığımız araştırmaların verilerini toparlayıp, Necm sûresi'ne
yönelip, meseleleri sonuçlandırmaya çalışalım.
Bu
sûreye niçin Necm, yani "Yıldız", yani çok özellikleri olan
bir yıldız denildiği ise, kendiliğinden açığa çıkacaktır.
Önce,
sandalyenize yaslanınız ve derin bir nefes alıp küçük dilinizi yutmamaya özen
gösteriniz, lütfen...
-oOo-
8
49 GEZEGENİ İLE 3 8 UÇUŞAN ŞÎ-RÂ
"En-Necm",
Kur'ân’ın 53'üncü sûresidir. 62 âyet ve 360 kelimeden oluşur. Hatırlayınız,
6'ncı yüzyıldan önce de Kâ'be'nin etrafında aslı doğru olan, fakat yanlış
amaçla devam eden 360 dikili taş putları...n
anılarını.
Necm
sûresi Mekke’de vahy olunmuştur. Zaten "Kuğular" ile ilgili cümleyi,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de Mekke'de söylemiştir.
'Yıldıza
battığı zaman kasem (and) olsun ki." (Kur'ân;
Necm Sûresi, âyet 1).
Aynı
âyetin bir diğer anlamı, yani meâli:
"İnmekte
olan yıldıza and olsun ki."
*
Birinci âyetin Arapçasındaki "Hevâ" kelimesi; düşmek, inmek, çıkmak
anlamlarını içerir. Ayetin ayn tefsirlerinden iki ayn anlamını belittik. Her
iki anlam da tamamen aynıdır. Şöyle ki:
Ayette
geçen "Hevâ" kelimesi Oz Arapça'da ŞAHİN kuşunun inişi gibi sür'atli
ve kararlı süzülüp inmesine, Şahin gibi düşmek veya yukarıya fırlamak,
anlamlarındadır. Bildiğiniz gibi; Şahin kuşu, davranış ve uçuşunda kararlı ve
sür'atli GÖRÜNGÜLERİ sergiler.
ŞİRÂ/151
Âyette
kasd edilen özel yıldızın (Gezegenler grubunun) Yerküre'ye doğru uçuşunu
"Hevâ", yani Şahin gibi süzülerek, kararlı ve doğru bir düzlemde
uçtuğunu; bu benzetmeden daha mükemmel ifâde edecek bir kelime olamaz.
Kırlangıç, kartal vb. gibi Şahin'den daha hızlı kuşların uçma hareketleri
benzetme amacıyla aslâ kullanılamazdı. Zira Şahin'de hem uzun mesafe uçuşu, hem
benzetmeyi tam olarak ifâde eden kararlılıkların hepsi birlikte mevcuttur.
İşte
bu ve benzeri ciddi ayrıntılardır ki; Kur'ân Öz Arapça aslından ÂSLÂ tâdil
edilemez. Bütün dillere tefsir olarak çevrilebilir, ancak Arapça esasi aslâ
değiştirilemez...Aslâ!..
Bildiğiniz
gibi, uzayda birbirine yanaşan herhangi iki cisim için; inmek, çıkmak, düşmek
fiillerinin herhangi birini tartışmasız kullanabiliriz. Neden mi?
Yerküre'nin
veya Güneş sisteminin altı veya üstü yahut yan tarafında üç boyutu tam
kavrayabilmek için herhangi bir sabit dayanak noktası veya yer var mıdır ki,
herhangi bir koordinat noktası tayin edebilelim ve böylece, inmek veya çıkmak
yahut düşmek fiillerinden bir tanesini ayrıcalıkla ve kesin kullanabilelim?^
Âyetin
birinci meâlinde "Yıldıza battığı zaman" ifâdesi gerçeği daha önemli
bir duruma getiriyor.
Sözü
edilen yıldız (gezegen) için kullanılan "batma" ifâdesi ile, Dünya'dan yapılabilecek gözlemlerle bazı hallerde
görebileceğimizi (görme ufkuna girdiğinde veya tesbit ettiğimizde), bazı
hallerde göremiyeceğimiz içindir ki, "Hevâ" kelimesi Öz Arapça'da "batmak"
anlamını da içeriyor. Şöyle ki:
Şahin,
uçuşundan hiç bir şey kaybetmeden doğrusal bir çizgide uçarak yoluna devam etse
bile, biz onu bazı hallerde göremeyebiliriz. Yani, onunla gözümüz arasındaki
doğrultu ufku aştığı için, Şahin'i "batmıştır" diye
algılayabiliriz. Çünkü, "Yıldıza battı"
ifâdesi, o sistemin Güneş'in veya sistemin tamamının dinamo hareketini doğal
olarak keşfedebilme-miz için en uygun ve en yerinde bir "terim" gibi
kullanıldı.
"Batmak"
fiili, uzayda herhangi iki
cisim veya iki eş gezegen için; inmek, çıkmak, düşmek fiillerinden birinin veya
birkaçının za-mandaş (simultaneous) işlerliği ile ortaya çıkan bir
sonuçtur. Zira, biz ona doğru düşüyorsak, aynı anda o
da bize doğru çıkıyor, dememiz gerekir.
Günlük
yaşantımızda da Güneş'in batışını ifade etmekle (oysa Güneş hiç batmaz)
hiç farkına varmadan Dünya'nm döndüğünü (dinamo hareketini) söylemek
istiyoruz, değil mi? Yani Güneş'in batışı! Dünya'nm dönmesi (dinamo)
fiiliyle ortaya çıkan bir sonuçtur. Devam edelim:
"Sapmadı
doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da;" (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 2);
"O
hevâdan (kendi nefsinden, hevesinden) söylemiyor." (Necm
Sûresi, âyet 3):
"Kur'ân
sade bir VAHİYDİR, ANCAK VAHY OLUNUR," (Kur'ân-ı
Kerîm: Necm Sûresi, âyet 4);
"O'na,
kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti." (Kur'ân;
Necm Sûresi, âyet 5)
"Öyle
ki, görünüşü güzel olup hemen HAKİKİ ŞEKLİ ÜZERE DOĞRULDU." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 6);
6'ncı
âyetin bir diğer meâlinde ise;
"Akıl
ve reyinde kâmil (çok olgun bir melek) dir. Hemen HAKİKİ (gerçek) ŞEKLİ ÜZERE
DOĞRULDU."
’Ve
O (Cebrâîl) EN YÜKSEK U-FUKTA İDİ."
(Kur'ân; Necm Sûresi, âyet 7);
"Sonra
yaklaştı da sarktı (Hz. Peygamber’e)" (Kur'ân;
Necm Sûresi, âyet 8);
”
ONUNLA ARASINDAKİ MESAFE İKİ YAY KADAR yahut daha az kaldı." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm Sûresi, âyet 9).
Evrensel
bir gizemi kavrayabilmek için oldukça dikkatli izlemeliyiz.
Âyette
geçen "kavs", yani "yay", iç bü-key bir Evren'de ve
Yerküre'nin hangi noktasında olursanız olunuz, hangi noktaya bakarsanız
bakınız, baktığınız anda gözünüzün sonsuzluk ufkunda (yer ile gök çizgisi de
aynı sonucu getirir) çizdiği parça bir KAVS'DIR. Yani çemberin, gözünüzle
çizdiğiniz çizgideki bir parçası, yani artık o iki nokta arasındaki eğridir. Bu
da çemberin herhangi bir YAY dilimidir. Gökkuşağında gördüğünüz tam bîr
çemberin bir yayıdır.
Çölde
veya oldukça düz herhangi bir yerde ufka veya direk gökyüzüne bakınız.
Gözünüzü, sağ omuz hizasından başlayıp en sol omuz noktasına kadar gezdiriniz;
yani tarayınız. Sonuçta; baktığınız yerlerde (derinliği asla kavrıyamadan)
180° ’lik bir çizgi referansında KAVS'ı, eğrinin bir yayını çizdiniz demektir.
Zaten "eğri" de yay, "yay" da eğri değil midir?
Gözün
gökte bakıp herhangi maddi bir nokta tayin edemeyişi veya öteleri
algılayama-yışı; gözün görme bandının müsait olan sınırlar içinde mutlak
programlanmasındandır. Bakıp da algılayamadığımız çizgiler, "Anti-Ev-renlerin
Başlangıç Zarfı" dır.
Gözün o sınırları algılayamayışı 49 nm'ye programlanmış olmasındandır.
Köpeklerin, yılanların ve merkeplerin görme bandı bizden çok farklıdır, değil
mi? Hz. İbrahim'e gelen elçilerin de.........
Allah'ım,
1400 senedir Kur'ân'ı ne amaçla okudular ve ne amaçla (Hâşâ) tenkid e..de..bi..-li...yor...lar, bir türlü anlıyamıyorum?
Bize
içinde yaşadığımız Evren'i ve öğelerini, öğreten Yüce Allah'ın gönderdiği ve
asırlar önce Teyrât'tan da izleyelim bu apaçık değerleri:
'‘Yayımı
(yani,
Kavs-i kuzah! Orijinal ifâdenin Arabça benzerliğine dikkat!) buluta koydum, ve benimle yerin ARASINDA bir ahit alâmeti
olacaktır. VE VÂKİ olacaktır ki, YERİN ÜZERİNE BULUT getirdiğim zaman, YAY DA,
BULUT DA GÖRÜNECEKTİR." (Tevrât,
Tekvin, Bap 9, âyet 13,14).
Aman
Allah'ım! Benliğimi ezercesine Evrenlerin geometrisini bir anda çizen bu
âyetleri, ne amaçla okudular, hangi amaca ulaştılar acaba?
Tekvîn'de
belirtilen YAY'ı (İbrânice aslı, kavs-i kuzah) ok atmak için gerilen yay
olarakanlamakla ilk keşiflerini iyi yaptılar (15). Ancak, bu keşif kendini bilimsel alanda değil
de, çok uzaklara ok atabilen eski Yunan Mitoloji-si'nde "Apollon" olarak
sergiledi! lyonya'da, Bâbil'de, Eski Yunan'da pat diye ortaya çıkan
bilimsellikler; Tevrât'tan ve Zebur isimli bilgi hâzinelerinden serpilen
değerlerdir. Biz, tekrar Necm Sûresi'ne dönelim:
"
(Cebrâîl) vahyetti Allah’ın kuluna vahyettiğini." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 10).
"GÖRDÜĞÜNÜ KALBİ TEKZİB
ETMEDİ."
(Kur’ân-ı Kerîm; Necm
sûresi, âyet 11).
"Onun
gördüğü üzerinde, Onunla tartışıyor musunuz?" (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 12).
"Yemin
olsun ki, O, (Cebrâîl'i gerçek şekliyle) bir daha da (Mi'râc'dan) İNERKEN
GÖRDÜ." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 13).
"Sidretü’l-Müntehâ'nın
yanında."
(Kur’ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 14).
"
(Takvâ 16 sahibi,
îmân eden insan-lann barınağı) Me’vâ Cenneti onun yanındadır..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necin sûresi, âyet 15).
"Sidre’yi
kaplayan kaplamıştı." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 16).
"(Hz. Muhammed’in) GÖZ NE KAYDI, NE DE
AŞTI." (Kur’ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 17).
Takva
bilgisinin kaynağı da sadece Kur’ân-ı Kerîm'dir. Yani Rabbimizin öğrettiği
kat'i bilginin tam gerçeğidir.
Cebrâîl
aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'nın izniyle, 507 nm ve 555 nm görme bandında, kendi
varlığını (hakiki şeklini) Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimizin çıplak gözüne süper özel yöntemlerle gösterdi.
.
" And olsun ki (Peygamber) Rabbi-nin EN BÜYÜK ALÂMETLERİNDEN BİR
KISMINI GÖRDÜ." (Kur’ân-!
Kerîm; Necm sûresi, âyet 18).
l'inci
âyetten 18'inci âyete kadar bir bütün olan ayrıntılar, gerçeğin en önemli 2'nci
kısmıydı. Daha doğrusu, kimler olduğunu bilmediğimiz ÜÇ ELÇİ MELEK'in en
tutarlı kayna^-ğını kavramak üzereyiz.
"Bize
haber verin (putlardan tapındığınız) Lât ve Uraâ'yi." (Kur’ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 19).
"Diğer . ÜÇÜNCÜSÜ olan Menâfi... (bunların ne kudreti
var?)" (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 20).
Şimdi
lütfen dikkat! Yâsîn sûresi'nin 14'üncü âyetini hatırlayınız.
-
•
Üçüncü Elçı'nin, ilk ikiye sonradan katıldığı, sadece MENÂT için bir tek özel
âyet tahsis ederek, gerçeği keşfedebilelim diye ne kadar da apaçık anlatılıyor
20'nci âyette.
Necm
sûresi'nin 19'uncu âyetinde; Lât ve Uzzâ'nın, Hz. Lût ve Hz. Îbrâhîm ile çağdaş
oldukları belirtilirken; üçüncü olan Menât için özel bir âyet tahsis edilmekle,
Üçüncü Elçi'nin daha sonradan ilk ikiye katıldığı daha nasıl açıklanabilir ki?
Necm
sûresi'nin bilimsel verilerine devam edelim:
"Erkek
sizin de, DİŞİ O'nun mu? (Onun için mi Meleklere Allah'ın kızlarıdır,
diyorsunuz?)’’ (Necm
sûresi, âyet 21).
Lütfen,
Zuhrûf sûresi'nin 19'uncu âyetini hatırlayınız.
"Öyle ise, bu çok insafsız bir
taksim.’’ (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 22).
"O
putlar hiç bir şey değildir, ANCAK SİZİN VE BABALARINIZIN UYDURDUĞU İSİMLERDİR.
Allah, onlara hiç bir hüccet indirmedi. O kâfirler (gerçeği örterek inkâra
sebep olanlar) yalnız ZANNA VE NEFİSLERİNİN. sevdasına
tâbi oluyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından
doğru yolu- gösteren (Resûl) geldi."
(Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 23).
Zanna
ve nefislerinin ifâdesi ile, tâcirler-den,
şuradan-buradan dinledikleri- ve son derece hoşlandıkları veya hâtıranın
kökenindeki olaylardan korktukları bir masalın ÜÇ KAHRAMANINI, şefâat ummak
amacı ile kendilerini, kendi benliklerini aldattıkları açıklanırken bakınız
Necin sûresinde ne buyuruluyor:
"Yoksa
insana her kurduğu HÜLYA MI VAR?" (Necm
sûresi, âyet 24).
İnsanın
kafasından her geçen veya gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan düşüncelerini,
arzularının doğrultusunda gerçekleştirebilmesi mi vardır? Toplumsal bir varlık
olan insan, uyulması gereken kanunlar ve sistemler doğrultusunda yaşadıkları
sürece başarırlar değil mi? Daha açıkçası, zengin olmayı hayal etmek; başka
şeydir, çalışıp, hak edip zengin olmak çok başka şeydir. Hatta,
o artık "ŞEY" değil, bir GERÇEK'tir.
'Takat
Allah’ındır ÂHİRET ve DÜNYA." Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 25).
Kitabın
başından beri açıklamaya çalıştığımız; "Onlar kendilerinden şefaatleri
umulan Ak-Kuğulardı..." ifâdesinin ilk düğüm noktasına geliyoruz.
"Göklerde
nice melekler vardır da, Allah dileyip râzı olduğuna izin vermezden önce
ŞEFÂATLERİ HİÇ BİR ŞEYE YARAMAZ." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 26).
'Doğrusu
Ahiret'e îmân etmiyen-ler, meleklere DİŞİ ismi takıp duruyorlar (Melekler,
Allah'ın kızlarıdır, diyorlar)." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 27).
"Halbuki buna dâir bir bilgileri, yok, ancak ZANNA tâbi
oluyorlar. ZAN ise HAK (gerçek) OLAN İLMİN YERİNİ TUTMAZ." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 28).
Özellikle
son üç âyetin içeriği, tüm mev-zuyu genelleştirdiği gibi, İbrâhîm ve Lût
peygamberlere gelen Elçilerin gerçekten gönderildiği, ancak Allah’ın izni
olursa şefâat edebilecekleri; nitekim Lût kavminin inananlarına, hastalık
olmayan kişilerine yardım ettikleri gibi yardım etmekle görevlendirildikleri,
tüm açıklığı ile artık ortadadır.
Son
üç âyetten de anlaşılacağı gibi hem meleklere "DİŞİ" ismi takıyorlar,
hem ZAN ile onlardan şefâat umduklarını net ifâdelerden anlıyoruz. İşin en
gülünç yanı ise, elçilere sanki cinsiyetlerini tâyin elmişler gibi, "Allah'ın
kızlarıdır." diyorlar!... Ve Lât, Uzzâ ve
Menâfi, dişileri kasd ederek "Tanrıça" rafına oturtuyorlar.
"Gârâniyk"
kelimesi de, bir çok dillerde, kültürlerde devamlı
"Üç Tanrıça" yı ifâde ediyordu, değil mi? Hem de asırlardan bu
yana... işte Kur’ân; aklın matematiği ile yine
kanıtladı ki; o ancak Âlemlerin Rabbinden indirilmedir. NE ZAMAN İTİRAF
EDECEKSİN HATALARINI UYGARLIK?...
Genel
olarak geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bilime zanlarla veya masallarla yahut
bilimsel olmayan yöntemlerle yanaşmanın sonunun mutlaka tökezleyeceği de apaçık
ortaya çıkmıştır... Neyse!
Şimdi;
olayın büyük bir bölümünü ayrıntılarıyla ortaya çıkardığımızı, insanların
kültür seviyesi ne olursa olsun; anlayışlarına, akıllarının matematiğine ve
muhakemelerine bırakarak, Üç Elçinin, kendilerine yardım ettiği, süzülür gibi
yer değiştirmelerini bizzat gördükleri ve tüm ayrıntıları bilenler, görenler
olarak
bu
gerçeği.... Sedom'dan tüm Orta Şark'a, Arab
Yarımadasına ve diğer yerlere, hastalıktan ve âfetten kurtulan ve kurtarılan ve
vatanları artık oturulamıyacak bir hal aldığı için göç eden Hz. Lût kavminin
yaşlıları veya gençleri yahut çocukları olaya bizzat şâhid olarak yaşayanların
kendileri yaymışlardır. 1
Ancak
bu gerçek olay, zamanla masal haline gelip, 6. Yüzyılda kendisini "Lât,
Uzzâ ve bu da Menât'tır" olarak ortaya çıkardığına, biz şimdi 20.
Yüzyılda tanık oluyoruz.
Hz.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sel--lem Efendimiz olayın bozuk halini Mekke'ye
gelen tacirler veya insanlardan duymuş olmalıdır ki, olayın aslında gerçek olan
Üç Elçinin anılarına atfen az da olsa tâvizkâr düşünüyor,.
Ancak, içeriğini tam olarak bilmediği için Yüce Allah vahiy yoluyla bu son
derece önemli gerçeği hem Hz. Peygamber'e, hem de gelecek nesillere Kur'ân ile
öğretiyordu.
Birazdan
sizin de "Evet" diyeceğiniz gibi, "Onlar şefâatleri umulan
Ak-Kuğulardı..." ifâdesinin putlar için olamıyacağı ortada olmasına
rağmen, biz yine de diğer gizemleri, ayrıntıları Kur'ân ile bütünleştirerek,
Kur'ân'ın bilimsel verileriyle sonuçlandırmaya çalışalım.
Olayın
aydınlanışım, tüm insanların akl-ı selim kararlarına bırakarak bir başka
boyutla ele alırken, Kur'ân'dan saçılan bilgileri de toplamaya özen gösterelim.
Hz.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz İslâm Dinini yayarken, yaymaya
memurken en büyük düşmanı kimlerdi? Tabii ki Lât, Uzzâ ve Menât'a tanrıça diye
tapman kendi kavminin, Mekkelilerin inançsız olanlarıydı, değil mi?
Şi'RÂ/163
Bildiğiniz
gibi, Hz. Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ticaretle uğraştığı
için bir çok seyahatler yapmıştı. Gezdiği yerlerde
doğal olarak bu hikâye hakkında birçok ve değişik, ancak özü aynı olan meseleye
vâkıftı. Ne yazık ki, vahiy ile gerçeği tam öğreninceye kadar da o bilgisi
bilimsel düzeyde değildi. Zaten vahiy geldikten sonra hiç tered-düd etmeden,
çocukluğundan beri hiç ilgi duyr madiği putları, kendisi bizzat emir vererek
yıktırıyordu. Bu arada birçok sürtüşmeler, ciddi savaşlar zaten sürüyordu.
Bunlar konumuzun dışındadır.
Ancak,
bu olay ve devamında ölçülü bir hızla îmân eden Mekkeliler, suçu atalarına
yüklüyorlardı.
Konumuzun
son düğüm noktalarına gelirken, tekrar bir genelleme yapacak olursak; "Onlar
şefaatleri umulan Ak-Kuğulardı" ifâdesinin Lât, Uzzâ ve Menât için
olmadığı, ancak Mekkelilerin sataştığı yerde, yani olay yerinde (Hz.
Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin secde ettiği, vahiy dinlediği
yerde) ise; Hz. Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
"-Sizin
yanlış tanıyıp, yanlış değerlendirdiğiniz gerçek bir hâtıranın sizin
kültürünüzde, anlayışınızda yanlış yorumlanmış bir haline, tanrıça diye
tapıyorsunuz. Aslında sîzdeki hâtıranın özü Üç Elçi’dir, kendilerinden sadece
Allah’ın izniyle şefâat ve yardım umulur."
dediği, AKLI OLAN HERKES ÎÇtN DE APAÇIK ORTADADIR. Yoksa,
putları övdüğü için değil, hâtıranın kahramanlan olan elçileri kasd ederek;
”
Onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğu-lardı" demiştir.
- İTİRAZI OLAN VAR MI?
Hz.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimizin, Üç Elçi hakkında belirli bir
düzeyde bilgisinin olduğu, ancak tam olmadığı, özellikle de gelecek nesiller
için son derece önemi olduğu içindir ki Yüce Allah, İsrâ sûresi'nin 74’üncü
âyetinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer
Biz, sana sebât yermemiş olsaydık, sen onlara AZ BİR ŞEYLE MEYL
EDECEKTİN."
Âyette
geçen "Az bir şeyle" ifâdesi de; her ne kadar tedbirli isen
de, bir tek kelime hatası veya tâvizi, Kur'ân'ın gerçek bilimselliğinin
sonucunu doğrudan etkileyeceğinden; oldukça kesin (laf arasında) biraz
da SERT bir:
"O
takdirde Dünya ve Âhiret azâ-bını İKİ KAT olarak sana MUHAKKAK tadtıracaktık.
Sonra da Bize karşı kendin için hiç bir yardımcı bulamiyacaktin." (Kur'ân;
İsrâ sûresi, âyet 75) vahyi
ile Peygamberimiz eğitiliyordu. Dolaylı olarak da gelecek nesiller! Çünkü, hem
olagelen hikâyenin ÖZÜ, hem de PEK ÇOK MESELENİN DÜĞÜM NOKTASIDIR ki, derin bir
nefes alın ve bütün bilgeliğinizle izleyin!..
'Yoksa
haber verilmedi mi MÛ-SÂ’NIN TEVRAT'I ile, (şu gerçek
haber)." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 36).
’Ve
çok vefâkâr İBRAHÎM’İNKİ ile." (Kur'ân-ı
Kerîm; Ne!cm sûresi, âyet 37).
Çok
dikkat ediniz!... Son iki âyette bir "İNSAN
ÇİFTİ" ve "BİR KİTAP ÇİFTİ" sergilendi. Fakat,
niçin încîl ve Tevrât yeya Tevrât ve Zebûr belirtilmedi de, özellikle İbrahim
ve Mûsâ'ya verilen KİTAP ve SUHUF-LAR belirtildi? Neden mi? Cevabını birlikte
bulacağız.
"Muhakkak
ki GÜLDÜREN DE O'DUR, AĞLATAN DA." (Kur'ân-ı
kerîm; Necm sûresi, âyet 43).
"ÖLDÜREN
DE muhakkak O'DUR, DİRİLTEN DE." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 44).
"Gerçekten
O'dur ERKEĞİ ve DİŞİYİ iki EŞ yaratan." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 45).
Dikkat
ediyorsanız, son üç âyette birbirinin TAM ZIDDI ÜÇ AYRI ÇİFT belirtildi. 36. ve
37. âyetlerde ise, zaten bir insan ve bir kitap ÇİFTİ oluşmuştu. Bunu sakın
akıldan çıkarmayalım. Toplam DÖRT ayrı ÇİFT bir anda gizemleri açığa çıkararak,
her olaya yön veriyor. Şimdi de, önceki sayfalarda belirttiğimiz birçok
DÖRT'leri hatırlayınız...Ancak, gelecek satırları da
çok çok dikkatle izleyiniz...
-oOo-
*
DÜNYA'NIN ' 1 « GALAKSİDEKİ ÇİFTİ I Şî'RÂ'
"Gerçekten ŞÎ'RÂ'
yıldızının Rab-bi O..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 49).
Bu
gezegende yaşayan bütün dindarlara, bütün bilim adamlarına, istisnasız bütün
insanlara; inançlı ve inançsız herekese sormak isterim: Çıplak gözle şöyle bir
baktığınız Gökyü-zü'nde en azından binlerce yıldızı hemen bir anda fark
edersiniz, değil mi?
Niçin,
Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah, bu kadar yıldızların
içinden, uçsuz-bucaksız Evren'de özellikle birini ve özellikle de NECM (Yıldız)
sûresi'nde, özellikle de 49'un-cu âyetinde "GERÇEKTEN ŞÎ'RÂ' YILDIZININ
RABBİ O." desin.
Çok
iyi biliyoruz ki, Yüce Allah her şeyin, her yıldızın Rabbi'dir, Evrenlerin
Rabbi'dir. Bu âyetteki ayrıcalığın sebebi neydi? Kur'ân'da sadece bir tek
yıldız için 62 âyetlik ve 360 kelimelik bir sûre tahsis edilmiş, acaba neden?
Şimdi,
biraz daha dikkatle izleyelim: îyi-kötü bilmece çözen herkes bilir ki, eski
Mısır'da tarihin karanlıklarından kaynaklanan bir hâtıranın bıraktığı izlerden
dolayı, garip bir
"RA”
tannsı vardır! Bakın hele,
işler nerelere gitmiş de haberimiz yaklaşık 4000 sene sonra oluyor!
Uygarlığımız öyle ilerliyor ki Şî'râ' gezegenler grubu bile yetişemez bize!
Değil mi? Özellikle kıtalararası bombalar! Aferin bize!
Lût
aleyhisselâm'ın kavmi ve Şehirleri yok olduktan sonra sağ kalan insanların bir
bölümü Mısır'a göç ettiler. Başlarına gelen o müthiş olayı anlatarak, hem
gerçek bir dinî inancı yaymaya, hem de verimli Mısır topraklarında, şartlar
elverdiği sürece yerleşmeyi yeğlediler. Şüphesiz bir kısım insanlar veya
zamanla bir kısım insanlar da diğer yerlere göç ettiler.
Hz.
Lût'a inananlar, İlâh'ın BİR TEK ALLAH olduğunu, daha önce Sedom'daki kavimler!
Allah'ın varlığını hem inkâr ettiklerinden, hem de yaşamlarında din kavramı
olmadığından, dolayısıyla edebsizliklerindendir ki, başlarına öyle korkunç bir
felâketin geldiğini ayrıntılarıyla -ballandıra ballandıra- Mısırlılara
anlattılar.
Anlatılanlar
zamanla kuralları olmayan, kulaktan duyma dinî inanç haline, sonra hikâye,
zamanla da masal hâline gelip; kendisini Mısırlı kâhinlerin zeki buluşlarıyla,
Mekke'de "Lât, Uzzâ ve Menât" olarak teşhir etti. Laf aramızda, o
devirlerde gelen Şî'râ'h Elçiler hâlâ yaşıyorlarsa, hâlimize kim bilir nasıl,
nasıl gülüyorlardır?
Ancak,
bazı dönemlerde ve aralıklarla ülke düzeyinde felâketlere sahne olan Mısır'da
hem bir din arayışı içinde olduklarından, hem de tapındıkları putlarla mukâyese
ederek gerçekçi taraflarını gördükleri bu dine, bir süre için inandılar.
Olayların şâhidleri tarafından anlatılan ve içeriği RÂ'dan gelen elçiler,
zamanla da "RÂ Tanrısı" olarak bir patent kazandı. Çünkü, olaya tanık olanların birinci ve ikinci nesilleri
anılara daha gerçekçi bakarken, gelen diğer nesiller de doğal olarak daha çok
değişikliğe uğrayıp, zamanla da tamamen (olayın anılarını) saptırdılar.
Bunun en etkin nedeni, Fir'avnlar silsilesinin ilâhlık merâkıydı!
Mısır'da
gezegenin adı "RÂ" tanrısı olurken, gezegenden gelenler de, görkemli
isimler ve putlar hâlinde Mekke'ye "Lât, Uzzâ ve Menât" patentiyle
tanrıça olarak ihrâç edildiler. Çünkü, Hz. Lût'un ve sağ kalıp olaya tanık olan
insanların bir kısmı veya tamamı, gelen elçilerin NEREDEN GELDİKLERİNİ DE
BİLMELERİ GEREKİRDİ DEĞİL MI?
Nitekim,
Hz. Ibrâhîm, hanımını bilgin İs-hâk'ın doğacağı keşin haberiyle müjdeleyip,
genetik transferin bitiminde, Elçilere soruyor:
"Ey
Elçiler, bundan sonraki işiniz nedir?" (Kur'ân;
Hicr sûresi, âyet 57),
diye.
Bunu
soran ve Peygamber olan ve Elçilerle bir hayli mücadele eden bir kişi veya
kişiler, doğal olarak da elçilerin nereden geldiklerini sormuş ve öğrenmiş
olmaları gerekir! Sanırım siz de aynı fikirdesiniz.
işte
geldikleri yer ki, Kur'ân’da:
·
*
Şî'râ yıldızı olarak...
·
*
Üstelik En-Necm (Yıldız) sûresinde...
·
*
Üstelik iki İNSAN ÇİFTİ ayn ifâde ile..
·
*
Üstelik üç ZIT ÇİFT ayn ifadeyle...
·
*
En önemlisi de "ŞÎ'RÂ YILDIZI" ifâdesinin, sûrenin 49'uncu âyetinde
oluşudur.
Gördüğünüz
gibi, bir âyet o temiz aklımızı biraz yorarsak, bakın ki neler kanıtlıyor. Daha
da ne görkemli bilgileri sergileyecektir. Tabii ki anlamak için okunursa,
mutlak inançla okunursa...
Dünyâmız
ve Şî'râ'nın devinimleri, aynı fizik yasalarına (Evren'de
başka fizik yasaları yok ki! Ancak, bizim keşfedemediklerimiz var.) bağımlı, ancak gravitasyon farkı olan ÇÎFT'in biri
Dünyamız, diğeri Şî'Râ'dır.
Gravitasyon
farkının nedeni, gezegenlere egemen elementlerin oranlarının farklılığıdır.
Henüz bizim gezegenimizde bulunmayan ele-menlerin bir bölümünün, yani 114'ünçü
elemente kadar olan kimya listesinin Şi'RÂ gezegeninde olduğunu sanıyorum.
Ancak 114'üncü element hem onlarda, hem biz insanların B10-THERMO DYNAMIC beyin
merkezlerimizdeki enerji yakıtı olan, "Bio-Radyo Aktiv" elementtir.
Bir elementin yan yıl ömrü, ne yazık ki bizim ömrümüzü belirleyen Bio-Radyo
Aktive çözülmenin, yan yıl ömrüdür.
