Print Friendly and PDF

ŞEYTANLARIN AKILSIZLIĞI (Foolish of the Satans)

Bunlarada Bakarsınız

 


Yazan: Buharalı İbrahimoğlu AZİZ KEMAL BURKAY (Fizik, Astro-Fizik- Elekronik Uzmanı)

Ölümsüzlüğün yaşandığı (+)tive bir Evren'e
en fazla 70-100 senelik fâni hayatı tercih eden salaklardan olmamak için
 olabildiğince okumak + öğrenmek zorundayım.
İmânla bilgi bankama kayıt edeceğim değerlerle
Yüce Allah'ın mükafatına kavuşacağıma inancım tamdır.

"ŞEYTAN HİZBİ, ŞÜBHESİZ HÜSRANA UĞRAYACAKTIR.”

(Mücâdele Sûresi, âyet 19)

BİSMİLLAHİ'R-RAHMÂNİ'R-RAHÎM

(Rahmân Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla)

SUNUŞ

Sayın Hans AIBERG ile, Dünya’da ilk kez Yaymevimizce siz kıymetli okurlarımıza sunduğumuz ”ARZ > ARŞ" dizisine bir yenisini ekliyor ve yine Dünya’da ilk kez bu yeni dizimizi sunmanın mutluluğunu siz kıymetli okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.

Sayın Aziz Kemal BURKAY'ın hazırladığı bu dizinin adı "EVDEN'DE ZAMAN VE HAYAT"dır.

Ve, konunun güncelliği nedeniyle, dizinin 2'nci kitabı olan "ŞEYTANLARIN AKILSIZLIĞI" ile başlıyoruz.

Sizlerden gelen istekler- "ARZ'dan ARŞ'a" dizisinde olduğu gibi- Kur'ân-ı Kerîm’in ve Hadîs-i Şeriflerin pozitif ilimlerin ışığında yorumlanması gerektiği ve ÇAĞDAŞ BÎR TEF-SîR'E DOĞRU yaklaşmamızın ne kadar gerekli olduğunu gösterdi. Yayınevi olarak; bu yönde düşüncesi ve müsbet yorumlan olan herkesin ve her ilim adamının elindeki bilgileri yayın hayatına ve siz sevgili okuyuculanmıza ulaştırmak Cenâb-ı Hakk'tan en büyük dileğimizdir.

Zira İslâm gerek felsefe, gerek hayat tarzı bakımından her türlü beşerî ilimlerin üstündedir. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm bir bilim kitabı de-, ğildir. Ama, bizlere anlaşılması güç gelen veya bir hikâye gibi gözüken her olay ILÎM ADAMI için anahtardır. O anahtarı bulabilene ne mutlu. Zira Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyette AKIL SAHİBLERÎNE hitab etmekte; meâlen "AKIL SAHİBLERİ İÇİN ÖĞÜTTÜR, UYARIDIR. ANCAK ÂLİMLER KORKAR, ANLAR" buyurmaktadır.

Sayın BURKAY, bu eserinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadîs-i şerifine; Kur'ân-ı Kerîm, încîl ve Tevrât âyetlerini delil göstererek yepyeni bir yorum getirmektedir. Bu kitabı okuyan Müslümanla-nn, artık "ŞEYTAN OYUNCAĞI ZAVALLININ" yazdığı "ŞEYTAN ÂYETLERİ" rezilliğinden üzülme sebebleri ortadan kalkmıştır. Gönül isterki, o rezilliği okuyan herkesin bu kitabı da okumaları ve gerçeği öğrenmeleridir.

ADI GEÇEN REZİL kitaba göre; "Gördünüz mü Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan Menât'ı?" (Necm sûresi, âyet 19, 20) okuyan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu âyetlerden sonra, Şeytan aley-hillâne'nin araya girip fısıldaması ile, bunu da vahiy sanarak "Bunlar gârâniyku’l-ulâ'dır (Yüce Ak-Kuğulardır). Şefaatleri umulur." buyurmuş. Sonra, Cebrâîl aleyhisselâm bunların vahiyde' olmadığını söyleyince, çıkarılmış!

SÜBHÂNALLAH!

Orta derecede akla sahip dürüst bir insan bile teslim eder ki, tarihî gerçekler karşısında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bunu söylemiş olması mümkün değildir. Bir de şunu kesinlikle biliyoruz ki, VAHY BİR TÜR KAPALI DEVREDİR. Ona İblîs'in girerek "PARAZİT" yapması, aslâ mümkün değildir, aslâ!

HÂŞÂ, SÜMME HÂŞÂ!

Çünkü, vahiy (vahy), muhâtab olan o kimseden başka hiçbir kimsenin, hiçbir 3'üncü kişinin haberdâr olamıyacağı biçimde, birisine, araya bir zaman fasılası girmeksizin ve gizli olarak (mahrem) bir şeyi bildirmektir; Allahü Teâlâ'nm Rasûlüne bildirmesidir.

Vahiy, "Medyumluk, metafizik, metapsişik" bir olay değildir. Çünkü, adı geçenlerde irtibat sadece kişiler arasındadır. Vahiy de ise, Allahü Teâlâ ile Rasûlü arasındadır.

En'âm sûresi'nin 116'ncı âyetinde duyurulduğuna göre; Allahü Teâlâ'nm vahyine, vahiy sırasında İblis hiçbir şey kanştıramaz. Allahü Teâlâ'nm kelâmı tam bir doğruluk ve adâlet (sıdk ve adi) ile tamamlanır. Bu sözü (vahyi) İblis, insan veya Cinn Şeytanı, başka bir söz ile değiştiremez.

NEÛZÜBILLÂH!

Bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Hacc sûresi'nin 52-55'inci âyetlerinde buyurulduğu gibi; Allahü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'den önceki İlâhî Kitablan nesh etmiş ve son İLÂHÎ KlTAB OLAN KUR'ÂN-I KERÎMİ İLÂHÎ HİMÂYESİ ALTINA ALMIŞTIR.

O halde; Zât-ı Eceli ve A’lâ, Allahü Azîmü’ş-şân ile, Rasûlü arasındaki bu bilgi-buyruk alma irtibâtına (mânevi cihazına) İBLİS aleyhillâne hiçbir şey kanştıramaz, bu aslâ ve kafa mümkün değildir. Amma, İblîs'e tâbi olan, onun SAPIK YOLUNDAN GİDEN İNSAN VE CİNN ŞEYTANLARI, Peygamberlerin tebliğini onîann gıyâbında bozmaya çalışır. Bir örnek mi istiyorsunuz: Mûsâ aley-hisselâm kavminin yanından uzaklaştığı zaman SÂMÎRÎ'nin o kavmi ayartıp, yoldan çıkarması...

inşâ Allah bu kitab, hem Islâm'ı gerçek gözüyle göremeyen biz Müslümanlara ve hakikati arayan, bu yolda gayret sarfeden tüm insanlara aynı zamanda bir hidâyete erme vâsıtası olacaktır (1).

"Şeytan hizbi, şübhesiz hüsrâna uğrayacaktır.” (Mücâdele sûresi, âyet 19)

Editör

Hûlki Ali Eser

YAZAR HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Bu kitabın yazan Aziz Kemal Burkay, 17 Haziran 1946'da Elazığ -Maden’de doğmuştur.

3 yaşlarındayken sevgili babası Büharalı Ali Rızaoğlu İbrahim Bey'i kaybedince, sakat anacığı ile yaşamaya başlamıştır. Seneler sonra annesi tekrar evlenmek zorunda kalınca, dedesi ve ninesi tarafından büyütülmüştür.

Erken gençliğinin geçtiği Ergani'de, kasaba çevresinde oluşan "Hor tumbaca. bakmak için pür dikkat beklemek, görüp yetişebildiklerinin içine girip; içinde olup-bitenleri incelemek en büyük tutkularından biriymiş...

Burkay, ilkokul sıralanndayken su dolu havuzlarda yaptığı deneylerde, su üstündeki yaprakların bir yere gitmediğinin farkına vanp; öylesine kötü alışkanlıklar edinmiş ki; çoğu kez fazlaca suda kalmaktan ötürü vücudu keçeleşip yatalak hasta olmuş. Kendisi o günleri anlatırken; "Ağzıma aldığım hortumla suya göz hizasına kadar girip, sattlerce; dışarıdan iplerle kontrol ettiğim taşları havuza atıp oluşan dalgaları izleyerek, suyun deride yaptığı tahribatın ızdırabına katlanmak zorundaydım." diyor.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, yaptığı özel düzeneklerle havuzun içinden dışarıya taş attınp dalgalardaki farklılıkları ters yönde inceleyecek kadar; dalga tutkusu gece-gündüz tek amacı olmuş.

Burkay, öylesine ileri gidiyor ki; bakır cevheri çıkarılan madende artık dinamit fitillerindeki barutlarla küçük patlayıcılar yapıp; renkli boyalan durgun havuz suyuna bırakıp -kendisi de suyun içinde olmak şartıyla - patlatırmış!!!

Amacı, dalga hareketini renkli boyalarla izlemek! Çoğu kez hayatî tehlikeler atlatmasına rağmen bu çılgınlıklara devam etmiş!

" Çevre, insanlar, eşyalar hareket eden aracın altından bakarsan, acaba nasıl görünür?" diye düşünür dururmuş.İşte, ipe -ı sapa gelmeyen böylesine bir soruya cevap bulabilmek için kendisini maden çıkarılan sahadaki Öklid (Euclid) 20-40 tonluk maden cevheri taşıyan o kocaman arabanın altına "Difransiyel" ayaklarından bağlayıp elleriyle de şaşeyi tutarak gözlem yapmaya kalkmış. İşte, o gün çevreden yetişenler tarafından kurtarıldıktan sonra, tam anlamıyla "İSTENMEYEN ÇOCUK" ilân edilmiş.

Babasız oluşu ve dedesinin saygın kişiliği sayesinde bu garip davranışlarını dayak yemeden atlattığını söyleyen Burkay, o günden sonra madende "İngiliz Kemal" olarak anılmaya başlanıyor.

1957'de, barutlarla içini doldurduğu, silin-dirik Kanada peynir kutularının birisini ROKET yapıp ateşlediğinde, çevresindeki bütün camların kırılması dolayısıyle 10 gün kadar yakınlarından saklanmak zorunda kaldığı da bir başka anısı.

Yine, İlkokul çağlarında, Bakır Fabrikasında POTA'dan vagonlara dökülen eriyik bakır madeninin etrafa saçılan küçücük taneciklerinin, niçin hep yuvarlak-küreler gibi olduklarını araştırması ve erittiği kurşun taneciklerinin de küreler olma eğiliminde olduklarını gözlemesi; bilimsel yaşantısındaki en değer verdiği olaylardır.

O günlerden sonra yaramazlıklarının durduğunu ve çevreye daha etkili zorluklar vermeye başladığını anlatıyor:

"Karlı-soğuk havalarda, nasıl oluyor da soğuk hava burundan giriyor ve hemen vücut ısısına ulaşıyor?” sorusuna çocuksu duygularla cevap aramaya çalışırken Zatürree'den zor kurtuluyor!

Rahmetli nineciğinin, Burkay'ın evde yaptığı gizli deneylere göz yumduğunu, hatta o yoksul haliyle bile; tel, mıknatıs, lehim vb. alması için harçlık bile verdiğini gözleri yaşararak anlatıyor ve bu arada ninesinin şu sözünü hiç unutamadığını söylüyor:

Oğlum, zengin bir aile olsaydık sana her istediğini mutlaka alırdım."

Ninesini rahmetle anan Burkay, O'na çok şey borçlu olduğunu söylüyor:

"O denli çevresine zararlı olan bir torunu seven, sevgi örneği, bilim âşığı bir nine idi. Hatta, çoğu kez; ' Bana da anlat, bu mıknatısı dönderince bu ampul nasıl yanıyor?” diye sorduğunu ve kendisine durmaksızın moral verdiğini söylüyor.

1962'de dedesini kaybedince, bir dayanaktan daha yoksun kalan Burkay, "Akademik" eğitimi olmamanın verdiği ızdırabın boşuna olduğunu 1987'de kavrıyor.

Burkay, 1963'de elektronik alanında çalışmaya başlıyor. Çalışıyor+Okuyor+Deniyor + kazanıyor ve tam anlamıyla kendisini yetiştiriyor.

Çok sevdiği sakat anacığının iyi-kötü terzilik yaparak kendisine destek sağladığını, ancak bilimsel araştırmalarına ninesi kadar yumuşak yanaşmadığı için, annesi ile pek geçi-nemediğini de ifade ediyor.

Burkay, özel hayatında, bilimselliğin dışında tam anlamıyla GEÇİMSİZ BİR İNSAN olduğunu dile getiriyor. Zaten bu da her halinden belli oluyor!

Burkay'ın bir tutkusu da şu: Arka ayaklarıyla gübreden "Bilye" üreten GÜBRE BÖCEKLERİNİ İZLEMEK! Bu böcekleri izlemek ve gübreyi "Bilye" haline getirmeleri yazara öylesine bir haz veriyor ki, anlatırken bile gözlerinin içi gülüyor.

Bu böceklerin müthiş geometri bildiklerini,' aşın dengeli ve dikkatli bir mühendis gibi çalıştıklarını; özellikle sıvılık-katılık oranlarını iyi tayin ettiklerini; ballandıra ballandıra anlatıyor.

Burada; Cenâb-ı Allah'ın her yarattığına özel ve fakat mükemmel bilgiler programladığını hatırlatmak istiyoruz.

Burkay; Turhal, Finike ve Antalya'da kendi işyerinde, laboratuvarlannda çalışmalarından başka; yurt dışında petrol sahalarında ve elektronik alanda ITT (AME), Halliburton, INAS, UNIBECO, Petro - Kimya Methanol Fabrikalarında (UHDE) gibi firmalarda da çalışmıştır. Şimdi de, çalışıyor, deneylerini şür-dürüyor, durmaksızın öğreniyor, okuyor, araştırıyor... Halliburton Petrol Şirketi'nin ve ITT (AME) Şirketi’nin, özellikle JHON V. KRI-VOK'un kendisine çok destek sağladıklarını belirten Burkay, kendilerine şükran borcu olduğunu da ifade ediyor.

’’Cenâb-ı Allah, niçin Kâ'be-i Şerifi bir nokta olarak tahsis etti?" sorusuna cevap aramak için 1977'de Mekke'ye gidiyor.

1977'de Ozon tabakasının yırtılabileceğini, Turhal'daki çok sevgili arkadaşlarına anlatan Burkay, arkadaşlarının bakışlarının değiştiğini sezinleyince, tekrar Yurdışma gidiyor ve 20'-den fazla ülkede araştırmalar yapıyor.

Tevrat ve Incil'i, müthiş ince ayrıntılarına kadar analiz etmeyi başaran Burkay, en büyük amaçlarından birinin "Mûsâ aleyhisselâm'm sandığının yapımı" olduğunu; ancak Tevrât'm tahrif edilmiş olması sebebiyle, son derece önemli ayrıntıların ortadan kalktığını üzülerek anlatıyor.

Çalışmalarına şimdilik teorik olarak devam eden Burkay, aşağıdaki benzerlikleri söylüyor:

·        * Nûh aleyhisselâm'm baba adı LA -MEK'tir. Ters taraftan okunduğunda KEMAL oluyor.

·        * Nûh Tûfânı ayın 17'sinde olmuiştür.

·        * Sular çekildiğinde, Nûh'un gemisi yine ayın 17'sinde karaya oturmuştur.

·        * Nûh aleyhisselâm, ikinci ayın 17'sinde karaya ayak basmıştır.

·        * Ya'kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm ile Mısır'da 17 sene yaşamıştır.

·        * Bu kitabın yazan Kemal Burkay da 17

Haziran'da doğmuştur.

En nefret ettiği şeyin OKUNAN ŞEYİN KAVRANAMAMASI olduğunu söyleyen Burkay; okumamanın bir insanlık suçu, affedi-lemeyecek bir suç olduğunu söylüyor ve okurken, okunan şeyin yaşanması gerektiuğini ısrarla belirtiyor.

Yaptıklarından dolayı, Yüce Allah'tan mükâfat alacağına inanan Burkay'ın tek korkusu CEHALET!

YÜCE ALLAH'm huzuruna câhil bir kul olarak çıkmaktan; Cenâb-ı Peygamberin dîvânına bilgisiz bir Müslüman olarak çıkmaktan; yine Rahmân ve Rahîm olan ALLAH'a sığınırım, diyen Aziz Kemal Burkay'ın yayınlanacak kitapları şunlardır:

EVREN'DE ZAMAN VE HAYAT

Evrenleri İLÂHÎ geometrilerle Yaratan, yerleri ve gökleri üstün matematikle dantel dantel İşleyen, ÂLEMLERİN RABBİ YÜCE ALLAH'A KULLUK;

Beşeriyyetin timsâli, eşsiz Ahlâk örneği, Bilimin önderi, en olgun insan Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e hizmet edebilmek için bu kitabı yazdım.

Amacım; Allah rızâsını hak ederek kazanmak, bilerek hak etmeye yöneliktir.

Yaratmadan önce bana, beni öğreten, yarattıktan sonra beni imtihan eden Alîm olan Allah'a sığınırım.

Sığınırım O'na ki; gururlanmaktan, cehâ-letten, âcizlikten, tembellikten sığınırım: Âlemlerin Rabbine...

Hayatın var oluş gizemlerini, eşyanın iliş-kinlik (relation) ve amaçlarını araştırarak ulaştığım NET sonuçlardan birisi de şudur:

Akıl, nefse egemen olursa -> İnsan + Melek = Halife adayı;

Nefs, akla egemen olursa İnsan + Şeytan = Şeytan adayı; kombinasyonu olarak karşıma çıktı.

Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;

Cenâb-ı Allah önce AKILI YARATTI” buyurmakla, bilim adamı Müslümanlara yegâne başlama koordinatını zâten tâyin ediyordu.

Rahmeti, yani Evrensel Sevgisi Âlemlere sinen YÜCE ALLAH'ı bilerek bilmenin.. O'NU tadarak O'NA ulaşmanın... O'NA ÂŞIK olabilmenin MUTLAK YOLU .... ancak Bt-LÎMDİR.

Hayatım boyunca, pratik veya teorik tüm çalışmalarımda; Kur'ân-ı Kerîm'i, durmaksızın yenilenen, durmaksızın birbiriyle savaşan teorilerin, silâh yapan bilimin arkasından aslâ götürmedim.

Zâten gidemezdi.

Kur'ân’ı, bilime önder de yapmadım..

Zâten olamazdı...

Çünkü Kur'ân-ı Kerîm; Ezelden, takdir edilen SON'a dek zâten yegâne ÖNDERDİR.

Ben âciz kul, önder olan Kur'ân'ı nasıl önder yapardım?

Yaptığım, yine Cenâb-ı Allah'ın lütfuyla sadece tercümanlık.

inanıyorum ki, artık çağımızda; yapılan üç-beş makinanın verdiği şımarıklık; yerini daha olgun, daha bilge, erdeme yönelen insan kitlelerine bırakacaktır.

Çünkü KUR'ÂN-I KERÎM TEMEL ve TAVAN KANUNDUR....

KUR'ÂN, DOĞRU BÎLGÎNÎN KATİ GERÇEĞİDİR.....

KUR'ÂN, Alîm ALLAH'ın VAHYÎ'dir..

KUR'ÂN EVRENLER BÎLlMlDlR...

KANIT MI?

Son 100 yıldır öyle olduğu zan edilen

ATOM geometrisini ve istisnasız bütün görüngüleri açıklayan, kanıtlayan BUHARA ATO-MU'nun gerçek kimliğini.... en son elementer öğeleri ki, bunlara PAIR DUHAN CYRISTAL SILKS (PDCS; Duhan Kristal İplikçik, dedim) cevherlerini........ çalışma sistemini..... madde

ve zaman savaşını..» bazıları için biraz üzücü olacak! ancak KUR'ÂN öğretiyordu.

Nasıl olurdu da bu Evrensel gerçeği; ancak bomba yapan, bazı hallerde sevgi düşmanlığı yapan, bir takım bilimlerin (!) ardından götürürdüm?

Bilimin kutsallığına olan sevgim, beni Cenâb-ı Allah'a götüren mutlaktır, bilimin kutsallığını kasd etmiyorum. Çıkarlar uğruna reklam edilen bilimi yeriyorum ki, ona da zâten bilim denemez.

Bu gerçek Atomu, fonksiyonlarını, gravi-tasyonu, süper iletkenliği çevre ısısında.... 20. Yüzyılın Müslüman bilim adamları henüz keşfettiler.

Müslüman bilim adamlarının huzurunda saygı ile eğilirim.

Türlü imkânsızlıklar, hatta engellemeler içinde yazdığım bu kitap; Müslümanlara, Hı-ristiyanlara, Musevilere, Allah'a inananlara, hatta istisnasız bütün insanlara; Kâinât'ın Efendisi Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in, Kur'ân'da Yâsîn sûresindeki BİRİNCİ ANAHTAR BİLGİ ile, MESAJI olarak iletmek hizmetini biz kuluna bahşeden Cenâb-ı Allah'a HAMD eder; bu İlâhî ödülü Müslümanlarla PAYLAŞIRIM.

Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem; Âlemlere ancak sevgi ve iyi ahlâk örneği, iyi ahlâkı kemâle erdirmek için o Yüce şâniyle gönderilmiştir.

İnsanların gerçeği görememelerine üzülen Rasûlullah'ın göğsü göğe sıkışacakmış gibi sıkışır, günlerce insanlar için... evet bütün insanlar için ağlardı.

O'nu teselli eden yegâne ödül ise; Cenâb-ı Hakk'ın Evrensel Sevgisi idi.

Ümidediyorum ki, 20. Yüzyıl uygarlığı (!) şu âna kadar yapılan hataların, artık yapılmaması gereken hataların... bilincine bilimsel seviyede ulaşacaktır. ÇÜNKÜ;

Bu kitabın bilimsel içeriği; sadece Cenâb-ı Allah'ın vahyi ile Cenâb-ı Peygamberimizin bütün insanlığa; İNSANLIK TARİHÎNİN EN ÖNEMLİ MESAJIDIR.

Hazırladığım projelerle; VENÜS gezegeninin Kuzey ve Güney odak noktalarından SONİK MAGNETİK PATLAMALARLA MER-KÜR'ün magnetik açı farkına kısa aralıklarla darbe yaptırmayı ve Güney'in VEGA doğrult-sundaki sipiral (Kur'ân'da "Kevvere") yörüngesinde 2°'lik fark 2046 yılından önce Güneş sistemini ŞÎ'Râ sisteminin magnetik alan dış zarfının basıncından; Alîm olan Allah'ın ilmi ve lütf-u keremiyle kurtulabilecektir.

Çağın teknolojik ve bilimsel gücü (gülmemek elde değil!) yeterse, Venüs ve Merkür arasında ve devinim diskine 20° - 40°'lik açılarda Sonik Magnetik Şok Fırtınaları oluşturacak SUNİ bir uydu ile; ki süper iletkenlik başarılmadan bu denli süper magnetik alan elde edilemez; Güneş'"e ve doğrultusundaki çizgiyi 1 ° - 2°'lik saptırabilir.

İstisnasız bütün Müslümanlara haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum:

" Ki onlar Rabbinin katında âzab için dam-galanmışlardı. (Ey Rasûlüm), bu taşlar senin ümmetinin zâlimlerinden de UZAK DEĞİLDİR..." (Kur'ân-ı Kerîm; Hûd sûresi, âyet 83).

Bu âyette sözü edilen taşlar 100 ve 110'uncu Kimya listesindeki Radyoaktive elementlerdir. Uzay'ın madde (kütle) üreten koridorları katindadır.

" 111, 112, 113 ve 114. elementler biorad-yoaktivedir." Bu ayrıntıları, dizinin diğer kitaplarında açıklamaya çalıştık.

Bozuk telaffuz hatasıyla Platon'dan öğrenilen ATLANTİS’in nerede, niçin ve nasıl battığını; bu uygarlığın orijinal adının URUKA ait olduğunu; kalıntılarının nerede bulunacağını ayrıntılarıyla açıklayan KUR'ÂN-I KERîM'e inanmamanın değil......okumamanın değil.......

Nefes dahi almadan okumanın gerekliliğini umarım ki fazla geç kalmadan topluca, tüm insanlıkça anlarız..

Bu kitap, "Şeytan Âyetleri (Satanic Ver-ses)" adlı kitabın içeriği olan; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in;

Onlar kendilerinden şefâatleri umulan Ak Kuğulardı." cümlesinin bilimsel gizemlerini ve doğruluğunu kanıtlamak için yazılmıştır.

Bu kitabın adı "Şeytanların Akılsızlığı"dır.

Bu kitapta 180 Kur'ân âyeti, 22 Tevrât âyeti, 2 İncil (Luka) âyeti veri olarak alınmış ve Kuğular gizeminin kanıtlanmasında yegâne başvuru kaynağı olmuştur.

Âlemleri sevgisiyle, Rahmetiyle yoğuran Rahmân ve Rahim olan Allah; Esirgeyen ve Bağışlayandır. Affedendir, Gözetendir, Şefkatlidir, Merhamet Sahibi'dir; Âlemlerin Rabbi olan Allah Alîm'dir.

Buharalı İbrahimoğlu

Aziz Kemal Burkay

Kitabımı oğlum

ORKUN BURKAY'ö ithaf ediyorum.

BİSMİLLAHİ'R-RAHMÂNİ'R-RAHÎM

·         (1) (Ey Rasûlüm), senin saâdetin için, göğsünü (hikmetle doldurup) genişletmedik mi?

·        (2) Sen'den (Peygamberliğin ağır) yükünü hafifletip kaldırmadık mı?

·        (3) Öyle ki, (o yük) sırtını çatırdatıp bükmüştü,

·        (4) Senin şânını (ismin ezân ve kaametlerde okunmakla) yükseltmedik mi?

·        (5) Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var.

·        (6) Evet, muhakkak güçlükle berâber bir kolaylık var...

·        (7) O hâlde, (me'mûr bulunduğun bir işi bitirip) boşaldın mı, (yine başka bir iş ve ibâdet için) kalk yorul;

·        (8) Ve yalnız Rabbine rağbet edip (O'ndan) iste...

(Kur'ân-Kerîm; înşirâh sûresi, âyet: 1- 8)

Bilinmesini altını çizerek belirtmek isterim ki, bu kitabımda kullandığım ifâdeler, görüşlerim hiçbir şahsı veya toplumu doğrudan doğruya hedef almamaktadır. İnsanlara ırklarından, renklerinden veya dinlerinden dolayı herhangi bir fark gözetmediğimi, tümüne Evrensel bir sevgi duyduğumu bilmenizi de isterim. Ancak, kendini bilime adamış mütevazi bir araştırman olarak, bilim adamı mü'minlere, Tevrât'a veya Încîl'e inanan bilim adamlarına, dolaylı veya doğrudan doğruya sitem ettiğimi de inkâr edemiyorum.

Tevrât'ın, Incil'in ve Kur'ân-ı Kerîm'in ciddi seviyelerde bilimsel verilerini, tarihlerini, yardımcı bilim dallarıyla iç içe araştıran mütevazi bir fîzik-elektronik araştırmanı olarak; bu alanda henüz ilgili eserlerimi yayınlamamış olmama rağmen, özellikle Kur'ân-ı Kerîm'in insan değerine yaraşır ahlâk, davranış, düşünce biçimleriyle yönlendirdiği Zihinsel Matematik, Fizik, Astronomi, Kuantum Fiziği, Genetik Bilimlere yön verecek, bilimler arası koordineyi sağladığını ve günümüz bilimsel verilerinde, mutlak kaynağı olduğunu KANITLAYAN bir MÜSLÜMAN olarak, bilim adamı mü'minlere; inanan Musevi ve Hıristiyan bilim adamlarına, bilimsel keşiflerdeki gecikmelerindendir ki sitem etmekte biraz da olsa haklıyız gâliba!

Bir takım kara cübbeli insanlar, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Kur'ân-ı Ke-rîm'e, her şeyden önce kendisinden önceki İncîl'i ve Tevrât'ı tasdik edici olduğunu bilmelerine rağmen, NEDEN VE NEYİ TASDİK ETTİĞİNİ BİLİMSEL SEVİYEDE VE YARARLANMAK AMACIYLA KATİYYEN ARAŞTIRMADILAR. Araştırmak şöyle dursun, araştınlmaması için çalıştılar da üstelik. Örnek mi? "Şeytan âyetleri" ni yazanlar, yazdıranlar, yayımlayanlar! Aferin!

Kur'ân-ı Kerîm; Tevrat'ta ve İncîl'de neler vardı ki, TASDİK ediyordu? Birçoğunun dara-' cık, kısır düşünceleriyle "Tevrât ve İncil orijinal değildir" zannı ile ciddi seviyelerde araştırılması gereken gizemleri kilitleyen yegâne ön yargılardı. Bu kasıtlı ve ön yargılı bilgileri insanların beyinlerinde programlayanlar amaçlarına tam olarak ulaştılar. Bu ayrı bir konudur ve fanatik amaçlara hitab ettiği içindir ki konumuzun dışında kalması gerekir.

Şimdi soralım: încîl ve Tevrât tam orijinal olmamasına rağmen 6. yüzyılda yaşayan sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, bir tek kelime ile de olsa;

"Sakın İncîl'e ve Tevrat'a el sürmeyin, araştırmayın, tasdik etmeyin!" buyurmuş mudur? Böyle bir hadîs-i şerîf var mıdır?

Niçin Islâm'ın üçüncü şartında, Allah'ın Kitab’lanna ve Suhuflanna kayıtsız-şartsız inanmak emredilmiştir? "Kitap" değil, "Kitapları" denildi değil mi?

Peygamberimiz, hayatta bulunduğu süre içinde Incil'in ve Tevrât’ın bozulduğunu bilmiyor muydu ki; zinâ yapan bir Yahudi hakkında verdiği karara itiraz edilince, "Tevrat'a bakın!" buyurmuştu. Ancak, Tevrat'ta da aynı cezâ uygulanıyordu.

Bu ve benzeri olaylardan sonra, birtakım sosyal içerikli Tevrât âyetleri ve hükümleri bildiğiniz gibi sistemli olarak tahrif edildi, bozuldu. Bu gerçeği Tevrat’ın kendisi zâten açıklıyor: Şöyle ki:

"Biz hikmetliyiz ve Rabbin şeriatı biz-dedir, diye nasıl söylüyorsunuz? Fakat işte, yazıcıların YALANCI KALEMİ YALAN DÜZDÜ. Hikmetli adamlar utandılar, yıldılar ve ele geçtiler: İşte, onlar Rabbin sözünü KENDİLERİNDEN ATTILAR, ve onlarda HİKMETİN NESİ VAR?" (Tevrât: Yeremya, Bap: 8, âyet: 8, 9)

Tevrat'ın uğradığı tahrifatı yine Tevrat'tan izleyelim:

"Ve artık Rabbin yükünü anmıyacaksı-nız: Çünkü herkesin yükü (yükten kasdedi-len, günâhtır) kendi yükü olacak: Çünkü siz HAYY OLAN ALLAH'IN, ordular Rabbi-nin, Allah'ımızın sözlerini DEĞİŞTİRDİNİZ." (Tevrât: Yeremya, Bap: 23, âyet 36)

Tevrât ve Incil'in bilimsel verilerinin tam anlamıyla deklere edildiği "Evren'de Zaman Ve Hayat" adlı kitaplarımızda, gerek kasıtlı yapılan tahrifleri, gerekse cehaletlerinden dolayı, o görkemli hâzinelere kendi elleriyle vurulan darbeleri, Tevrât ve Incil'in kendisi zaten açıklarken, bu durumu Kur’ân tam anlamıyla kanıtlıyor.

Bu ve benzeri tahrifler insanlık tarihinde hep olagelmiştir. 14. yüzyılda Ispanyol korsan-lannın (sözüm ona!) Amerika kıtasını keşifleriyle yaptıkları talandan söz etmek, her saygın bilim adamını ağlatan kara ihanetlerden değil midir? Oysa, Amerika kıtasına M.S. 11. Yüzyılda Leif Ericson bilerek gitti ve geldi.

"Hazret-i Peygamberin vasıflarına dair Tevrât'taki kelimeleri konuldukları yerden değiştiren Yahu-dilerden bir kısmı, dillerini eğerek (yani, telaffuz farklı kelimelere farklı yön vererek) ve dine (önce bilim kaynağına) saldırarak şöyle dediler:........."

(Kur'ân-ı Kerîm; Nisa sûresi, âyet:46).

Kur'ân-ı Kerîm'in ellerindeki Tevrât'ı çok iyi öğrenmelerinden sonra gönderileceğini, ondan sonra Tevrât'ı, Incil'i ve Kur'ân'ı birlikte tatbik etmekle, mutlak inançla ancak başarılacağını kanıtlamaya çalışıyoruz. Yani 20. yüzyılda ve kasıtlı olarak tam Türkçe'ye bile çevrilmeyen Tevrât'ta 5 ayn âyette aynntılanyla Kur'ân'ın geleceği hâlâ belirtiliyor. Bunu Tevrât'la kanıtlarken; Allah'ın dinine hizmet etmenin sevincini, Allah'a inananlarla paylaşıyoruz. Bunu anlayabilmenin tek ve mutlak yolu ise, bir takım şahısların kendi arz ve taleplerince yönlendirdikleri dine değil, ALLAH'IN DİNİ'ne, Allah'ın öğrettiği gibi yönelmekle ulaşılabilir. ALLAH’IN DİNİ DE,, ANCAK İSLÂM’DIR..

Kur'ân-ı Kerîm, İncil, Zebûr ve Tevrât İslâm'ın kitaplarıdır. Ayrılığa sebep ise, sadece ihtilaf ve ihtirasların "Kara bayraklı" başarısıdır. Çünkü İSLÂM;

ALLAH'A TESLİMİYYETTİR.

Dikkat edilirse, Nisâ sûresinin 46. âyetinde "Kelimelerin silindiği" değil, "Yerlerinin değiştirildiği" açıkça belirtiliyordu. Başka konular hakkında Tevrat'a alınmayan veya tam olarak silinen yerler yok mudur? Buna biz cevap vermeyeceğiz. Çünkü, Tevrât bunu az önce belirttiğimiz âyetlerinde yine kendi bilimselliği ile kanıtladı.

Dikkat ediniz! Hazret-i Dâvûd aleyhis-selâm'a gelen SUHUF, Kur'ân'da dört ayrı sûrede geçer, (Bu dört rakamını unutmayınız!) Peki, 6666 âyette, yani Kur'ân'da; Zebûr'u da Allah Teâlâ göndermesine rağmen, neden Kur'ân'm, Zebûr’u da tasdik edici olduğunu belirtmiyor da, sadece Davud aleyhisselam’a verildi deniliyor? Şu halde, İncil ve Tevrât’a bilimsel araştırma amacı ile önemle ve ciddiyetle yönlendiriliyorduk, değil mi? Çünkü, Zebûr şu anda herhangi bir millette veya yerde değildir. Bölümler halinde ve kısmen zaten Tevrat'ın içinde vardır. Ancak, titiz araştırmalarla açığa çıkabilecek kadar hem tahrif edilmiştir, hem de ciddiyetle gizemlidir.

Bize Kur'ân'dan tek bir âyet gösterin ki, o âyet insanlara: Încîl'e ve Tevrât’a el sürmemekle, yararlanmak amacı ile okunmamakla veya araştırmamakla yön versin... Buna mukabil, gerçek olan ise tam aksinedir. Bilimsel değerlerinden yararlanmak için Kur’ân bize ısrarla yön veriyor, hatta kesin emirler veriyor.

Ciddi araştırmalarımız sonucunda diyebilirim ki; Incil'den, özellikle Tevrât'tan, Kur'-ân'm geleceği, bir çok bilimsel veriler, matematik değerler ve Hazret-i Muhammed sallal-lahu aleyhi ve sellem Efendimizin vasıflarını açıklayan verilerin tahrifatı, kısmen de âyetlere ve kelimelere yerlerini değiştirmek suretiyle ihanet edilmiştir/2)

Özellikle de, sözüm ona DİNSEL FANATİZM! Bunu tarihin karanlıklarında Yahudile-rin birkaç kabilesi ihtiraslarından, ihtilaflarından, inançsız duygusallıklarından yapmışlardır. Çünkü, onlar da Tevrât'ı anlamayan câhillerdi. Tevrat'ın bilimsel değerlerini, cin işi, şeytan işi zannedip, o gün için akıllan kavn-yamadığmdan, kişisel katkılarla ve eksiltmelerle kısmen bozdular. Bu kitabı okuduğunuz zaman biraz olsun siz de tanık olacaksınız ki; üzerinde canlı varlıkların, uygarlıkların olduğu gezegenlerin net verilerini, hatta isimlerini, (inanması zor fakat gerçek!) koordinatlannı bile tahrip ettiler. Günümüzde bile anlayamadıkları ortadadır. Gerçekten Tevrâti anlamış olsalardı, Kur'ân'ın Evrensel-Bilimsel büyüklüğüne kesin inanmaları ve îmân etmeleri gerekirdi. Fakat, bu onların sorunudur!..Bizim değil...

-0O0-

BAŞLAMA NOKTASI

"Gerçekten bu Kur'ân, İsrailoğul-larına ihtilaf edip durdukları şeylerin ÇOĞUNU ANLATIYOR (AÇIKLIYOR)." (Kur'ân-ı Kerîm, Nemi sûresi, âyet: 76).

6'mcı Yüzyılda gelen Kur'ân'da Yüce Allah niçin "Kendisinden asırlarca önce gelen İncîl'e, Tevrât'a el sürmeyin, araştırmayın, tasdik etmeyin" diye emretmedi? Niçin?

Diyelim ki, Tevrât'a ve Înçîl'e ilkel duygularla inananlar; militarist, duygusal, ve ihtiraslarından dolayı zaten birbirlerine de inanmadılar, kendi aralarında da ayrıldılar. Hem de 6. yüzyılda Incil’i ve Tevrâti kesin tasdik eden ve tahrip olmpş bilimsel verileri tamamlayan Kur'ân'a da inanmadılar. Bunlar, Müslümanları bağlamazdı ki.. Çünkü, her tarafı düzeltecek yegâne bilgi kaynağı oılan Kur’ân, eksiksiz verilerle ellerindeydi. Tıpkı şu anda olduğu gibi-

" Ey mü'minler! Yahudi ve Hıristiyanların sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin: Biz Allah'a ve bize indirilen Kur'ân'a, İbrahim ve İsmâîl ve İshâk ve Ya'-kûb ve torunlarına indirilene, Mû-sâ'ya, İsâ'ya verilenlere ve BÜTÜN PEYGAMBERLERE Rableri tarafından verilen KİTAPLARA îmân ettik. ONLARIN HİÇBİRİNİ DİĞERİNDEN AYIRDETMEYİZ. Biz, ancak ALLAH’A boyun eğen müslimleriz." (Kur'ân-ı Kerîm;Bakara sûresi, âyet: 136)

Bu âyetin net açıklaması karşısında, Kur'ân'a hava ve su kadar değer verilmesi gerekirken, duyarsız kalan bütün insanlığın 20. yüzyılda bari sıkılması gerekirdi. Bu kitapta, bu konu ayrıntılı olarak anlaşılacaktır. Özellikle inanan bilim adamlarının yegâne başlama noktası bu ÂYET OLMALI İDl...

Asırlar boyunca Müslümanlar aslâ herhangi bir ayrılığın, ihtilafın veya ihtirasın sebebi olmamışlardır. Ancak, yine asırlardan beri süregelen bir hataları vardır. O da: Araştırılması, durmadan, dinlenmeden çalışılması, keşfedilmesi gerekirken; dinlenmeyi tercih etmeleridir Müslüman kardeşlerimizin tek hatası İNŞİRAH SURESİ'ni ya hiç okumamaları, ya da okuduklarını anlayamamalarıdır. Bu sûrede Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine dahi bir an durup dinlenmeyi YASAKLAMIŞTIR... YASAKLAMIŞ!

Asırlardır yapılan tarihe ve bilime mâl olaıi hataları yine Kur'ân'ın âyetleriyle izleyelim. Ancak, bu hataları paylaşacak başkaları da var!

’’ (Ey İsrailoğullan!): Ve beraberinizdeki Tevrat’ı TASDİK EDİCİ olarak indirdiğim Kur'ân’a îmân edin. ONA İNANMAYANLARIN İLKİ OLMAYIN. Benim âyetlerimi, dünya menfaati karşılığında birkaç paraya değişmeyin ve ancak Ben'den korkun. Hakkı, bâtıla kanşınp da BİLE

BİLE GİZLEMEYİN..." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara sûresi, âyet 41,42).

Âyette geçen "BİRKAÇ PARAYA DEĞİŞMEYİN ..." ifâdesi; Tevrat'ı tasdik edici olarak gelen ve Tevrat'taki bilgileri tamamlayan, Kur'ân'm vahy edileceğini, Hz. îsâ aley-hisselâm ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin vasıflarını ve diğer insan ilişkilerini içeren hükümlerin bazılarını Tevrat'tan çıkarmaları hakkında idi. Zira 41. ve 42. âyetleri iyi takib ederseniz Tevrat'ın; Kur'ân henüz gelmeye başladığında ki, zaten Kur'ân'ın geleceği tüm ayrıntıları ile vardı; ihtiraslarından, cehaletlerinden tahrifâta daha hızlı başladıklarına tanık olacaksınız. Kitabımızın hemen başında verdiğimiz iki Tevrât âyeti ile bunu zaten belirttik. İtirazı olan yoktur, sanırım! -

İnsanlığın bilimsel geleceğine, mutluluğuna, tarihlere mâl olan hataları şunlardır: Şimdi bütün bilgeliğinizle takip ediniz:

" Yahu dilere: Cenâb-ı Allah'ın indirdiği İncil ve Kur’ân'a îmân edin denildiği zaman: Biz, bize indirilen Tevrât'a îmân ederiz, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki O KUR'ÂN, ONLARDAKİ TEVRAT'I TASDİK EDEN BİR GERÇEKTİR.” (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet: 91).

Yani,"Tevrât’ı tamamlayan, tasdik eden esastır" veya "Tevrât; Kur'ân olmadan, Kur-ân'a îmân edilmeden anlaşılamaz", buyuruluyor. Bu apaçık âyeti anlıyamamak için ... nasıl bir BEYİN (!) GEREKİYOR! bir türlü anlıya-mıyorum...

Her şeyden önce, birinci cümlede; Yahu-dilerin Incil'e ve Kur'ân'a inanmaları emredilir-ken, Kur'ân'm kendilerindeki Tevrât’m tasdik edicisi, bilimsel bütün verilerini tamamlayıcısı olduğu ortadadır. Söz konusu olan bililerinin arzularına göre (!) Cennet'e girmeleri değildi, tüm insanların müşterek çıkarları ve birlikte mutlu olmaları için çalışmaktı. Şimdi belirteceğimiz Kur'ân âyetlerini sırasıyla beyinlerimize çivilerken, neden Tevrat; dediğimiz belki anlaşılır. Özellikle de Tevrâti hiç mi hiç anla-mıyan çağdaş Israiloğlulan! (3)

HİDÂYET VE RAHMET

'Ey Resûlüm, bu Kur'ân'ı sana ancak İNSANLARIN AYRILIĞA DÜŞTÜKLERİ DİN İŞLERİNİ BEYÂN ETMEK (açıklığa kavuşturmak) İÇİN ve îmân edecek kimselere bir HİDÂYET ve bir RAHMET olsun diye İndirdik." (Kur'ân-ı Kerîm; Nahl Sûresi, âyet: 64). .

îlk cümlede belirgin olarak herhangi bir din veya millet söz konusu edilmeden: " İnsanların ayrılığa düştükleri" ifâdesiyle; duygusallıklar, ihtiraslar, hiçbir kazanç sağlamayan (bilimsel kayıplar hariç), basit geçici çıkarlar gibi ilkel duygular bir anda açıklandı.

DİN; birazdan tanık olacağınız gibi, tökezlenmemek için, Allah'ı BÎR ve MUTLAK tanımak, kavrayabilmek, insanın var oluş nedenini kavratmak, yaşam ve ölüm çizgileri arasında; yöneten, akil, ahlâk, davranış, düşünce biçimlerini toplumlara yansıtarak dinamik tutan, bilimler arası koordinatör, bilimsel bütün genellemeyi sevk ve idare eden; ana bilim kaynağı, bilimler bilimi anlamlarının tümünü içeren geniş bir olgudur. Bu genel tanımın içeriğine, net kanıtlarıyla bu kitapta birlikte tanık olacağız.

Yüce Allah, 61 yüzyılda, Incil'in ve Tevrat'ın bozulduğunu, ele alınmaması gerektiğini bilmiyormuydu da (hâşâ), dolaylı biçimlerde gelecek nesillere yukarıdaki bilgileri emirler 32

halinde veriyordu? Hatta:

" Yahudiler içinde okuma yazma bilmeyenler vardır ki Tevrat'ı ANLAMAZ CÂHİLLERDİR. Ancak, birtakım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece ŞÜPHE ve ZANDA bulunurlar. Artık büyük azâb o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrât'ı YAZARLAR, sonra biraz para almak için: 'Bu, Allah tarafındandır', derler." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 78,79).

Bir takım insanlar Bakara sûresi'nin 79. âyetine göre bir şeyler anlamışlar ki; hemen bir karar vererek, asırlardır bilimsel değerlerini anlayamadıkları Kur'ân'ın bu ifâdesine göre; tırnağı etten koparmayı başarmışlardır. "Neyi başarmışlardır? "

Asırlarca sürecek olan bilimsel başarısızlıklarının başlangıcını tayin etmeyi başarmışlardır! Başkaca bir kazançları olmamıştır,

OYSA Tevrât VAHY'LE DEĞİL-

LEVHALAR HALİNDE GELMİŞTİR!...

Hâlâ mı anlayamadılar gerçeği? Hâlâ mı göremediler İKİ PARMAKLA verilen Tevrat gerçeğini? Halbuki, bazı kişilerin kendini bilge f gösterip; Levhalar'dan Hz. Mûsâ'ya ve Hz. Hârûn'a ve asırlar içinde Tâlût'a, sonra kendilerine intikâl eden bilgileri, tam olmasa da yazı ile insanlara aktarmayı, bunu da para kazanmak amacıyla yaptıkları ortadadır. Bunun böyle olduğunu hem Kur'ân'dan, hem tarihlerden, en açık şekilde ise Tevrât'tan öğreniyoruz. Elinizdeki bu kitabın sonunda ise KESİN ve NET olarak göreceğiz.

TEVRÂT LEVHALARI

Sorabilir miyim: "Tevrât Levhaları" hangi elementten yapılmıştı?...Ve nasıl gelmişti? Sormaya bile cesaret gerekir, kaldı ki cevap verilsin... Çağdaş şeylerde (!) bir cevap var mıdır?

Ancak, Tevrat'taki gibi ’’ ÎKl TAŞ LEVHA" denecekse... Aman kalsın (!) (4)

Altınla, gümüşle o denli mükemmel bilgi iletişimi ve madde transferi yapan, o müthiş sandıkla hayal bile edilemeyecek şeyleri başaran Mûsâ aleyhisselam, TAŞ LEVHALARLA kitap yazsın ha! Olacak şey midir bu? Böyle bir saçmalığı söyleyeceğime Etna Yanarda-ğı'ndan aşağıya atlamayı yeğlerim! Tevrat'taki tahrifatların başında gelir bu yanlış ifâde.. Levhaların ve "Ahid Sandığı" nm gizemlerini öğrenmek istiyorlarsa "Evren'de Zaman ve

Hayat" serimizden "Kur'ân'ın Işığında Tev-rât ve Boşluk Şâkülü" adlı kitabımızı bekli-yecekler. Belki, 4000 seneden sonra öğrenme şansları olur da, doğru yolu bulabilirler!...

KUR'ÂN OKUMAK İÇİN DEĞİL, ANLAMAK İÇİN OKUNURSA HER ŞEY YOLUNA GİRECEKTİR

"Peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmek veya hükümlerinin bir kısmını tanımak suretiyle DİNLERİNİ AYRI AYRI FIRKALARA PARÇALAYANLAR var ya, senin onlarla hiç bir ilgin yoktur. Onların cezâlandırma işi ALLAH’A attir. Sonra kendilerine dünyada yaptıklarını Âhiret'te haber verecektir." (Kur'ân-ı Kerîtn; En'âm Sûresi, âyet: 159).

Fizik, astro fizik, matematik, özellikle de çağlar öncesi tarih bilimler ile herhangi bir ilgisi olmayan; dergi, kitabcık gibi birkaç bilgi kırıntısı ile, bu evrensel değerleri ne zannettiler acaba? Hele hele ihtisası olmayanlar, sadece ellerinde kitap taşımakla veya bir zümrenin ihtiraslarını tatmin etmek için gerçeği gizlemekle sadece kendilerinin mi Cennet'e gideceğini zannettiler? Hayret!

Devam edelim ve ne derece doğru olduğuna birlikte karar vçrelim.

-oOo-

NEDEN DÖRT?

-——-

·        * Neden dört büyük melek var?

·        * Neden dört büyük Din kitabı var?

·        * Neden dört büyük Peygamber var?

·        * Neden dört coğrafî yön var?

·        * Neden İslâm Dini'nde dört halîfe var?

·        * Hıristiyanlar kimden emir aldı da ÜÇ değil, BEŞ değil de, benzerlikleriyle DÖRT Încîl kitabı yazdılar?

Dinsel fanatizmin mantığı ile düşünecek olursak, DÖRT değil de ONIKÎ, ayrı Încîl yazılması gerekirdi, değil mi? 12 Havârîlere saygılarından dolayı!

·        * Müslümanlar kimden emir aldı da birbirini tamamlayan DÖRT MEZHEB USÛLÜNÜ GETİRDİLER?

Hz. İsâ hangi sim Havarilerine verdi ki, o sır gizemleriyle birlikte "DÖRT uçlu HAÇ" olarak 1989 senedir insanların boyunlarında gezdiriliyor? İsâ aleyhisselam ne anlatmak istiyordu, biz kan........dökmeyen......... insanlara?

·        * Neden çift .sarmal DNA'da DÖRT ayrı lisan var?

Oysa bu apaçık veriler tüm Evren'i açıklayan, tüm insanların hava-su kadar muhtaç oldukları ve Yüce Allah'ın lütfettiği bilimsel değerlerdi. Evren'i ve istisnasız tüm öğelerini açıklayan bu verileri "Evren'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımızda kanıtlarıyla açıklığa kavuşturmaya çalıştık.

" Bir vakit İbrâhîm şöyle demişti: 'Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.' Allah: ' Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?' buyurdu. İbrahim: 'Evet, inandım, fakat kalbim tam yatışşm diye sordum.' dedi., Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Kuşlardan dört cins tut VE İYİCE GÖZDEN GEÇİRDİKTEN SONRA KENDİ ELİNLE (parça parça, hamur gibi) PARÇALA ve her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları çağır; KOŞARAK sana geleceklerdir. Bil ki ALLAH, DİLEDİĞİ HER ŞEYDE GAALİB'tir, HİKMET SÂHİ-Bİ'dİr." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 260).

Bir takım insanlar, bu müthiş bilgi kaynağını sihir veya bir başka şey zennetti...ler! Veya; hiç bir şey bilmediğini bildiği birkaç yarım yamalak şeyle zaten kanıtlayanlar da; " Saçma şeyler canım!" demişlerdir her halde... Oysa, sadece bu âyetin ifâdesinin; Evrenlerin tek ve yegâne sırrı, var olma sebebi olan; ATOMLARIN MUTLAK YAPISINI TÜM VERİLERİYLE AÇIKLADIĞINI, Evren'in yaratıldığı anki ilk hareket yasalarını apaçık sergilediğini KANITLARSAK... acaba ne düşünecekler bilgelikleri hakkında?