Bio-Radyoaktive
elemente ulaşılacak yolun; gözyaşı veya özellikle burun mukoza salgısının, yani
sümüğün; Hipofiz ve Hipotala-mus arasındaki ilişkinlik ve işlevleriyle iç içe
ilişkinliğin yegâne jeneratörünün Bio-Radyoaktive ikinci element olduğu
kanısındayım. Ne yazık ki konumuz dışında olduğu için hiç bir ciddi ayrıntıya
giremiyeceğim. Ancak, bulgularını ilgili Bilim Kurullarına sunmak için
Bültenler hazırlıyorum. Bununla birlikte, insan beynindeki nöron
ilişkinliğinin, PDCS'den kütleye, kütleden PDCS'ye transfer çizgisinin
sergilediği davranışlarla; aynen likit (sıvı)
kristaller ilişkinliği arasındaki; müthiş aynılık ve kararlılık; eminim Bilim
Kurullarına yeterli ipuçlarını verecektir.
NECM
(Yıldız), Şî'Râ Gezegenler
sisteminin Güneşleri de çok uzaklardan aynı bir yıldız gibi görünür, değil mi?
Sûrede apaçık anlatılan diğer DÖRT ayn ÇİFT ise, birkaç kütüphane dolduracak ve
ancak gelecek yüzyılların uygarlıklarının teorik olsun, belki ulaşacakları
verilerdir. Bununla birlikte bize yeterli ipuçlarını zaten lütfetti.
Daha
önce belittiğimiz gibi, özel bir programla gelen DNA moleküllerini yaşlı
İbrâhîm aleyhisselâm ve hanımı Sâre'ye, elçilerin bilimsel yöntemleriyle
enjekte edildiğini, bu transfer tekniğinin tam başarıya ulaşabilmesi için,
birçok özelliklerin başında çok olgun bir yaş gerekiyor. Araştırmalarımızda;
her Peygamberin 40 yaşından sonra Peygamber olduğunu, kendisinin de 40 yajmdan.
sonra doğan evlâdının. Peygamber olduğunu (İbrâhîm'in
ve oğulları İsmâıl ve İshâk gibi), genellikle bilim adamlarının kendi
babalarının 40 yaşından sonra doğan evlâdlan olduğunu gördük (17).
Son
birkaç sayfada ifâde ettiğimiz vasat bilimsel verileri sınırlayıp esas konumuza
devam edelim. Ancak, Necm sûresini'nin 49’uncu âyetinde, niçin
"Şî’râ" denildiğini ise, bu kitabımızda tam olarak açıklamayacağız.
Yine de nicel bir takım gizemleri sergileyeceğimi belirtmemizde fayda var,
sanırız. Amacım, bu kitaptaki esas bilgiyi dağıtmamaktır.
Asırlardır
Orta Şark, Kuzey Afrika, Ön Asya kültürlerinde 49 rakamı uğurlu bir rakam
(sayı) olarak kendini teşhir ediyor. Ne hikmetse, nedeni de kesinlikle
bilinmeden!...
Kuğular
gizeminin bitim noktası olan Necm sûresi'nin son âyeti, yani 62'nci âyetidir. Çünkü,
bu âyet "SECDE ÂYETİ" dir. Daha açıkçası, Kur'ân'ın ilk vahy
edilen "Secde Âyeti" özelliğini taşır. Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem vahyi dinleyip henüz en yakın arkadaşlarına da öğrendiklerini
anlatmaya hiç fırsatı olamazdı ki, hemen secdeye kapandı. Meselenin içeriğini
bilmeyen henüz Müslüman olmuş birkaç kişi de yerden toprak alarak alınlanna
sürmek suretiyle, hem sitemlerini dile getiriyor, hem de Peygambere, "Neden
inançsız Mekkelilerin önünde küçük düşelim!" der gibi bir tavır
takmıyorlardı.
Sizlerce,
bunun bir başka açıklaması olur mu? Olduğunu var sayın!
Hiç,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendini Kur'ân'da yapmaya MEYİL ettiği
bir hataya teşebbüsten yargılar mı? Hatta, "Eğer
yapsaydın, sana İKİ KAT fazla cezâ verecektim." der mi?
Çok
dikkat ediniz ki: Âyette "İKİ KAT cezâ" deniliyordu. Neden üç
değil, beş değil de İKİ (Çift) kat cezâ denildi? Siz de farkındasınız ki ÇİFT
kavramı durmaksızın ve bilimsellikle dinamik bir ifâdeyle sergilendi... Yerküre
ve Şi'râ.
Artık
bunları insanların muhakemelerine, temiz akıllarının matematiğine ve bilimin
vereceği sağlıklı kararlara bırakmak, daha olgun bir düşünce olur kanısındayız.
Bu kitapçığa bu bilimsel ayrıntıları alamazdık, yani bu kitabın amacının dışına
çıkamazdık. Bağışlayınız...
Bu
âyetlerin bilimsel içeriği belki asırlar önce insanlığın mutluluğuna
-sunulacaktı. Ne yazık ki ihtiraslarından ve ihtilaflarından dolayı DİN
BAĞNAZLIĞI yapanların (bunu bilerek yapsaydılar o kadar üzülmezdim),
kendilerini uygar zannedip, yaptığı bir kaç makinenin verdiği şımarıklıkla, "Bilime
egemenleriz" diye yaygara koparanların hatalarını, bütün insanlık, hem
de geleceğiyle birlikte çekeceklerdir.
NASIL
MI?
·
*
Üstümüzdeki OZON tabakasını kimler, hangi bilimsellikle yırttılar?
·
*
Kimler hangi uygarlıkla kapatacaklar?
·
*
İKİNCİ OZON delinirse, Atmosferin a-levşiz bir DUMAN gibi yanacağını, kimler
hangi teknolojiyle engelleyecekler?
'Takat
onlar bir şüpİıe içinde oynuyorlar " (Kur'ân;
Duhan sûresi, âyet 9).
"O
halde SEMÂNIN AŞİKÂRE (apaçık) BİR DUMAN GETİRECEĞİ GÜNÜNÜ GÖZLE." (Duhan
sûresi, âyet 10).
"
Öyle bir DUMAN Kİ, bütün insanları saracaktır. Bu, acıklı bir azâbtir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Duhan sûresi, âyet 11).
Duhan
sûresinin üç âyetini okuduk. Duhan; ince duman, gaz türünden duman gibi,
bulut, ince bulut gibi şey'dir. Dileyen, dilediği kadar anlasın, artık!
Düşünürken, Tevrât; Tekvin, Bâb 9, âyet 13 ve 14'ü de hatırlayınız:
"Yayımı
(kavs-i kuzah) buluta koydum, ve benimle yerin
arasında bir ahit alâmeti olacaktır. Ve vaki olacaktır ki, yerin üzerine bulut
getirdiğim zaman, yay da bulut da görünecektir." (Tevrat;
Tekvin, Bâb 9, âyet 13,14)
Alemlere
ancak AHLAK örneği olarak gönderilen Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz'in doğum günü olan Re-biulevvel ayının ONİKİNCÎ gecesi; radyo
teleskoplarınızı göstereceğimiz noktaya çevirin de, bakarsınız es kaza radyo
sinyalleri alırsınız ki, - alacaksınız da - hangi medeniyetin, hangi din
bağnazlarının ihtiraslarından dolayı, insanlığın nerelere, kimler tarafından,
nasıl getirildiğini birlikte göreceğiz.
"Kendilerine
Tevrât'la amel (iş,
çalışma, yönetim, uygulama) teklif
edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hali, CİLTLERLE KİTAP TAŞIYAN
MERKEBİN HÂLİNE BENZER. Allah’ın âyetlerini inkâr eden kavinin hâli ne çirkin!... Allah, zâlimler topluluğunu HİDÂYETE
(gerçeği bulmaya) ERDİRMEZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Cum'a sûresi, âyet 5).
Filozof
haklı gâlibâ! "İnsan duygulanan ve durmaksızın isteyen ve bu yüzden de
durmaksızın yanılan bir varlıktır." der.
Oysa
insanı, insanlığı gerçek saâdete bilgece yöneltecek yolun, bilimin Evrensel
kaynağı olan Kur'ân olduğu da apaçık ortadadır. Kur'ân’ın eksiklerini
tamamladığı ve tasdik ettiği Tevrât ve İncil de apaçık durup duruyor
karşımızda. Yararlanmak şimdilik keyfiyyete kalmakla birlikte "Semâ'nm
aşikâre bir DUMANI GETİRECEĞİ GÜNE KADAR" oyalanaduralım! Olmaz mı?
İhtilaflar,
ihtiraslar, basit basit geçici çıkarlar olmasa... Neyse, biz şimdi bilime
yakışan ve saygın yöntemlerle olayları toparlayalım.
Hz.
Lût'un kavminden arta kalıp çeşitli yörelere, Arap Yarımadasına, Mısır'a ... göçlerinden sonra,
asırlarca kulaktan kulağa aktarılarak, bu olayın günümüze kadar ne
renklere boyandığına, tüm açıklığı ile tanık olduk.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sel-lem:" Onlar şefaatleri umulan Ak-Kuğu-lardır”
değil;
-"KUĞULARDI”
demiş
olduğu kesinlikle ortada olmasına rağmen, 1400 senedir bu ifâdenin putlar için
söylendiği "Zan" ediliyormuş ki, hayretler içinde olduğumu
gizleyemem. Aynı konuyu, yani "Şî'râ Yıldızı" ve diğer iki gezegen
grubuyla ilgili bilimsel yazılarımızı 1977'de Turhal'da kaleme aldığımda çok
geniş araştırmalara ve daha birçok bilimsel verilere dayanarak açıklamaya
çalışıyordum. Fakat "Kuğular" ifâdesini henüz " Şeytân
Âyetleri" kitabından bazı prag-raflan Şubat 1989'da gazetelerden ayrıntılı
olarak öğrendim. Olayın aslı bir anda hâfızamda netlikle ortaya çıktı ve bu
kitapçığı yazmaya karar verdim.
Olayın,
yani süzülerek bir yerden bir yere giden, sanki yerçekimine karşı daha az
duyarlı hareketleriyle "Ak-Kuğular" ünvanını alan Genç Kuğuların bu
serüveni yaşadıklan ve yaşattıktan yerler, tam koordinatlarıyla bugünkü merkezi
Sodom, Lût gölü ve çevresidir. Kalıntıları ise;
"Ömrün
hakkı için, doğrusu onlar sarhoşlukları içinde AZGIN bir halde idiler." (Kur'ân;
Hicr sûresi, âyet 72).
"Nihayet
onları Güneş’in doğma vaktinde KORKUNÇ GÜRÜLTÜ yakalayıverdi." (Kur’ân;
Hicr sûresi, âyet 73).
"Hemen
şehirlerinin ÜSTÜNÜ-ALTINA geçirdik ve üzerlerine de çamurdan pişirilmiş taş
yağdırdık." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr sûresi, âyet 74).
O
temiz aklınızla şimdi çok dikkat ediniz ki:
-"
Onları mahvettik, hepsin öldürdük, kökünü kuruttuk veya Atomlarına
ayırdık." dahi denilebilirdi, değil mi? Ancak, . tüm
dikkatinizle izleyiti: "Şehirlerinin ÜSTÜNÜ-AL-TINA geçirdik" deniliyor
ve ifâdede önce; "ÜSTÜNÜ" belirtiyor. Şayet "Altını-üstüne
geçirdik" denseydi, inanın ki âyetin tüm bilimselliği ANLAMINI YİTİRİRDİ.
Yani, üstündeki bütün hastalık virüslerini toprağa karıştırarak ve radyoaktive
enerji spektronomunda bir radyasyon bandını (sayha: Ani-sert-etkili
radyoaktive ŞOK dalgası) kullanarak, Yüce Allah ortalığı tehlikeli
virüslerden temizletiyor.
"Elbette
bunda. KESKİN. ANLA-
YIŞLILAR
için ibret alâmetleri vardır." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr sûresi, âyet 75).
Ne
gezer! Türümüzün keskin anlayışlı olanlarından binleri ibret almak, öğrenmek,
faydalı olmak şöyle dursun; birkaç para karşılığı; bilimin kökenine "Yegâne
gurur nedeni olan" BOMBA koymaya çalışıyor.
"
Hem o Lût kavminin bulunduğu ŞEHİR HARABESİ BİR YOL Ü-ZERİNDE
BULUNMAKTADIR." (Kur
ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 76).
işte!
Yâsîn sûresi'nde geçen "Karye = Uğrak yeri" anlamındaki şehir, kasaba
burasıydı. Yani, işlek bir trasport yolu üzerindeydi....
"Gerçekten
bunda îmân edenler için bir ibret vardır." (Kur'ân-ı
Kerîm; Hicr sûresi, âyet 77).
ibret
alıp almamak kişilerin sorunudur, bizim değil!...
Konuşmasını
hiç beceremeyen ve doğal olarak da kendisini zor dinletip Evrensel
dü-şüncelerihi, matematikle ancak kanıtlayabilen Newton dehâsının genel çekim
yasası bile, birkaç asır:
-"Vay
canına! Demek, iki cisim birbirileri-ni kütlelerinin çarpımı ile doğru,
aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı bir kuvvet ile çekiyorlar ha!
Ne garip şeyler be!"
laflarından pek ötelere gidemedi. Ancak, birkaç asır sonra, mava-su" kadar
değilse bile, bilim için "hava-su" kadar gerekli olan "Çekim
Kanunu", kanunun keşfinden birkaç asır sonra gerçek anlamını kazandı.
Bilimin ne garip bir tecellisi var bu gezegende! Hayret etmemek elde değil!
Hatta bilim için ağlamamak elde değil!
Elçiler
veya Ak-Kuğular gizemine SON ve KESİN kanıtı belirtmeden önce zihinlerinizi- bir
başka alanmış gibi görünüyorsa da- öyle olmayan bir konuya götüreceğiz,
izninizle...
Tales'den
Nevvton'a, Huygens'den günümüz bilim adamlarına kadar bir tek soru ile bu
kitabı yavaş yavaş bitirmek istiyoruz.
Ciddi
araştırmalar sonucu gezegenimizin 4 veya 4,6 milyar yaşında olduğunu, bilimsel
verilerden öğreniyoruz. Yine, iyi biliyoruz ki; bu gezegen henüz doğumundan bir
milyar yaşı dolaylarına kadar tüm yüzeyi kızgın lavlarla fokurdayarak
deviniyordu. Zamanla yavaştan soğudu ve kabuk bağladı. Soğurganlık zaten
elementleri tayin etti, zamanla ıhmaya ve soğumaya başladı. Soğudu da...
Günümüze kadar birçok merhaleler atlattıktan sonra, bildiğiniz gibi güllük -
gülüstanlık oldu. Nükleer deneylerle çöle çevrilmek üzere!
Soralım:
Bu gezegene son derece ölçülü ve diğer elementlerle mutlak (salt) bir
uyum ve denge içinde olan SU MOLEKÜLLERİNİ; kim, hangi zaman diliminde, nasıl
getirdi. Neyle taşıdı ve bunu nasıl bir yöntemle yaptı? Şayet su moleküllerini
oluşturan atomlar, suyu burada oluşturdu ise; bunu hangi teknikle, hangi
yöntemle ve nasıl yaptı?
Kör
uçuş yapan kuşlar gibi, cevabın hemen "Tabii ki Allah yaptı" biçimini
kabul etmiyoruz. Canımız pahasına da olsa, Yüce Allah'ın yaptığını biz de
biliyoruz.
ANCAK,
NASIL? HÂLÂ ANLAYAMADINIZ MI ?
GÜZEL!
PEKÂLÂ,
APAÇIK,
FAKAT ÇOK KAFA YORACAK OLAN BU BİLİMSELLİĞİ ANLAYAMADINIZ DA....
PEYGAMBERİMİZ
Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'in:
-’ONLAR
KENDİLERİNDEN ŞEFAATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDI."
DEDİĞİNİ
HANGİ AMACA, HANGİ BİLİMSELLİĞE HİZMET ETMEK İÇİN KEŞFETMİŞTİNİZ? AMAN, NE
KEŞİF BÖYLE ! AFERİN !...
Rahmeti
Evrenlere sinen YÜCE ALLAH'-ın vahyi; bilimler bilimi KUR'ÂN- KERÎM öğretiyor
ki:
"O
Allah ki, gökten bir ÖLÇÜ İLE SU (yağmur) indirmektedir. İşte Biz onunla ÖLÜ
(Lavın soğuduktan sonraki hâli de ölüdür, değil mi?) bir toprağa (beldeye,
yerlere) HAYAT VERMEKTEYİZ. Siz de (ölmüşken kabirlerinizden) böyle
ÇIKARILACAKSINIZ.’’ (Kur’ân-ı
Kerîm; Zuhruf sûresi, âyet 11).
"Şimdi
bak, Allah’ın rahmet eserlerine: ARZ’ı (yeryüzünü) ÖLÜMÜN-§
DEN sonra NASIL DİRİLTİYOR (ye-
!
şertiyor)? Şüphe
yok ki, yeryüzünü
‘!
kuruduktan (SOĞUDUKTAN) sonra
'
dirilten, elbette ölüleri
diriltir. O,
/her
şeye KAADİR'dir." (Kur’ân-ı
Kerîm; Rûm sûresi, âyet 50).
Bu
âyetin bilimsel tüm verilerini sergileyen en önemli ifâde, Yüce Allah'ın
"KAA DİR" sıfatıdır. KAADİR; istisnâsız
her şeyin MUTLAK programını yapan demektir. Yani, Allah'ın "KADER"
ilminin sıfat hâlidir ki, her şeyin istisnâsız bütün gizemlerini yaratan,
doğal olarak da bilen, tüm gizemlere vâkıf olan; MUTLAK YARATMA bilgisine ve
programına sahip olan... gibi anlamlan vardır.
Şayet,
bu âyetin bitiminde "KAADİR" sıfatı olmasaydı, âyet tümü ile
bilimselliğini yitirirdi. O yüzdendir ki Kur'ân-ı Kerîm, Yüce Allah'ın gerçek
bir rahmetidir. Hem de Âlemlere... TABİİ Kİ ANLAYANA!
Âyette
geçen "ARZ", sadece "Yerküre" filan değildir. Evren’deki
bütün kütleler "ARZ"dır. Atomları oluşturan en son elemen-ter
PDSC'ler de ARZ olarak belirtilir. PDCS'den yaratılan PDCS olarak diri olan
PDCS'ye dönüşen = ARZ.
Yüce
Allah, aklını kullanacak olanlara buyuruyor:
"Gece
ile gündüzün değişmesinde, Allah'ın GÖKTEN BİR RIZK sebebi olan SUYU (yağmuru)
indirip de onunla yeryüzünü ÖLÜMÜNDEN (soğuduktan) sonra diriltmesinde ve
rüzgârları çevirmesinde, AKLI O-LAN BİR TOPLUM İÇİN
BİRÇOK ALÂMETLER VARDIR." (Kur'ân-ı
Kerîm; Câsiye sûresi, âyet 5).
Yemin
ederim ki; sadece bu âyetin bize anlattıklarını yazmaya ömürler bile yetmez,
diyebilirim!
Âyette
geçen "RIZK", bizi oluşturan elementlerin, atomların; hareket
düzenlerinden tutun, iç ve dış enerji biçimleri, yediğimiz her şey, içtiğimiz
suya kadar, kullandığımız ve görebildiğimiz veya göremediğimiz tüm çevre ve
şeyler; insanlar için Kur'ân Ârabçasında RIZK anlamı içindedir. Evren'e egemen
her öğe ve fonksiyonları, davranışları, hareketleri istisnâ-sız enerji
seviyeleri RIZK'tır. Evren’deki her şey RIZK'tır. Zaten her şey sadece
114 elementten oluşan kütlelerdir.
Rızk'm
ilk ve genel anlamı "SU" olmasına karşın; elementlerin, yani tüm
Evren'in ve öğelerinin sadece HİDROJEN (çok az bir oranda oksijen, ki o da Hidrojen'den yaratıldı; Kozmolojik mutfakta
ikinci merhalede oluştu), atomlarından yaratıldığını, ayrıntılarıyla
kanıtlarıyla kanıtlamaya çalıştık. Diğer kitaplarımda bilim dünyasına
sunuyoruz. Zaten Ev-ren'de tanınma şansı en çok olan tek element HİDROJEN'dir. Çünkü, ancak biz var oldukça ve bizim varlığımız süresince
anlamlı olan "HAYAT" kavramı, RIZK'ın ilk nedeni olan SU terkibi ile
bütünleşmek zorundadır.
HAYAT
= SU = DİRİLİK = Durmaksızın ultradinamik ultra düzenli haraket karakteri.
"
O kâfir olanlar (şu veya bu şekilde gerçeği örtenler) görmediler mi ki,
GÖKLERLE YER BİTİŞİK bir halde iken BİZ ONLARI (birbirinden) AYIRDIK. HAYATI
OLAN HER ŞEYİ SUDAN YARATTIK. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Kur'ân-ı
Kerîm; Enbiyâ sûresi, âyet 30).
-oOo-
GENETİK
BANKASI
Asırlardır
tanımlayabilmek için her hangi bir yöntem bulunamayan ”Hayat" sözcüğünün
içeriğini; maddenin durmaksızın sükûnete yönelik karakteriyle, aynı evrendeki (mekândaki)
suyun düzenli ve amaçlara yönelik karakteri arasındaki; Yüce Allah’ın kader
programıyla düzenlediği; iç içe (zaten dışında bir şey algılayamıyoruz ki!)
bir gerçek olduğunu sezinliyorum.
Bütün
elementlerde ve devinimlerinde, sükûnete yönelik bir davranış gözlememize
rağmen; sadece SU’da bunun aksiyle karşı karşı-yayız. Zira su elementer ilişkin
yapısından dolayı durmaksızın harekete yöneliktir. Ancak, öylesine bilinçli ve
düzenli hareketlere sahip-dir ki hayatın yegâne unsurudur.
"...
Ve SULARIN GENİŞLİĞİ DARLAŞIR." (Tevrât,
Bap 37, âyet 10).
Su,
elbette "Hayat" dediğimiz evrensel düzenli hareketin gizemindeki ilk,
"EVREN-GENETİK BANKASI" dır.
"Ve
o gün vaki olacak ki, ışık olmıya-cak, ışıldıyanlar kararacak; fakat RABBİN
bildiği bir gün olacak; gündüz de olmıya-cak; gece de olmıyacak;
ve vaki olacak ki, akşamleyin ışık olacak. Ve o günde vaki olacak ki,
Yeruşalim'den diri sular çıkacak; onların yarısı şark denizine, yarısı garp
denizine akacak; yazın da kışın da böyle olacak." (Tevrât,
Zekarya, Bap 14, âyet 6-8).
"...
Bir de ARZ’ı görürsün, ölmüş (lavların soğuduktan sonraki hali); fakat Biz onun
üzerine SUYU indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve TİTRER (kabarır) ve her
güzel ÇİFTTEN nebatlar bitirir." (Kur'ân;
Hacc Sûresi, âyet 5).
Modem
Fizik’te suyun durmaksızın hareketini Brown'un yaptığı, polen (çiçek
tozları) deneyinden öğreniyoruz. Oysa 1230 yılında; 20.Yüzyıl biliminin
yegâne temel taşı olan, dehâ Muhyiddîn Arâbî; suyun titreştiğini, Kur'ân'ı
tefsir ederek zaten belirtmişti!
Şimdi,
Fussilet sûresi'nden öğrenelim; kat'i bilginin tam gerçeğini;
"Allah’ın
kudretine delâlet eden alâmetlerden biri de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş
görürsün (Volkanik dünyanın soğuk hali). Fakat üzerine suyu (yağmuru)
indirdiğimiz zaman HAREKETE GEÇER (TİTRER), ve kabarır. Yeryüzüne HAYAT VEREN,
elbette ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye KAADİR'dir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Fussilet sûresi, âyet 39).
Soğuyan
gezegene su ile hayat verildiği açıkça belirtilirken, çağımızda HAYAT kavramını
SU terkibiyle (emşaç) kesin kanıtlayacağımızı hatırlatmak istiyoruz.
DİRİLİK
= HAYAT = SU,.,
Âyette
de, "Yeryüzüne soğuduktan sonra su ile HAYAT veren" denildi; ve "Elbette ölüleri de dirilticidir" açıklığı
ile; anlayacak bilim adamına en etkin, en sağlıklı yol zaten gösterildi. Hayatı
ve ölenin dirilmesi çemberi; daha nasıl açıklansın, anlıyamıyo-rum?
Hatırlayacaksınız,
Enbiyâ sûresi'nin 30'-uncu âyetinde, "Hâlâ inanmıyorlar mı?" deniyordu.
İnsanların bir kısmı değil inanmak, inanmamak için bilim adamlarını bile diri
diri yakarak, hiç bir zaman - ne olduğunu- öğrene-medikleri, sözüm ona
dinlerine hizmet ettiler. Bilmediği bir konuda biraz para karşıhğında ise; tüm
insanlığın ve bilimin geleceğini tartışmasız yöneten, yönlendiren YÜCE ÂLLAH'ın
Kur'ân'ı hakkında üstelik bir şeyler de yazdılar... Aferin!...
Adını
dahi anmaktan tiksindiğim; bilim, İslâm ve ahlâk örneği Hz. Muhammed
sallalla-hu aleyhi ve sellem hakkında garip ifadeler ve düzmece cümleler
kullanan, yayan ve savunan insan (!) cıklarla....
Kat'iyyen
İslâm'ı ve Cenâb-ı Peygamberi muhatap etmek bana utanç olacağı içindir ki,
onların yazdıkları, düzdükleri kitaplardan (!) her hangi bir paragraf, sayfa
veya Hz. Muhammed şöyle şöyle demiştir, şeklindeki zırvalarını almadım,
alamazdım.
İslâmî
ve Allah'ın Rasûl-i Ekrem'i kat'iy-yen "Bâtıl, saçma, bilimsel olmayan,
aklın dışındaki şeylerle(!) oyalanaduranlarla!)
muhatap edemezdim. (Hâşâ).
KUR'ÂN,
bilimler bilimidir. Kati
bilginin tam gerçeğidir. 20. yüzyılın matematiği, bilimsel gücü (!) henüz onu
ve Peygamberini (kendi inandıkları! peygamberlerini de) aslâ kavrayacak seviyeye gelememiştir.
Biz,
tekrar esas konumuza dönelim. Enbiyâ sûresi'nin 30'uncu âyetindeki, "Göklerle
yer bitişikti.", yani ÇÎFT ifadesini de akıldan çıkarmayalım.
Hayat,
evrensel hareketin işlemeye başladığı o AN, bu çiftin birbirinden bilgece
ayrıştırılıp, birbirinin polaritesini oluşturmasıyla başlamıştır.
-oOo-
Güneş
sistemi gibi, merkezî bir sisteme bağımlı devinen Şî'Râ, elçilerin gezegenidir.
Şî'Râ'dan gelen bu elçilerin kimler olduğunu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem'in neden elçilerin aslını vahiylerden tam olarak öğrenmeden öyle
tâvizkâr düşünmesini ve öğrendikten sonra da; "Onlar şefâatleri umulan
Ak-Kuğulardı." dediği artık tüm açıklığı ile ortadadır. Çünkü:
"O
(Rahmân) hem İKİ DOĞUŞ YERİNİN, hem İKİ BATIŞ YERİNİN Rabbidir." (Kur'ân-ı
Kerîm; Rahmân,sûresi, âyet 17)
âyeti, bütün insanları arzu ettikleri açıklığa kavuştururken, haydi birlikte
bulalım.
Asırlar
önce edebsizlik yapan bir kavmi yok etmek ve ortalığı çok bulaşıcı bir
hastalıktan (18)
temizlemek için gönderdiğim elçilere tapınarak hem çok kötü şeyler
yapıyorsunuz, hem apaçık âyetlerle gelen bu âyetleri tekzib ediyorsunuz;
diyerek toplumun temel sosyal yapısını terbiye ediyor; hem de gelecek
nesillere, Şî'Râ gezegenler sistemi sizin sisteminizin ÇIFT'inin bir eşidir,
üstünüzdeki OZON tabakasını radyoaktive deneylerle deleceğinize, siz de onları
ziyarete gidin, iyi kimseler olun, faydalı işler yapın; diyordur...merhametini
hiç kimseden esirgemeyen Yüce Allah'ımız...
Oysa,
"Sizin de, onların da, DOĞULARINIZIN VE BATILARINIZIN DA
RAB-BİYİM" diyordu, anlayana! "İki doğuş yerinin, iki batış
yerinin." âyetiyle.
Tam
180°'nin zıt yönü, ancak sınır belirtilmeden apaçık Evrenlerin sonsuzlukları,
bir kaç kelime ile nasıl bir bilimsellikle açıklanıyor; gördüğünüz gibi.
Uzay'da
180°'nin ne demek olduğunu iyi-kötü geometri bilen hemen herkes algılar. Çünkü
Şî'Râ'nın gezegenler düzlemi, yani yörüngeler düzlemi, bizim düzlemimize 90°
’lik açı farklı olduğu içindir ki, birbirimize hızla yanaşıyoruz ve birbirine
90° ’lik açık farkı olan yörüngelerin 180°'lik doğu ve batı çizgi uzantıları
demek, düzenli ve 360°’lik Evren'in tam anlamı ile açıklaması demektir. Buna
itirazı olan yoktur, sanırız. Herhangi 10 cm. uzunluğunda iki mıknatıs çubuğunu
Uzay'da belirli bir mesafede uzunlukları doğrultusunda serbest bırakınız. Bir
süre sonra; biri diğerine 90°'lik magnetik alan doğrultu farkıyla konum
değiştirecek; birbirlerine yanaşacak ve en etkin alanda ise yapışacaklardır.
Böyle bir deneyde oluşacak dinamo hareketlerini burada açıklamak yersizdir.
Güneş sisteminin devinim diski, ŞÎ'RA devinim diskine 90° faz farklı deviniyor
ve birbirine doğru hızla uçuşuyorlar...
isterseniz,
Yüce Allah'ın bir sevgili Peygamberinden, Hz. Mûsâ'dan da 360°'lik Ev-ren'in
ana hatlarını öğrenelim. Bakalım, Bat-lamyus ve ondan sonrakilerden bizlere
kadar gelen bilgilerin temeli nerelere dayanıyor!
"Mûsâ
dedi ki: O, göklerle yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabbi'dir; EĞER
GERÇEK OLARAK BİLENLERSENİZ." (Kur'ân-ı
Kerîm; Şuârâ sûresi, âyet 24).
’’
Gökler ve yer ve aralarındaki" ifâdesi,
zihnin gözlüklerinizi takarsanız, eminim ki siz de hemen kavrayacaksınız.
Bu
âyeti okuyarak; Dünyamızın Kuzey Kutup Noktası'nda olduğunuzu varsayın. "Yerler
ve gökler" ifâdesi, size ne anlatır?
Bir
de, Güney Kutup Noktası'nda olduğunuzu varsayın, "Yerler ve
gökler" ifâdesi size, ne anlatır?
Tam
ayağınızı bastığınız nokta ile başınızın doğrultusunda herhangi bir çizgi,
değil mi? İster Kuzey'de olsun, ister Güney'de, ne fark eder? Sanırım, ne demek
istediğimizi anladınız. Yani, yerler ve aynı anda ifâde edilen "Gökler"
ifâdesinin 180° Tik bir UZAY DOĞRU ÇİZGİSİ olduğunu hemen kavradınız. Bu
çizgiyi unutmayınız. DÖRT âyet farkla....
.
.
"Mûsâ
dedi ki: O, DOĞU ile BATININ ve İKİSİ ARASINDA BULUNAN HER ŞEYİN Rabbi'dir;
EĞER AKLI-
NIZ
VARSA, ANLARSINIZ." (Kur’ân-ı
Kerîm; Şuârâ sûresi, âyet 28).
Yüce
Allah'ın bize verdiği temiz akılla ve zihnin gözlükleriyle anlamaya çalışalım. Doğu ve Batı ifâdesi 6. Yüzyıl kültürüne (günümüz kültürüne
bile) sabahı, akşamı anlatırken; bizim Yüce Allah'a olan inancımızla ve
yarattığı Evren'e verdiği AKILLA baktığımızda ise; biraz önceki dik (psikolojik
algılarımıza göre "dik” demek zorundayız) her hangi 180°'lik Uzay
çizgisini tam 90°'lik açı ile kesen bir diğer 180° 'lik Uzay çizgisi... Siz
de algıladınız, değil mi?
işte,
birbirini 90°'lik açı farkı ile kesen, iki 180°'lik Uzay Çizgisi demek;
360°'lik DÜZENLİ VE FIR DÖNEN BİR EVRENDE YAŞIYORUZ demektir... Sanırız,
kimsenin itirazı yoktur. Evren'in genişlemediğini, ancak öyle bir izlenimi Doppler
etkisinden dolayı ortaya koyduğunu, ve Evren’in
fır döndüğünü diğer kitaplarımızda açıklıyoruz, kanıtlıyoruz. Gerek yukarıda
geçen iki âyette, gerekse Necm Sûresi'nin 36'ncı âyetinde adı geçen Mûsâ
aleyhisselâm; DNA molekülleri özel programlı olarak doğan; îshâk ve oğlu Ya’kûb
aleyhisselâm soyundan geliyor. Ancak, Levili ailedendir ve tam îsrailoğlu
değildir. Zaten gerek sandık, gerekse özel bilgiler Levililere verildi. Gerçi
Peygamberlerin istisnâsız hepsi ayrı SOYDAN geliyorlar (19). Yani, Mûsâ aley-hisselânı da özel programla
doğan soyun torunlarından ve Yüce Allah'ın vasıtasız hitap-laştığı bir yüce
peygamberdir, yüce bir bilim adamıdır.
Îbrâhîm
aleyhis selâm, zaten Dünyalı ve programlı özel DNA moleküllerinin enjekte
edildiği ve Yüce Allah'ı akılla kavradığı için; Yüce Allah'ın
"Dostum" diye hitab ettiği bir sevgili peygamberimizdir.
Necm
sûresi'nde özellikle 36. ve 37. âyetlerde belirtilen bu iki insanın ÇİFT'i ve
âyette geçen bu iki peygamberin KİTAPLARI ÇÎFTİ'dir ki; bizim sistemimizin
gezegenleri düzlemi doğrultusuna 90° açı farkı olan bir düzlemde devinen ve
Samanyolu'nun bizim de bulunduğumuz sarmal kolundaki ÇÎFT'in biri Şî'Râ, diğeri
de Dünya'mızdır.
"Celâlim
hakkı için, Biz, bu Kur'ân'da insanlara (muhtaç oldukları) her çeşit MİSALİ
AÇIK OLARAK VERDİK, insan ise, bâtıl ile düşmanlık ve münâkaşa etmekte her
şeyden fazladır." (Kur'ân;
Kehf sûresi, âyet 54).
Onlar
münâkaşa ederek kafalarını granit kayalara vuradursunlar! Ancak, gönül öyle
olmasını istemiyor, fakat elden ne gelir...
Hatırlarsınız,
bu kitabın başlarında Tevrat'tan biraz fazlaca bahsetmiştim. îyi biliyorum ki,
bilimsel düşüncelerin dışında, aynı oranda da fanatik düşüncelerin hâkim olduğu
veya basit çıkarların hüküm sürdüğü çevrelerde; "Bu kitabı yazan kişi
Tevrât'tan fazlaca bahsetti! Acaba neden?" denebilir.
Çok
haklı olarak oluşabilecek bu soru işa-
netini;
yine Kur'ân'm gerçek bir öğretisiyle, Necm sûresi'ndeki, tartışmasız gerçek
olan âyet'in kendisi açıklıyor.
"Yoksa
(şu gerçek), haber verilmedi mi Mûsâ'mn TEVRÂT'ı ile." (Kurân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 36).
Âlemlere
ancak rahmet olarak gönderilen Kur'ân'da Kasas sûresi'nin 49'uncu âyetiyle
kesin kanıtı getirebiliriz ki, aynı zamanda niçin Kur'ân'm Tevrât'ı ve Incil'i,
fakat özellikle Tevrat'ı tasdik ettiğini daha bilimsel seviyede öğrenebilelim.
"
(Ey Rasûlüm, onlara) de ki: Eğer doğru söyliyen KİMSELERSENİZ, bu İKİSİNDEN
DAHA DOĞRU (Kur'ân ve Tevrât) BİR KİTAP getirin Allah tarafından da, ben ona
uyayım!..." (Kur'ân-ı
Kerîm; Kasas sûresi, âyet 49).
Bu
âyet sorunun cevabını yeteri kadar açıklarken, niçin Tevrât dediğimizi sanırım
bilimsel seviyede açıklamış oluyor. İki ayn âyette böylece, anlayana her şeyi
kanıtlar..
Yine
hatırlarsınız; - onlara öğrenebilirlerse ki; mü'min olmadıkları sürece ASLA
ÖĞRENEMEYECEKLER- Tevrât'ı öğreteceğiz, demiştik...
Necm
sûresi’nin 36 ve 37'nci âyetlerinde "Sahifeler ye Kitab", yani
Levhalar'dan kalan bilgilerdi. Öylesine gerekli bilgilerdi ki, Şî'Râ gezegeni
ve bu kitapta belirtemiyeceğimiz diğer iki (üzerinde akıllı varlıkların
yaşadığı gezegenler) sistemin koordinatları bile vardı. Öylesine harap
edilen bilgiler vardı ki, şu anda, mikroskopların altında misali,
araştınyo-ruz. Öylesine bilgilerdi ki:
Mûsâ
aleyhisselâm'a verilen ve Hûd sûresi'nin 17'nci âyetinde anlatılan "Büyük
ni-met"di.
Şî'Râ
ve diğer gezegenlerin koordinatlarını veren bilgilerdi, ancak Allah'ın izni ile
Kur'-ân'm ışığında ve bilimsel verileriyle tamamlamaya çalışıyoruz.
Hatta
İbrahim aleyhisselâm'ın hanımı Sâre hakkında akıllara^ durgunluk verecek
bilgilerdi... ÂZER kızı SÂRE validemiz!
Hatta
İbrahim aleyhisselâm'ın Sahifelerin-den de o bilgileri toparlayacaktınız:
"Ve
çok vefakâr İbrâhîm'inki ile." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 37) âyetiyle,
deniyor ki: Anlayana, izlediğiniz gibi iki âyet (36 ve 37. âyet) kafamızı biraz
yorarsak, apaçık kaç ayrı gerçeği bir anda sergileyebiliyor.
Gezegenimizin
ÇÎFT'ini; İbrâhîm ve Mûsâ-Tevrât ve Suhuflann; programlanmış özel DNA
molekülleri ile doğan çocukların soyundan gelen Mûsâ aleyhisselâm ve o soyun
atası Âzeroğlu İbrâhîm ateyhisselâm ile... deniliyordu ki...Tek
olmak, Âlemlerin Yaratıcısı, Besleyip kemâle erdiricisi olan ALLAH'a mahsustur.
"Arz'm
bitirdiklerinden ve DAHA BİLEMİYECEĞİNİZ ŞEYLERDEN BÜTÜN ÇİFTLERİ yaratan ALLAH
ÇOK YÜCE’dİr." (Kur'ân;Yâsîn sûresi, âyet 36).
Evren'in
sırlarını Kur'ân'ın KALBİ olan Yâsîn sûresi'nin bu âyeti, gezegenlerin
ÇİFT'-lerinden, DNA ÇİFT sarmal hâfiza Bankası'na kadar, Şî'Râ ve Dünya
çiftinin karşıdaki diğer ÇİFT gezegenler sistemine (ki üzerinde canlı
barındıran DÖRT gezegen var, demiştim) kadar.
"Erkek
- Dişi" çiftinden, "Hayat - Ölüm", "Ağlatan -
Güldüren", "Nefret - Sevgi" çiftine kadar her şeyi var eden,
yaratan, gözeten, seven, esirgeyen... ALLAH'm şanı elbette çok Yüce’dir.
Günümüz
Çekirdek Fiziği de, gözlenebilen Evren'de her şeyin ÇİFT olduğunu nihayet
kavramış durumda. Fakat; hangi ÇİFTİ, hangi ÇİFTTEN,
hangi ÇİFTE? Maalesef, yine yan-lış bir yolda olduğunu üzülerek belirtmek
zorundayım. Doğru ve mutlak yol, ancak "KUR'ÂN-AKIL-AHLÂK" kombinasyonu ile bulunabilir. Bunun bir başka yolu YOKTUR...
"O,
göklerin ve yerin YARATICISIDIR. Size kendi CİNSİNİZDEN ÇİFTLER YARATMIŞTIR.
Davarlardan da ÇİFTLER (tüm. canlı
organiz-ma, yani hayvancıklar) SİZİ BU TARZDA (yöntemle) YARATIP ÜRETİYOR.
O’nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir şey yoktur. O, Semi'dir (bütün
yapılanları İşitir), Basîr'dir (bütün yapılanları Görür.)" (Kur’ân-ı
Kerîm; Şûra Sûresi, âyet 11).
Genetiğimizdeki
kütüphane, çift sarmal eğrili DNA'da birikmiş dört değişik nükleotid türü;
DNA'nm molekül malzemesidir. Âyette belirtilen yaratılış YÖNTEMİ, sadece bu
Saman-yolu galaksi (milk-way) gezegenler sistemindeki organizma için
geçerlidir ki, Yüce Allah'ın yaratma arşivlerindeki milyarlarcasmdan sadece bir
tek yaratma biçimidir.
Bu
nedenledir ki, "Genetik Kitabı" tam öğrenmeden ve Kur'ân'a gerçek bir
inançla sarılmadan; aslâ gezegenler zarfını yırtıp Uzay'a açılamıyacağız...
Aslâ...
✓
ÖĞRENMENİN TEK YOLU:
"Âyetlerimizi
(kanun, yasa, hüküm) yalanlayanlar ve onlara îmân etmeyi kibirlerine
yediremiyenler (var ya) ONLARA GÖK KAPILARI AÇILMAZ VE DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN
GEÇİNCEYE KADAR CENNETE GİREMEZLER. İşte Biz, gü-nâhkârlara böyle cezâ
veriririz." (Kur'ân-ı
Kerîm; A'râf sûresi, âyet 40).
LÂT,
UZZÂ ve bu da MENÂT’TIR
Bu
kitabımızı bitirmeden önce çok önemli bir ayrıntıyı birlikte analiz etmekte,
zihinlerde oluşabilecek birçok sorunun cevabı için fayda vardır sanırım.
Sizin
de okuduğunuz gibi, Kur'ân âyetlerindeki kesin kanıtlardan, bu kitaba fazlaca
almadığımız Tevrat çalışmalarımızdan, bize kadar gelen tarihî anılardan, 6.
Yüzyılda Mekke'de karşımıza çıkan "Lâf, Uzzâ ve Menât" üçlüsünün
bende bıraktığı ciddi bir izlenim var
Gerek
Kur'ân'da, gerek Kur'ân'daki Mek-kelilerin ifadelerinde, gerekse tarihî
anılarda; Mekkelilerin putlara atfen hitabetlerinde ciddi bir ortak ifâde
birliği var.
Hem
Kur’ân'da açıklandığı gibi, hem anılarda, hem de o günün Mekkesinde önce iki
elçi veya put yahut iki bilinmeyen isimsiz iyilik yapan
.kimseler, sonra onlara katılan bir Ü-ÇÜNCÜSÜ. Siz de bunun
farkındasınız. Zaten Mekke'de önce Lât, Uzzâ deniliyor ve Menât aynı âyetteki
gibi sonradan ilk İkiliye katılmış izlenimi vererek ifâde ediliyor.
Nereden
bakarsınız bakınız; yani Lût aley-hisselâm'dan Mekke'ye veya Mekke'den Lût
aleyhisselâm'a gidiniz, önce iki elçi, üçüncüsü sonradan ilk İkiliye katılmış
olarak karşınıza çıkıyor.
Mekkelilere
putları satanlar, hikâyenin aslına o kadan sâdık kalmışlar ki; aynen,
”Lât,
Uzzâ ve bu da Menât'tır” yani
Menât'm ilk İkiliden ayrıcalığını, nereden bakarsanız bakınız görüyorsunuz.
Daha
önce demiştim ki, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
-"Siz,
Lût ismini 'Lât' olarak yanlış telaffuz ettiniz ve size bu hâtıra yanlış
intikâl ettirildi, bilmediğiniz nesnelere tapıyorsunuz."
Şüphesiz,
genel anlamda bu fikir benimdir. Gerçi, başkaca bir şey de olamazdı, ancak
fikir yanlışsa, yine de bana aittir..
Şimdi
bulmamız gereken en hassas nokta şudur: Araplar bu isimleri nereden ithâl
ettiler? Ne Arabça'da, ne Ibrânice'de, ne bozuk-kö-kensiz Bedevi dillerinde, ne
de Uygurca'da, ne Ninova dillerinde veya bize intikâl eden kültürlerde, ne
Bahreyn üzerinden Arap Yanma-dası'na gelip giden Hind kökenli dillerde, ne de
Sanskritçe'de... Lât ve Menât diye ne bir isim vardır, ne de bu kelimelerin bir
anlamı var... Gelin işin içinden çıkın! GÂRÂNÎYK gibi bu kelimelerin de kökeni
bizi uğraştıracak.
Gerçi,
Kuğular gizemini Kur'ân'm ve tarihî verilerin ışığında kesinlikle açıkladık.
Kişilerin kabul edip etmemesi gerçeği değiştirmez. Bu, onların sorunudur.
Ancak, Lât ve Menât isimlerinin nereden geldiklerini, gelme sebeblerini ve
kelime kökenlerini, anlamlarını kanıtlarsak, akıl+düşünce+soru + deney =
Gerçek cevap, gerçek sonuç ilkesine çâre bulduk demektir. Merakımızı veya
ayrıntılı araştırmalarımızı hoş göreceğinize eminiz. Gençliğimde dalga
mekaniğini incelemek için renkli boyalar damlatarak havuza küçük patlayıcılar
yerleştirir; dalga hareketini bir de suların altında inceleyecek kadar ipe sapa
sığmaz deneyler yapardım. Bir çok kereler hayatî
tehlikeler atlattığım olmuştur. Bu yüzden herhangi bir meseleye MUTLAK (salt)
cevap bulamazsam, inanın yatalak derecede hasta^ olurum. Bu yüzdendir ki, hele
ALLAH RASÛLÜ söz konusu olunca canımız pahasına araştıracağız, arayacağız, öğreneceğiz...Var oluş sebebimiz YÜCE ALLAH'A KULLUK ve
RASÛLULLAH'A BİLGE BİR ÜMMETİN BİR FERDİ OLMAKTIR. Bu yüzdendir ki hiç bir
ayrıntıyı göz ardı edemeyiz.
6.
Yüzyılda Arabistan'da "Huza" diye bir kabilenin olduğunu, hatta bu
kabilenin "Eş-Şûrâ" adlı bir yıldıza tapındığını, asırlar önce
kendilerine kadar gelen masallardan dolayı bunu yaptıklarını tarihlerden
öğreniyoruz. Bu ilkel kabilede, kendilerine kadar gelen ve onlarda hayranlık
yeya korku uyandırdığı için; adı geçen yıldıza tapınmış olmaları doğaldır.
"Ve
biraz sonra vaki oldırki, İsâ şehirleri ve köyleri dolaşıp vazediyor, Allah'ın
melekûtunu müjdeliyordu. Onikiler ve kötü ruhlardan ve hastalıklardan kurtulmuş
o-lan bazı kadınlar, kendisinden yedi cin çıkmış olan Mecdelli denilen Meryem,
Hiro-des'in kâhyası Huza'nın karısı Yoanna, Su-zanna,
ve başka bir çok kadınlar onunla beraberdi; bunlar mallarıyla onlara yardım
ediyorlardı." (Incil,
Luka, Bap 8, âyet 1-3).
"Bir
Orta Şark kavimler artığı olan Huza kabilesi ne hikmetse "Eş-Şûrâ"
adlı yıldıza taparlardı", der dehâ Muhyiddîn Arâbî "Fü-tühâtü'l-
Mekkiyye" sayfa 77'de. 6. Yüzyılda ' Arabistan'da karşımıza çıkan bu ilkel
kabilede Îbrânî + Arâmî dillerine ait Huza adını taşıyor.
Tevrât'ta
ise Asteralı UZZÂ isimli bir insan olduğunu biliyoruz. Asteralı Uzzâ, Hz
Mûsâ'nın o meşhur sandığının taşınması esnasında bir kazâ sonucu sandığı
ellediği için o anda öldüğünü de Tevrat'ın ayrıntılı verilerinden, zaten
öğrendik. Fakat, bu Uzzâ'nın öyle kendisini
"Tann" ilan etmek gibi kötü bir alışkanlığı da yok ki, asırlar sonra
Mekke'de karşımıza çıkan PUT da, onun için bu ismi aldı, diyeliml Sonra; Uzzâ,
erkek ismidir. Niçin putlara dişi adını UZZÂ olarak atfetsinler?
Ayrıntılı
analizlere devam ederken, şimdi birlikte soralım ve bulmaya çalışalım.
·
*
Hâtıranın kaynağı kimlerle ve nerede başladı?
·
-
Hâtıra, Hz. Îbrâhîm ve Hz. Lût ile başladı ve Filistin'e gitmek için,
Mezopotamya'da Harran'dan başladı.
·
*
Hz.lbrâhîm kimdir ve nerelidir?
·
-
Hz. Îbrâhîm Mezopotamya'da UR şehrin--de doğmuştur -Ur, Arkeik
Türkçe’de "Hendek" demektir.- Zaten ateşe atıldığı yerin etrafına
"Hendek" açılarak bir tür güven altına alınmıştır.
·
*
Hz. Îbrâhîm'in babası kimdir?
-"Îbrâhîm,
ne bir YAHUDİ ne de bir HIRİSTİYANDI. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir
MÜSLÜMANDI ve müşriklerden de değildi." (Kur’ân-ı
Kerîm; Âl-i İmrân sûresi, âyet 67).
Îbrâhîm
aleyhisselâm'm babası, kavminin reisi meşhur Âzer'dir.
ÂZER;
Öz Türkçe'de aslan ve kaplan türünden olan hayvanlara verilen bir isimdir.
Günümüzde Kafkas Türkleri de "ÂZER" soyunun insanlarıdır.
"Ve
Yeşu İsrail'in bütün sıbtlarını Şe-keme topladı, ve
İsrail'in ihtiyarlarını, ve başlarını, ve hâkimlerini, ve reislerini çağırdı;
ve Allah'ın önünde durdular^ Ve Yeşu bütün kavme dedi ki: İsrail'in Allahı RAB
böyle diyor: İbrahim'in babası ve Nahor'un babası Terah, atalarımız eski
zamanda ırmağın öte tarafında otururlardı; ve başka ilâhlara kulluk
ederlerdi." (Tevrât,
Yeşu, Bap 24, âyet 1,2).
Irmağın
öte tarafı Fırat'ın Kuzeydoğularıdır, yani aşağı ÂZER TOPRAKLARIDIR.
Hz.
İbrahim'e olgunluk çağma geldiğinde (40 yaş) "Peygamberlik"
verildi. Babasını îmân'a dâvet etti ve red edildi. Kavmi veya bir başka
kavim (Mezopotamya'da yaşamış olan Nemrut olsa gerek) O'nu ateşe attı. Ateş de
O'nu, Allah'ın gerçek bir mucizesiyle yakmadı. Çevre milletler, kabileler
tarafından da her geçen gün daha iyi tanınan, bu müthiş olayların, tek ismi
oldu. Artık; ateşin bile yakmadığı Peygamber Âzeroğlu İbrâhîm olarak tanındı,
değil mi?
-EVET...
Hele
hele, bir zaman sonra Elçiler tarafından programlanmış oğlu ÎSHAK da doğunca,
hele hele bu oğulun olduğu dönemde İbrâhîm aleyhisselâm'ın yaşı 100 yaş
dolaylarında^ idi ki, kelimenin tam anlamıyla, - ÂZEROĞLU İBRÂHÎM-
olarak saygınlığı ve bilginliği ile kabul edildi, değil mi? Hatta günümüzde
bile
Sevgili
Peygamberimizin baba adı ile, yani Abdullah oğlu
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şeklinde de saygı ile anıyoruz (20).
İşte
Mekke'ye kadar gelen "Lât, Uzzâ ve Menât"; hiç bir anlamı olmayan bu
kelimeler, hele iki ilk ikilinin birlikte ifâde edilişi, So-dom'dan o müthiş
olayın anılarını yaşayan ve göç eden insanların, gittikleri yerlere de hâtırayı
taşıyan kazâzedelerin:
-"Ey
insanlar dinleyin! Peygamber Âzer-oğlu Îbrâhîm'e ve Lût’a gelen Elçi-melekler
bize hidâyet ettiler, bizi kurtardılar; biz onlardan. Allah'ın izni ile ŞEFÂAT
gördük, edebsizlik yapan imansızların yüzünden SODOM şehrinin ÜSTÜNÜ ALTINA
getirdiler, zâlimler Allah'ın azâbmdan kurtulamadılar...."
biçiminde, gerçek bir olayı ballandıra ballandıra anlatmalarıyla yayıldı.
Hikâye
her ne kadar radyo ve TV aracılığı ile yayılmadıysa da, yine de yayıldı.
Gözden
kaçırmamamız gereken bir nokta var. O çağın insanları bu isimsiz Üç
Elçi-Melek'e bir isim takmak zorundaydılar sanırım.
Hatta
şu anda böyle bir olay olsa ve Elçiler isimlerini söylemeden gitseler, biz de
onlara keyfiyyete göre birer isim takmak zorundayız, değil mi? Siz de aynı
fikirdesiniz, sanırım?
Hatta,
böyle bir olayı bize yaşatan eıçilere en görkemli isimleri bütün Dünyalılar
olarak tâyin ve tesbit etmekle "Sözüm ona" bilimselliğimizi de
sergileme fırsatını bulacağız. Çünkü, insanın
yaratılışında bilgi bankasına; eşyayı, şeyleri ismi ile tanıması programlanmıştır.
Karşılaştığı ve duyularıya algıladığı her nesneye, bu nedenledir ki, ilk işi
bir isim takmaktır. Aksi söylenemez.
"(Ey
Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin Meleklere: Ben, yeryüzünde (hükümlerimi
yerine getirecek) bir halife (bir insan) yaratacağım, demişti. Melekler de:
Biz, Seni hamdinle tesbîh ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz halde,
orada fe-sad çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah: Ben, sizin bilemiyeceğiniz şeyleri
bilirim, buyurdu. Allah, Hazret-i Adem aleyhisselâm'a
bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: Eğer (her şeyin iç
yüzünü bilen) sâdıklardansanız bunların isimlerini Bana haber verin, buyurdu.
Melekler: Biz,' (Sana itiraz olun-. maktan)
Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka, hiç bir ilmimiz yok.
Muhakkak Şen her şeyi hakkıyla Bilensin, üstün hikmet sahibisin, dediler.
Allah, Hazret-i Â-dem'e: Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver,
buyurdu. Â-dem aleyhisselâm da, meleklere, o isimleri haber verince Allah: Ben
size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblannı Ben bilirim. Açıkladığınızı da,
gizlediğinizi de elbette Ben bilirim, buyurdu." (Kur'ân-ı
Kerîm; Bakara sûresi, âyet 30-33)
Araştırmalanmdan
sonra diyebilirim ki:
·
*
Uzzâ ismi, ya Hz. İbrâhîm’in baba adından, yani ÂZEROGLU Ibrâhîm lakabından
bozularak ortaya çıktı, veya;
·
*
Üç Elçinin son derece görkemli giyinişleri, görünümleri asırlarca kulaktan
kulağa birçok renklere boyanarak "Melekler, Allah'ın kızlarıdır"
diyen HUZÂ kabilesinden binleri o putu getirdi ve adı da "Uzzâ"
olarak kaldı ki, uzak bir ihtimal. Veya;
·
*
Ebû Leheb'in (Çabuk kızdığı için, hemen kızaran kişi anlamındaki "Alev
babası" demektir) aslı Abdu'l-Uzzâ'dır. Anlamı, "Uzzâ'nın
kulu", demektir.
Şayet
bu put adını, bu şahıstan aldı ise; Ebû Leheb'in 80 yaşında olduğunu var sayın,
o put ondan çok önceleri de vardı ve adı yine Uzzâ idi. Fakat,
ne yaparsak yapalım, Lât ve Menât kelimelerinin herhangi bir anlamı veya kökü
hâlâ ortalıkta yok.
·
*
Menât ismi, ilk ikili ile birlikte, ancak
ayncalıklı
anıldığı için birinci varsayımı daha sağlıklı buluyorum. "Neden?” derseniz.......... Kur'ân'da da Hz. Lût'a ve Hz. Îbrâhîm'e elçilerin
geldiklerine siz de tanık oldunuz. Ancak, bu hâtırayı orijinal halinde ilk
taşıyanların (Lût ve Âzeroğlu Îbrâhîm'e gelen elçi melekler) şeklindeki
doğruyu ifâde ederek anlattıkları anılar; zamanla değişen kültürlerde, değişik
telaffuzlarla elçilere isim takmak zorunluluğunu haklı olarak getirdi, değil
mi? Asırlar sonra da Mekke'de karşımıza "Lât, Uzzâ ve Menât" olarak
çıktılar.
Abdu'l-Uzzâ,
yani Ebû Leheb bile adını bu puttan almış olsa gerek ki; doğduğunda bü isimle
anıldı. Ancak, bu putların isimlerinin birer "DÎŞt" ismi olduğunu da Kur'ân'dan, ve "Gârâniyk" teriminin tanrıçaları
ifâde ettiğini de tarihlerden öğreniyoruz ki, bu kesinlikle şu demektir: Bu
isimler Arapça ve Araplara yakın dillerden değildir! Bu dillerde de hiç bir
anlamı olamaz. Neden mi? Eğer "Uzzâ" isminin bir DÎŞÎ ismi olduğunu
Abdu'l-Uzzâ'nın adını koyanlar bilseydiler; hiç ona "Uzzâ" adını
takarlar mıydı?
Hatta
buna göre, şunü da ifâde edebiliriz: 6. Yüzyılda put endüstrisinin fazlaca
geliştiği Mekke'de daha birçok putlar vardı. Meselâ:
·
*
Vedd: Demetü'l-Cendel'de
yaşayan Kelb kabilesinin ilâhıdır.
·
*
Suva: Huzeyl
kabilesinin ilâhıdır.
·
*
Yeğus: Tay boyundan
iki kabilenin ilâhıdır.
·
*
Nesr: Himyer'den
Zul-Kila boyunun ilâhıdır.
"Hadi
canım boş ver!"
diyeceğim, fakat bu saydığım isimlerin de hiç bir anlamı yok, kökeni yok...
Son
saydığımız birkaç put, Tûfân'dan, Sfûh aleyhisselâm'dan önce birkaç zengin veya
bilge ya da taraftarları çok olan kişilerin, öldükten sonra saygınlıklarını
göstermek için taraftarlarının yaptırdığı heykellerin zaman içinde ilâh
zannedilip Mekke'ye gelmiş halidir. Bu isimlerin ilâh tahtına oturtulup 6.
Yüzyılda Mekke'de teşhirine de biz şimdi tanık oluyoruz. Nereden
bakarsak^bakalım, isimlerin kökenlerinin; Hz. Lût ve Azeroğlu İbrâhîm
isimlerinin zaman içinde, değişik kültürlerin telaffuzlarında bozulduğuna (ben
şahsen) kanaat (tam olmamakla birlikte) getirdim diyebilirim.
Bu
kanaatimle ilgili en tutarlı ipucu ise, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Onlar şefâat-leri umulan
Ak-Kuğulardı." ifâdesidir. Çünkü, kasdedilen
Kuğular (elçiler) sadece Hz. Lût ve Hz. İbrahim'e gelmişlerdir ve olayın
ilk ve tek kahramanlan bu iki peygamberdir. Zaten bunu da bu kitapta
kanıtladık.
Olayı
yapanlar ise, Lût aleyhisselâm peygamber olmadan önce Sodom kavmine gelen,
seneler sonra da yok etme, helâk etme emriyle gelen - önce iki elçi, sonra
takviye olarak bir elçi daha- toplam üç elçiydi. Dolayısiyle "Lât,
Uzzâ ve bu da Menât’tsr" ifâdesi benzerlikten dolayı değil, (sakın
böyle düşünmeyiniz) olayı aydınlattığı ve koordine ettiği içindir ki;
kanaatimde Hz. Lût ve Âzeroğlu İbrahim aleyhisselâm kelimelerinin, yani Lût ve
Azer kelimelerinin bozuk hali Lât ve Uzzâ oldu. Tarihçiler iyi bilir ki,
özellikle de Arap, Çağatay, Çin tarihçileri özel isimleri hemen değiştirirler
ve bozarlar. Meselâ; Araplar Türklere "Atrak" derler. Bu kelimenin
ne Türkçe'de, ne de Arapça'da hiç bir anlamı yoktur. Sadece, kasdedilen
Türkler'dir.
Tarihler
yansa veya bir takım âfetler olsa 100 asır sonraki bir uygarlığın eline Arap
tarih kitapları geçse, "Acaba Atrak ne demekti?" veya
"Kimlerdir?" diye soracaklar, değil mi?
Çinliler,
Türklere "Hi-Yong-Nu" veya ' "Tuk-Yu" derler.
Bu
dillerdeki harflerle de ilgisi olan bir deyimdir. Hatta Arapların "Ye'cüc-Me'cüc"
ifâdesini Mısırlılar, Avrupa tarihçileri "Yegüg-Megüg" okur
ve yazarlar. Mısır tarihleri Türklere "Goğ-Magog" veya "El-Guz"
derler. Dil araştırmanlarının uzmanlık alanı olan bu verileri daha çok
genişletebiliriz. Üstelik Tevrât’ta da "Ğoğ-Mağoğ" olarak
izliyoruz. Meselâ; Oğuz-Han'ın II. Ramses ile savaştığını, orada Hiksoslann ilk
atalarını Orta Asya'dan gelen Türk boylarının oluşturduğunu, Oğuz Han'a atfen
adının da "TORĞ" diye geçtiğini biliyoruz. "OĞ" da
deniliyor..
Firavunlar
medeniyetini ilk kuran Hiksos-lardan da önce Kuzey Afrika'ya gelip yerleşenler
ki, Ailantis'in batmasından asırlar sonra Asya'dan gelen Asyalı ilk Türk (TuranlIlar')
boylandır. Oğuz Han'ı ifâde etmek için Arap tarihlerindeki "Oğuz Han"
ismine ve dolayı-siyle "TÜRK'e en yakın biçimi "El-Ğuz"dur.
Hiç
bir dilde anlamı veya kökeni olmayan üçlünün ilk İkilisi Lût ve Azeroğlu
Îbrâhîm isimlerinin asırlar içinde değişik kültürler ve dillerde bozularak 6.