Biraz üzücü olacak, ancak BOHR + THOMSON ATOM MODELİ’nin ve 20. yüzyıl atom anlayışı ve fonksiyonları ve kütüphaneler dolusu kelimelerin maalesef bir şey ifâde etmediğine... yine bilimin NET verileriyle tanık olacağız.

Âyette, neden üç değil, beş değil de, mutlaka "DÖRT Kuş" deniliyor? Niçin başka bir şey örnek gösterilmedi? Sonra, KUŞLAR pek koşmazlar, uç ararlar değil mi? En önemli veri ise, âyetin sonundaki Yüce Allah'ın HİKMET (5) sıfatıdır.

"Doğrusu, Allah, gökleri ve yeri yarattığı günkü kesin hükmünde, ayların sayısı, Allah katında ONİKİ aydır. Onlardan DÖRDÜ harâm o-lanlardır. Bu ayların harâm kılınışı DOĞRU DİN HESABI ve HÜKMÜDÜR." (Kur'ân-ı Kerîm; Tevbe Sûresi, âyet 36), deniyor.

NEDEN DÖRT AY?

Fizik-Elektronik alanlarında mütevazi bir araştırman olarak, 20. yüzyılın bilimsel gücü, âyette geçen "Doğru Dinin Hesabı" ifâdesinin matematiksel değerini kavrayabilmesi oldukça zordur, diyebilirim. FAKAT YİNE DE KABUL EDECEKTİR!... ETMEYE KAYITSIZ-ŞARTSIZ MECBURDUR DA ÜSTELİK!... Dünya bu değerleri kabul etmek zorundadır artık...İnandığınız kutsal değerler adına dikkat ediniz: Tevbe sûresi'nin (9. sûre) 36. âyeti olan ve "HESABI" ifâdesinin egemen olduğu veri: 4x9 = 36'dır. Zaten 36 9 = çoktan 4 ediyordu! Hayretinizi hemen sarfetmeyin lütfen, ileride çok gerekecek!

" Ve bahçeyi sulamak için Aden'den bir ırmak çıktı; ve orada bölündü (ayrıştı), ve DÖRT kol oldu." (Tevrat: Tekvin, Bap 2, âyet 10).

Tevrât’ta da ardı arkası kesilmeyen DÖRT'ler parmaklarını hemen gözümüzün ö-nünde tutuyor, ki beni keşfetsinler diye! Şimdi saymaya gerek görmediğimiz daha bir çok dört'leri ve gizemlerini hangi bilimsellikle, kimler, nasıl açıklar? 4000 senedir ne amaçla okudular...Alîm olan Allah'a hamd olsun ki; Tevrât'ı deşifre etmeyi+ başvurmayı yine Müslüman kuluna hikmetle lütfetti... Bir, birçok Museviye değil!... Çünkü, Tevrât’ta tahrif olmasına rağmen, onlardan daha çok saygılıyız.

Bu gerçekler, bu paha biçilmez değerler bütün insanlığın müşterek menfaatleri olduğu için biraz sitem ettik.

Dikkatinizi toplayarak takip ediniz lütfen:

"Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken (dâimâ) ALLAH'I ANARLAR; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ALLAH'IN varlığını isbât için iyice düşünürler ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin (berisin). Artık bizi Cehennem ateşinden ko-

FU.” (Kur'ân-ı Kerîm; Âl-i İmrân sûresi, âyet 191).

Cenâb-ı Allah, Evrenleri üç-beş kişi, "Allah, sâdece bizim Allah'ımızıdır" desin diye ve uyusun! diye yaratmadı herhalde.

"Biz, o gök ile yeri ve aralarında-kini boşuna yaratmadık." (Sâd sûresi, âyet 27).

"Çünkü gökleri yaratan RAB, dünyaya şekil veren, ve onu yaratan, onu pekiştiren, ve onu boşuna yaratmayan, üzerinde oturulsun diye ona şekil veren ALLAH şöyle diyor: RAB benim; ve başkası yoktur." (Tevrât, îşaya, Bap 45, âyet 18).

220. yüzyılda inceden inceye düşünenler var olmaya, var.... ancak Şeytanca inceden inceye düşünenler de var... Aferin!

Tevrât, İncil ve bunları tamamlayan Kur'ân-ı Kerîm; hiç bir toplumun özel herhangi çıkarlarına göre propaganda yapılacak şeyler değildir. Bütün bilimleri koordine eden ve diğerlerini de tamamlayan Kur'ân'm araştırılmasına yönelmek şöyle dursun - Ozon tabakasını yırtan sözüm ona bilimselliklerle - Kur'-ân’ıh Evrensel değerlerine sahip çıkılacağına, Şeytanca hata aranıyor...

Arasınlar bakalım!

·        * Niçin senelerimiz 12 aya bölünmüş?

·        * Niçin İslâm'da "12 İmam" düzeni var?

·        * Niçin Hz. İsâ'nın 12 Havârîsi vardı?

·        * Niçin Hz. Mûsâ'nın. 12 kabilesi (sıbtT) vardı?

"Ve bir vakit Mûsâ kavmi için su dilemişti, Biz de ’ASÂN ile TAŞA VUR demiştik Onun üzerine O TAŞ-

TAN ONİKİ GÖZE kaynadı ve çıktı: HER SOY SU ALACAĞI KAYNAĞI BİLDİ. Allah'ın size olan rızkından yeyin, için, fakat kötülük ederek yeryüzünü FESÂDA VERMEYİN." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 60).

Onların bir kısmı yeryüzünü hâlâ fesâda veriyorlar. Bunun tek sebebi; -altını çizerek ifâde edeyim ki- Müslümanların, Hıristiyanların ve gerçek Musevilerin Kur'ân'ı, Incil'i ve Tevrât'ı hiç anlayamadıklarıdır... Ama hiç!

"And olsun ki, Allah, İsrailoğulla-rından misak almıştı. İçlerinden ONİKİ NÂZIR bulundurmuştuk." (Kur'ân-ı Kerîm; Mâide Sûresi, |yet 12).

Âyette geçen "ONİKİ NAZIR" ifâdesi; çok dikkat ediniz- sûrenin ONÎKİNCÎ âyetin-dedir. İnsaf artık! Nasıl olur da asırlardır bu apaçık gerçekleri görmezler. İnsanlık hangi bilimlerle bugünlere, kimler tarafından getirilmiş? Neyse; devam edelim:

" Biz İsrailoğullannı ONİKİ kabileye, o kadar da ümmete ayırdık. Mûsâ'ya Tîh çölünde susayan kavmi kendisinden su istediği zaman 'Asâ-nı taşa vur' diye vahyettik. Vurunca o taştan hemen ONİKİ göze kaynayıp akmaya başladı. Her kabile su alacağı yeri bildi ve belledi." (Kur'ân-ı Kerîm; A'râf Sûresi, âyet 160).

·        * Neden 12 göze su?

·        * Nedir 12 kabile?

·        * Su akıtan taş da ne demektir?

Bu ifâdeler her ne kadar 6. yüzyıla ve asırlar önceki kültürlere, çölde fazlaca arzu edilen sulan ifâde ediyorsa da, bu ifâdeler zaten Kur'ân'ın bilimsel özelliğinin, gizemli değerlerinin her çağa cevap veren İLAHÎ yapısından kaynaklanır.

Hangi Müslüman, hangi Hıristiyan, hangi Musevi veya kim; ne tür bir matematikle, hangi bilimsellikle açıklayabilir, Evren'i avucumuzun içine aldıran bu gerçekleri?

Mûsâ aleyhisselam'a yapımı ve kullanımı titizlikle öğretilen o müthiş sandıktaki öz verilerin yegâne başvuru referansı olan ONÎKÎLE-RÎ burada saymamız imkânsızdır. Ayrıca, bu kitapta da bu verilerin gizemlerini tam olarak açmak da imkânsızdır. Ancak bir âyet dahi olsa, bilimsel veya düşünce deneyini, analiz ve sentez dizilimini izlemekle ve iç içe izahını en ilkel düşünceden en mükemmele doğru yönlendirildiğini göreceğiz.

Kısaca, bu verilerin; HAYAT MOLEKÜLÜ TAŞIYAN, DONDURULMUŞ SU TAŞIYAN KAYALAR olduğunu anhyacağız. İşte bu öğreneceğimiz ilk HIKMET'tir. Yani, İlâhî Fen Bilgisidir.

Kayaların, gökte veya gezegen yüzeylerinde HAYATIN BAŞLANGICINI taşıyan kimya malzemesiyle dolu özel bir KOLİ olduğunu anlamak için Bio-kimyager olmaya gerek yoktur, sanırım.

a Kayaların "AŞAĞIYA YUVARLANIR" ifâdesi, bilimsel analizlerindeki yegâne referans noktasıdır. Bildiğimiz gibi, GALAKSİMİZ -galaksiler- yıldızlarla tecrid edilmiş katmanın merkezî bölgelerine daha yakın ve (şimdilik) emin bir yerlerdedir.

Evren'e, evrensel çekimin, yani hiç bir po-laritesi olmayan ve sadece çekme eğilimini durmaksızın dinamik tutan (kütle değil) Evren gravitasyon etkisinin müthiş merkezcil girdabıyla, Evrensel çekim egemendir. Bu kayaların üretildiği yer; kütle üreten ikinci "Kozmolojik Koridorları "dır. Kayaların "Aşağıya yuvarlanması " ise; artistik bir beyinle okunduğunda kısır bir ifâde sergileyebilir. Fakat, bilim adamı beyniyle okunursa:

·        1. 1400 yıl önceki o müthiş öz Arapça'nın tam çevrilemeyişi,

·        2. Çeviriyi yapanın (yapanların) üstün bilimsel değerlere tam sahip olamayışı’dır.

Bu basit açıklamalardan sonra şimdi dikkatle okuyup siz karar veriniz. Ancak, bilgelikle karar veriniz.

" (Ne yazık ki) bu ölünün dirilmesinden sonra (ibret alacakken) kalble-riniz katılaştı. O kalbleriniz taşlar gibi veya ondan daha katı... Çünkü taşların öylesi var ki, içinden nehirler kaynar taşar; öylesi var ki, yarılıp ondan çeşme gibi şarıl şarıl su akar ve öylesi var ki, Allah korkusundan, AŞAĞI YUVARLANIR DÜŞER. Allahü Teâlâ yaptığınız işlerden Gaafil değildir." (Kur’ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 74)

Şimdi âyette geçen ifâdelere çok dikkat ediniz:

* Kalb, taşın sertliği ile mukayese edilirken, kalbin içindeki hayatın kırmızı sıvısı ile,

taşın içindeki su arasındaki ilişki. Zira;

Hayat = Dirilik + Kanın ultrastabilite kararlı dinamiği + Suyun titreşmesi.

* Evren'e egemen merkezi gravitasyonu kayaların aşağıya düşmesi ifâdesiyle eksiksiz olarak açıklandı.

İç bükey bir balonun merkezinin belirli uzaklığındaki kapalı çemberin hangi noktasında olursak olalım, merkeze doğru hareket eden cismi ’’ Aşağıya düşürüyor" olarak algılayacağız, değil mi?

"Kayadan çıkan sular ve onları çölde yürütürken susamadılar. Onlar için kayadan sular aktı. Ve kayayı yardı ve sular fışkırdı. Rab diyor kötülere selâmet yoktur." (Tevrât, Bap 48, âyet 21,22).

Bu âyet Hayat sıvısı" taşıyan kayalardan bizi' Kur'ân'a yönlendiren ön bilgileri verirken;

"Çölde kayaları deldi" ve sular çıkardı..." (Tevrât, Bap 78, âyet 15) ifâdesi de gezegen yüzeyindeki hayatın başlangıcını;

"Allah'ın kudretine delâlet eden alâmetlerden biri de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş görürsün. Fakat üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve kabarır (canlanır ve yeşerir). Yeryüzüne HAYAT VEREN (demek ki, hayat = su) elbette ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye KAADİR'dir." (Kur'ân-ı Kerîm; Fussilet Sûresi, âyet 39) âyetindeki verilerle, Kur'ân'ın tamamlayıcı bilgi hâzinelerine götürür bizi.

Bu âyette "sevk-idare-kontrol eden" yegâne veri Cenâb-ı Allah'ın KAADİR sıfatıdır.

Bir takım kişiler süper şeytânî yöntemlerle Kur'ân'ın, olumsuz her şeyi ezen evrensel gücünün araştırılıp, insanlığın müşterek menfaatlerine uygulanmasını engellediler. Hâlâ da engelliyorlar... Ancak kâr ettik sanarak, kendilerinin de uğradıkları, çok yakın gelecekte de uğrayacakları telafisi imkânsız zararları hiç hesaba kâtmıyorlar!

Beni yanlış anlamayınız lütfen. Hiç kimsenin mü'min veya Hıristiyan yahut Musevi olması, inanın ki beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O, kişilerin sorunudur. Bir şeyi benimsemek, kabul etmek veya etmemek kişinin hür irade ve isteği ile doğrudan ilişkin bir değerdir. Kur'ân bile insanların zor kullanılarak mü'min olmalarına karşıdır. Kur'ân'ın kesin çizgilerle hüküm ve emirleri de apaçık ortadadır.

Benim benliğimi yakan; insanların ve bilimin; kuyunun dibindeki kurbağa gökyüzünü nasıl algılıyorsa, Evren'e bililerinin söylediği gibi bakmasıdır. Dolayısıyla, insanların doğruyu bulabilmeleri ancak bililerinin - ne söyleyeceklerse- söylemeleriyle oluyor. İnsanlar niçin hür düşüncelerini başkalarının çemberine terk ediyorlar, bir türlü anlayamıyorum!

İnsan benliğinin bile kendisine veremeyeceği hürriyeti veren Kur'ân; diğer İlâhî kitapların da tamamlayıcısıdır ve "Evren-însan" ilişkilerinde akıl, ahlâk ve eğitici gücü tamamlanmış hâlidir.... Kur'ân i anhyamadıklan için önemsememek insanlık tarihindeki en büyük hataların zaten başlangıcıydı. Onun anlamı apaçık ortadadır.

ANCAK

ANLAMAK İÇİN OKUNURSA...

"De ki: Ey Ehl-i Kitab! Siz Tev-rât’ı, Incil’i ve Rabbinizden size indirilen Kur’ân'ı TATBİK ETMEDİKÇE DİNDEN HİÇ BİR ŞEY ÜZERE DEĞİLSİNİZ.. And olsun sana Rab-binden indirilen bu Kur’ân onların birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır. O halde kâfirlerin (gerçeği örtenlerin, hakikati gizleyenlerin) azgınlığına karşı kederlenme." (Kur'ân-ı Kerîm; Mâide Sûresi, âyet 68).

Azgınlığı artmış ve Kur’ân'ı önemsemeyen kim düşündü ki; tüm Evreni mâdem ki Allah yarattı, Yerküre'de neden KA'BE'yi bir NOKTA olarak, özellikle de Kudüs'ten sonra tahsis etti? Bütün Kâinât Allah’ındır, bir NOKTAYI TAHSİS ETMEK DE NEDEN? Hz. İbrahim'e öğretilen nokta, gökteki Kâ'be'yi izdüşümü izleyen yerdeki Kâ'be idi.

İnsanlığa asırlardır merkez olan, hem de o denli müthiş rivayetler ve bilgilerle yaptırdığı o görkemli piramitlerle maskara olan Fir'avn'a, Cenâb-ı Allah, göklerin acaibliklerini, birçok sırlan gösterip öğretmesine rağmen, Fir'avn bilgi hırsızlığı yapıp yanılarak piramidi yanlış bir noktaya kurdu.

Fir'avn, 20 yüzyıl uygarlık ve teknolojisinin daha asırlarca ulaşamayacağı yöntemlerle göklerde gezdirildi. Ne yazık ki "benlik" duygusu onu "Tanrılık" iddia ettirecek kadar sapıklığa götürdü. Fir'avn'ın kurduğu piramidin koordinatlannın yanlışlığı.... Yüzyılımızın bilimsel tüm verileriyle Kâ'be'nin MUTLAK doğruluğunu kanıtlayan yegâne hata referansıdır. Nasıl anlaşılamadı, nasıl? Anlaşıldıysa, niçin araştırılmadı?

Sitemimiz için bizi bağışlayın diyemeyeceğiz. Çünkü insanlığın, pırıl pırıl çocukların, bilim kayıplan için benliğim bir volkan gibi yanıyor. İnsanlar, sadece birilerinin son derece ilkel ve basit çıkarlan için yapılan propagandalardandır ki, Kur’ân'ı tam anlamıyla tanıya-mıyorlar..

ANLAYACAK OLAN BİR KAVME AÇIKLANMIŞTIR

" Bir Kitaptır ki ÂYETLERİ (kanun, yöntem, hüküm) Arabça bir Kur’-ân olmak üzere ANLAYACAK OLAN BİR KAVME AÇIKLANMIŞTIR." (Kur'ân-ı Kerîm; Fussilet Sûresi, âyet 3).

Herhangi bir millet veya kavim vb. söz konusu bile edilmeden "Anlayacak olan bir kavme" ifâdesidir ki, Kur'ân Evrensel bir gerçektir.

Sorabilir miyiz: Bilimsel öğretinin başlangıcını, yegâne koordinatını anlayabildiler mi bu âyetten?

"Yemin olsun ki, Biz bu Kur’-ân'da İNSANLAR İÇİN HER TÜRLÜ

(bir tek mes'eleyi farklı yöntemlerle açıklayıp) MÂNÂYI TEKRAR ETTİK. Fakat insanların çoğu kabulden yüz çevirdi, ancak küfrü (6) seçti." (Kur'ân-ı Kerîm; İsrâ Sûresi, âyet 89).

İnsaf artık, Yüce Rabbimiz her mânânın apaçık, farklı açıklamalarla anlatıldığına dair "Yemin olsun ki" ifâdesiyle ne görkemli bilgileri, bir anda sergiliyor... Tabii ki anlayana!

" O peygamberler, Allah'ın hidâyete eriştirdiği kimselerdir. Sen onların gittiği yoldan yürü (Sen onların Tevhîd yolunda bulun). De ki: 'Sizi bu Tevhîd'e (Kur an a) çağırmama sizden bir ücret istemem. O KUR'AN ÂLEMLER İÇİN ANCAK BİR ÖĞÜTTÜR.' Yahudiler Allah'ın kadrini gerçeği gibi tanıyamadılar. Çünkü; 'Allah hiç bir insana bir şey indirmedi' dediler. Onlara de ki: 'Mûsâ'-mn insanlara bir NÛR ve HİDÂYET olarak getirdiği ve SİZİN DE PARÇA PARÇA KAĞITLAR HÂLİNE koyup hesabınıza geleni açıkladığınız, FAKAT ÇOĞUNU GİZLEDİĞİNİZ ve atalarınızın da BİLMEDİĞİ ŞEYLER SİZE (şimdi Kur'ân ile) öğretilmiştir. Ey Rasûlüm, sen 'Allah (o Ki-tab'ı indirdi)’ de, sonra onları bırak, bâtıl dedikodularla OYALANADUR-

SUNLAR." (Kur’ân-ı Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 90,91).

Hiç kimse, ne Kur'ân'a ve ne de bize gücenmesin ve tâ ki ikinci OZON tabakasını da delip, ne olacağını GÖZLERİYLE GÖRENE KADAR OYALANADURSUNLAR!

İşin en gülünç tarafı, îsrailoğullannm atalarına ait bir hâtırayı kâhinler ne ile taşıdı ise, Mekke’de "ŞEFÂATLERÎ UMULAN AK-KUĞULAR" olarak izleyeceğiz!

Mısırlı kâhinler, Mekkelilere: "Sizin herhangi bir dininiz yok, olmaz öyle şey, çok ayıp! Haydi şu hâtıranın üç kahramanı olan Elçi-Melek masalını alın da, birine LÂT, birine UZZÂ, diğerine de MENÂT deyip, ŞEFAAT UMARAK OYALANADURUN" diye sattılar herhalde!...

’’ And olsun, sizi nasıl çırılçıplak yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza gelirsiniz. Size verdiğimiz mal ve mülkü dünyada bırakırsınız. Artık ^Ulah'a ortak koştuğunuz ve ŞEFÂATÇİ ZANNETTİĞİNİZ PUTLARI sizinle görmeyiz. Gördünüz ya aranızdaki bağlar koptu ve umduklarınızın hepsi sizden kaybolup gitti." (Kur’ân-ı Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 94).

^Kur’ân'ın ışığında ve aklın matematiği ile "LÂT, UZZÂ ve bu da MENÂT'tır" isimli put lara inanışın kimlerden ve nasıl bir yöntemle Mekke'ye taşındığını, belki de para karşılığı ticarî malzeme olarak satıldığını birlikte ortaya çıkaracağız.

Bu arada, beni ilgilendiren esasın, binlerinin inanç biçimi filân olmadığını,, görevimin asıl özünün, BİLİMİN NELER KAYBETTİĞİNİ tüm insanlara, yine bilimin diliyle kanıtlamak olduğunu tekrar belirtmek isterim. Bununla birlikte, âyetteki "şefaatçi zannettiğiniz putları" ifâdesini de akıldan çıkarmayalım.

Bildiğiniz gibi, kanunları bilmemek mâ-zeret değildir. Yargıca, "Efendim, ben bunun böyle olduğunu veya suç olduğunu bilmiyordum, kanunun böyle olduğunu bilseydim hiç bunu yapar mıydım?" diyemiyoruz, değil mi?

Kur'ân'ı anlamamanın değil, Kur'ân'ı anlamaya çalışmamanın ne demek olduğunu Dünya kamuoyuna, yine Kur'ân'm şimdiye kadar farkına varamadıkları gerçek bilimsel yönleriyle, öğretileriyle açıklayacağız. Anlayamamanın faturası, "Birinci OZON" tabakasını yırtmakla çok ağır oldu ( daha da ağır olacaktır).

Birinci OZON tabakasını kozmik ışınlardan koruyan İkinci OZON tabakası delinirse, o faturayı hiç kimse, hiç bir bedel karşılığı öde-yemiyecektir... Bunun kesinlikle bilinmesinde ise hayatî önemi olan yararlar vardır.

" De ki: HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU? ANCAK GERÇEK AKIL SAHİPLERİ ANLAR." (Kur'ân-ı Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 9).

Bu âyeti gezegenler arası bir yerlere yazıp, tüm Evren'e göstermeyi o kadar çok istiyorum ki, anlatamam. "Gerçek akıl sahipleri" ifâdesiyle; saf akıl veya pratik akıl anlayışlarının çok üzerinde; AKLIN SÜPER DİNAMİZM KAZANMIŞ HALİ AÇIKLANIYOR. Kim bilir, belki de 30. yüzyılın uygarlıklarının anlayacağı değerlerdir!... Ne dersiniz?

" (Tarafımdan) söyle: Ey îmân e-den kullarım, Allah'dan korkun. Bu dünyada GÜZEL ve İYİ İŞ YAPANLARA güzel bir mükâfat (Cennet) vardır. Allah'ın ARZ'I (toprağı, yeryüzü, yeryüzleri) GENİŞTİR. Ancak, Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesabsız verilecektir." (Kur'ân-ı Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 9).

Âyetin son cümlesini, "Ancak, Allah yolunda sabredenlere, sabırla didinip, çalışıp, öğrenip, öğreten; gerekirse birçok fedâkârlığa katlanmak zorunda kalsa bile, korkmadan, yılmadan, tereddüd etmeden, bilim için, insanlar için başarmaya çalışan, başaran, inançlı bilim adamlarının mükâfatlan verilecektir." şeklinde de anlayabiliriz; tabii ki tam olmamakla beraber. Çünkü, âyetin apaçık anlatmak istediği, "Güzel ve iyi iş yapanlar." ifâdesiyle ortadadır.

Biz mü'minler ne zaman yapacağız, Yüce Allah'ın emrettiği bu güzel ve iyi işleri?

Bu kitapta şayet sitem ediyorsam, bilinmesini isterim ki Müslümanlara sitem ediyorum. Yüce Allah'ın "Habibim" dediği Peygamberimize bile ÎNŞÎRÂH SÛRESİ'nde:

" O halde (memur olduğun bir işi bitirip) boşaldın mı, (yine başka bir iş için) KALK YORUL. Ve yalnız Rabbi-ne rağbet edip (O'ndan) iste." (Âyet:7, 8) emri İle oturmayı, dinlenmeyi bile yasaklayan; Kur'ân'a bu nasıl sahip çıkmaktır? Biz, nasıl Müslümanız?

OTURAN ‘ MÜSLÜMAN YOKTUR, YOK!

HÎÇ DURMAYAN DÎNAMÎK MÜSLÜMAN VARDIR. Neden mi?

"Ki onlar Rabbinin katında (hükmünde) AZAB için damgalanmışlar -dı. (Ey Rasûlüm!) Bu taşlar, senin ümmetinin zâlimlerinden uzak değildir. (Onların da başına yağar)." (Kur'ân-ı Kerîm; Hûd Sûresi, âyet: 83).

Müslümanlar hiç okumadılar mı acaba bu âyeti?

Bu âyette geçen "Damgalanmış taşlar", 90-100 arasındaki Atom numaralı radyoaktive elementlerdir. Üzay'da madde (kütle) üreten koridorların bulunduğu katmanlarda durmaksızın öz cevhere dönüşüm sürecindedirler.

Atomları, tüm Evren'i ve öğelerini oluşturan PDCS elementerlerine dönüşüm sürecindedirler.

Müslümanlar bilmelidirler ki; zulüm sadece bir başkasına eziyet etmek değildir. Gerçeği öğrenmemeye, çalışmamaya, keşfetmemeye... Kur'ân'ın öğrettiği gibi yaşamamaya da zulüm deniliyor.                              '

Zâlimler ile kâfir, Kur'ân'da eş anlamlıdır. Kâfirin fiili: Zulüm + Küfr'dür.

" Fakat o KUR’ÂN, kendilerine ilim verilmiş kimselerin (âlimlerin) kalblerinde ışıldayan apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder." (Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 49).

Gördüğünüz gibi, kâfirin yaptığı fiil "zulüm" olarak açıklanıyor. Gerçi, bu âyetin muhatabı doğrudan doğruya Müslümanlar değildir. Ancak, Hûd sûresi âyet 83'te açıklanan "Senin ümmetinin zâlimlerinden" ifâdesi; kimlere, ne derece, neyi anlatmak istediği de zaten ortadadır.

~ İslâm'a düşman olanın görevi nedir? İNKÂR etmektir, değil mi?

Peki, Müslüman'ın görevi nedir?

·        * OTURMAK MIDIR?

·        * BİLİMİ, TEKNOLOJİYİ SATIN ALMAK MIDIR?

- ASLÂ!..

Her Müslüman'ın İNŞİRÂH SÛRESİNİ beynine çivilemesi gerekir ki, Rasûlullah sal-latiahu «aleyhi ve sellem'e lâyık Müslüman ola^ bilsin. Bunun başkaca bir yolu yoktur.

Hele birtakım çıkarları doğrultusunda bilime yön vermeye çalışan, Atomü keşfettik zannedip (gülesim geliyor) gerçeği bilmeden BOMBA yapabilmelerini (Aferin!), bilime egemen olduk mu zannettiler?

v KAPATIN BAKALIM OZON'UN YIRTIĞINI! Hatta, ondan da vazgeçtik; bilimsel olarak açıklayın, bakalım: Ozon, niçin Yerkürenin (N) ve (S) magnetik kutup bölgelerinden yırtıldı? Niçin Yerkürenin Ekvator çizgisinden : yırtılmadı? Peki, doğrusunu kim açıklayabilecek? Oysa, dünya 1648 km/h sür'atle kendi ekseninde dönüyor.                             .

Ozon, kimyasal moleküllerden (CFC) yırtılmış olsaydı, savurganlık eyleminden dolayı önce Ekvator'dan yırtılması gerekirdi, değil mi? Veya "Ozon niçin önce Güney'den yırtıldı", diye soralım? CFC'lerin kutuplan keşfettiğini hiç sanmıyorum! Bir cevaplan var mı acaba bilimselliklerinde...

"Her ümmetin doğrulduğu bir Kıblesi vardır. ÖYLE İSE EY MÜ’-MİNLER, HAYIRLI İŞLERDE DİĞERLERİNİ GEÇİN. Her nerede olursanız Kıyâmet Günü’nde Allah sizi hesap için bir araya toplar. Şüphesiz Allah her şeye KAADİR’dir." (Kur’ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 148).

İnsanlar, bu âyetten anlayabilecekleri kadar, diledikleri kadar anlasınlar.

·        1- Mü'minlerin hiç bir Kitab'ı ayırdetme-den ve diğerlerini de tamamlayan Kur'ân-ı Kerîm ellerinde olduğu içindir ki, "DİĞERLERİNİ GEÇİN" ifâdesine, daha doğrusu emrine doğrudan doğruya muhatabtır. Tabii ki din kardeşlerimiz bu âyeti okudu da, anladılar ise!

·        2- Kıyâmet: Evren'e egemen kozmodina-mik hareket düzeninin MUTLAK SONU anlamındadır. Bizim içinde yaşadığımız Evren'de; ZAMAN MADDEYE EGEMENDİR. Zamanın, maddeyi terk edeceği an... İşte o an KI-YÂMET'tir. Bu bilimsel ciddi ayrıntıları "Ev-ren'de Zaman ve Hayat" isimli kitabımızda açıklıyoruz. Zamanın maddeye egemen olduğu; fikir, çalışma, kanıtlan tamamen bize aittir. Konuyu bu kitapta ne açabiliriz, ne de gereği vardır. Bu değerler yüzyılın bilimlerine yön verecek ve magnetik çubuklann niçin itişip-kakıştığını KANITLAYACAKTIR...

-oOo-

GÂRÂNİYK

ÜÇ GÖRKEMLİ KUĞU!

Bu satırlardan itibaren bütün ifâdelerimiz bütün din sahiplerine ve insanlara doğrudan yöneliktir.

Birazdan sizin de tanık olacağınız gibi, garip bir insanın yazdığı "ŞEYTAN ÂYETLERİ" adlı kitapta, daha doğrusu kitabın içeriği olanJ’ONLAR ŞEFÂATLERÎ UMULAN AK-KUĞULARDIR” ifâdesinin gerçek yönü ve nedenleri, bütün insanların müşterek çıkarlarıdır. Hem de hayatî önemie olan çıkarlar! Anlayabilmenin, açıklayabilmenin MUTLAK YOLU ise; insanların, Allah'ın buyurduğu gibi akıl, ahlâk, bilimsel bütünlük değerleriyle birlikte; bilime, bilimin kaynağına, yani Kur'ân'a ve tamamladığı kitaplara yönelmektir. BAŞKACA BÎR YOL YOKTUR!

Şimdi anlatacaklarımızdan en çok yararlanması gerekenler de Museviler olacaktır. Bu arada Musevilere; Tevrât'ı dolaylı olarak anlayabilirlerse ki -mü'minjolmadıkları sürece aslâ anlayamayacaklar- ÖĞRETECEĞİZ... Bir örnek verecek olursak:

"Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara ÎMÂN etmeyi kibirlerine yediremeyenler var ya. ONLARA GOK KAPILARI AÇILMAZ VE DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE KADAR Cennet'e giremezler.." (Kur'ân-ı Kerîm; A'râf Sûresi, âyet 40).

Bu âyeti en az 10 defa okuduktan sonra:

"Yine size derim: Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah'ın melekûtûne(7) girmesinden daha kolaydır." (İncîl, Matta, Bap 19, âyet 24).

·        • Bilim, teknoloji hiç bir yöntemle Güneş sistemini çevreleyen magnetik zarfı YIRTA-MIYACAKTIR! Hiç bir zaman!... Gerçi, çağdaş bilim böyle bir ZARFın farkında bile değil! Tâ ki Kur'ân'a; încîl'i ve Tevrât'ı tasdik eden gerçek olduğuna mutlak inanana kadar ve birlikte, ancak Kur'ân'a mutlak îmân ve inançla yönelene kadar. Öyle ki; Kur'ân'm bilimsel değerlerini ona îmân ettikten sonra öğrenene kadar... Nasıl mı?

·        • Kur'ân'da birçok âyetlerde DEVE'den farklı gizemlerle söz edilir. Özellikle kayadan çıkan bir Deve'nin İsrailoğullan tarafından ayaklarının çaprazvari kesilip, isyanları anlatılır. SARI DIŞI DEVE... Tevrat'ın bilimselliğini gerçekten bilen kişiler, burada adı geçen olaya, yani -devenin iğne deliğinden geçip geçmeyeceği değil- " GÖK KAPILARININ AÇILMAYACAĞI" ifadesinin hemen ardından, devenin iğne deliğinden geçmesi ifâdesini (Ozel-tikle Kuantum Fiziği bilmesi şarttır) kavrar ve Kur'ân'ın, Tevrât'ı tasdik eden bir gerçek olduğunu hemen görür ve ÎMÂN eder.

ÎMÂN edip etmemesi bizi ilgilendirmiyor, ancak Kur'ân'ın bilimsel değerlerine ulaşmak için neden ona MUTLAK ÎMÂN ETMENİN ŞART OLDUĞUNU ise, insan beyninin Logic (Bilgi iletişim - mantık - devreleri) şebeke tayin ediyor. Bunu kısaca açıklayalım izninizle. Her hangi bir insanı kasd ederek:

·        • Aşın bir seviyede ÎMÂN ettiğinizi farz edin, bilimsel düşünce gücünüz yoksa, aslâ başaramazsınız... aslâ!

·        • Varsayalım ki, bilimsel düşünce gücünüz süper seviyede (neye göre Allah bilir). Şayet beyin logic devrelere süper işlerlik kazandıracak yegâne iti olan; bilimsel seviyede inanmıyorsanız...Öyle bir yerde tökezliyeceksiniz ki, sil baştan yapmak zorunda kalacaksınız. Kalındı da... Nasıl mı? Ozon tabakasını kimler, hangi süper bilimsellikle, hangi teknoloji ile yırttılar? Bunu cinler yapmadı her halde?

Tevrât'ta: "Rabbim sen sığınacak tek KAYAMIZSIN" şeklinde yüzlerce duâ âyetleri vardır. Zamanın derinliklerinde kayadan nelerin çıktığını gördüler de: "Rabbim sen sığınacak KAYAMIZSIN" dediler! Bununla beraber, hiçbir âyette niçin kayaya "Sen Rab-bimizsin" denildiğine açıklık getirecek bir veri olmamakla beraber, bu müthiş görkemli hâzineleri "Evren'de Zaman ve Hayat" serisinde "19 ve sırları" adlı kitabımızda sergilemeye çalışıyoruz.

Elçilerin öğretici, eğitici vasıflan; asırlar içinde o ilkel insanlar tarafından elçilere atfen "RAB" sıfatıyla Tevrat'a ve Încîl'e sokulmuştur.

Tevrat'tan ve Incil'den ayıklanması gereken birinci derecedeki tahrifat; elçilere "Rab" sıfatı ifâdesinin düzeltilmesidir ki, bu konuda da çalıştığımızı belirtmek isterim.

İşin en garip tarafı ise, bu müthiş hatayı yine Tevrât düzeltiyor:

"Rab bilgi Allah'ıdır." (Tevrat, Bap 2, âyet 3) deniyor.

Tevrât'ın bu âyetinden de anlaşılacağı gibi "RAB", bilgi öğretici, eğitici, terbiye edici anlamlarındadır. Bunun da, Cenâb-ı Allah'ın bir sıfatı olduğu ortadadır. Öğretici insana veya meleğe "Rab” denilmez. Bu ayrıntıyı dört İncil de "Muallim=Öğretmen"A olarak telâfi eder. "Rab" sıfattır ve sadece "Âlemlere Öğretici" anlamında Cenâb-ı Allah'ın sıfatıdır. En bilge kişiye öğretici sıfatından dolayı "Rab" denemez.

*

Şunu da çok iyi bilinmesini istiyoruz:

·        • Bizi Evren'in değil, Evrenlerin sırlarına götüren,

·        • Atomların gerçek yapılarını ve hangi ele-menterlerden yaratıldığını,

·        • Gravitasyon'un gerçek kaynağını,

·        • Pembe hayallerle, zaman genleşmesini değil... zaman BÜZÜŞMESİNİ öğreten,

·        • Ozon tabakasının niçin yer kürenin (N) ve (S) magnetik bölgelerinden yırtıldığını ve daha önceleri YIRTILACAĞIM HABER VEREN ve tekrar nasıl bir yöntemle, nasıl bir teknikle kapatılacağını öğreten, HAREKET EDEN BİR MAGNETİN ASLÂ ELEKTRİKSEL BİR ALANI DA BİRLİKTE TAŞIMADIĞINI, TAŞISA İDİ GRAVİTASYONUN ASLÂ OLAMIYACAĞINI öğreten,

·        • Elementlerin sadece Hidrojen atomlarından Kozmolojik koridorlarda yaratıldığını öğreten,

·        • KARA DELİKLERİN gerçek sırlarını ve var olma sebeblerini ayrıntılarıyla öğreten,

·        •  Üzerinde akıllı varlıklar barındıran DÖRT gezegenin (şimdilik DÖRT demek zorundayım) varlığın öğreten,

·        • Bu kitap için gerekli olan radyo sinyallerini REBİÜLEVVEL ayının 0NİKİNC1 GECESİ (veya erken sabahı) tesbit edebileceğimizi öğreten,

·        • Bu gezegenin radyo sinyallerinin hangi dalga boyunda (dolayısiyle hangi frekanslarda) olduğunu ayrıntılarıyla Tevrât'tan öğreten,

·        • Yahudilere asırlar önce, neden Cumartesi günü balık avının yasak edildiğini öğreten,

·        • Özellikle birkaç asır içinde sadece "TIRNAKLI HAYVANLARIN ETİNİN YENMESİNİN" yasaklandığını ayrıntılarıyla öğreten (ki bu kitabın esası olan "AK-KUGULAR' hikâyesiyle çok yakın ilgisi vardır).

"Bir mü'min ki Rabbi tarafından verilen açık bir delil (gerçek davasını isbat eden SELİM BİR AKIL) üzeredir ve bunu ALLAH’DAN bir şahid olan Kur’ân, bir de Kur'ân’dan evvel ken-dişine uyulan ve büyük bir NİMET BULUNAN Mûsâ’nın kitabı da teyid ediyor: Hiç o sırf dünya hayatını isteyen âsîler gibi olur mu? İşte bu vasıfta olanlar Kur’ân'a ÎMÂN EDERLER." (Kur'ân-ı Kerîm; Hûd Sûresi, âyet 17).

Mûsâ aleyhisselâm'a verilen BÜYÜK NİMETİN NE OLDUĞUNU ÖĞRETEN, ki çağdaş Yahudiler bile bunun farkında değiller!

"KUR'ÂN BÜTÜN ÂLEMLERE ANCAK BİR ÖĞÜTTÜR. Muhakkak onun haberini bir ZAMAN SONRA BİLECEKSİNİZ." (Kur’ân-ı Kerîm; Sâd Sûresi, âyet 87, 88).

Ancak, inanarak "BİfcMEK" kavramının . mukaddesatını, mutlak hakikatini öğreten (ki-fazla geç kalmadan hep birlikte öğrensek bari!).

·        • ’De ki: Ey Ehl-i Kitabî (yani Incil'i ve Tevrât'ı kabul edenler). Siz Tevrat’ı, İncîl’i ve Rabbinizden size indirilen KUR'ÂNT DOSDOĞRU TATBİK VE İCRA EDİNCEYE KADAR, DİNDEN HİÇ BİR ŞEY (hiç bir kanaat, hiçbir bilgi) ÜZERİNDE DEĞİLSİNİZ..." (Kur'ân-ı Kerîm; Mâide Sûresi, âyet 68), âyeti ile Evrensel bilgilere ulaşılacak yolları öğreten,

·        • DNA çift sarmal bilgi bankasına hangi bilgiler HARİÇ, hangi bilgilerin programlandığını öğreten,

Ne, Rahman ve Rahim olan Yüce Allah'ın,

ne de VAHY olduğunu ve Mutlak doğruluğunu bilimsel tüm verilerle kanıtladığımız Kur'ân'm, reklamını veya tanımını yaptığımız sanılmasın.. .Kesinlikle!.. .

Dileyen inansın, dileyen inanmasın! İnsanın düşünce hürriyeti ve düşüncesinin hız olmayan o müthiş hızı, Evrenleri bir anda gezip dolaşacak kadar hür ve yeteneklidir. Bu yönetme kararı, kişinin kendi hür irade ve isteği ile doğrudan ilişkindir. Çünkü Kur'ân, bizim anlatmamızla anlaşılacak bir cevher değildir. MUTLAK İNANIP... inanmak için okunup... ancak, anlamak için okunursa anlaşılacak EVRENSEL BİR GERÇEKTİR.

Ne Yüce Allah’ın, ne de Kur’ân’ıh, ne de peygamberlerin ve hepsinin peygamberi olan, Yüce Allah’ın "Habîbim" dediği ve ahlâk örneği olan Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin reklam, tanıtım vs. gibi garib ve gülünç şeylere, kesinlikle ihtiyacı yoktur. Tam aksine, yerlerdeki ve göklerdeki (zaten biz de göklerde değil miyiz?) bütün yaratıklar sadece Allah'a muhtaçdır.

Buna mukabil 6666 Kur'ân âyetinin, yani Allah buyruğunun bizden istediği tek şey var... tek şey:.. Vaad ettiği Cennet'ini ve sevgisini, BİLEREK ve HAK EDEREK KAZANMAMIZI...Nasıl mı?

Yüce Allah'ın öğrettiği AHLÂK değerleri içinde öğrenmekle, bilerek Allah'a inanıp, Mutlak inançla Allah'a ve bilime yönelerek. Zaten bunun bir başka yolu olamaz.

ATOM FİZİĞİNE İŞARET

"Hayır! O KuFân kendilerine BİLGİ VERİLENLERİN GÖĞÜSLERİNDE AÇIK AÇIK IŞILDAYAN (apaçık) ÂYETLERDİR, Bizim âyetlerimizi zâlimlerden başkası inkâr etmez." (Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 49).

Bilinmelidir ki; öğrenmekle, Allah'a inanarak, inançla Allah'a ve bilime yönelmekle ancak başarılabilir.

Yukarıdaki "Işık", yani "Işıldayan" ifâdesini; aydınlık Olarak anlamayınız. Bu âyette "Atom Fiziği" ile ilgili verilerin başlangıç âyetlerinden birisidir. "Işıldayan" terimi ile bilginin ışık kaynağı veya ışık dinamizmi hareketlerini, yardımcı bilgi olarak tamamlıyor. Bu açıklamayı, bu kitabın konusu olmadığı için tam olarak açmak ahlamsızdır.. Fakat, âyetten ilk anlaşılacak veri; hemen her insanın ilk okumada anladığı değerdedir. Kur'ân'ın her çağa, hemen her insana cevap verdiği gerçeği de böylece anlaşılabilir. Ancak, bu bu kitap için konumuz dışındadır.

"And olsun ASR’A (Evren'e egemen kozmolojik zaman dilimidir) gerçekten insan ziyandadır. Ancak İMÂN EDİP DE SÂLİH AMELLER İŞLEYENLER, birbirine HAKKI

(adâleti, gerçeği, doğru olanı) tavsiye edenler ve SABRI tavsiye edenler MÜSTESNADIR." (Kur’ân-ı Kerîm; Asr Sûresi, âyet 1-3).

Genel anlamı ile "Sâlih ameller"; yaratılmanın amaçlarını, gizemlerini veya görünmeyeni görebilmeye çalışmak; öğrenebilmek, öğretebilmek, faydalanmak, insanların da faydalanmalarına çalışmak, kendisine ve çevresine yararlı yapılan; her iş, çalışma, düşünce vb. gibi anlamlan içerir.

AMEL; Arabça'da "iş-çalışma" demektir. Öz Arapça bilmeyenler, genellikle AMEL kelimesini ibâdetle kanştmrlar. "Amel" iş; "ibâde" ibâdettir.

Yüce Allah Kur'ân'ı insanlar anlasınlar diye apaçık öz Arabça bir lisanla göndermiştir. İnsanlann anlayamıyacağı bir şeyi Yüce Allah katiyyen göndermez, göndermemiştir de üstelik. Çünkü, Yüce Allah insanlara aslâ zulmü murad etmez. însanlann kendileri, hatalarından, ihtiraslanndan, dik kafalılıklanndan dolayı kazanıyorlar.... zulmü.

"... Ölçeği ve tartıyı tam denk getirin. Biz herkese gücünün yettiğini emrederiz. SÖZ SAHİBİ OLDUĞU-NUZ ZAMAN, DAVACI veya DAVALI HISIM VE AKRABANIZ BİLE OLSA DAİMA ADÂLETİ GÖZETİN..." (Kudm Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 152).

ÖLDÜRÜLMESİ GEREKEN HÂİN:

CEHALET

"Görmediniz mi ki, Allah, gökler-dekini (Güneş, Ay, Yıldız ve bulutlan) ve yerde olanı hep menfaatiniz için birer sebep kılmıştır. Hem âşikâre, hem gizli olarak her türlü nimetlerini üzerinize tamamlamıştır. Böyle iken, insanlar içinde kimisi de var ki, ne bir ilme, ne bir delile, ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah'ın dini hakkında mücadele ediyor." (Kur’ân-ı Kerîm; Lukman sûresi, âyet 20).

Bizim anlatmak istediğimiz, bu kitabın içeriği olan "Onlar şefaatleri umulan ak-kuğu-lardır" ifâdesinin gizemlerine henüz girmeden, müminleri de Kur'ân'ın bilimsel lisanı ile, haddim olmayarak uyandırmaktır.

Olgun bir Müslüman, Hind fakiri bir garibi öldürmeye kalkmaz. Bu, Kur'ân'ın tasvib etmi-yeceği bir teşebbüstür. Bunun bir başka açıklaması olamaz. Hadi, o Hind fakiri öldürüldü diyelim; daha birçok "Şeytan Âyetleri" tarzında kitaplar yazacak ve başkaları tarafından prog-lamlananlar olacaktır. Onlar da mı öldürülecek?... Aslâ! Onlar batılılıkları içinde oyalana-dursunlar. Müslüm^nm eli böyle bir câhil için kirletilemez.

Öldürülmesi gereken hâin cehâlettir, Kur'ân'ı anlamamaktır. Yoksa bir garib Hind fakirini öldürmek değildir. O câhil kişi bu kitabı okuduğunda... hergün ölecektir zaten...

Bizim burada yaptığımız; Kur'ân'a, Sevgili Peygamberimize olagelen ve olabilecek saldırılara; Kur'ân'ın ışığında ve bilimin diliyle, matematiğin dahi -hayır- diyemiyeceği nitelikte, gerçekleri sergileyip; tüm insanların akıl, mantık, analiz ve vicdanlarının kararma bırakmaktır.

"Şeytan Âyetleri” adlı kitabın tamamını okumuş değilim. Sadece gazetelerde yayımlanan bölümlerini okudum ve "Dünya Atlan-tis'in Akıbetine Gidiyor" adlı seri kitaplarımda oldukça geniş ve bilimsel verilere ve kanıtlara dayanarak anlattığım bir konunun alanı olduğunu hemen anladım.

Bütün Müslümanlar ve bütün insanlar bilmelidir ki, adı geçen mevzuu ve AK-KUĞU-LAR ifâdesi kesinlikle DOĞRUDUR.

Kişisel dileğimdir ki, bu mevzuu, yani Peygamberimizin "Onlar kendilerinden şefâ-atleri umulan Ak-kuğulardır" cümlesini günümüze kadar sağlam intikâl ettiren hadîs tarihçilerinden, İslâm tarihçilerinden Allah râzı olsun. Bu kitabın sonunda siz de diyeceksiniz.

, İslâm tarihinde hemen hemen anlaşılama-masına rağmen, hatta ilk okuyuşta İslâm'a zarar verecek kaygısı ile silinmeyen, yegâne bilimsel hâtıradır. Gerçi İslâm tarihinde hiçbir olay, hâtıra, anı silinememiştir. Bu hâtıranın günümüze kadar sapasağlam intikâli ise Yüce Allah'ın lütfundan başka bir şey de olamazdı.

Ancak, art düşünceli insanlar tarafından kasıtlı olarak programlanan Hindli yazarın ifâde tarzı, biçimi ve fikirleri; kelimenin tam anlamıyla bozuktur. Şüphesiz bilmediği bir mevzu hakkında yaptığı bu insan ahlâk ve onuruna yakışmayan davranışı, onun şahsiyeti ve insan değeriyle doğrudan ilişkilidir. Bu ifâde bozukluğunun kasıtlı nedenleri:

·        1- Yazann bilileri tarafından desteklenmesi ve kullanılması,

·        2- Özellikle bilime beşiklik etmiş İngiltere'de, çağımızda bilime egemen ve bilimsel seviyede Müslüman olup Kur'ân'a hizmet etmeye lâyık Amerika'da, insanlığın sonu gelse ve bir tek kişisi kalsa bile o kişiyle medeniyeti tekrar kurabilecek Almanya'da, özellikle teknolojiye egemen çalışkan ve saygı örneği sergileyen Japonya'da... Müslümanlığın hızla yayıldığı bir dönemde, kasıtlı olarak yayınlanıp, yine aynı güçler tarafından reklâm edilmesi,

·        3- Yazann şeytanca saplantılarla, kesinlikle kendi alanı olmayan ve son derece ciddi bilimsel ağırlıklı bir mevzuu - ki tüm insanların müşterek çıkarlarıdır- bilmeden, cehâletinden dolayı gerçeği saptırmasıdır.

·        4- Sözünü ettiğimiz bilimsel alan sadece, ama sadece bize attir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ve bu gezegende bu konu ile ilgili bir başka şey yazılamaz ve düşünülemez... Özellikle bütün insanlığın ciddi seviyede gelecekleri söz konusu olduğu için...

Oldukça bön veya bencil düşünüyoruz sanılmasın. Birazdan siz de tanık olup hak vereceksiniz.

Şimdi satırlara dökülecek mevzuu odur ki, bütün Dünya'yı yakından ilgilendiren ciddi bir ' değerdir, açığa çıktığında ise, "Gerçekten böyle imiş! Nasıl oldu da anlayamadık!" vb. gibi laflar duyabilirsiniz. Hatta kitabın yazan Hind fakiri de!

Yazar, adı geçen kitapta: Sevgili Peygamberimizin; "Onlar kendilerinden şefaatleri umulan AK-KUGULARDIR." dediğini ve bu cümlenin bitiminden bir süre sonra secdeye kapandığını; bu secdeye kapanışın LAT, UZZÂ ve MENÂT adlı (dişi-tanrıça) putlara tapınmak (Hâşâ!) için yapıldığını yazıyor. Bu iğrenç cümleyi şu anda yazarken dahi iliklerime kadar utanç duyuyorum. Ancak, siz okuyucularımıza kitaptaki şarlatanlık hakkında az-öz bir ön bilgi vermek zorunda çl-duğumuzdan kaçınılmaz bir zarurettir.