Yüzyılda Mekke'deki halidir. Şayet bu kelimelerin o dillerde veya Arapça'da
herhangi bir anlamı olsa idi, bugün yine o kelimelerin putları ifâde etmek için
değil de; -neyi ifâde ediyorlarsa- onu ifâde etmek için kullanılması
gerekirdi.
Her
ne kadar Lât ve Uzzâ için bir takım kaynaklar buldu isek de; Menât hâlâ
ortalarda yok. Sanırım Menât'ı bulursak, her tarafı tam anlamlarıyla
düzelteceğiz.
Lât,
Uzzâ ve Menât isimlerinin ve heykelciklerinin anılarının Mısır Firavunlar
kültüründen Kızıldeniz üzerinden Mekke'ye geldikleri ortadadır. Zira, elçilerin (aynı elçiler olmayabilir, hiç bir fikir
yürütemeyiz);
·
*
Hz. Mûsâ'ya geldiklerini, o müthiş sandığı taşıdıklarını, Firavun gibi o günün
en güçlü ordusunu denizde boğduğunu;
·
*
Hz. Mûsâ'ya sandığın bir diğer kopyasını nasıl yapacaklarını öğrettiklerini;
·
*
Hz. Mûsâ’nın elindeki asânın yerçekimini kısmen de olsa nötralize
ettiğini, asâda müthiş özellikler olduğunu;
·
*
Diğer Tevrât levhalarını o müthiş sandığın içinde taşıdıklarını;
·
*
Sâmîrî isimli şahsın; "O kerîm Ra-sûl'ü (Elçiyi) gördüm ve
ardından bir avuç toprak aldım." (Kur'ân-ı
Kerîm; Tâ-Hâ sûresi, âyet 96) dediğini;
·
*
Hz. Mûsâ'nm,/’Asâmda daha bir çok HÂCETLERİM
(mârifetlerim, gizemlerim) var." (Kur'ân-ı
Kerîm; Tâ-Hâ sûresi, âyet 18) dediğini;
*Hz.
Mûsâ'nın asâsmın peygamber olmadan önce diğer peygamberlerden kendisine şu veya
nedenlerden dolayı mirâs kaldığını;
·
*
Firavun'un:
"Firavun
da (vezirine) şöyle dedi: Ey Haman! Bana YÜKSEK bir kule (köşk) yap. Belki ben
ulaşırım YOLLARA. Göklerin yollarına da Mû-sâ'mn
İlâhına BAKARIM. Muhakkak ben onu yalancı sanıyorum." (Kur'ân-ı
Kerim; Mü’min sûresi, âyet 36,37),
"Firavun
dedi ki: Ey millet! Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. (Oysa, ilâh'a 'Bilmiyorum' kelimesinin yakışmayacağım İDRAK
edemiyor). Haydi bana ÇAMURDAN KERPİÇ PİŞİR, ey Haman!...
Sonra bana bir KULE YAP, olur ki ben, yukarı çıkar Mûsâ’mn İlâhına bakarım.
Doğrusu ben Mûsâ'yı yalancılardan sanıyorum." (Kur'ân-ı
Kerîm; Kasas sûresi, âyet 38) dediğini,
dolayısiyle Firavun'un, Hz. Mûsâ'ya gelen elçileri de "İlâh"
zannettiğini; işte Üç Elçi serüveninin ilâhlaştırılıp putlâş-tınlmasını,
Mısır'da Firavun'un bu garip isteği ile, Kur'ân'ın
açık ve net verileriyle öğrenirken;
.
"Mısır'ın yükü (yani
günâhı). İşte, Rab TEZ GİDEN (yani sür atli) BULUTA BİNMİŞ DE Mısır'a
gidiyor; ve Mısır'ın PUTLARI onun yüzünden
titreyecekler; ve Mısır'ın yüreği kendi içinde eriyecek." (Tevrât,
îşaya, Bap 19, âyet 1).
Elçilerin
araçlarının "TEZ GİDEN!" süratle gezindiği yerlere çıkabilmeyi;
kerpiçten bir kule yapmakla başaracağını ZAN EDEN Firavun'un aklî dengesi
hakkındaki karan çocuklar bile verebilir. (Bu
son cümlemizi, itiraf ederiz ki, bilimsel olmayan bir malzeme olarak açıkladık.
Oysa Firavun'un konuşmasını, gerek Kur'ân'da, gerekse Tevrât'taki ciddi ve
ayrıntılı araştırmalarımızla " Rasat yeri, gözetleme yeri yap"
dediğini net verilerle kanıtladık. Ancak, Elçilerin araçlarını bir takım CAM
veya benzeri filtrelerle insan gözünün görebilme bandına indirgenebileceğim
dahi ayıkladık.. Yine de Firavun'un bu cümle ile, ilk bakışta hayret ve korkusu doruk noktasındadır ki;
âyetlerden bunu açıkça anlıyoruz.)
·
*
Kur'ân'm ve Tevrât'ın öğretilerinde; bu ÜÇ PEYGAMBER; Lût, Îbrâhîm ve Mûsâ
aleyhimüsselâm bir olayın, yani gelen elçilerle doğrudan ilişki içinde olan ve;
·
*
Özel bir Gen programıyla oğlu olan ve ateşte yanmayan, Azeroğlu Îbrâhîm,
·
*
Kavmi ve şehri görülmemiş bir âfetle ÜSTÜ, ALTINA getirilen Lût aleyhisselâm,
·
*
Elindeki asâ ile Firavun'un ordularını denizde boğan ve Firavun'u; "Ben
göklere çıkıp da Mûsâ’ya ve O'nun ilâhına bakacağını." (Kur'ân-ı
Kerîm; Mü'min sûresi, âyet 36,
37) (21) dedirtecek
kadar, akıl hastası eden Mûsâ aleyhisselâm,
·
*
Gerek o günün, gerekse günümüzün uygarlıklarını bile hayretle düşündüren, Yüce
Allah'ın kullarını inanarak eğitmek, akıllarını kullanmayı öğretmek için
lütfettiği mucizeleri gösteren, ÜÇ ÖNEMLİ PEYGAMBERDİR.
"Lât,
Uzzâ ve bu da Menât'tır." ifâdesinde
önce Lât'm kullanılışı da; olagelen felâketlerin ve anıların en görkemlisi,
hâfıza-lardan silinmesi en zor olan Sodom'un bir "Şok dalgası" ile
yok olan anısının yegâne simge insanı Hz. Lût olduğu içindir. Bu nedenledir ki,
önce "LÂT "ifâde ediliyor. Kur'ân'ın bilimselliği bizi bu denli
ayrıntılı araştırmalara, ister istemez getirmiştir.
Çok
dikkat!... Hz.
Mûsâ, ilk Lût ve Âzeroğlu İbrâhîm İkilisine çok sonra katılıyor!
Bakın
ki, "Lût ve Âzeroğlu İbrâhîm, bu da Mûsâ (Moses)dır."
deniyor. Sanırım doğru bir deşifre izliyoruz. Yine de karan bilimsel
veriler tayin edecektir.
Firavun'un
orduları denizde boğulduktan sonra, bir çok
felâketlere sahne olan Mısır'da; Lût ve Âzeroğlu İbrahim’e gelen elçilerin
zamanla gerçekçiliğini yitiren Sodom felâketi anılan; bütün haşmetiyle
zihinlere tekrar geldi ve îmân edenler:
-
"İşte, Lût ve Âzeroğlu İbrahim'in dinine inanmadınız, onlar gerçekten
atalarımızı Allah'ın yoluna davet etmişlerdi, siz asırlar sonra tekrar azdınız.
(Bu azgınlıkları Platon, Mısır seyahatini anlatırken sanırım biraz utanarak
anlatır). Hatırlayın orduları denizde boğdular. İşte onlardan sonra gelen ve
Firavunu denizde ordusuyla yok eden ve Allah'ın gerçek mucizesiyle size doğru
yolu gösteren bu da Mûsâ idi, neden hâlâ inanmıyorsunuz?" vb-
gibi vaazlarla halkı aydınlatmaya çalıştılar, değil mi?
Mısır'dan
kurtulan Israiloğullannı kendi topraklanna - akla hayale sığmayan
zorluklarla- götüren Mûsâ aleyhisselâm da zamanla yaşlandı ve Allah'ın
rahmetine kavuştu. Yani (+)tive Evren'e geçti.(22).
Büyük
değişimlere uğrayan Mısır krallıkları her geçen sene kötü sona doğru gidiyordu.
Anılarda
kalan Sodom'un Lût'u, Elçilerle içli-dışh olan Âzeroğlu İbrahim'i, göklerde
gezen ve Mısır kırallıklannı perişan eden Mûsâ'sı, her gelen gün Mısırlılar
için pişmanlıklarını gizli veya açık olarak dile getirdikleri, atalarının
yaptığı suçlardan dolayı kendilerinin cezalandırılmamalarını dileyerek
istedikleri ve şefâat umdukları Elçilerin anılarına yalvarmaları... pek fayda vermeyince; zamanla kur-« banlar keserek, ağıtlar
yaparak, ağhyarak şefâat umduklan, Lût, Âzeroğlu Ibrâhîm ve Mûsâ'yı simgeleştirdiler.
Çekirge
istilâları, kuraklıklar, salgın hastalıklar, daha bir çok
felâketler, çâre-sizlikler içinde olan şaşkın halk; bu üç ismi yegâne şefâat
umulan anılar ve heykeller haline getirdi.
Herhangi
bir dinleri olmadığı için, Firavun da tanrı olmadığı için (zira Tanrı'
denizde bo-ğulmazdı) artık en iyi yolun, bu üç elçinin doğrudan ilişki
halinde Oldukları, görkemli elçilere her istediklerini yaptırdıkları; Lût'u,
Âzeroğlu îbrâhîm'i ve sonraki Mûsâ'yı (aleyhi-müsselâm), arkalarında
bıraktıkları anılardan dolayı, zamanla her derde devâ gördüler. Zamanla da
heykellerini yaparak daha iyi şefâat ederler diye, zeki insanların buluşlarıyla
heykel sanayii gelişti. Hatta o kadar gelişti ki, çevre ülkelere de ihrâç
edildi... Nasıl mı?
"LÂT,
UZZÂ ve bu da MENÂT'tır." olarak.
Okuyucuların
da iknâ olmuş gibi bir hâli var. Ancak, biz henüz "Tamamdır"
diyemiye-ceğiz. Daha ne kaldı derseniz? Bizi bağışlayın; bu kitap, havuz
suyunun içinde yaptığım, neredeyse hayatıma mâl olacak dalga deneylerinden çok
daha zariftir. Çünkü bu kitapta, Müs-lümanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem'e lâyık ümmet olduklarını kanıtlayacaktır. Hiçbir ayrıntıyı göz ardı
edemeyiz. Şöyle ki:
*
Putlara niçin dişi isimleri takıldı?
işte
bu nokta bütün çalışmalarımızı, tarihin ve bilimin önünde tam anlamıyla
doğrulayacaktır kanaatindeyiz.
Kur'ân'da
ve Tevrat'ta son derece ayrıntılarıyla açıklanıyor ki: Yüce Allah'ın, Hz.
Mûsâ'-yı Mısır'a göndermesinin en önemli, hatta tek nedeni, Israiloğullannı
Mısır'ın zulmünden kurtarmak içindi. Yûsuf aleyhisselâm soyundan Mısır'da
kalan, Sodom felâketinden sonra Mısır'da yerleşen İsrailoğullanın torunlarının
torunları idi. Zaten Hz. Mûsâ da Mısır'da bir hayli yaşadı.
Firavun,
Israiloğullannı hem köle gibi ça-lıştınyor veya öldürüyor,
yahut her türlü kötülüğü yapıyordu.
İsrailoğullannın
kızlarını veya kadınlarını sağ bırakıp, gerek çirkin arzularına âlet ediyor,
gerekse daha aşağılayıcı işkenceleri yaptıklarını, tarihlerden ve Tevrat'tan
aynntılanyla öğreniyoruz. (23).
Mısırlı
halkın gözleri önünde yapılan bu hareketlere belirli bir zümrenin dışındaki
halk kesinlikle hoşnud olmamakla beraber, nefret bile ediyorlardı. Ancak,
Firavun'a ve ordusuna karşı ne yapabilirlerdi? Onun hakkından ancak "asâ"
gelecekti.
Halkın
bu kadınlara veya kızlara yapılan zulümleri görmeleri; aynı Sodom olayını
görenlerin, yaşayanların hafızalarındaki gibi silinmez izler bıraktı.
Hiç
kimse (sadistliğin dışında), genç bir kıza, insanların gözleri önünde
sarhoş askerlerin yaptığı iğrenç hareketleri aklından silemez, değil mi?
Milliyeti-dini ne olursa olsun...
İşte
Mısır halkının gördüğü, bizzat tanık olduğu bu ve benzeri olaylar, başlarına
bir zaman sonra gelecek olan felâketleri hatırlatacak olan anıların
başlangıcını tayin etti.
Gelen
nesiller, hemen her zorluğun, felâketin herhangi uğursuzluktan olduğunu kabul
eden ilkel toplumlar (günümüzde bile vardır) gibi; çekirge
istilâlarından tutun, kuraklıklara kadar başlarına gelen felâketlerin,
Firavun'un zulümkârlıklanndan kaynaklandığına inanarak; Lût, ÂZEROĞLU İBRÂHÎM
VE MÛ-
SÂ’NIN
" Kuğular" gibi
süzülerek yer değiştiren, tertemiz, göz ahcı giysileri olan Elçilerinin;
parıldayan elbiseli GARÂNİYK'in. , işte o genç kızların intikamını alıyorlar,’
• çünkü onlar iyiliksever kimselerdi. Hazret-i. Mûsâ'ya yardım ederek, yol
göstererek İsrailo-ğullannı denizden geçirip, kurtardılar. Sodom sapıklarını
yok ettikleri gibi, şimdi de biz Fira-vun'un soyunu yok edecekler...biçiminde
acıma, pişmanlık, yalvarış ifâdeleri ve düzmeceleri, zaman içinde yetişen
nesillerde ise; Lât, Uzzâ ve Menât kelimeleri, aslına biraz sâdık kalınıp, o
genç kızların anılarına atfedilip, DİŞİ İSİMLERİ kasd edilerek bozuk telaffuzlu
hali ile ifâde edildi ve "Lât, Uzzâ ve Menât" adı ile patent
kazandı.
-"Firavun
atalarımız size her ne kadar zulümkâr davrandı iseler de, bakın, biz sizi ve
anılarınızı heykeller haline getirdik, ne olur bize de şefâat edin, bizler kötü
kimseler değiliz, daha nice genç kızlara yapılanları atalarımızdan duyduk, biz
de onları lânetliyoruz, üstümüzdeki uğursuzluğu kaldırın..."
şeklinde yalvarmışlardır.
Bu
son anlattığımız yalvarma biçimini veya edebiyatını yahut doğruluğunu
Arkeolojik bulgulardan da daha ayrıntılı olarak derleyebiliriz. Onlar
yalvaradursunlar, heykelciklere isim takanlar aslında halk değildi. Şarlatanlık
yaparak gerek Firavunlardan, gerekse zenginlerden para koparan kâhinlerdi.
Mumya sanayisinin gelişmesinde bir hayli katkıda bulunan ve saraydan veya
zenginlerden avuç avuç altın koparan bu kâhinler gerçekten bilge kişilerdi.
Ancak, bilgelikle şeytanlığı bir araya getirip müthiş şeyler yapıyorlardı. 20.
Yüzyılda "Şeytan Âyetleri"ni yazanlar gibi...
Bu
kâhinler ki; "Lût, Âzeroğlu İbrâhîm ve bu da Mûsâ " isimlerini
halkın en ihtiyaç duyduğu zamanlarda, elçileri kasd edip ve genç fazların
anılarına atfederek "DÎŞÎ" isimleriyle (halkın daha çok ilgisini
çekmek için yeni ve görkemli ve etkili bir isim);
-"LÂT,
UZZÂ ve bu da MENÂT'tır, şu kadar altın ver ve al!..” dediler.
Firavun'un
zulmünün tek simgesi; kızlardı, yani DÎŞÎ'lerdi. Doğal olarak Lût, Âzeroğlu
ibrâhîm ve Mûsâ (aleyhimüsselâm) isimlerinin erkek vasıflarından, DÎŞÎ
kategorisine transferi gerekirdi. Zira zulme uğrayanlar ve devamlı eziyeti
yaşayanlar DlŞİLERDİ, değil mi?
"Lât,
Uzzâ ve Menât" isimlerinin
birer DİŞİ isimleriyle anıldığını ve bunun da ” yalan" olduğunu
Kur'ân-ı Kerîm ciddi ayrıntılarıyla zaten bize öğretti.
Şimdi
biraz olsun anlayabildiniz mi Kur'ân'ın Evrensel bilimselliğini?..
Kimsenin
aklına gelmedi mi, Kur'ân'da Yüce Allah bize Elçi-Meleklerin isimlerindeki
hatalı aynntılan, niçin bu kadar ısrarla bildiriyor diye? Elçilerin "Patlaştırıldığını"
zaten bulduk.
Kur'ân-ı
Kerîm sâdece okumak için değil; okuyup anlayıp, tatbik etmemiz için gelmiştir. Tevrât
ve Incîl rafta dursun diye gönderilmedi... inanın bazen bu gezegeni terk edesim
geliyor!... Ama nasıl?
Şimdi
işin en can alıcı noktasına geliyoruz.
MELEKLER
Bu
gezegende yaşayan her toplum, her millet, hangi zaman diliminde olursa olsun;
Melekleri hep "DİŞİ" zannetmiştir, değil mi? Acaba neden?
İnanmazsanız,
şu anda bile tüm milletlerin, kültürlerin hanım isimlerine bakınız ki "MELEK"
ismini her millette ve hanımlarda göreceksiniz!
Sanki
görmüş gibi, gerçekten de, bilmeden hâlâ hanımlara "Melek" diyebiliyoruz,
değil mi?
Şimdi
çok çok haklı olarak biz soralım:
-
Kim melek görmüş de, onun cinsiyyeti-ni (!) tâyin etmiş de, hâlâ hanımlara
"Melek" ismi ile hitap edebiliyor?
Üstelik
"Melek" ifâdesi, her zaman "Güzellik" simgesi
olmuştur. Özellikle beyaz giysiler içinde bir hanıma "Melek gibi" deriz
ve saçmaladığımızın hiç farkına varmayız...
Eh
artık izin verirseniz, biz 20. Yüzyılda bile bu garip, fakat gerçek (şeyi!)
yaparsak, asırlar önce, o görkemli giysileriyle gelen, Peygamberleri bile ilk
bakışta hayretle korkutan, kuğular gibi süzülerek yer değiştiren; ve anıların
içindeki o genç kızlara atfen; şefâat ummak duygusu oluşturmak için; "Lât,
Uzzâ ve bu da Menâttı (genç kızlardı)", onlara atalarınızın yaptığı
hatalar için pişmanlığınızı, özü-rünüzü dile getirerek yalvarın, diyen
kâhinler, bunları ihraç etmekte de başarılı olsunlar....
Oldular da!
Bildiğiniz
gibi, Mekke'ye de "Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır" patenti ile
ihraç ettiler.
İşte,
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in;
"-Sizin
atalarınız daha önce bir kitapla eğitilmedi, korkutulmadı, size gelene kadar ne
hallere gelen bu saçma sapan masalın esas kahramanlan, bu hiç bir hüccetleri
olmayan putlar değildir, Allah'ın izni ile;
Onlar
kendilerinden şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı"
dedi ve dinlediği vahyin 62. âyetinin bitiminde ise secdeye kapandı ve tekrar
ve ciddiyetle ve İslâm tarihine geçecek bir bilgelikle (ki geçti),
"Onlar
şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı" ded\
Alemlere
rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem Efendimizin bu anısını günümüze kadar sağlam intikâl
ettirenlere, yapılacak yeni keşifler, elde edilip insanlığın menfaatlerine
sunulacak tüm bilimsel veriler için... "Allah râzı olsun" diyoruz.
Kitabın
başından beri açıklamaya çalıştığımız değerleri, tüm insanlığa ve insanlığı
yönlendiren bilime, farkında plmadıklan bu bilimsel değerleri ve verileri,
bilim dünyasına açıklamak görevimizdi.
Bilgi
düzeyi, bilimsel düşüncesi, inancı ne olursa olsun ki, şimdi bütün insanlığa ve
bilim . dünyasına
ileteceğiz...
İşte
en kesin, en NET kanıt:
"Sapmadı
DOĞRU YOLDAN arkadaşlarınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da." (Kur’ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 2).
Alîm
olan Yüce Allah'ın bir tek cümle ile hem 6. Yüzyıl kültürüne, Hz.
Peygamberimizin insanlara belirli alanlarda açıkladığı bilimsel verileri "Azıtmadı"
ifâdesiyle; doğru söylediğini, gördüklerinin gerçek olduğunu açıklarken;
Biz
nankör oL.mayan insanlara ise, "Sapmadı DOĞRU YOLDAN" ifâdesiyle
de; Dünyamızın eşi, yani Çifti, yani arkadaşı olan Şî'RA gezegenler sistemi 49
gezegeniyle size doğru, Dünyanıza doğru hızla, HEVA gibi, ŞAHİN gibi ve
dosdoğru bir Uzay düzleminde geliyor!!! deniyordu... Uygarlık-İnsanlık! Biraz olsun anlayabildiniz
mi Kur'ân-ı Kerîm'in evrenselliğini?
Bir
şeyler öğrenebildiniz mi... 20. Yüzyıl bilimselliği?...
Bu
âyetin açıklamasını kasıdlı olarak bu kitabın sonuna getirdik ki, insan ve
bilim bu meselenin ciddiyetini tam olarak kavrayabilsinler. Kavray abilirlerse!...
Âlemlere
(Âlem; akıllı varlıkların olduğu sistem
demektir. Âlemlere; ifâdesi de, 18 bin canlı varlıkların olduğu sistemdir) ancak rahmet ve öğüt ve bilgi kaynağı olarak gelen
Yüce Allah'ın VAHY'i olan KUR'ÂN'ın sadece kısacık bir bölümünü, tüm insanlığı
ve geleceğini düzenliyebilme, programlıyabilme Ve yön-lendirebilmesi için
açıklamak gereği duyduk. Bu görevi Müslümanlara lütfeden Yüce Allah'a hamd,
sevgili Peygamberimize de salât ve selâm olsun....
Şu
âna kadar tarihin ve bilimin ve aklın matematiğine sunduğumuz araştırmalarımızı
ve NET sonuçlarının bir bölümünü bu kitapta sizlere birlikte açıklamaya
çalıştık.
Ancak,
bütün çalışmalarımızı ve ayrıntılarını en belirgin bir bilimsellikle
sonuçlandıracak....
DİK KAFALI GAAFİLLER...
•YAKLAŞTI
YAKLAŞAN.” (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 57) âyeti,
Kur'ân'm ne denli BİLİMLER BİLİMİ olduğunu, istisnâsız bütün insanlığa ve bütün
Âlemlere, tam anlamıyla kavrayabilsinler diye, çalışmalarımızın düğüm noktasına
getirdik.
"
Onun vaktini Allah’dan başka açıklayacak (KÂŞİF) yoktur." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 58),
"Şimdi
siz bu SÖZE Mİ (öğüde, ikâza, habere mi) şaşıyorsunuz?" (Kur'-ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 59).
"Dünya'nın
eşinin Yerküre sistemine hızla, şahin gibi süzülerek yanaştığını bildiren, bu
bilgiye mi şaşıyorsunuz? " deniliyor.
"Bir
de gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 60),
"Siz
kafa tutan (dikkafalı) gaafil-lersiniz." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 61).
İnsan
var olduğu günden bu yana; bencilliği, gururu, ihtirası veya nefsini her şeyden
önde tutmuştur. Fakat, hâlâ ellerinin de yardımı ile
ancak yürüyerek zamanın bugünkü dilimine kadar farkına varmadığı güçlerin
yardımıyla gelmesine rağmen, hemen her yüzyılda kafasını granit kayalara
vurmasına rağmen, yine de nefsini "İlâh" edinmeden geri
kalmamıştır. 6. Yüzyılda Gârâniyk anılarını ilâh edinenler gibi! Fakat şu an
ise 20. Yüzyıl!
Rahmeti
(Mutlak sevgi, demektir) bütün Evrenlere sinen Yüce Allah'ın sevgi ve
şefkât irâdesiyle, insan hiç farkına varmadan - düşeceği an askısından tutan
anne gibi- durmaksızın kontrol edildiğinin bilincine (gururundan dolayı)
varamıyor. Ancak, düşeceği kesinleşip, düştükten sonra "TANRIM YARDIM
ET!" -hem de farkına varmadan Tanrı'ya emrederek- diyebiliyor.
Çukurdan çıktığı an... henüz iki adım atmadan tekrar
benlik ve gurura kapılıyor ve nefsini her şeyden ârî (hür) görüyor.
Maddeye
bir kaç biçim verip, onun rengini veya düşme hızını yahut yerden kaçış hızını
keşfetmekle; Evren'i anlayabildiğini sanıyor...bildiği
bilimsellikle (!) maddenin sadece dış hatlannı ancak kavrayabildiğinin hiç
farkına varamıyor. Gerçek bilginin maddenin hemen dış zarfının altında
başladığının bilincinde bile olamıyor.
Zambakları
hayranlıkla seyrediyor, uğruna şiirler yazıyor; niçin, sadece görüntüsünün bir
hafta sonra yok olacağını bildiği zambakların emanet giydiği o elbiseyle
benliğini aldatıyor? Oysa, bilgi zambaklarda değildi, toprakların altındaki
soğanına, soğanın genetik bilgi bankasına, o bankaya o bilgileri programlayan
bilginin kaynağı, mutlak olan gerçekti....
BİLGİLERİN
MUTLAK KAYNAĞI, ANCAK ALÎM OLAN ALLAH'TIR.
"Onun
için (Ey Rasûlüm) sen, o Bizim Kur'ân'ımızdan yüz çevirip de yalnız DÜNYA
hayatını isteyen kimselere bakma." (Kur'ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 29).
Kelimesi
kelimesine.... kasd edilen yegâne emir; maddenin DIŞ
HATLARI İLE kendini ve çevresini oyalayanlardır.
"İşte
onların ilimden erebildikleri SON GÂYE (son NOKTA) budur," (Kur’ân-ı
Kerîm; Necm sûresi, âyet 30).
Başka
bir meâli: "Onlar sonu olan ilimle ancak uğraştılar" veya;
"İşte
onların ilimden erebildikleri gâye bu Dünya işidir
(biçimsel şeylerdir). Şüphesiz ki O, Rabbinin yolundan sapan kimseleri çok
iyi BİLEN'dir. Hidâyete erenleri de O en iyi BİLEN'dir."
Zambakları
ben de çok seviyorum, çoğu kez sevgileştiğimizi bile söyleyebilirim.... Ancak, zambaklara o görkemli elbiseleri giydiren ve
Evrenleri SEVGİ için, SEVGİ ile, SEVGİDEN SEVGİYE
doğru Yaratan ÂLEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH'I DAHA
ÇOK
SEVMEYE ÇALIŞIYORUM. Zambakların
görkemli aldatıcılığı bir hafta sonra yerini ilgisizliğime bırakırken, ben
benliğimi ezen, bana hiçliğimi taddıran MUTLAK SEVGİYİ aramalıydım... Solmayan;
bana, beni öğreten sevgiyi... O sevgi ALLAH'a, yani VAHDET-! VUCÛD'a...
Leibniz’in aradığı Evrensel matematikte ”Çokluklar Evreni" nden;
MUTLAK TEKLİĞE GÖTÜREN Evrensel enerjiydi..... İşte
o MUTLAK, SADECE ALLAH
SEVGİSİ
idi.
Bu
kitap boyunca anlatmaya çalıştığımız verileri ve özellikle Kur'ân âyetlerini ve
sonuçlarını değerlendiren insanlar, diğer gezegenlerin de düşünen canlıları,
artık temiz aKU-lannm matematiği ile, kendi hür
düşüncele rinin kararını versinler.
"ONLAR
KENDİLERİNDEN ŞEFÂATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDI."
Yüce
Allah'ın Rasûlü;
Hazret-i
cMuhammed sallallahu aleyhi ve sellem)Mavi
gezegenimizde yaşayan bir milyara yakın Müslüman'ın üzüntüsünü, merâkını,
şaşkınlığını "Kuğular" olayını gazetede ilk okuduğum zaman çok
duygulandım.
Özellikle
"Kuğular" ifâdesinin "Şeytan Âyetleri" adlı kitabın
yazarının CEHÂLE-
TİNDEN
dolayı saptırmasıdır ki, Allah inancı ve Peygamberi için duyduğu o müthiş
görkemli sevgi için Ölümü dahi önemsemeden adı geçen kitap yüzünden ŞEHÎD
olanların yüreğimde açtığı yaralar, bana Cehennem azabı verdi.
Herhangi
bir insanın yazar olma hak ve hürriyeti; gerçeği bilmiyorsa veya bilmeden
tenkid ediyorsa yahut tahrik ediyorsa ya da bu imkânlarını sadece yazı yazıp
PARA kazanmak amacıyla yapıyorsa........diğer
insanların
ölümüne
sebep oluyorsa....... O YAZAR (!)
BÜTÜN
İNSANLIĞIN ÖNÜNDE CÎNÂYET İŞLEMİŞTİR... Bunun bir başka açıklaması Oysa sevgili
Peygamberlerimizden, Haz-ret-i îsâ aleyhisselâm;
"Bu
sözleri kulaklarınıza koyun;çünkü, İNSAN OĞLU
İNSANLARIN ELİNE VERİLMEK ÜZEREDİR. Fakat bu sözü ANLAMADILAR,
ve onu anlamasınlar diye kendilerine gizlenmişti; ve bu söz hakkında ÎSÂ'dan
sormaya korkuyorlardı." (İncil,
Lu-ka, Bap 9, âyet 44,45).
İnsanlar
1989 sene önce de, bugün de bu hâzineyi kavramamış olabilirlerdi...
Sorsaydı-nız, öğretirdik! Çünkü... Âlemlere ancak jah-met olarak VAHY edilen
KUR'ÂN-I KERÎM;
"İndirdiğimiz
apaçık hükümleri ve DOSDOĞRU YOLU insanlara bu KİTAPTA beyân ettikten sonra,
gizleyenler (var ya) şüphesiz
ALLAH onlara lâ'net eder ve bütün lâ'net edebilenler de onlara lâ'net
eder." (Kur'ân-ı
Kerîm; Furkan sûresi, âyet 159) buyuruyor.
Bilgin
kişi değilim.... ancak yine
de bilgiyi saklamaktan YÜCE ALLAH'a sığınırım.
Sanırım
bilginin, bilmenin ve öğrenmenin ne kadar yüce bir değer taşıdığını sizlerle
birlikte kanıtladık.
Gördüğünüz
gibi Şeytânî düşünceler; kozmolojik zamanın egemen olduğu Evren'de, hangi zaman
diliminde olursa olsun, gerçeğin karşısında YOK olmaya MAHKÛMDUR.
Bu
kitabı son derece kısıtlı ve imkânsızlıklar içinde ve çok acele yazmak zorunda
kaldım.. Mecburdum da üstelik...
Ancak,
bütün insanlığa ve bilim dünyasına son olarak hatırlatmak isterim ki:
•YAKLAŞAN
YAKLAŞTI." (Kur’ân-r
Kerîm ;ANecm sûresi, âyet 57).
ŞÎ'RÂ
gezegenler sistemi 50.000 km/saat hızla Güneş sistemimizin Vega doğrultusuna
farklı bir doğrultudan yanaşıyor. Hevâ gibi, Şahin gibi yanaşıyor. 2046 yılında
sistemlerin magnetik alan dış zarflan birbirine basınç uygulayacaklardır. (Allâhu
a'lem).
Bu
tehlikeden sıynlabilmek 20. Yüzyılın yegâne gurur kaynağı olan Nükleer
bombalarla ..... değil!....
Kur'ân'm bilim hâzineleriyle ancak mümkündür.
Esirgeyen
ve Bağışlayan Yüce Allah'a kulluk, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muham-med
sallallahu aleyhi ve sellem'e lâyık bir mü'min, tüm Müslümanlara, insanlara
hizmet etmek ve zihinlerindeki bir çok soruya cevap
bulabilmeleri için yazdık.
Bu
kitapta meydana gelmiş olması muhte3 mel
bütün yanlışlıklar, hatalar (var ise) tam men şahsıma aittir; tek
muhâtabı benim.
Şayet
bu hizmet gerçekse ki, matematikle bile kanıtlarız; o da Müslümanlara, inanlara
ve tüm insanlara aittir. Çünkü, Yerküremize doğru A
şahin "Hevâ” gibi süzülerek gelen ’'ŞÎ'RÂ" bütün
insanlığın müşterek sorunudur. Bu gezegenler sisteminin magnetik alanından
kurtulabilmenin verilerini de yine Âlemlere ancak RAHMET ve ÖĞÜT olarak
gönderilen, Yüce Allah'ın VAHYİ OLAN KUR'ÂN-I KERÎM'in ayrıntılarından, Alîm
olan Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla keşfetmeye, projelendirmeye çalışıyoruz.
Zafer, başan Cenâb-ı Allah'a aittir.
Rabbim
hatalarımızı bağışla; Müslümanların bu hizmetlerini katında kabûl buyur.
Rabbim,
ilmimi arttır, (Âmîn).
Mavi
Gezegenimizin insanlarının, tertemiz gençlerinin, pırıl pırıl çocuklarının
doğruyu bulmaları, gerçeğe yönelmeleri dileği ile,
sevgi ve saygılarımızla.
Buharalı
İbrahimoğlu
AZİZ KEMAL BURKAY
Elektronik-Fizik
Uzmanı
BÜLTEN: 1
OZON TABAKASININ KAPATILMASI
SAYIN BİLİM KURULLARI
Efendim,
ismim Aziz Kemal Burkay’dır. Mesleğim fizik, elektronik alanlarında
uzmanlıktır.
5
Yaklaşık
30 yılı aşkın bir zamandır; Atom fiziği, Astro-Fizik, Çağlar Öncesi Tarihler,
Kur'ân'ın, Incil'in ve Tevrat'ın hiç alışılmadık bilimsel yönleriyle yaptığım
araştırma, deney ve kesin sonuçlarını, hazırladığım bültenlerde ve
"Evrende Zaman ve Hayat. 1, 2, 3" adlı kitaplarımda toparladım.
Durmaksızın çalışıyorum.
Bu
çalışmalarımın getirdiği NET sonuçlara ve kanıtlara göre diyebilirim ki:
Mavi
Gezegenimizin birlikte devindiği sistem, Koşmos'ta bölge itiban veya yapı
itibariyle "KÜTLE" üretmeye müsait değildir. Kos-mos’ta son derece
özel olan böyle bir bölgenin, birkaç milyon "Işık Yılı" yakınlarında
bile değiliz, şükürler olsun.
Bu
demektir ki; madde üreten Kozmoter-modinamik fırtınalardan emin bir
katmandayız. Aksi olsaydı, Ozon tabakasının yırtılmasına Kozmik fırtınalar
SUÇLU BULUNURDU.
Madde
oluşumunu sağlayan en düşük kozmolojik ısı-basmç m=[
(Q). (273.162 )]değeri bile; değil
gezegenimizi, Güneş sistemimizin tamamını birden Uzay’ın derinlerine bir avuç
toz gibi savururdu (24).
Son
derece dengede ve ölçülü değerlerle varlığını sürdürmek zorunda olan bir
gezegende yaşıyoruz. Hemen her bakımdan sınırlı olan varlığımız, Gezegenler
sisteminin kurallara mutlak uyarak devinimleri ile süreğidir. Güneş sisteminin
Mavi Gezegeni'nde sayılamayacak kadar çok ayrıcalıklar vardır. Gözlemlere, son
derece titiz araştırmalara rağmen; Atmosferi (hava), 1. ve 2. Ozon
Kalkanları, yüzeyinde su bulunduran, bir başka demir silikattan oluşmuş bir
gezegen henüz yok.
Hemen
üzerimizde 1. Ozon tabakası var. Gezegeni, Güneş'ten (mutlaka Güneş'ten)
koruyan bir tür dengeli ve selfotomatik davranışlarla (durmaksızın)
Yerküre'deki canlı varlığını korur. Organik varlığının ihtiyacı olan enerji
türlerini dengelice sızdırarak bir "Sera" görevi yapar.
Ancak
dokuları ve davranışları farklı, 1. Ozon tabakasına 90° 'lik açı davranış farkı
olan ve 1. Ozon'u Kozmik fırtınalardan (mutlaka kozmik fırtınalardan)
koruyan, dinamik 2. bir Ozon tabakası daha vardır.
1.
Ozon tabakası ile 2. Ozon tabakası arasındaki mesafenin 2-4 km. olduğunu sanıyorum, ki bu ayn bir konudur. Ancak, 1. ve 2. OZON
ÇÎFTÎ’nin şu âna kadar müşâhede edebildiğim en mükemmel bir ”
Kondansatör" olduğunu söyleyebilirim.
OZON
ÇİFTİ, Yerküre'den Uzay'a
durmaksızın sızan birçok eneıji türlerini dengelice transfer ederken; saatte
1648 km. hızla dönen Yerküre'nin Güneş'ten, iç ve dış gezegenlerden alması
gereken birçok enerji biçimlerini; dönme hızı ile orantılı olarak Yerküre'yi; "Şarj-deşarj"
edip, organik varlığın bir diğer dengesini sağlar.
Yani;
her saatin bitiminde Yerküre, Ekvator'un 1648 km'lik yüzeysel mesafesi (Kutuplarda
konikleşerek daralır) Güneş'e göre "Şarj-deşarj" olurken;
tam karanlık olan yüzeyi yine aynı yüzeysel mesafesi ile,
bu sefer Kozmik Eneıji Dalgalan ile "Şarj-deşarj" olur. Ozon
kalkanlan, bu olaya eşlik eden yegâne filtrelerdir.
Ozon
Çifti Kondansatörü; canlı
yaşam için gerekli enerji kominikasyonunu ve transformasyonunu
sağlar. Açıkçası; Ozon varlığını Uzay'a kaptırırsa (!) Allah korusun, gezegen
varlığını devam ettirebilir, ancak hayatın genetik programına neler olur (!)
bilmem.
✓ OZON TABAKASI NASIL YIRTILDI?
Ozon
tabakasının, Yerküre'nin yalnız Kuzey ve Güney bölgelerinden yırtılmaya
başlamış olduğu niçin düşünülmedi? Niçin Amerika'nın ve Avrupa'nın izdüşümü
çizgilerinde değil de, sanki anlaşmışlar gibi yerin magnetik kutup
bölgelerinden yırtıldı?
iyi
biliyoruz ki, bilim çevreleri bu yırtılmanın nedeni olarak; CFC (clor-flour-carbon)
moleküllerini suçlu buldu! CFC'nin en çok tüketildiği Avrupa ve Amerika'dan
kalkıp, önce Güney Kutup bölgesini yırtıp, sonra Kuzey'i yırttığını
söyleyeceğime, Etnâ Yanardağı’ndan atlamayı yeğlerim!
Dünya
nüfusunun Kuzey'e oranla çok az olduğu ve CFC tüketiminde %20 oranında belki
payı olan Güneylilere gerçekten ağır bir suç yüklendi.
İşin
en can alıcı tarafı; Güney'in yırtığı hem daha büyük, hem de daha önce
yırtılmaya başladı... Bir itirazınız var mı?
CFC
molekülleri, Ozon'un incelen dokularını gagalayarak esas sebebe, düşük bir
oranda, dinamik davranışlarından dolayı, ancak katkıda bulunarak zarar
verebilirler. Başkaca bir suçlan yoktur. Gerçi %10'luk bir katkı bile zararlıdır,
bunu kesinlikle kabul ediyoruz; ancak gerçek nedenler tarafından magnetik
kutuplara sürüklenir ve 2. Ozon tarafından emilirler.
✓ Neden
mi?
CFC'ler
henüz Dünya’nm Kuzey ve Güney magnetik kutuplarını, magnetik alan çizgilerinin
yoğun olduğu yerleri keşfedemediler de ondan!
Bu
kimyasal moleküller; yapay magnetik düzeneklerde, süper güçlü magnetik
alanlarda bile kırılmazlar, kaldı ki Yerküre'nin (N) ve (S) bölgeleri
tarafından emilsin ve Ozon'u yırtsınlar.
Bu,
bilim dünyasına sunduğumuz birinci kanıttır.
Bilim
adamları - gerçek bilim adamlarını kasdetmiyorum - insan öldürmek için
silâh bile yaptılar! Ancak 20. yüzyılın sonlarında bilimsel seviyede gerçeği
saptırmaya da başladılar. Beni üzen, bunu bilerek yapmalarıdır.
Ozon
tabakasının yırtılması, SADECE NÜKLEER ÇEKİRDEK DÖNÜŞÜMLERİ İLE (fizyon-füzyon)
GERÇEKLEŞTİRİLMİŞTİR. Nasıl mı? Belirli ölçülerde kısaca açıklayacağım.
ATOM
FİZİĞİ, bugüne kadar ne Atom'un gerçek kimliğini, ne de gerçek fonksiyonlarını
henüz keşfedemedi... aslâ! Bunu kesinlikle kanıtladım.
19.
Yüzyılın hemen başlarında insanların ilgisini çeken görüngülerle (phenomenea)
ve Elekromagnetik Dalgalan açıkladığı ZANNEDİLEREK; şimdiki "Atom
Modeli", keyfî olarak veya zaruretten dolayı kabul edildi. O gün için
bekli haklı olabilirlerdi. Ancak, Günümüzün Fiziği, henüz değil "Gravitasyon"un
kaynağını keşfetmek, en küçük bir ümit bile veremiyor... Çünkü, gerçekten
Atom'u ve fonksiyonlannı tanımıyor., hiç!
Bugün
bilinen Atom ile gerçek Atom'un yapısının ve fonksiyonlannın uzaktan yakından
herhangi bir ilgisi yoktur.
·
*
Kuantum Fiziği, Atom'u ve gerçek fonk-siyonlannı biraz olsun tanımış olsaydı,
çevreyi radyoaktiviteden koruyacak düzeneği kendiliğinden keşfetmesi gerekmez
miydi?
·
*
İnsanlar, böcekler gibi ölürken en küçük bir ümit bile veremiyor. Zira Atom, şu
anda bilimin anlayıp, anlattığı ve zannettiği şeyler değildir.
*
Bilim, gerçekten Atom'u tanısaydı ihtiyar elementlerin en ağın olan 92 Atom
numaralı " Uranyum" u çarşı-pazar gezdirip, tabanca
patlatmaya meraklı çocuklar gibi Güney Yanmküre'de parçalamazlardı.
Yalnız
"ATOM BOMBASI" olarak değil; Uranyum’u zenginleştirip,
çubuklar halinde Güç Santralleri'nde durmaksızın kullanmak; durmaksızın Atom
Bombası patlatmaktan daha fazla genleştirmiyor mu Yerküre'yi çevreleyen
dengeyi? (Genleşme ifâdesini kat'iyyen bir
Balon'a benzetmeyiniz. Bunu hazırladığım diğer bültenlerde açıklıyorum). Bilim adamlannın şu anda doğruyu söylemeleri gerekmez
mi? Doğru olanı yapmalan gerekmez mi?
"Radyoaktive
parçalanma neden böyle bir genleşmeye sebep olsun?" diye
sorarsanız. Cevaben derim ki:
Nükleer
parçalanma ile ortaya çıkan korkunç sonuçlara -soruların yerleri boş
kalmasın diye- bir takım cevaplar vermişlerdir herhalde! 30 senedir, köşe
bucak aramama rağmen varsayımlarla başlayıp, varsayımlarla biten cevaplardan
başka bir veriye rastlamadım dersem, pek abartmış sayılmam.
Şu
cümleyi birkaç gezegen arasına yazıp da asmak isterdim bir yerlere:
"Bilim
gerçekten Atom hakkında öz bilgiye sahip olsaydı, değil bomba yapmak, deney
yapmak veya Güç Santralleri'nde kullanmak; Uranyum’u sadece gerçek Atom
bilgisine ulaşmak amacı ile, Yeryüzü'nde kontrollü,
ancak bir iki laboratuvarda dengelice kullanırdı."
Bilim
gerçekten Atom'u tamsa idi, bugün Ozon tabakasının, niçin (N) ve (S) alan
çizgilerinin yoğun olduğu bölgelerden yırtıldığını biraz olsun açıklardı, değil
mi?
Bu
da, bilim dünyasına ikinci kanıttır.
Süper
güçlü magnetik ve elektrik alanlara sahip Jüpiter bize yaklaştıkça Ozon'un
yırtılması hızlanacak, uzaklaştıkça da yavaşlaya-caktır.
Bilim;
Allah'ın bir lütfü olan 92 numaralı elementi; Evren’i, öğelerini keşfetmek, en
küçük Evren'i (micro evren) deşifre etmek için eğitici bir ipucu olarak
kullanacağına, keşfettiği ilk cümle ile "Bomba" yaptı...
insanoğlu
geleceğine çalıştığı oranda, insanlığın sonunu getirmeye de çalışıyor. Şaşılası
bir gerçek var karşımızda!...
Tehlike
2. Ozon'a sıçrarsa ki, böyle giderse önümüzdeki 6-8 sene içinde
sıçrayacaktır; 2. Ozon'da küçük, fakat milyarlarca delik açacaktır.... Allah korusun, gerçekten Allah korusun, ancak korusun
demekle olmuyor ki! Allah'ın verdiği bilgiyi, yeteneği dengelice ve akıllıca
kullanmakla oluyor. Yalnız bir zümrenin elektrik ihtiyacı için Mavi Gezegeni
mahvetmememiz gerekmiyor mu?
Büyük
Sahra'da yapmam gereken bir takım deneyler için; Halliburton Petrol
Şirke-ti'nde çalışmak zorunda kalmıştım. 1978-79'larda şirket yetkililerine de
sızlanarak resmen açıklamıştım ki; "Balinaların, yunusların şarkıları ve
toplu intiharları da çok şey anlatıyor... Önümüzdeki 8-10 yıl içinde Ozon Kuzey
ve Güney magnetik yarım kürelerinden yırtıla-çaktır" diye. O şirket
yetkililerinin bugün şahit olmaları gerekir ki, o gün bana "Sen en
akıllı delisin!" diye takılmışlardı. Aynı olay Bahreyn'de de olmuştu.
1977'de "Dünya Atlantic in Akıbetine Gidiyor" adlı kitabımı
yazarken bir takım deneyler ve çalışmalarım esnasında, Atom'un gerçek kimliğini
kavramıştım. Özellikle daha ağır elementlerin (Radyum, Radon gibi)
tesbit edilebilen radyasyon spektrumundan daha başka enerji biçimleri, tahrip
özellikleri, özellikle de (+)tive gravitas-yona geçiş (dönüşüm) için, 2.
Ozon'u rahat gagalayabileceklerini sezdim. Bu çalışmalarım sonunda şu kanâate
vardım:
Uranyum
ve daha ağır yapay elementlerin kullanımı böyle giderse, değil Ozon çifti
kondansatörü; yerin magnetik alan çizgileri, şu nedenlerdendir ki; karşı
gezegenle olan dengesi bozulacaktır.
·
*
Magnetik alan çizgileri içinde kalan (bu bültende açıklamayacağım) bir
diğer enerji; Kozmik Enerji (açıklamadığım o enerjinin çiftidir) fırtınaları
ile yoğunlaşıp (consist ener-gy) o enerji çiftini oluşturacaklardır.
·
*
Yerküre'nin demir silikat atomlarını sıkıştıracaktır. Dünya'nın (N) ve (S)
magnetik alanlarını belirleyen (ki bunu Dünya ilk doğduğunda tayin etmişti)
demir atomlarının magnetik alanlarını daraltacağından, Dünya'nın elektriksel
alanı maksimum seviyeye çıkacaktır. Buna yerin magnetik alan çizgileri denge
itibarı ile güç yetiremiyecektir. Diğer gezegenlerle olan magnetik denge
bozulacaktır. Özellikle Jüpiter'e yakın olduğumuz an!
*
Böyle bir olay ânında; iç ve dış gezegenlerle olan
magnetik-elektrik-gravitasyon balansını (momentum) durmaksızın kontrol
(feed-back) eden uydumuz Ay; kendi magnetik ekvator çizgisinden, tam iki eşit
kütleye bölünerek parçalanacaktır.
Diğer
tarafını hem anlatmaktan korkuyorum, hem milyonlarca çocuk için, Mavi Gezegenin
güzellikleri için yüreğimden ağlıyorum.
Bu
açıkladıklarımın içeriğini ancak bizim keşfettiğimiz Atom fonksiyonları ile
açıklayabiliriz. O yüzdendir ki, ayrıntılara bu bültende giremeyiz.
Ayrıntıların tamamı ” Evren ’de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımızda
açıkladık.
Şimdi,
oldukça sınırlı olarak açıklayacağım nedenledir ki, insanlık tarihinin uğradığı
ikinci müthiş tehlikedir. îlki 80 veya 100 asır kadar önce Atlantis'in
atomlarına ayrılmasına neden olan olayda gerçekleşmişti.
·
1)
Atomların oluştuğu en son
elementleri ve atomların gerçek yapı ve fonksiyonlarını KESİNLİKLE KEŞFETTİM.
Bilim dünyasına çok yakında tüm ayrıntıları ile birlikte sunacağım. Ancak,
günümüz Atom anlayışı ile en küçük bir benzerliğinin olmadığını da hatırlatmak
isterim.
Bu
elementlere PDCS (Paır Duhan Cyris-tal Silks) dedim. Zaten başkaca bir
şey de olamazdı.
·
2)
Istisnâsız bütün Atomların
temel malzemeleri PDCS elementleri ve üç boyutlu fonksiyonlarıdır; PDCS'nin "zaman
ile" ters yönde bütünleşmesidir.
·
3)
Farklı atomların (elementlerin)
sebepleri; atomları oluşturan elementlerin (PDCS) oluşturduğu alanların nicel
farklılığı, sonuçta atomun nitelik farkını getirir ki, bu da farklı atomlar
var, demektir.
·
4)
Evren'de bütün atomlar
sadece HİDROJEN atomlarından; Kozmik element üreten koridorlarında; farklı
basıncm-ısının ve zamanın farklı seviyelerinde, farklı atomlar olarak
oluşmuşlardır.
·
5)
Hidrojen atomları da PDCS
elementer kristallerinden oluşmakla beraber; önce Hidrojen, Hidrojen'den, sekiz
farklı atom, sekiz farklı atomdan ise; Evrenler, Galaksiler, her şey
yaratılmıştır.
·
6)
Atomların yapısal
malzemeleri aynı olmasına rağmen farklılıkları; atomun dış dünyadaki
davranışlarını belirleyen, magnetik- elektrik alanlarının nicelik
farklılıklarıdır. Bu da, "Farklı fonksiyonları olan atomlar var", demektir.
Soruyorum:
Radyo dalgalan, ışık,
ışımalar, iletkendeki elektrik akışkanlığı (!) mutlak (salt) ışık
hızında yayınır, neden?
Bu
soru ve tutarlı ipucu 19. Yüzyılın baş-lannda ele alınsaydı, bugün bunlar
olmadığı gibi, Mavi Gezegen çok daha mutluluk sergilerdi....
Işık,
radyo dalgalan, ışımalar vb. Uzay'da nasıl olur da mutlak ışık hızı ile
yayınırlar? Cevap, 6 numaralı paragrafta başlamıştı.
·
7)
Madde-Enerji eşdeğerliliğini ifâde eden Einstein dehâsının meşhur; ” e= mc2”
denklemini bir basamak olarak alıp "e= mQ" olarak; Evren'i ve bütün
öğelerini aynntılan ile ifade eden, tüm görüngüleri kucaklayan bir hâle
getirdik. (Çalışmalarımda (£2) omega sayısı özel bir sayı sâbitesidir, bilim
kurullarına yakında sunacağım).
·
a)
Şayet "e= mc2" denkleminin bilimsel felsefesi tam olarak
kavransa idi; doğal olarak "c=m.Q" denklemi kendiliğinden açığa çıkardı; ve 100 kilotonluk bir nükleer parçalanmanın ne haltlar
yapacağı daha önceden kesinlikle bilinirdi.
Eski
denklem bir tahmin yapabilmekle beraber, "Bomba" da yaptı...
Ozon'un yırtılmasını sağladı. Kim inandırabilir beni ki; bu denklemin temel
içeriğinin tam olarak anlaşıla-bildiğine?
·
b)
Şayet "e=mc2" denkleminin temel felsefesi tam olarak
kavransa idi, doğal olarak; yalnız maddenin eneıjiye değil, enerjinin de
maddeye dönüşümü açığa çıkardı. Biz bu gerçeği de şöyle kanıtladık:
M=(f2 ). (273,162)
M,
gram olarak "Kütle'dir.
(Q)
omega; bize ait özel bir sayı sâbitesidir.
273,16
2 bir Kelvin karesi'dir. (Bu bültende Omega sâbitesıni
açıklamayacağım).
ENERJİ;
bize göre sadece
termodinamik bir dönüşüm olgusudur. Yani, şu anda bilime ifâde ettiği anlamı
veya alışılagelmiş ifâdesini bize edemiyor.
Enerjiyi;
termo-statik zamanın kozmodina-miğe geçişinde, termo-dinamik bir zaman olgusu
olarak KANITLADIM.
Madde, enerjinin değil, ZAMANIN
YOĞUN OLDUĞU YERDİR.
Enerji;
kütlenin PDCS elementere veya PDCS'den kütleye dönüşüm sürecinde açığa çıkan,
psikolojik zamana ilişkin AN'lık olgulardır. Işı, ışık, ışımalar, radyo
dalgalan vb enerjidir.
Nükleer
parçalanma esnasında veya sürekliliğinde açığa çıkan PDCS elementer
fırtınala-n, Yerküre'nin magnetik alan çizgilerinin yoğun olduğu odağın sonsuza
yönelik çizgilerine doğru uçuşarak Uzay tarafından emilirler. Bu olguyu günümüz
Atom anlayışı kat'iyyen anlı-yamaz. Daha doğrusu, günün Atom anlayışı ile
açıklanamaz.
Bizim
Atom model ve anlayışımız; bütün Evren'i kucaklayan öğretisi ile;
bütün cisimlerin karşılıklı etkileşimleri ile; günümüz biliminin henüz
keşfedemediği radyoaktive bir diğer parçacıkların Uzay tarafından, özellikle de
Jüpiter tarafından emilmesi gerekiyordu... Nitekim oldu da! Ozon
tabakasını yırtarak.
Çünkü
Atom'un yapısında Gayger sayacı ile aslâ tesbit edilemeyen ve Atom'a egemen bir
diğer parçacık daha vardır. Radyoaktive parçacık fırtınalarının (ki bunlar
kararsız, istikrarsız atom kabukçuklarıdır) zayıf bulduğu metabolizma
hücrelerini parçaladığı gibi, Gayger sayacının tesbit edemiyeceği bu
parçacıklar da (E= m. Q)x gereği bir yerleri parçahya-caktı....
Adı
geçen bir yerler; Yerküre'nin (N) ve (S) magnetik kutup bölgelerinden
başlıyarak Ozon tabakasını incelttiği, deldiği yerlerdir...
Patlayan
bombalara, Güç Santrallerini ısıtan Uranyum çubuklarına; insanlık, çocuklar,
Mavi Gezegen çok şeyler borçlu, çok...
ihtiyar
elementlerden olan ve durmaksızın kütle kaybeden Uranyum'dan ve onun yardımı
ile (ısısı) Hidrojenin kaynaştınlmasmdan yararlanıp bir şeyler yapılması...ATOMUN KEŞFEDİLDİĞİ ANLAMINA GELMİYOR Kî...
"Zamana
göre değişen magnetik bir alan (hareket eden) veya mıknatıs bir çubuk;
elektriksel bir alanı da birlikte veya ayn taşımıyor ki!...
Taşıyamazdı da üstelik!..." dediğimde; bilim
adamları önce gülecekler, sonra sandalyelerine yaslanıp, "Bu neyin
nesidir ?" diyeceklerdir.
Ancak,
bütün çalışmalarımı ve teorilerimi tüm Dünya'ya ve diğer gezegenlerin de bilim
dünyasına; yine aynı deneylerle... KESİN KANITLARLA..
isbat ettiğimde ben gülmeyeceğim, sadece bilimin, insanların, çocukların
geleceği için sevineceğim.
Magnetik
hareketin bilimi yaklaşık 100 yıldır yanılttığı, bugün de ayni yanılgının
sürdüğü NOKTA BURASI ÎDl...
Oysa,
herhangi bir magnetik çubuk veya alan, ELEKTRİKSEL ALANLARIN EN AZ OLDUĞU
MEKÂNDIR; nasıl olurdu da elektriği de birlikte taşırdı?...
Rowland'dan
günümüze kadar bütün deney ve verileri ile, bu
deneylerin başlangıcında ve sonunda; kesin kanıtladığım bu NET SONUÇ; bana
Mikro-Evren'in (Atomun) tüm kapılarını ardına kadar açmıştı, işte bu
noktadır ki; OZON TABAKASININ NASIL VE NEDEN YIRTILDIĞINI, en önemlisi de,
HANGİ
YÖNTEMLERLE
TEKRAR KAP ATILABİLECEĞİNİ ÖĞRETMİŞTİ
Son
paragrafa kadar anlattıklarım; bu sonucu destekleyerek açıklamak içindi.
Einstein
dehâsının düşünce ufkundan gelen bir sözü bana hep ilham vermiştir.
"Ev-ren'in mutlak kanunları sizin onların olmasını arzu ettiğiniz gibi
değildirler... Onlar, olması gerektiği gibidirler."
Ne
yazık ki hem bu mükemmel cümleyi kullandılar, hem de magnetik alanın
elektriksel bir alanı da birlikte taşıdığını (biraz fazlaca arzu ettiler ki)
birlikte taşındığını fiziğe teori olarak mâl ettiler...
Ancak;
şu anda bilim adamları da çok haklı olarak (kendilerince haklı olarak);
-”Peki,
nasıl olur da; hareket eden magnetik bir çubuğun önündeki kangal telde (iletkende)
elektrik akımı oluşur?" diyecek- . lerdir.
ÎŞTE!
100 yıl önce de, bugün de bilimi çıkmaza sokan, Ozon çatlağının sebebini
gi-zemliyen NOKTA BURASI İDİ... "Nasıl, neden?" sorusu
idi.
Bu
sorunun üzerine hiç bir fizikçi gidemedi, hatta sormadı bile. Onun, için önemli
olan bugün bile eksik tanıdığı elektromagnetik dalgalardı. Oysa gerçek sonuç, o
gün için de, bugün için de tüm eziciliği ile durup,duruyor
karşımızda...
ATOM;
BU NOKTAYI AÇIKLADIĞIMIZDA, ANCAK KAPILARINI BİLİME AÇACAKTIR
... Senelerdir sızlanıp ağladığımı çok hatırlarım... "Milyarlık’
laboratuvarlar-da o nimetler içinde nasıl olur da bu apaçık gerçeği
bulamazlar?" diye.
Mavi
Gezegenin; canlılarının, çocuklarının, insanlarının korkulu bekleyişlerini
ALLAH'IN ÎZNt ÎLE GİDERMEYE HAZIRIZ...
Geç
kalmadan, hiç vakit kaybetmeden; Ozon tabakasının yırtılan bölgelerini kapatma
operasyonumuz hazırdır.
Açıklayacağımız
bilimsel prosedürümüzün uygulanması ile en geç iki yıl
içinde, OZON TABAKASININ YIRTIĞINI KAPATABİLİRİZ (25).
En
derin saygı ve hürmetlerimle
Buharah
İbrahimoğlu
AZİZ KEMAL BURKAY
Fizik-Elektronik
Uzmanı
ÇİZİMLE İLGİLİ NOT:
(N),
(S): Magnetik elementlerin kutuplan.
(n),
(s): Magnetik alan çemberlerinin sonsuz çizgisi.
(q):
Alan çemberlerinin ve kınmmın (diffrac-tion) maksimum yoğun olduğu bölgelerdir.
Bu bölgeler magnetin TAÇ’ıdır.
(NL)
: Nörtr-line (nötr çizgi) ile ifade edilen bölge;
kütlenin mutlak (salt) ekvatorunu tayin eder. Çizimde "disk"
olarak belirtilmiyor.
Ekvator
diski dış dünyaya karşı mutlak nötr'dür ve müthiş ince
bir arahkcıktır. Dışa karşı "Nötr"
ifâdesi ile anlatmak
istediğimi; "Dışa karşı bir şeyler varsa, içe karşı da bir şeyler
olması gerekmez mi?" şeklinde sorulann tamamını kitapla-nmda aynntılan
ile açıklıyorum; ancak şekilde görülen magnetik çubuğa ve alanı belirleyen
çemberlere dikkatlice bakınız. Fizikçi Evren'in düşünce gücü ile,
zihnin gözlüklerini takıp, aklın matematiği ile... inandığınız
kutsal değerler adına söyleyiniz, ELEKTRİKSEL ALAN BUNUN NERESİNDEDİR?
Elektriksel
alan "Kangal
telde" değildir!
Kimsenin
aklına gelmedi mi, "Magnetik
çubuklar neden iterler veya neden çekerler." diye!
Sadece, 25 yüzyıl kadar önce yaşamış Miletoslu Thales'in cevabını
vereceksiniz... Kalsın!...
Thales
de biliyordu, magnetik taşların itişip-kakıştığını... Fakat,
neden?
"Artık
alana eskisinden daha anlamlı bir şey (!) gözü ile bakmaya hakkımız vardır.. Görüngülerin (phenomenea) tamamı için gerekli
görünen YALNIZ ALANIN ÖZELLİKLERİDİR. KAYNAKLARIN HİÇ ÖNEMİ YOKTUR!...
Fakat
ne hikmetse (!) bugüne kadar alanın HİÇ BİR ÖZELLİĞİ DE BELİRLENEMEDİ! İşte,
Atomun gerçek sırlarını ve gerçek kimliğini tarihe gömen bu cümleyi, Einstein
dehâsı söylüyordu.
BÜLTEN
2
e = m..Q ”
DENKLEMİ
Yaklaşık
30 yılı aşkın bir zamandır; deney ve çalışmalarım geniş bir alanda Fizik,
Kuan-tum Fiziği, Astro-Fizik, Tarihler Öncesi Çağlar vb. alanları kapsar.
Uzun
zamandır üzerinde çalıştığım ve kesin sonuçlandırdığım bilimsel verilerin bir
bölümünü Bilim Dünyasına sunuyorum. Bilimsel çalışma, düşünce temel ilkelerinin
ve verilerinin birbirinden kesin çizgilerle aynlamıyaca-ğını biliyoruz. Ancak,
bu bültende çalışmalarımın bir bölümünü başlıklar halinde belirtmek zorundayım.
"Evren'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda ayrıntıları ve kanıtlarıyla
Bilim Dünyasına sunuyorum:
·
1.