Bu secde olayının olduğu anda; diğer Mekke müşriklerinin de secdeye kapandığını, çok az sayıda yaşlı henüz Müslüman olmuş az bilgili birkaç kişi de secde yerine, yerden toprak alarak alınlanna sürmekle secde emrini yerine getirmeye çalıştıklarını tarihlerden zaten biliyoruz. Ancak bu olay anında, Mekke'de öylesine müthiş tabiat üstü bir olay oldu ki... Rasûlullah'tan başka kimse olayın aslını görmemesine rağmen, ya korkudan, ya da hayretten, veya sanki magnetik bir fırtınaya uğradıklarını hissedip; Kâinât'ın Efendisi'nin EN-NECM SÛRESİ’nin son âyetlerini vahiyle dinleyip 62'nci âyette secdeye kapanmasını; müşrikler "âni- sonik patlama" veya "şok" etkisiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efen-dimiz'i taklid edip secde ederken, Müslüman-lar da Peygambere mutlak inançla putlara değil, ALLAH’A SECDE ETTİLER. Birkaç yaşlı ve şuursuz Müslüman ise, yerden toprak alıp alınlanna sürdüler. Bunlar da belki henüz Müslüman olan ve şaşkınlık içindeki kimselerdi. Olayın meydana geldiği o anda nasıl tabia-tüstü bir olayın olduğuna bu kitapta birlikte tanık olacağız.

"Şeytan Âyetleri" adlı kitabın yayınından sonra birçok kişi, Cenâb-ı Peygamber'in, "Onlar kendilerinden şefâatleri umulan AK-KU-ĞULARDIR-GÂRANÎYK" demediğini, hangi bilimselliğe ve hangi araştırmaya dayandın-yorlarsa(!) söylemeye çalışıyorlar. Hayır! Kâ-inât'ın Efendisi, bütün insanlığa yön veren bu cümleyi Mekke'de söylemiştir. Bu cümlenin bilimsel ağırlığını ise bu kitap süresince, istisnasız her insan ayrıntılarıyla anlayacaktır, itirazı olanlar da!... anhyacaktır.

Şunun da kesinlikle bilinmesini isteriz ki: Gravitasyonun kaynağından magnetik alanların gizemlerine; atomların gerçek kimliğinden oluştuğu elementer (PDCS) öğelere (8) kadar Kur'ân'ın bize öğrettiğini hiç bir eksiltme yapmadan bilim dünyasına kesin deney ve kanıtlarıyla birlikte kitaplar halinde sunuyoruz.

Gerek bu kitapçığı, gerekse diğer bilimsel çalışmalarımızı, bunların net verilerini bütün insanlığa hizmet amacı ve sadece Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah'ın sevgisini kazanmak için yapıyoruz. Bilimsel keşiflerin kâşifine verdiği haz’ı anlatabilmek zaten mümkün değildir.

Yoksa bu çalışmalarımla, (Hâşâ), ne Yüce Allah'ı, ne de Kur'ân'ı, ne de kendisinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eden Kâinât'm Efendisi Hazret-i Muhammed sallal-lahu aleyhi ve sellem'i tam olarak anlatabilmiş ve açıklayabilmiş değilim.

’ Şimdi oldukça dikkatli, akılcı, aklın matematiğine işlerlik kazandırıp, zihnin gözlükleriyle takip ediniz, lütfen

-oOo-

GÂRÂNİYK=ÜÇ GÂRNİK

"Onu PÜRÜZSÜZ ve DOSDOĞRU ARABÇA bir Kur'ân olarak indirdik. Gerek ki, KÜFÜRDEN (gerçeği örtmekten, gizlemekten) SAKINSINLAR." (Kur-’ân-ı Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 28).

Kur'ân-ı Kerîm gerçekten de pürüzsüz bir Arapça ile vahiy edilmiş ve yazılmıştır. Şu anda adı geçen Arabça'yı, araştırmacı seviyesindeki eğitim merkezleri, lisan uzmanlan ciddi seviyelerde araştınyorlar ve belirli bir seviyede ancak biliyorlar. Yani Kur'ân'm Arapçası (Öz Arabça) tam anlamıyla Arab halkının konuştuğu Arabça değildir.

Bildiğiniz gibi, hemen her yüzyılda top-lumlarda göçlerin, ticaretin, teknolojik transferlerin, eğitim alış-verişlerinin evliliklerin vb. gibi etkileriyle ciddi seviyede, ancak oldukça yavaş işleyen kültür değişimi vardır. Buna, bildiğimiz gibi "Kültür Tekâmülü" diyoruz. Şimdilik, hiçbir toplumun giderek câhilleşti-ğine tanık olmadık. Yüzyıl önce ölmüş büyük dedenizle bugün konuştuğunuzu var sayın... Anlaşabilir misiniz? Hemen hemen imkânsızdır, değil mi?

Bildiğiniz gibi Kur'ân 6. Yüzyılda gelmiştir. Arapların dillerinin o çağda da dillerinin yine Arapçca olmasına karşın, insanlarının en fazla %10'u okuma yazma biliyorlad*. Bu, şu demektir: Toplumdaki kültürün ifâde ve anlayış farkı ciddi seviyede, dengesizdir.

Yüzde 10'luk kitle ile diğerlerinin konuştuğu dil aynı olmasına rağmen ifâde ve anlayış farklılığı bariz bir biçimde gözlenebilir. Özellikle güncel konuların dışında felsefî, bilimsel vb. gibi. Bu anlattığımız gerçeği 20.Yüzyılda da hemen her toplumda tartışmasız izleyebiliriz. Her toplumun farklı kesimlerinde kültür ve anlayış farkı açıkça gözlenebilir.

Bir de son derece zengin, o oranda da "kelimenin" birçok anlamı olan Öz Arab dilini hesaba katarsak; birtakım yanlış anlaşılabilecek veya anlaşılamayacak ifâdeleri daha ciddi kavrayabiliriz.

Zaten âyette belirtilen "DOSDOĞRU VE PÜRÜZSÜZ BİR ARABÇA" ifâdesi henüz gençliğimde Kur'ân'ı anlayabilme noktamızı ve koordinatımızıtayin etmişti.

6. Yüzyılda geçimlerinin büyük bir bölümünü ticaretle kazanan Mekkelilerin, birçok yabancı kültürlerin de etkisiyle, geniş ve halkın konuştuğu dillere göre çok yüksek bir kültür seviyesinde, gizemleriyle, dosdoğru ve pürüzsüz bir Arabça ile ve bölüm bölüm gelen Kur'ân, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından anlatılarak, eğitilerek topluma Öz Arabça ile yansıyordu, bildiğiniz gibi bu da 23 senelik bir zaman aldı.

Ancak, anlayışları o kadar sınırlıydı ki; "hatta parantez içinde" o günkü Mekkelilerden çok daha köklü kültürleri olan, sağlıklı dilleri ve Arablardan çok önce alfabeleri olan, o devirlerde dahi bilime daha yakın olan Yahudi-ler; Kur'ân'ı anlayamadıkları için veya ihtiraslarından, ihtilaflarından dolayı, Mekkelileri; Peygamber Âzer oğlu Hz. tbrâhîm ve peygamber Hz. Lût'a ait anılarla (doğru olan bir hâtıranın zamanla hikâye veya masal haline getirilmiş halidir) Kur'ân'dan uzaklaştırma politikası yapıyorlardı. Câhil Mekkeliler de inanıyorlardı.

Az önce belirttiğimiz kültür farkına şimdi birlikte tanık olacağız. Peygamberimiz sallalla-hü aleyhi ve sellem duâ ederken veya insanlara Kur'ân'ı açıklarken veya açıklamaya çalışırken; hem " ALLAH" demesini, hem de "Bütün yaratıkları seven, nzıklannı veren, ihtiyaçlarını esirgemeden veren, dünya nimetlerdim hiç kimseden esirgemeyen" anlamındaki "RAHMÂN" demesini; inançsız Mekkeliler:

-"Ey Mekkeliler! Hem bizim putlarımıza söz atıyor; sizin de, bizim de İlâhımız bir olan Allah'dır diyor, hem de Allah ve Rahman diye iki ilâha duâ ederek Rahmân diyor." şeklinde değerlendirmişlerdir. Oysa:

"De ki: İster Allah deyip duâ e-din, ister Rahmân deyin, hangisini ? derseniz O'nundur en güzel isimler." (Kur'ân-ı Kerîm; İsrâ Sûresi, âyet 110), âyetiyle hem Kur'ân açıklanıyor, hem Peygambere ve dolaylı olarak insanlara öğretiliyor, hem de gelecek nesillere pek çok bilimsel gerçeklerin intikâli sistemli bir yöntemle sağlanıyordu. Az önce izlediğiniz gibi; hem "Allah" demesini, hem de "Rahmân" demesini hemen ânında iki ayrı ilâh zannedip amaçlarına' malzeme yapabiliyorlardı. Kültürün anlayış ve ifâde seviyesini artık siz hesab edin.

O günün toplundan ve kültürleri bilimsel önemi olan Kur'ân âyetlerini tam mânâsıyla anlıyamayacaklanndan dolayı;

-"Nasıl olur canım, olur mu yerlerin etrafından kaçıp kurtulmak, ölümden kurtulmak" vb. gibi ilkel duygularla düşünüp, Kur’ân'ı tahrif etmesinler diye (etmeleri zaten mümkün olmamakla beraber, Kur'ân'ın gerçek tefsir kaynaklarının tahrif edilebileceğini kasd ediyoruz); aklın matematiği ile 20. Yüzyılda ancak bir kısmını anlayabildiğimiz birçok bilimsel gerçekleri, mükemmel bir özellikle (teknık-le) kamufle ediyor ve gelecek nesillere de bilgileri eksiksiz aktanyordu. Bir örnek verecek olursak:

"Ey Cinler ve İnsanlar topluluğu! Gücünüz yeterse GÖKLERİN ve YERİN ETRAFINDAN ÇIKIP GİDİN... Çıkıp gidemezsiniz, kurtulamazsınız; ANCAK BİR KUVVETLE."

(Kur'ân-ı Kerîm; Rahmân Sûresi, âyet 33).

Aynı âyetin bir diğer meâli:

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! GÖKLERİN VE YERİN bucaklarından GEÇİP GİTMEYE GÜCÜNÜZ YETERSE GEÇİP GİDİN, ANCAK KUDRETLE GEÇEBİLİRSİNİZ."

Şimdi dikkatle izleyiniz lütfen: "Çıkıp gidemezsiniz" ifâdesine kadarki bilgi o günün kültürüne göre, kavrayışlarına göre, o insanları frenliyor, yani:

"Siz yapamazsınız, böyle bir şeyi düşünseniz de başaramazsınız." diye sınırlıyor, fakat:

"ANCAK BÎR KUVVETLE veya ANCAK KUDRETLE GEÇEBİLİRSİNİZ." ifâdesi de gelecek nesillerin akıl matematiğine gördüğünüz gibi îriutlak yön veriyor. Yalnız yön vermekle kalmıyor, işin uzmanlarının anlı-yacağı özelliklerde ise, ayrıntılı bilgileri entegre bir biçimde zaten sergiliyor.

Çağımızda da bu âyete göre:

İşte canım, uzay seyahatlerinden söz ediyor, gördünüz mü bakın, Kur'ân'da neler var neler!" diyecek ve hiç mi hiç ilgisi olmayan bu gerçek bilgi anahtarını, günümüzde de yanlış anlayıp, yanlış değerlendirecek çok kişi olacaktır. Kaldı ki 6. Yüzyılda yanlış değerlendirme yapılmasın; 6. Yüzyılın Arablanna da bir kabahat yüklenmese gerek. HER İYİ ŞEY, İHTİLAFLARININ GÜCÜ İLE DEĞER KAZANIR, DEĞİL Mİ?

Hatta Arablann ö gün için aıilayışlan o kadar sınırlıydı ki; kendi soylarından olan Peygamberimizi tenkid ediyorlar ve yabancıların ihtilaflarına göz göre göre "Evet" diyebiliyor-lardı.

"Hayır, o kâfirler (gerçeği örtenler) İLMİNİ (bilimselliğini) KAVRAYAMADIKLARI KUR'ÂN'ı yalanladılar ve kendilerine HAKİKAT ve İNCELİĞİ HAKKINDA BİR ANLAYIŞ DA GELMEDİ. Onlardan önce gelen ümmetler de peygamberlerini böyle yalanlamışlardı. Amma bak zâlimlerin âklbeti nasıl oldu?" (Kur an ı Kerîm; Yûnus Sûresi, âyet 39).

Bu, onların sorunu olmasına rağmen, hâlâ kavrayamıyorlar diyebilirim. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in hem "Allah", hem de "Rahmân" diye duâ ederken karşılaştığı tenkidleri, az önce belirtmiştik. Şimdi, birinci sayfadan itibaren okuduklarımızı hatırlayarak, bütün dikkatimizle takip etmemiz gerekiyor.

-oOo-

OKURKEN,OKUDUĞUNUZU YAŞAYINIZ

Asırlar önce olmuş, anılan doğru olan bir hâtıranın, asırlar sonra da hikâye, masal haline getirilmiş, bozulmuş şeklini Peygambere anlatan ve tenkid eden inançsız Mekkeliler ve yabancılar:

-" Bak bu gerçeği sana din sahibi Yahudi-ler de anlatıyor. Sen putlarımıza sadece taşlardır diyorsun. Oysa bunlar (şimdi çok dikkat edin), LÂT, UZZÂ, ve bu da MENÂT'tır. (Bu cümlenin ifade tarzını ve cümle tekniğini sakın unutmayınız), biz bunlardan ŞEFAAT VE YARDIM UMUYORUZ, oysa sen bunlara cansız taş parçalan diyorsun" deyip Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i sıkıştırmaya çalışıyorlardı.

Peygamberimiz, Mekkelilerin körü körüne inandıkları bozulmuş bu hikâyenin özünün asılsız olmadığını biliyordu. Tarihin derinliklerinde olmuş o gerçek olayın asırlar sonra kırpı-la kırpıla sadece basit bir masal haline geldiğini de sezinledi. Son derece hoşgörülü ve yumuşak huylu oluşundan dolayı tam cevap vermemeyi, veya sanki o mevzuun aslına zarar gelebilir korkusu ve endişesiyle, bir başka zaman açıklamayı tercih ediyormuş gibi tavn, o anda Mekkelilere kesin tavır almayıp, insanları rencide etmeden hitab eden ahlâk yapısından ve taraftar kazanmayı da tercih edercesine düşüncelerinin olması son derece doğaldır. Zira Sakifoğullan, Hazret-i Peygamber'e; "Putumuz LAT'ı terk etmemiz için bize süre tanı, bizim de vadimizi Mekke gibi kutsal yap!" gibi tâviz vermeyi gerektiren ciddi anılar günümüze kadar geldi ise de; en sağlıklı gerçek nedeni: "Sen gelip bizim putlarımıza el sürmedikçe biz de seni Hacer-i Esved'i (Siyah taşı) selâmlamağa bırakmıyacağız." baskısı idi. Hemen her zorluğu iyi ahlâkı, bilge, hoşgörülü, efendi davranışlarıyla ve Rabbimizin hikmetiyle çözen Sevgili Peygamberimizin kalbinden az önce anlattığımız zorlukları durdurabilmek ve KUĞULAR gerçeğinin de ciddiyetini henüz tam bilmediğinden, biraz olsun tâviz geçiyor ki, Yüce Allah:

” Az kalsın seni bile sana vahiy ettiğimizden başkasını Bize iftira edesin diye fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer Biz, sana SEBAT vermemiş olsaydık, sen onlara AZ BİR ŞEYLE MEYL EDECEKTİN..." (Kur’ân-ı Kerîm; Isrâ Sûresi, âyet 73, 74). âyetleriyle Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem eğitiliyordu.

Çünkü Peygamberimize, "Sen Kur'ân'ı tebliğe memursun" şeklinde birçok vahiy geldi. Yani Kur'ân'ın bir tek kelimesi için dahi tâviz verilemezdi. Anlatmak istediğim, Peygamberimizin Kur'ân hakkında taviz vereceği vermek istediği değildir. Bu, son derece hassas noktadır ki; Peygamberimizin kişisel tüm hayatı, günlük konuştuğu her cümle, eksiksiz tüm davranışları, güncel hayatı Kur'ân'ı tefsir edecek yegâne başvuru referansıdır. Bu yüzdendir ki, Yüce Allah hemen her konumda ayrıntıları Kur'ân ile gelecek nesillere, Peygamberimizin yaşantısındaki hemen her olayla bütünleştirerek, intikâl ettiriyordu. Peygamberimizin karşılaştığı ciddi tekzibleri de eksiksiz olarak bizlere; Kur'ân'm tek bir harfinin dahi önemi dolaylı veya direkt olarak hatırlatılıyordu. Zira Peygamberimizin hemen her sözü ve davranışı, Islâm'da ikinci derecede başvuru kaynağıdır. Buna da "HADÎS" diyoruz. Kur'-ân'ın bilimsel tüm gizemlerine ancak "Hadîs" ve "Hadîs-i Kudsî" ile girilebilir. Yani hadîs, Kur'ân'ı anlamak için başvurulacak birinci derecedeki referanstır.

Hazret-i Peygamberi sıkıştırıp gerekli tâvizi koparmaya çalışanlar zengin, doğal olarak da taraftarları ve kabileleri kalabalık olan kişilerdi. Hazret-i Peygamberin kalbinden geçen ise, her ne kadar Mekkelilerin anlattığı bozuk masalın esasta doğruluğunu sezinlemesine karşın, hem taraftar kazanmak (genel anlamda Dini yaymak), belki de KUĞULARIN tam ciddiyetini henüz açıkça bilmediğinden, biraz olsun tâviz vermeyi düşündü ki;" Sen onlara az bir şeyle meyi edecektin " (Kur'ân-ı Kerîm; lsrâ,74) ifâdesiyle Hazret-i Peygamberin olay hakkında bir şeyler bildiğini, ancak ciddiyetini tam bilmediği çin biraz tâviz verebileceğini, âyetin kesin çizgilerinden anlayabiliyoruz. Fakat, Kur'ân için tâviz verilemezdi...

"KUR'ÂN BÜTÜN ÂLEMLERE ANCAK BİR ÖĞÜTTÜR." (Kur’ân-ı Kerîm; Sâd Sûresi, âyet 87) âyetiyle, Kur'ân'ın hiçbir şahsın, milletin, hatta bu gezegendeki insanların dahi tekelinde olamıyacağını, zor kullanarak da kabul ettirilemeyeceğini kesin emirlerle Hazret-i Peygambere dolaylı olarak da gelecek nesillere açıklıyordu.

"Hiç şüphesiz o Kur'ân KAT'İ BİLGİ-Nİrt TAM GERÇEĞİDİR." (Kur'ân-ı Kerîm; Haşr Sûresi, âyet 51).

Âyette ifâde edilen "YAKİYN"; kendisinde asla şüphe olmayan, kat'i, mutlak (salt) bilim, bilgi demektir.

Öncelikle aklı başında bilim adamlarına hitab eden bu âyetin değerini anlamamak için, insandan gayri bir şeyler (o şey her neyse) olmak gerek!

Kat'i bilgi, tam, eksiksiz bilgi demektir. Fakat, "Kat'i bilginin (üstelik) TAM GERÇEĞİ" deniliyor!

Hangi amaca hizmet etmek için anlamadılar bu gerçeği acaba?

Esas konuya girerken oldukça dikkatli izlememiz gerekecek. Çün^ü, okuyacağınız her satırın "Bio-thermo Dynamic Bilgi İletişim Düşünce Merkezinizle bütünleşmesi gerekiyor. Çünkü, "GÂRÂNİYK= AK-KUĞULAR" gizemi Allah'ın dostu Hazret-i İbrâhîm aleyhis-selâm ile başlıyor.

" (Îbrâhîm, îmâna dâvet edince) kavmi-nin cevabı ancak şu olmuştu: Öldürün O'nu yahut YAKIN O'NU. (Bunun üzerine kavmi, Ibrâhîm'i ateşe attığı zaman) Allah da O'nu ateşten kurtardı. Elbette bunda îmân edecek bir kavim için ŞÜPHE GÖTÜRMEZ İBRETLER VARDIR. (İbrâhîm) dedi ki: Siz, dünya hayatında, aranızda sevgi olsun diye, AHIah'ı bırakıp bir takım putlara tapındınız... Bunun üzerine Ibrâhîm'e (ilk olarak) LÛT îmân etti. İbrâhîm şöyle dedi: 'Ben, Rabbimin emr ettiği yere (Harran'dan Filistin'e) hicret edeceğim. Şüphe yok ki, Allah Azîz'dir, her şeye Gaalib'tir, Hakîm'dir (hükmünde hikmet sahibidir)." (Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 24,25,26).

Îbrâhîm aleyhisselâm'a ilk olarak kardeşinin oğlu Hazret-i Lût îmân ediyor. Lût aleyhis-selâm bir peygamber olarak Sedom'da yaşayan bir kavme geliyor. İşte buralar, birazdan tanık olacağınız "AK-KUGULAR" anılarının geçtiği yerlerdir.

İbrâhîm aleyhisselâm birazdan izleyeceğiniz gibi, Elçiler tarafından özel programlanmış DNA moleküllerini kendisine ve hanımı Sâre'-ye (Sâre'nin çocuğu olmuyordu) enjekte operasyonu için son derece müsait bir bölge olan, Allah'ın vahiyle emrettiği yere, önce Mısır'a, sonra Filistin'e gelip yerleşti.

Gerçi olayın geçtiği yerler Kur'ân'da ayrıntılı olarak açıklanmıyor. Oysa, Hz. İbrahim'in, Lût aleyhisselâm ile birlikte çıktıkları yerin kesinlikle Harran (Mezopotamya, şimdiki Urfa) olduğunu, Lût'un Sedom'a geldiğini, İbrâhîm'in önce Mısır'a sonra (Sâre ile birlikte) geldiğini, sonra tekrar Filistin'e döndüğünü, Mısır'da Fir’avn tarafından hediye edilen câriye Hâcer ile Sâre'nin isteği ile evlenip çocuğu olduğunu, Îsmâîl isimli bu çocukla Mek-ke'ye/Farran'a gelip Hâcer’i ve Ismâil’i orada bırakıp tekrar Filistin'e geldiğini tartışmasız, güvenilir kaynaklardan öğreniyoruz. Ancak îsmâîl ile birlikte Mekke'ye gelişi, Hazret-i İbrâhîm'in çok ileri yaşlarındadır ve Sâre'den İshâk isimli çocuk doğduktan sonradır.

Kâ'be'nin, Yerküre üzerinde özel bir nokta olarak tahsis edilişi bu olayladır ki insanlığa bilimsel verilerle mâl edilmiştir. Çağın bilimselliği bu noktanın önemini + anlamını henüz kavrayamamış olmasına rağmen Kur'ân'ı anlı-yacâğı yerde, onunla mücâdeleden bir türlü vaz geçemiyor... Neyse iki ayak üzerine kalktığında herhalde anlıyacaktır!

Lût aleyhisselâm ise görev yapmak üzere gönderildiği Sedom’daki kavme gelip:

"Lût'u da kavmine peygamber olarak gönderdik. Hani kavmine şöyle demişti: Gerçekten siz çok kötü işi (livata) yapıyorsa» naz. SİZDEN ÖNCE ÂLEMLERDEN HİÇBİR KİMSE BUNU YAPMAMIŞTIR. Cidden hâlâ erkeklere gidecek, (mal aşırmak için) yolu kesecek ve toplantınızda EDEB-SİZLIK yapıp duracak mısınız? Buna karşılık kavminin cevabı şöyle demek olmuştur: Eğer doğru söyleyenlerdensen, GETİR BİZE ALLAH’IN AZABINI.” (Kur ân ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 28,29).

Lût'un kavmine yaptığı nasihatlar, izlediğiniz gibi sonuçsuz kalıyor. Kavim herhangi bir azâbın olmayacağı ve olamıyacağı inancındadırlar. Ancak, hiç unutulmaması gereken ifade,"Sizden önce ALEMLERDEN HİÇ KİMSE BUNU YAPMAMIŞTUdır. Bu demektir ki; kavminin yaptığı bu edebsizlik o gününe kadar daha önce hiç duyulmamış bir hâdisedir. Dola-yısıyle o kavmin bulunduğu yerde oldukça meşhur, adının sık sık duyulduğu bir yerdir. Zaten "yolu keserek" ifâdesinden, şehirlerinin kavşak bir yerde, yani fazla işlek bir transport güzergâhta olduğu anlaşılıyor.

Lût aleyhisselâm ne kadar bir zaman kav-mine nasihat ediyor, veya aradan ne kadar bir zaman geçiyor pek bilemiyoruz. Ancak;

" Hani elçiler İbrahim'in yanma varıp SELÂM demişlerdi. (İbrâhîm elçiler için hazırladığı yemeği, yemediklerini görünce) dedi ki: BİZ, SİZDEN CİDDEN KORKUYORUZ. Elçiler de: KORKMA GERÇEKTEN BİZ SANA BİLGİN BİR OĞUL MÜJDELİYORUZ dediler." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 52,53).

Elçiler, İbrâhîm aleyhisselâm ile tanışma-lannm hemen ilk cümlesinde, sahip olacağı OĞLAN evlatla müjde vererek KORKUSUNU gideriyorlar... Hem de oğlan olacağını, hem de bilgin-bilim adamı olacağını garanti ediyorlar!

Kur'ân'ın en önemli bilimsel gizemlerinden bir gerçek de; olaylar, anılar, tarihî veriler veya öğütler birçok ayrı sûrelerde ayrı ayn anlatılırken, bizlere ilettiği "esası aynı olan" hâdiselerin birçok ince ayrıntıları, ayn ayn sûrelerde açıklanır. Bunun çok önemli bilimsel nedenleri vardır ve konumuzun dışındadır.

Yukandaki âyetlerde Hz. İbrâhîm ve elçiler arasında geçen konuşmalann bir diğer sûredeki anlatımıyla, bir örnek daha verebiliriz:

Kuğular gizemine henüz girerken açılması ve tanımlanması gereken bir nokta da şudur:

-oOo-

ELÇİ - MELEK

ELÇİ-MELEK; Öz Arabça’da ELK (E.L.K.) kökenli olan bu kelimenin tek anlamı vardır. Bu anlam, birçok farklı şekilde özneleş-tirilmesine rağmen içeriğindeki anlam; "haber getiren-götüren" veya "bilgi getiren-ğötüren ve bilgileşmeyi", yani "haberleşmeyi sağlayan" vb. gibi hallerde; ELK fiili kullanılabilir. Örneğin Melek; ELK kökenli; haber, bilgi, emir getiren- götüren fâildir. Buna göre Elçi-Melek; haber getirip- götüren KİMSENİN hem adıdır, hem yaptığı işin adı ile birlikte anılan, ifâde edilen hâlidir.

Melek, hiçbir iş yapmadan varlığını veya özelliğini bize nasıl belirtecektir? ELK, yani elçilik, yani haber, görev, emir getirip götürmekle Elçi-Melek olarak ancak kavrayabiliriz.

IŞIK da bir tür melek olabilirdi. Ancak, ışık kaynağından çıkıp eşyanın özelliklerini göze getiren tek yönlü bilgi-haber iletişimi yaptığı için buna "ELK” diye benzetme yapabiliriz.

Radyo dalgalan da bir tür ELK’dir. Ancak, tek yönlü elçi değil -ELK- kökenine atfen kavramak için benzetebiliriz. Kaynağından "Radyo Alıcısına" haber-bilgi getirmesine rağmen Radyo Dalgalanna "Melek" diyemeyiz. Yaşlı insanlar (Türkler) hatırlayacaklardır. Posta görevlilerine yaptığı görevden dolayı "ULAK"

83 denilirdi. Bu kelime Osmanlı Türkçesi'nde "ELK" kökenli bir kelimedir.

Melek haber, bilgi, emir alış-verişinin fâili ve o bilginin gereğini yapan KİMSE olurken, yaptığı fiil "ELK"dir. Yani "Elçilik"tir. Oysa, elçe de isim değil, elçilik yapanın faaliyetidir.

İnsan da yaratıktır ve duyularıyla bilgi alış-verişi yapar. Dışanya bilgi transferi de yapabilir. ikisini aynı anda da yapabilir. İnsana niçin MELEK demiyoruz? Görevi haber, bilgi getirip-götürmek değil de ondan. Ancak, yaşantısında, yani diriliği süresince durmaksızın çevresiyle bilgi alış-verişi yapar veya isterse yapar.

Şimdi Elçi-Melek ifadesini biraz olsun açabiliriz sanırım.

Özel amaçla, özel programla bilgi, emir alış-verişi yapan şehvetsiz ve akıl programlı kullardır.

Şehvetsiz akıl; meleklerin duygusuz olduğu anlamında değildir. Onların bilgi bankasında (genetiğinde) zıtlık kavramları yoktur. Yani sevgi-nefret, savaş-banş vb. gibi. Onlar sadece özel hizmete programlanmış, Cenâb-ı Allah'ın programladığı bilgilerden başka bir şey bilmeyen melek kullarıdır.

Bunu çok daha açık olarak:

"Allah, Hz. Âdem aleyhisselâm'a bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: Eğer (her şeyin içyüzünü bilen) sâdıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin, buyurdu. Melekler: Biz, (sana itiraz olunmaktan) seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka, hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak Sen her şeyi hakkıyla bilensin, üstün hikmet sahibisin, dediler." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara Sûresi, âyet 31, 32).

Bu âyetlerden şunu açıkça anlayabiliriz: 32. âyette Melekler: " Biz, senin bize öğrettiğinden başka bir şey bilemeyiz, yani eşyanın adını genetik bankamıza öğretmedin ki, eşyanın adını sana haber verelim ” diyorlar.

Çok dikkat edin "Sana HABER verelim" ifâdesini kullanıyorlar, "Sana söyleyelim" demiyorlar. Buradan meleklerin özel hizmetler için sınırlı bilgilerinin olduğunu açıkça anlıyoruz. Başlıca görevlerinin de bilgi-haber getirip-götürmek; emri icrâ etmek olduğu ortadadır. Sanırım Elçi-Melek ifâdesini (tam olmamakla birlikte) bu kitabın içeriği için yeterince açtık.

Bunun içindir ki elçi başka, melek başka şeylerdir. Melek; elçilik yapabilmesine rağmen; elçi, melek olmayabilir. Postacı ULAK'ın melek olamayacağı gibi.

Hz. İbrâhîm'e gelen kimseler de (Gârâ-niyk!) sadece elçilerdir. Biz de bazı hallerde "Elçi-Melek" olarak ifâde etmekle, mevzuun içeriğini genelleştirmek istedik. Bu konu, yani "Elçi-Melek" gizemi birçoklarının zihinlerini karıştırabilir. Ayrıca ifâde edeyim ki "Elçi" Türkçe, tam karşılığı "Melek" Arapça'dır. Ve;

"Hemen gidin de Fir'avn'a deyin ki, biz Rabbinin ELÇİLERİYİZ." (Kur'ân-ı Kerîm, Tâ-Hâ Sûresi, âyet 47).

Sadece bu âyet bile örümcek ağrının içinde asırlardır saklı duran ve bir türlü gerçeği görmek istemeyenler için yegâne bilgi kaynağıdır. Devam edelim:

" Mekkelilere doğru yolu gösteren peygamber, onlara Kur'ân ile geldiği zaman, insanların îmân etmelerine ancak şöyle demeleri engel oldu: Allah bir insanı mı Peygamber gönderdi, (Peygamber olarak bir Melek göndermeliydi)? (Ey Rasûlüm, Mekke-lilere) şöyle de: Eğer (insanlar gibi) yeryüzünde, yürüyüp duran Melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.’’ (Kur'ân; Isrâ sûresi, âyet 94,95).

Kur'ân'ın 1400 senedir bilimselliğini hiç anlayamıyanlar; herhalde korkudan olsa gerek (bu nasıl korkuysa!) gerçeği öğrenmekten korkmuşlar...

"Gerçekten elçilikle gönderdiğimiz KULLARIMIZ hakkında şu sözümüz geçmiştir: Muhakkak onlar bizzat onlar muzaffer olacaklardır. Ve elbette Bizim askerlerimiz (ordularımız) muhakkak onlar gaalib geleceklerdir." (Kur'ân-ı Kerîm; Sâffât sûresi, âyet 171-173)

Daha aydınlatıcı olarak:

"Bir de şöyle dediler: Bu peygambere(l) ne oluyor? Yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilse de beraberinde bir dâvetçi olsa ya! (Meleğin onu tasdiki ile Hak Peygamber olduğunu bilsek ya)" (Kur'ân-ı Kerîm; Furkan sûresi, âyet 7).

6. Yüzyılda Musevi kültürü (ve kışkırtmaları ve yanlış tefsir edilen Tevrât bilgileri) altında saçmalayan Mekkeliler; Tevrat'ta sık sık ifâde edilen ve sık sık îsrailoğullanna yardım eden elçilerin öğretici sıfatlarından dolayı elçilere "RAB" diyen zavallılar; RasûlAllah'a; "O'na da melek (elçi) inse ya, niçin yemek yiyor?" şeklindeki tenkidleri, bizleri doğru bilgiye götüren en güzel yanlışlıklardır.

DOĞRU BÎLGÎ, ONA KARŞI OLAN YANLIŞIN BÜYÜKLÜĞÜ İLE EN GÜZEL DEĞERİ KAZANIR..

Zira, Tevrât'ta eskiden peygambere "GÖREN" de denilirdi. Arapça’da, Aramî kökenli yeni ve süper görkemli, düzenli bir dildir ki; Tevrât'ı önce Öz Arapça’ya çevirip, ondan sonra analiz etmek hedeflerimizden biridir.

"Ve uşak yine Saula cevap verip dedi: İşte, elimde bir çeyrek şekel gümüş var; Allah adamına onu veririm, ve yolumuzu bize bildirir. (Evvelleri İsrail'de Allah’tan sormak için gittiği zaman adam böyle derdi: Gel, Görene gidelim; çünkü şimdi Peygamber denilene önceleri Gören denirdi). Ve Saul uşağına dedi: İyi dedin; gel gidelim. Ve Allah adamının olduğu şehre gittiler. Ve yokuştan şehre çıkarken, su çekmek için çıkmakta olan genç kadınlar buldular, ve onlara dediler: GÖREN burada mı?" (Tevrat, Samuel, Bap 9, âyet 8-11).

"Peygamber" Arapça değildir, Arapçası "Resûl"dür.

Bu hassas konuyu "19'un Sırları" ve "Evrende Zaman ve Hayat 4. TÂ-HÂ" adlı kitaplarımızda açmaya çalıştık.

Biz tekrar Hz. İbrahim'e ğelen elçilere dönelim.

"Hani onlar (elçiler) İbrahim'in yanma varmışlardı da SELÂM vermişlerdi. O da (karşılık olarak) SELÂM vermiş: 'TANIMADIK BİR KAVİM!' demişti. Hemen bir bahane ile ailesine giderek, semiz bir dana (kesip) getirdi de. Onu (yemek olarak) önlerine koydu: 'Yemeye buyurmaz mısınız?' dedi. (Elçilerin yemediğini görünce) O VAKİT ONLARDAN İÇİNE BİR KORKU DÜŞTÜ. Onlar: 'KORKMA’ dediler; ve onu ÇOK BİLGİN BİR OĞUL İLE müjdelediler. Bunun üzerine (İbrâhîm’in) hanımı bir çığlık içinde döndü ve elini yüzüne çarptı: 'Ben kısır bir kocakarıyım (nasıl çocuğum olabilir)' dedi. Onlar dediler ki:' İŞ SANA DEDİĞİMİZ GİBİDİR. BUNU RABBİN BUYURDU. ŞÜPHESİZ Kİ O, HAKÎM'DİR, ALÎM'DİR." (Kuran-ı Kerîm; Zâriyât Sûresi, âyet 25-30).

Benzerlikleriyle iki ayn sûrede ayrıntılı bilgilerden öğreniyoruz ki; ilk defa elçileri gören Hz. İbrâhîm doğal olarak Elçilerin her türlü halinden, görünümlerinden, yemek yememelerinden korkmuştur. Bunu Zâriyât sûre-si'nin 25. âyetinde "tanımadık kimseler" ifâdesinden, yani daha önce hiç görmediği ve kendisini ürkütecek görünümde olduklarını açıkça anlıyoruz. Olabileceği vâdiyle müjdeledikleri BİLGİN OĞUL ise, genetiği özel programlanmış İshâk ve İshâk'ın oğlu Ya'kûb ve Esavriır.

Âyette geçen "KORKU", insanın âniden karşısına çıkan bir canavardan duygulandığı gibi bir korku değildir. İnsanın hayal bile edemeyeceği ve kendisini, bir şok etkisi gibi hayretler içinde bırakabilecek bir duygunun verdiği korkudur. Hayret + Ürkme + İrkilme + Gizli korku gibi duyguların sergilendiği âni şok etkisi gibi bir duygudur bu.

Siz de farkındaysanız; korkuyu "Korkma!" ikâzının hemen ardından "Çok bilgin bir OĞUL müjdelediler" ifâdesiyle tamamen ve bir anda yok ediyorlar. Çünkü, Îbrâhîm aley-hisselâm'ın 100 yaşı dolaylarında duyacağı en güzel bir müjdedir ki; doğal olarak korkuyu yenecektir. Genetik bilimler için yegâne başlama noktası olan bu âyete yön veren en ciddi nokta ise, Yüce Allah'ın Hakim ve Alîm sıfatlandır. Aynı konuyu aynntıh olarak açıklayan bir diğer sûre ise:

" (Îbrâhîm'in hanımı) şöyle dedi: 'Ay!... Ben doğuracak mıyım? Ben ihtiyar bir kadın ve bu kocam da bir ihtiyar iken!... Doğrusu bu, çok şaşılacak bir şey!..." (Kur'ân-ı Kerîm; Hûd Sûresi, âyet 72).

. Ayn bir sûrede anlatılan bu âyetten bazı özelliklere sahip olan, ancak doğuramayan Sâre'nin şaşkınlığına tanık olduk. Ancak, ciddi bir ayrıntı için Tevrat'a başvuracağız:

" Ve İbrahim sığırlara koştu, ve körpe iyi bir buzağı alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. (Yüz yaslarında olan bir peygamberin kafasına neler takılmamıştı ki; yemeği yapmada acele etsin? Sonra ondan yemek isteyen olmadı! Elçilerde ne gibi bir farklılık gördü ki; onların yemek yiyip yiyemiyece-ğini ilk etabda anlamak için, yemeği BAHANE ETTİ?). Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı alıp önlerine koydu; ve kendisi yanlarında, ağaç altında durdu, onlar da yediler. Ve O'na dediler: Karın Sâre nerede? Ve dedi: İşte çadırda. Ve O dedi: Gelecek sene bu mevsimde senin yanına döneceğim ve işte karın Sâre'nin bir OĞLU olacaktır.Ve Sâre onun arkasında olan çadırın kapısında dinliyordu. Ve İbrahim ile Sâre'de kocamış ve yaşta ilerlemişlerdi; Sâre âdetten kesilmişti.

Ve Sâre: İhtiyar olduktan sonra bana sevinç olur mu? Efendim de kocamıştır diyerek İÇİNDEN GÜLDÜ. Ve RAB, İbrahim'e dedi: Sâre: Gerçekten doğuracak mıyım? Ve ben kocadım, diyerek niçin GÜLDÜ? Rab için imkânsız bir şey var mıdır? Muayyen vakitte, gelecek sene bu mevsimde yanına döneceğim, ve Sâre'nin bir OĞLU olacaktır. Ve Sâre: Gülmedim* diyerek inkâr etti: ÇÜNKÜ KORKTU. Ve o (yani elçi): Hayır güldün, dedi." (Tevrat, Tekvin, Bap 18, âyet? -15).

Öncelikle şunu belirtelim: RAB, Yüce Allah'ın bir sıfatıdır ve ÖĞRETİCİ, BİLGİ ÖĞRETİCİ, BİLMEDİKLERİNİ ÖĞRETEN gibi anlamlan içerir. Gelen elçileri zamanın karan-lıklannda, özellikle Tevrât'ı yazan yazıcılann ya kasıtlı veya cehâletlerinden dolayı, Tevrat'ın bazı yerlerinde Elçileri "RAB" olarak Tevrât'a geçirmişlerdir ki; bu hata Tevrat'taki en önemli yazıcı hatalannın başında gelir. Daha önce belirtmiştik.

Şimdi çok dikkat ediniz: 14'üncü âyette adı belirtilmeyen, fakat Tevrat'ın daha önceki âyetlerinde "RAB" olarak isimlendirilen Elçiler: "Rab için imkânsız bir şey var mıdır?" diyorlar. Oysa 13'üncü âyette ise: "Ve Rab, İbrahim'e dedi." ifâdesiyle karşılaşıyoruz. Bu demektir ki Elçiler, Rab değildir. Siz de Tevrat'taki "yazıcı tahrifâtına" artık tanıksınız.

Amacımız, asla Tevrât’ın yerilmesi değildir. Bu kitabın başlannda, Kur'ân âyetleriyle açıkça belirtik ki, Tevrât’ın ve Incil'in de Müslümanlıkta ve inancımızda mutlak bir yeri ve saygınlığı vardır. Bu, Müslümanlığın en görkemli, Evrensel bir terbiye ve saygı kaynağı olduğu içindir. Yanlış anlaşılmasın diye belirtmek zorunda kaldık. Amacımız, bilimsel düzeyde alabildiği kadar yararlanmak ve insanlara faydalı olabilmektir. Yoksa, (hâşâ) Cenâb-ı Allah'ın Tevrât'ını ve Incil’ini yermek değildir. Çünkü, biz Müslümanlar Tevrât'a ve Incil'e, (sözüm ona!) sahip çıkanlardan çok çok daha saygılıyız.

İşte bu kitap, dediklerimizin kanıtıdır. Bu kitap, Tevrât'tan, Kur'ân ışığında evrensel ke-şiflerimizdir. Bu görkemli keşif Müslümanlara aittir. Zira, ayırd etmeden inanç sahibiyiz.

Tevrât'ta da Sâre'nin KORKTUĞUNA tanık olduk. Fakat, âyetin en görkemli, hatta beni bile ürküten verisi; Elçilerin Sâre'nin düşüncesini okuyabilmeleridir. Sâre güldüğünü inkâr etmesine rağmen Elçiler onun düşüncesindeki "gülme” fiilini dahi tesbit ediyrlar... Aman Allah'ım! Bu ne uygarlık böyle!

Bu müthiş ayrıntıları Incil'den izleyelim:

"Ve işte, yazıcılardan bazısı içlerinden: Bu adam küfür ediyor, dediler. İsâ da onların düşüncelerini bilerek: Niçin yüreklerinizden kötü şeyler düşünüyorsunuz? dedi." (Încîl, Matta, Bap 9, âyet 3,4).

" Ve bütün halk şaştı, ve: Acaba Davud oğlu bu mudur? dediler. Fakat Ferisiler işitince dediler: Bu adam ancak cinlerin reisi Beelzebul ile cinleri çıkarıyor. Ve İsa düşüncelerini bilerek onlara dedi: İçinde ayrılık olan her ülke çöl olur; ve içinde ayrılık olan hiç bir şehir yahut ev durmaz." (încîl, Matta, Bap 12, âyet 23-25).

"Ve onlar: Ekmek almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek dedi: Ey az imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda neden söyleşiyorsunuz?" (İncîl, Matta, Bap 16, âyet 7,8).

Hz.Isâ da bu gezegende yaşayanların düşüncelerini dahi ânında okuyabiliyor. Bunun akıllara durgunluk verecek nedenlerini bu kitap için belirli seviyelerde tutacağız.

Şimdi kısaca bazı ayrıntılara değinelim; fakat önemli ayrıntılara...

İbrâhîm aleyhisselâm, elçilere niçin öncelikle yemek ikrâm etme gereğini gördü? Hadi, misafire önce ikrâm edilecek şeyin yemek olduğunu var sayalım: Neden et yemeği? Daha çabuk yapılacak yemek varken niçin sağlıklı bir dana kesiliyor ve hazırlamakta da acele ediliyor üstelik? Bu ne kadar bir zaman aldı? Önce tanımadık, yabancı, garip görünümlü olduklarını belirterek, hemen onlara et yemeği ikrâm etmeyi tercih etti? İbrâhîm aleyhisselâm, elçilerde müthiş ayrıntıları fark etmiş olmalı ki, onları et yemeği ile test etmeyi yeğliyor, olsa gerek değil mi? Bakın Tevrât'ta ne bilgiler var!

"Ve RABBİN meleği elinde olan değneğin ucunu oraya uzattı, ve etle mayasız pidelere dokundu; ve kayadan ateş çıktı, ve eti ve mayasız pideleri yiyip bitirdi; ve RABBİN meleği onun gözünden kayboldu." (Tevrât, Hâkimler, Bap 6, âyet 21).

Melek, bio-kimyasal özelliği olan mayasız ekmekleri eti sopa ile yiyor! (Tevrat'ın görkemli bir tahrifâtı daha.)

Gördüğünüz gibi elçiler eti ve ekmeği özel yöntemlerle analiz etmek için hortum tüple (sopa!) emiyor ve tetkik ediyorlar. Tevrât'ı yazan zavallılar da, elçilerin eti sopa ile yediklerini sanıp, asırlarca insanların elçiler tekrar gelsinler diye kurbanlar kesip damlarda etlerin kokuşmasına sebep oldular! Laf aramızda, suçlarını örtmeye hazırladıkları kılıftı bunlar!

Zira birazdan tanık olacaksınız: İbrâhîm aleyhisselâm'a ve hanımı Sâre'ye özel programlanmış DNA molekülleri transferi yapılarak bilgin ve oğlan olacağı kesinlikle önceden tayin edilen İSHÂK'ın doğumunu gerçekleştirecek olan bu elçilerdir. Yani GÂRANIYK’dir.

Tekrar, Incil'i ve Tevrat'ı tasdik eden^ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen KUR'ÂN ile devam edelim: 100 yaşını doldurmuş olan Hz. İbrâhîm ve yaşlı Sâre'nin sevinç ve şaşkınlıklarına cevap olarak:

" Onlar: Seni hak ve gerçekle müjdeledik, onun için Allah'ın rahmetinden ümidini kesenlerden olma, dediler.” (Kurân-ı Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 55).

Elçilerin demek istedikleri: Sen ve hanımın Sâre her ne kadar ihtiyarsanız da, Yüce Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, Biz bu işi başaracağız. Özel çalışmalanmızja senin bu yaşlı hanımından ÇOK BİLGİN OĞLUN (devamıyla torunların) olacaktır. O yüzden sakın ümidini kaybetme, diyorlar. Çünkü, Zâriyât sûresinin 30'uncu âyetinde; Âllah'ın "HAKİMve "ALÎM” sıfatlan ifâde edilmiştir. Bu son derece önemli aynntının âyetlerdeki bilimsel verilere yön veren yegâne değer olduğunu daha önce de belirtmiştik.

"İbrâhîm dedi ki: Sapıklardan başka, kim Rabbinin rahmetinden ümid keser?" (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 56).

Âzeroğlu İbrâhîm aleyhisselâm, olgun, > Yüce Allah'a tam teslim olmuş bir peygamber olarak; Elçilerin doğacak BİLGİN oğul için açıkladıkları genetik operasyonun sonucunu, Rabbinden ümidini kesmeden sevinçle ve iyi bir moralle beklemeye karar veriyor.

Şu ana kadar İbrâhîm aleyhisselâm'ın, ilk defa Elçilerle tanışıp, KORKUSUNU ^giderip, genetik program yapılarak doğacak OGULUN olabileceği ümidini kesmemesi için, O'na moral ye bilgi verildiğini izledik.

Dikkatle izleyelim: Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyoruz, ancak genetik programın ön hazırlıkları hakkındaki ön bilgiler Hz. Îbrâhîm'e verilmiş olmalıdır ki:

"Vakta ki elçilerimiz (İbrahim'e çocuğun doğacağına dair) MÜJDEYİ GETİRDİLER, O'na şöyle dediler: Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz; ÇÜNKÜ HALKI BÜSBÜTÜN ZÂLİMLER (kâfiıler) OLDULAR." (Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 31).

Tevrat'ta bir sene olarak belirtilen, ancak kesin olamamakla beraber Elçilerin ne kadar zaman sonra tekrar Îbrâhîm'e geldiklerini zaman ölçüsü olarak tam bilemiyoruz. Ancak, Tevrat'taki " Gelecek sene bu mevsimde geleceğim" ifâdesini var sayarsak - doğum da dokuz ayda olduğuna göre- muhtemelen doğru olabilir. Ancak, Ankebût sûresi'nin 31'inci âyetindeki "Vakta ki müjdeyi getirdiler" ifâdesi bir çok gizemi açığa çıkarmakla beraber, Elçilerin Hz. Îbrâhîm'e İKİNCİ DEFA ve bir hayli zaman aralığından sonra geldiklerini kanıtlar. Bu müjdeyle, doğacak çocuğun genetik transfer operasyonunun sevindirici olduğunu ve çocukların yaşlı Sâre’den mutlaka ve kesinlikle doğacağı garantisini ve kesin müjdeyi veriyorlar. Bu müjde o zaman Hz. İbrahim'i sevindirmişti, şu anda ise AK-KUĞULAR gizeminin açılmasını sağlayarak bizi sevindirdi.

Daha önce, yani ilk geldiklerinde; çocuğun doğabileceğini, ümidini yitirmemesi gerektiğini söyleyen Elçiler: "VAKTA Kİ (limit koyacağımız bir zaman aralığından sonra)" ifâdesiyle ikinci bir defa (en az iki defa) geldikleri kesinlik kazanıyor. Dikkat edilirse, iki kesin ifâde aynı âyette açıkça belirtiliyor. Tevrât'ta ise, Hz. İbrâhîm'in gelen Elçilerle birçok kereler görüştüğü belirtilir. Bu konumuzun dışındadır.

-oOo-


ÖZEL PROGRAMLA DOĞAN İSHÂK ALEYHİSSELÂM

Çocuk, (îshâk) kesinlikle doğacak ve kesinlikle OĞLAN olacak ve kesinlikle de BİLGİN OLACAK. En önemli veri budur.

" Elçiler: Biz bu memleket (Şedom) halkını helak edeceğiz. Çünkü BÜSBÜTÜN AZITTILAR, BÜSBÜTÜN ZÂLİMLER OLDULAR." dediklerine göre, kavmin helâk olacağı da tam kesinlik kazanıyor. Fakat, gözden kaçmaması gereken çok önemli bir nokta; elçiler sanki o şehrin yabancısı değiller! "Büsbütün azıttılar", dediklerine göre, o halkın, adı geçen edebsizliği (livata) daha önce de yaptıklarını, fakat bu kadar yaygın olmadığını bize dolaylı olarak anlatıyorlar.

Lût aleyhisselâm Peygamber olarak Se-dom'a gelmeden çok önceleri de Elçilerin o kavme geldikleri, onlara nasihatlar verildiği ve Lût da:

" Şu kadar zamandır kavmi yola getiremedi, çalıştı; fakat netice olumsuz, son derece tehlikeli boyutlara gelen AIDS türünden bir virüs hızla yayılabilir veya yayılıyor, o yüzden orayı Allah'ın kesin emriyle: "MUTLAKA HELÂK EDECEĞİZ" diyerek, amaçlan NET bir ifâdeyle belirtiliyor.

"İbrâhîm dedi ki, onların içinde (zâlim olmayan) Lût da var. Onlar: Biz orada kimin BULUNDUĞUNU ÇOK İYİ BİLİRİZ. Hem O’nu, hem âilesini kurtaracağız, ancak karısı müstesna; o azâb içinde kalanlardan oldu. Elçilerimiz Lût’a gelince (kavmi bunlara kötülük yapar endişesi ve KORKUDAN) KENDİSİNE FENÂLIK GELDİ, ONLARIN YÜZÜNDEN KEDERLENİP TAKATİ KESİLDİ. Onlar dediler ki: KORKMA VE KEDER ETME; çünkü, biz seni ve âi-leni kurtaracağız, ancak karın geride kalanlardan olmuştur.” (Kur’ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 32,33).

ibrâhîm aleyhisselâm helâk olacağı kesinleşen Sedom'da Lûtün olduğunu ve kurtanl-masını istiyor. Elçiler ise orada kimlerin olduğunu ÇOK İYİ BİLDİKLERİNİ, Hz. Lût için endişe etmemesini belirtiyorlar. Elçilerin müthiş görkemli özelliklerini siz de fark ettiniz değil mi?