Atomları oluşturan
elementer cevheri ve atomların işleyiş biçimlerini kesinlikle keşfettiğimi,
kanıtlamaya hazır olduğumu bilim dünyasına bildirmek isterim.
Bu.
elementlere DUHAN KRİSTAL İPLİK ÇİFTLERİ (Pair
Duhan Crystal Silks, kısaca PDCS) dedim.
Bu
elementler iki ayn halde kaynaşarak atomları oluşturuyorlar. Enerjinin kütleye,
kütlenin eneıjiye dönüşüm olgusundaki temel elementler.
·
2.
Işık, ışımalar, radyo
dalgalan Uzay'da PDCS Evreni'nde ardışık dalgalar halinde yaymıyorlar.
Fotoelektrik görüngü ne yazık ki bu gerçeği doğrulayan kesin kanıtlardan
birisidir. Eksiksiz diğer deney sonuçlan gibi!
·
3.
Uzay niçin bütün ışımalara
300.000 km/ sn hız sının ve EŞİTLİĞİ yasasını getirmiştir?
·
4.
(Çağdaş
bilimin dili ile) neden
küçük tanecik -+ daha fazla enerji, daha yüksek frekans -» daha girgin görüngü (phenomenea)?...
·
5.
Niçin durmaksızın üstün denge-kontröl eğilimi?...
·
6.
Niçin aynı elementlerden
yapılmış farklı elementler, atomlar?...
·
7.
Neden magnetik alanlar?...
·
8.
Neden gravitasyon?...
·
9.
Neden elektriksel alanlar?...
·
10.
Neden üç boyutlu taneciğin
zamandaş DÖRT kararlı kinetiği?...
·
11.
Radyoaktive parçacıklar
nedir, ne değildir?...
·
12.
Evren'e ve olagelen her
şeye ve bize egemen olan dört ilişkin zaman nedir?...
·
13.
Neden enerjinin kütleye,
kütlenin enerjiye dönüşümü?...
·
14.
Evren neden kendi sınırlan
içinde FIR dönerek, SADECE GENLEŞME eğilimindedir?...
·
15.
Radyoaktive parçacıklan
belirli noktalara yönlendirebilir miyiz?.. Çevreyi
radyoaktiviteden koruyabilir miyiz?...
Bunlar,
bilimsel çalışmalanmın, deneyler ve kesin kanıtlarıyla, Evren'e bakan ufkunda
bilime, insanların menfaatine sunmaya hazırladığım sonuçlardır.
Dileğimdir
ki; bilim silâh yapmak için değil; mutluluk, barış, uygarlık, sevgi getirmek
için düşünür...
"E=m.c2” DENKLEMİ
"E=m.c2"
denîdeminin ve felsefesinin, Evrenin mutlak çemberinde, bir başka tarafını
açıklamak istiyorum.
Ancak,
Einstein dehâsının hata yaptığını söylemek gibi bir anlam çıkartılmasın.
Kesinlikle böyle bir düşüncemiz olamaz. Buna karşın Einstein adına olan
hayranlığımı anlatabilmem, zaten mümkün değildir.
Ancak
bilimin; Evrensel sevgiyi simgeleyen gelişiminde, her teorinin gelişmeye,
yenilenmeye ihtiyacı olduğu da bir gerçektir.
Maddeyi,
enerjinin yoğun olduğu yer olarak kabul eden e=mc2 denklemine
göre kütle büyüdükçe (bu büyüklük gram olarak alınmıştır) daha çok
enerji açığa çıkar. Mesela, alışılagelmiş bir örnek:
Kütle
ağırlığı 1 kg olan Uranyum parçalanmasında açığa çıkan eneıji; ısı değeri 7000
kcal/kg olan 2800 ton taş kömürünün yanarak açığa çıkaracağı enerjiye eşit
eneıji sergiler. Şayet Uranyum 2 kg olursa, açığa çıkacak enerji 2x 2800 = 5600
ton taş kömürü enerjisine eşdeğer olacaktır.
Buna
karşın, yine iyi biliyoruz ki; atomların iç dünyalamda ise tanecikler (partide)
küçüldükçe eneıjileri dış dünyanın tam tersine artıyor. Atomların iç ve dış
dünyaları arasında net bir farklılık ortaya çıkıyor. Gamma ışıması ile Kızıl
Işık ışınlan arasındaki ilk belirgin fark; Gamma ışıması yapan taneciklerin
Kızıl Işık ışıması yapan taneciklerden çok daha girgin ve çok daha küçücük
şeyler olmasıdır (26).
Buna
göre " e = mc2" denkeleminin o gün için ele almadığı
birçok aynntının ve görüngülerin (phonemenea) gözünden birşeylerin
kaçabileceğini düşündük.
Denklemin
temel ifâdesi; kütleyi eneıjinin yoğun olduğu yer olarak kabul edip, birim
kütlede (gram olarak) yoğunlaşmış (!) enerjiyi ararken (ki enerji
kavramına en küçük bir açıklama getirilmemesine rağmen, biz bu noktaya açıklık
getirdik) kütleyi Işık Hızı karesi (c2) büyütüp elde edilecek
değeri "Erg" olarak kabul eder. Erg değerini kaloriye çevirip,
d kütledeki eneıjiyi. böylece tayin eder. Denklemin "e"
değeri Erg olarak aranan değerdir; "c2" cm'de
Işık Hızı'dır, "m" gr. olarak kütledir. " e = mc2"
denklemi kütlenin enerjisini arar...
ANCAK,
HANGÎ ELEMENTLERİN
KÜTLE
ENERJİSİNİ, denklem bunu kat’iy-yen düşünmez. Altının mı? Gümüşün mü? Uranyumun
mu? Wolframm mı? belli değildir. Oysa,
her element önce Hidrojen (27)
atomlan-nm kosmosun kütle (madde) üreten koridorlarında, süper (kozmo-süper)
yüksek ısının ve basıncın farklı seviyelerinde ve FARKLI ZAMAN ÇİZGİLERİNDE
kütleye dönüşümleriyle oluşmuşlardır.
Bu
gerçek görüngü; "Zaman —> Kütle —> Hayat Çemberi’’nin en
hassas ancak şimdiye kadar keşfedilmemiş çizgisidir. İşte bu nedenlerledir kıj
HER ELEMENTİN FARKLI ERGİME DEĞERLERİ VARDIR, DEĞİL Mî?
Bunun
içindir ki "e=mc2” yerine;
"Enerji-Hız-Zamân-Mesafe" kavramlarına kararlı anlamlar getiren ”e=
m.£2 ’’ ifâdesini benimseyebiliriz.
Omega
(£2) elementin ergime ısı derecesi değeri ile ışık hızı karesini (c2)
çarparak elde edilir. Işık Hızı karesi ifâdesi, santimetredeki Işık
Hızı'dır. Niteliğine göre her element için değişen ve birim kütle olarak 1
gramı ifade eden bu sayı elementin mutlak atom enerjisini belirleyen bir sayı
sâbitesidir.
Örnek
olarak, 1 gram demir (Fe) kütlenin ve altının (Au) PDCS elementlere dönüşümünde
açığa çıkacak olan atom enerjisini tayin edelim:
e
= Erg olarak aranan eneıji,
c2
= Işık Hızı karesi (9 x 1O10) cm'de ışık hızı,
m
= gram olarak kütle (mass),
En
= Ergime noktası,
1536
C ° = Demirin (Fe) ergime noktası, 1063 C° = Altının (Au) ergime noktası.
Buna
göre, 1 gr. demirin (Fe) mutlak atom enerjisini tesbit etmek için
e
= m. £2—> e = (m). (Fe-En. c^) —>
e
= (m). (1536.9O10) 1,3824.1014 = ERG
Bu
değer, birim kütlede demirin (QFe) omega değeridir. Yani, demirin
birim kütle olarak tam atom enerjisi sayı sâbitesidir.
1
ğr. Altının (Au) tam atom eneıjisini tesbit etmek için:
e
= m. Q —> e = (Au). (Au En. c2)
—>
e
= (m).(1063 x 9Olo)=9,576x 1013 = ERG
Bu
değer de birim kütle olarak altının (Q Au ) Omega değeridir. Altının
birim kütledeki tam atom enerjisi sayı sâbitesidir.
Denklemin
genel ifâdesi:
Enerji
= (Kütle) . (Ergime Noktası x Işık Hızı karesi) aranan
elementin birim kütle itibariyle Omega (O) sayı sâbitesidir^
Ergime
derecesi her elementte ayrı bir seviyededir. Bu ayrıcalığın nedeni ise; farklı
elementlerin farklı atomlardan oluşmuş olmasıdır. Her atomun farklılığı ise
farklı elementer yapıda olmasındandır. Bu yüzdendir ki, atomların farklı enerji
seviyeleri vardır.
Dolayısiyle
herhangi bir elementin ahnan birim kütlesinin tam atom enerjisini tesbit etmek
için, kütleyi ergime ısı değeri ye ışık hızı karesi değerleriyle büyültmek
gerekirdi.
Birim
kütle olarak 1 gramı referans olarak alalım: Herhangi elementin ergime ışı
değerini, Işık Hızı karesiyle çarparak o elemente özgü bir Omega değer
sâbitesi belirleriz.
1
gr. Fe için = (1536.9O10) = (Fe)'nin Oriıe-gası olur. 1 gr. demirin
atom eneıjisini artık (Q Fe) şeklinde ifâde edebiliriz.
Her
element için birim kütle olarak Omega belirlersek, denklemi şöyle
sâdeleştirebiliriz:
e
= m. Q —> yani e= (m). (Q Fe), veya,
e = (m) .(Q Au) olur.
Omega
(O) artık sâbit bir sayı değildir. Elementlerin ergime ısı değeri ve cm'de ışık
hızı sayısı ile değişen bir değerdir. Çünkü,
elementlerin atom enerji seviyeleri farklıdır.
Böylece,
fizikte her elementin birim kütle olarak atom eneıjisini belirleyen bir sâbite
olarak Omega Cetveli belirlememiz gerekir.
Örnek:
Demir için Omega sâbitesi:
(e
= m O) -> e = (m). (Fe En. c2)->
e=
(m) . (1536.9O10) = 1,3824 x 1014 değeri birim kütle
olarak demirin Omegası'dır. Yani; 1,3824 x 1014 = ( W Fe) sâbitesi
olur ve ERG olarak dir.
ATOMİK ENERJİ
Biz
şimdi elementlerin ( Q) sâbitesini açığa çıkaracak olan Erg'den kalori'ye, ısı,
ışık, radyoaktiv vb. eneıjileri bulabilmek için de-ğerlendirmiyelim. Konuyu
verileriyle düşüncelerimizin bilimsel ayrıntılarını alışılmadık yöntemlerle
irdelemek amacıyla;
"Hız
- Zaman - Kütle - Mesafe" kavramlarıyla
iç içe araştıralım. Hangi ayrıntıların gözden kaçabileceğini birlikte
düşünelim:
Gerek
"e=mc2" denkleminden, gerekse bizim önerdiğimiz "e =
m. Q" denkleminden anladığımız felsefeye göre, birazdan yüzeyde irdeleyeceğimiz
düşüncelerle; eneıjiyi de kütleye dönüştürmemiz gerekir. Eski düşünüş böyle bir
ayrıntıyı ele almaz.
Ancak,
enerji ifâdesi alışılagelmiş ve bir şey ifâde etmeyen nitelikleriyle bize o
anlamda hiç bir şey ifâde etmiyor. Bize göre enerji; dönüşüm süreçlerinde "Termo-dinamik"
bir olgudur. Buna mukabil, bu bülten boyunca "Enerji" ifâdesini;
atomların tüm enerjilerini açığa çıkardıkları "an"lan,
süreleri ifâde etmek için kullanacağız. Çünkü, bize
göre "madde"; atomları parçalandığı an veya ısı, ışık, ışıma saçar
hale geldiği an; kütlenin bir bölümü PDCS elemen terlere, bir bölümü ise
kararsız parçacıklar olarak, ta ki PDCS'ye dönüşünceye kadar durmaksızın eneıji
sergileyerek evsiz-barksız gezinirler ki, buna da "Radyoaktiv
Parçacıklar" diyoruz. Bu konuyu, bu bültende yüzeyde
irdeleyeceğimizden yanlış bir ifâde kullanmaktan kaçındığım içindir ki, bu
açıklamaya gerek gördüm.
Enerji'nin
Kütle’ye dönüşümü daha önce hiç dikkate alınmamıştır. (Bu cümleyi; PDCS-’yi
kanıtlarken ve kanıtladıktan sonra aynen şöyle ifâde ediyorum: PDCS'den
kütleye, kütleden PDCS'ye dönüşüm, olarak). İşte, bu çizgide açığa çıkan
termodinamik görüngü (pheno-menea) ENERJİ'dir.
Örnek
olarak demirin oluşumu için Koz-moIojik-Mutfak'ta (koridorlarda)
hidrojen ve sekiz farklı atomların demir kütleye dönüşümünü, demir kütlesi
oluşumunu şöyle tayin edebiliriz:
M
= (Q Fe). (273,16 2)...
Demiri
örnek aldığımız için;
MFe
= Eneıjiden (PDCS'den) kütleye dönüşecek element.
(QFe)
= Demirin bilinen (£2) Omega değeridir.
273,162
= Mutlak sıfır K2, Kelvin sayısı karesi'dir.
M=
(£2 Fe) . (273,162) değerindeki bir ısı ve o ısının
oluşturduğu basınçta kararlı Hidrojen atomları ve sekiz farklı temel element
atomları, kararlı element olan (Fe) kütlesini oluşturmuşlardır.
Bu
denkleme geri sayma işlemi kazandırıp; e= m.Q ile doğru yönde birim kütleyi
tayin edip; M= (mû) . (273,16
2) sine göre ne kadar kütle oluşur, hatta birim kütle için ne kadar
termodinamik zamana ihtiyaç vardır, bulabiliriz.
Buna
göre, kısa bir ifâde ile şunu belirtmek isterim. PDCS'den Kütle'ye, Kütle'den
PDCS'ye veya kütleden farklı Kütle'ye (Uranyum'un dönüşümünde bir kısım
kütlenin Kur-şun'a dönüştüğü gibi) dönüşümlerde açığa çıkan bütün
görüngüler ısı, ışık, ışıma, basınç, radyasyon vb. enerji türleridir. Ancak
radyoak-tiv serpinti, kalıntı kesinlikle enerji değil, ta ki PDCS'ye dönüşene
dek enerji sergileyen kararsız atom parçacıklarıdır. Hızlan da asla Işık
Hızı’nda değildir. Buna mukabil, sergiledikleri enerjik dalgalar PDCS ile dolu
Evren'de Işık Hızı'ndadır.
Bu
dönüşümlerde kütlenin bir bölümü enerjik radyoaktiv parçacıklar (hiçbir
kararlılığı olmayan atom parçacıkları) Uzay'a, çevreye uçuşurken büyük bir
bölümü de diğer kütlelere yeni bir düzene kavuşmak için sıvaşırlar. Bir bölümü
de PDCS elementerlerine tamamen dönüşür.
Bu
bültenin dışında olmasına rağmen kısaca belirtmemde yarar vardır sanırım.
Yakında bilim kurullanna PDCS elementlerini kanıtlarken, atomun gerçek kimliği
tüm açıklığı ile bir anda sergilenecektir. Gravitasyonun kaynağına kadar tüm
gizemler bir anda açığa çıkacaktır. Üzülerek ifâde edeyim ki, yaklaşık 100
yıldır atomun tamamen yanlış anlaşıldığı "Biraz
üzücü, ancak gerçek olarak da"
karşımıza çıkacaktır.
Çalışmalarımızda
"Kelvin karesi" nin temel felsefesi şudur: Kozmolojik süper
yüksek ısılarda ve o ısının oluşturduğu basınçlarda ikinci, üçüncü ve diğer ısı
basınç halkalarının, olay merkezindeki kinetiği yavaşlatmaya, yani soğurmaya,
yani daha az hareket etmeye zorlayan, merkeze yaptığı karşı kuvvetin
karakteridir. "Kozmolojik Basınç (Cosmo-thermo-pressure)"
demek istiyorum. Bu, şu anlama gelir: Böyle yüksek ısılarda ikinci, üçüncü ve
diğer ısı halkalarına göre merkez bölgesi daha serindir. Ancak, bu farklılık
geçicidir ve Uzay’ın çevre ısı enerjisi, Kozmodinamik zamana göre ortama
hâkim olacaktır.
Böyle
süper yüksek bir ısı olayının başlama ve bitme ânında milisaniyeler
seviyesindeki süreçlerde birçok element kimlik sahibi olmuştur. Artık sonucu
soğurganlık halinin kararlılığı ve kozmolojik zaman belirleyecektir.
Böyle
bir ısının oluşturduğu Uzay'da merkezden dışa yönelik etki çizgileri, merkeze
yönelik tepkiye büyüklükçe eşittir. Ancak, yönleri terstir (Dinamiğin 3.
prensibi).
Merkezden
uçuşan eriyik kocaman ateş toplarına fır dönme momenti
kazandıran; etki ve tepki kuvvetlerinin çemberin her istikametine, ancak zıt
yönde olmalarıdır. Etki ve tepki kuvvetleri ters yönde olmalarına karşın, doğal
olarak farklı hızlan vardır. Bu hız ve yön farklılığı Ateş Topları'na (Gezegen
adaylarına) fırdönme momenti kazandırır. Gezegenlerin devinimlerindeki ilk
hareketin nedeni budur. Kararlı devinimleri ise ileride açıklayacağım dört
öğesel nedenlerdendir.
Böyle
bir deneyde yönü merkezden sonsuza doğru olan tepki kuvvet çizgileri Kütle’yi
PDCS'ye ayrıştırır. Bu çizgiler kararsızdır, yani "Merkezkaç
Savurganlıkladır.
Yönü
merkeze olan etki kuvvet çizgileri ise; kuvvet çizgilerini merkezde
yoğunlaştırdığı için PDCS elementlerini soğurtup, basıncın ve zamanın farklı
seviyelerinde çıkıştırıp, " Kütle" ye dönüştürürler.
Bu
nedenledir ki, "Sıvı Metalik Hidrojen" çok yüksek basınçlarda
oluşur. Jüpiter bunun için iyi bir laboratuvardır. Ancak, bizim gezegenimizde
asla "Sıvı Metalik Hidrojen" elde edilemez Hatta,
Jüpiter'den şu veya bu nedenlerle ithal edilse de sür'atle bozunacaktır. Çünkü, büyük kütlenin (Yerküre'nin) egemen kuvvetleri
bu basıncı kontrol etmeye müsait değildir. Bu yüzdendir ki, günümüz biliminin
ATOM'u hiç tanımadığını söyleyebilirim. Nasıl ki, Gezegenimizde ASLÂ ideal Küre
yapa-mıyorsak, asla bu Gezegende Sıvı .Metalik
Hidrojen de yapamıyacağız. Bunun içindir ki çağın bilimi ATOMU TANIMIYOR. Bu
görüngüleri, Evren'i eksiksiz kucaklayan dinamiği ile bizim BUHARA ATOM
MODELİMİZ ve fonksiyonları ve işleyiş biçimi açıklayabilir.
Jüpiter'deki
Sıvı Metalik Hidrojen'in varlığıdır ki, bu kocaman gezegen müthiş bir
elektriksel güce sahiptir. Elektriğin iletiminde Sıvı Metalik Hidrojen süper
iletken karakteri ile elektriğe hem kendi bünyesinde işlerlik kazandırır, hem
de diğer uyduları ve sistemdeki diğer gezegenlerle kominikasyonu durmaksızın
dinamik tutar.
Özetle:
Kütle'den
PDCS'ye dönüşümü; e =(m. Q) ile ifâde edeceğiz.
PDCS'den
Kütle'ye dönüşümü; M= (Q) . (1273,16 28 29 30 31) ile ifade edeceğiz.
Bu
dönüşüm süreçlerinde termodinamik zaman süresi, farklı enerji türlerinin
sergilenmesini tayin eder.
Kütleyi;
Hız, Zaman ve Mesafe kavramları ile alışılmadık yöntem ve ayrıntılarla
düşünelim. Yine e= mc29 denklemini
referans olarak alalım. Ancak unutmayalım ki, bu denklem farklı elementlerin
farklı enerjilerini belirlemiyordu.
Şöyle
düşünelim ve "e= mc29"
düşüncesini elden bırakmayalım. Çünkü;
(e=
m. Q) denklemi, " e= mc29"
denkleminin bir basamağıdır.
km.
(3 milyon km.) olacaktır. Tabii ki 10'uncu saniyeye sağlam ulaşabilirse...
Bu
sefer, 1 gram demir kütleyi aynı deney ölçüleri ile sınırlayalım:
·
*
1 gr. demir kütlenin 10'uncu saniyenin son noktasında; ne kadarı, ne kadar
eneıjiye dönüşür?
·
*
10'uncu saniyede artık malzeme, artık kütle var mıdır? Varsa ne kadardır?
Soru
şudur: Bu deneyde 1
gr. altın veya demir 10 saniyenin sayılamayacak kadar çok hangi noktalarında,
kütlesinin ne kadarını, ne kadar enerjiye dönüştürdü?,
Daha birçok haklı sorular çıkabiliri Bunlar da pek önemli değil şimdilik...
Ancak,
bu deneyde kütle büyüklüğü aynı olan her farklı element için farklı
değerlerle karşılaşacağız, değil mi? Eski düşünce hiçbir şekilde bu ayrıntıları
ele almaz. Ancak, "Bu ayrıntıların gereği nedir?" derseniz; bu
ince-leklerin arasında gözden kaçan termodinamiğin gerçek bir yanı ile
aldatıldığımız önemli noktalar var, kanaatindeyiz.
Şöyle
de düşünebiliriz: 1 gr altın kütle Işık Hızı ile seyahate başladığı andan
itibaren, kütlesini tam olarak 10 saniyelik cetvelin nangi noktasında
sıfırlayacaktır?
Bunu
HIZ ile değil de son derece haklı olarak (kendime bağlı)
MESAFE ile ifâde edeceğim. Mâdem ki HIZ, iki nokta arasındaki mesafede
olagelen bir ŞEYSE, ben haklı olarak olagelen o ŞEY'i değil de iki nokta
arasını irdeleyeceğim. Sanırım, buna itiraz edilmez. Çünkü "Zaman",
kendisini iki nokta arasında olagelen hallerle ve farklı hızlarla açığa
çıkan-yor. Daha açıkçası "Zamanı" hep hareketle birlikte
algılıyor ve herhangi büyüklüklerle farkına varmadan hareketle birlikte ifâde
etmeye çalışıyoruz. Hareket olmadan veya herhangi iki nokta arasındaki herhangi
hız olmadan... zaman bize hiçbir şey ifâde etmez,
değil mi?
Işık
10 saniyede 305 x 10 = 306 km. ( 3 milyon km.) yol
katedeceğine göre; " 1 gram altın kütlesi Işık Hızı seyahatine
başladığı andan itibaren, kütlesini tam olarak 306 km'lik mesafenin (çizginin)
hangi noktasında sıfırla-yacaktır?" şeklinde sorabilirim ve bunda da haklı
olmam gerekir.
ZAMAN BÜZÜŞMESİ
Bundan
eski düşünceyi de, birçok çağdaş düşünceyi de etkileyen birtakım garip
ifâ-delerin gözden kaçırdığı önemli gerçekler çıkardık. Mesela, ZAMAN
BÜZÜŞMESİ...
Devamla,
aynı deneyleri 1 gram demir kütle için yaptığımızda da aynı sorulan tekrar
sorabiliriz. Sonuçta, belirgin olan farklar ortaya çıkar. Zaten birim kütle
olarak altın veya demirin Omega sayı sâbitesi farkları kendiliğinden açıklıyordu.
1:
e= (m). (Q Au) =
9,567
xl O13
10
Kabaca
altının her saniye için açığa çıkaracağı enerjiyi, her saniyede arta kalan
kütlenin enerjisini açıklar;
1,3824x
1014
2:
e = (m). (Q Fe) -
20
Demir'in
her saniye için açığa çıkaracağı eneıjiyi, her saniyede arta kalan kütlenin
enerjisini kabaca tesbit edersek;
Hemen
göze çarpan fark; 1 gr. demir, altına göre 10 saniyede "Artık
kütle" bırakacaktır. Yani aynı deneyde demir kütle, altın kütleden; ya
daha fazla saniyeye ya da daha fazla mesafeye ihtiyacı olacaktır.
Bildiğiniz
gibi kütle hemen "Pat!" diye enerjiye dönüşmez. Zamana
doğrudan ilişkin bir olgudur. Fakat, bu ifâde de bizim
için yeterli değildir.
MESAFE;
Uzay'da gerekli olan iki nokta arasını da irdelemeliyiz. Şimdi, oldukça
dikkatli izleyelim:
e
= mc2 denkleminin uygulama felsefesini referans olarak aldığımıza
göre; düşünce biçimi ne kadar çarpıcı olursa olsun tüm ayrıntıları ile denkleme
egemen (c2) ifâdesi ortadadır. Işık Hızı karesi'dir. Işık Hızı
karesi, bildiğiniz gibi 300.000 sayısının kendisi ile çarpımıdır. Bu da doksan
milyar (9 x 1010)'dır.
Işık
Hızı karesi ifâdesi; aynı
zamanda ışığın 300.000 saniyede aldığı mesafedir. Işık 300.000 saniyede 9 x!010
km mesafe kateder değil mi? Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Buna göre e
=mc2 felsefesinde, Işık Hızı 1 cm’de olarak ele alman bir
büyüklüktür. Bunu da akıldan çıkarmayalım. Ancak, aynı amaçlıdırlar.
Bir
cisim Uzay’da Işık Hızı ile seyrederse, kütlesi tamamen "Sıfır'’ olur;
ifâdesi kalıplaşmış ve birçok ayrıntılardan yoksun olmasına karşın dikkatlice
değerlendirelim, ifâdenin yoksunluğunu az önce açıklamıştık. Buna göre, Işık
Hızında 1 gr. altın veya demir kütle eneıjiye dönüşümlerinde; dönüşüm
mesafelerinin saniyelerinin sayılamıyacak kadar çok hangi noktalarında
kütlesinin ne kadarını, ne kadar eneıjiye dönüştürdü veya nasıl sıfırlanırdı?
Ancak,
denklemde " Işık Hızı karesi", yani 9 x İO10
rakamı var. Oysa, biz şimdi birçok haklı nedenlerdendir
ki işlem sonucunda çıkan Erg enerji değerini dikkate almayacağız. Daha
doğrusu, bu denklemin sonucu bizi ilgilendirmiyor. işlemin
sonuç ile değil, uygulama yöntemi ile, yani temel felsefesi ile ilgileniyoruz.
Neden mi?
"Zaman-Hız-Kütle"
relativenin temel
malzemesi olduğuna göre, hızın zamanın veya kütlenin aralarından kaçabilecek
başkaca ayrıntıları, doğru olduğuna inandığım gerçekleri arayacağız. "Nasıl
olur?" derseniz, kimbilir biz değil de "Zaman-Hız-Kütle" yanılıyordun
Neden olmasın?
Yukarıda,
"Işık Hızı karesi" ifâdesinin, ışığın 305 saniyede
aldığı mesafedir ve akıldan çıkarmayalım, demiştik. Bu çok önemli bir noktadır.
3O5
km. mesafeyi 1 saniyede kateden ışık 9x1010 sayısına; 3O5
saniyelik bir seyahatin son noktasına termodinamik hal ile ulaşır. 9x 1O10
sayısı anlam kazanır. Zaten ışık 9 x 1O10 km'lik mesafeyi 3O5
saniyede kateder.
Şu
anda bir hayli soru sorulduğunu sezinliyorum! Peki; e= mc2 denklemi
ışık hızını 1 cm'de ele alıyor da, biz şu anda e = mc2 felsefesine
göre ”Zaman genleşmesi!” pembe hayallerine daha da yakın düşüncelerle (sezgi
ve arzulara 'Evet' dersek bu düşünceler zaman genleşmesine yakındır) c2
ifâdesini ışığın 305 saniyede katettiği mesafe olarak ele alıyoruz;
bunun yanlışlık neresindedir? e = mc2
denklemi ışığın 1 saniyedeki hızını 1 cm'ye sıkıştırıyor, biz ise haklı olarak
1 saniyede 3O5 km. hızı olan ışığın 305 saniyede
katettiği iki nokta arasını, yani 300.000 lan termodinamik mesafeyi ele
alıyoruz. Çünkü, herhangi bir kütle e = mc2
göre sihir-kerâmet misali pat diye enerjiye dönüşmez. Kütle, Işık Hızı'nda
seyrederse, bir .zamana ve mesafeye göre kademeli
olarak Kozmolojik zaman içinde noktalardan geçerken belirli seviyelerdeki
kütlesi eneıjiye dönüşür. Bu ayrıntıyı (e = m. £2) ile tayin edebiliriz.
"Neden?" derseniz; madde ilk kozmolojik oluşumunda, oluşumunu
gerçekleştiren zaman dilimi kadar olan zamanda tam olarak enerji sergileyerek
yine kozmolojik zamana geçer. Bunu da m= (£2). (273,16 2) ile
belirle-yebiliiz.
,
Niçin
(c2) ifâdesinde Işık Hızı 1 cm'de alınmıştır? Çünkü,
ışık hızı ile gitmeyeceksin, kendi hızını aslâ ışık hızına eklemiyeceksin;
kuralları yasalaştınldı. İşte bu nedenlerdendir ki, yegâne koordinat sistemi
ışık hızı olmalıydı.
"Evren'de
herhangi bir dayanak noktamız olmadığı için sabit bir koordinat noktası tayin
edemiyoruz"
denildi. Oysa, sabit veya değil hiç önemi yok! Mekanik
çâre aramanın ne önemi vardı? Işık Hızı, bilimin yegâne koordinat sistemiydi.
Evren'de sabit bir dayanak noktası olsaydı, bu Evren çekilmez bir yer olurdu!
Atomun
gerçek yapısını ve gizemlerini tanımayan günümüz bilimi; enerjiyi Petrol'de,
Uranyum'da, Atlantis'i Neva'da çölünde arıyor. Madde her an enerji
sergileyebilmek için can atıyor... Hem de var olduğu günden bu yana! kritik eşik noktası bekliyerek. Ancak, içinden çıkılmaz
teorilerle, her bîrini sözüm ona çürüten tutucu varsayımlarla zavallı madde
debir yerlere sıkışmış bir halde durup duruyor...
Hâlâ
odunla, petrolle, Uranyumla ısınmaya çalışan insanoğlu; bu müthiş tehlikeli
nesnelerle kendi sonunu getirecek. İnad ve gururu yüzünden Ozpn'u deldiği gibi,
İkinci Ozon tabakasını da "kalbur" gibi yapacaktır.
Şimdi
meseleyi "Kütle - Hız - Zaman -Mesafe" kavramları ile olan
ilişkisini alışılmadık düşünce biçimleriyle farklı ele alalım:
e = mc2 gereği;
1
gr. Au 10 saniyede enerjiye dönüşürse,
1
gr. Fe 20 saniyede eneıjiye dönüşürse; kütlesi eşit iki farklı elementin
enerjiye dönüşümleri de farklı sürelerde gerçekleşecektir. Deneyin sonucunda
birçok farklar ortaya çıkacaktır. Ancak, bizi şu anda ilgilendiren, elementlerin
dönüşümlerinde sergiledikleri enerji farklılığıdır. Çarçabuk ve bilgelikle bu
farklılığa mekanik bir açıklık getirmek için; - çünkü,
farklı karakterdeki atomların taşıdığı enerji seviyeleri farklıdır- denecektir.
Bu da geçerli bir mazeret sayılabilir belki. (Oysa atomlar aslâ enerji
taşımazlar.. ASLÂ! Dönüşüm çizgilerinde farklı
lisanlar konuşan madde, enerji sergiler ki; bu lisanların günümüz bilimi
farkında olamaz. Çünkü, onun inandığı Atom Modeli ve
teorileri! bu lisanın farkında bile değildir. Atom oturduğu
yerde bile bu lisanları konuşuyor).
Şimdi
de enerji farkını zaman kavramı ile düşünelim: Zaten atomlardaki farklı enerji
seviyeleri, kozmolojik oluşumlarındaki zaman farklılığının belirlediği sonuç
değil midir? "Kozmo-süper ısı ve basıncın farklı zaman seviyelerinde,
farklı karakterlerde farklı atomlar oluyordu", demiştik. Bundan da
"Zaman = Mesafe" ilişkisini haklı olarak alışılmadık yönleriyle
düşüneceğim. Daha doğrusu düşünmek zorundayım. Çünkü,
birbirlerine eşlik eden mutlak kavramlardır. Madde; durağan halde;
"Zaman
+ Termostatkik kütle", Termodinamik halde: (Hız x Kütle) + (Za
man
mesafe).
Şimdi
bu noktada diğer ayrıntılara girmeyelim. "Enerji nasıl olur da durağan
haldeki maddede statik haldedir?" Veya "Hangi yöntemlerle nasıl olur
da uslu uslu duran madde bir anda ortalığı geçici de olsa farklı zaman ve
mesafelerde altını üstüne getirir?" gibi noktalara değinmeyelim. Ancak,
gözden kaçmaması gereken bir gerçek var. Zaman Büzüşmesi!
(c2)
ifâdesinde değil de; biz bir aydınlatma amacıyla ışık hızında (c) altını ve
demir kütleyi ele alalım.
1
gr Au Işık Hızı ile 10 saniyede enerjiye dönüşürse: 10 x 305 - 305
Km'de,
1
gr Fe Işık Hızı ile 20 saniyede enerjiye dönüşürse 20 x 305 = 606
km’deki bir mesafede enerjiye dönüştü, diyelim. Farklı karakterde iki eşit
kütle aynı hızlarda, fakat farklı mesafelerde sıfırlandı.
Peki:
e= mc2’ye göre 1 gr Au saniyede enerjiye dönüşürse, - ayrıntıyı
açıklamak için 1 saniye varsayalım - (c2) ifâdesine göre 305
termodinamik saniyeyi veya 305 km'lik termodinamik bir mesafeyi
1 psikolojik saniyeye sıkıştırmıyor mu? (c2) ışığın 3O5
saniyede katet-tiği mesafe veya 305 km. termodinamik mesafeyi
katettiği 305 termodinamik saniye değil midir?
Sezgilerimizin
bizi aldattığı ciddi ayrıntılarla karşı karşıyayız sanırım. Zamanı
kavraya-bilme ve nasıl olur da durup duran 1 gr. Atom yığınağı bir anda
ortalığı yakıp kavurur? Nasıl olur da fizyon ve füzyonla kısa bir Uzay - Zaman
çizgisinde o denli enerji sergilenir? sorularını
gerçek anlamda tanımlayabilmeye yönelik bu düşünceler, ”Uzay - Zaman -
Mesafe " ilişkisine bizi daha doğru olan bir yolla götürecektir.
Düşünceleştirilen
bu deneyde; termodinamik bir Uzay - Zaman mesafesini kateden küt-
lenin
Kozmolojik zamana dönüşümü sergileniyor. Bunu da zamana ilişkin olarak Uzay'da
iki en yakın nokta arasında yapıyor. Şimdi sezgilerimize "Evet"
dersek, zaman genleşmesi (gülmemek elde değil!) izlenimi vardır; ancak
addın matematiğine "Evet" dersek ki; doğrusu da budur, apaçık "Zaman
Büzüşmesi" ortadadır.
'
e = mc2'ye
göre;
1
gr Au 1 saniyede enerjiye dönüşüyorsa, 305 km. termodinamik iki
nokta arasındaki "Uzay - Zaman Mesafesi" veya 306 termodinamik
Işık Saniyesi, 1 Psikolojik Saniye'ye; sıkıştırılmıştır... Bundan anlaşılacak
en belirgin sonuç:
·
1.
Hız büyüdükçe madde
kozmolojik zamana geçiş çizgisinde genleşiyor ve enerji sergilenirken, zaman
büzüşüyor.
·
2.
Maddenin genleşmesi, hızın
artmasıyla belirli noktalarda farklı sevyelerde termodinamik sergiliyor. Yani,
eneıji türleri. Bu da enerjinin; "Zaman + Madde" kombinasyonunun dönüşümlerinde oluşan harekete doğrudan
bağımlı olduğunun en belirgin kanıtıdır. Madde "Zaman" ile
olan ilişkinliğinin farklı halleriyle farklı enerji türleri sergileyebiliyor.
·
3.
HIZ; kütlenin zamanda
katettiği mesafeleri aynı apda ifâde ettiğine göre; ilişkinlik fiziğinin yegâne
koordinat sistemi, yegâne dayanak noktası " IŞIK HIZI" olmalıdır.
·
4.
Madde enerji eşdeğerliliği
değil, "Madde + Zaman" ilişkinli söz konusüdur. Zaman aslâ
genleşmiyor. Zaman -> Madde ilişkisi ve dönüşümleri eneıjiyi sergileyerek
PDCS'de açığa çıkıyor.
·
5.
"Madde—> PDCS
Zaman" ilişkinliği eneıji açığa çıkarıyor. Bu konu sadece bizim Atom
Modelimiz ve işleyiş biçimi ile açıklanabilir. Ancak madde, zamandan
soyutlanırken PDCS ile olan müthiş bir düzensizlik, çok kısa anlarda oldu bitti şeklindeki düzensizlik, müthiş bir enerji açığa
çıkarır. Bundan maddenin "Enerji Deposu" olduğu
anlaşılmamalıydı. Madde, "Enerji Deposu" filan değildir. O yüzdendir
ki, "Madde" yi yeteri kadar tanıya-mıyoruz...
Gerçi,
maddenin temel elementleri olan PDCS’yi ve maddeyi nasıl bir yöntemle
oluşturduğunu açıklarken; gravitasyondan bütün eneıji türleri kadar hemen her
şey kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır. Güneş tutulmaları sırasında Güneş'in
etkin alanında kırman ışığın maalesef, ışığın tözlerinden olmadığını, ışığın " Gravitasyon
- Uzay - Zaman" çizgilerindeki sönüm noktalarından kaynaklandığına
varıncaya kadar birçok gizemler kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.
Son
derece açık ve pratik bir denemeyi burada açıklamakta yarar vardır. Mesela; 1
kg. zenginleştirilmiş Uranyum bildiğimiz gibi doğal halinde iken yansını 1620
senede enerjiye dönüştürerek kaybeder. Yani 1 kg Uranyum 1620 sene sonra,0.5 kg olur. Buna "Yarı Yıl Ömrü" diyoruz.
Biz şimdi, kalan yansının da yansını, onun da yansını alarak vakit
kaybet-miyelim. ilk merhalesini deney amacıyla göz
önüne alalım:
1
kg. Uranyum'u reaksiyona geçirdiğimizde 10 saniyede enerjiye dönüştüğünü
varsayalım. Kaba bir hesapla bölgede reaksiyondan sonra 1 kg. Uranyum'un 0.5 kg.'ınm Kurşun'a dönüştüğünü, diğer yansının da enerji
olarak açığa çıktığını söyleyelim. 10 saniye içinde bir tür "Enerji
Panayırı" seyrettik diyelim.
Bu
deneyle; 10 psikolojik saniye'ye 1 kg Uranyum'un 1620 termodinamik senesini
düpedüz sıkıştırdık, değil mi? 1620 senelik termodinamik bir süreyi psikolojik
10 saniye arasındaki iki nokta arasına, üzgünüm fakat sıkıştırdık. Bunun bir
başka açıklaması var mıdır?
Bu
görüngü; zamanın genleşmediğini, tam tersine "Büzüştüğünü" açıklar.
Kozmik zaman aslâ aşılamaz, aslâ!...
Deneyde
Uranyum yerine bir insan düşünelim:
10
psikolojik saniye 1620 termodinamik sene = Yine zaman büzüşmesi; 10 psikolojik
saniyenin iki nokta arasındaki mesafede 1620 sene = 5,108832 X. 1032 termodinamik saniye
edeceğine göre, deney insanı bizim 10 psikolojik saniyemize göre;
Işık
Hızı ile seyreden insanın yaşlanmaması zamanın genleşmesinden filan değildir.
Bu deneyden de açıkça anlaşılacağı gibi 1620 termodinamik sene 10 psikolojik
saniyeye sıkıştırılmıştır. Burada söz konusu olan "Zaman
Büzüşmesi"dir.
10
piskolojik saniye belirli iki nokta arasıdır. 1620 termodinamik sene de belirli
iki nokta arasıdır. Bu deneyle 1620 sene yaşayacak olan insanı göz göre göre 10
saniyedeki iki nokta arasına sıkıştırdık, değil mi?
BUNA
NASIL OLUR DA "ZAMAN GENLEŞMESİ" DİYEBÎLÎRÎZ?
Biz
insanlar 19. Yüzyılda ısınmaya veya bomba patlatmaya fazlaca meraklı olduğumuz
için hemen ve çarçabuk " İşte madde, enerjinin yoğun olduğu yakıt
deposudur" dedik. Fakat enerjinin nasıl olur da açığa çıktığına
yumuşak yanaşılmadı. Isınmak için oduna ihtiyacı olan kişi gibi on rakamlı
matematikle A-tom'u ne hallere getirdik?
Buna
göre, Işık Hızı ile seyreden insanın "Zaman Genleşmesi"nden dolayı
yaşlanmadığını söyleyeceğime, bu gezegeni terk etmeyi yeğlerim!
Süper
evrim geçirmiş ihtiyar elementlerin en yaşlısı olan Uranyum'un verdiği ipuçları
kimbilir belki de yanlış değerlendirildi!
Tabii
ki yanlış değerlendirildi! her önüne gelen atomların
içine avuç avuç; yok renk tozu, yok ışık tozu, yok fotonlar sağanağı, yok
gravitasyon tozu doldurursa! değil Ozon tabakasının
delinmesi 2. Ozon tabakası "kalbur" gibi olacaktır!
Beynimi
çatlatırcasına üzerinde çalıştığım bu görüngüler beni:
·
1.
Psikolojik,
·
2.
Termöstatik,
·
3.
Termodinamik,
·
4.
Kozmolojik Zaman,
kavramlarıyla iç içe getirdi. Bunun içindir ki, eski düşüncelerle Zaman Genleşmesi,
Mekânın Büzülmesi masalları Evren ile olan ilişkime ve fiziğe bir şey
getiremezdi. Şimdiye kadar getirmediği gibi. Zamanın
Genleşmesinden anlaşılmak istenilen Işık Hızı'na yakın hızlarda seyahat edip
yaşlanmama pembe hayalleriyse... ancak Kozmolojik
Zaman da, ileride ayrıntılarıyla anlatacağımız maddenin net kimliği ile ancak
bir yerlere varılabilir. Bunun tek ve tartışmasız yolu ve yöntemi ATOMU TAM
OLARAK TANIYABİLMEKTİR. Başkaca bir yol yoktur.
KOZMOLOJİK
ZAMAN, EVRENE VE OLAGELEN HER ŞEYE EGEMEN MUTLAKTIR. Mutlak olmayan zaman;
"TER-MOSTATİK HALDEKİ ZAMAN"dır. Bu ifâdeden; iki farklı zaman var
sanılmasın. Zamanın madde ile olan farklı ilişkinliği söz konusudur.
İşte,
enerjinin ne olduğu bu noktada aranacaktı. Madde ve zaman ters yönde
işleyen ve sadece bir ÇİFT lisanı konuşarak zamanı bize dört farklı köşede
anlatan Kozmodina-mik gerçektir.
Madde
(Atom)-, farklı iki çift lehçe ile sadece bir çift lisanı konuşuyor.
Gençliğimde
(1957) Işık Hızını öğrendiğim gün, bü gerçeği yakalayabileceğimi sanıyordum.
Çocukluğumdan beri'beynimi kurcalayan milyonlarca sorulan bir tek soruya
indir-geyebilmiştim. Bana herşeyin ipucunu verecek, Evren'in kapılannı açacak
bu sorunun mutlak doğru bir cevabı olmalıydı.
·
*
NEDEN IŞIK HIZI EŞÎTLÎĞÎ ?
·
*
IŞIK, IŞIMALAR, RADYO DALGALARI NASIL OLUR DA UZAYDA EŞİT HIZLARLA
YAYINIRLARDI?
işte,
bu ipucunu tutarlı olarak aramalıydım, diye karar verdim. Bunun sebebi -sadece
ATOMLARDA OLAMAZDI.
Zamanın
maddeye egemen olduğu ve (-)-tive işleyen bu Evren'de, istisnasız bütün
hareketler (devinim)-, zamanın maddeyle ters yönde ve zıt ilişkinliği,
Evren'e ve öğelerine düzenli, ancak sonsuz sayıda ve farklı seviyelerde dinamik
kazandırıyor.
Atom'un
iç evreninde ise; zaman ve maddenin ters yönde zıt ilişkisinin belirlediği
düzenli dinamik karakter, herhangi nedenlerle düzensizliğe geçişinde hıza (dolayısiyle)
zamana ilişkin olarak, hızın ve zamanın belirledi- ği istenilen seviyede enerji sergileyebiliyor.
İşte,
hızın, dolayısiyle statik zamandan kozmolojik zamana geçişin belirlediği bü
sonuç; termodinamik zamanı, yani enerjiyi tayin ediyor..
Düzenin, düzensizlikle (termodinamikle)
yeniden bir düzene geçişi de; PDCS'de kendini kanıtlayan sonsuz sayıda ve
farklı seviyelerde enerji türlerini belirliyor.
Madde+zamanm
dönüşümlerindeki düzensizliklerde (termodinamik) ; sonsuz farklılıklarda
enerji olarak açığa çıkıyor.
Ortada
apaçık bir gerçek var. Şayet bir gün ilkel enerji elde etme
yöntemlerini terk eder (üzerinde titizlikle çalıştığım süper enerji
yöntemleriyle) ışık hızının termodinamik %50 veya %60'ına ulaşılırsa (ki
Allah'ın yardımıyla uzak değil) ve bir insan bu yöntemle Yeryü-zü'nde bizim
psikolojik yüzyılımız geçmesine karşın; o insan (bize göre) 1 senelik (ona
göre onun psikolojik) bir süre yaşadı ise; şimdi bu sonuç zamanın
genleşmesiyle mi, yoksa termodinamiğin lisanı ile zamanın sıkıştırılmasıyla mı
gerçekleşmiştir? Peki, doğruyu nasıl bulacağız?
·
1.
Deneyeceğiz ve deney
insanını sorguya çekeceğiz!
·
2.
Aklın matematiği ile matematiğe işlerlik kazandıracağız.
·
3.
Yaşlanmamak, çok uzun yaşayabilme rüyaları kesinlikle doğrudur; ancak 1915
rela-tivesinin diliyle değildir.
Hele
bir de böyle müthiş bir deneyde, o deney insanının vücudundaki farklı element
atomlarının, deneydeki hızın farklı seviyelerinde, farklı davranışlar
göstermeyeceği nasıl ga-rantilenebilir? Her ne kadar Bio-Fiziğin sorunu ise de
relativitede bir cevap var mı acaba?
Madde
= enerji eşdeğerliliği; tekerleğin keşfedildiği gün gibi sevinerek Evren ve
madde keşfedildi; ZAN edildi!
"Madde,
enerjinin yoğun olduğu yerdir" demek;
"Madde maddenin veya enerji enerjinin yoğun olduğu yerdir!"
demek gibi bir şeydir.
MADDE,
ENERJİNİN YOĞUN OLDUĞU YER İSE, ENERJİNİN YOĞUN OLMADIĞI YER NERESİDİR?
Relativitede, çağdaş kuantumda bir cevap var mıdır?
Şayet
aksini düşünürsek; "Serbest enerji vardır" demektir. O halde, "Serbest
enerjinin kozmostatik veya kozmodinamik niteliği nedir?" sorusu,
Fiziği ağlatacak kadar çıkmaza sokacaktır ki zaten çıkmazdadır.
"Madde,
enerjinin yoğun olduğu yerdir" diyeceğime,
pembe hayallere zaman genleşmesiyle asırlarca yaşamayı düşüneceğime, Etna
Yanardağı’ndan aşağıya atlamayı yeğlerim!
Evren,
PDCS elementleriyle tıka basa doldurulmuştur. Serbest haldeki PDCS "Kozmolojik
Mutfak"ta önce Hidrojen atomlarına dönüştürülüyor. Zamanın ve maddenin
ters ve zıt yönde ilişkinliği bu noktadan itibaren başlıyor. Maddenin enerji
sergileme karakteri, hız eşitliği, atomun gerçek kimliği bu noktada yatıyordu.
Evren,
PDCS elementerleriyle bir kristal gibidir. Bunun en tutarlı kanıtlarından
birisi de; ışığın kınnmasıdır! Oysa ışığın kınnması bir zamanlar, bilmem hangi
atom modeliyle ışığın boş Uzay'da yaymdığını ve ışık fotonla-nnı kanıtlıyordu,
şaşılası şey doğrusu! Bugün ise, aynı deney hem bizim Atom Modelimizi kesin
kez kanıtlıyor, hem de ışığın dalga sönüm noktalarındaki gravitasyon Uzay -
Zaman noktalarının interferansından kaynaklandığını kanıtlıyor.
Benliğimi
yakarcasına etkileyen düşüncelerimde maddenin iç içe ilişkin iki anlamı
oluşuyor. Kendimizi bu düşüncelerden bir türlü alamıyorum. Kimbilir belki de
zaman çemberinin iki yönünü de algılıyorum, ancak şimdilik
tam
anlamıyla ifade edemiyorum. Beynimi çatlatırcasma zorlayan bu düşünceleri henüz
ne kalemle, ne de aklın matematiği ile ifade edemiyorum. Ancak, kesinlikle
algıladığım için başaracağıma da eminim.
'
Madde
ilişkin olarak iç içe iki şey ifâde ediyor bana:
·
a)
PDCS elementerlĞrinin
kararlı ve düzenli bir halidir. PDCS'nin atomu oluşturması veya atomun PDCS'ye
dönüşümü; psikolojik olarak algılayabildiğim zamanla termostatik halden
kozmodinamik hale geçişinde eneıji türleri sergiliyor. Bu, tamamen mekanik
bir açıklıktır ve atomların PDCS elementlerinden oluştuğunu; elektriksellik -
magnetik-gravitasyon ve (.....) kuvvetlerinin bütün
görüngülerini açıklayan şekli ile kanıtladım.
·
b)
Madde; ‘Kozmolojik zamanın
düzenli bir yerdeki yoğun (cosist) ve düzensiz bir halidir. "Cosmologjcal
cosist time”, işte bu tutarlı ipucunu hiç ama hiç bırakmamalıydım.
Gençliğimde
sezgilerimle, sonra olgunluk çağına gelince de aklın matematiği ile Evren'i 4
ilişkin zaman ile kavramaya başladım. Olagelen herşey bu dört zamanın işlerliği
ve dönüşümleriyle gerçekleşiyordu.
Zaman
ve kütle, hız ve mesafe mutlak iliş-kimdi. Daha açıkçası kütle (ben de dahil) herhangi hızlarda, herhangi iki nokta arasını,
do-layısiyle herhangi zamanlarda dönüyor, dönüyor ve durmasızın termodinamik
sergiliyorlardı.
Zaman
ve kütle, hız ve mesafe gerçek bir çemberdi. Birini, bir diğerinden ayn
düşünemiyorum. Zaman her şeye mutlak egemen görünüyor, ancak hız; üç kavramı da
aynı anda ifade edebiliyordu. Sezgilerime "Evet" dememeliydim.
Madde;
kozmolojik zamanın biçimsel bir yerdeki hali ise, ZAMAN NEYİN HANGİ HALİ İDİ?
Hangimiz
yanılıyorduk, yoksa ben mi ko-şamıyordum gerçeğin ardından? Nasıl bir yöntem
bulmalıydım Evren ile olan ilişkimi açıklamak için? Düşünüyordum, çünkü varım.
Varlığımı; beni meydana getiren atomlar, kütleler bir zamana ilişkin. Ancak,
varlığımı yöneten düşüncelerim ise psikolojik zamana ilişkin. Ben ve çevrem kütlelerle, atomlarla dolu. Hepsini bir tür
zamana depo etmiş "konserve kutuları” olarak görüyorum. Onları
psikolojik zaman içinde açtığımda termodinamik bir süreç geçirip, yeni enerji
sergileyen bir süreç geçirip "Kozmolojik Zaman"a geçiyorlardı.
Bütün bu görüngüleri sadece psikolojik zamanla kavrayan düşüncelerimdi. Oysa, beni meydana getiren atomlar da aynı süreçlerde aynı
görüngüleri sergileyeceklerdi.
Büzüşmeyen,
sözüm ona genleşmeyen tek şey sezgilerimle ifade ettiğim psikolojik zamandı.
Varsaydım ki düşüncelerim yok! psikolojik zamanın ne
anlamı olur, diye. Fakat kütle ve dönüşümleri sürergider diye düşündüm. Beynim
çatlayacak sanki, bir şeyleri seziyorum hem de çok
yakınımda, hatta hedefte; sadece Zaman ve Duhan Kristalleri var.
Buna kesin eminim. Ancak, ona bilerek gitmeyi her-şeyden çok isteyen, ihtiraslı
fizikçi ruhumun karakterini değiştiremiyorum. Onların gerçek olduklarını
bilmeme rağmen bu ızdıraba katlanıp ona bilerek gitmeyi tercih ediyorum.
Ben
de atomlardan oluştum, hem de zamanın içinde. Nasıl olur da düşüncem atomları,
zamanlan arar! Oysa elimde, ayağımda bir sürü Karbon, Hidrojen, Demir atomları
var. Hepsi de enerjik birer konserve kutulan. Üstelik kozmolojik bir şeyleri
depo etmiş, durmaksızın termodinamik hallerini zaman (!) içinde sergiliyorlar.
Bu bilmeceyi çözmeliyim. Nasıl olur da düşünce denilen şey (her ne ise!) "Hız-Zaman-Mekân"
tanımayan bir -bir bütün sanki Evrenle- hıza benzemeyen hıza sahip
olsun?
Öyle
inanıyorum ki tutarlı ipucu; psikolojik zamanla, kozmolojik zaman birbirlerini
bir-yerlerde kesen iki çemberin çizgileri olsa gerek! Ancak, noktasal
ilişkisiyle Psikolojik Zaman, Kozmolojik Zaman’ın egemenliği ile anlam
kazanıyor. Daha açıkçası; Psikolojik zaman Çemberi, Kozmolojik Zaman Çemberi
içinde veya müthiş bir yakınlığı olsa gerek. Basamak olarak şu sonuçlara "Evet"
diyebilirim:
·
a)
Evren'e belirli ve özgü ve
"Kararlı Kozmolojik Zaman Çemberi" egemendir.
·
b)
Madde; "Kozmolojik
Zaman"ın belirlediği PDCS elementerlerinin biçimsel olduğu, yine
Kozmolojik zamanın içinde bir yerdir.
·
c)
Yoğunlaşmış Zaman'ın
termodinamikle dönüşümünde enerji açığa çıkarması, Kozmolojik Zaman'ın içinde
olur. Aslâ Kozmolojik Zaman'ın şurasına- burasına çıkamaz... aslâ!...
Eski
düşünceye göre de; maddenin bu deneyde Termostatik Zaman’dan Kozmolojik
Zaman'a geçişini ve genleştiğini ifâde edersek de (saçmalamakla beraber!)
yine de ortaya çıkacak sonuç; madde, zamanın biçimsel bir yerdeki yoğun halidir^
olacaktır. Enerjinin değil...
Oldukça
garip gibi görünen, ancak mutlak doğru olan birçok gerçekle karşı karşıyayız.
Eski
düşünce genleşme ifâdesini; Termos-tatik Zamandan, Kozmolojik Zaman'a geçiş
olarak anlayabilirsek de, genleşme ifâdesini yine de kurtaramayız... Çünkü eski
düşünceye göre de, Dönüşümde Dönüşen Maddenin Zamanı (c2);
altın için 10 psikolojik saniyeye SIKIŞACAKTIR. Bunun bir başka anlamı olamaz.
Elimizde
mükemmel bir veri var, URANYUM. Onun birçok kere 1620 sene ömrü var. Uranyum
1620 senede yansını kaybeder. Kalan yansı ile yeniden ikinci bir 1620 seneyi
bitirsin. Her 1260 sene URANYUM için iki nokta arasındaki Termodinamik, bize
göre Psikolojik senedir.
Yaşlı
bir element olmasının verdiği bu karakter; onun aleyhine, bizim ise lehimize
olan bir biçim kazanıyor.
Elimizde
bir 10 psikolojik saniye var; yine bize göre psikolojik zaman dilimi olan,
ancak URANYUM'a göre ise kendi psikolojik zaman bütününden termodinamikle
kaybettiği 1620'-şer senelik birçok 1620 Termodinamik Zaman dilimleri var. Biz
bu dilimlerden sadece bir tanesini deneyi sadeleştirmek için aldık. Reaksiyona
geçirdik ve bir tek 1620 seneyi göz önüne alarak; 1620 termodinamik sene 10
psikolojik saniyeye sığdı ve ENERJİ açığa çıkn, dedik. Çünkü enerji
sayılamıyacak kadar çok ve farklı türleriyle bizi haklı olarak cezbetti.
Yani
ilk ele aldığımız ve - işte bakınız! Madde enerjinin yoğun olduğu yerdir -
dedik. Aman ne büyük bilgi bu böyle!
Bu
müthiş kritik nokta bizi sezgilerimizle baş başa bırakacak ve gerçeği örtecek
kadar da önemli bir kritik nokta idi. Zamanın
büzüştüğü anlarda (termodinamik süreçler) maddenin^ statik halinden çok
farklı görüngüler sergilediğini artık ele almıyacaktık. Çünkü,
bir tek cümle ile madde keşfedilmişti... Hayır! Keşfedilmesi gereken en kritik
eşik noktasında madde + zaman örtülmüştü.
Madde;
enerjinin yoğun olduğu yer filan değildir. Madde; KOZMOLOJİK ZAMANIN
LİSANINI KONUŞAN ULTRA-DA-KİK BİR SÂATTİR. Hatta,
bir parmağını durmaksızın gözümüzün hemen önünde tutuyor ki; beni keşfetsinler
diye.
Madde,
yoğun olduğu haliyle yoğun olmadığı PDÇS arasındaki çizgide, zamanla olan ters
ve zıt ilişkisi kritik noktayı aştığı anlarda, Kozmolojik Zaman'a geçişinde
ayrıca enerji-sergiliyor. Kanıtı da; 1 kg. URANYUM'u 1620 sene bekleyelim.
Durmaksızın açığa çıkan enerjiyi toplayalım! Ve 10 psikolojik saniyeye 1620
termodinamik seneyi sıkıştırdığımız da açığa çıkan eneıjiye eşit olacaktır.
O
halde, kütleden kaynaklanan enerji; kütlenin farklı hızlarda kozmolojik saatin
ritmini farklı seviyelerde değiştirmesiyle; kütlenin PDCS ile olan doğrudan
ilişkisinde açığa çıkan ve kütleye göre, istenmeyen olgular olarak
sergileniyor. ÇÜNKÜ, KÜTLE
SÜKÛNETE YÖNELİK DEVİNİMDEDİR.
Enerji;
bizim için fazlaca gerekli olmakla beraber, madde için istenmeyen, bir olgudur.
Madde bütün Evren'de bir bütün olmaya, mutlak bir sükûnete (Tevrât'ta
sözü edilen. BOŞLUK ŞAKÜLÜ noktasına) yöneliktir.
İŞte,
bu müthiş kritik noktada; elektriksel-gravjtasyon - magnetik ......
kuvvetlerini tam
anlamıyla,
bu gezegenin insanları 20. Yüzyılın başlarında henüz keşfetti....
Bu
sim sadece atomlar anlatabilirdi, ancak Bohr Atom Modeli değil, herhangi
şekilde denenen veya denenmiş Atom Modelleri değil... sizi, beni, Evren'i, her
şeyi meydana getiren GERÇEK ATOM VE DEVİNİMİNİ AÇIKLAYABİLİRDİ.... Gerçek Atom da PDCS ele-menterlerinden oluşan Atom'du. Bu atomun içinde ne ışık tozlan, ne renk tozlan, ne
de gra-vitasyon tozlan vardır. Sadece Evren'i gerçek yönleriyle açıklayan,
bir atom dolusu gerçek vardır. Bir atom dolusu gerçek bir Evren'i anlatan,
kanıtlayan gerçekti...
Evren,
olagelen istisnasız bütün olaylar Kozmolojik Zaman'a mutlak ilişkindir. Bir
di-?"er anlamda; Evren Kozmolojik Zaman'dır. Hagelen her olay, her dönüşüm
kozmolojik zamanın tek yönünde, ancak farklı seviyelerde hal değiştirmesidir.
Maddenin
eneıji sergilemesi; maddenin zamandan soyutlanıp PDCS'ye geçişindeki birinci
basamaktır. Evren'e egemen olan; zaman ve kütledir. Bu çiftin kovalamaca
oynamaları bizi koşuşturup duruyor.... ancak olduğumuz noktada!
Harekete
hiç bir şekilde eşlik etmeyen ve her şeyin MUTLAK yapı malzemesi olan
PDCŞ;
zamanla ilgisi olmayan TEK NESNEDİR. Fizik öyle bir yerden saldırıya uğradı ki,
sil baştan! Üstelik fiziğin diliyle kanıtlıyor her görüngüyü, zamanla hiçbir
ilişkisi olmayan tek nesne PDCS...
Altını
çizerek yine ifâde deyim: Bu deneyde, yani Işık Hızı ile seyreden insanın zaman
genleşmesinden (gülmemek elde değil!) dolayı yaşlanmadığı matematikle de
ifâde edilse, ortaya çıkan tartışmasız sonuç; "Madde, zamanın biçimsel
bir yerde yoğun olduğu haldir" olmayacak mıdır,
ki o matematik sezgilere göre yönlendirilmiştir, mutlaka yanılıyordur!
Kabul
edip etmemek şimdilik keyfiyyete kalmakla beraber, kendi hür düşünce ve
elimdeki MUTLAK KANITLARLA bilimin; atomun ne yapısını, ne de gerçek kimliğini
tesbit edemediğini kesinlikle söyleyebilirim!
Her
önüne gelen fiziğe "Teori" denen tutucu cümleleri, düzmece
kelimeleri çivilerse; gerçek bir bulgu, yeni bir görüngü de o çiviyi sökmek
için mi uğraşsın, yoksa kendisi bir şeyler yapmak için mi didinsin? Bilime
geniş ve anlam ifâde eden ilkeler getirmeyi, tutucu teorilere yeğlemek gerekir.
Örneğin, 1915 re-lativitesi yeni bulgularla, yeni görüngülerle bugün
çatırdıyor. Yakın bir gelecekte eskidiğini, fiziğe hiç bir şey veremediğini
kendisi kanıtlayacaktır.