·        a) Sâre'nin düşünerek duygulandığı "gülücüğü" fark ettiler!

·        b) Sedom'da kimlerin olduğunu ÇOK iyi biliyorlar!

·        c) Sâre’nin doğuracağını, kesin oğlan olacağını, bilgin olacağını, kesin ifadelerden z^-ten izledik. Daha ne özellikleri var acaba? Bakalım:

Elçileri Ik defa gören Hz. Lût da ÇOK KORKUYOR. Hatta korkudan TAKATİ KESİLİYOR! (Bu duyguyu hemen her insan bilir). Elçiler, önce korkmamasını ve kendisini kurtaracaklarını özellikle belirtiyorlar'ki, Hz. Lût'un morali biraz düzeliyor. Zaten bunu "korkmamasını” hemen belirterek yapıyorlar. Elçilerde birtakım özel yöntemler olmalıdır ki; gezegenimizdeki insanların duygularını bile hemen tesbit edebiliyorlar! Öyle ki, Elçilerin Sedom'da kimlerin hastalık virüsü taşıdığını ve kimlerin sağlıklı olduklarını çok iyi bildikleri de ayrıntılarıyla ortadadır. Nasıl mı? Bu konunun Kur'ân'da bir diğer sûredeki açıklaması şöyledir:

(62)" Lût dedi ki: Doğrusu siz ÜRKÜLECEK (korkulacak) BİR KAVİLSİNİZ (kimselersiniz)." (63) Elçiler dediler ki: Yok (korkma) BİZ SANA KAVMİNİN ŞÜPHE EDİP DURDUKLARI AZÂBI GETİRDİK' (64) "Sana onların azabına dair GERÇEKLE GELDİK. BİZ MUTLAKA DOĞRU SÖYLEYİCİLERİZ." (73) 'Nihayet onlan Güneş'in doğma vaktinde KORKUNÇ GÜRÜLTÜ (sayha) yakalayıverdi." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr Sûresi).

Hatırlarsınız Ankebût sûresi'nin 29'uncu âyetinde şehir halkı: "Eğer doğru söyleyen-lerdenseniz getir bize Allah'ın azâbmı" demişlerdi.

62. âyette; elçi ile melek arasındaki fark apaçık görülmektedir. Zira Hz. Lût onlara ayn kavimsiniz, kimselersiniz, dedi; ayn varlıklarsınız demedi.

Kısa aralıklarla gizemlerin ana hatlannı toparlamak için şu başlıktan birlikte hâfızamıza kaydetmemiz gerekiyor:

·        a) Hz. Lût'un elçileri ilk defa gördüğü kesinlikle ortadadır.

·        b) Hz. Lût elçileri ilk defa gördüğünde, Hz. İbrahim'in ikinci, belki daha çok gördüğü, müjdenin kesinleşmesiyle zaten açığa çıktı.

·        c) Elçilerin kavmi şüphe ettikleri azâba ait gerçekle, yani TAM YOK ETME EMRİ VE OPERASYONU ile geldikleri artık kesindir.

·        d) Hz. Lût elçilerle ilk defa görüşmesine rağmen; Elçiler "Kavimin şüphe ettikleri azabı" ifâdesini kullanıyorlar. Bu demektir ki: Hz Lût henüz peygamber olmadan önce, o şehirde, o elçiler; Yâsîn sûresi'nin 13, 14, 15, 16 ve 30'uncu âyete kadar detaylarıyla apaçık anlatıldığı gibi, bir tür peygamberlik görevi yapıyorlar ki; Kur'ân bu son derece önemli hadiseyi ayrıntılarıyla açıklıyor. Fakat, ayrıntılar değişik sûrelerdedir. Anlamak içinse Müslüman beyni + kalbi gerekir... ihtilaf, ihtiras, çıfıtlık değil!..

'Lût kavmi gönderilen ELÇİLERİ tekzib etti." (Kur'ân-ı Kerîm; Şuârâ Sûresi, âyet 160).

Demek ki Hz. Lût'dan seneler önce (ne kadar zaman aralığı bilemiyoruz) kavme gelen, ancak daha yumuşak davranıp, sadece öğüt vermek, onları olabilecek felâketlerden haberdâr etmek ve kavme kendilerinden bir insan gibi davranan elçilerin Sedom'a geldikleri ortadadır.

Olabilecek bir felâketten şüphelenmeleri, zaten Yâsîn sûresi'nin 15 ve 16'ncı âyetlerinde açıkça belirtiliyor. Birazdan 36'ncı sûreye, yani KUR'ÂN’IN KALBI SAYILAN YÂSÎN sûresine geleceğiz. Mes'elenin tamamını açıklığa kavuşturacak tek kaynak, Yâsîn sûresinin anahtar bilgisidir. Araştırmalarımızda NET değerlerle ulaştığımız birinci dereceki gerçek de; Kur'ân'daki tüm gizemlerin anahtar bilgisinin YÂSÎN sûresinde oluşudur. Bu nedenledir ki bu sûreye ” KUR 'ÂN 'İN KALBİ" denilmiştir.

Elçilerin görkemli anılarını ise kitabın sonunda "Mekke'de Lât, Uzzâ ve bu da Me-nât'tır!" şeklinde bozulmuş ve masal halini iz-liyeceğiz. Okuyucuların "Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır" cümle yapısını, tekniğini aslâ unutmamaları gerekiyor. Çünkü bu evrensel gizeme tüm insanlarla birlikte ulaşacağız. Zira Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Âlemlere gönderilen Peygamberler Peygamberidir... yalnız sizin, benim, onun değil O Âlemlerin Peygamberidir... Kanıtı mı? Devam edelim...

Önemli bir nokta: Elçiler o şehirde, Hz. Lût’dan önce görev yaptığı dönemde, halkın edebsizliği (livata) tam anlamıyla yaygın olmasa gerek. Zira elçiler bir hayli zaman kavini adam etmek için uğraşıyorlar. Aradan zaman (ne kadar zaman, kaç sene bilemiyoruz) geçmelidir ki, edebsizlik doruk noktasına geliyor ve TAM YOK ETME OPERASYONU ALLAH'IN EMRİ ile GERİ ÇEVRİLEMİYECEK BİR ŞEKİLDE YAPILACAĞI, VAKİT KAYBEDİLMEMESİ GEREKTİĞİ, Hz. İbrahim'e netlikle anlatılıyor. Çünkü elçiler, Hz. İbrahim'in yanında iken, daha doğrusu genetik operasyondan sonra çocuğun doğacağı tam kesinlik kazandıktan sonra:

"(Îbrâhîm) dedi ki: Ey elçiler, BUNDAN SONRAKİ İŞİNİZ NE?" (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr Sûresi, âyet 57) .sorusuna cevap olarak: "Lût kavmini HELÂK edeceğiz." diyorlar. Hz. İbrahim de çok vicdanlı bir insan olduğundan, azabın yapılmamasını, affedilmesini çok istiyor ki:

"Elçiler: Ey İbrahim! Bu mücâdelenden vaz geç, çünkü RABBLNIN EMRİ GELDİ. Muhakkak sûrette onlara GERİ ÇEVRİLMESİ İMKÂNSIZ bir azâb gelecektir, dediler." (Kur'ân-ı Kerîm; Hûd Sûresi, âyet 76).

Bu âyetten de Hz. İbrâhîm'in elçilerin henüz Hz. Lût'a gelmeden önce mücâdele ettiği yeterli bir açıklıkla belirtiliyor.

İşin eh ciddi tarafı - gerçi bu kitabın sonunda her şey apaçık aydınlanacak, fakat amacım biraz olsun aralıklar halinde olayları toparlayıp, zihinlerde^ soru işaretleri bırakmamaktır - "RABBİNİN EMRİ GELDİ. GERİ ÇEVRİLMESİ İMKÂNSIZ" ifâdesidir. Bu kitap boyunca bunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

İkincisi, kesin yok etme operasyonunun haberi Hz. Lût'a henüz verilmeden, Lût aley-hisselâm elçilerin görünümlerinden (ilk defa böyle görkemli şeyler gördüğü için) çok korkuyor. Bu da demektir ki, Hz. Lût elçileri İLK DEFA GÖRDÜ.

Hz. Lût Harran'dan Sedom'a gelmeden çok önce elçiler ŞUÂRÂ sûresi'nin 160’ıncıâ-yetinde izlediğiniz gibi; Sedom kavminin yaptıkları edebsizliği terk etmelerini sağlamak amacıyla orada görev, yani Peygamberlik yaptılar. Zaten Hz. Lût'un Sedom'a peygamber olarak gönderilmesinin sebebi, kötülüğü iyiliğe tahvil etmek değil midir?

Ortaya çıkardığımız verilerin en can alıcı noktalarından birisi de şudur: Elçilerin Se-dom'a önce iki, sonra bir üçüncüsünün takviye olarak gönderildiğidir. Toplam olarak YOK ETME operasyonuna ÜÇ ELÇİNİN katıldığıdır. Önce iki elçi, sonra bir üçüncüsüyle takviye edilip, üçlü bir grub. Bu ifâdeyi de unutmadan devam edelim. Zira Şuârâ Sûresi'nin 160'ıncı âyetinde "Elçiyi" değil, "Elçileri tek-zib ettiler" deniliyordu. Zihinlerinizde bir soru işareti oluştuğunu sezinliyorum...

Hiç meleklerden veya elçilerden peygamber olur mu?" diye. (9)

"Allah, hem MELEKLERDEN hem de İNSANLARDAN peygamberler seçer. Gerçekten Allah her şeyi İŞİTİR her şeyi GÖRÜR (Kur'ân; Hacc Sûresi, âyet 75).

Sanırım bu âyetin içeriğini açıklamaya gerek yoktur! Elçilerin Hz. Lût'dan çok önceleri de Sedom'da öğretici, yol gösterici olarak peygamberlik yaptıkları, yukarıdaki âyetin NET ifadesiyle anlaşılabilir. Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak için okumak, okumak için de çok araştırma yapmak gerekiyor.

I ATEŞ YAKMIYOR ı

Bu kısma kadar genellemek amacıyla diyebiliriz ki; İbrahim aleyhisselâm peygamberliği sırasında kendi kavmini (baba kav mini de îmâna davet etmişti) îmâna davet ediyor. Kav-mi O'nu Harran'da ateşe atıyor. Yüce Allah'ın gerçek bir mucizesi ile, ateş İbrâhîm aleyhis-selâm'ı yakmıyor.

Hz. Îbrâhîm'in ateşten kurtulma olayı; kozmolojik mutfakta elementlerin ilk oluşumlarındaki "ISI - BASINÇ - ZAMAN" halkalarının tayin ettiği element farklılığını; elementlerin ilk oluşumunu kanıtlamada gerçek bir başvuru, müthiş bir deney verisi olarak kullandık. Çok yüksek basınçlı ve "ÇOK YÜKSEK ISI ŞOK" etkileşimleri ânında, merkez ısısı üçüncü, dördüncü veya daha dışandaki yayınım halkalarına oranla DAHA SERÎNDİR...

Dinamiğin üçüncü prensibi; etki ve tepki kuvvetlerinin aynı büyüklükte, ancak yönlerinin ters oluşudur ki; merkez 2., 3. çemberlere oranla daha serindir.

Îbrâhîm aleyhisselâm'ın bu metânetini, bilgeliğini gören, her şeyden önce Allah'ın gerçek bir mucizesi ile karşı karşıya kalıp, sonucun Hz. îbrâhîm lehine, olduğuna şâhid olan Hz. LÛT îmân ediyor. Yüce Allah da Hz. Lût'-a peygamberlik veriyor.

Hz. îbrâhîm, Allah'ın emriyle Harran'dan, İshâk ve Ya'kûb’un doğacağı yere göç ederken, Hz. Lût da Sedom'a gelip Peygamberliğini ilan etmek ve Allah'ın emriyle Sedom kavmini yaptığı edebsizlikten alıkoymak ve îmâna davet etmek için var gücüyle çalışıyor.

Hz. Lût peygamberliğini ilan ettiği zaman ile, Hz. İbrahim'in elçileri İLK DEFA GÖRÜŞÜ arasında bir hayli zaman var demektir. Aradan nice seneler geçmelidir ki, gerek Ib-râhîm aleyhisselâmın, gerekse Sâre'nin pîr ihtiyar olduklarını anlatan Kur'ân âyetlerinden ve Tevrât âyetlerinden anlıyoruz. Elçileri ilk defa gören Hz. îbrâhîm ÇOK KORKUYOR. Ancak, elçiler korkusunu gidermek için, Sâre'den çok arzu ettikleri (onlar için müthiş bir haber olduğu zaten ortadadır, dolayısıyle korkuyu yenecektir) çocuk sahibi olabileceğini belirtiyorlar. Âni korku ve âni aşkınlık yerini daha olumlu bir sonuca bırakıyor. Elçiler genetik transferin ön çalışmalarını veya ön operasyonunu yaptıktan sonra, îbrâhîm aleyhisse-lâm'dan bir zaman için (ne kadar bilemiyoruz) ayrılmış olmaları gerekir. Elçilerin ne yaptıklarını, nerelere gittiklerini bu kitapta anlatmanın gereği yoktur. Ancak:

"Vakta ki elçiler müjdeyi getirdiler.” (Kur'ân-ı Kerîm; Ankebût Sûresi, âyet 31) âyeti, operasyonun tam başarılı olduğunu, çocuğun MUTLAK DOĞACAĞINI ve MUTLAKA OĞLAN VE BİLGİN OLACAĞINI ve LÛT KAVMİNİ MUTLAKA YOK EDECEKLERİNİ kesin ve NET ifâdelerle açıklıyor.

Zaten bu görüşmeyle, Hz. İbrâhîm'in elçilerle en az ikinci kez görüştüğü de tam açıklık kazanmış oluyor. Tevrât'ta daha çok görüştüğü

ayrıntılarıyla belirtiliyor. Ancak, bariz olarak gözlenen tahrifleri de Kur'ân'ın verileriyle tes-bit etmeye çalışıyoruz.

, Elçiler, çocuğun doğacağı garantisini verdikten sonra Hz. Lût'a gelirlerken, daha önce [ ELÇİLERDEN ÇOK ÇOK KORKAN İbrahim aleyhisselâm bu sefer "Kavime azâb etmeyin" diye mücâdeleye başlıyor. Mücâdele sonuçsuz

kalmakla beraber, Hz. İbrahim'in meleklerle     olan İÇLİ DIŞLILIĞININ EN İYİ KANITIDIR bu. Siz de aynı fikirdesiniz, değil mi?

  Elçiler, Hz. Lût'a geldiklerinde, O da aynen Hz. İbrâhîm gibi ÇOK ÇOK KORKUYOR. Hatta korkudan tâkati kesiliyor. Elçiler   özel yetenekleri gereği, insanların düşünce veya daha gizemli hallerini tahlil edebiliyorlar ki, Hz. İbrâhîm'e yaptıkları gibi ÖNCE KORKMAMASINI ve hemen ardından MUTLAK YOK ETME EMRİNİ açıklıyorlar. Hz.Lût'un ve inananların tesbİt edilen zamanda ve mutlaka belirtilen yere gitmelerini, Allah'ın emri olarak söylüyorlar. Birazdan göreceğiz ki, Kur’ân'ı kalbi sayılan Yâsîn sûresinin 13, 14, 15'inci âyetlerinde sözü edilen Elçilerin, henüz Hz. Lût'un peygamberliğinden önce orada görev yaptıkları,

    Yâsîn sûresi'nin 16, 17, 18, 19'uncu âyetlerinde tam açıklık kazanırken, özellikle Yâsîn g . sûresi'nin 19'uncu âyetinin son cümlesi: Elçile-I           rin " Siz haddi aşmış bir kavimsiniz.” ifâdesini kullanmış olmalarıdır ki, bu birçok senelerönce o kavmin edebsizliği yine yaptıklarını, el

çilerin o şehirde nasihat verdiklerini, kavmin insanlarıyla doğrudan ilişki halinde olduklarnı, Şuârâ sûresi'nin 160'ıncı âyetindeki ifâdeile biflikte apaçık sergiler.

Hatırlarsınız, Ankebût sûresi'nin 28'inci â-yetinde "Daha önce bu edebsizliği ÂLEMLERDEN HÎÇ KİMSE YAPMAMIŞTI." deniliyordu. Zaten Hz. Lût bu âyetteki nasihati kavmine henüz peygamberliği ilk aldığı zamanlarda söylemişti. Bunu âyetin açık ifâdesinden de anlayabiliriz.

Elçilerin kavimden kimlerin kurtulacağını, kimlerin hastalık (AİDS) virüsü taşıdığı için yok edileceğini, kimlerin inançsız olduklarını kesinlikle bildikleri âyetlerin ifâdelerinden zaten anlaşılıyor. Mevzuun tam özüne girmeden ikinci kez genellemek amacıyla, gerek Hz. Îbrâhîm,. gerekse Hz. Lût'un ilk tepkileri, elçilerin o gün için (bugün de öyle olmayacak mı?) yadırganan görkemli görünümlerinden ilk bakışta ürktükleri, korktukları kesinlikle ve öncelikle ortadadır. Bunu kesinlikle unutmamamız gerekmektedir.

Hz. İshâk'ın oğlan olacağı zaten ilk vaadde kesinlik kazanmıştı. İshâk aleyhisselâm'ın çocukları ikiz oğlan, ilki Esav, İkincisi Ya'kûb olarak doğdular. Hz. Îbrâhîm'i ikinci kez (en az iki kez) ziyaret eden ve genetik transfer çalışmalarını tamamlayan (tam ve olumlu olarak) elçiler, sonra Hz. Lût'a gelip, ortalığı çok tehlikeli boyutlara ulaşan AIDS türünden bir virüsü temizlemek için, îmânsız ve hastalıklı kavmi-nin KESİN YOK EDİLECEĞİNİ, kendisini ve îmân edenleri, hastalık bulunmayanları MUTLAKA BELİRTİLEN ZAMANDA VE MUTLAKA BELİRTİLEN YERE yöneltmekle görevlerini (şimdilik) tamamlıyorlar.

Bu arada şu hususu da belirtmekte fayda var kanaatindeyiz. Îbrâhîm aleyhişselâm'm kesin emir ve vasiyyeti ile, ne Hz. İshâk,^ ne de Hz. İshâk'ın oğhı Ya'kûb ASLÂ, ne Kenânhlardan ne de bir başka kavimden aslâ kız almadılar... ASLÂ. Hepsi vasiyyet gereği Îbrâhîm aleyhisselâm'ın baba kavmi ve kendi soyundan kız aldılar. Yani Mezopotamya’daki Harran'dan. Bu çok önemli bir noktadır. Ancak bunu bu kitapta ayrıntılı olarak açıklamanın da bir gereği yoktur. Bu kız aliminin aynı soydan olmasının ciddi gereği, genetik program tekniği için önemini de Tevrat'tan öğreniyoruz.

” Ve Îbrâhîm kocamış ve yaşı ilerlemişti; ve Rab, İbrâhîm'i her şeyde mübarek kılmıştı. Ve Îbrâhîm evinin ihtiyarı olup kendisine ait bütün şeyleri idare eden kölesine dedi: Rica ederim elini uyluğumun altına koy. Ve Göklerin Allah'ı ve yerin Allah'ı RABBÎN hakkı için sana yemin ederim ki, içinde oturmakta olduğum Kenanlıların KIZLARINDAN OĞLUMA KADIN AL-MIYACAKSIN. Fakat, BENİM MEMLEKETİME, ve AKRABAMA GİDECEKSİN ve OĞLUM İSHÂK İÇİN BİR KADIN ALACAKSIN." (Tevrât, Tekvin, Bap 24, âyet 1-4).

îbrâhîm aleyhisselâm, Hz. îshâk için mutlaka kendi soyundan kız alması gerektiğini kendiliğinden yapmadı. Elçilerden aldığı emir ve tavsiye gereği bunu yaptı. Hayal bile edilemeyecek bilimsel nedenlerledir ki Âzeroğlu Îbrâhîm'in ve Âzer kızı Sâre'nin soyunun bozulmaması gerekiyordu; Zira elçilerin îbrâhîm aleyhisselâm'a öğrettiği bilgilerin başında olan bu gereklilik, SÜPER ÎNSAN BEYNÎ TRANSFERİ İÇİN EN ÖNCE UYULMASI GEREKLİ reçeteydi (10).

İşin en can alıcı tarafı Hz. İbrahim'in hanımı, Hz. İshâk'ın hanımı, Hz. Ya'kûb'un (Yûsuf ve Bünyamin'in anaları) son hanımı HEP KISIR KADINLARDI!., ve elçiler tarafından ö-zel yöntemlerle doğum yaptılar. Hz. Zeke-riyyâ'nın hanımı da kısırdı (Elizabethf.

Aynı soyun kadını ile evlenmek ise Hz. Yûsufta son buldu. Zira Hz. Yûsuf Mısır'da Türkik soylu ASENAT (assena+ dişi-kurt) adlı bir hanımla evlendi. Bu da ayn bir konudur. Ancak, Asenat da Hz. İbrahim'in baba toprağı soyundandır. IRMAĞIN ÖTESİNDEN GELENLERDENDİR.

"Ve Yeşu İşrail'in bütün sıptlarmı Çekeme topladı, ve İsrail'in ihtiyarlarını, ve başlarını, ve hâkimlerini, ve reislerini çağırdı; ve Allah'ın önünde durdular. Ve Yeşu bütün kayme dedi: İsrailin Allah'ı RAB böyle diyor: İbrahim'in babası ve Nahor'un babası Terah, atalarınız eski zamanda Irmağın öte tarafında (Fırat'ın kuzeydoğuları) otururlardı; ve başka ilâhlara kulluk ederlerdi." (Tevrât, Yeşu, Bap 24, âyet 1,2)

Hz. Yûsuf un hanımı Asenat da (Asena) Is-sığ Gölü çevresinden Mısır'a gelen ve DEMÎR işlemeyi öğreten, HlKSOSLARI tesis eden Turan soyludur. Kısır hanımlarla ilgili olarak görkemli bilimsel veriler ise Kur'ân-ı Kerîm'-dedir:

" Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd. Bu sana okuyacağımız âyetler, Rabbinin, kulu Zekeriyyâ’ya olan rahmetini bir anıştır. O, Rabbine gizlice yalvardığı zaman, Şöyle demişti: Ey Rabbim, doğrusu ben (o kimseyim ki), benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana duâ etmekle ey Rabbim, hiç bir zaman mahrum olmadım. Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek olan varislerden endişedeyim. Karım da KISIR bulunuyor. Onun için bana bir çocuk ihsan buyur, Ki bana da mirasçı olsun, Ya’kûb âilesine de mirasçı olsun. Rabbim, Sen onu (söz ve hareketleriyle) rızana kavuştur. (Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu): Ey Zekeriyyâl Gerçekten Biz sana bir oğul müjdeliyoruz ki, adı Yahyâ'dır; bundan önce ona hiç bir adaş yapmadık... Zeke-riyyâ dedi ki: Rabbim, benim nereden bir oğlum olacak? Hanımım KISIR bulunuyor, ben de ihtiyarlığın son haddine vardım. (Cebrâîl ona şöyle) dedi: Dediğin gibidir, fakat Rab-bin buyurdu ki, bu işi yapmak Bana kolaydır. Bundan önce seni yarat-tim, halbuki hiç bir şey değildin. Zekeriyyâ şöyle dedi: (Ailemin hamlini anlamak hususunda) Rabbim bana bir alâmet ver. Allah buyurdu ki, senin alâmetin, sapasağlam olduğun halde üç gün insanlarla konuşamaz hale gelinendir. Nihayet (hanımının hamil vakti gelip de konuşamaymca) mihrabtan kâvmine karşı (Zekeriyyâ) çıktı da, onlara: Sabah ve akşam namaz kılın, diye işaret etti. (Biz ona Yahyâ'yı ihsan ettik ve şöyle dedik): Ey Yahyâ! Kitabı kuvvetle tut (Tevrât'ta olan hükümlerle amel et). Bir de daha çocukken ona hikmet (Fen bilimleri bütününden) verdik. Hem de tarafımızdan bir merhamet ve günâhlardan bir paklık verdik. O çok takvâ Sahibi İdi.” (Kur’ân; Meryem sûresi, âyet 1-13).

Gördüğünüz gibi, Yahyâ peygamberin adını Cenâb-ı Allah tâyin ediyor. Ne yüce bir hediye değil mi?

"Ve vaki oldu ki, Zekeriyyâ kendi takımının sırasında Allah'ın huzurunda kâhinlik hizmetini ederken, kâhinlik ayini üzre buhur yakmak için, Rabbin mabedine girmek kurası kendisine düştü. Bütün halk cemâati buhur saatinde dışarda duâ ediyorlardı. Rabbin bir meleği Zekeriyyâ'ya göründü, ve buhur mezbahmm sağında durdu. Zekeriyyâ onu görünce şaşırdı, ve üzerine korku düştü. Fakat melek ona dedi: Korkma, Zekeriyyâ; çünkü duân işitildi, karın Elisabet sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahyâ koyacaksan. Sevinç ve safa bulacaksın; onun doğmasından bir çokları da sevinecekler. Çünkü Rabbin gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek; ve daha anasının karnından Rûhu'l-Kudüsle dolu olacak. İsrailoğullanndan bir çoğunu onların Allah'ı Rabbe döndürecek. Babaların yüreklerini oğullara, âsileri sâlihlerin hikmetine çevirmek, ve Rabbe amade bir kavm hazırlamak üzre İlya'nm ruhu ve kudretile onun önünde yürüyecektir. Zekeriyyâ da meleğe dedi: Ben bunu nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır. Melek cevap verip ona dedi: Ben Allah önünde duran Cebrail'im; seninle konuşmağa, ve bu şeyleri sana müjdelemeye gönderildim, işte, dilin tutulacak, ve bu şeyler oluncaya kadar, söz söylemiye-ceksin; çünkü vaktinde yerine gelecek olan sözlerime inanmadın. Halk Zekeriyyâ'yı bekle-şip duruyor, ve mabette gecikmesine şaşıyorlardı. Zekeriyyâ ise, çıktığı zaman, onlarla konuşamadı; onlar da mabette bir rüyet gördüğünü anladılar; ve Zekeriyyâ onlara işaretler edip dilsiz kaldı. Ve vaki oldu ki, hizmetinin günleri bitince, evine gitti. O günlerden sonra karısı Elisabet gebe kaldı; beş ay evine kapanıp dedi: İnsanlar arasında ayıbımı gidermek için Rab üzerime nazar eylediği günlerde bana böyle etti. Altıncı ayında, Allah tarafından Cebrail melek Galilede Nâsıra denilen şehre, Davud evinden Yusuf adındaki adama nişanlı olan bir kıza gönderildi; kızın adı Meryem idi. Melek onun yanma girip dedi: Selâm, ey nimete eren kız, Rab serinledir. Ve Meryem bu sözlerden çok şaşırarak: Bu nasıl selâmdır? diye düşünüyordu. Melek ona dedi: Korkma, Meryem; çünkü Allah önünde inayet buldun. Ve işte, gebe kalıp bir oğlan doğuracaksın, ve adını Isa koyacaksın. O büyük olacak, ona Yüce Allah'ın Oğlu denecek; Rab Allah ona babası Davud'un tahtını verecek; Yakub'un evi üzerinde ebediyen saltanat sürecek; ve onun melekûtuna (saltanatına) hiç son olmıyacaktır. Meryem de meleğe dedi: Bu nasıl olacak? Çünkü ben er bilmem. Melek cevap verip ona dedi: Ruhülkudüs senin üzerine gelecek, Yüce Olanın kudreti üstüne gölge salacak; bunun için de doğacak olan mukaddese Allah'ın Oğlu denecektir. Ve işte, senin akrabandan Elisabet de ihtiyarlığında bir oğlana gebe kaldı; ve kendisine KISIR denilmiş olan kadının bu altıncı ayıdır. Zira Allah'tan olan bir söz hükümsüz kalmaz. Meryem de dedi: İşte, Rabbin kulu; bana dediğin gibi olsun. Ve melek ondan ayrıldı. O günlerde Meryem de kalktı ve dağlığa, bir Yahuda şehrine acele ile gitti. Zeke-riyyâ'nın evine girip Elisabet'e selâm verdi. Ve vaki oldu ki, Elisabet Meryem'in selâmını işitince çocuk karnında sıçradı; ve Elisabet Ruhulku-düs ile doldu; büyük bir çığlık koparıp dedi: Sen kadınlar arasında mübareksin, karnının semeresi de mübarektir. Bu bana nereden oldu da, Rabbimin anası yanıma geldi? Çünkü işte, senin selâmın sesi kulağıma erdiği anda, çocuk karnımda sevinçten sıçradı. İMAN EDEN KADINA NE MUTLU! Çünkü Rab tarafından kendisine söylenen şeyler tamam olacaktır. Ve Meryem dedi:

Canım Rabbi yükseltir (yüceltir), Ve Kurtarıcım Allah ile ruhum sevinir. Çünkü kulunun hakir haline baktı; Zira işte, bundan sonra bütün Nesiller bana mübarek diyecekler.

Çünkü Kudretli olan bana

Büyük şeyler etti (hâmile kalma tekniğini kasd ediyor);

Onun ismi Kuddûs'tur.

F/8

Merhameti (Rahmeti) nesillerden nesillere, Kendisinden korkanlaradır.

Bazusu ile kudret gösterdi;

Mağrurları yüreklerinin kuruntusu İle dağıttı.

Hükümdarları tahtlarından indirdi, Ve hakirleri yükseltti.

Açları iyi şeylerle doyurdu;

Ve zenginleri boş döndürdü.

(B abalarımıza söylediği gibi)

İbrahim ile onun zürriyetine Merhameti ebediyen hatırlamak için, Külü İsrail'e yardım etti (11).

Meryem Elisabet'in yanında üç ay kadar kaldıktan sonra, evine döndü. Elisabet-in doğuracağı vakit tamam oldu; ve bir oğlan doğurdu. Komşuları ve akrabası, Rab-bin ona büyük merhamet ettiğini işittiler; ve onunla beraber sevindiler. Ve vaki oldu ki, sekizinci gün, çocuğu sünnet etmek için geldiler; ve onun adını, babasının adına göre, Zekeriyyâ koyuyorlardı. Anası cevap verip dedi: Yok, fakat adı Yahya olacak. Ona dediler: Akrabandan bu adda kimse yoktur. Ve: Ne ad konulmasını istersin? diye11 babasından işaretle sordular. O, bir levha istedi: Adı Yahya'dır, diye yazdı. Hepsi şaş-tllar.(încîl, Luka, Bap 1, âyet 8-63). ’

Bu kadar ciddi ve bilimsel verinin 32. âyeti bütün değerleri ânında nötralize ediyor. Hâşâ, Cenâb-ı Allah'ın oğlu olur mu? Dört Incil'in dördünü de ahlamak için okurlarsa; Hz. îsâ'nın kendi ağzı ile Allah'ın oğlu olmadığına tanık olacaklardır. Hz. îsâ'nın Incil’de -BABA-diye hitab ettiği çok ayn bir olaydır. Kanıtı da, yine 32'nci âyetin son cümlesi "Rab Allah ona babası Davud'un tahtını (yetkilerini) vere-cek"dir; denmesidir. Dikkat ediniz ki aynı âyet 1989 sene önceki; dil, telaffuz, kültür ve ifâde tarzını, en önemlisi de TAHRİFATI; yine kendisi sergiliyor.

Biz, tekrar Hz. İbrâhîm ve Hz. Lût aleyhis-selâm'a dönelim:

Aynı çağda yaşayan bu iki peygambere gelen elçiler Kur'ân'da ayn ayn sûrelerde özbilgi-ler + veriler değişmez olarak kalırken, aynntılı ifadelerle kütüphaneler dolusu gerçekler, öğretiler, işin en zarif tarafı ise; İlâhî bir incelikle anlatılır. Bundan Kur'ân'ın çağlara cevap verir ifâdesinin inceliği ve bilimselliği tartışmasız görülebilir. Hele ki, Tevrât'ın ve Incil'in tasdik-çi ve tamamlayıcı incelikleri....anlayana!

Görevlerini arkalannda asırlarca sürecek olan bir hâtırayı bırakarak geldikleri yere giden elçiler, izlediğimiz gibi peygamberleri bile ki:-ateşe atılmaktan korkmayan İbrahim'i ilk bakışta korkutacak, ürkütecek görünümdedirler- sıradan insanlann hâfızalanndan asırlarca silinmemesi, birazdan izleyeçeğimiz gibi; câhil toplumlarda ise LAT, UZZA ve MENAT gibi patent isimleriyle ilâhlaştmlması da doğaldır.

-oOo-

KUR'ÂN'IN KALBİ

YÂsta steEsl

YÂSÎN SÛRESİ, âyet 1: " Yâsîri' (12). "Hikmet sahibi Kur'ân hakkı için." (6). " Babalan (Allah'ın azâbı ile) korkutulmamış bir kavmi (Kureyş'i) korkutasın diye gönderildin. Çünkü onlar habersiz gaafillerdir."

Yani Mekkelilerin atalarına, dolayısıyla kendilerine intikâl eden bir Kitap gelmedi veya peygamber gelmedi; boşluk içindeler, deniliyor.

YÂSÎN SÛRESİ, âyet 13: "(Ey Rasû-lüm!) Mekke halkına o şehir halkının hâlini misâl göster. Hani oraya ELÇİLER GELMİŞTİ."

Bu âyette ifade edilen "Şehir" kelimesine, Öz Arabça'da karşılık olan "Karye", insanların uğrak yeri, oldukça meşhur uğrak yeri, insanların toplandığı kasaba veya merkezî bir kasaba, anlamındadır.

YÂSÎN SÛRESİ, âyet 14: "O vakit kendilerine İKİ ELÇİ göndermiştik de bunları tekzib etmişlerdi. Biz de BİR ÜÇÜNCÜ ELÇİ ile bu İKİSİNİ takviye etmiştik. Şöyle demişlerdi: Gerçekten biz size GÖNDERİLMİŞ ELÇİLERİZ."!13)

Asırlar önce elçi olarak gelen ve cinsiyetlerini (birtakım farklı özelliklerinden) bizim gibi dış görünüşle hemen tesbit edilemeyen görünümleriyle Peygamberlerin bile ilk bakışta korktukları, hem de Mekkelilere kadar Lât, Uzza ve Menât olarak gelen bu hatıranın kaynağına yavaş yavaş geliyoruz. Fakat konuya tam anlamıyla girerken önemli ayrıntıları belirtmemizde fayda var.

Biz, Mavi Gezegen'in insanları olarak bilgi bankamızda "erkek” ve "dişi" özelliklerinden başka bir cinsiyeti ne biliyoruz, ne de merkezimizde öyle bir cinsiyeti kavrayabiliz. Bizim Genetik Bilgi Bankamızda, yani Bilgi İletişim Merkezi'nde ÜÇÜNCÜ BİR CİNSİYET (her ne ise!) bilgisi kesinlikle YOKTUR. Erkek ve dişi kavramları arasında kesin bilgilerle programlıyız değil mi? Dolayısıyle 6. yüzyılda Mekkelilerin kendilerine kadar gelen bu hatıranın kahramanlan olan elçi - melekleri; hem İlâh yapmaları, hem de onları " ERKEK" veya "DİŞİ" isimleri veya özellikleriyle kavrayıp duygularını dile getirmeleri doğal haklanydı.

Bu erkek ve dişi ifâdesi olayı aydınlatacak ve tutarlı ipuçlarından birisidir. O yüzden; erken, ancak üzerinde biraz durmak gereği gördük. Bildiğiniz gibi, İsrailoğullan kendi soyla-nndan olmayanlann kendi dinlerine girmelerini pek istemezler. Dolayısiyle Mekkeliler içli-dışlı olduklan Yahudilere akılcı olmayan düşüncelerle özeniyorlar ki; ne olursa olsun bir din sahibi olalım, düşüncesiyle ve haklı olarak bu garib ve hayret edilen hikâyenin ÜÇ ELÇl-MELEK kahramanını bilmeden ilâh rafına oturtup, tapınmış olmaları, şimdilik en akılcı bir açıklamaya ilk adım olabilir. Çünkü hikâye; birtakım bilge kişiler, yani Mısırlı kâhinler tarafından Mekkelilere satıldı. İnanç boşluğu içindeki Mekkeliler de hikâyenin ÜÇ kahramanına İLÂH diye tapındılar. Üstelik dişi isimleri takmayı ihmâl etmeden! Gârâniyk, yani ÜÇ AK-KUGULAR gizemini siz okurlarla birlikte aydınlatmak içindir ki... bu denli ayrıntıları bazı hallerde gelecek sayfalara bırakıyor, bazı hallerde de biraz farklı tekrarlar yapıyoruz. Zira bu kitabın verileriyle ortaya çıkacak NET sonuç bütün Dünyalıların sorunudur. Zafer ve başarı ise sadece Cenâb-ı Allah'a aittir.

Kur'ân'da ve Tevrât'ta açık ve eğitici bir bilimsellikle anlatılan ve Allah'ın emri ile gelen elçilerin hiç kimseye kötülük yapmadıkları tüm açıklığı ile ortadadır. Tam aksine, günâh-kâr bir kavmi ve hızla yayılabilecek bir virüsü (hastalığı) yok etmek için geldikleri de, olayın olduğu on yıllarda veya yüzyıllarda, gerek yakın kabileler, gerekse zamanla bu müthiş olayı duyan çevre milletler tarafından biliniyordu. Uğrak yeri olan bir şehir, bir anda YOK olmuştu da ondan!..

Yani, elçiler kayıtsız-şartsız yardım eder, iyiliksever kimselerdi. Bu müthiş olayı duyan her toplum, hafızalarında uyandırdığı silinmez anılan (Sedom şehrinin üstünün altına, korkunç bir sayha - şok dalgası- ile yok oluşunu), kendi kültürleri içinde hâfızalanna, hikâye bankalanna kaydederken, seneler sonra hâtıranın aslına getirilen ek bilgileri veya eksiltmeleri ya da abartmaları açıklamamıza gerek yok sahınm. Zira elçilerin kötülük için gelmedikleri, hatta o günâhkâr kavmi yok etmeseler-di, hastalığın çevredeki kabilelere de hızla yayılabileceğini öğrenen ve İNANÇ BOŞLUĞU içinde olan insanlar, o elçilerin kendilerinden "Yardım umulur, şefâat umulur, onlar ilâhlardır" şeklindeki hâtırayı maalesef kendilerince bir inanç kavramı hâline getirdikleri de, tartışmasız ortadadır.

Nitekim, Sedom şehrinin ve kavminin yok edilmesinden asırlar sonrasına kadar, gerek virüs kalıntılarını taşıyabilecekleri (daha doğrusu uyuyan virüsleri tekrar aktif hale getirebileceği gibi nedenlerden), gerekse radyoaktivite serpintinin kalıntılarını taşıyabilecekleri ve insanların metabolizmalarında olumsuz etkiler yapabileceği içindir ki, Yahudilere sadece TIRNAKLI HAYVANLARIN ETLERİNİN YENMESİ YASAKLANMIŞTIR... Bu meseleyi Kuantum fizikçileri, Bio-fizikçiler daha ayrıntılı anlayabilirler.

. "Biz Yarindiler e TIRNAKLI HAYVANLARIN HEPSİNİ HARAM ETTİK. Sığır ve koyunun İÇ YAĞLARINI DA kendilerine harâm yaptık.." (Kur'ân-ı.Kerîm; En’âm Sûresi, âyet 146).

Yazık!.. 1400 senedir Kur'ân'ı, 1989 senedir Incil'i, 4000 seneye yakındır Tevrat'ı okuyanlar... acaba ne amaçla okudular ve ne anladılar ve anladılarsa, niçin YAPMADILAR? Şimdi biraz olsun anlaşıldı mı? Kur'ân'ın, Incil'i ve Tevrât'ı tasdik eden bir gerçek olduğu?

Ezici bütün gerçek yanlarıyla şimdi Hz. Peygamberimizin "Onlar kendilerinden şefaatleri umuluan AK-KUGULARDIR." sözündeki kuğuların gizemlerini çözmeye çalışacağız.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sel-lem, sözünü ettiğimiz hâdisenin aslını sınırlı da olsa daha önce gelen vahiylerden sezinliyor, ancak içeriğini ve ciddiyetini veya tamamını ayrıntılarıyla bilmediği için Mekkelilerin; "Bunlar Lât, Uzza ve bu da Menat'tır" demelerine karşın; dikkat ederseniz, Lât ve Uzzâ ilk gelenler ve Menât da sanki İkiliye sonradan katılmış gibi bir ayrıcalıkla ifâde ediliyor ki; zaten olayın aslında da önce ilk iki elçi, sonra takviye olarak bir üçüncüsü gönderiliyor. Gözden kaçırmayınız ki; hâtıradaki ifâde aslına ne kadar sâdık kalınarak ortaya çıkıyor.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu saçmalıklara cevap olarak:

Bunlar putlardır ve ilâh değillerdir. Sizin de, bizim de İlâhımız bir tek olan AL-LAH'tır. Size bu kadar bozulmuş olarak gelen bu hâtıranın aslı öyle değildir. Onlar Allah’ın gönderdiği ÜÇ ELÇİDİR. Kötülükleri yok eden, iyi kimselere (Hz. Lût'un kavmi-ne, hastalık virüsü taşımayanlara, inançlı olanlara) Allah’ın izni ile yardım eden ve İbrahim ve hanımı Sûre pir ihtiyar iken çok bilgin Hz. İshâk’ı müjdeleyerek verilen emri yerine getiren, ancak Allah’ın izniyle insanlara yardım ve şefâat eden, görünümleri bembeyaz, tertemiz (mâden gibi elbiseli, parıldayan elbiseli), bizjere benzemediği için ve bir yerden diğer bir yere SÜZÜLEREK kuğular gibi gidişleri (hareket biçimleri) ve görünüşleri olan (oysa 6. yüzyılda Peygamberimiz Kuğu görmedi), ancak sizin câhilliğinizden dolayı LÛT ismini LÂT şeklinde telaffuz edilerek size kadar gelen Elçi-Meleklerin ANILARINI; Lât, Uzzâ ve Menât diye onlara uydurma; dişileri kasd ederek; isimler takıp, Lât kavmi-nin hastalıklı olanlarını yok eden, iyi kimseleri ise kayalık dağlara gönderip kurtaran Elçilere İLÂH dediniz ve onlara tapınıyorsunuz..." demiş olmalıdır.

20. yüzyılda ve bu gezegende bu olayın bir başka bilimsel açıklaması var mıdır?

Devam edelim: Kimmiş ve1 nereden gelmişler bu Garaniyk elçiler? Yine kısa bir ayrıntıyı belirtmede zihinlerde oluşacak sorular için fayde var sanırım.

”Fakat haftanın ilk gününde, seher vakti, kadınlar hazırlamış oldukları baharları getirerek kabre geldiler. Taşı kabirden yuvarlanmış buldular; Ve içeri girip Rab İsa'nın cesedini bulamadılar. Ve vaki oldu ki, onlar bundan dolayı şaşırmış iken, işte, pırıldayan esvapla iki adam yanlarında durdu; Ve kadınlar korkup yüzlerini yere iğmiş oldukları halde, adamlar onlara dediler: Niçin diriyi ölüler arasında arıyorsunuz? O burada değil, fakat kıyam etti; daha Galile-de iken," (İncil, Luka, Bap 24, âyet 1-6).

"Ve Sebt günü geç vakit, haftanın ilk gününe doğru, tan yeri ağarmağa başlarken, Mecdelli Meryem, ve o bir Meryem kabri görmeye geldiler. Ve işte, büyük bir zelzele oldu; zira Rabbin bir meleği gökten indi, ve gelip taşı yuvarlıyarak üzerine oturdu. Onun görünüşü şimşek gibi idi; esvabı kar gibi beyazdı. Onun korkusundan bekçiler titreyip ölü gibi oldular. Ve melek cevap verip kadınlara dedi: Siz korkmayın, çünkü haça gerilmiş olan İsa'yı aradığınızı biliyorum. O burada değil; çünkü dediği gibi kıyam etti .Gelin, Rabbin yattığı yeri görün." (İncîl, Matta, Bap 28,1-6).

İki İncîl'in farklı anlatımlarıyla; parıldayan giysili elçileri hâfızalarimıza kaydedip tekrar devam edelim.

"Onlar dediler ki: Siz ancak bizim gibi insanlarsınız (bize bir üstünlüğünüz yok), hem Rahmân Allah bir şey (Kitap) indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz. (Elçiler, onlara) dediler: 'Rabbiniz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen, ancak apaçık. Bir tebliğ-dir. (Onlar, elçilere) dediler ki: DOĞRUSU BİZ, SİZİNLE UĞURSUZDANDIK. EĞER (BU SÖZÜNÜZDEN) VAZGEÇMEZSENİZ muhakkak sizi taşla öldürürüz; ve her halde size bizden ÇOK ACIKLI BİR AZÂB DOKUNUR. (Elçiler) dediler ki: Uğursuzluğunuz yanınızdadır. Nasihat edilirseniz mi (bunu uğursuzluğa yoruyorsunuz ve bizi tehdid ediyorsunuz?) DOĞRUSU SİZ, HADDİ AŞMIŞ BİR KA-VİMSİNİZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 15-19).

Âyetinin son cümlesi olan "Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz" ifâdesi; elçilerin (iğrenç bir karakter hastalığı olan livata yapmamaları için) nasihatlan sık sık tekrarlanıyor ki, kavimde bir takım kişilerin hastalığa yakalanıp hızla iğne-iplik olmalannı, daha önce böyle bir Şey (korkunç bir şey olmalıdır ki) görmediklerinden, bunun elçilerin nasihatlerinden kaynaklanan bir uğursuzluk olarak değerlendirdiklerini NET bir şekilde kanıtlar. Bu ifâde ilkel toplumlardaki; uğurluluk veya uğursuzluk gibi zayıf düşünüşün tipik bir örneğidir.

" (O esnada, elçilerin geldiğini haber alan ve Allah'a ibâdet etmekte olan) bir adam, şehrin tâ ucundan koşarak geldi (ve şöyle) dedi: Ey kavmim, UYUN BU GÖNDERİLEN ELÇİLERE." (Kur'ân-ı Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 20).

Hiç ben O’dan başka TANRILAR EDİNİR MİYİM? Eğer O Rabmân (Allah) bana bir keder murad ederse, O TANRILARIN ŞEFÂATİ BANA HİÇ BİR FAYDA VERMEZ; onlar beni kurtaramazlar." (Kur’ân-ı Kerîm; Yâsîn Sûresi, âyet 23).

Haddi aşmış olan kavme nasihat etmekte iken, elçiler hakkında bir şeyler bilen bir kişi, elçilere yardım etmek amacıyla hem nasihat ediyor, HEM DE ELÇİLERİN GERÇEKTEN ALLAH TARAFINDAN GÖNDERİLDİĞİNİ SÖYLEMEYE ÇALIŞIYOR. Dikkat ederseniz, bu şahıs elçilerin gerçekten Yüce Allah tarafından gönderildiğini kesinlikle biliyor, fakat nasıl? Bu kişi, elçilerin Hz. Lût'tan çok önce oralarda Peygamberlik yaptıklarını ve elçilerin gerçekten Yüce Allah tarafından gönderildiğini bilen; elçiler hakkında (kavme nasihat edecek cesareti kendinde bulduğu için, oldukça yaşlı olması gerekir), belki de gençliğinden kalan ciddi bir çok tecrübeleri veya duyduğu gerçek anılara sahip olduğu da böylece açıklık kazanıyor.

Ancak, elçiler, haddi aşmış kavme NE DEDİLER KÎ; kavim, elçilere; " Eğer bu sözünüzden vazgeçmezseniz!" tehdidiyle elçileri tek-zib ediyorlar? işte bu karşılıklı ve oldukça ayrıntılı (okumak için değil, anlamak için okunursa deşifre edilecek) ve karşılıklı konuşmadır ki, Şuârâ sûresi âyet 160'da ifade edildiği gibi, elçilerin çok zaman önce o şehirde görev yaptıklarını yeterli bir aynntı ile kanıtlar.

ANTAKYA MI?

Bu arada kısaca değinmek zorundayım ki, Kur'ân'ı tefsir eden birçok şahıs Yâsîn sûresinde (14,15,16. âyetlerinde) sözü edilen elçilerin Hz. îsâ’nm havarileri olduklarını ve olayın Antakya'da geçtiğini zannederler! Bu, aslâ doğru değildir. Bu, ciddi bir hatâdır. Çünkü:

·        1. Antakya'da, Yâsîn sûresi'nin 28 ve 29. âyetlerinde belirtildiği gibi, her hangi bir SES dalgasıyla (sayha) ve tarihin hiç bir gününde, herhangi bir felâket olmamıştır.

·        2. Hz. îsâ'nın havarileri - Yuhanna, Bevles ve Şem'un- aslâ birbirinden ayrılmadılar ve Antakya'ya geldiklerinde de birlikte geldiler.

·        3. Bu havariler; Antakya'daki insanların "Siz haddi aşmış bir kavimsiniz" tenkidine veya ikazına lâyık kat'iyyen kötü bir şeyle karşılaşmadılar ve havariler de Antakya’da böyle bir ifâdeyi aslâ kullanmamışlardır.

·        4. Antakya tarihinde kat'iyyen Yâsîn âyet 29'da belirtilen "hemen sönüverdiler" ifâdesine bırakın uğradıklarını, benzeri bir olay dahi olmamıştır. Zira âyette belirtilen "Sönüverdiler” kelimesi; ateşin yandıktan sonra sönüp kül haline gelmesi gibi bir sönmeyi ifâde der ki, Antakya'da aslâ böyle bir şey olmamıştır.

Birinci şıktan dördüncü şıkka kadar olan ayrıntılar için Kur'ân tefsirinde gerçek bir otorite olan İbn-i Kesîr'den esinlendik ki, İbn-i Kesirde; "Hz. Mûsâ'dan sonra herhangi bir kavinin topluca HELÂKİ söz konusu değildir." der. Bu da en geçerli kanıttır.

. Son derece görkemli ve geniş olan Kur'ân dilinde ifâde edilen "Sönüverdiler" ifâdesine tam bir anlam verebilmek ve bir diğer ayrıntıyı irdelemek için Tevrât'a başvuralım.

"Ve Sodom ve Gomora’ya doğru ve bütün Havza memleketine doğru baktı, ve gördü, ve işte, YERİN DUMANI OCAK DUMANI GİBİ ÇIKIYORDU." (Tevrât, Tekvin, Bap 9, âyet 28).

Bu olayın geçtiği yeri, birazdan bütün ayrıntılarıyla ve bilimsellikleriyle göreceğiz. Bugünkü merkezi Sodom olan bölgedir. Dolayı-sıyle Üç Elçinin geldiği yerin Antakya olduğu bilgisi, araştırılmamış ve gerçek olmayan bir zandır. Antakya böyle bir "Sayha"ya uğramış bir yer değildir.

Tevrât'ta belirtilen "Ocak dumanı gibi" ifâdesi, Kur'ân'daki "Sönüverdiler"; ateşin sönüp kül haline gelmesi gibi; ifâdesinin ta kendisidir ve eşanlamlıdır.

Bir diğer kanıt: Elçi, sadece Allah'ın görevlendirdiği melek veya insandan seçilmiş, özel bilgilerle teçhiz edilmiş kimselerdir. Hatırlayınız ki, Îbrâhîm: "Siz korkulacak, ürkü-lecek tanımadık kimselersiniz." demişti. Bunun dışında Kur'ân’da bir tek KAVME ELÇİ gönderildiği geçmez. Kur'ân’da Elçilerin geldiği tek kavim LÛT kavmidir. Diğer bütün ka-vimlere veya milletlere ise Peygamberlerin, Resûllerin geldiği belirtilir. Bu önemli ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekirdi. Kur'ân'ı tefsir edenler buna çok ciddi bir şekilde dikkat etmek zorundadırlar.

Kanıtlarımızın en belirgin olanı ise; bildiğimiz kadar yeryüzünde inşa edilen ilk kilise Antakya'dadır. Dolayısıyle Hz. Isa'ya saygınlıklarını, bağlılıklarını, yeryüzünde ilk kilise yapmakla (CEM olma Hoplanma yeri) sergileyen Antakyalılar, nasıl olur da böyle bir SAYHA (Ses şoku) ile helak edilebilirlerdi.

Dolayısıyle Yâsîn sûresinde belirtilen ve Kur'ân'm birinci bilim anahtarı; sözünü ettiğimiz bu Elçilerdir. Âlemlerin Rabbi ve Alîm o-lan Allah'a hamd ederiz. 20. Yüzyıl Müslüman bilim adamları Kur'ân'ı anlamaya birinci anahtarla artık başlamışlardır.

Asırlardır bu Ûç Elçi'yi görkemli görünüşleri ve anılarıyla bütün Orta Şark kültürlerinde ve tarihlerde GÂRÂNÎYK olarak görüyoruz.

Bu kelime, yani Gârâniyk = Kuğu= Turna veya"çok yakışıklı genç delikanlı erkek" anlamlarını taşıyor. İşin en bilimsel tarafı ise, bu kelime her ayrı tülde veya ayn millette ve farklı zmanlarda da, yine aynı anlan üstelik "ÜÇ Turna" veya "Üç Tann" yahut "Üç Tann-ça"yı ifâde için kullanılmış. Bu kelimenin Hititçe'ye, Ermenice'ye, birçok Avrupa dillerine Sâmî Dillerinden geçtiğini Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin bir çalışmasından izliyoruz (Şeytanî Rivayetler, sf. 127). Ancak, GÂRÂNİYK çoğulluk ifâde eden bir kelimedir. Tekili ise "GARNIK"tır. Bu kelimenin kökeninin Arapça'ya ve Sâmî dillerine nereden geldiği de kesin bilinmiyor üstelik. Ben de bu kelimeyi tam olarak araştırmış değilim. Zaten bu kitap için ciddi bir gereği de şimdilik yoktur. Ancak, bu kelime veya ifâdenin gâyesi Azer kökenli olmalıdır, kanısındayım. Zira Kuğular olayının ilk muhatap kişileri Âzeroğlu Hz.îbrâhîm ve kuzeni Hz. Lût'dur. Dolayısıyle bu kelime önce Azer dillerinde imâl edildi ve asırlarca iç içe yaşayan (hâlâ da) öyledir. A zerce'den Ermenice'ye ya ithâl edildi veya tam kelime karşılığı Ermenice'de bulundu ve bütün dillere aslı pek kaybedilmeden transfer edildi.

Hz. İbrahim'in yaşadığı devirde Sâmî soyu diye bir millet yoktu. Konuştuğu dil de bugünkü Azerce olmamasına rağmen yine de Azerce'den kalıntılarla Harran’da kendi dilini yani İbranice'nin kendi çağıdaki halini konuşuyordu. O devirlerde en geniş dil yine Sankritçe ve Uygurca'ydı. Dolayısıyle GÂRÂNİYK Azerce veya Bâbil dillerinde yahut Ermenice dillerindeki bir kökten geliyor olsa gerek. Zira Hz. İbrâhîm aleyhisselâm Sâmî soyunun insanı değildir ki Sâmî soyu Hz. İbrâhîm'den bir kaç yüz yıl sonra ancak Ya'kûb = tsrâîl olarak sadece isimle oluştu. Asırlar sonra da 12 tsrai-loğlu kabilesi hâline geldi.

Şefâat edecekleri umulan Kuğuların (GÂ-RÂNİYK) kimler olduklarına değinmek üzere iken; durmaksızın hata üstüne hatalar yapan, günâhlar işleyen Mekkeli inançsızların, artık hatalarını yavaş yavaş anlayıp; bu sefer de, mâdem ki Rahmân (Allah) her şeyi diler, eğer dilemeseydi biz de o Elçilerden ŞEFAAT um-mazdık vb. gibi özürlerini izlemek için devamla;

" Onlar, Rahmân'ın kullan olan MELEKLERİ DE (âyette çoğul ifâde

var) DİŞİ YAPTILAR. Yaratılışlarına şâhid mi idiler? Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak ve (Kıyâmet'te) soumlu tutulacaklardır. Bir de şöyle dediler: Rahmân dileseydi, biz o MELEKLERE YAPMAZDIK. (Yine çoğul ifâde) Onların bu hususta HİÇ BİR BİLGİSİ YOKTUR; onlar ancak yalan söylüyorlar. Yoksa biz, onlara, bundan (Kur'ân'dan) önce bir kitap vermişiz de ona mı tutunup x amel (çalışma, iş) ediyorlar?" (Kur'ân-ı

Kerîm; Zuhrûf Sûresi, âyet 19-21).

Yani, Mekkelilere daha önce hiç bir din kitabı gönderilmedi, neye dayanarak bunu söylüyorlar? Dolayısiyle söyledikleri YALANDIR, deniliyor.

Şimdi hâtıranın kaynağını hem Mekkeliler yavaş yavaş îmân edip itiraf ediyorlar, hem de elçilere atfedilen isimlerin DİŞİ ismi olduğu ortaya çıkıyor ki, bunun YALAN olduğunu âyetin en belirgin ifadesinden öğreniyoruz. Ve bu demektir ki, elçilerin isimlerinin ERKEK ismi olması gerekir!...

Dikkat ettiniz mi, şu anda ben de aynı hatayı yaptım! Nasıl mı? Bir cahilimin adı şayet dişi ismi değilse... başkaca ne olabilir benim için? ERKEK ismi olması gerekir değil mi? Çünkü benim, bizim genetikbilgi bankamızın programı ERKEK ve DÎŞÎ bilgileri ile kesin sınırlıdır. Oysa Elçilerin erkek mi, yoksa dişi mi olduklarını araştırmak (şimdilik) yapılacak hataların en kötüsüdür. Zira hadîste ifâde edilen AK-KUĞULAR (GÂRÂNİYK) kelimesi; kuğu, turna ve genç, görkemli erkek anlamlarındadır. AK-KUĞULAR gizemini araştıran ve söylenmediğini iddia edenler; araştırmalarını hangi düzeyde yaptılar ve hangi bilimsellikle ortaya çıktılar acaba? Üstelik Taberi gibi bir dehâya leke sürerek!

Az önce bizim kasıtlı olarak yaptığımız hatayı asırlar önce Mekkelilerin veya Mısırlı kâhinlerin yapmış olması doğaldır. Tapınma güdüselliğinde daha fazla şefkat veya tek taraflı duygu sömürüsü yapmak için putlara DtŞt isimleri takmak; yalvarışları daha görkemli veya daha açındıran bir hale getiriyor olsa gerek.

İsterseniz, bunun en doğrusunu siz okuyucularla, dürüstçe ve güncel yaşadıklarımızla birlikte bulalım! Günümüzde bile, ANNE şefkatine sığınıp, taleblerimizi daha kolay elde etmiyor muyuz? Babalarımızdan aynı şefkati veya tâvizi elde etmek çoğu kez imkânsızdır, değil mi? Niçin annelerimize daha fazla yakın ve açık davranışlar sergileriz?

İşte bunun içindir ki, o insanlar da Mısır'da iğrenç zulümlere uğrayan Israiloğullan-nın kızlarına atfen (Putların patent kazandığı yerdir) dişi isimleri de, görkemli putlara en gizemli en etkili, en çarpıcı isimler olmuştu...

- Bu ayrıntıları yüzeyde araştırırken bile, Kur'ân'ın şâheser bir edebî ifâdesi bizi izlediğiniz ve izleyeceğiniz gibi; tartışmasız İlâhî Ki-tab'm gerçek bilimselliğine, ancak hayranlıkla yöneltiyor. YÜCE ALLAH dileseydi, Elçilerin kimler olduklarını, nereden geldiklerini hemen birkaç âyetle, o günün insanlarının anhyacak-lan bir şekilde de açıklardı, değil mi?

"Kulların faydalandığı hiç birşey yoktur ki, onu meydana getiren hâzinelerin anahtarları kâtımızda olmasın. Fakat Biz, onu, ancak ihtiyaca göre, mâlum bir miktarda veririz." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 21).

Kur’ân'ın evrensel edebî ve bilimsel ifâdesi, her çağın kültürünü o çağın niteliklerine ve ihtiyaçlarına göre yönlendirip, onların hatalarını ve hatalardan arınmayı, gelecek nesillere de; işin en zarif tarafı birkaç âyetle açıklıyor olmasıdır. Tabii ki anlayana!...

" Hayır (onların aklî ve nakli hiç bir delilleri yoktur, ancak) şöyle dediler: BİZ ATALARIMIZI BİR DİN ÜZERİNDE BULDUK BİZ DE ONLARIN İZLERİNCE GİDEREK HİDÂYET BULURUZ." (Kur’ân; Zuhrûf Sûresi, âyet 22).

Son cümle birçok soruya tam açıklık getirirken: "Biz hidâyet olunurduk" veya " Bize hidâyet edilirdi", yani atalarımız bize kadar gelen hikâyelerde; o ilâhlara taptığımız takdirde: "O İLAHLAR BİZE ŞEFAAT EDERLER zannediyorduk." şeklindeki özürleri artık açığa çıkıyor.

Onlar kendilerine kadar gelen saçma sapan masallardan ŞEFAAT umadursunlar, biz şimdi olay lan yorumlarla veya zanlarla değil de, aklın matematiği ve bilimsel verilerle araştıralım.

Hatırlayacaksınız, bu kitabın hemen başla-nnda, "ONLAR ŞEFÂATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDIR" ifâdesini günümüze kadar getirenlerden ALLAH râzı olsun, demiştik. İyi biliyorum ki Müslümanlann bir çoğunun şimşekleri üzerimizdeydi. Hatta bu kitabin sonunda siz de, o İslâm tarihçileri için " Allah râzt olsun diyeceksiniz" diye belirtmiştik. Evet, Cenâb-ı Allah dehâ Taberi'den de râzı olsun, diyoruz.

Bu olayları ayrıntılarıyla bana Öğreten anahtar bilgi, KUR’ÂN-I KERÎMİN YASIN süresi Ölmüştür. Senelerdir sorduğum bilimsel bir sorunun cevabını sözünü ettiğimiz Elçilerin geldikleri yerler hakkında yazdığım kitap için, kafamdaki bilgi hücrelerini hurdalığa çevirir-cesine yorarak demiştim ki: Yâsîn sûresi neden Kur'ân'ın kalbı olarak kabul edilmiştir? diye. Gerçekten de karşımda müthiş bir gerçek vardı. Varlığımdan da ötelerdeki MUTLAK bir gerçek... Hem bu evrensel olayı tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkaran bir ipucu Yâsîn sûresinde idi; hem de Evren'i ve eksiksiz tüm öğelerini yöneten, koordine eden o müthiş bilgilerin anahtarları Yâsîn sûresinde idi. Meselâ: YANAN YEŞİL AĞAÇ...ancak bulgu belki de OTUZUNCU YÜZYILLARIN KAVRAYACAĞI veya o yüzyıllara yön verecek bir hazinedir. Uzay araçlarının yegâne enerji yakıtım bizi Tevrat'a yönlendirerek keşfettirecektir. Çağın teknolojisi IŞIK hızının 1/10 km/sa-niyesini hayâl ederken Kur'ân'ın o görkemli verileri karşısında; çağ adına benliğimle utanıyorum... cehâletimden, bilgisizliğimden utanıyorum... Gece gündüz "Rabbi zidnîyilmen" diyorum. Niçin Yâsîn sûresi'ne Kur'ân'ın anası, babası, atası... denmedi de; KALBİ dendi? Zira kalb, hayat sıvısını tekevvünün (vücudun) her noktasına ultra-stabilite düzenle pompalayan yegâne merkezdir, değil mi?

Yâsîn-i Şerif mezarlıkta okunan değil... Kur'ân'ı anlıyacak+ anlatacak bilgi hâzinelerinin KALBİDİR.

Annesinden bilim adamı olarak doğan Le-ibniz'in aradığı "Evrensel Matematik"e ancak Kur'ân'm bilimsel verileri ve çok yüksek matematik değerleriyle ancak ulaşılacağı kanısındayım. Ulaşacağımız o nokta 19'un birinci gizemiydi.

 6. Yüzyılda Hz. Peygamber'e kesin inanmış, O'nu destekleyen yaşlı, olgun Müslüman-lar bile -birazdan açıklayacağız- Necm Sû-resi'nin 62'nci âyetine kadar gelen vahiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu elçilerin görevlerini tam olarak öğrenirken; henüz Necm sûresi'nin tamamının çevresindeki Müslümanlara veya insanlara açıklamaya bile vakit bulamadan (zaten bulamazdı da, zira vahiy dinliyor veya öğreniyor olsa gerek) ve 62'nci âyetin hemen bitimindeki o âyet ilk vahiy edilen "SECDE ÂYETÎ"dir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bulunduğu yerde hemen secdeye kapanıyor.

Ancak, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem henüz öğrendiği vahyi çevresindekilere sınırlı da olsa açıklayamadan, insanlar, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in Lât, Uzzâ ve Menât'ı öğmesini değil... gizemlerini, nedenlerini çok sınırlı anlattığı için (tâvize de MEYL edebileceği İsrâ sûresi'nin 73 ve 74'üncü âyetlerinde açıkça belirtiliyordu). Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem secde etmesine karşın, çeavresindeki henüz Müslüman olmuş veya olayın şokuyla şaşkına dönmüş birkaç yaşlı Müslüman olayın aslını bilmediklerinden, şüphelerinden, kızgınlıklarından dolayı; SECDE YERİNE YERDEN TOPRAK ALARAK ALINLARINA SÜRÜYORLAR. Oysa, tarih der ki: Bu olay ânında, Mekkeli müşrikler de kısmen tanık oldukları olaydan dolayı secdeye kapandılar. Yani, bazı yaşlı Müslümanlar bu davranışlarıyla; hem kızgınlıklarını dile getiriyorlar, hem de Peygamberi sözle gücendirebiliriz endişesiyle toprağı yerden alıp almlanna sürerek sitemlerini dile getiriyorlardı. Zira Mekkeli inançsızların yanında biraz olsun küçük düşmüş veya ciddi bir meseleye cevap verememenin sıkıntısını ifâde etmeye çalışıyorlardı. Gelen vahiyle Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;" Bunlar sadece basit birer taş parçalandır, savunmasızdırlar, bunlann hiç bir hüccetleri yoktur, İlâh bir tek olan Allah'dır." deyip, putları hâtıranın dışında bırakarak yerdi. Bunu vahyinin bitiminden sonra tam olarak gerçeği öğrenmiş olmalıdır ki, sınırlı olarak anlatıp, aklın ve delillerin ışığında insanları iknâ etti. Mekkeliler de bildiğiniz gibi, artık hızla Müslüman oluyor, kabahati de - az önce izlediğiniz gibi- atalarına yüklüyorlardı.

Lât, Uzzâ ve Menât'm birer taş parçası olduğunu, putun ilâh olamıyacağını; îlâh'ın BÎR TEK VE HER ŞEYE KAADÎR OLAN ALLAH olduğunu tüm açıklığıyla (öğrenmek isteyene) izâh etti. Buna rağmen gelen elçiler kimler olduğunu tam olarak o günün insanlarına ayrıntılarıyla açıklayamazdı. Hem Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Kur'ân’ı tam olarak açıklaması istenilmedi ki. O sadece ÂLEMLERE RAHMET ve AHLÂK örneği olarak gönderildi. Görevi, Kur'ân'ı eksiksiz tebliğ etmekti. ^Çünkü, Kur'ân hiç bir özel toplumun değil, Âlemlerin öğüt, bilgi ve erdem kaynağıdır.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimiz'in kuğulara atfen - onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğular'dır - cümlesinin resmî kayıtlara geçirilmesini bizzat istediğini, hatta ciddiyetle emir verdiğini Islâm tarihlerinden biliyoruz. Aksini, hiç kimse, hiç bir bilimsellikle iddia edemez.

Olay yerinden tekrar mescide (toplantı yeri) geldiklerinde Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu cümleyi " Onlar Allah'ın izni ile kendilerinden şefâatleri umulan Ak-Kuğulardır. (Beyaz giysili, parıldayan giysili, görkemli görünüşleri vb. olan Gârâniyk, genç* yakışıklı delikanlılar) tekrar ettiğinde ise, arkadaşları fısıldaşarak:

"Bu mutlaka Şeytan'ın vesvesesidir, Şeytan söyletti galiba!" diyerek önemsemediler.

Gârâniyk; kuğu-tuma gibi anlamların yanında; genç, görkemli, yakışıklı erkek delikanlı anlamlarını da içerdiğini daha önce de belirtmiştik.

Kâinât’m Efendisi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem nasıl olurdu da bu gerçeğin aslını, muhâkemeleri o denli kısır olan halka açıklarlardı?... Siz bir cevap verebilir misiniz?... Mümkün değildir, değil mi?

Bu olay Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in 63 senelik hayatındaki ve İslâm tarihindeki en önemli, en bilimsel verilerin başında gelir ki; Necm sûresi'nin 62'inci âyeti, yani secde âyeti... İLK VAHİY OLAN SECDE ÂYETİ’DIR.

Kısaca belirtelim: Bu sûre, yâni Necm sûresi 360 kelimeden oluşur. Bu 360 rakamını unutmayınız.

Mekke'de Kâ'be'nin etrafında, çember halinde dizilen 360 adet taş putun, Peygamberimizden önce de, inceliğini bilmeyen Yahudi bilginlerinin anlattıkları masallardan esinlenerek yerleştirdiklerini biliyoruz: Bu rakamın, elementlerin temel taşı olan Atomlarda magne-tik ve elektriksel alanları belirleyen temel olduğunu; (14) Kur'ân'm 19 rakam gizemi ile mutlak iç içe tüm evreni ayrıntılarıyla açıkladığını, fakat asırlardır insanların bu en gerekli, en zaruri bilgileri bilmem hangi bağnazlıklarla (belki de şiirlerle) anhyamadıklannı, cehaletlerinden, ihtiras ve ihtilaflarından dolayı gerçeği örttüklerini 19 2 = 361 çokluk evrenlerini ve 1 teklik vasfına sahip ancak Yüce Allah'ı (temsil ettiğini değil!) MUTLAK KANITLADIĞINI; 18 2 = 324° ve 360° -324° = 36°; Evrende var olan farklı atomların (element farklılığını zaten tayin eden yegâne olgudur) maksimum ve minimum alan açılarını, parmağını gözümüzün hemen önünde tutarak öğrettiğini; evrende hiç bir halde veya kütlede (zaten hâl, kütlenin davranışıdır) herhangi bir polaritesi, yani KUTBU olmayan yegâne kuvvetin GRA-VÎTASYON çekim kuvveti olduğunu öğreten; bu İlâhî bilgi kaynaklarını "Evrende Zaman ve Hayat 1" ve "Kur'ân'da 19‘un Sırları" adlı kitaplarımda, insanlığa, bilime hizmet etmek amacıyla yazdık.

Şimdi izleyeceğiniz Necm sûresi'nde 6'dan 17'nci âyete kadar anlatılanlardan; Kuğular gerçeğinin ikinci derecedeki gizemlerini tam olarak öğreneceğiz.

-oOo-


lîUlR&’ILII

GENÇ UZAYLILAR

Necm'in anlamı, özelliği olan "YILDIZ!" demektir ki, o özelliği de birazdan kendiliğinden açığa çıkacaktır.

Tâviz verebileceğini de hatırlarsanız, Peygamberin kalbinde, Elçi-Melekler hakkında, biraz önce açıkladığımız gibi, bir takım soru işaretleri olmalıdır ki; Yüce Allah, O'nun gözüne, kalbi tam yatışsın veya tam iknâ olsun diye, her şeyi tüm açıklığı ile gösteriyor.

”O'nun (gördüğünün) DOĞRULUĞU hakkında O'nunla tartışıyor musunuz?" (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 12) deniliyor.

inançsız Mekkeliler; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü, öğrendiği bilgileri sınırlı olarak açıklıyor ki, "O’nunla tartışıyor musunuz?" ifâdesinden açıkça anlıyoruz ki, tartışıyorlar. Çünkü olay ânında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü ve Mekkelilerin göremeyip bir şok etkisiyle şaşkına döndükleri içindir ki, hemen herkes secdeye kapandı... Biraz sonra da Rasûl-ullah sallallahu aleyhi ve sellem'in gördüğü ve çevresine sınırlı olarak anlattığı olay hakkında tartışılıyor. Neyi ve nasıl gördüğüne ise birazdan tanık olacağız.

En önemlisi ise, 5 ve 6'ncı âyetlerdeki açıklamalarla Hz. Peygamberin de kalbindeki birçok soru işaretlerinin cevaplan l'den 17’nci âyete kadar anlatılanlarla TAM AÇIKLIĞA kavuşuyor.

"O'na, müthiş kuvvetleri (gücü, bilgisi, yetenekleri vb.) ölân birisi (Cebrâîl) öğretti." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 5).

Ancak, 17'nci âyetteki ifade, 25'inci yüzyılın belki teorik olarak düşünebileceği -olay ânında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem'in gördüğü- bilimsel gerçekliği ise:

"ÜSTÜN AKLA SAHÎP (olan Melek) DOĞRULDU (gerçek MELEKLİK şekli ile kendisini Peygambere gösterdi)." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 6).

Aynı âyetin diğer bir meâli: " Ki o AKIL ve BEYİNDE KAMİL BİR MELEKTİR. Hemen (kendi sürerine girip) DOĞRULDU." âyeti açıklıyor. NASIL Mİ?

"(Hz. Muhammed'in gördüğü ahvâli tam gördüde) GÖZ NE KAYDI, NE DE AŞTI." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 17).

Kur'ân-ı Kerîm'in, bu kelimenin tam anlamıyla şaheser, mükemmel, eksiksiz ifadesiyle asırlardır UYUYAN her şey su üstüne çıkarken; şimdi çok çok iyi dinleyiniz lütfen.

İnsan gözü, radyo dalgalarının en uzun dalga boyu noktasından, kozmik ışımayı ve daha kısa dalga boyundaki nötrino ışımasını belirleyen; ışıma tayf spektronometresinin 4000 Â ile 7000 Â (Angstrom) arasındaki bandın belirlediği, dalga boylarında görebilir. Bir diğer ifâdeyle, ışığın görülebilir bandı; 380 nm (nanometre) ile 780 nm dalga boyundadır.

Günümüzdeki etkin aydınlık duygusunu belirleyen alan ise; 507 nm ile 555 nm arasındaki dalga boyudur. Bu demektir ki; insan gözü 49 nm'lik bir aralıktan eşyayı görebilir. Buna göre 10 000 Â = İmm’dir. 10 000 mm ise 1 cm'dir. 1 Angtrom= 10'8 çm'dir.

İnsan gözü Evren'i, eşyayı bu kesin çizgiler arasındaki banddan görebiliyor. Bir diğer ifâdeyle; insan evreni 507 nm ve 555 nm gibi akıl almaz incecik, fakat gerçek olan bir aralıktan seyreder. Görülebilir ışığın frekansı ise; 1015 hertz/saniye'dir. Bunun için bir rakamın önüne 15 adet sıfır konması gerekir.

” Ve O (Cebrâîl) EN YÜKSEK UFUKTA İDİ.” (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 7).

Necm sûresi'nin 5, 6, ve 7'nci âyetlerinde belirtilen ve Yüce Allah'ın süper özellikler, bilgelikler verdiği meleği Cebrâîl aleyhis-selâm, kendisini Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e apaçık UFUKTA göstermesi.... hem gelecek nesillere- anlayabilirlerse- kütüphaneler dolusu bilgileri aktarıyor, hem de Peygamberine; Hz. İbrâhîm'e ve Hz. Lût’a gelen Elçilerden hiç bir şekilde ŞÜPHEN olmasın ki; Kur'ân ile ilgili her hangi bir tâviz aklının kenarından bile geçmesin!... deniyor olsa gerek. Sizce başka bir açıklaması var mıdır?

Günümüzde de olagelen ihtiraslar, bencillikler, şımarıklıklar, "Ben daha üstünüm, benim dinim seninkinden daha iyidir" vb.! gibi son derece basit ve ilkel duyguların esintilerini görebiliyoruz.

Oldukça ilkel ve kasıtlı ifadelerle, hiçbir bilimselliği olmayan sözüm ona kitaplarla ten-kid edilen Kur'ân ne yazıkki şu satırlara kadar anlattıklarımızla, belki de gelecek yüzyılların uygarlıklarına yön verecek baha biçilmez değerlerdir. Buna siz de tanık oldunuz, birazdan ayrıntılarıyla da tanık olacaksınız. Ancak, şimdi bütün meseleyi toparlayıp anlatmaya çalışırken; tüm insanlık, uygarlık, tüm radyo teleskoplar, (Hâşâ), tenkid edilen Kâinât'm Efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimiz'in doğum günü olan Rebiulev-vel ayının ONİKİNCl GECESİ (sabah erken), bir yıldızın, En Necm gezegenler sisteminin, Güneş sistemine hızla yanaşan bir gezegen grubunun RADYO SİNYALLERİNİ ARAYACAK!...

Bakın, şu garip, fakat bir o kadar da gerçek olan tecelliye!...

·        * Ne zaman anlayacaksın hatanı uygarlık!...

·        * Ne zaman utanacaksın yaptığın bombalardan bilim!?

·        * Yetmedi mi döktüğün kanlar?

·        * Siyah insan eti daha iyi nasıl yenilir, diye reçete hazırlayan medeniyet...ŞI'RÂ'lılara neyini göstereceksin?

·        * UTANÇ DUVARINI MI?

·        * AÇ YATAN ETOPYALTLARI MI?

·        * OZON'U YIRTAN NÜKLEER BAŞARINI MI? Aferin!

Hatırlarsınız: "Allah’a hamd ederim ki, Kur'ân’ın reklamını yapacak ilkel ve câhil kişi değilim" demiştim. Siz de şâhidsiniz ki, uğuruna erebildiğim gizemlerine hayatımızı hiçe sayarak harcadığımız ve bunun için de nihayetsiz şeref duyduğumuz Kur'ân'ın sadece (?..) kadar âyeti bile; bilime saygın toplumlan nerelerden tâ nerelere getirdi..

Sorarım, bu gezegende yaşayan insanların, yaşamış olanların da beyinleri bir bütün olsalar, Kur'ân'ın reklamını yapabilirler mi?

·        * Mümkün mü?

·        * Gerek var mıdır?

Necm Sûresi'nin 17'nci âyetinde belirtilen " GÖZ NE KAYDI, NE DE AŞTI." ifâdesini, insan gözündeki etkin alanın 507 nm ve 555 nm'lik bandının bir anlamda açıklanışı-dır. Günümüz bilimsel kavramlarıyla görme bandının, as veya üs katı gibi ifâdelerin aynı şeylermiş gibi olduğunu henüz lise talebesi de ilk okumada değerlendirebilir.

Gerçekten de "Görme Bandı"nın alt sınır çizgisi ve üst sınır çizgisini değiştirmek veya değiştirebileceği gibi bir takım fikirler yürütülebilir. Bunlar keyfiyette kalmakla beraber sağlıklı olmayan düzmece şeyler olacaktır. Bu hassas konu ile ilgili ciddi çalışmaların henüz teorik aşamasındâyız.

Dikkat ederseniz, âyette: "Göz ne kaydı, ne de aştı" deniliyor. Yani, yine gözün kendine özgü bio-fizik karakterinin algılama bandı değişmedi. Bu görme olayını Peygamber sal-lallahu aleyhi ve sellem'in kalbi, Elçiler hakkında tam (mutlak) kanaat getirsin diye, "Çok üstün AKILA -BİLGİYE -KUVVETE -KUDRETE sahib olan Melek Cebrâîl aleyhi sselâm yaptı, deniliyor. Bu aynntı çok önemlidir.

Ayetteki ifâdeyi düşünebildiğiniz kadar düşününüz. Tâ ki size aklın gözlükleriyle Ev-

F/10

ren'i gösterinceye kadar düşünün...........Zaten

Kur'ân hep düşünmeyi, yapılacak her şeyin ilk teorisini düşüncede başarrnayı emreder. Doğru olan da bu değil midir? Ancak, Arabça aslını ASLÂ, kayıtsız-şartsız DEĞÎŞTÎREMEYİZ. Zira, son derece zengin Öz Arapça'da, yine aynı âyetin Arapça hali ile gelecek yüzyılların bilim adamlarına, çok daha geniş bilimsel gerçekleri öğretecektir.

Kan dökmeden vakit bulunur da... araştırılırsa!...

Bu konuyu ölçülü olarak açmamın nedeni, "Kuğular" gibi ciddi bir anının en can alıcı noktasını aydınlattığı, hem olayın ikinci derecede esas nedeni olduğu, en önemlisi de " Göz ne kaydı, ne de aştı" ifâdesinin cildler dolduracak kadar mükemmel bilgileri bir anda ortaya koyduğunu siz okurlarla birlikte kanıtlamak içindi...

Sadece dört-beş kelimelik bir âyetin sergilediği, belki de 25'inci yüzyıl uygarlıklarının (insanlık o güne sağlam ulaşırsa! Dilerim daha nice yüzyıllara, ancak endişe etmemek de elde değil ki!) teorik olarak belki başaracağı bilgilerdir.

"Hamd, gökleri ve yeri yaratan, KARANLIKLARI ve AYDINLIĞI YAPAN ALLAH'A mahsustur. Sonra da Rablerini tanımayanlar, O’na putları denk tutuyorlar." (Kur'ân-ı Kerîm; En'âm Sûresi, âyet 1).

Şimdi, tüm dikkatinizle izleyin lütfen: Gökler - Çoğul  Yer-Tekil

Karanlıklar - Çoğul

Aydınlık- Tekil

Çizelgedeki spektronometre'ye bir göz attığınızda, aydınlık çizgisinin (çizgi denirse!) 49 nm gibi akıl almaz ince bir aralık olduğunu ve spektronometre'nin daha kısa ve daha uzun dalga boyu taraflarının ise çoğullukla ifâde edilmesi gerektiğini hemen anlıyacaksınız.

Göz bandımız 10 nm daha geniş olsaydı.... acaba daha neleri görecektik?

"Rabbin gününü istiyenlerin vay başına! Rabbin gününü niçin istiyorsunuz? O. ışık değil, karanlıktır." (Tevrât, Bap 5, âyet).

"Rabbinin günü ışık değil, karanlıktır."

Müthiş geniş bir spektronometre'de bile göze aydınlık olan 49 nm gibi zavallı bir aralık; çemberde hiç de önemi olmayan noktasal bir yer tutuyor. Daha da önemli bir ayrıntı şudur: Tevrat'taki bu âyet 18 değil, 17'inci âyette olması gerekiyor da. Bu, Tevrât'm yazılışındaki hatalardan biridir. Bu âyetin 17'nci âyette olmasının gereği, aynı Necm sûresi'n-deki 17'nci âyette olması gereği kadar önemlidir.

Necm Sûresi'nin 17'nci âyetinde "Göz ne kaydı, ne de aştı." deniliyordu, değil mi? .

Bildiğiniz gibi Tevrât'ta "Rab" devamlı olarak eğitici, öğretici vasıflarından dolayı El-çi-Meleklere de atfedilen bir sıfattır.

İzlediğiniz gibi Tevrât'ta " Elçilerin gündüzlerinin bize göre karanlık olan" müthiş bir görme bandlarinın. yeteneklerinin olduğunu anlamak için dehâ olmaya gerek yok sanırım. Bize göre karanlık olan her şeyi görüyorlar... Ancak Tevrat'ı asırlardır okuyanların ne anladıklarını çok meıkk ediyorum ki, itiraf edeyim hayretler içindeyim’

'Ne gözleri kör olanla gözleri gören. Ne karanlıklarla aydınlık. Ne gölge (karanlık) ile sıcaklık (aydınlık) müsavi olmaz. Dirilerle ölüler hiç de bir olmaz. Doğrusu Allah dilediği kimseye (hakkı kabul ettirir) işittirir-se de sen, kabirde bulunanlara işittirecek değilsin." (Kur’ân-ı Kerîm; Fâtır sûresi, âyet 19-22).

4 âyette ard arda birbirine zıt 4 çift sergilendi; ancak 20'inci âyette "Karanlıklar ile aydınlık müsavi olmaz" buyuruluyor ki; Kur'ân'm "Karanlık ve aydınlık" gizemini bize Necm sûresi'nin 17'nci âyeti; hem Tevrât'ı ve încîl'i tamamlayarak, hem de Evrenlere gönderilen rahmet olduğunu tartışmasız öğreniyoruz. Zira;

" Ve Elişa yalvarıp dedi: Yâ RAB, rica ederim, onun gözlerini aç da görsün. RAB da uşağın gözlerini açtı; ve gördü; ve işte, Elişa'nm çevresinde, dağ ateş atları ve arabaları ile dolu idi." (Tevrât, II. Kıratlar, Bap 6, âyet 17).

Dağ ateş atlan, arabalan vb. ŞÎ'RÂ'dan gelen Elçilerin araçlanydı... hani şu düşünceyi bile okuyan... 90-100 yaşlarında kısır hanımlara bilgin oğullar enjekte eden ŞÎ'RA'lılar...in; görkemli araçlarıydı. Gerek elçiler, gerekse sahip oldukları nesnelerin; insanlar tarafından kolayca görülemiyeceğini; özel filtrelerin, özel yöntemlerin gerekliliğini siz de fark ettiniz değil mi?

Bu gerekliliğin ön şartı ise; temiz akıllı, temiz yürekli olmaktır. İnsan, bu meziyyete ancak Yüce Allah'ın öğrettiği gibi Müslüman olmakla ulaşabilir.... ortalığı fesâda vermekle değil!

Şimdi, buraya kadar yaptığımız araştırmaların verilerini toparlayıp, Necm sûresi'ne yönelip, meseleleri sonuçlandırmaya çalışalım.

Bu sûreye niçin Necm, yani "Yıldız", yani çok özellikleri olan bir yıldız denildiği ise, kendiliğinden açığa çıkacaktır.

Önce, sandalyenize yaslanınız ve derin bir nefes alıp küçük dilinizi yutmamaya özen gösteriniz, lütfen...

-oOo-


8 49 GEZEGENİ İLE 3 8 UÇUŞAN ŞÎ-RÂ

"En-Necm", Kur'ân’ın 53'üncü sûresidir. 62 âyet ve 360 kelimeden oluşur. Hatırlayınız, 6'ncı yüzyıldan önce de Kâ'be'nin etrafında aslı doğru olan, fakat yanlış amaçla devam eden 360 dikili taş putları...n anılarını.

Necm sûresi Mekke’de vahy olunmuştur. Zaten "Kuğular" ile ilgili cümleyi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de Mekke'de söylemiştir.

'Yıldıza battığı zaman kasem (and) olsun ki." (Kur'ân; Necm Sûresi, âyet 1).

Aynı âyetin bir diğer anlamı, yani meâli:

"İnmekte olan yıldıza and olsun ki."

* Birinci âyetin Arapçasındaki "Hevâ" kelimesi; düşmek, inmek, çıkmak anlamlarını içerir. Ayetin ayn tefsirlerinden iki ayn anlamını belittik. Her iki anlam da tamamen aynıdır. Şöyle ki:

Ayette geçen "Hevâ" kelimesi Oz Arapça'da ŞAHİN kuşunun inişi gibi sür'atli ve kararlı süzülüp inmesine, Şahin gibi düşmek veya yukarıya fırlamak, anlamlarındadır. Bildiğiniz gibi; Şahin kuşu, davranış ve uçuşunda kararlı ve sür'atli GÖRÜNGÜLERİ sergiler.

ŞİRÂ/151

Âyette kasd edilen özel yıldızın (Gezegenler grubunun) Yerküre'ye doğru uçuşunu "Hevâ", yani Şahin gibi süzülerek, kararlı ve doğru bir düzlemde uçtuğunu; bu benzetmeden daha mükemmel ifâde edecek bir kelime olamaz. Kırlangıç, kartal vb. gibi Şahin'den daha hızlı kuşların uçma hareketleri benzetme amacıyla aslâ kullanılamazdı. Zira Şahin'de hem uzun mesafe uçuşu, hem benzetmeyi tam olarak ifâde eden kararlılıkların hepsi birlikte mevcuttur.

İşte bu ve benzeri ciddi ayrıntılardır ki; Kur'ân Öz Arapça aslından ÂSLÂ tâdil edilemez. Bütün dillere tefsir olarak çevrilebilir, ancak Arapça esasi aslâ değiştirilemez...Aslâ!..

Bildiğiniz gibi, uzayda birbirine yanaşan herhangi iki cisim için; inmek, çıkmak, düşmek fiillerinin herhangi birini tartışmasız kullanabiliriz. Neden mi?

Yerküre'nin veya Güneş sisteminin altı veya üstü yahut yan tarafında üç boyutu tam kavrayabilmek için herhangi bir sabit dayanak noktası veya yer var mıdır ki, herhangi bir koordinat noktası tayin edebilelim ve böylece, inmek veya çıkmak yahut düşmek fiillerinden bir tanesini ayrıcalıkla ve kesin kullanabilelim?^

Âyetin birinci meâlinde "Yıldıza battığı zaman" ifâdesi gerçeği daha önemli bir duruma getiriyor.

Sözü edilen yıldız (gezegen) için kullanılan "batma" ifâdesi ile, Dünya'dan yapılabilecek gözlemlerle bazı hallerde görebileceğimizi (görme ufkuna girdiğinde veya tesbit ettiğimizde), bazı hallerde göremiyeceğimiz içindir ki, "Hevâ" kelimesi Öz Arapça'da "batmak" anlamını da içeriyor. Şöyle ki:

Şahin, uçuşundan hiç bir şey kaybetmeden doğrusal bir çizgide uçarak yoluna devam etse bile, biz onu bazı hallerde göremeyebiliriz. Yani, onunla gözümüz arasındaki doğrultu ufku aştığı için, Şahin'i "batmıştır" diye algılayabiliriz. Çünkü, "Yıldıza battı" ifâdesi, o sistemin Güneş'in veya sistemin tamamının dinamo hareketini doğal olarak keşfedebilme-miz için en uygun ve en yerinde bir "terim" gibi kullanıldı.

"Batmak" fiili, uzayda herhangi iki cisim veya iki eş gezegen için; inmek, çıkmak, düşmek fiillerinden birinin veya birkaçının za-mandaş (simultaneous) işlerliği ile ortaya çıkan bir sonuçtur. Zira, biz ona doğru düşüyorsak, aynı anda o da bize doğru çıkıyor, dememiz gerekir.

Günlük yaşantımızda da Güneş'in batışını ifade etmekle (oysa Güneş hiç batmaz) hiç farkına varmadan Dünya'nm döndüğünü (dinamo hareketini) söylemek istiyoruz, değil mi? Yani Güneş'in batışı! Dünya'nm dönmesi (dinamo) fiiliyle ortaya çıkan bir sonuçtur. Devam edelim:

"Sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da;" (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 2);

"O hevâdan (kendi nefsinden, hevesinden) söylemiyor." (Necm Sûresi, âyet 3):

"Kur'ân sade bir VAHİYDİR, ANCAK VAHY OLUNUR," (Kur'ân-ı Kerîm: Necm Sûresi, âyet 4);

"O'na, kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti." (Kur'ân; Necm Sûresi, âyet 5)

"Öyle ki, görünüşü güzel olup hemen HAKİKİ ŞEKLİ ÜZERE DOĞRULDU." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 6);

6'ncı âyetin bir diğer meâlinde ise;

"Akıl ve reyinde kâmil (çok olgun bir melek) dir. Hemen HAKİKİ (gerçek) ŞEKLİ ÜZERE DOĞRULDU."

’Ve O (Cebrâîl) EN YÜKSEK U-FUKTA İDİ." (Kur'ân; Necm Sûresi, âyet 7);

"Sonra yaklaştı da sarktı (Hz. Peygamber’e)" (Kur'ân; Necm Sûresi, âyet 8);

” ONUNLA ARASINDAKİ MESAFE İKİ YAY KADAR yahut daha az kaldı." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm Sûresi, âyet 9).

Evrensel bir gizemi kavrayabilmek için oldukça dikkatli izlemeliyiz.

Âyette geçen "kavs", yani "yay", iç bü-key bir Evren'de ve Yerküre'nin hangi noktasında olursanız olunuz, hangi noktaya bakarsanız bakınız, baktığınız anda gözünüzün sonsuzluk ufkunda (yer ile gök çizgisi de aynı sonucu getirir) çizdiği parça bir KAVS'DIR. Yani çemberin, gözünüzle çizdiğiniz çizgideki bir parçası, yani artık o iki nokta arasındaki eğridir. Bu da çemberin herhangi bir YAY dilimidir. Gökkuşağında gördüğünüz tam bîr çemberin bir yayıdır.

Çölde veya oldukça düz herhangi bir yerde ufka veya direk gökyüzüne bakınız. Gözünüzü, sağ omuz hizasından başlayıp en sol omuz noktasına kadar gezdiriniz; yani tarayınız. Sonuçta; baktığınız yerlerde (derinliği asla kavrıyamadan) 180° ’lik bir çizgi referansında KAVS'ı, eğrinin bir yayını çizdiniz demektir. Zaten "eğri" de yay, "yay" da eğri değil midir?

Gözün gökte bakıp herhangi maddi bir nokta tayin edemeyişi veya öteleri algılayama-yışı; gözün görme bandının müsait olan sınırlar içinde mutlak programlanmasındandır. Bakıp da algılayamadığımız çizgiler, "Anti-Ev-renlerin Başlangıç Zarfı" dır. Gözün o sınırları algılayamayışı 49 nm'ye programlanmış olmasındandır. Köpeklerin, yılanların ve merkeplerin görme bandı bizden çok farklıdır, değil mi? Hz. İbrahim'e gelen elçilerin de.........

Allah'ım, 1400 senedir Kur'ân'ı ne amaçla okudular ve ne amaçla (Hâşâ) tenkid e..de..bi..-li...yor...lar, bir türlü anlıyamıyorum?

Bize içinde yaşadığımız Evren'i ve öğelerini, öğreten Yüce Allah'ın gönderdiği ve asırlar önce Teyrât'tan da izleyelim bu apaçık değerleri:

'‘Yayımı (yani, Kavs-i kuzah! Orijinal ifâdenin Arabça benzerliğine dikkat!) buluta koydum, ve benimle yerin ARASINDA bir ahit alâmeti olacaktır. VE VÂKİ olacaktır ki, YERİN ÜZERİNE BULUT getirdiğim zaman, YAY DA, BULUT DA GÖRÜNECEKTİR." (Tevrât, Tekvin, Bap 9, âyet 13,14).

Aman Allah'ım! Benliğimi ezercesine Evrenlerin geometrisini bir anda çizen bu âyetleri, ne amaçla okudular, hangi amaca ulaştılar acaba?

Tekvîn'de belirtilen YAY'ı (İbrânice aslı, kavs-i kuzah) ok atmak için gerilen yay olarakanlamakla ilk keşiflerini iyi yaptılar (15). Ancak, bu keşif kendini bilimsel alanda değil de, çok uzaklara ok atabilen eski Yunan Mitoloji-si'nde "Apollon" olarak sergiledi! lyonya'da, Bâbil'de, Eski Yunan'da pat diye ortaya çıkan bilimsellikler; Tevrât'tan ve Zebur isimli bilgi hâzinelerinden serpilen değerlerdir. Biz, tekrar Necm Sûresi'ne dönelim:

" (Cebrâîl) vahyetti Allah’ın kuluna vahyettiğini." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 10).

"GÖRDÜĞÜNÜ KALBİ TEKZİB

ETMEDİ." (Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 11).

"Onun gördüğü üzerinde, Onunla tartışıyor musunuz?" (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 12).

"Yemin olsun ki, O, (Cebrâîl'i gerçek şekliyle) bir daha da (Mi'râc'dan) İNERKEN GÖRDÜ." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 13).

"Sidretü’l-Müntehâ'nın yanında."

(Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 14).

" (Takvâ 16 sahibi, îmân eden insan-lann barınağı) Me’vâ Cenneti onun yanındadır..." (Kur'ân-ı Kerîm; Necin sûresi, âyet 15).

"Sidre’yi kaplayan kaplamıştı." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 16).

 "(Hz. Muhammed’in) GÖZ NE KAYDI, NE DE AŞTI." (Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 17).

Takva bilgisinin kaynağı da sadece Kur’ân-ı Kerîm'dir. Yani Rabbimizin öğrettiği kat'i bilginin tam gerçeğidir.

Cebrâîl aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'nın izniyle, 507 nm ve 555 nm görme bandında, kendi varlığını (hakiki şeklini) Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin çıplak gözüne süper özel yöntemlerle gösterdi.

. " And olsun ki (Peygamber) Rabbi-nin EN BÜYÜK ALÂMETLERİNDEN BİR KISMINI GÖRDÜ." (Kur’ân-! Kerîm; Necm sûresi, âyet 18).

l'inci âyetten 18'inci âyete kadar bir bütün olan ayrıntılar, gerçeğin en önemli 2'nci kısmıydı. Daha doğrusu, kimler olduğunu bilmediğimiz ÜÇ ELÇİ MELEK'in en tutarlı kayna^-ğını kavramak üzereyiz.

"Bize haber verin (putlardan tapındığınız) Lât ve Uraâ'yi." (Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 19).

"Diğer . ÜÇÜNCÜSÜ olan Menâfi... (bunların ne kudreti var?)" (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 20).

Şimdi lütfen dikkat! Yâsîn sûresi'nin 14'üncü âyetini hatırlayınız.               -

• Üçüncü Elçı'nin, ilk ikiye sonradan katıldığı, sadece MENÂT için bir tek özel âyet tahsis ederek, gerçeği keşfedebilelim diye ne kadar da apaçık anlatılıyor 20'nci âyette.

Necm sûresi'nin 19'uncu âyetinde; Lât ve Uzzâ'nın, Hz. Lût ve Hz. Îbrâhîm ile çağdaş oldukları belirtilirken; üçüncü olan Menât için özel bir âyet tahsis edilmekle, Üçüncü Elçi'nin daha sonradan ilk ikiye katıldığı daha nasıl açıklanabilir ki?

Necm sûresi'nin bilimsel verilerine devam edelim:

"Erkek sizin de, DİŞİ O'nun mu? (Onun için mi Meleklere Allah'ın kızlarıdır, diyorsunuz?)’’ (Necm sûresi, âyet 21).

Lütfen, Zuhrûf sûresi'nin 19'uncu âyetini hatırlayınız.

"Öyle ise, bu çok insafsız bir taksim.’’ (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 22).

"O putlar hiç bir şey değildir, ANCAK SİZİN VE BABALARINIZIN UYDURDUĞU İSİMLERDİR. Allah, onlara hiç bir hüccet indirmedi. O kâfirler (gerçeği örterek inkâra sebep olanlar) yalnız ZANNA VE NEFİSLERİNİN. sevdasına tâbi oluyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından doğru yolu- gösteren (Resûl) geldi." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 23).

Zanna ve nefislerinin ifâdesi ile, tâcirler-den, şuradan-buradan dinledikleri- ve son derece hoşlandıkları veya hâtıranın kökenindeki olaylardan korktukları bir masalın ÜÇ KAHRAMANINI, şefâat ummak amacı ile kendilerini, kendi benliklerini aldattıkları açıklanırken bakınız Necin sûresinde ne buyuruluyor:

"Yoksa insana her kurduğu HÜLYA MI VAR?" (Necm sûresi, âyet 24).

İnsanın kafasından her geçen veya gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan düşüncelerini, arzularının doğrultusunda gerçekleştirebilmesi mi vardır? Toplumsal bir varlık olan insan, uyulması gereken kanunlar ve sistemler doğrultusunda yaşadıkları sürece başarırlar değil mi? Daha açıkçası, zengin olmayı hayal etmek; başka şeydir, çalışıp, hak edip zengin olmak çok başka şeydir. Hatta, o artık "ŞEY" değil, bir GERÇEK'tir.

'Takat Allah’ındır ÂHİRET ve DÜNYA." Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 25).

Kitabın başından beri açıklamaya çalıştığımız; "Onlar kendilerinden şefaatleri umulan Ak-Kuğulardı..." ifâdesinin ilk düğüm noktasına geliyoruz.

"Göklerde nice melekler vardır da, Allah dileyip râzı olduğuna izin vermezden önce ŞEFÂATLERİ HİÇ BİR ŞEYE YARAMAZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 26).

'Doğrusu Ahiret'e îmân etmiyen-ler, meleklere DİŞİ ismi takıp duruyorlar (Melekler, Allah'ın kızlarıdır, diyorlar)." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 27).

"Halbuki buna dâir bir bilgileri, yok, ancak ZANNA tâbi oluyorlar. ZAN ise HAK (gerçek) OLAN İLMİN YERİNİ TUTMAZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 28).

Özellikle son üç âyetin içeriği, tüm mev-zuyu genelleştirdiği gibi, İbrâhîm ve Lût peygamberlere gelen Elçilerin gerçekten gönderildiği, ancak Allah’ın izni olursa şefâat edebilecekleri; nitekim Lût kavminin inananlarına, hastalık olmayan kişilerine yardım ettikleri gibi yardım etmekle görevlendirildikleri, tüm açıklığı ile artık ortadadır.

Son üç âyetten de anlaşılacağı gibi hem meleklere "DİŞİ" ismi takıyorlar, hem ZAN ile onlardan şefâat umduklarını net ifâdelerden anlıyoruz. İşin en gülünç yanı ise, elçilere sanki cinsiyetlerini tâyin elmişler gibi, "Allah'ın kızlarıdır." diyorlar!... Ve Lât, Uzzâ ve Menâfi, dişileri kasd ederek "Tanrıça" rafına oturtuyorlar.

"Gârâniyk" kelimesi de, bir çok dillerde, kültürlerde devamlı "Üç Tanrıça" yı ifâde ediyordu, değil mi? Hem de asırlardan bu yana... işte Kur’ân; aklın matematiği ile yine kanıtladı ki; o ancak Âlemlerin Rabbinden indirilmedir. NE ZAMAN İTİRAF EDECEKSİN HATALARINI UYGARLIK?...

Genel olarak geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bilime zanlarla veya masallarla yahut bilimsel olmayan yöntemlerle yanaşmanın sonunun mutlaka tökezleyeceği de apaçık ortaya çıkmıştır... Neyse!

Şimdi; olayın büyük bir bölümünü ayrıntılarıyla ortaya çıkardığımızı, insanların kültür seviyesi ne olursa olsun; anlayışlarına, akıllarının matematiğine ve muhakemelerine bırakarak, Üç Elçinin, kendilerine yardım ettiği, süzülür gibi yer değiştirmelerini bizzat gördükleri ve tüm ayrıntıları bilenler, görenler olarak

bu gerçeği.... Sedom'dan tüm Orta Şark'a, Arab Yarımadasına ve diğer yerlere, hastalıktan ve âfetten kurtulan ve kurtarılan ve vatanları artık oturulamıyacak bir hal aldığı için göç eden Hz. Lût kavminin yaşlıları veya gençleri yahut çocukları olaya bizzat şâhid olarak yaşayanların kendileri yaymışlardır. 1

Ancak bu gerçek olay, zamanla masal haline gelip, 6. Yüzyılda kendisini "Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır" olarak ortaya çıkardığına, biz şimdi 20. Yüzyılda tanık oluyoruz.

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel--lem Efendimiz olayın bozuk halini Mekke'ye gelen tacirler veya insanlardan duymuş olmalıdır ki, olayın aslında gerçek olan Üç Elçinin anılarına atfen az da olsa tâvizkâr düşünüyor,. Ancak, içeriğini tam olarak bilmediği için Yüce Allah vahiy yoluyla bu son derece önemli gerçeği hem Hz. Peygamber'e, hem de gelecek nesillere Kur'ân ile öğretiyordu.

Birazdan sizin de "Evet" diyeceğiniz gibi, "Onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı..." ifâdesinin putlar için olamıyacağı ortada olmasına rağmen, biz yine de diğer gizemleri, ayrıntıları Kur'ân ile bütünleştirerek, Kur'ân'ın bilimsel verileriyle sonuçlandırmaya çalışalım.

Olayın aydınlanışım, tüm insanların akl-ı selim kararlarına bırakarak bir başka boyutla ele alırken, Kur'ân'dan saçılan bilgileri de toplamaya özen gösterelim.

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz İslâm Dinini yayarken, yaymaya memurken en büyük düşmanı kimlerdi? Tabii ki Lât, Uzzâ ve Menât'a tanrıça diye tapman kendi kavminin, Mekkelilerin inançsız olanlarıydı, değil mi?

Şi'RÂ/163

Bildiğiniz gibi, Hz. Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ticaretle uğraştığı için bir çok seyahatler yapmıştı. Gezdiği yerlerde doğal olarak bu hikâye hakkında birçok ve değişik, ancak özü aynı olan meseleye vâkıftı. Ne yazık ki, vahiy ile gerçeği tam öğreninceye kadar da o bilgisi bilimsel düzeyde değildi. Zaten vahiy geldikten sonra hiç tered-düd etmeden, çocukluğundan beri hiç ilgi duyr madiği putları, kendisi bizzat emir vererek yıktırıyordu. Bu arada birçok sürtüşmeler, ciddi savaşlar zaten sürüyordu. Bunlar konumuzun dışındadır.

Ancak, bu olay ve devamında ölçülü bir hızla îmân eden Mekkeliler, suçu atalarına yüklüyorlardı.

Konumuzun son düğüm noktalarına gelirken, tekrar bir genelleme yapacak olursak; "Onlar şefaatleri umulan Ak-Kuğulardı" ifâdesinin Lât, Uzzâ ve Menât için olmadığı, ancak Mekkelilerin sataştığı yerde, yani olay yerinde (Hz. Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin secde ettiği, vahiy dinlediği yerde) ise; Hz. Mühammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:

"-Sizin yanlış tanıyıp, yanlış değerlendirdiğiniz gerçek bir hâtıranın sizin kültürünüzde, anlayışınızda yanlış yorumlanmış bir haline, tanrıça diye tapıyorsunuz. Aslında sîzdeki hâtıranın özü Üç Elçi’dir, kendilerinden sadece Allah’ın izniyle şefâat ve yardım umulur." dediği, AKLI OLAN HERKES ÎÇtN DE APAÇIK ORTADADIR. Yoksa, putları övdüğü için değil, hâtıranın kahramanlan olan elçileri kasd ederek;

” Onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğu-lardı" demiştir.

- İTİRAZI OLAN VAR MI?

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem Efendimizin, Üç Elçi hakkında belirli bir düzeyde bilgisinin olduğu, ancak tam olmadığı, özellikle de gelecek nesiller için son derece önemi olduğu içindir ki Yüce Allah, İsrâ sûresi'nin 74’üncü âyetinde şöyle buyurmuştur:

"Eğer Biz, sana sebât yermemiş olsaydık, sen onlara AZ BİR ŞEYLE MEYL EDECEKTİN."

Âyette geçen "Az bir şeyle" ifâdesi de; her ne kadar tedbirli isen de, bir tek kelime hatası veya tâvizi, Kur'ân'ın gerçek bilimselliğinin sonucunu doğrudan etkileyeceğinden; oldukça kesin (laf arasında) biraz da SERT bir:

"O takdirde Dünya ve Âhiret azâ-bını İKİ KAT olarak sana MUHAKKAK tadtıracaktık. Sonra da Bize karşı kendin için hiç bir yardımcı bulamiyacaktin." (Kur'ân; İsrâ sûresi, âyet 75) vahyi ile Peygamberimiz eğitiliyordu. Dolaylı olarak da gelecek nesiller! Çünkü, hem olagelen hikâyenin ÖZÜ, hem de PEK ÇOK MESELENİN DÜĞÜM NOKTASIDIR ki, derin bir nefes alın ve bütün bilgeliğinizle izleyin!..

'Yoksa haber verilmedi mi MÛ-SÂ’NIN TEVRAT'I ile, (şu gerçek haber)." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 36).

’Ve çok vefâkâr İBRAHÎM’İNKİ ile." (Kur'ân-ı Kerîm; Ne!cm sûresi, âyet 37).

Çok dikkat ediniz!... Son iki âyette bir "İNSAN ÇİFTİ" ve "BİR KİTAP ÇİFTİ" sergilendi. Fakat, niçin încîl ve Tevrât yeya Tevrât ve Zebûr belirtilmedi de, özellikle İbrahim ve Mûsâ'ya verilen KİTAP ve SUHUF-LAR belirtildi? Neden mi? Cevabını birlikte bulacağız.

"Muhakkak ki GÜLDÜREN DE O'DUR, AĞLATAN DA." (Kur'ân-ı kerîm; Necm sûresi, âyet 43).

"ÖLDÜREN DE muhakkak O'DUR, DİRİLTEN DE." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 44).

"Gerçekten O'dur ERKEĞİ ve DİŞİYİ iki EŞ yaratan." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 45).

Dikkat ediyorsanız, son üç âyette birbirinin TAM ZIDDI ÜÇ AYRI ÇİFT belirtildi. 36. ve 37. âyetlerde ise, zaten bir insan ve bir kitap ÇİFTİ oluşmuştu. Bunu sakın akıldan çıkarmayalım. Toplam DÖRT ayrı ÇİFT bir anda gizemleri açığa çıkararak, her olaya yön veriyor. Şimdi de, önceki sayfalarda belirttiğimiz birçok DÖRT'leri hatırlayınız...Ancak, gelecek satırları da çok çok dikkatle izleyiniz...

-oOo-

 

* DÜNYA'NIN ' 1 « GALAKSİDEKİ ÇİFTİ I Şî'RÂ'


"Gerçekten ŞÎ'RÂ' yıldızının Rab-bi O..." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 49).

Bu gezegende yaşayan bütün dindarlara, bütün bilim adamlarına, istisnasız bütün insanlara; inançlı ve inançsız herekese sormak isterim: Çıplak gözle şöyle bir baktığınız Gökyü-zü'nde en azından binlerce yıldızı hemen bir anda fark edersiniz, değil mi?

Niçin, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah, bu kadar yıldızların içinden, uçsuz-bucaksız Evren'de özellikle birini ve özellikle de NECM (Yıldız) sûresi'nde, özellikle de 49'un-cu âyetinde "GERÇEKTEN ŞÎ'RÂ' YILDIZININ RABBİ O." desin.

Çok iyi biliyoruz ki, Yüce Allah her şeyin, her yıldızın Rabbi'dir, Evrenlerin Rabbi'dir. Bu âyetteki ayrıcalığın sebebi neydi? Kur'ân'da sadece bir tek yıldız için 62 âyetlik ve 360 kelimelik bir sûre tahsis edilmiş, acaba neden?

Şimdi, biraz daha dikkatle izleyelim: îyi-kötü bilmece çözen herkes bilir ki, eski Mısır'da tarihin karanlıklarından kaynaklanan bir hâtıranın bıraktığı izlerden dolayı, garip bir

"RA” tannsı vardır! Bakın hele, işler nerelere gitmiş de haberimiz yaklaşık 4000 sene sonra oluyor! Uygarlığımız öyle ilerliyor ki Şî'râ' gezegenler grubu bile yetişemez bize! Değil mi? Özellikle kıtalararası bombalar! Aferin bize!

Lût aleyhisselâm'ın kavmi ve Şehirleri yok olduktan sonra sağ kalan insanların bir bölümü Mısır'a göç ettiler. Başlarına gelen o müthiş olayı anlatarak, hem gerçek bir dinî inancı yaymaya, hem de verimli Mısır topraklarında, şartlar elverdiği sürece yerleşmeyi yeğlediler. Şüphesiz bir kısım insanlar veya zamanla bir kısım insanlar da diğer yerlere göç ettiler.

Hz. Lût'a inananlar, İlâh'ın BİR TEK ALLAH olduğunu, daha önce Sedom'daki kavimler! Allah'ın varlığını hem inkâr ettiklerinden, hem de yaşamlarında din kavramı olmadığından, dolayısıyla edebsizliklerindendir ki, başlarına öyle korkunç bir felâketin geldiğini ayrıntılarıyla -ballandıra ballandıra- Mısırlılara anlattılar.

Anlatılanlar zamanla kuralları olmayan, kulaktan duyma dinî inanç haline, sonra hikâye, zamanla da masal hâline gelip; kendisini Mısırlı kâhinlerin zeki buluşlarıyla, Mekke'de "Lât, Uzzâ ve Menât" olarak teşhir etti. Laf aramızda, o devirlerde gelen Şî'râ'h Elçiler hâlâ yaşıyorlarsa, hâlimize kim bilir nasıl, nasıl gülüyorlardır?

Ancak, bazı dönemlerde ve aralıklarla ülke düzeyinde felâketlere sahne olan Mısır'da hem bir din arayışı içinde olduklarından, hem de tapındıkları putlarla mukâyese ederek gerçekçi taraflarını gördükleri bu dine, bir süre için inandılar. Olayların şâhidleri tarafından anlatılan ve içeriği RÂ'dan gelen elçiler, zamanla da "RÂ Tanrısı" olarak bir patent kazandı. Çünkü, olaya tanık olanların birinci ve ikinci nesilleri anılara daha gerçekçi bakarken, gelen diğer nesiller de doğal olarak daha çok değişikliğe uğrayıp, zamanla da tamamen (olayın anılarını) saptırdılar. Bunun en etkin nedeni, Fir'avnlar silsilesinin ilâhlık merâkıydı!

Mısır'da gezegenin adı "RÂ" tanrısı olurken, gezegenden gelenler de, görkemli isimler ve putlar hâlinde Mekke'ye "Lât, Uzzâ ve Menât" patentiyle tanrıça olarak ihrâç edildiler. Çünkü, Hz. Lût'un ve sağ kalıp olaya tanık olan insanların bir kısmı veya tamamı, gelen elçilerin NEREDEN GELDİKLERİNİ DE BİLMELERİ GEREKİRDİ DEĞİL MI?

Nitekim, Hz. Ibrâhîm, hanımını bilgin İs-hâk'ın doğacağı keşin haberiyle müjdeleyip, genetik transferin bitiminde, Elçilere soruyor:

"Ey Elçiler, bundan sonraki işiniz nedir?" (Kur'ân; Hicr sûresi, âyet 57), diye.

Bunu soran ve Peygamber olan ve Elçilerle bir hayli mücadele eden bir kişi veya kişiler, doğal olarak da elçilerin nereden geldiklerini sormuş ve öğrenmiş olmaları gerekir! Sanırım siz de aynı fikirdesiniz.

işte geldikleri yer ki, Kur'ân’da:

·        * Şî'râ yıldızı olarak...

·        * Üstelik En-Necm (Yıldız) sûresinde...

·        * Üstelik iki İNSAN ÇİFTİ ayn ifâde ile..

·        * Üstelik üç ZIT ÇİFT ayn ifadeyle...

·        * En önemlisi de "ŞÎ'RÂ YILDIZI" ifâdesinin, sûrenin 49'uncu âyetinde oluşudur.

Gördüğünüz gibi, bir âyet o temiz aklımızı biraz yorarsak, bakın ki neler kanıtlıyor. Daha da ne görkemli bilgileri sergileyecektir. Tabii ki anlamak için okunursa, mutlak inançla okunursa...

Dünyâmız ve Şî'râ'nın devinimleri, aynı fizik yasalarına (Evren'de başka fizik yasaları yok ki! Ancak, bizim keşfedemediklerimiz var.) bağımlı, ancak gravitasyon farkı olan ÇÎFT'in biri Dünyamız, diğeri Şî'Râ'dır.

Gravitasyon farkının nedeni, gezegenlere egemen elementlerin oranlarının farklılığıdır. Henüz bizim gezegenimizde bulunmayan ele-menlerin bir bölümünün, yani 114'ünçü elemente kadar olan kimya listesinin Şi'RÂ gezegeninde olduğunu sanıyorum. Ancak 114'üncü element hem onlarda, hem biz insanların B10-THERMO DYNAMIC beyin merkezlerimizdeki enerji yakıtı olan, "Bio-Radyo Aktiv" elementtir. Bir elementin yan yıl ömrü, ne yazık ki bizim ömrümüzü belirleyen Bio-Radyo Aktive çözülmenin, yan yıl ömrüdür.

Bio-Radyoaktive elemente ulaşılacak yolun; gözyaşı veya özellikle burun mukoza salgısının, yani sümüğün; Hipofiz ve Hipotala-mus arasındaki ilişkinlik ve işlevleriyle iç içe ilişkinliğin yegâne jeneratörünün Bio-Radyoaktive ikinci element olduğu kanısındayım. Ne yazık ki konumuz dışında olduğu için hiç bir ciddi ayrıntıya giremiyeceğim. Ancak, bulgularını ilgili Bilim Kurullarına sunmak için Bültenler hazırlıyorum. Bununla birlikte, insan beynindeki nöron ilişkinliğinin, PDCS'den kütleye, kütleden PDCS'ye transfer çizgisinin sergilediği davranışlarla; aynen likit (sıvı) kristaller ilişkinliği arasındaki; müthiş aynılık ve kararlılık; eminim Bilim Kurullarına yeterli ipuçlarını verecektir.

NECM (Yıldız), Şî'Râ Gezegenler sisteminin Güneşleri de çok uzaklardan aynı bir yıldız gibi görünür, değil mi? Sûrede apaçık anlatılan diğer DÖRT ayn ÇİFT ise, birkaç kütüphane dolduracak ve ancak gelecek yüzyılların uygarlıklarının teorik olsun, belki ulaşacakları verilerdir. Bununla birlikte bize yeterli ipuçlarını zaten lütfetti.

Daha önce belittiğimiz gibi, özel bir programla gelen DNA moleküllerini yaşlı İbrâhîm aleyhisselâm ve hanımı Sâre'ye, elçilerin bilimsel yöntemleriyle enjekte edildiğini, bu transfer tekniğinin tam başarıya ulaşabilmesi için, birçok özelliklerin başında çok olgun bir yaş gerekiyor. Araştırmalarımızda; her Peygamberin 40 yaşından sonra Peygamber olduğunu, kendisinin de 40 yajmdan. sonra doğan evlâdının. Peygamber olduğunu (İbrâhîm'in ve oğulları İsmâıl ve İshâk gibi), genellikle bilim adamlarının kendi babalarının 40 yaşından sonra doğan evlâdlan olduğunu gördük (17).

Son birkaç sayfada ifâde ettiğimiz vasat bilimsel verileri sınırlayıp esas konumuza devam edelim. Ancak, Necm sûresini'nin 49’uncu âyetinde, niçin "Şî’râ" denildiğini ise, bu kitabımızda tam olarak açıklamayacağız. Yine de nicel bir takım gizemleri sergileyeceğimi belirtmemizde fayda var, sanırız. Amacım, bu kitaptaki esas bilgiyi dağıtmamaktır.

Asırlardır Orta Şark, Kuzey Afrika, Ön Asya kültürlerinde 49 rakamı uğurlu bir rakam (sayı) olarak kendini teşhir ediyor. Ne hikmetse, nedeni de kesinlikle bilinmeden!...

Kuğular gizeminin bitim noktası olan Necm sûresi'nin son âyeti, yani 62'nci âyetidir. Çünkü, bu âyet "SECDE ÂYETİ" dir. Daha açıkçası, Kur'ân'ın ilk vahy edilen "Secde Âyeti" özelliğini taşır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem vahyi dinleyip henüz en yakın arkadaşlarına da öğrendiklerini anlatmaya hiç fırsatı olamazdı ki, hemen secdeye kapandı. Meselenin içeriğini bilmeyen henüz Müslüman olmuş birkaç kişi de yerden toprak alarak alınlanna sürmek suretiyle, hem sitemlerini dile getiriyor, hem de Peygambere, "Neden inançsız Mekkelilerin önünde küçük düşelim!" der gibi bir tavır takmıyorlardı.

Sizlerce, bunun bir başka açıklaması olur mu? Olduğunu var sayın!

Hiç, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendini Kur'ân'da yapmaya MEYİL ettiği bir hataya teşebbüsten yargılar mı? Hatta, "Eğer yapsaydın, sana İKİ KAT fazla cezâ verecektim." der mi?

Çok dikkat ediniz ki: Âyette "İKİ KAT cezâ" deniliyordu. Neden üç değil, beş değil de İKİ (Çift) kat cezâ denildi? Siz de farkındasınız ki ÇİFT kavramı durmaksızın ve bilimsellikle dinamik bir ifâdeyle sergilendi... Yerküre ve Şi'râ.

Artık bunları insanların muhakemelerine, temiz akıllarının matematiğine ve bilimin vereceği sağlıklı kararlara bırakmak, daha olgun bir düşünce olur kanısındayız. Bu kitapçığa bu bilimsel ayrıntıları alamazdık, yani bu kitabın amacının dışına çıkamazdık. Bağışlayınız...

Bu âyetlerin bilimsel içeriği belki asırlar önce insanlığın mutluluğuna -sunulacaktı. Ne yazık ki ihtiraslarından ve ihtilaflarından dolayı DİN BAĞNAZLIĞI yapanların (bunu bilerek yapsaydılar o kadar üzülmezdim), kendilerini uygar zannedip, yaptığı bir kaç makinenin verdiği şımarıklıkla, "Bilime egemenleriz" diye yaygara koparanların hatalarını, bütün insanlık, hem de geleceğiyle birlikte çekeceklerdir.

NASIL MI?

·        * Üstümüzdeki OZON tabakasını kimler, hangi bilimsellikle yırttılar?

·        * Kimler hangi uygarlıkla kapatacaklar?

·        * İKİNCİ OZON delinirse, Atmosferin a-levşiz bir DUMAN gibi yanacağını, kimler hangi teknolojiyle engelleyecekler?

'Takat onlar bir şüpİıe içinde oynuyorlar " (Kur'ân; Duhan sûresi, âyet 9).

"O halde SEMÂNIN AŞİKÂRE (apaçık) BİR DUMAN GETİRECEĞİ GÜNÜNÜ GÖZLE." (Duhan sûresi, âyet 10).

" Öyle bir DUMAN Kİ, bütün insanları saracaktır. Bu, acıklı bir azâbtir." (Kur'ân-ı Kerîm; Duhan sûresi, âyet 11).

Duhan sûresinin üç âyetini okuduk. Duhan; ince duman, gaz türünden duman gibi, bulut, ince bulut gibi şey'dir. Dileyen, dilediği kadar anlasın, artık! Düşünürken, Tevrât; Tekvin, Bâb 9, âyet 13 ve 14'ü de hatırlayınız:

"Yayımı (kavs-i kuzah) buluta koydum, ve benimle yerin arasında bir ahit alâmeti olacaktır. Ve vaki olacaktır ki, yerin üzerine bulut getirdiğim zaman, yay da bulut da görünecektir." (Tevrat; Tekvin, Bâb 9, âyet 13,14)

Alemlere ancak AHLAK örneği olarak gönderilen Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in doğum günü olan Re-biulevvel ayının ONİKİNCÎ gecesi; radyo teleskoplarınızı göstereceğimiz noktaya çevirin de, bakarsınız es kaza radyo sinyalleri alırsınız ki, - alacaksınız da - hangi medeniyetin, hangi din bağnazlarının ihtiraslarından dolayı, insanlığın nerelere, kimler tarafından, nasıl getirildiğini birlikte göreceğiz.

"Kendilerine Tevrât'la amel (iş, çalışma, yönetim, uygulama) teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hali, CİLTLERLE KİTAP TAŞIYAN MERKEBİN HÂLİNE BENZER. Allah’ın âyetlerini inkâr eden kavinin hâli ne çirkin!... Allah, zâlimler topluluğunu HİDÂYETE (gerçeği bulmaya) ERDİRMEZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Cum'a sûresi, âyet 5).

Filozof haklı gâlibâ! "İnsan duygulanan ve durmaksızın isteyen ve bu yüzden de durmaksızın yanılan bir varlıktır." der.

Oysa insanı, insanlığı gerçek saâdete bilgece yöneltecek yolun, bilimin Evrensel kaynağı olan Kur'ân olduğu da apaçık ortadadır. Kur'ân’ın eksiklerini tamamladığı ve tasdik ettiği Tevrât ve İncil de apaçık durup duruyor karşımızda. Yararlanmak şimdilik keyfiyyete kalmakla birlikte "Semâ'nm aşikâre bir DUMANI GETİRECEĞİ GÜNE KADAR" oyalanaduralım! Olmaz mı?

İhtilaflar, ihtiraslar, basit basit geçici çıkarlar olmasa... Neyse, biz şimdi bilime yakışan ve saygın yöntemlerle olayları toparlayalım.

Hz. Lût'un kavminden arta kalıp çeşitli yörelere, Arap Yarımadasına, Mısır'a ... göçlerinden sonra, asırlarca kulaktan kulağa aktarılarak, bu olayın günümüze kadar ne renklere boyandığına, tüm açıklığı ile tanık olduk.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sel-lem:" Onlar şefaatleri umulan Ak-Kuğu-lardır” değil;

-"KUĞULARDI”

demiş olduğu kesinlikle ortada olmasına rağmen, 1400 senedir bu ifâdenin putlar için söylendiği "Zan" ediliyormuş ki, hayretler içinde olduğumu gizleyemem. Aynı konuyu, yani "Şî'râ Yıldızı" ve diğer iki gezegen grubuyla ilgili bilimsel yazılarımızı 1977'de Turhal'da kaleme aldığımda çok geniş araştırmalara ve daha birçok bilimsel verilere dayanarak açıklamaya çalışıyordum. Fakat "Kuğular" ifâdesini henüz " Şeytân Âyetleri" kitabından bazı prag-raflan Şubat 1989'da gazetelerden ayrıntılı olarak öğrendim. Olayın aslı bir anda hâfızamda netlikle ortaya çıktı ve bu kitapçığı yazmaya karar verdim.

Olayın, yani süzülerek bir yerden bir yere giden, sanki yerçekimine karşı daha az duyarlı hareketleriyle "Ak-Kuğular" ünvanını alan Genç Kuğuların bu serüveni yaşadıklan ve yaşattıktan yerler, tam koordinatlarıyla bugünkü merkezi Sodom, Lût gölü ve çevresidir. Kalıntıları ise;

"Ömrün hakkı için, doğrusu onlar sarhoşlukları içinde AZGIN bir halde idiler." (Kur'ân; Hicr sûresi, âyet 72).

"Nihayet onları Güneş’in doğma vaktinde KORKUNÇ GÜRÜLTÜ yakalayıverdi." (Kur’ân; Hicr sûresi, âyet 73).

"Hemen şehirlerinin ÜSTÜNÜ-ALTINA geçirdik ve üzerlerine de çamurdan pişirilmiş taş yağdırdık." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 74).

O temiz aklınızla şimdi çok dikkat ediniz ki:

-" Onları mahvettik, hepsin öldürdük, kökünü kuruttuk veya Atomlarına ayırdık." dahi denilebilirdi, değil mi? Ancak, . tüm dikkatinizle izleyiti: "Şehirlerinin ÜSTÜNÜ-AL-TINA geçirdik" deniliyor ve ifâdede önce; "ÜSTÜNÜ" belirtiyor. Şayet "Altını-üstüne geçirdik" denseydi, inanın ki âyetin tüm bilimselliği ANLAMINI YİTİRİRDİ. Yani, üstündeki bütün hastalık virüslerini toprağa karıştırarak ve radyoaktive enerji spektronomunda bir radyasyon bandını (sayha: Ani-sert-etkili radyoaktive ŞOK dalgası) kullanarak, Yüce Allah ortalığı tehlikeli virüslerden temizletiyor.

"Elbette bunda. KESKİN. ANLA-

YIŞLILAR için ibret alâmetleri vardır." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 75).

Ne gezer! Türümüzün keskin anlayışlı olanlarından binleri ibret almak, öğrenmek, faydalı olmak şöyle dursun; birkaç para karşılığı; bilimin kökenine "Yegâne gurur nedeni olan" BOMBA koymaya çalışıyor.

" Hem o Lût kavminin bulunduğu ŞEHİR HARABESİ BİR YOL Ü-ZERİNDE BULUNMAKTADIR." (Kur ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 76).

işte! Yâsîn sûresi'nde geçen "Karye = Uğrak yeri" anlamındaki şehir, kasaba burasıydı. Yani, işlek bir trasport yolu üzerindeydi....

"Gerçekten bunda îmân edenler için bir ibret vardır." (Kur'ân-ı Kerîm; Hicr sûresi, âyet 77).

ibret alıp almamak kişilerin sorunudur, bizim değil!...

Konuşmasını hiç beceremeyen ve doğal olarak da kendisini zor dinletip Evrensel dü-şüncelerihi, matematikle ancak kanıtlayabilen Newton dehâsının genel çekim yasası bile, birkaç asır:

-"Vay canına! Demek, iki cisim birbirileri-ni kütlelerinin çarpımı ile doğru, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı bir kuvvet ile çekiyorlar ha! Ne garip şeyler be!" laflarından pek ötelere gidemedi. Ancak, birkaç asır sonra, mava-su" kadar değilse bile, bilim için "hava-su" kadar gerekli olan "Çekim Kanunu", kanunun keşfinden birkaç asır sonra gerçek anlamını kazandı. Bilimin ne garip bir tecellisi var bu gezegende! Hayret etmemek elde değil! Hatta bilim için ağlamamak elde değil!

Elçiler veya Ak-Kuğular gizemine SON ve KESİN kanıtı belirtmeden önce zihinlerinizi- bir başka alanmış gibi görünüyorsa da- öyle olmayan bir konuya götüreceğiz, izninizle...

Tales'den Nevvton'a, Huygens'den günümüz bilim adamlarına kadar bir tek soru ile bu kitabı yavaş yavaş bitirmek istiyoruz.

Ciddi araştırmalar sonucu gezegenimizin 4 veya 4,6 milyar yaşında olduğunu, bilimsel verilerden öğreniyoruz. Yine, iyi biliyoruz ki; bu gezegen henüz doğumundan bir milyar yaşı dolaylarına kadar tüm yüzeyi kızgın lavlarla fokurdayarak deviniyordu. Zamanla yavaştan soğudu ve kabuk bağladı. Soğurganlık zaten elementleri tayin etti, zamanla ıhmaya ve soğumaya başladı. Soğudu da... Günümüze kadar birçok merhaleler atlattıktan sonra, bildiğiniz gibi güllük - gülüstanlık oldu. Nükleer deneylerle çöle çevrilmek üzere!

Soralım: Bu gezegene son derece ölçülü ve diğer elementlerle mutlak (salt) bir uyum ve denge içinde olan SU MOLEKÜLLERİNİ; kim, hangi zaman diliminde, nasıl getirdi. Neyle taşıdı ve bunu nasıl bir yöntemle yaptı? Şayet su moleküllerini oluşturan atomlar, suyu burada oluşturdu ise; bunu hangi teknikle, hangi yöntemle ve nasıl yaptı?

Kör uçuş yapan kuşlar gibi, cevabın hemen "Tabii ki Allah yaptı" biçimini kabul etmiyoruz. Canımız pahasına da olsa, Yüce Allah'ın yaptığını biz de biliyoruz.

ANCAK, NASIL? HÂLÂ ANLAYAMADINIZ MI ?

GÜZEL!

PEKÂLÂ,

APAÇIK, FAKAT ÇOK KAFA YORACAK OLAN BU BİLİMSELLİĞİ ANLAYAMADINIZ DA....

PEYGAMBERİMİZ Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'in:

-’ONLAR KENDİLERİNDEN ŞEFAATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDI."

DEDİĞİNİ HANGİ AMACA, HANGİ BİLİMSELLİĞE HİZMET ETMEK İÇİN KEŞFETMİŞTİNİZ? AMAN, NE KEŞİF BÖYLE ! AFERİN !...

Rahmeti Evrenlere sinen YÜCE ALLAH'-ın vahyi; bilimler bilimi KUR'ÂN- KERÎM öğretiyor ki:

"O Allah ki, gökten bir ÖLÇÜ İLE SU (yağmur) indirmektedir. İşte Biz onunla ÖLÜ (Lavın soğuduktan sonraki hâli de ölüdür, değil mi?) bir toprağa (beldeye, yerlere) HAYAT VERMEKTEYİZ. Siz de (ölmüşken kabirlerinizden) böyle ÇIKARILACAKSINIZ.’’ (Kur’ân-ı Kerîm; Zuhruf sûresi, âyet 11).

"Şimdi bak, Allah’ın rahmet eserlerine: ARZ’ı (yeryüzünü) ÖLÜMÜN-§      DEN sonra NASIL DİRİLTİYOR (ye-

!       şertiyor)? Şüphe yok ki, yeryüzünü

‘!     kuruduktan (SOĞUDUKTAN) sonra

'         dirilten, elbette ölüleri diriltir. O,

/her şeye KAADİR'dir." (Kur’ân-ı Kerîm; Rûm sûresi, âyet 50).

Bu âyetin bilimsel tüm verilerini sergileyen en önemli ifâde, Yüce Allah'ın "KAA DİR" sıfatıdır.   KAADİR; istisnâsız her şeyin MUTLAK programını yapan demektir. Yani, Allah'ın "KADER" ilminin sıfat hâlidir ki, her şeyin istisnâsız bütün gizemlerini yaratan, doğal olarak da bilen, tüm gizemlere vâkıf olan; MUTLAK YARATMA bilgisine ve programına sahip olan... gibi anlamlan vardır.

Şayet, bu âyetin bitiminde "KAADİR" sıfatı olmasaydı, âyet tümü ile bilimselliğini yitirirdi. O yüzdendir ki Kur'ân-ı Kerîm, Yüce Allah'ın gerçek bir rahmetidir. Hem de Âlemlere... TABİİ Kİ ANLAYANA!

Âyette geçen "ARZ", sadece "Yerküre" filan değildir. Evren’deki bütün kütleler "ARZ"dır. Atomları oluşturan en son elemen-ter PDSC'ler de ARZ olarak belirtilir. PDCS'den yaratılan PDCS olarak diri olan PDCS'ye dönüşen = ARZ.

Yüce Allah, aklını kullanacak olanlara buyuruyor:

"Gece ile gündüzün değişmesinde, Allah'ın GÖKTEN BİR RIZK sebebi olan SUYU (yağmuru) indirip de onunla yeryüzünü ÖLÜMÜNDEN (soğuduktan) sonra diriltmesinde ve rüzgârları çevirmesinde, AKLI O-LAN BİR TOPLUM İÇİN BİRÇOK ALÂMETLER VARDIR." (Kur'ân-ı Kerîm; Câsiye sûresi, âyet 5).

Yemin ederim ki; sadece bu âyetin bize anlattıklarını yazmaya ömürler bile yetmez, diyebilirim!

Âyette geçen "RIZK", bizi oluşturan elementlerin, atomların; hareket düzenlerinden tutun, iç ve dış enerji biçimleri, yediğimiz her şey, içtiğimiz suya kadar, kullandığımız ve görebildiğimiz veya göremediğimiz tüm çevre ve şeyler; insanlar için Kur'ân Ârabçasında RIZK anlamı içindedir. Evren'e egemen her öğe ve fonksiyonları, davranışları, hareketleri istisnâ-sız enerji seviyeleri RIZK'tır. Evren’deki her şey RIZK'tır. Zaten her şey sadece 114 elementten oluşan kütlelerdir.

Rızk'm ilk ve genel anlamı "SU" olmasına karşın; elementlerin, yani tüm Evren'in ve öğelerinin sadece HİDROJEN (çok az bir oranda oksijen, ki o da Hidrojen'den yaratıldı; Kozmolojik mutfakta ikinci merhalede oluştu), atomlarından yaratıldığını, ayrıntılarıyla kanıtlarıyla kanıtlamaya çalıştık. Diğer kitaplarımda bilim dünyasına sunuyoruz. Zaten Ev-ren'de tanınma şansı en çok olan tek element HİDROJEN'dir. Çünkü, ancak biz var oldukça ve bizim varlığımız süresince anlamlı olan "HAYAT" kavramı, RIZK'ın ilk nedeni olan SU terkibi ile bütünleşmek zorundadır.

HAYAT = SU = DİRİLİK = Durmaksızın ultradinamik ultra düzenli haraket karakteri.

" O kâfir olanlar (şu veya bu şekilde gerçeği örtenler) görmediler mi ki, GÖKLERLE YER BİTİŞİK bir halde iken BİZ ONLARI (birbirinden) AYIRDIK. HAYATI OLAN HER ŞEYİ SUDAN YARATTIK. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Kur'ân-ı Kerîm; Enbiyâ sûresi, âyet 30).

-oOo-

GENETİK BANKASI

Asırlardır tanımlayabilmek için her hangi bir yöntem bulunamayan ”Hayat" sözcüğünün içeriğini; maddenin durmaksızın sükûnete yönelik karakteriyle, aynı evrendeki (mekândaki) suyun düzenli ve amaçlara yönelik karakteri arasındaki; Yüce Allah’ın kader programıyla düzenlediği; iç içe (zaten dışında bir şey algılayamıyoruz ki!) bir gerçek olduğunu sezinliyorum.

Bütün elementlerde ve devinimlerinde, sükûnete yönelik bir davranış gözlememize rağmen; sadece SU’da bunun aksiyle karşı karşı-yayız. Zira su elementer ilişkin yapısından dolayı durmaksızın harekete yöneliktir. Ancak, öylesine bilinçli ve düzenli hareketlere sahip-dir ki hayatın yegâne unsurudur.

"... Ve SULARIN GENİŞLİĞİ DARLAŞIR." (Tevrât, Bap 37, âyet 10).

Su, elbette "Hayat" dediğimiz evrensel düzenli hareketin gizemindeki ilk, "EVREN-GENETİK BANKASI" dır.

"Ve o gün vaki olacak ki, ışık olmıya-cak, ışıldıyanlar kararacak; fakat RABBİN bildiği bir gün olacak; gündüz de olmıya-cak; gece de olmıyacak; ve vaki olacak ki, akşamleyin ışık olacak. Ve o günde vaki olacak ki, Yeruşalim'den diri sular çıkacak; onların yarısı şark denizine, yarısı garp denizine akacak; yazın da kışın da böyle olacak." (Tevrât, Zekarya, Bap 14, âyet 6-8).

"... Bir de ARZ’ı görürsün, ölmüş (lavların soğuduktan sonraki hali); fakat Biz onun üzerine SUYU indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve TİTRER (kabarır) ve her güzel ÇİFTTEN nebatlar bitirir." (Kur'ân; Hacc Sûresi, âyet 5).

Modem Fizik’te suyun durmaksızın hareketini Brown'un yaptığı, polen (çiçek tozları) deneyinden öğreniyoruz. Oysa 1230 yılında; 20.Yüzyıl biliminin yegâne temel taşı olan, dehâ Muhyiddîn Arâbî; suyun titreştiğini, Kur'ân'ı tefsir ederek zaten belirtmişti!

Şimdi, Fussilet sûresi'nden öğrenelim; kat'i bilginin tam gerçeğini;

"Allah’ın kudretine delâlet eden alâmetlerden biri de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş görürsün (Volkanik dünyanın soğuk hali). Fakat üzerine suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman HAREKETE GEÇER (TİTRER), ve kabarır. Yeryüzüne HAYAT VEREN, elbette ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye KAADİR'dir." (Kur'ân-ı Kerîm; Fussilet sûresi, âyet 39).

Soğuyan gezegene su ile hayat verildiği açıkça belirtilirken, çağımızda HAYAT kavramını SU terkibiyle (emşaç) kesin kanıtlayacağımızı hatırlatmak istiyoruz.

DİRİLİK = HAYAT = SU,.,

Âyette de, "Yeryüzüne soğuduktan sonra su ile HAYAT veren" denildi; ve "Elbette ölüleri de dirilticidir" açıklığı ile; anlayacak bilim adamına en etkin, en sağlıklı yol zaten gösterildi. Hayatı ve ölenin dirilmesi çemberi; daha nasıl açıklansın, anlıyamıyo-rum?

Hatırlayacaksınız, Enbiyâ sûresi'nin 30'-uncu âyetinde, "Hâlâ inanmıyorlar mı?" deniyordu. İnsanların bir kısmı değil inanmak, inanmamak için bilim adamlarını bile diri diri yakarak, hiç bir zaman - ne olduğunu- öğrene-medikleri, sözüm ona dinlerine hizmet ettiler. Bilmediği bir konuda biraz para karşıhğında ise; tüm insanlığın ve bilimin geleceğini tartışmasız yöneten, yönlendiren YÜCE ÂLLAH'ın Kur'ân'ı hakkında üstelik bir şeyler de yazdılar... Aferin!...

Adını dahi anmaktan tiksindiğim; bilim, İslâm ve ahlâk örneği Hz. Muhammed sallalla-hu aleyhi ve sellem hakkında garip ifadeler ve düzmece cümleler kullanan, yayan ve savunan insan (!) cıklarla....

Kat'iyyen İslâm'ı ve Cenâb-ı Peygamberi muhatap etmek bana utanç olacağı içindir ki, onların yazdıkları, düzdükleri kitaplardan (!) her hangi bir paragraf, sayfa veya Hz. Muhammed şöyle şöyle demiştir, şeklindeki zırvalarını almadım, alamazdım.

İslâmî ve Allah'ın Rasûl-i Ekrem'i kat'iy-yen "Bâtıl, saçma, bilimsel olmayan, aklın dışındaki şeylerle(!) oyalanaduranlarla!) muhatap edemezdim. (Hâşâ).

KUR'ÂN, bilimler bilimidir. Kati bilginin tam gerçeğidir. 20. yüzyılın matematiği, bilimsel gücü (!) henüz onu ve Peygamberini (kendi inandıkları! peygamberlerini de) aslâ kavrayacak seviyeye gelememiştir.

Biz, tekrar esas konumuza dönelim. Enbiyâ sûresi'nin 30'uncu âyetindeki, "Göklerle yer bitişikti.", yani ÇÎFT ifadesini de akıldan çıkarmayalım.

Hayat, evrensel hareketin işlemeye başladığı o AN, bu çiftin birbirinden bilgece ayrıştırılıp, birbirinin polaritesini oluşturmasıyla başlamıştır.

-oOo-

Güneş sistemi gibi, merkezî bir sisteme bağımlı devinen Şî'Râ, elçilerin gezegenidir. Şî'Râ'dan gelen bu elçilerin kimler olduğunu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in neden elçilerin aslını vahiylerden tam olarak öğrenmeden öyle tâvizkâr düşünmesini ve öğrendikten sonra da; "Onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı." dediği artık tüm açıklığı ile ortadadır. Çünkü:

"O (Rahmân) hem İKİ DOĞUŞ YERİNİN, hem İKİ BATIŞ YERİNİN Rabbidir." (Kur'ân-ı Kerîm; Rahmân,sûresi, âyet 17) âyeti, bütün insanları arzu ettikleri açıklığa kavuştururken, haydi birlikte bulalım.

Asırlar önce edebsizlik yapan bir kavmi yok etmek ve ortalığı çok bulaşıcı bir hastalıktan (18) temizlemek için gönderdiğim elçilere tapınarak hem çok kötü şeyler yapıyorsunuz, hem apaçık âyetlerle gelen bu âyetleri tekzib ediyorsunuz; diyerek toplumun temel sosyal yapısını terbiye ediyor; hem de gelecek nesillere, Şî'Râ gezegenler sistemi sizin sisteminizin ÇIFT'inin bir eşidir, üstünüzdeki OZON tabakasını radyoaktive deneylerle deleceğinize, siz de onları ziyarete gidin, iyi kimseler olun, faydalı işler yapın; diyordur...merhametini hiç kimseden esirgemeyen Yüce Allah'ımız...

Oysa, "Sizin de, onların da, DOĞULARINIZIN VE BATILARINIZIN DA RAB-BİYİM" diyordu, anlayana! "İki doğuş yerinin, iki batış yerinin." âyetiyle.

Tam 180°'nin zıt yönü, ancak sınır belirtilmeden apaçık Evrenlerin sonsuzlukları, bir kaç kelime ile nasıl bir bilimsellikle açıklanıyor; gördüğünüz gibi.

Uzay'da 180°'nin ne demek olduğunu iyi-kötü geometri bilen hemen herkes algılar. Çünkü Şî'Râ'nın gezegenler düzlemi, yani yörüngeler düzlemi, bizim düzlemimize 90° ’lik açı farklı olduğu içindir ki, birbirimize hızla yanaşıyoruz ve birbirine 90° ’lik açık farkı olan yörüngelerin 180°'lik doğu ve batı çizgi uzantıları demek, düzenli ve 360°’lik Evren'in tam anlamı ile açıklaması demektir. Buna itirazı olan yoktur, sanırız. Herhangi 10 cm. uzunluğunda iki mıknatıs çubuğunu Uzay'da belirli bir mesafede uzunlukları doğrultusunda serbest bırakınız. Bir süre sonra; biri diğerine 90°'lik magnetik alan doğrultu farkıyla konum değiştirecek; birbirlerine yanaşacak ve en etkin alanda ise yapışacaklardır. Böyle bir deneyde oluşacak dinamo hareketlerini burada açıklamak yersizdir. Güneş sisteminin devinim diski, ŞÎ'RA devinim diskine 90° faz farklı deviniyor ve birbirine doğru hızla uçuşuyorlar...

isterseniz, Yüce Allah'ın bir sevgili Peygamberinden, Hz. Mûsâ'dan da 360°'lik Ev-ren'in ana hatlarını öğrenelim. Bakalım, Bat-lamyus ve ondan sonrakilerden bizlere kadar gelen bilgilerin temeli nerelere dayanıyor!

"Mûsâ dedi ki: O, göklerle yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabbi'dir; EĞER GERÇEK OLARAK BİLENLERSENİZ." (Kur'ân-ı Kerîm; Şuârâ sûresi, âyet 24).

’’ Gökler ve yer ve aralarındaki" ifâdesi, zihnin gözlüklerinizi takarsanız, eminim ki siz de hemen kavrayacaksınız.

Bu âyeti okuyarak; Dünyamızın Kuzey Kutup Noktası'nda olduğunuzu varsayın. "Yerler ve gökler" ifâdesi, size ne anlatır?

Bir de, Güney Kutup Noktası'nda olduğunuzu varsayın, "Yerler ve gökler" ifâdesi size, ne anlatır?

Tam ayağınızı bastığınız nokta ile başınızın doğrultusunda herhangi bir çizgi, değil mi? İster Kuzey'de olsun, ister Güney'de, ne fark eder? Sanırım, ne demek istediğimizi anladınız. Yani, yerler ve aynı anda ifâde edilen "Gökler" ifâdesinin 180° Tik bir UZAY DOĞRU ÇİZGİSİ olduğunu hemen kavradınız. Bu çizgiyi unutmayınız. DÖRT âyet farkla....                       .                 .

"Mûsâ dedi ki: O, DOĞU ile BATININ ve İKİSİ ARASINDA BULUNAN HER ŞEYİN Rabbi'dir; EĞER AKLI-

NIZ VARSA, ANLARSINIZ." (Kur’ân-ı Kerîm; Şuârâ sûresi, âyet 28).

Yüce Allah'ın bize verdiği temiz akılla ve zihnin gözlükleriyle anlamaya çalışalım. Doğu ve Batı ifâdesi 6. Yüzyıl kültürüne (günümüz kültürüne bile) sabahı, akşamı anlatırken; bizim Yüce Allah'a olan inancımızla ve yarattığı Evren'e verdiği AKILLA baktığımızda ise; biraz önceki dik (psikolojik algılarımıza göre "dik” demek zorundayız) her hangi 180°'lik Uzay çizgisini tam 90°'lik açı ile kesen bir diğer 180° 'lik Uzay çizgisi... Siz de algıladınız, değil mi?

işte, birbirini 90°'lik açı farkı ile kesen, iki 180°'lik Uzay Çizgisi demek; 360°'lik DÜZENLİ VE FIR DÖNEN BİR EVRENDE YAŞIYORUZ demektir... Sanırız, kimsenin itirazı yoktur. Evren'in genişlemediğini, ancak öyle bir izlenimi Doppler etkisinden dolayı ortaya koyduğunu, ve Evren’in fır döndüğünü diğer kitaplarımızda açıklıyoruz, kanıtlıyoruz. Gerek yukarıda geçen iki âyette, gerekse Necm Sûresi'nin 36'ncı âyetinde adı geçen Mûsâ aleyhisselâm; DNA molekülleri özel programlı olarak doğan; îshâk ve oğlu Ya’kûb aleyhisselâm soyundan geliyor. Ancak, Levili ailedendir ve tam îsrailoğlu değildir. Zaten gerek sandık, gerekse özel bilgiler Levililere verildi. Gerçi Peygamberlerin istisnâsız hepsi ayrı SOYDAN geliyorlar (19). Yani, Mûsâ aley-hisselânı da özel programla doğan soyun torunlarından ve Yüce Allah'ın vasıtasız hitap-laştığı bir yüce peygamberdir, yüce bir bilim adamıdır.

Îbrâhîm aleyhis selâm, zaten Dünyalı ve programlı özel DNA moleküllerinin enjekte edildiği ve Yüce Allah'ı akılla kavradığı için; Yüce Allah'ın "Dostum" diye hitab ettiği bir sevgili peygamberimizdir.

Necm sûresi'nde özellikle 36. ve 37. âyetlerde belirtilen bu iki insanın ÇİFT'i ve âyette geçen bu iki peygamberin KİTAPLARI ÇÎFTİ'dir ki; bizim sistemimizin gezegenleri düzlemi doğrultusuna 90° açı farkı olan bir düzlemde devinen ve Samanyolu'nun bizim de bulunduğumuz sarmal kolundaki ÇÎFT'in biri Şî'Râ, diğeri de Dünya'mızdır.

"Celâlim hakkı için, Biz, bu Kur'ân'da insanlara (muhtaç oldukları) her çeşit MİSALİ AÇIK OLARAK VERDİK, insan ise, bâtıl ile düşmanlık ve münâkaşa etmekte her şeyden fazladır." (Kur'ân; Kehf sûresi, âyet 54).

Onlar münâkaşa ederek kafalarını granit kayalara vuradursunlar! Ancak, gönül öyle olmasını istemiyor, fakat elden ne gelir...

Hatırlarsınız, bu kitabın başlarında Tevrat'tan biraz fazlaca bahsetmiştim. îyi biliyorum ki, bilimsel düşüncelerin dışında, aynı oranda da fanatik düşüncelerin hâkim olduğu veya basit çıkarların hüküm sürdüğü çevrelerde; "Bu kitabı yazan kişi Tevrât'tan fazlaca bahsetti! Acaba neden?" denebilir.

Çok haklı olarak oluşabilecek bu soru işa-

netini; yine Kur'ân'm gerçek bir öğretisiyle, Necm sûresi'ndeki, tartışmasız gerçek olan âyet'in kendisi açıklıyor.

"Yoksa (şu gerçek), haber verilmedi mi Mûsâ'mn TEVRÂT'ı ile." (Kurân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 36).

Âlemlere ancak rahmet olarak gönderilen Kur'ân'da Kasas sûresi'nin 49'uncu âyetiyle kesin kanıtı getirebiliriz ki, aynı zamanda niçin Kur'ân'm Tevrât'ı ve Incil'i, fakat özellikle Tevrat'ı tasdik ettiğini daha bilimsel seviyede öğrenebilelim.

" (Ey Rasûlüm, onlara) de ki: Eğer doğru söyliyen KİMSELERSENİZ, bu İKİSİNDEN DAHA DOĞRU (Kur'ân ve Tevrât) BİR KİTAP getirin Allah tarafından da, ben ona uyayım!..." (Kur'ân-ı Kerîm; Kasas sûresi, âyet 49).

Bu âyet sorunun cevabını yeteri kadar açıklarken, niçin Tevrât dediğimizi sanırım bilimsel seviyede açıklamış oluyor. İki ayn âyette böylece, anlayana her şeyi kanıtlar..

Yine hatırlarsınız; - onlara öğrenebilirlerse ki; mü'min olmadıkları sürece ASLA ÖĞRENEMEYECEKLER- Tevrât'ı öğreteceğiz, demiştik...

Necm sûresi’nin 36 ve 37'nci âyetlerinde "Sahifeler ye Kitab", yani Levhalar'dan kalan bilgilerdi. Öylesine gerekli bilgilerdi ki, Şî'Râ gezegeni ve bu kitapta belirtemiyeceğimiz diğer iki (üzerinde akıllı varlıkların yaşadığı gezegenler) sistemin koordinatları bile vardı. Öylesine harap edilen bilgiler vardı ki, şu anda, mikroskopların altında misali, araştınyo-ruz. Öylesine bilgilerdi ki:

Mûsâ aleyhisselâm'a verilen ve Hûd sûresi'nin 17'nci âyetinde anlatılan "Büyük ni-met"di.

Şî'Râ ve diğer gezegenlerin koordinatlarını veren bilgilerdi, ancak Allah'ın izni ile Kur'-ân'm ışığında ve bilimsel verileriyle tamamlamaya çalışıyoruz.

Hatta İbrahim aleyhisselâm'ın hanımı Sâre hakkında akıllara^ durgunluk verecek bilgilerdi... ÂZER kızı SÂRE validemiz!

Hatta İbrahim aleyhisselâm'ın Sahifelerin-den de o bilgileri toparlayacaktınız:

"Ve çok vefakâr İbrâhîm'inki ile." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 37) âyetiyle, deniyor ki: Anlayana, izlediğiniz gibi iki âyet (36 ve 37. âyet) kafamızı biraz yorarsak, apaçık kaç ayrı gerçeği bir anda sergileyebiliyor.

Gezegenimizin ÇÎFT'ini; İbrâhîm ve Mûsâ-Tevrât ve Suhuflann; programlanmış özel DNA molekülleri ile doğan çocukların soyundan gelen Mûsâ aleyhisselâm ve o soyun atası Âzeroğlu İbrâhîm ateyhisselâm ile... deniliyordu ki...Tek olmak, Âlemlerin Yaratıcısı, Besleyip kemâle erdiricisi olan ALLAH'a mahsustur.

"Arz'm bitirdiklerinden ve DAHA BİLEMİYECEĞİNİZ ŞEYLERDEN BÜTÜN ÇİFTLERİ yaratan ALLAH ÇOK YÜCE’dİr." (Kur'ân;Yâsîn sûresi, âyet 36).

Evren'in sırlarını Kur'ân'ın KALBİ olan Yâsîn sûresi'nin bu âyeti, gezegenlerin ÇİFT'-lerinden, DNA ÇİFT sarmal hâfiza Bankası'na kadar, Şî'Râ ve Dünya çiftinin karşıdaki diğer ÇİFT gezegenler sistemine (ki üzerinde canlı barındıran DÖRT gezegen var, demiştim) kadar.

"Erkek - Dişi" çiftinden, "Hayat - Ölüm", "Ağlatan - Güldüren", "Nefret - Sevgi" çiftine kadar her şeyi var eden, yaratan, gözeten, seven, esirgeyen... ALLAH'm şanı elbette çok Yüce’dir.

Günümüz Çekirdek Fiziği de, gözlenebilen Evren'de her şeyin ÇİFT olduğunu nihayet kavramış durumda. Fakat; hangi ÇİFTİ, hangi ÇİFTTEN, hangi ÇİFTE? Maalesef, yine yan-lış bir yolda olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım. Doğru ve mutlak yol, ancak "KUR'ÂN-AKIL-AHLÂK" kombinasyonu ile bulunabilir. Bunun bir başka yolu YOKTUR...

"O, göklerin ve yerin YARATICISIDIR. Size kendi CİNSİNİZDEN ÇİFTLER YARATMIŞTIR. Davarlardan da ÇİFTLER (tüm. canlı organiz-ma, yani hayvancıklar) SİZİ BU TARZDA (yöntemle) YARATIP ÜRETİYOR. O’nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir şey yoktur. O, Semi'dir (bütün yapılanları İşitir), Basîr'dir (bütün yapılanları Görür.)" (Kur’ân-ı Kerîm; Şûra Sûresi, âyet 11).

Genetiğimizdeki kütüphane, çift sarmal eğrili DNA'da birikmiş dört değişik nükleotid türü; DNA'nm molekül malzemesidir. Âyette belirtilen yaratılış YÖNTEMİ, sadece bu Saman-yolu galaksi (milk-way) gezegenler sistemindeki organizma için geçerlidir ki, Yüce Allah'ın yaratma arşivlerindeki milyarlarcasmdan sadece bir tek yaratma biçimidir.

Bu nedenledir ki, "Genetik Kitabı" tam öğrenmeden ve Kur'ân'a gerçek bir inançla sarılmadan; aslâ gezegenler zarfını yırtıp Uzay'a açılamıyacağız... Aslâ...

ÖĞRENMENİN TEK YOLU:

"Âyetlerimizi (kanun, yasa, hüküm) yalanlayanlar ve onlara îmân etmeyi kibirlerine yediremiyenler (var ya) ONLARA GÖK KAPILARI AÇILMAZ VE DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE KADAR CENNETE GİREMEZLER. İşte Biz, gü-nâhkârlara böyle cezâ veriririz." (Kur'ân-ı Kerîm; A'râf sûresi, âyet 40).

LÂT, UZZÂ ve bu da MENÂT’TIR

 

Bu kitabımızı bitirmeden önce çok önemli bir ayrıntıyı birlikte analiz etmekte, zihinlerde oluşabilecek birçok sorunun cevabı için fayda vardır sanırım.

Sizin de okuduğunuz gibi, Kur'ân âyetlerindeki kesin kanıtlardan, bu kitaba fazlaca almadığımız Tevrat çalışmalarımızdan, bize kadar gelen tarihî anılardan, 6. Yüzyılda Mekke'de karşımıza çıkan "Lâf, Uzzâ ve Menât" üçlüsünün bende bıraktığı ciddi bir izlenim var

Gerek Kur'ân'da, gerek Kur'ân'daki Mek-kelilerin ifadelerinde, gerekse tarihî anılarda; Mekkelilerin putlara atfen hitabetlerinde ciddi bir ortak ifâde birliği var.

Hem Kur’ân'da açıklandığı gibi, hem anılarda, hem de o günün Mekkesinde önce iki elçi veya put yahut iki bilinmeyen isimsiz iyilik yapan .kimseler, sonra onlara katılan bir Ü-ÇÜNCÜSÜ. Siz de bunun farkındasınız. Zaten Mekke'de önce Lât, Uzzâ deniliyor ve Menât aynı âyetteki gibi sonradan ilk İkiliye katılmış izlenimi vererek ifâde ediliyor.

Nereden bakarsınız bakınız; yani Lût aley-hisselâm'dan Mekke'ye veya Mekke'den Lût aleyhisselâm'a gidiniz, önce iki elçi, üçüncüsü sonradan ilk İkiliye katılmış olarak karşınıza çıkıyor.

Mekkelilere putları satanlar, hikâyenin aslına o kadan sâdık kalmışlar ki; aynen,

”Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır” yani Menât'm ilk İkiliden ayrıcalığını, nereden bakarsanız bakınız görüyorsunuz.

Daha önce demiştim ki, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:

-"Siz, Lût ismini 'Lât' olarak yanlış telaffuz ettiniz ve size bu hâtıra yanlış intikâl ettirildi, bilmediğiniz nesnelere tapıyorsunuz."

Şüphesiz, genel anlamda bu fikir benimdir. Gerçi, başkaca bir şey de olamazdı, ancak fikir yanlışsa, yine de bana aittir..

Şimdi bulmamız gereken en hassas nokta şudur: Araplar bu isimleri nereden ithâl ettiler? Ne Arabça'da, ne Ibrânice'de, ne bozuk-kö-kensiz Bedevi dillerinde, ne de Uygurca'da, ne Ninova dillerinde veya bize intikâl eden kültürlerde, ne Bahreyn üzerinden Arap Yanma-dası'na gelip giden Hind kökenli dillerde, ne de Sanskritçe'de... Lât ve Menât diye ne bir isim vardır, ne de bu kelimelerin bir anlamı var... Gelin işin içinden çıkın! GÂRÂNÎYK gibi bu kelimelerin de kökeni bizi uğraştıracak.

Gerçi, Kuğular gizemini Kur'ân'm ve tarihî verilerin ışığında kesinlikle açıkladık. Kişilerin kabul edip etmemesi gerçeği değiştirmez. Bu, onların sorunudur. Ancak, Lât ve Menât isimlerinin nereden geldiklerini, gelme sebeblerini ve kelime kökenlerini, anlamlarını kanıtlarsak, akıl+düşünce+soru + deney = Gerçek cevap, gerçek sonuç ilkesine çâre bulduk demektir. Merakımızı veya ayrıntılı araştırmalarımızı hoş göreceğinize eminiz. Gençliğimde dalga mekaniğini incelemek için renkli boyalar damlatarak havuza küçük patlayıcılar yerleştirir; dalga hareketini bir de suların altında inceleyecek kadar ipe sapa sığmaz deneyler yapardım. Bir çok kereler hayatî tehlikeler atlattığım olmuştur. Bu yüzden herhangi bir meseleye MUTLAK (salt) cevap bulamazsam, inanın yatalak derecede hasta^ olurum. Bu yüzdendir ki, hele ALLAH RASÛLÜ söz konusu olunca canımız pahasına araştıracağız, arayacağız, öğreneceğiz...Var oluş sebebimiz YÜCE ALLAH'A KULLUK ve RASÛLULLAH'A BİLGE BİR ÜMMETİN BİR FERDİ OLMAKTIR. Bu yüzdendir ki hiç bir ayrıntıyı göz ardı edemeyiz.

6. Yüzyılda Arabistan'da "Huza" diye bir kabilenin olduğunu, hatta bu kabilenin "Eş-Şûrâ" adlı bir yıldıza tapındığını, asırlar önce kendilerine kadar gelen masallardan dolayı bunu yaptıklarını tarihlerden öğreniyoruz. Bu ilkel kabilede, kendilerine kadar gelen ve onlarda hayranlık yeya korku uyandırdığı için; adı geçen yıldıza tapınmış olmaları doğaldır.

"Ve biraz sonra vaki oldırki, İsâ şehirleri ve köyleri dolaşıp vazediyor, Allah'ın melekûtunu müjdeliyordu. Onikiler ve kötü ruhlardan ve hastalıklardan kurtulmuş o-lan bazı kadınlar, kendisinden yedi cin çıkmış olan Mecdelli denilen Meryem, Hiro-des'in kâhyası Huza'nın karısı Yoanna, Su-zanna, ve başka bir çok kadınlar onunla beraberdi; bunlar mallarıyla onlara yardım ediyorlardı." (Incil, Luka, Bap 8, âyet 1-3).

"Bir Orta Şark kavimler artığı olan Huza kabilesi ne hikmetse "Eş-Şûrâ" adlı yıldıza taparlardı", der dehâ Muhyiddîn Arâbî "Fü-tühâtü'l- Mekkiyye" sayfa 77'de. 6. Yüzyılda ' Arabistan'da karşımıza çıkan bu ilkel kabilede Îbrânî + Arâmî dillerine ait Huza adını taşıyor.

Tevrât'ta ise Asteralı UZZÂ isimli bir insan olduğunu biliyoruz. Asteralı Uzzâ, Hz Mûsâ'nın o meşhur sandığının taşınması esnasında bir kazâ sonucu sandığı ellediği için o anda öldüğünü de Tevrat'ın ayrıntılı verilerinden, zaten öğrendik. Fakat, bu Uzzâ'nın öyle kendisini "Tann" ilan etmek gibi kötü bir alışkanlığı da yok ki, asırlar sonra Mekke'de karşımıza çıkan PUT da, onun için bu ismi aldı, diyeliml Sonra; Uzzâ, erkek ismidir. Niçin putlara dişi adını UZZÂ olarak atfetsinler?

Ayrıntılı analizlere devam ederken, şimdi birlikte soralım ve bulmaya çalışalım.

·        * Hâtıranın kaynağı kimlerle ve nerede başladı?

·        - Hâtıra, Hz. Îbrâhîm ve Hz. Lût ile başladı ve Filistin'e gitmek için, Mezopotamya'da Harran'dan başladı.

·        * Hz.lbrâhîm kimdir ve nerelidir?

·        - Hz. Îbrâhîm Mezopotamya'da UR şehrin--de doğmuştur -Ur, Arkeik Türkçe’de "Hendek" demektir.- Zaten ateşe atıldığı yerin etrafına "Hendek" açılarak bir tür güven altına alınmıştır.

·        * Hz. Îbrâhîm'in babası kimdir?

-"Îbrâhîm, ne bir YAHUDİ ne de bir HIRİSTİYANDI. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir MÜSLÜMANDI ve müşriklerden de değildi." (Kur’ân-ı Kerîm; Âl-i İmrân sûresi, âyet 67).

Îbrâhîm aleyhisselâm'm babası, kavminin reisi meşhur Âzer'dir.

ÂZER; Öz Türkçe'de aslan ve kaplan türünden olan hayvanlara verilen bir isimdir. Günümüzde Kafkas Türkleri de "ÂZER" soyunun insanlarıdır.

"Ve Yeşu İsrail'in bütün sıbtlarını Şe-keme topladı, ve İsrail'in ihtiyarlarını, ve başlarını, ve hâkimlerini, ve reislerini çağırdı; ve Allah'ın önünde durdular^ Ve Yeşu bütün kavme dedi ki: İsrail'in Allahı RAB böyle diyor: İbrahim'in babası ve Nahor'un babası Terah, atalarımız eski zamanda ırmağın öte tarafında otururlardı; ve başka ilâhlara kulluk ederlerdi." (Tevrât, Yeşu, Bap 24, âyet 1,2).

Irmağın öte tarafı Fırat'ın Kuzeydoğularıdır, yani aşağı ÂZER TOPRAKLARIDIR.

Hz. İbrahim'e olgunluk çağma geldiğinde (40 yaş) "Peygamberlik" verildi. Babasını îmân'a dâvet etti ve red edildi. Kavmi veya bir başka kavim (Mezopotamya'da yaşamış olan Nemrut olsa gerek) O'nu ateşe attı. Ateş de O'nu, Allah'ın gerçek bir mucizesiyle yakmadı. Çevre milletler, kabileler tarafından da her geçen gün daha iyi tanınan, bu müthiş olayların, tek ismi oldu. Artık; ateşin bile yakmadığı Peygamber Âzeroğlu İbrâhîm olarak tanındı, değil mi?

-EVET...

Hele hele, bir zaman sonra Elçiler tarafından programlanmış oğlu ÎSHAK da doğunca, hele hele bu oğulun olduğu dönemde İbrâhîm aleyhisselâm'ın yaşı 100 yaş dolaylarında^ idi ki, kelimenin tam anlamıyla, - ÂZEROĞLU İBRÂHÎM- olarak saygınlığı ve bilginliği ile kabul edildi, değil mi? Hatta günümüzde bile

Sevgili Peygamberimizin baba adı ile, yani Abdullah oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şeklinde de saygı ile anıyoruz (20).

İşte Mekke'ye kadar gelen "Lât, Uzzâ ve Menât"; hiç bir anlamı olmayan bu kelimeler, hele iki ilk ikilinin birlikte ifâde edilişi, So-dom'dan o müthiş olayın anılarını yaşayan ve göç eden insanların, gittikleri yerlere de hâtırayı taşıyan kazâzedelerin:

-"Ey insanlar dinleyin! Peygamber Âzer-oğlu Îbrâhîm'e ve Lût’a gelen Elçi-melekler bize hidâyet ettiler, bizi kurtardılar; biz onlardan. Allah'ın izni ile ŞEFÂAT gördük, edebsizlik yapan imansızların yüzünden SODOM şehrinin ÜSTÜNÜ ALTINA getirdiler, zâlimler Allah'ın azâbmdan kurtulamadılar...." biçiminde, gerçek bir olayı ballandıra ballandıra anlatmalarıyla yayıldı.

Hikâye her ne kadar radyo ve TV aracılığı ile yayılmadıysa da, yine de yayıldı.

Gözden kaçırmamamız gereken bir nokta var. O çağın insanları bu isimsiz Üç Elçi-Melek'e bir isim takmak zorundaydılar sanırım.

Hatta şu anda böyle bir olay olsa ve Elçiler isimlerini söylemeden gitseler, biz de onlara keyfiyyete göre birer isim takmak zorundayız, değil mi? Siz de aynı fikirdesiniz, sanırım?

Hatta, böyle bir olayı bize yaşatan eıçilere en görkemli isimleri bütün Dünyalılar olarak tâyin ve tesbit etmekle "Sözüm ona" bilimselliğimizi de sergileme fırsatını bulacağız. Çünkü, insanın yaratılışında bilgi bankasına; eşyayı, şeyleri ismi ile tanıması programlanmıştır. Karşılaştığı ve duyularıya algıladığı her nesneye, bu nedenledir ki, ilk işi bir isim takmaktır. Aksi söylenemez.

"(Ey Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin Meleklere: Ben, yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halife (bir insan) yaratacağım, demişti. Melekler de: Biz, Seni hamdinle tesbîh ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz halde, orada fe-sad çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah: Ben, sizin bilemiyeceğiniz şeyleri bilirim, buyurdu. Allah, Hazret-i Adem aleyhisselâm'a bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: Eğer (her şeyin iç yüzünü bilen) sâdıklardansanız bunların isimlerini Bana haber verin, buyurdu. Melekler: Biz,' (Sana itiraz olun-. maktan) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka, hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak Şen her şeyi hakkıyla Bilensin, üstün hikmet sahibisin, dediler. Allah, Hazret-i Â-dem'e: Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver, buyurdu. Â-dem aleyhisselâm da, meleklere, o isimleri haber verince Allah: Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblannı Ben bilirim. Açıkladığınızı da, gizlediğinizi de elbette Ben bilirim, buyurdu." (Kur'ân-ı Kerîm; Bakara sûresi, âyet 30-33)

Araştırmalanmdan sonra diyebilirim ki:

·        * Uzzâ ismi, ya Hz. İbrâhîm’in baba adından, yani ÂZEROGLU Ibrâhîm lakabından bozularak ortaya çıktı, veya;

·        * Üç Elçinin son derece görkemli giyinişleri, görünümleri asırlarca kulaktan kulağa birçok renklere boyanarak "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen HUZÂ kabilesinden binleri o putu getirdi ve adı da "Uzzâ" olarak kaldı ki, uzak bir ihtimal. Veya;

·        * Ebû Leheb'in (Çabuk kızdığı için, hemen kızaran kişi anlamındaki "Alev babası" demektir) aslı Abdu'l-Uzzâ'dır. Anlamı, "Uzzâ'nın kulu", demektir.

Şayet bu put adını, bu şahıstan aldı ise; Ebû Leheb'in 80 yaşında olduğunu var sayın, o put ondan çok önceleri de vardı ve adı yine Uzzâ idi. Fakat, ne yaparsak yapalım, Lât ve Menât kelimelerinin herhangi bir anlamı veya kökü hâlâ ortalıkta yok.

·        * Menât ismi, ilk ikili ile birlikte, ancak

ayncalıklı anıldığı için birinci varsayımı daha sağlıklı buluyorum. "Neden?” derseniz.......... Kur'ân'da da Hz. Lût'a ve Hz. Îbrâhîm'e elçilerin geldiklerine siz de tanık oldunuz. Ancak, bu hâtırayı orijinal halinde ilk taşıyanların (Lût ve Âzeroğlu Îbrâhîm'e gelen elçi melekler) şeklindeki doğruyu ifâde ederek anlattıkları anılar; zamanla değişen kültürlerde, değişik telaffuzlarla elçilere isim takmak zorunluluğunu haklı olarak getirdi, değil mi? Asırlar sonra da Mekke'de karşımıza "Lât, Uzzâ ve Menât" olarak çıktılar.

Abdu'l-Uzzâ, yani Ebû Leheb bile adını bu puttan almış olsa gerek ki; doğduğunda bü isimle anıldı. Ancak, bu putların isimlerinin birer "DÎŞt" ismi olduğunu da Kur'ân'dan, ve "Gârâniyk" teriminin tanrıçaları ifâde ettiğini de tarihlerden öğreniyoruz ki, bu kesinlikle şu demektir: Bu isimler Arapça ve Araplara yakın dillerden değildir! Bu dillerde de hiç bir anlamı olamaz. Neden mi? Eğer "Uzzâ" isminin bir DÎŞÎ ismi olduğunu Abdu'l-Uzzâ'nın adını koyanlar bilseydiler; hiç ona "Uzzâ" adını takarlar mıydı?

Hatta buna göre, şunü da ifâde edebiliriz: 6. Yüzyılda put endüstrisinin fazlaca geliştiği Mekke'de daha birçok putlar vardı. Meselâ:

·        * Vedd: Demetü'l-Cendel'de yaşayan Kelb kabilesinin ilâhıdır.

·        * Suva: Huzeyl kabilesinin ilâhıdır.

·        * Yeğus: Tay boyundan iki kabilenin ilâhıdır.

·        * Nesr: Himyer'den Zul-Kila boyunun ilâhıdır.

"Hadi canım boş ver!" diyeceğim, fakat bu saydığım isimlerin de hiç bir anlamı yok, kökeni yok...

Son saydığımız birkaç put, Tûfân'dan, Sfûh aleyhisselâm'dan önce birkaç zengin veya bilge ya da taraftarları çok olan kişilerin, öldükten sonra saygınlıklarını göstermek için taraftarlarının yaptırdığı heykellerin zaman içinde ilâh zannedilip Mekke'ye gelmiş halidir. Bu isimlerin ilâh tahtına oturtulup 6. Yüzyılda Mekke'de teşhirine de biz şimdi tanık oluyoruz. Nereden bakarsak^bakalım, isimlerin kökenlerinin; Hz. Lût ve Azeroğlu İbrâhîm isimlerinin zaman içinde, değişik kültürlerin telaffuzlarında bozulduğuna (ben şahsen) kanaat (tam olmamakla birlikte) getirdim diyebilirim.

Bu kanaatimle ilgili en tutarlı ipucu ise, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Onlar şefâat-leri umulan Ak-Kuğulardı." ifâdesidir. Çünkü, kasdedilen Kuğular (elçiler) sadece Hz. Lût ve Hz. İbrahim'e gelmişlerdir ve olayın ilk ve tek kahramanlan bu iki peygamberdir. Zaten bunu da bu kitapta kanıtladık.

Olayı yapanlar ise, Lût aleyhisselâm peygamber olmadan önce Sodom kavmine gelen, seneler sonra da yok etme, helâk etme emriyle gelen - önce iki elçi, sonra takviye olarak bir elçi daha- toplam üç elçiydi. Dolayısiyle "Lât, Uzzâ ve bu da Menât’tsr" ifâdesi benzerlikten dolayı değil, (sakın böyle düşünmeyiniz) olayı aydınlattığı ve koordine ettiği içindir ki; kanaatimde Hz. Lût ve Âzeroğlu İbrahim aleyhisselâm kelimelerinin, yani Lût ve Azer kelimelerinin bozuk hali Lât ve Uzzâ oldu. Tarihçiler iyi bilir ki, özellikle de Arap, Çağatay, Çin tarihçileri özel isimleri hemen değiştirirler ve bozarlar. Meselâ; Araplar Türklere "Atrak" derler. Bu kelimenin ne Türkçe'de, ne de Arapça'da hiç bir anlamı yoktur. Sadece, kasdedilen Türkler'dir.

Tarihler yansa veya bir takım âfetler olsa 100 asır sonraki bir uygarlığın eline Arap tarih kitapları geçse, "Acaba Atrak ne demekti?" veya "Kimlerdir?" diye soracaklar, değil mi?

Çinliler, Türklere "Hi-Yong-Nu" veya ' "Tuk-Yu" derler.

Bu dillerdeki harflerle de ilgisi olan bir deyimdir. Hatta Arapların "Ye'cüc-Me'cüc" ifâdesini Mısırlılar, Avrupa tarihçileri "Yegüg-Megüg" okur ve yazarlar. Mısır tarihleri Türklere "Goğ-Magog" veya "El-Guz" derler. Dil araştırmanlarının uzmanlık alanı olan bu verileri daha çok genişletebiliriz. Üstelik Tevrât’ta da "Ğoğ-Mağoğ" olarak izliyoruz. Meselâ; Oğuz-Han'ın II. Ramses ile savaştığını, orada Hiksoslann ilk atalarını Orta Asya'dan gelen Türk boylarının oluşturduğunu, Oğuz Han'a atfen adının da "TORĞ" diye geçtiğini biliyoruz. "OĞ" da deniliyor..

Firavunlar medeniyetini ilk kuran Hiksos-lardan da önce Kuzey Afrika'ya gelip yerleşenler ki, Ailantis'in batmasından asırlar sonra Asya'dan gelen Asyalı ilk Türk (TuranlIlar') boylandır. Oğuz Han'ı ifâde etmek için Arap tarihlerindeki "Oğuz Han" ismine ve dolayı-siyle "TÜRK'e en yakın biçimi "El-Ğuz"dur.

Hiç bir dilde anlamı veya kökeni olmayan üçlünün ilk İkilisi Lût ve Azeroğlu Îbrâhîm isimlerinin asırlar içinde değişik kültürler ve dillerde bozularak 6. Yüzyılda Mekke'deki halidir. Şayet bu kelimelerin o dillerde veya Arapça'da herhangi bir anlamı olsa idi, bugün yine o kelimelerin putları ifâde etmek için değil de; -neyi ifâde ediyorlarsa- onu ifâde etmek için kullanılması gerekirdi.

Her ne kadar Lât ve Uzzâ için bir takım kaynaklar buldu isek de; Menât hâlâ ortalarda yok. Sanırım Menât'ı bulursak, her tarafı tam anlamlarıyla düzelteceğiz.

Lât, Uzzâ ve Menât isimlerinin ve heykelciklerinin anılarının Mısır Firavunlar kültüründen Kızıldeniz üzerinden Mekke'ye geldikleri ortadadır. Zira, elçilerin (aynı elçiler olmayabilir, hiç bir fikir yürütemeyiz);

·        * Hz. Mûsâ'ya geldiklerini, o müthiş sandığı taşıdıklarını, Firavun gibi o günün en güçlü ordusunu denizde boğduğunu;

·        * Hz. Mûsâ'ya sandığın bir diğer kopyasını nasıl yapacaklarını öğrettiklerini;

·        * Hz. Mûsâ’nın elindeki asânın yerçekimini kısmen de olsa nötralize ettiğini, asâda müthiş özellikler olduğunu;

·        * Diğer Tevrât levhalarını o müthiş sandığın içinde taşıdıklarını;

·        * Sâmîrî isimli şahsın; "O kerîm Ra-sûl'ü (Elçiyi) gördüm ve ardından bir avuç toprak aldım." (Kur'ân-ı Kerîm; Tâ-Hâ sûresi, âyet 96) dediğini;

·        * Hz. Mûsâ'nm,/’Asâmda daha bir çok HÂCETLERİM (mârifetlerim, gizemlerim) var." (Kur'ân-ı Kerîm; Tâ-Hâ sûresi, âyet 18) dediğini;

*Hz. Mûsâ'nın asâsmın peygamber olmadan önce diğer peygamberlerden kendisine şu veya nedenlerden dolayı mirâs kaldığını;

·        * Firavun'un:

"Firavun da (vezirine) şöyle dedi: Ey Haman! Bana YÜKSEK bir kule (köşk) yap. Belki ben ulaşırım YOLLARA. Göklerin yollarına da Mû-sâ'mn İlâhına BAKARIM. Muhakkak ben onu yalancı sanıyorum." (Kur'ân-ı Kerim; Mü’min sûresi, âyet 36,37),

"Firavun dedi ki: Ey millet! Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. (Oysa, ilâh'a 'Bilmiyorum' kelimesinin yakışmayacağım İDRAK edemiyor). Haydi bana ÇAMURDAN KERPİÇ PİŞİR, ey Haman!... Sonra bana bir KULE YAP, olur ki ben, yukarı çıkar Mûsâ’mn İlâhına bakarım. Doğrusu ben Mûsâ'yı yalancılardan sanıyorum." (Kur'ân-ı Kerîm; Kasas sûresi, âyet 38) dediğini, dolayısiyle Firavun'un, Hz. Mûsâ'ya gelen elçileri de "İlâh" zannettiğini; işte Üç Elçi serüveninin ilâhlaştırılıp putlâş-tınlmasını, Mısır'da Firavun'un bu garip isteği ile, Kur'ân'ın açık ve net verileriyle öğrenirken;

. "Mısır'ın yükü (yani günâhı). İşte, Rab TEZ GİDEN (yani sür atli) BULUTA BİNMİŞ DE Mısır'a gidiyor; ve Mısır'ın PUTLARI onun yüzünden titreyecekler; ve Mısır'ın yüreği kendi içinde eriyecek." (Tevrât, îşaya, Bap 19, âyet 1).

Elçilerin araçlarının "TEZ GİDEN!" süratle gezindiği yerlere çıkabilmeyi; kerpiçten bir kule yapmakla başaracağını ZAN EDEN Firavun'un aklî dengesi hakkındaki karan çocuklar bile verebilir. (Bu son cümlemizi, itiraf ederiz ki, bilimsel olmayan bir malzeme olarak açıkladık. Oysa Firavun'un konuşmasını, gerek Kur'ân'da, gerekse Tevrât'taki ciddi ve ayrıntılı araştırmalarımızla " Rasat yeri, gözetleme yeri yap" dediğini net verilerle kanıtladık. Ancak, Elçilerin araçlarını bir takım CAM veya benzeri filtrelerle insan gözünün görebilme bandına indirgenebileceğim dahi ayıkladık.. Yine de Firavun'un bu cümle ile, ilk bakışta hayret ve korkusu doruk noktasındadır ki; âyetlerden bunu açıkça anlıyoruz.)

·        * Kur'ân'm ve Tevrât'ın öğretilerinde; bu ÜÇ PEYGAMBER; Lût, Îbrâhîm ve Mûsâ aleyhimüsselâm bir olayın, yani gelen elçilerle doğrudan ilişki içinde olan ve;

·        * Özel bir Gen programıyla oğlu olan ve ateşte yanmayan, Azeroğlu Îbrâhîm,

·        * Kavmi ve şehri görülmemiş bir âfetle ÜSTÜ, ALTINA getirilen Lût aleyhisselâm,

·        * Elindeki asâ ile Firavun'un ordularını denizde boğan ve Firavun'u; "Ben göklere çıkıp da Mûsâ’ya ve O'nun ilâhına bakacağını." (Kur'ân-ı Kerîm; Mü'min sûresi, âyet 36, 37) (21) dedirtecek kadar, akıl hastası eden Mûsâ aleyhisselâm,

·        * Gerek o günün, gerekse günümüzün uygarlıklarını bile hayretle düşündüren, Yüce Allah'ın kullarını inanarak eğitmek, akıllarını kullanmayı öğretmek için lütfettiği mucizeleri gösteren, ÜÇ ÖNEMLİ PEYGAMBERDİR.

"Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır." ifâdesinde önce Lât'm kullanılışı da; olagelen felâketlerin ve anıların en görkemlisi, hâfıza-lardan silinmesi en zor olan Sodom'un bir "Şok dalgası" ile yok olan anısının yegâne simge insanı Hz. Lût olduğu içindir. Bu nedenledir ki, önce "LÂT "ifâde ediliyor. Kur'ân'ın bilimselliği bizi bu denli ayrıntılı araştırmalara, ister istemez getirmiştir.

Çok dikkat!... Hz. Mûsâ, ilk Lût ve Âzeroğlu İbrâhîm İkilisine çok sonra katılıyor!

Bakın ki, "Lût ve Âzeroğlu İbrâhîm, bu da Mûsâ (Moses)dır." deniyor. Sanırım doğru bir deşifre izliyoruz. Yine de karan bilimsel veriler tayin edecektir.

Firavun'un orduları denizde boğulduktan sonra, bir çok felâketlere sahne olan Mısır'da; Lût ve Âzeroğlu İbrahim’e gelen elçilerin zamanla gerçekçiliğini yitiren Sodom felâketi anılan; bütün haşmetiyle zihinlere tekrar geldi ve îmân edenler:

- "İşte, Lût ve Âzeroğlu İbrahim'in dinine inanmadınız, onlar gerçekten atalarımızı Allah'ın yoluna davet etmişlerdi, siz asırlar sonra tekrar azdınız. (Bu azgınlıkları Platon, Mısır seyahatini anlatırken sanırım biraz utanarak anlatır). Hatırlayın orduları denizde boğdular. İşte onlardan sonra gelen ve Firavunu denizde ordusuyla yok eden ve Allah'ın gerçek mucizesiyle size doğru yolu gösteren bu da Mûsâ idi, neden hâlâ inanmıyorsunuz?" vb- gibi vaazlarla halkı aydınlatmaya çalıştılar, değil mi?

Mısır'dan kurtulan Israiloğullannı kendi topraklanna - akla hayale sığmayan zorluklarla- götüren Mûsâ aleyhisselâm da zamanla yaşlandı ve Allah'ın rahmetine kavuştu. Yani (+)tive Evren'e geçti.(22).

Büyük değişimlere uğrayan Mısır krallıkları her geçen sene kötü sona doğru gidiyordu.

Anılarda kalan Sodom'un Lût'u, Elçilerle içli-dışh olan Âzeroğlu İbrahim'i, göklerde gezen ve Mısır kırallıklannı perişan eden Mûsâ'sı, her gelen gün Mısırlılar için pişmanlıklarını gizli veya açık olarak dile getirdikleri, atalarının yaptığı suçlardan dolayı kendilerinin cezalandırılmamalarını dileyerek istedikleri ve şefâat umdukları Elçilerin anılarına yalvarmaları... pek fayda vermeyince; zamanla kur-« banlar keserek, ağıtlar yaparak, ağhyarak şefâat umduklan, Lût, Âzeroğlu Ibrâhîm ve Mûsâ'yı simgeleştirdiler.

Çekirge istilâları, kuraklıklar, salgın hastalıklar, daha bir çok felâketler, çâre-sizlikler içinde olan şaşkın halk; bu üç ismi yegâne şefâat umulan anılar ve heykeller haline getirdi.

Herhangi bir dinleri olmadığı için, Firavun da tanrı olmadığı için (zira Tanrı' denizde bo-ğulmazdı) artık en iyi yolun, bu üç elçinin doğrudan ilişki halinde Oldukları, görkemli elçilere her istediklerini yaptırdıkları; Lût'u, Âzeroğlu îbrâhîm'i ve sonraki Mûsâ'yı (aleyhi-müsselâm), arkalarında bıraktıkları anılardan dolayı, zamanla her derde devâ gördüler. Zamanla da heykellerini yaparak daha iyi şefâat ederler diye, zeki insanların buluşlarıyla heykel sanayii gelişti. Hatta o kadar gelişti ki, çevre ülkelere de ihrâç edildi... Nasıl mı?

"LÂT, UZZÂ ve bu da MENÂT'tır." olarak.

Okuyucuların da iknâ olmuş gibi bir hâli var. Ancak, biz henüz "Tamamdır" diyemiye-ceğiz. Daha ne kaldı derseniz? Bizi bağışlayın; bu kitap, havuz suyunun içinde yaptığım, neredeyse hayatıma mâl olacak dalga deneylerinden çok daha zariftir. Çünkü bu kitapta, Müs-lümanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e lâyık ümmet olduklarını kanıtlayacaktır. Hiçbir ayrıntıyı göz ardı edemeyiz. Şöyle ki:

* Putlara niçin dişi isimleri takıldı?

işte bu nokta bütün çalışmalarımızı, tarihin ve bilimin önünde tam anlamıyla doğrulayacaktır kanaatindeyiz.

Kur'ân'da ve Tevrat'ta son derece ayrıntılarıyla açıklanıyor ki: Yüce Allah'ın, Hz. Mûsâ'-yı Mısır'a göndermesinin en önemli, hatta tek nedeni, Israiloğullannı Mısır'ın zulmünden kurtarmak içindi. Yûsuf aleyhisselâm soyundan Mısır'da kalan, Sodom felâketinden sonra Mısır'da yerleşen İsrailoğullanın torunlarının torunları idi. Zaten Hz. Mûsâ da Mısır'da bir hayli yaşadı.

Firavun, Israiloğullannı hem köle gibi ça-lıştınyor veya öldürüyor, yahut her türlü kötülüğü yapıyordu.

İsrailoğullannın kızlarını veya kadınlarını sağ bırakıp, gerek çirkin arzularına âlet ediyor, gerekse daha aşağılayıcı işkenceleri yaptıklarını, tarihlerden ve Tevrat'tan aynntılanyla öğreniyoruz. (23).

Mısırlı halkın gözleri önünde yapılan bu hareketlere belirli bir zümrenin dışındaki halk kesinlikle hoşnud olmamakla beraber, nefret bile ediyorlardı. Ancak, Firavun'a ve ordusuna karşı ne yapabilirlerdi? Onun hakkından ancak "asâ" gelecekti.

Halkın bu kadınlara veya kızlara yapılan zulümleri görmeleri; aynı Sodom olayını görenlerin, yaşayanların hafızalarındaki gibi silinmez izler bıraktı.

Hiç kimse (sadistliğin dışında), genç bir kıza, insanların gözleri önünde sarhoş askerlerin yaptığı iğrenç hareketleri aklından silemez, değil mi? Milliyeti-dini ne olursa olsun...

İşte Mısır halkının gördüğü, bizzat tanık olduğu bu ve benzeri olaylar, başlarına bir zaman sonra gelecek olan felâketleri hatırlatacak olan anıların başlangıcını tayin etti.

Gelen nesiller, hemen her zorluğun, felâketin herhangi uğursuzluktan olduğunu kabul eden ilkel toplumlar (günümüzde bile vardır) gibi; çekirge istilâlarından tutun, kuraklıklara kadar başlarına gelen felâketlerin, Firavun'un zulümkârlıklanndan kaynaklandığına inanarak; Lût, ÂZEROĞLU İBRÂHÎM VE MÛ-

SÂ’NIN " Kuğular" gibi süzülerek yer değiştiren, tertemiz, göz ahcı giysileri olan Elçilerinin; parıldayan elbiseli GARÂNİYK'in. , işte o genç kızların intikamını alıyorlar,’ • çünkü onlar iyiliksever kimselerdi. Hazret-i. Mûsâ'ya yardım ederek, yol göstererek İsrailo-ğullannı denizden geçirip, kurtardılar. Sodom sapıklarını yok ettikleri gibi, şimdi de biz Fira-vun'un soyunu yok edecekler...biçiminde acıma, pişmanlık, yalvarış ifâdeleri ve düzmeceleri, zaman içinde yetişen nesillerde ise; Lât, Uzzâ ve Menât kelimeleri, aslına biraz sâdık kalınıp, o genç kızların anılarına atfedilip, DİŞİ İSİMLERİ kasd edilerek bozuk telaffuzlu hali ile ifâde edildi ve "Lât, Uzzâ ve Menât" adı ile patent kazandı.

-"Firavun atalarımız size her ne kadar zulümkâr davrandı iseler de, bakın, biz sizi ve anılarınızı heykeller haline getirdik, ne olur bize de şefâat edin, bizler kötü kimseler değiliz, daha nice genç kızlara yapılanları atalarımızdan duyduk, biz de onları lânetliyoruz, üstümüzdeki uğursuzluğu kaldırın..." şeklinde yalvarmışlardır.

Bu son anlattığımız yalvarma biçimini veya edebiyatını yahut doğruluğunu Arkeolojik bulgulardan da daha ayrıntılı olarak derleyebiliriz. Onlar yalvaradursunlar, heykelciklere isim takanlar aslında halk değildi. Şarlatanlık yaparak gerek Firavunlardan, gerekse zenginlerden para koparan kâhinlerdi. Mumya sanayisinin gelişmesinde bir hayli katkıda bulunan ve saraydan veya zenginlerden avuç avuç altın koparan bu kâhinler gerçekten bilge kişilerdi. Ancak, bilgelikle şeytanlığı bir araya getirip müthiş şeyler yapıyorlardı. 20. Yüzyılda "Şeytan Âyetleri"ni yazanlar gibi...

Bu kâhinler ki; "Lût, Âzeroğlu İbrâhîm ve bu da Mûsâ " isimlerini halkın en ihtiyaç duyduğu zamanlarda, elçileri kasd edip ve genç fazların anılarına atfederek "DÎŞÎ" isimleriyle (halkın daha çok ilgisini çekmek için yeni ve görkemli ve etkili bir isim);

-"LÂT, UZZÂ ve bu da MENÂT'tır, şu kadar altın ver ve al!..dediler.

Firavun'un zulmünün tek simgesi; kızlardı, yani DÎŞÎ'lerdi. Doğal olarak Lût, Âzeroğlu ibrâhîm ve Mûsâ (aleyhimüsselâm) isimlerinin erkek vasıflarından, DÎŞÎ kategorisine transferi gerekirdi. Zira zulme uğrayanlar ve devamlı eziyeti yaşayanlar DlŞİLERDİ, değil mi?

"Lât, Uzzâ ve Menât" isimlerinin birer DİŞİ isimleriyle anıldığını ve bunun da ” yalan" olduğunu Kur'ân-ı Kerîm ciddi ayrıntılarıyla zaten bize öğretti.

Şimdi biraz olsun anlayabildiniz mi Kur'ân'ın Evrensel bilimselliğini?..

Kimsenin aklına gelmedi mi, Kur'ân'da Yüce Allah bize Elçi-Meleklerin isimlerindeki hatalı aynntılan, niçin bu kadar ısrarla bildiriyor diye? Elçilerin "Patlaştırıldığını" zaten bulduk.

Kur'ân-ı Kerîm sâdece okumak için değil; okuyup anlayıp, tatbik etmemiz için gelmiştir. Tevrât ve Incîl rafta dursun diye gönderilmedi... inanın bazen bu gezegeni terk edesim geliyor!... Ama nasıl?

Şimdi işin en can alıcı noktasına geliyoruz.

MELEKLER

Bu gezegende yaşayan her toplum, her millet, hangi zaman diliminde olursa olsun; Melekleri hep "DİŞİ" zannetmiştir, değil mi? Acaba neden?

İnanmazsanız, şu anda bile tüm milletlerin, kültürlerin hanım isimlerine bakınız ki "MELEK" ismini her millette ve hanımlarda göreceksiniz!

Sanki görmüş gibi, gerçekten de, bilmeden hâlâ hanımlara "Melek" diyebiliyoruz, değil mi?

Şimdi çok çok haklı olarak biz soralım:

- Kim melek görmüş de, onun cinsiyyeti-ni (!) tâyin etmiş de, hâlâ hanımlara "Melek" ismi ile hitap edebiliyor?

Üstelik "Melek" ifâdesi, her zaman "Güzellik" simgesi olmuştur. Özellikle beyaz giysiler içinde bir hanıma "Melek gibi" deriz ve saçmaladığımızın hiç farkına varmayız...

Eh artık izin verirseniz, biz 20. Yüzyılda bile bu garip, fakat gerçek (şeyi!) yaparsak, asırlar önce, o görkemli giysileriyle gelen, Peygamberleri bile ilk bakışta hayretle korkutan, kuğular gibi süzülerek yer değiştiren; ve anıların içindeki o genç kızlara atfen; şefâat ummak duygusu oluşturmak için; "Lât, Uzzâ ve bu da Menâttı (genç kızlardı)", onlara atalarınızın yaptığı hatalar için pişmanlığınızı, özü-rünüzü dile getirerek yalvarın, diyen kâhinler, bunları ihraç etmekte de başarılı olsunlar.... Oldular da!

Bildiğiniz gibi, Mekke'ye de "Lât, Uzzâ ve bu da Menât'tır" patenti ile ihraç ettiler.

İşte, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in;

"-Sizin atalarınız daha önce bir kitapla eğitilmedi, korkutulmadı, size gelene kadar ne hallere gelen bu saçma sapan masalın esas kahramanlan, bu hiç bir hüccetleri olmayan putlar değildir, Allah'ın izni ile;

Onlar kendilerinden şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı" dedi ve dinlediği vahyin 62. âyetinin bitiminde ise secdeye kapandı ve tekrar ve ciddiyetle ve İslâm tarihine geçecek bir bilgelikle (ki geçti),

"Onlar şefâatleri umulan Ak-Kuğulardı" ded\

Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bu anısını günümüze kadar sağlam intikâl ettirenlere, yapılacak yeni keşifler, elde edilip insanlığın menfaatlerine sunulacak tüm bilimsel veriler için... "Allah râzı olsun" diyoruz.

Kitabın başından beri açıklamaya çalıştığımız değerleri, tüm insanlığa ve insanlığı yönlendiren bilime, farkında plmadıklan bu bilimsel değerleri ve verileri, bilim dünyasına açıklamak görevimizdi.

Bilgi düzeyi, bilimsel düşüncesi, inancı ne olursa olsun ki, şimdi bütün insanlığa ve bilim . dünyasına ileteceğiz...

İşte en kesin, en NET kanıt:

"Sapmadı DOĞRU YOLDAN arkadaşlarınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da." (Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 2).

Alîm olan Yüce Allah'ın bir tek cümle ile hem 6. Yüzyıl kültürüne, Hz. Peygamberimizin insanlara belirli alanlarda açıkladığı bilimsel verileri "Azıtmadı" ifâdesiyle; doğru söylediğini, gördüklerinin gerçek olduğunu açıklarken;

Biz nankör oL.mayan insanlara ise, "Sapmadı DOĞRU YOLDAN" ifâdesiyle de; Dünyamızın eşi, yani Çifti, yani arkadaşı olan Şî'RA gezegenler sistemi 49 gezegeniyle size doğru, Dünyanıza doğru hızla, HEVA gibi, ŞAHİN gibi ve dosdoğru bir Uzay düzleminde geliyor!!! deniyordu... Uygarlık-İnsanlık! Biraz olsun anlayabildiniz mi Kur'ân-ı Kerîm'in evrenselliğini?

Bir şeyler öğrenebildiniz mi... 20. Yüzyıl bilimselliği?...

Bu âyetin açıklamasını kasıdlı olarak bu kitabın sonuna getirdik ki, insan ve bilim bu meselenin ciddiyetini tam olarak kavrayabilsinler. Kavray abilirlerse!...

Âlemlere (Âlem; akıllı varlıkların olduğu sistem demektir. Âlemlere; ifâdesi de, 18 bin canlı varlıkların olduğu sistemdir) ancak rahmet ve öğüt ve bilgi kaynağı olarak gelen Yüce Allah'ın VAHY'i olan KUR'ÂN'ın sadece kısacık bir bölümünü, tüm insanlığı ve geleceğini düzenliyebilme, programlıyabilme Ve yön-lendirebilmesi için açıklamak gereği duyduk. Bu görevi Müslümanlara lütfeden Yüce Allah'a hamd, sevgili Peygamberimize de salât ve selâm olsun....

Şu âna kadar tarihin ve bilimin ve aklın matematiğine sunduğumuz araştırmalarımızı ve NET sonuçlarının bir bölümünü bu kitapta sizlere birlikte açıklamaya çalıştık.

Ancak, bütün çalışmalarımızı ve ayrıntılarını en belirgin bir bilimsellikle sonuçlandıracak....

DİK KAFALI GAAFİLLER...

•YAKLAŞTI YAKLAŞAN.” (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 57) âyeti, Kur'ân'm ne denli BİLİMLER BİLİMİ olduğunu, istisnâsız bütün insanlığa ve bütün Âlemlere, tam anlamıyla kavrayabilsinler diye, çalışmalarımızın düğüm noktasına getirdik.

" Onun vaktini Allah’dan başka açıklayacak (KÂŞİF) yoktur." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 58),

"Şimdi siz bu SÖZE Mİ (öğüde, ikâza, habere mi) şaşıyorsunuz?" (Kur'-ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 59).

"Dünya'nın eşinin Yerküre sistemine hızla, şahin gibi süzülerek yanaştığını bildiren, bu bilgiye mi şaşıyorsunuz? " deniliyor.

"Bir de gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 60),

"Siz kafa tutan (dikkafalı) gaafil-lersiniz." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 61).

İnsan var olduğu günden bu yana; bencilliği, gururu, ihtirası veya nefsini her şeyden önde tutmuştur. Fakat, hâlâ ellerinin de yardımı ile ancak yürüyerek zamanın bugünkü dilimine kadar farkına varmadığı güçlerin yardımıyla gelmesine rağmen, hemen her yüzyılda kafasını granit kayalara vurmasına rağmen, yine de nefsini "İlâh" edinmeden geri kalmamıştır. 6. Yüzyılda Gârâniyk anılarını ilâh edinenler gibi! Fakat şu an ise 20. Yüzyıl!

Rahmeti (Mutlak sevgi, demektir) bütün Evrenlere sinen Yüce Allah'ın sevgi ve şefkât irâdesiyle, insan hiç farkına varmadan - düşeceği an askısından tutan anne gibi- durmaksızın kontrol edildiğinin bilincine (gururundan dolayı) varamıyor. Ancak, düşeceği kesinleşip, düştükten sonra "TANRIM YARDIM ET!" -hem de farkına varmadan Tanrı'ya emrederek- diyebiliyor. Çukurdan çıktığı an... henüz iki adım atmadan tekrar benlik ve gurura kapılıyor ve nefsini her şeyden ârî (hür) görüyor.

Maddeye bir kaç biçim verip, onun rengini veya düşme hızını yahut yerden kaçış hızını keşfetmekle; Evren'i anlayabildiğini sanıyor...bildiği bilimsellikle (!) maddenin sadece dış hatlannı ancak kavrayabildiğinin hiç farkına varamıyor. Gerçek bilginin maddenin hemen dış zarfının altında başladığının bilincinde bile olamıyor.

Zambakları hayranlıkla seyrediyor, uğruna şiirler yazıyor; niçin, sadece görüntüsünün bir hafta sonra yok olacağını bildiği zambakların emanet giydiği o elbiseyle benliğini aldatıyor? Oysa, bilgi zambaklarda değildi, toprakların altındaki soğanına, soğanın genetik bilgi bankasına, o bankaya o bilgileri programlayan bilginin kaynağı, mutlak olan gerçekti....

BİLGİLERİN MUTLAK KAYNAĞI, ANCAK ALÎM OLAN ALLAH'TIR.

"Onun için (Ey Rasûlüm) sen, o Bizim Kur'ân'ımızdan yüz çevirip de yalnız DÜNYA hayatını isteyen kimselere bakma." (Kur'ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 29).

Kelimesi kelimesine.... kasd edilen yegâne emir; maddenin DIŞ HATLARI İLE kendini ve çevresini oyalayanlardır.

"İşte onların ilimden erebildikleri SON GÂYE (son NOKTA) budur," (Kur’ân-ı Kerîm; Necm sûresi, âyet 30).

Başka bir meâli: "Onlar sonu olan ilimle ancak uğraştılar" veya;

"İşte onların ilimden erebildikleri gâye bu Dünya işidir (biçimsel şeylerdir). Şüphesiz ki O, Rabbinin yolundan sapan kimseleri çok iyi BİLEN'dir. Hidâyete erenleri de O en iyi BİLEN'dir."

Zambakları ben de çok seviyorum, çoğu kez sevgileştiğimizi bile söyleyebilirim.... Ancak, zambaklara o görkemli elbiseleri giydiren ve Evrenleri SEVGİ için, SEVGİ ile, SEVGİDEN SEVGİYE doğru Yaratan ÂLEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH'I DAHA

ÇOK SEVMEYE ÇALIŞIYORUM. Zambakların görkemli aldatıcılığı bir hafta sonra yerini ilgisizliğime bırakırken, ben benliğimi ezen, bana hiçliğimi taddıran MUTLAK SEVGİYİ aramalıydım... Solmayan; bana, beni öğreten sevgiyi... O sevgi ALLAH'a, yani VAHDET-! VUCÛD'a... Leibniz’in aradığı Evrensel matematikte ”Çokluklar Evreni" nden; MUTLAK TEKLİĞE GÖTÜREN Evrensel enerjiydi..... İşte o MUTLAK, SADECE ALLAH

SEVGİSİ idi.

Bu kitap boyunca anlatmaya çalıştığımız verileri ve özellikle Kur'ân âyetlerini ve sonuçlarını değerlendiren insanlar, diğer gezegenlerin de düşünen canlıları, artık temiz aKU-lannm matematiği ile, kendi hür düşüncele rinin kararını versinler.

"ONLAR KENDİLERİNDEN ŞEFÂATLERİ UMULAN AK-KUĞULARDI."

Yüce Allah'ın Rasûlü;

Hazret-i cMuhammed sallallahu aleyhi ve sellem)Mavi gezegenimizde yaşayan bir milyara yakın Müslüman'ın üzüntüsünü, merâkını, şaşkınlığını "Kuğular" olayını gazetede ilk okuduğum zaman çok duygulandım.

Özellikle "Kuğular" ifâdesinin "Şeytan Âyetleri" adlı kitabın yazarının CEHÂLE-

TİNDEN dolayı saptırmasıdır ki, Allah inancı ve Peygamberi için duyduğu o müthiş görkemli sevgi için Ölümü dahi önemsemeden adı geçen kitap yüzünden ŞEHÎD olanların yüreğimde açtığı yaralar, bana Cehennem azabı verdi.

Herhangi bir insanın yazar olma hak ve hürriyeti; gerçeği bilmiyorsa veya bilmeden tenkid ediyorsa yahut tahrik ediyorsa ya da bu imkânlarını sadece yazı yazıp PARA kazanmak amacıyla yapıyorsa........diğer insanların

ölümüne sebep oluyorsa....... O YAZAR (!)

BÜTÜN İNSANLIĞIN ÖNÜNDE CÎNÂYET İŞLEMİŞTİR... Bunun bir başka açıklaması Oysa sevgili Peygamberlerimizden, Haz-ret-i îsâ aleyhisselâm;

"Bu sözleri kulaklarınıza koyun;çünkü, İNSAN OĞLU İNSANLARIN ELİNE VERİLMEK ÜZEREDİR. Fakat bu sözü ANLAMADILAR, ve onu anlamasınlar diye kendilerine gizlenmişti; ve bu söz hakkında ÎSÂ'dan sormaya korkuyorlardı." (İncil, Lu-ka, Bap 9, âyet 44,45).

İnsanlar 1989 sene önce de, bugün de bu hâzineyi kavramamış olabilirlerdi... Sorsaydı-nız, öğretirdik! Çünkü... Âlemlere ancak jah-met olarak VAHY edilen KUR'ÂN-I KERÎM;

"İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve DOSDOĞRU YOLU insanlara bu KİTAPTA beyân ettikten sonra, gizleyenler (var ya) şüphesiz ALLAH onlara lâ'net eder ve bütün lâ'net edebilenler de onlara lâ'net eder." (Kur'ân-ı Kerîm; Furkan sûresi, âyet 159) buyuruyor.

Bilgin kişi değilim.... ancak yine de bilgiyi saklamaktan YÜCE ALLAH'a sığınırım.

Sanırım bilginin, bilmenin ve öğrenmenin ne kadar yüce bir değer taşıdığını sizlerle birlikte kanıtladık.

Gördüğünüz gibi Şeytânî düşünceler; kozmolojik zamanın egemen olduğu Evren'de, hangi zaman diliminde olursa olsun, gerçeğin karşısında YOK olmaya MAHKÛMDUR.

Bu kitabı son derece kısıtlı ve imkânsızlıklar içinde ve çok acele yazmak zorunda kaldım.. Mecburdum da üstelik...

Ancak, bütün insanlığa ve bilim dünyasına son olarak hatırlatmak isterim ki:

•YAKLAŞAN YAKLAŞTI." (Kur’ân-r Kerîm ;ANecm sûresi, âyet 57).

ŞÎ'RÂ gezegenler sistemi 50.000 km/saat hızla Güneş sistemimizin Vega doğrultusuna farklı bir doğrultudan yanaşıyor. Hevâ gibi, Şahin gibi yanaşıyor. 2046 yılında sistemlerin magnetik alan dış zarflan birbirine basınç uygulayacaklardır. (Allâhu a'lem).

Bu tehlikeden sıynlabilmek 20. Yüzyılın yegâne gurur kaynağı olan Nükleer bombalarla ..... değil!.... Kur'ân'm bilim hâzineleriyle ancak mümkündür.

Esirgeyen ve Bağışlayan Yüce Allah'a kulluk, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muham-med sallallahu aleyhi ve sellem'e lâyık bir mü'min, tüm Müslümanlara, insanlara hizmet etmek ve zihinlerindeki bir çok soruya cevap bulabilmeleri için yazdık.

Bu kitapta meydana gelmiş olması muhte3 mel bütün yanlışlıklar, hatalar (var ise) tam men şahsıma aittir; tek muhâtabı benim.

Şayet bu hizmet gerçekse ki, matematikle bile kanıtlarız; o da Müslümanlara, inanlara ve tüm insanlara aittir. Çünkü, Yerküremize doğru A şahin "Hevâ” gibi süzülerek gelen ’'ŞÎ'RÂ" bütün insanlığın müşterek sorunudur. Bu gezegenler sisteminin magnetik alanından kurtulabilmenin verilerini de yine Âlemlere ancak RAHMET ve ÖĞÜT olarak gönderilen, Yüce Allah'ın VAHYİ OLAN KUR'ÂN-I KERÎM'in ayrıntılarından, Alîm olan Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla keşfetmeye, projelendirmeye çalışıyoruz. Zafer, başan Cenâb-ı Allah'a aittir.

Rabbim hatalarımızı bağışla; Müslümanların bu hizmetlerini katında kabûl buyur.

Rabbim, ilmimi arttır, (Âmîn).

Mavi Gezegenimizin insanlarının, tertemiz gençlerinin, pırıl pırıl çocuklarının doğruyu bulmaları, gerçeğe yönelmeleri dileği ile, sevgi ve saygılarımızla.

Buharalı İbrahimoğlu

AZİZ KEMAL BURKAY

Elektronik-Fizik Uzmanı

BÜLTEN: 1

OZON TABAKASININ KAPATILMASI

SAYIN BİLİM KURULLARI

Efendim, ismim Aziz Kemal Burkay’dır. Mesleğim fizik, elektronik alanlarında uzmanlıktır.                                            5

Yaklaşık 30 yılı aşkın bir zamandır; Atom fiziği, Astro-Fizik, Çağlar Öncesi Tarihler, Kur'ân'ın, Incil'in ve Tevrat'ın hiç alışılmadık bilimsel yönleriyle yaptığım araştırma, deney ve kesin sonuçlarını, hazırladığım bültenlerde ve "Evrende Zaman ve Hayat. 1, 2, 3" adlı kitaplarımda toparladım. Durmaksızın çalışıyorum.

Bu çalışmalarımın getirdiği NET sonuçlara ve kanıtlara göre diyebilirim ki:

Mavi Gezegenimizin birlikte devindiği sistem, Koşmos'ta bölge itiban veya yapı itibariyle "KÜTLE" üretmeye müsait değildir. Kos-mos’ta son derece özel olan böyle bir bölgenin, birkaç milyon "Işık Yılı" yakınlarında bile değiliz, şükürler olsun.

Bu demektir ki; madde üreten Kozmoter-modinamik fırtınalardan emin bir katmandayız. Aksi olsaydı, Ozon tabakasının yırtılmasına Kozmik fırtınalar SUÇLU BULUNURDU.

Madde oluşumunu sağlayan en düşük kozmolojik ısı-basmç m=[ (Q). (273.162 )]değeri bile; değil gezegenimizi, Güneş sistemimizin tamamını birden Uzay’ın derinlerine bir avuç toz gibi savururdu (24).

Son derece dengede ve ölçülü değerlerle varlığını sürdürmek zorunda olan bir gezegende yaşıyoruz. Hemen her bakımdan sınırlı olan varlığımız, Gezegenler sisteminin kurallara mutlak uyarak devinimleri ile süreğidir. Güneş sisteminin Mavi Gezegeni'nde sayılamayacak kadar çok ayrıcalıklar vardır. Gözlemlere, son derece titiz araştırmalara rağmen; Atmosferi (hava), 1. ve 2. Ozon Kalkanları, yüzeyinde su bulunduran, bir başka demir silikattan oluşmuş bir gezegen henüz yok.

Hemen üzerimizde 1. Ozon tabakası var. Gezegeni, Güneş'ten (mutlaka Güneş'ten) koruyan bir tür dengeli ve selfotomatik davranışlarla (durmaksızın) Yerküre'deki canlı varlığını korur. Organik varlığının ihtiyacı olan enerji türlerini dengelice sızdırarak bir "Sera" görevi yapar.

Ancak dokuları ve davranışları farklı, 1. Ozon tabakasına 90° 'lik açı davranış farkı olan ve 1. Ozon'u Kozmik fırtınalardan (mutlaka kozmik fırtınalardan) koruyan, dinamik 2. bir Ozon tabakası daha vardır.

1. Ozon tabakası ile 2. Ozon tabakası arasındaki mesafenin 2-4 km. olduğunu sanıyorum, ki bu ayn bir konudur. Ancak, 1. ve 2. OZON ÇÎFTÎ’nin şu âna kadar müşâhede edebildiğim en mükemmel bir ” Kondansatör" olduğunu söyleyebilirim.

OZON ÇİFTİ, Yerküre'den Uzay'a durmaksızın sızan birçok eneıji türlerini dengelice transfer ederken; saatte 1648 km. hızla dönen Yerküre'nin Güneş'ten, iç ve dış gezegenlerden alması gereken birçok enerji biçimlerini; dönme hızı ile orantılı olarak Yerküre'yi; "Şarj-deşarj" edip, organik varlığın bir diğer dengesini sağlar.

Yani; her saatin bitiminde Yerküre, Ekvator'un 1648 km'lik yüzeysel mesafesi (Kutuplarda konikleşerek daralır) Güneş'e göre "Şarj-deşarj" olurken; tam karanlık olan yüzeyi yine aynı yüzeysel mesafesi ile, bu sefer Kozmik Eneıji Dalgalan ile "Şarj-deşarj" olur. Ozon kalkanlan, bu olaya eşlik eden yegâne filtrelerdir.

Ozon Çifti Kondansatörü; canlı yaşam için gerekli enerji kominikasyonunu ve transformasyonunu sağlar. Açıkçası; Ozon varlığını Uzay'a kaptırırsa (!) Allah korusun, gezegen varlığını devam ettirebilir, ancak hayatın genetik programına neler olur (!) bilmem.

OZON TABAKASI NASIL YIRTILDI?

Ozon tabakasının, Yerküre'nin yalnız Kuzey ve Güney bölgelerinden yırtılmaya başlamış olduğu niçin düşünülmedi? Niçin Amerika'nın ve Avrupa'nın izdüşümü çizgilerinde değil de, sanki anlaşmışlar gibi yerin magnetik kutup bölgelerinden yırtıldı?

iyi biliyoruz ki, bilim çevreleri bu yırtılmanın nedeni olarak; CFC (clor-flour-carbon) moleküllerini suçlu buldu! CFC'nin en çok tüketildiği Avrupa ve Amerika'dan kalkıp, önce Güney Kutup bölgesini yırtıp, sonra Kuzey'i yırttığını söyleyeceğime, Etnâ Yanardağı’ndan atlamayı yeğlerim!

Dünya nüfusunun Kuzey'e oranla çok az olduğu ve CFC tüketiminde %20 oranında belki payı olan Güneylilere gerçekten ağır bir suç yüklendi.

İşin en can alıcı tarafı; Güney'in yırtığı hem daha büyük, hem de daha önce yırtılmaya başladı... Bir itirazınız var mı?

CFC molekülleri, Ozon'un incelen dokularını gagalayarak esas sebebe, düşük bir oranda, dinamik davranışlarından dolayı, ancak katkıda bulunarak zarar verebilirler. Başkaca bir suçlan yoktur. Gerçi %10'luk bir katkı bile zararlıdır, bunu kesinlikle kabul ediyoruz; ancak gerçek nedenler tarafından magnetik kutuplara sürüklenir ve 2. Ozon tarafından emilirler.

Neden mi?

CFC'ler henüz Dünya’nm Kuzey ve Güney magnetik kutuplarını, magnetik alan çizgilerinin yoğun olduğu yerleri keşfedemediler de ondan!

Bu kimyasal moleküller; yapay magnetik düzeneklerde, süper güçlü magnetik alanlarda bile kırılmazlar, kaldı ki Yerküre'nin (N) ve (S) bölgeleri tarafından emilsin ve Ozon'u yırtsınlar.

Bu, bilim dünyasına sunduğumuz birinci kanıttır.

Bilim adamları - gerçek bilim adamlarını kasdetmiyorum - insan öldürmek için silâh bile yaptılar! Ancak 20. yüzyılın sonlarında bilimsel seviyede gerçeği saptırmaya da başladılar. Beni üzen, bunu bilerek yapmalarıdır.

Ozon tabakasının yırtılması, SADECE NÜKLEER ÇEKİRDEK DÖNÜŞÜMLERİ İLE (fizyon-füzyon) GERÇEKLEŞTİRİLMİŞTİR. Nasıl mı? Belirli ölçülerde kısaca açıklayacağım.

ATOM FİZİĞİ, bugüne kadar ne Atom'un gerçek kimliğini, ne de gerçek fonksiyonlarını henüz keşfedemedi... aslâ! Bunu kesinlikle kanıtladım.

19. Yüzyılın hemen başlarında insanların ilgisini çeken görüngülerle (phenomenea) ve Elekromagnetik Dalgalan açıkladığı ZANNEDİLEREK; şimdiki "Atom Modeli", keyfî olarak veya zaruretten dolayı kabul edildi. O gün için bekli haklı olabilirlerdi. Ancak, Günümüzün Fiziği, henüz değil "Gravitasyon"un kaynağını keşfetmek, en küçük bir ümit bile veremiyor... Çünkü, gerçekten Atom'u ve fonksiyonlannı tanımıyor., hiç!

Bugün bilinen Atom ile gerçek Atom'un yapısının ve fonksiyonlannın uzaktan yakından herhangi bir ilgisi yoktur.

·        * Kuantum Fiziği, Atom'u ve gerçek fonk-siyonlannı biraz olsun tanımış olsaydı, çevreyi radyoaktiviteden koruyacak düzeneği kendiliğinden keşfetmesi gerekmez miydi?

·        * İnsanlar, böcekler gibi ölürken en küçük bir ümit bile veremiyor. Zira Atom, şu anda bilimin anlayıp, anlattığı ve zannettiği şeyler değildir.

* Bilim, gerçekten Atom'u tanısaydı ihtiyar elementlerin en ağın olan 92 Atom numaralı " Uranyum" u çarşı-pazar gezdirip, tabanca patlatmaya meraklı çocuklar gibi Güney Yanmküre'de parçalamazlardı.

Yalnız "ATOM BOMBASI" olarak değil; Uranyum’u zenginleştirip, çubuklar halinde Güç Santralleri'nde durmaksızın kullanmak; durmaksızın Atom Bombası patlatmaktan daha fazla genleştirmiyor mu Yerküre'yi çevreleyen dengeyi? (Genleşme ifâdesini kat'iyyen bir Balon'a benzetmeyiniz. Bunu hazırladığım diğer bültenlerde açıklıyorum). Bilim adamlannın şu anda doğruyu söylemeleri gerekmez mi? Doğru olanı yapmalan gerekmez mi?

"Radyoaktive parçalanma neden böyle bir genleşmeye sebep olsun?" diye sorarsanız. Cevaben derim ki:

Nükleer parçalanma ile ortaya çıkan korkunç sonuçlara -soruların yerleri boş kalmasın diye- bir takım cevaplar vermişlerdir herhalde! 30 senedir, köşe bucak aramama rağmen varsayımlarla başlayıp, varsayımlarla biten cevaplardan başka bir veriye rastlamadım dersem, pek abartmış sayılmam.

Şu cümleyi birkaç gezegen arasına yazıp da asmak isterdim bir yerlere:

"Bilim gerçekten Atom hakkında öz bilgiye sahip olsaydı, değil bomba yapmak, deney yapmak veya Güç Santralleri'nde kullanmak; Uranyum’u sadece gerçek Atom bilgisine ulaşmak amacı ile, Yeryüzü'nde kontrollü, ancak bir iki laboratuvarda dengelice kullanırdı."

Bilim gerçekten Atom'u tamsa idi, bugün Ozon tabakasının, niçin (N) ve (S) alan çizgilerinin yoğun olduğu bölgelerden yırtıldığını biraz olsun açıklardı, değil mi?

Bu da, bilim dünyasına ikinci kanıttır.

Süper güçlü magnetik ve elektrik alanlara sahip Jüpiter bize yaklaştıkça Ozon'un yırtılması hızlanacak, uzaklaştıkça da yavaşlaya-caktır.

Bilim; Allah'ın bir lütfü olan 92 numaralı elementi; Evren’i, öğelerini keşfetmek, en küçük Evren'i (micro evren) deşifre etmek için eğitici bir ipucu olarak kullanacağına, keşfettiği ilk cümle ile "Bomba" yaptı...

insanoğlu geleceğine çalıştığı oranda, insanlığın sonunu getirmeye de çalışıyor. Şaşılası bir gerçek var karşımızda!...

Tehlike 2. Ozon'a sıçrarsa ki, böyle giderse önümüzdeki 6-8 sene içinde sıçrayacaktır; 2. Ozon'da küçük, fakat milyarlarca delik açacaktır.... Allah korusun, gerçekten Allah korusun, ancak korusun demekle olmuyor ki! Allah'ın verdiği bilgiyi, yeteneği dengelice ve akıllıca kullanmakla oluyor. Yalnız bir zümrenin elektrik ihtiyacı için Mavi Gezegeni mahvetmememiz gerekmiyor mu?

Büyük Sahra'da yapmam gereken bir takım deneyler için; Halliburton Petrol Şirke-ti'nde çalışmak zorunda kalmıştım. 1978-79'larda şirket yetkililerine de sızlanarak resmen açıklamıştım ki; "Balinaların, yunusların şarkıları ve toplu intiharları da çok şey anlatıyor... Önümüzdeki 8-10 yıl içinde Ozon Kuzey ve Güney magnetik yarım kürelerinden yırtıla-çaktır" diye. O şirket yetkililerinin bugün şahit olmaları gerekir ki, o gün bana "Sen en akıllı delisin!" diye takılmışlardı. Aynı olay Bahreyn'de de olmuştu. 1977'de "Dünya Atlantic in Akıbetine Gidiyor" adlı kitabımı yazarken bir takım deneyler ve çalışmalarım esnasında, Atom'un gerçek kimliğini kavramıştım. Özellikle daha ağır elementlerin (Radyum, Radon gibi) tesbit edilebilen radyasyon spektrumundan daha başka enerji biçimleri, tahrip özellikleri, özellikle de (+)tive gravitas-yona geçiş (dönüşüm) için, 2. Ozon'u rahat gagalayabileceklerini sezdim. Bu çalışmalarım sonunda şu kanâate vardım:

Uranyum ve daha ağır yapay elementlerin kullanımı böyle giderse, değil Ozon çifti kondansatörü; yerin magnetik alan çizgileri, şu nedenlerdendir ki; karşı gezegenle olan dengesi bozulacaktır.

·        * Magnetik alan çizgileri içinde kalan (bu bültende açıklamayacağım) bir diğer enerji; Kozmik Enerji (açıklamadığım o enerjinin çiftidir) fırtınaları ile yoğunlaşıp (consist ener-gy) o enerji çiftini oluşturacaklardır.

·        * Yerküre'nin demir silikat atomlarını sıkıştıracaktır. Dünya'nın (N) ve (S) magnetik alanlarını belirleyen (ki bunu Dünya ilk doğduğunda tayin etmişti) demir atomlarının magnetik alanlarını daraltacağından, Dünya'nın elektriksel alanı maksimum seviyeye çıkacaktır. Buna yerin magnetik alan çizgileri denge itibarı ile güç yetiremiyecektir. Diğer gezegenlerle olan magnetik denge bozulacaktır. Özellikle Jüpiter'e yakın olduğumuz an!

* Böyle bir olay ânında; iç ve dış gezegenlerle olan magnetik-elektrik-gravitasyon balansını (momentum) durmaksızın kontrol (feed-back) eden uydumuz Ay; kendi magnetik ekvator çizgisinden, tam iki eşit kütleye bölünerek parçalanacaktır.

Diğer tarafını hem anlatmaktan korkuyorum, hem milyonlarca çocuk için, Mavi Gezegenin güzellikleri için yüreğimden ağlıyorum.

Bu açıkladıklarımın içeriğini ancak bizim keşfettiğimiz Atom fonksiyonları ile açıklayabiliriz. O yüzdendir ki, ayrıntılara bu bültende giremeyiz. Ayrıntıların tamamı ” Evren ’de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımızda açıkladık.

Şimdi, oldukça sınırlı olarak açıklayacağım nedenledir ki, insanlık tarihinin uğradığı ikinci müthiş tehlikedir. îlki 80 veya 100 asır kadar önce Atlantis'in atomlarına ayrılmasına neden olan olayda gerçekleşmişti.

·        1) Atomların oluştuğu en son elementleri ve atomların gerçek yapı ve fonksiyonlarını KESİNLİKLE KEŞFETTİM. Bilim dünyasına çok yakında tüm ayrıntıları ile birlikte sunacağım. Ancak, günümüz Atom anlayışı ile en küçük bir benzerliğinin olmadığını da hatırlatmak isterim.

Bu elementlere PDCS (Paır Duhan Cyris-tal Silks) dedim. Zaten başkaca bir şey de olamazdı.

·        2) Istisnâsız bütün Atomların temel malzemeleri PDCS elementleri ve üç boyutlu fonksiyonlarıdır; PDCS'nin "zaman ile" ters yönde bütünleşmesidir.

·        3) Farklı atomların (elementlerin) sebepleri; atomları oluşturan elementlerin (PDCS) oluşturduğu alanların nicel farklılığı, sonuçta atomun nitelik farkını getirir ki, bu da farklı atomlar var, demektir.

·        4) Evren'de bütün atomlar sadece HİDROJEN atomlarından; Kozmik element üreten koridorlarında; farklı basıncm-ısının ve zamanın farklı seviyelerinde, farklı atomlar olarak oluşmuşlardır.

·        5) Hidrojen atomları da PDCS elementer kristallerinden oluşmakla beraber; önce Hidrojen, Hidrojen'den, sekiz farklı atom, sekiz farklı atomdan ise; Evrenler, Galaksiler, her şey yaratılmıştır.

·        6) Atomların yapısal malzemeleri aynı olmasına rağmen farklılıkları; atomun dış dünyadaki davranışlarını belirleyen, magnetik- elektrik alanlarının nicelik farklılıklarıdır. Bu da, "Farklı fonksiyonları olan atomlar var", demektir.

Soruyorum: Radyo dalgalan, ışık, ışımalar, iletkendeki elektrik akışkanlığı (!) mutlak (salt) ışık hızında yayınır, neden?

Bu soru ve tutarlı ipucu 19. Yüzyılın baş-lannda ele alınsaydı, bugün bunlar olmadığı gibi, Mavi Gezegen çok daha mutluluk sergilerdi....

Işık, radyo dalgalan, ışımalar vb. Uzay'da nasıl olur da mutlak ışık hızı ile yayınırlar? Cevap, 6 numaralı paragrafta başlamıştı.

·        7) Madde-Enerji eşdeğerliliğini ifâde eden Einstein dehâsının meşhur; ” e= mc2” denklemini bir basamak olarak alıp "e= mQ" olarak; Evren'i ve bütün öğelerini aynntılan ile ifade eden, tüm görüngüleri kucaklayan bir hâle getirdik. (Çalışmalarımda (£2) omega sayısı özel bir sayı sâbitesidir, bilim kurullarına yakında sunacağım).

·        a) Şayet "e= mc2" denkleminin bilimsel felsefesi tam olarak kavransa idi; doğal olarak "c=m.Q" denklemi kendiliğinden açığa çıkardı; ve 100 kilotonluk bir nükleer parçalanmanın ne haltlar yapacağı daha önceden kesinlikle bilinirdi.

Eski denklem bir tahmin yapabilmekle beraber, "Bomba" da yaptı... Ozon'un yırtılmasını sağladı. Kim inandırabilir beni ki; bu denklemin temel içeriğinin tam olarak anlaşıla-bildiğine?

·        b) Şayet "e=mc2" denkleminin temel felsefesi tam olarak kavransa idi, doğal olarak; yalnız maddenin eneıjiye değil, enerjinin de maddeye dönüşümü açığa çıkardı. Biz bu gerçeği de şöyle kanıtladık:

M=(f2 ). (273,162)

M, gram olarak "Kütle'dir.

(Q) omega; bize ait özel bir sayı sâbitesidir.

273,16 2 bir Kelvin karesi'dir. (Bu bültende Omega sâbitesıni açıklamayacağım).

ENERJİ; bize göre sadece termodinamik bir dönüşüm olgusudur. Yani, şu anda bilime ifâde ettiği anlamı veya alışılagelmiş ifâdesini bize edemiyor.

Enerjiyi; termo-statik zamanın kozmodina-miğe geçişinde, termo-dinamik bir zaman olgusu olarak KANITLADIM.

Madde, enerjinin değil, ZAMANIN YOĞUN OLDUĞU YERDİR.

Enerji; kütlenin PDCS elementere veya PDCS'den kütleye dönüşüm sürecinde açığa çıkan, psikolojik zamana ilişkin AN'lık olgulardır. Işı, ışık, ışımalar, radyo dalgalan vb enerjidir.

Nükleer parçalanma esnasında veya sürekliliğinde açığa çıkan PDCS elementer fırtınala-n, Yerküre'nin magnetik alan çizgilerinin yoğun olduğu odağın sonsuza yönelik çizgilerine doğru uçuşarak Uzay tarafından emilirler. Bu olguyu günümüz Atom anlayışı kat'iyyen anlı-yamaz. Daha doğrusu, günün Atom anlayışı ile açıklanamaz.

Bizim Atom model ve anlayışımız; bütün Evren'i kucaklayan öğretisi ile; bütün cisimlerin karşılıklı etkileşimleri ile; günümüz biliminin henüz keşfedemediği radyoaktive bir diğer parçacıkların Uzay tarafından, özellikle de Jüpiter tarafından emilmesi gerekiyordu... Nitekim oldu da! Ozon tabakasını yırtarak.

Çünkü Atom'un yapısında Gayger sayacı ile aslâ tesbit edilemeyen ve Atom'a egemen bir diğer parçacık daha vardır. Radyoaktive parçacık fırtınalarının (ki bunlar kararsız, istikrarsız atom kabukçuklarıdır) zayıf bulduğu metabolizma hücrelerini parçaladığı gibi, Gayger sayacının tesbit edemiyeceği bu parçacıklar da (E= m. Q)x gereği bir yerleri parçahya-caktı....

Adı geçen bir yerler; Yerküre'nin (N) ve (S) magnetik kutup bölgelerinden başlıyarak Ozon tabakasını incelttiği, deldiği yerlerdir...

Patlayan bombalara, Güç Santrallerini ısıtan Uranyum çubuklarına; insanlık, çocuklar, Mavi Gezegen çok şeyler borçlu, çok...

ihtiyar elementlerden olan ve durmaksızın kütle kaybeden Uranyum'dan ve onun yardımı ile (ısısı) Hidrojenin kaynaştınlmasmdan yararlanıp bir şeyler yapılması...ATOMUN KEŞFEDİLDİĞİ ANLAMINA GELMİYOR Kî...

"Zamana göre değişen magnetik bir alan (hareket eden) veya mıknatıs bir çubuk; elektriksel bir alanı da birlikte veya ayn taşımıyor ki!... Taşıyamazdı da üstelik!..." dediğimde; bilim adamları önce gülecekler, sonra sandalyelerine yaslanıp, "Bu neyin nesidir ?" diyeceklerdir.

Ancak, bütün çalışmalarımı ve teorilerimi tüm Dünya'ya ve diğer gezegenlerin de bilim dünyasına; yine aynı deneylerle... KESİN KANITLARLA.. isbat ettiğimde ben gülmeyeceğim, sadece bilimin, insanların, çocukların geleceği için sevineceğim.

Magnetik hareketin bilimi yaklaşık 100 yıldır yanılttığı, bugün de ayni yanılgının sürdüğü NOKTA BURASI ÎDl...

Oysa, herhangi bir magnetik çubuk veya alan, ELEKTRİKSEL ALANLARIN EN AZ OLDUĞU MEKÂNDIR; nasıl olurdu da elektriği de birlikte taşırdı?...

Rowland'dan günümüze kadar bütün deney ve verileri ile, bu deneylerin başlangıcında ve sonunda; kesin kanıtladığım bu NET SONUÇ; bana Mikro-Evren'in (Atomun) tüm kapılarını ardına kadar açmıştı, işte bu noktadır ki; OZON TABAKASININ NASIL VE NEDEN YIRTILDIĞINI, en önemlisi de, HANGİ

YÖNTEMLERLE TEKRAR KAP ATILABİLECEĞİNİ ÖĞRETMİŞTİ

Son paragrafa kadar anlattıklarım; bu sonucu destekleyerek açıklamak içindi.

Einstein dehâsının düşünce ufkundan gelen bir sözü bana hep ilham vermiştir. "Ev-ren'in mutlak kanunları sizin onların olmasını arzu ettiğiniz gibi değildirler... Onlar, olması gerektiği gibidirler."

Ne yazık ki hem bu mükemmel cümleyi kullandılar, hem de magnetik alanın elektriksel bir alanı da birlikte taşıdığını (biraz fazlaca arzu ettiler ki) birlikte taşındığını fiziğe teori olarak mâl ettiler...

Ancak; şu anda bilim adamları da çok haklı olarak (kendilerince haklı olarak);

-”Peki, nasıl olur da; hareket eden magnetik bir çubuğun önündeki kangal telde (iletkende) elektrik akımı oluşur?" diyecek- . lerdir.

ÎŞTE! 100 yıl önce de, bugün de bilimi çıkmaza sokan, Ozon çatlağının sebebini gi-zemliyen NOKTA BURASI İDİ... "Nasıl, neden?" sorusu idi.

Bu sorunun üzerine hiç bir fizikçi gidemedi, hatta sormadı bile. Onun, için önemli olan bugün bile eksik tanıdığı elektromagnetik dalgalardı. Oysa gerçek sonuç, o gün için de, bugün için de tüm eziciliği ile durup,duruyor karşımızda...

ATOM; BU NOKTAYI AÇIKLADIĞIMIZDA, ANCAK KAPILARINI BİLİME AÇACAKTIR ... Senelerdir sızlanıp ağladığımı çok hatırlarım... "Milyarlık’ laboratuvarlar-da o nimetler içinde nasıl olur da bu apaçık gerçeği bulamazlar?" diye.

Mavi Gezegenin; canlılarının, çocuklarının, insanlarının korkulu bekleyişlerini ALLAH'IN ÎZNt ÎLE GİDERMEYE HAZIRIZ...

Geç kalmadan, hiç vakit kaybetmeden; Ozon tabakasının yırtılan bölgelerini kapatma operasyonumuz hazırdır.

Açıklayacağımız bilimsel prosedürümüzün uygulanması ile en geç iki yıl içinde, OZON TABAKASININ YIRTIĞINI KAPATABİLİRİZ (25).

En derin saygı ve hürmetlerimle

Buharah İbrahimoğlu

AZİZ KEMAL BURKAY

Fizik-Elektronik Uzmanı

ÇİZİMLE İLGİLİ NOT:

(N), (S): Magnetik elementlerin kutuplan.

(n), (s): Magnetik alan çemberlerinin sonsuz çizgisi.

(q): Alan çemberlerinin ve kınmmın (diffrac-tion) maksimum yoğun olduğu bölgelerdir. Bu bölgeler magnetin TAÇ’ıdır.

(NL) : Nörtr-line (nötr çizgi) ile ifade edilen bölge; kütlenin mutlak (salt) ekvatorunu tayin eder. Çizimde "disk" olarak belirtilmiyor.

Ekvator diski dış dünyaya karşı mutlak nötr'dür ve müthiş ince bir arahkcıktır. Dışa karşı "Nötr" ifâdesi ile anlatmak istediğimi; "Dışa karşı bir şeyler varsa, içe karşı da bir şeyler olması gerekmez mi?" şeklinde sorulann tamamını kitapla-nmda aynntılan ile açıklıyorum; ancak şekilde görülen magnetik çubuğa ve alanı belirleyen çemberlere dikkatlice bakınız. Fizikçi Evren'in düşünce gücü ile, zihnin gözlüklerini takıp, aklın matematiği ile... inandığınız kutsal değerler adına söyleyiniz, ELEKTRİKSEL ALAN BUNUN NERESİNDEDİR?

Elektriksel alan "Kangal telde" değildir!

Kimsenin aklına gelmedi mi, "Magnetik çubuklar neden iterler veya neden çekerler." diye! Sadece, 25 yüzyıl kadar önce yaşamış Miletoslu Thales'in cevabını vereceksiniz... Kalsın!...

Thales de biliyordu, magnetik taşların itişip-kakıştığını... Fakat, neden?

"Artık alana eskisinden daha anlamlı bir şey (!) gözü ile bakmaya hakkımız vardır.. Görüngülerin (phenomenea) tamamı için gerekli görünen YALNIZ ALANIN ÖZELLİKLERİDİR. KAYNAKLARIN HİÇ ÖNEMİ YOKTUR!...

Fakat ne hikmetse (!) bugüne kadar alanın HİÇ BİR ÖZELLİĞİ DE BELİRLENEMEDİ! İşte, Atomun gerçek sırlarını ve gerçek kimliğini tarihe gömen bu cümleyi, Einstein dehâsı söylüyordu.

BÜLTEN 2

e = m..Q ” DENKLEMİ

Yaklaşık 30 yılı aşkın bir zamandır; deney ve çalışmalarım geniş bir alanda Fizik, Kuan-tum Fiziği, Astro-Fizik, Tarihler Öncesi Çağlar vb. alanları kapsar.

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım ve kesin sonuçlandırdığım bilimsel verilerin bir bölümünü Bilim Dünyasına sunuyorum. Bilimsel çalışma, düşünce temel ilkelerinin ve verilerinin birbirinden kesin çizgilerle aynlamıyaca-ğını biliyoruz. Ancak, bu bültende çalışmalarımın bir bölümünü başlıklar halinde belirtmek zorundayım. "Evren'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda ayrıntıları ve kanıtlarıyla Bilim Dünyasına sunuyorum:

·        1. Atomları oluşturan elementer cevheri ve atomların işleyiş biçimlerini kesinlikle keşfettiğimi, kanıtlamaya hazır olduğumu bilim dünyasına bildirmek isterim.

Bu. elementlere DUHAN KRİSTAL İPLİK ÇİFTLERİ (Pair Duhan Crystal Silks, kısaca PDCS) dedim.

Bu elementler iki ayn halde kaynaşarak atomları oluşturuyorlar. Enerjinin kütleye, kütlenin eneıjiye dönüşüm olgusundaki temel elementler.

·        2. Işık, ışımalar, radyo dalgalan Uzay'da PDCS Evreni'nde ardışık dalgalar halinde yaymıyorlar. Fotoelektrik görüngü ne yazık ki bu gerçeği doğrulayan kesin kanıtlardan birisidir. Eksiksiz diğer deney sonuçlan gibi!

·        3. Uzay niçin bütün ışımalara 300.000 km/ sn hız sının ve EŞİTLİĞİ yasasını getirmiştir?

·        4. (Çağdaş bilimin dili ile) neden küçük tanecik -+ daha fazla enerji, daha yüksek frekans -» daha girgin görüngü (phenomenea)?...

·        5. Niçin durmaksızın üstün denge-kontröl eğilimi?...

·        6. Niçin aynı elementlerden yapılmış farklı elementler, atomlar?...

·        7. Neden magnetik alanlar?...

·        8. Neden gravitasyon?...

·        9. Neden elektriksel alanlar?...

·        10. Neden üç boyutlu taneciğin zamandaş DÖRT kararlı kinetiği?...

·        11. Radyoaktive parçacıklar nedir, ne değildir?...

·        12. Evren'e ve olagelen her şeye ve bize egemen olan dört ilişkin zaman nedir?...

·        13. Neden enerjinin kütleye, kütlenin enerjiye dönüşümü?...

·        14. Evren neden kendi sınırlan içinde FIR dönerek, SADECE GENLEŞME eğilimindedir?...

·        15. Radyoaktive parçacıklan belirli noktalara yönlendirebilir miyiz?.. Çevreyi radyoaktiviteden koruyabilir miyiz?...

Bunlar, bilimsel çalışmalanmın, deneyler ve kesin kanıtlarıyla, Evren'e bakan ufkunda bilime, insanların menfaatine sunmaya hazırladığım sonuçlardır.

Dileğimdir ki; bilim silâh yapmak için değil; mutluluk, barış, uygarlık, sevgi getirmek için düşünür...

"E=m.c2” DENKLEMİ

"E=m.c2" denîdeminin ve felsefesinin, Evrenin mutlak çemberinde, bir başka tarafını açıklamak istiyorum.

Ancak, Einstein dehâsının hata yaptığını söylemek gibi bir anlam çıkartılmasın. Kesinlikle böyle bir düşüncemiz olamaz. Buna karşın Einstein adına olan hayranlığımı anlatabilmem, zaten mümkün değildir.

Ancak bilimin; Evrensel sevgiyi simgeleyen gelişiminde, her teorinin gelişmeye, yenilenmeye ihtiyacı olduğu da bir gerçektir.

Maddeyi, enerjinin yoğun olduğu yer olarak kabul eden e=mc2 denklemine göre kütle büyüdükçe (bu büyüklük gram olarak alınmıştır) daha çok enerji açığa çıkar. Mesela, alışılagelmiş bir örnek:

Kütle ağırlığı 1 kg olan Uranyum parçalanmasında açığa çıkan eneıji; ısı değeri 7000 kcal/kg olan 2800 ton taş kömürünün yanarak açığa çıkaracağı enerjiye eşit eneıji sergiler. Şayet Uranyum 2 kg olursa, açığa çıkacak enerji 2x 2800 = 5600 ton taş kömürü enerjisine eşdeğer olacaktır.

Buna karşın, yine iyi biliyoruz ki; atomların iç dünyalamda ise tanecikler (partide) küçüldükçe eneıjileri dış dünyanın tam tersine artıyor. Atomların iç ve dış dünyaları arasında net bir farklılık ortaya çıkıyor. Gamma ışıması ile Kızıl Işık ışınlan arasındaki ilk belirgin fark; Gamma ışıması yapan taneciklerin Kızıl Işık ışıması yapan taneciklerden çok daha girgin ve çok daha küçücük şeyler olmasıdır (26).

Buna göre " e = mc2" denkeleminin o gün için ele almadığı birçok aynntının ve görüngülerin (phonemenea) gözünden birşeylerin kaçabileceğini düşündük.

Denklemin temel ifâdesi; kütleyi eneıjinin yoğun olduğu yer olarak kabul edip, birim kütlede (gram olarak) yoğunlaşmış (!) enerjiyi ararken (ki enerji kavramına en küçük bir açıklama getirilmemesine rağmen, biz bu noktaya açıklık getirdik) kütleyi Işık Hızı karesi (c2) büyütüp elde edilecek değeri "Erg" olarak kabul eder. Erg değerini kaloriye çevirip, d kütledeki eneıjiyi. böylece tayin eder. Denklemin "e" değeri Erg olarak aranan değerdir; "c2" cm'de Işık Hızı'dır, "m" gr. olarak kütledir. " e = mc2" denklemi kütlenin enerjisini arar...

ANCAK, HANGÎ ELEMENTLERİN

KÜTLE ENERJİSİNİ, denklem bunu kat’iy-yen düşünmez. Altının mı? Gümüşün mü? Uranyumun mu? Wolframm mı? belli değildir. Oysa, her element önce Hidrojen (27) atomlan-nm kosmosun kütle (madde) üreten koridorlarında, süper (kozmo-süper) yüksek ısının ve basıncın farklı seviyelerinde ve FARKLI ZAMAN ÇİZGİLERİNDE kütleye dönüşümleriyle oluşmuşlardır.

Bu gerçek görüngü; "Zaman —> Kütle —> Hayat Çemberi’’nin en hassas ancak şimdiye kadar keşfedilmemiş çizgisidir. İşte bu nedenlerledir kıj HER ELEMENTİN FARKLI ERGİME DEĞERLERİ VARDIR, DEĞİL Mî?

Bunun içindir ki "e=mc2yerine; "Enerji-Hız-Zamân-Mesafe" kavramlarına kararlı anlamlar getiren ”e= m.£2 ’’ ifâdesini benimseyebiliriz.

Omega (£2) elementin ergime ısı derecesi değeri ile ışık hızı karesini (c2) çarparak elde edilir. Işık Hızı karesi ifâdesi, santimetredeki Işık Hızı'dır. Niteliğine göre her element için değişen ve birim kütle olarak 1 gramı ifade eden bu sayı elementin mutlak atom enerjisini belirleyen bir sayı sâbitesidir.

Örnek olarak, 1 gram demir (Fe) kütlenin ve altının (Au) PDCS elementlere dönüşümünde açığa çıkacak olan atom enerjisini tayin edelim:

e = Erg olarak aranan eneıji,

c2 = Işık Hızı karesi (9 x 1O10) cm'de ışık hızı,

m = gram olarak kütle (mass),

En = Ergime noktası,

1536 C ° = Demirin (Fe) ergime noktası, 1063 C° = Altının (Au) ergime noktası.

Buna göre, 1 gr. demirin (Fe) mutlak atom enerjisini tesbit etmek için

e = m. £2—> e = (m). (Fe-En. c^) —>

e = (m). (1536.9O10) 1,3824.1014 = ERG

Bu değer, birim kütlede demirin (QFe) omega değeridir. Yani, demirin birim kütle olarak tam atom enerjisi sayı sâbitesidir.

1 ğr. Altının (Au) tam atom eneıjisini tesbit etmek için:

e = m. Q —> e = (Au). (Au En. c2) —>

e = (m).(1063 x 9Olo)=9,576x 1013 = ERG

Bu değer de birim kütle olarak altının (Q Au ) Omega değeridir. Altının birim kütledeki tam atom enerjisi sayı sâbitesidir.

Denklemin genel ifâdesi:

Enerji = (Kütle) . (Ergime Noktası x Işık Hızı karesi) aranan elementin birim kütle itibariyle Omega (O) sayı sâbitesidir^

Ergime derecesi her elementte ayrı bir seviyededir. Bu ayrıcalığın nedeni ise; farklı elementlerin farklı atomlardan oluşmuş olmasıdır. Her atomun farklılığı ise farklı elementer yapıda olmasındandır. Bu yüzdendir ki, atomların farklı enerji seviyeleri vardır.

Dolayısiyle herhangi bir elementin ahnan birim kütlesinin tam atom enerjisini tesbit etmek için, kütleyi ergime ısı değeri ye ışık hızı karesi değerleriyle büyültmek gerekirdi.

Birim kütle olarak 1 gramı referans olarak alalım: Herhangi elementin ergime ışı değerini, Işık Hızı karesiyle çarparak o elemente özgü bir Omega değer sâbitesi belirleriz.

1 gr. Fe için = (1536.9O10) = (Fe)'nin Oriıe-gası olur. 1 gr. demirin atom eneıjisini artık (Q Fe) şeklinde ifâde edebiliriz.

Her element için birim kütle olarak Omega belirlersek, denklemi şöyle sâdeleştirebiliriz:

e = m. Q —> yani e= (m). (Q Fe), veya, e = (m) .(Q Au) olur.

Omega (O) artık sâbit bir sayı değildir. Elementlerin ergime ısı değeri ve cm'de ışık hızı sayısı ile değişen bir değerdir. Çünkü, elementlerin atom enerji seviyeleri farklıdır.

Böylece, fizikte her elementin birim kütle olarak atom eneıjisini belirleyen bir sâbite olarak Omega Cetveli belirlememiz gerekir.

Örnek: Demir için Omega sâbitesi:

(e = m O) -> e = (m). (Fe En. c2)->

e= (m) . (1536.9O10) = 1,3824 x 1014 değeri birim kütle olarak demirin Omegası'dır. Yani; 1,3824 x 1014 = ( W Fe) sâbitesi olur ve ERG olarak dir.

ATOMİK ENERJİ

Biz şimdi elementlerin ( Q) sâbitesini açığa çıkaracak olan Erg'den kalori'ye, ısı, ışık, radyoaktiv vb. eneıjileri bulabilmek için de-ğerlendirmiyelim. Konuyu verileriyle düşüncelerimizin bilimsel ayrıntılarını alışılmadık yöntemlerle irdelemek amacıyla;

"Hız - Zaman - Kütle - Mesafe" kavramlarıyla iç içe araştıralım. Hangi ayrıntıların gözden kaçabileceğini birlikte düşünelim:

Gerek "e=mc2" denkleminden, gerekse bizim önerdiğimiz "e = m. Q" denkleminden anladığımız felsefeye göre, birazdan yüzeyde irdeleyeceğimiz düşüncelerle; eneıjiyi de kütleye dönüştürmemiz gerekir. Eski düşünüş böyle bir ayrıntıyı ele almaz.

Ancak, enerji ifâdesi alışılagelmiş ve bir şey ifâde etmeyen nitelikleriyle bize o anlamda hiç bir şey ifâde etmiyor. Bize göre enerji; dönüşüm süreçlerinde "Termo-dinamik" bir olgudur. Buna mukabil, bu bülten boyunca "Enerji" ifâdesini; atomların tüm enerjilerini açığa çıkardıkları "an"lan, süreleri ifâde etmek için kullanacağız. Çünkü, bize göre "madde"; atomları parçalandığı an veya ısı, ışık, ışıma saçar hale geldiği an; kütlenin bir bölümü PDCS elemen terlere, bir bölümü ise kararsız parçacıklar olarak, ta ki PDCS'ye dönüşünceye kadar durmaksızın eneıji sergileyerek evsiz-barksız gezinirler ki, buna da "Radyoaktiv Parçacıklar" diyoruz. Bu konuyu, bu bültende yüzeyde irdeleyeceğimizden yanlış bir ifâde kullanmaktan kaçındığım içindir ki, bu açıklamaya gerek gördüm.

Enerji'nin Kütle’ye dönüşümü daha önce hiç dikkate alınmamıştır. (Bu cümleyi; PDCS-’yi kanıtlarken ve kanıtladıktan sonra aynen şöyle ifâde ediyorum: PDCS'den kütleye, kütleden PDCS'ye dönüşüm, olarak). İşte, bu çizgide açığa çıkan termodinamik görüngü (pheno-menea) ENERJİ'dir.

Örnek olarak demirin oluşumu için Koz-moIojik-Mutfak'ta (koridorlarda) hidrojen ve sekiz farklı atomların demir kütleye dönüşümünü, demir kütlesi oluşumunu şöyle tayin edebiliriz:

M = (Q Fe). (273,16 2)...

Demiri örnek aldığımız için;

MFe = Eneıjiden (PDCS'den) kütleye dönüşecek element.

(QFe) = Demirin bilinen (£2) Omega değeridir.

273,162 = Mutlak sıfır K2, Kelvin sayısı karesi'dir.

M= (£2 Fe) . (273,162) değerindeki bir ısı ve o ısının oluşturduğu basınçta kararlı Hidrojen atomları ve sekiz farklı temel element atomları, kararlı element olan (Fe) kütlesini oluşturmuşlardır.

Bu denkleme geri sayma işlemi kazandırıp; e= m.Q ile doğru yönde birim kütleyi tayin edip; M= (mû) . (273,16 2) sine göre ne kadar kütle oluşur, hatta birim kütle için ne kadar termodinamik zamana ihtiyaç vardır, bulabiliriz.

Buna göre, kısa bir ifâde ile şunu belirtmek isterim. PDCS'den Kütle'ye, Kütle'den PDCS'ye veya kütleden farklı Kütle'ye (Uranyum'un dönüşümünde bir kısım kütlenin Kur-şun'a dönüştüğü gibi) dönüşümlerde açığa çıkan bütün görüngüler ısı, ışık, ışıma, basınç, radyasyon vb. enerji türleridir. Ancak radyoak-tiv serpinti, kalıntı kesinlikle enerji değil, ta ki PDCS'ye dönüşene dek enerji sergileyen kararsız atom parçacıklarıdır. Hızlan da asla Işık Hızı’nda değildir. Buna mukabil, sergiledikleri enerjik dalgalar PDCS ile dolu Evren'de Işık Hızı'ndadır.

Bu dönüşümlerde kütlenin bir bölümü enerjik radyoaktiv parçacıklar (hiçbir kararlılığı olmayan atom parçacıkları) Uzay'a, çevreye uçuşurken büyük bir bölümü de diğer kütlelere yeni bir düzene kavuşmak için sıvaşırlar. Bir bölümü de PDCS elementerlerine tamamen dönüşür.

Bu bültenin dışında olmasına rağmen kısaca belirtmemde yarar vardır sanırım. Yakında bilim kurullanna PDCS elementlerini kanıtlarken, atomun gerçek kimliği tüm açıklığı ile bir anda sergilenecektir. Gravitasyonun kaynağına kadar tüm gizemler bir anda açığa çıkacaktır. Üzülerek ifâde edeyim ki, yaklaşık 100 yıldır atomun tamamen yanlış anlaşıldığı "Biraz üzücü, ancak gerçek olarak da" karşımıza çıkacaktır.

Çalışmalarımızda "Kelvin karesi" nin temel felsefesi şudur: Kozmolojik süper yüksek ısılarda ve o ısının oluşturduğu basınçlarda ikinci, üçüncü ve diğer ısı basınç halkalarının, olay merkezindeki kinetiği yavaşlatmaya, yani soğurmaya, yani daha az hareket etmeye zorlayan, merkeze yaptığı karşı kuvvetin karakteridir. "Kozmolojik Basınç (Cosmo-thermo-pressure)" demek istiyorum. Bu, şu anlama gelir: Böyle yüksek ısılarda ikinci, üçüncü ve diğer ısı halkalarına göre merkez bölgesi daha serindir. Ancak, bu farklılık geçicidir ve Uzay’ın çevre ısı enerjisi, Kozmodinamik zamana göre ortama hâkim olacaktır.

Böyle süper yüksek bir ısı olayının başlama ve bitme ânında milisaniyeler seviyesindeki süreçlerde birçok element kimlik sahibi olmuştur. Artık sonucu soğurganlık halinin kararlılığı ve kozmolojik zaman belirleyecektir.

Böyle bir ısının oluşturduğu Uzay'da merkezden dışa yönelik etki çizgileri, merkeze yönelik tepkiye büyüklükçe eşittir. Ancak, yönleri terstir (Dinamiğin 3. prensibi).

Merkezden uçuşan eriyik kocaman ateş toplarına fır dönme momenti kazandıran; etki ve tepki kuvvetlerinin çemberin her istikametine, ancak zıt yönde olmalarıdır. Etki ve tepki kuvvetleri ters yönde olmalarına karşın, doğal olarak farklı hızlan vardır. Bu hız ve yön farklılığı Ateş Topları'na (Gezegen adaylarına) fırdönme momenti kazandırır. Gezegenlerin devinimlerindeki ilk hareketin nedeni budur. Kararlı devinimleri ise ileride açıklayacağım dört öğesel nedenlerdendir.

Böyle bir deneyde yönü merkezden sonsuza doğru olan tepki kuvvet çizgileri Kütle’yi PDCS'ye ayrıştırır. Bu çizgiler kararsızdır, yani "Merkezkaç Savurganlıkladır.

Yönü merkeze olan etki kuvvet çizgileri ise; kuvvet çizgilerini merkezde yoğunlaştırdığı için PDCS elementlerini soğurtup, basıncın ve zamanın farklı seviyelerinde çıkıştırıp, " Kütle" ye dönüştürürler.

Bu nedenledir ki, "Sıvı Metalik Hidrojen" çok yüksek basınçlarda oluşur. Jüpiter bunun için iyi bir laboratuvardır. Ancak, bizim gezegenimizde asla "Sıvı Metalik Hidrojen" elde edilemez Hatta, Jüpiter'den şu veya bu nedenlerle ithal edilse de sür'atle bozunacaktır. Çünkü, büyük kütlenin (Yerküre'nin) egemen kuvvetleri bu basıncı kontrol etmeye müsait değildir. Bu yüzdendir ki, günümüz biliminin ATOM'u hiç tanımadığını söyleyebilirim. Nasıl ki, Gezegenimizde ASLÂ ideal Küre yapa-mıyorsak, asla bu Gezegende Sıvı .Metalik Hidrojen de yapamıyacağız. Bunun içindir ki çağın bilimi ATOMU TANIMIYOR. Bu görüngüleri, Evren'i eksiksiz kucaklayan dinamiği ile bizim BUHARA ATOM MODELİMİZ ve fonksiyonları ve işleyiş biçimi açıklayabilir.

Jüpiter'deki Sıvı Metalik Hidrojen'in varlığıdır ki, bu kocaman gezegen müthiş bir elektriksel güce sahiptir. Elektriğin iletiminde Sıvı Metalik Hidrojen süper iletken karakteri ile elektriğe hem kendi bünyesinde işlerlik kazandırır, hem de diğer uyduları ve sistemdeki diğer gezegenlerle kominikasyonu durmaksızın dinamik tutar.

Özetle:

Kütle'den PDCS'ye dönüşümü; e =(m. Q) ile ifâde edeceğiz.

PDCS'den Kütle'ye dönüşümü; M= (Q) . (1273,16 28 29 30 31) ile ifade edeceğiz.

Bu dönüşüm süreçlerinde termodinamik zaman süresi, farklı enerji türlerinin sergilenmesini tayin eder.

Kütleyi; Hız, Zaman ve Mesafe kavramları ile alışılmadık yöntem ve ayrıntılarla düşünelim. Yine e= mc29 denklemini referans olarak alalım. Ancak unutmayalım ki, bu