"Evren'de
Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda Maxwell'in "Alan Teorileri"
çok değişik görüngülere, KANITLARA tanık olacaktır. Elektrik ve magnetik
kuvvetlerin (tâbiri caizse!) BİÇ BlR YERE AKMADIĞINI, HAREKET EDEN
MAGNETÎK ALANIN ASLÂ ELEKTRİKSEL BÎR ALANI DA BlRLÎKTE VEYA AYRI TAŞIMADIĞINI
yine o tutucu teorilerin arasından kaçan gerçeğin kendi lisanı ile, DENEYLERLE İZLEYECEĞİZ.
Biz
düşünen insanlar, zamanın mutlak yönünde ve belirli seviyelerinde çok küçük
şeylerden, PDCS'lerden olageldik. Ağaçlar da öyle, gezegenler, galaksiler de
öyle oldu. Gözlenebilen Uzay'da her şeyi ile zamanın mutlak ve tek yönünde
PDCS'den oluşan atomlardan, farklı atomlardan (elementerlerden) var
olageldik. Durmaksızın da olagidiyor.
Aynı
yöne bağımlı küçükten büyüklüğe, doğumdan ölüme gidiyoruz. Bu mutlak dönüşüm
olgusu düşüncemizde zamanı tanımlamak için psikolojik birçok anlayışları
getirebilir. Yani zamana sezgisel olarak doğumdan ölüme veya doğduğumuzdan
başlıyor ve olagidiyor şeklinde birçok anlayışlar getirebiliriz. Hatta aynı
düşüncelerle zamana bir yön de tayin edebiliriz. Bu, duygusal hakkımızdır.
Doğru veya değil, hjç önemi yoktur.
Konuyu
toparlamak amacıyla şöyle sıralayabilirim:
Serbest
PDCS elementerleri zamanın mutlak ve tek yönünde önce Hidrojen atomlarına —>
sekiz farklı element atomlarına —» kararlı ve kararsız
elementlere,4 kütlelere Evren'in üretken koridorlarında sıkışarak
dönüştüklerini ayrıntıları ile kanıtlamaya çalışalım.
Termodinamik
bu görüngüleri psikolojik süreçlerle algılayabilir ve açığa çıkan etkinliğe de
"Enerji" diyebiliriz.
ZAMANIN ÎBRESİ TERS İŞLEYECEK
Mİ?
Dikkat
ederseniz; Evren'de olaylar da, atomlar da, bizler de; psikolojik
kavrayışlarımızla zamanın aynı yönde işlediğini görüyoruz. Bir elma ağacının
küçülerek tohum haline geldiğine henüz tanık olamadık.
Sorun
şudur: Evren genişliyorsa ve tekrar büzüşmeye başlarsa, zamanın ibresi ters
işleyecek mi?
Profesör
Stephan Hawking'in termodinamik ve kozmolojik görüngülerle anlatmaya çalıştığı
zaman —> yön varsayımlarına kısaca değinelim:
Evren'in
genişlediği neye dayanarak varsayıldı?
Bu
fikir bizden hızla uzaklaşan nesnelerden veya bizim bir yerlerden hızla
uzaklaştığımızdan kaynaklandı ise! zaten varsayım
başlarken hatalıydı. Bizden hızla uzaklaşıyor görünen nesnel veriler, mütevazi bir Doppler etkisidir. Sanki Evren'in sınırlan
tesbit edilmiş gibi! nasıl olur da Evren genişliyor;
varsaya-nz? Bunu sür'âtle dönen döner salıncakta denemiştik ("Evren'de
Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda).
Evren
fır dönerek sadece genleşme eğilimindedir. Aldandığımız
nokta burasıydı!
Varsayalım
ki, Evren'in genişlemesi durdu ve büzüşmeye başladı! Zamanın ibresinin
psikolojik, termostatik veya kozmolojik nedenlerden dolayı geri işlemesi için
tek mantıklı neden gösterilebilir mi?
·
*
ZAMAN NEDİR Kî GERÎ İŞLESİN?
·
*
Geri işlemesini fazlaca arzu ettiğiniz bir ŞEYİ (o şey her ne ise)
TANIMLAMANIZ GEREKMEZ Mî?
Evren'in
fır dönerek kendi içinde merkezî bir yerlere
çökeceğini kesinlikle kanıtlarım da üstelik. Bunu bilimin; kaynağının farkında
bile olmadığı GRAVÎTASYON nötr çekim kuvveti ile
açıklarım.
Arzu
gereği ayna görüntüsü isteği ise, zamanın bu işleyiş! yönü
ile zaten durmaksızın gerçekleşiyor. Ancak, bu pembe hayallerle hangi fizik,
neleri kazanır? Zamanı ve Evren'i gerçekten algılayamayan bir fizikçi kınlan
bardakların tekrar masaya geldiğini tabii ki göremez.
Peki,
varsayalım ki, zamanın ibresi ters yönde işledi. Şimdi ise, sadece duygulanmlzı
okşamayacak nedenlerden dolayı en önemli gerçekleri hiç hesaba katmayacağız.
Oysa
ölen insanlar da dirilecek, zamanın kendine özgü (varsa) hızı ile ters
orantılı olarak küçülecek, bebek olacak, anneciği de aynı şekilde zamanın (varsa)
hızı ile küçülecek, o da bebek olacak, bu görüngüler böylece süre-gidecek. Tâ
ki ilk insana kadar veya Evren'in ilk oluşumuna kadar.....
Enerji
ters yönde element olacak, elementlerden atomlara, atomlardan enerjiye
dönüşecek, insanlar geri yürüyecek, yaşlı insanlar bebek olacak, konuşmalar hep
ters olacak, böyle süregidecek...
Zaten
hayal ettiğimiz süreç olagidiyor. Kınlan bardaklar tekrar masaya zaten geliyor.
Ama ibrenin durmaksızın işleyen tek ve bizi içinde bilgece banndıran ve ALDATAN
YÖNÜNDE. Çemberin diğer tarafını algılarsanız, sağın ve solun yer
değiştirdiğine tüm açıklığı ile tanık olacaksınız!
Şöyle
düşünelim: (Daha doğrusu benim düşüncem). Varsayalım ki, Evren'in özel
bir yerlerinde, serbest kımıldaşan PDSC elemen-«terleri
sıkıştılar, atomlar ve kütleler oluştu. Birçok yasalar doğdu, zaman anlam
kazandı. Yani, zamanın ibresi işledi. Farklı elementler, insanlar, canlılar,
galaksiler farklı yasalar gereği oluştular. Bütün bu olgular sezgilerimizde
küçüklükten çoğalarak, belirli aşamalar geçirip, belirli birikimlerden sonra
tekrar küçüklüğe dönüşüyorlar. Yani insanlar ölüyor, ağaçlar yaşlanıp ölüyor,
elementler enerjiye dönüşüyor vb. PDCS elementerleri tekrar serbest hale
geliyor.
PDCS
elementerleri yine bir yerlerde sıkışıyor, yine farklı atomlar, elementler,
farklı canlılar, farklı yasaları sergileyerek olagidiyor.
Bir
çember farzedin. Biz Evrenli düşünen varlıklar, öncelikle Evren’e egemen mutlak
(salt) bir çemberi kabul etmek zorundayız. Bir fizikçinin ikinci
derecedeki koordinatı bu nokta idi. Kapalı bir çemberi - zamanı, sezgilerimizle
değil, aklın matematiği ile kabul etmek zorundayız.
Şimdi,
tüm dikkatinizle izleyin lütfen. Bu okuyacağınız kelimeler bilgi iletişim
düşünce
merkezinizdeki
fonksiyonlarla bütünleşsin:
"Zamanın
eğri çemberini (düzenli de olmayabilir), psikolojik- termodinamik -
termosta-tik - kozmolojik bileşkelerle algılıyorsanız; bu Evren'in kendine özgü
bir başlama noktası vardır.....demek, değil midir? "Big-Bang"
denen
masalı,
kesinlikle kasd etmiyorum. Evren aslâ Big-Bang hayalleriyle oluşmadı. Aslâ!... Evren'in yasaları sizin onun öyle olmasını arzu
ettiğiniz gibi değildirler... Onlar olması gerektiği GİBİDİRLER.
t
"Evrene
düzensizlik hâkimdir",
demek haksızlık olmaz mı? Daha önemlisi düzensizliği kabul etmek; hiç bir fizik
yasasını kabul etmemek anlamında değil midir? Evren'i yöneten çark hatasız
işliyor.
Zamanın
ibresinin ters yönde işlemesi isteği, aynadaki görüntü anlayışınızla zaten
durmaksızın oluyor. Ancak, sadece ayna görüntü-ı sünde.
Bu
düşüncemizi pratik görüngülere indirmek isterseniz veya hem kozmolojik bir
zaman belli bir yöne gitsin, hem de siz o zamana ters yönde bir başka zaman ile
olayları, Evren'i ters sergileyin! Bu istek için Allah'ın vereceği keyfî ve
bilimsel olmayan bir karan beklemek gerekecek. O zaman, belki bu hayaller
fiziğe bir anlam getirebilir!!!...
Ancak,
zamanın ters işleyebileceği ve ayna görüntüsü düşüncelerinize hayran olduğumu
itiraf ederim. Bu düşüncelerin ve Einste-i in'in zaman genleşmesi
varsayımlarının KAY-§ NAKLANDIĞI YERİ çok iyi biliyorum! Hem i
hatalı, hem de biraz perspektiv
değerlendiril miş... Aynanın karşı tarafına geçmek gerekir,
Kur'ân-ı
Kerîm'den ve Tevrât'tan kaynaklanan bu bilgiler kişiye özel değildir.
Birçok
tutucu teorilerden kaynaklanan engeller bugünkü Kuantum'u da çıkmaz sokaklarda
engelliyor kanısındayım.
Gravitasyon;
elektrik-magnetik akışkan-lıklan(!)nm, son derece katı teorilerin, içinden
çıkılmaz kelimelerin arasında sıkışmış bir haldedir. Gravitasyonu keşfedemeyen (edemez! Çünkü, atomu
tanımıyor) çağdaş fizik de, 19. Yüzyıl fizikçileri gibi çâresizlikten
atomun içine bir avuç "Graviton tozu" doldurdu!
Atomlarda;
ne foton, ne renk fotonu, ne de graviton tozlan vardır! Atomun henüz en dış
kabuğu keşfedilmeden nasıl olur da çekirdeği veya (K) bandı açıklanır? Gayger
sayacıyla tesbit edilemiyecek ve çağın farkında bile olmadığı ........parçacıkları OZON TABAKASI
NI
YIRTTILAR! O teorilerin sahihlerini tebrik etmek gerekir; insanlar, bilim,
çocuklar, Mavi Gezegen onlara çok şey borçludur!...
işlerliği
düzenli ve zamandaş (simultaneo-us) olan elektriksellik - magnetik
kuvvetlerle ilişkin ortaya çıkan bir biçimli statik gravitasyon kuvvet
kütleleri sadece çeker. Gravitasyon sadece çeken bir kuvvettir. Evren'deki tüm
kütleleri bir tek bütün yapma eğilimi GRAVÎ-TASYON'-DUR.
Bir
kütleye egemen 4 kuvvet vardır: Elektriksel - magnetik - gravitasyon -
(x) kuvvetler.
‘
Gravitasyon; elektrik veya magnetik kuvvetlerden ayrı başlı başına bir kuvvet
de değildir. Buna göre, elektrik - magnetik karaktere sahip bir kütlenin
gravitasyonundan söz edilebilir; ZATEN BU EVRENDE BAŞKACA BİR KÜTLE YOKTUR!
Bu,
şimdilik şu demektir:
Elektriksellik
x magnetik = Gravitasyon ve (x) kuvvveti.
Galaksiler,
gezegenler, insanlar, elma, Evren ve her şey...
Hemen
önümüzdeki atomun gerçek kimliğini ortaya çıkarmadan Evren için keşin teoriler ortaya atmanın hiç bir faydası olamaz.
Henüz
Rowland’dan, Faraday'dan kalan ALIŞKANLIKLARLA! Evren'i, atomu nasıl açıklarız?
Gravitasyona ışık tutacak en küçük bir belirti bile bulunamadı...
·
*
Magnetik çubuk neden iter, neden çeker?
·
*
Nitelikleriyle en küçük bir benzerlikleri olmayan magnetik ve elektrik, nasıl
olur da birbirlerinin mutlak var olma sebebleri olurlar?
·
*
Neden?
Evren'in
mutlak kimliği ATOMLARDADIR. Fakat doğru tanımlanmış Atom'da, kolaylık olsun
diye ressam tarafından çizilen Atom Modeli'nde değildir! ,
Bu
nedenledir ki, bildiğimiz Atom Modeli ve tutucu teorileri bilimi senelerdir
çıkmaz sokaklarda dolaştırmıştır, diyebilirim. Bugün benimsediğimiz Atom,
Gravitasyonu açıklamıyor. Böyle giderse, sonsuza dek de açıklamayacak...
Bildiğimiz
tek doğru; ayrı kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iterler.... Aman ne çağdaş bilgi bu böyle?...
2500
sene önce Miletos'lu Tales duysaydı bu bilgiyi, acaba hakkımızda ne düşünürdü?
Tales de biliyordu magnetik taşların itişip - kakıştığını, ama neden? (Biz kesinlikle kanıtla-
dik).
Daha açıkçası, Büyük Birleşik Alanlar (GÜT'S) bu noktada ve Evren var olduğu
günden bu yana vardı. Mutlak sona kadar da var olacaktır.
Benim,
ne Rowland'ı, ne de Faraday'ı ö-nemsemediğim sanılmasın. Bu, çok yanlış bir
düşünce olur. O dehâların adına bile sonsuz saygı duyuyorum. İfâde etmek
istediğim;
"Bugün,
dünden çok parlak olmalıdır; bugün, dünden daha bilge olmalıdır."
Yüz
senedir olagelen akışkanlıklarla! Ku-antum Fiziği yürümez ki. Eğer
akışkanlık olsaydı, gravitasyon olmazdı, OLAMAZDI. Elektrik akışkan olsa idi
GRAVİTASYON KUVVET OLAMAZDI. Hâlâ anlıyamadınz mı?...
Kişisel
kanaatimle şunu kesin söyleyebilirim. Zira şimdi anacağım bu dehâyı ve
düşüncelerini, inanmıyacaksmız, ama duygulanabiliyorum..
Gerçek bir dehâ, gerçek bir bilim adamı, adına bile saygı duyduğum James Clark
MAXWELL.
Iskoçya'lı
Maxwell'in Kuantum görüngülerine veya Rudherford'un ünlü deneylerine
yetişememesi bilimin büyük bir kaybıdır. Şayet Maxwell dehâsı Rudherford'un
deneylerini görebilseydi, ben bugün "Evreni kuyudan dışarı çıkarılan
kurbağa" gibi görecektim.
Maxwell
şayet Kuantum'u görebilseydi, 12 gezegenli Güneş sistemimizi daha önce
kanıtlardı herhalde. 12'nci. Gezegeni, "Mavi Melek (Blue Angel)"
dediğim pırıl pırıl Mavi Gezegen'i keşfederdi mutlaka...
-oOo-
NETİCE
Netice
itibariyle, konuyu kısaca şöyle toparlayabiliriz:
MADDE:
Zamanın; düzensiz ve
farklı ilişkinliği ile bu ilişkinliğin (beraberliğin) istenmediği,
PDCS'nin düzen ve biçim kazandığı yerdir.
·
a)
PDCS atom halinde iken
biçim ve düzen zamana egemen olma eğiliminde, zaman ise maddeyi terketme
eğilimindedir.
·
b)
Bu kritik nokta maddeye
farklı seviyelerde kinetik kazandırıyor. "Kara Delikler"in
müthiş sun bu noktadadır.
EVREN:
Zamanın kendine özgü en
düzenli olduğu, kütlelerin içinde devindiği ve PDSC'nin serbest halde olduğu,
boşluğun şa-külünde FIR DÖNEN BİR YERDİR.
·
a)
Zaman PDCS'ye, PDCS zamana
karşı mutlak olarak duyarsızdır. Ancak, zaman; PDCS'den oluşmuş biçim ve düzeni
olan faal maddeye egemendir, serbest PDCS’ye değil.
·
b)
Hareket PDCS ile
taşınmasına rağmen, PDCS harekete aslâ eşlik edemez. Bu bültende açıklıyamayacağım
karakterinden dolayı hareketi ardaşık olarak yayar.
PDCS:
Evren'de üç farklı haldedirler:
a)
Serbest halde Evren'i
dolduran elemen-terlerdir.
b)
Kozmolojik üç farklı
merhale ile, farklı karakterlerde olan atomları
oluştururlar.
e)
Dönüşümlerde; dönüşümün farklı seviyelerinden dolayı yeterli ortamı bulamıyan,
biçim ve düzeninde kararlılık bulunmayan "A-tom kabukçuklan", yani
radyoaktif parçacıklar halindedirler.
Evren'de
olmuş veya olacak olan her şey, PDCS ve Kozmolojik Zaman'ın farklı ilişkisinden
başka bir şey değildir. Ancak bu ilişki, bir çift lehçe ile iki ayn lisanı
konuşuyor.
Madde
asla enerjinin yoğun olduğu yer değildi.... Asla!... Maddenih zaman ile olan farklı ilişkisi, farklı
dönüşümleri, farklı enerji türleri sergiliyordu.
Bu
açıklamalar, yeterli olmamasına rağmen, PDCS’nin özelliklerini bu bültende
anıklamayacağımdan, açıklamalar okuyucu tarafından tam olarak kavranamaz. Çünkü, bu gezegenin insanları tarihin en asil, en
saygın, en görkemli keşfini bu açıklamalarla yapacaktır.
İnsan
kendini ve Evren'ini oluşturan atomları ve fonksiyonlarını, atomların oluştuğu
PDCS'yi ve her şeye egemen olan zamanı keşfedecektir.
Bu
gezegenin insanı bu açıklamalarla bir anda matematiksel büyüklüklerle ALLAH'ını
TANIYACAKTIR.
İnsan
mutlak olan doğruya, bilimsel doğruluktaki değerlerle ulaşacaktır...
-oOo-
Yazana
İlmî çalışmalan hakkında bilgi vermek amacıyla kitabın sonuna 2 Bülten'i
eklenmiştir.
Bereket
versin ki, Hazret-i Muhammed sallalla-hu aleyhi ve sellem Efendimizin bu
Gezegen'i şereflendireceği; günümüzdeki Incil'de dahi hâlâ apaçık belirtiliyor!
Sadece bu cümle için özel bir kitap hazırlıyoruz ki, 1989 senedir Incil’i
okuyanlar; onu nasıl okuduklarını ve ne anladıklarını kendi kendilerine
sorsunlar!
20.
yüzyılın o görkemli uygarlığı(!)na; Tev-rât'taki öz bilgileri tam açan ve
ayrıntılarını Yâsîn sûresi'nin 80. âyetindeki net veriyle Uzay araçlarını
araçlarını ışık hızının % 40 > ulaştıracak enerji kaynaklarını
sergilediğinde... Hâlâ mı gerçeği göremiyecekler? Biz, Allah'ın bize emrettiği
görevi, yine Allah'ın rızâsını kazanmak için yapalım da... onlar
ne halleri varsa görsünler...
Biz
Müslüman bilim hizmetkârları, beşeriyete; adâleti, hakkı, iyi ahlâkı, bilimi,
Sevgili Peygamberimizin emri doğrultusundajcrâ etmekle mükellefiz. Biz Allah'ın
takdir ettiği ÎSLÂM'ı (teslimiyyeti) parçalamıya-cağız. Ancak, uyuyan din
kardeşlerimiz bir an önce uyansalar da bilimin, Kur'ân bilimlerinin bilim
adamlarına tam destek olsalar.Biz hayatını bilime +
Islâm bilimlerine adamış "Hür + Cesur + Yalnız" insanların çok
desteğe ihtiyacımız vardır, çok. En önemli desteğimiz de, bizi takdir etmeniz,
bize ekmek vermeniz filân de-ğildir...OKUMANIZDIR...
OKUMANIZ... anlamak + tatbik etmek için okumanızdır.
Tevrat'ta
"Taş Levha" ifâdesiyle asırlar önceki İbrânî+Aramî+ Azeri
dillerin zaman içinde uğradığı doğal tahribattır. Kur'ân'da Levha olarak ifade
edilir. Ancak, ne amaçlı levha oldukları da... işte
Kur'ân'ın; beni önünde secdeye kapandıran bilgilerin mutlak sahibi Yüce
Allah'ın öğrettiği Levhalardır ki, o Levhalar taş filân değildir!
"Ve
RAB Musa'ya dedi: Dağa, yanıma çık, ve orada bulun; ve
taş levhalarını, ve yazdığım şeriat ve emirleri öğretmek için onları sana
vereceğim." (Tevrât,
Çıkış, Bap 24, âyet: 12).
Hikmet;
fen bilimlerini içeren geniş anlamlı bir sıfattır. Örneğin "Füsûsu'l-Hikem";
hikmetlerin esası, yani "Fizik-Fen Bilimlerinin Esası"
demektir. Ancak, Hikmet = Alelâde Fizik-Fen değil; fen bilimlerinin esasının,
bilicisi, yapıcısı, fen bilimlerini tam olarak icrâ eden vb. gibi geniş
anlamlıdır. Yûnus sûresi, âyet l'de: "Sapasağlam ve hikmetle dolu
Kur'ân âyetleridir.", yani fen bilimlerini sapasağlam beyan eden
Kur'ân âyetleri deniliyor.
Öz
Arabça'da "küfr", sövmek değildir. Gerçeği Örtmek, bilgiyi saklamak
vb. gibi anlamlan içerir.
Melekût;
elçilik görev ve hakkını kazanan; halife vasfında süper mükemmel varlıkların
bulunduğu katmandır.
PDCS;
atomların oluştuğu en son bölünmez elementer öğelerdir. "Pair Duhan
cyristal silks = Duhan Kristal İplikçik Çiftleri". Bu elementlere, bu
ismi kaynağından dolayı biz koyduk. Bu gezegende ve diğer gezegenlerde bu
elementerlere esir (ether) değil, "Duhan Kristalleri"
denecektir. Daha doğrusu kabul etmek zo-rundadır...Bilim
Dünyası. Çünkü bbu elementerler, insan aklına gelen + gelebilecek bütün
deneylerle kendini kanıtlar.
Burada
ifade edilen Melek; Elçi- Melek demektir ki; peygamber de herhangi bir isim
değil bir görevin adıdır. Görevde ya insan, ya da melek ismiyle anılan
varlıklara atfediliyor. Peygamber, peygamberlik yapanın adı değil, yaptığı
görevin adından dolayı, o insana, o meleğe peygamber veya elçi melek diyoruz.Adı olmayan Peygamber var mıdır? Peygamberlik-
Resûllük görevi olan her Peygamberin bir adı mutlaka vardır, değil mi? Yani,
Peygamberlik,, görevinden dolayı sıfatıdır.
Issığ
gölü ve Baykal gölü arasında yaşayan mongoloid bir Türk urukunun ALANKOVA adlı
kadını da, parıldayan elbiselerin o görkemli görünüşleriyle; Ak-Çadıra tepeden
tüneyerek gelip özel yöntemlerle hamile bıraktıklarını kesin tarih verilerinden
öğreniyoruz. Çeng-iz (Cengiz Han) bu kadının soyundan geliyordu.
İsrail,
Hz. Ya’kûb'a Yüce Allah'ın lâyık gördüğü bir addır. Anlamı; "Allah'a
uğrayan" deniyor İbrani dilinde. Ancak, yaptığım ayrıntılı analizlerle;
Allah'a mutlak teslimiyetle nefisle uğraşan+ savaşan anlamlarda olduğunu tesbit
ettik. Tabii ki, bu meziyet sadece Hz. Ya'kûb'a hastır, isyânkâr torunlarına
değil. (Bkz. Tevrât, Tekvin, Bap 32, âyet 24-32)
Ey
insan! demektir. 6. âyetten de anlaşılacağı gibi, kasd
edilen Hz.Muhammed'dir.
116
Şuara
Sûresi'nin 160’ıncı âyetinde tekzib olundukları belirtilen elçiler, bu âyette,
iki elçi olarak bariz bir netlikle belirtiliyor. Üçüncü bir elçinin, önceki iki
elçiye takviye olarak gönderildiği, zaten Yâsîn sûresi'nin 14'üncü âyetinde,
mevzuya tam egemen bir veridir. Dikkat ediniz ki: Sayılan veya kaçının önce
geldiği önemsenmeden, "Elçiler geldi" denilebilirdi. Oysa
elçilerin ilk gelenlerinin kaç kişi olduklan ve üçüncüsünün özellikle sonradan
geldiği, O KADAR ÖNEMLİDİR Kî, ay-nntılan kat'iyyen gözden kaçırmayalım
Bu
ifâdeler bizim henüz keşfettiğimiz ve "Ev-ren'de Zaman ve Hayat 1"
adlı kitabımızda kanıtlamaya çalıştığımız "BUHARA ATOM Geometrisi"
ve istisnasız bütün görüngüleri (phonemeno) açıklayan fonksiyonları
açıklandığı zaman anlaşılabilir. Çağın Kuantum Fiziği bunu temelden
açıklamazsak aslâ kavrıyamaz.
KAVS,
bildiğiniz gibi Türkçe'de de "Kavis" veya " virajlı bir yay'ı" ifade etmek için hâlâ kullanılır. Oysa, kelimenin birinci derecedeki aslı "Kavs-i
kuzah", sonra Kur'ân'da "KAVS" olarak geçerken, aynı anlamı
ifâde etmek için, dilimizde de "Kavis" olarak kullanıyoruz.
Takvâ;
bir canlının kendisini dış etkilere veya dışarıdan gelebilecek zararlara karşı
koruma, savunma bilgilerinin tümünü içeren bilgiler tamamıdır. Bu bilgilerle
donatılmış kişiye "Takvâ sahibi" denilir.
Bu
görkemli araştırmayı ve sonucunu, Makine Mühendisi, gerçek Matematikçi ve saygı
duyduğum, dayım Tevfik- Başdoğan’dan seneler önce aldığımı belirtmek
zorundayım.
Aslında
o hastalık AIDS'ten çok daha tahlikeli bir virüstü. Onu, kitap uzayacak
endişesiyle, aynı zamanda Aids'in bir türü olduğu için kısaca Aids diye
ifadelendirdik.
"Bu
peygamberlerin hepsi de birbirinden ;elme tek
zürriyettir. Allah Semi'dir Alîm'dir." (Al-i rnrân sûresi, âyet 34)
Günümüzde
bile Arap kültüründe, gerekse o çağlardaki kültürlerde Arâmî veya Ibrânî
dillerinde de; insanlar tamamen BABA ADI İLE birlikte anılırlar.
"
Ve Sâre’nin câriyesi Mısırlı Hâcer İbrahim'e doğurduğu İBRAHİM OĞLU İSMAİL'in
zürriyetleri şunlardır." (Tevrât,
Tekvin, Bap 25, âyet 12).
"
Ve Esav İsmail'e gitti ve İBRAHİMOGLU İsmail'in kızı Nebayotun'u; kızkardeşi
Mahalat'ı karıları üzerine karı olarak aldı." (Tevrât,
Tekvin, Bap 28, âyet 9).
Dikkat
ediniz ki, bağlantılı ve tamamlayıcı bilgiler, Necm sûresi'nde 36 ve 37'nci
âyetlerdeydi; Mü'min sûresi'nde 36 ve 37'nci âyetleri ise zaten apaçık
ortadadır!
Bilimsel
çalışmalarımızda; zamanın maddeye egemen olduğu Evren'e (-)tive Evren; zamanın
hiç bir şekilde anlamı olmayan Evrenlere de (+)tive Evrenler diyoruz.
Ayrıntıları "Evren'de Zaman ve Hayat -1,3,4"
isimli kitaplarımızda açıkladık.
Firavun
NEKO çağında bu kızların feryâdını Tevrat'ta açıklanırken; Kur'ân-ı Kerîm'de
Kasas sûresi âyet 4'te netlikle açıklanıyor.
Bu
denklem bize aittir ve çok yakında bilim dünyasına ayrınülan ile sunacağız.
Denklemin içeriği, ener-ji'yi, kütle'ye dönüştürür.
Hazırladığım
raporlarda, adı geçen denklemlerin, atomları oluşturan PDCS elementerlerinin,
magnetik alanların gizemlerini Bilim Kurullan'na sunacağım.
Aslında
bu ışımaları yapan "tanecik" filan değildir. Ancak çağdaş
fiziğin diliyle şimdilik "tanecik" demek zorundayım. Bu
"tanecik" sözcüğünü sadece bir niteliği ifâde etmek için
kullanıyorum. Çalışmalarımı ve kanıtlarını bilim dünyasına aynntılan ile
sunarken, gerçek ifadeleri kanıtlarıyla birlikte kullanacağız.
Bu
bülten boyunca elementlerin HİDROJEN atomlarından oluştuğu ifadesiyle sık
karşılaşacaksınız.
·
1.
Gözlenebilen ve henüz
keşfedilmemiş taraflarıyla EVRENİN tümü ve tüm elementleri önce H1DRO-JEN'den
yaratıldı. İkinci bir kozmolojik sıkışma da, Hidrojen de dahil
8 farklı element oldu. 8 Atom numaralı elemente kadar, sekiz farklı elmement
üçüncü bir Kozmolojik-Koridor’da kimya listesindeki elementleri oluşturdu.
·
2.
Hidrojen atomları ise
sadece PDCS (PairDuhan Cyristal Silks) elementer öğelerden oluştular. Bu
ismi ben koydum ve başkaca ve bir şey de olamazdı.
·
3.
Ancak, bu bülten boyunca
elementlerin " Hidrojen elementlerinden oluştuğunu" bir
kısıtlama gibi belirtmek zorunda kaldım.
Yani
bir elementin oluşumunu "Hidrojen-Helyum" veya
" Hidrojen-Oksijen" ifâdeleri yerine, element oluşumunda ilk
sırayı aldığı ve % 99 oranında rolü olduğu için, bu bültende sadece" Hidrojen"
ifâdesini kullandım.
·
a)
PDCS elementerlerden -
Hidrojen atomlarına,
·
b)
Hidrojen'den - 7 farklı (Hidrojen dahil 8) ve
kararlı elemente,
·
c)
8 farklı elementten kimya
listesindeki tüm elementlere,
·
d)
Süper evrim geçirmiş yaşlı
radyoaktive elementlerden veya çözülmelerden tekrar PDCS'ye dönüşümleri
açıklamam; oldukça hassas konular ve ciddi çalışmaları gerektirdiği için, bu
yazı boyunca sadece Hidrojen ifâdesini kullanmak zorunda kaldım.
Amacım,
bu bültende tam bir açıklık getiremiyece-ğimden zihinleri fazla
karıştırmamaktı. Bu çalışmalarımı ve kanıtlarını " Evren 'de Zaman
ve Hayat" adlı kitaplarımda açıklıyorum.
gr.
Au denklem gereği 10 saniyede enerjiye dönüşürse,
1
gr. Fe denklem gereği 20 saniyede enerjiye dönüşürse,
Birim
kütlesi aynı olan iki farklı nitelikteki elementin enerjiye dönüşümleri de
farklı sürelerde olacaktır. Çünkü deney altın için 10, demir için 20 saniye ile
sınırlıdır. Deney, sayıla
mayacak
kadar çok farklılıklar sergileyecektir. Mesela:
+
5,108832 X 1032 = 1,957394566899 x 1032 saniye
yaşıyacaktır.
Durağan
halde 1620 sene yaşayacak olan bir kütle bu deneyle 1620 termodinamik senesini
10 psikolojik saniyeye sıkıştırarak enerji sergiliyorsa - ki sergiliyor
- bu madde zamanın yoğun olduğu yerdir! ifâdesine doğru götürür bizi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar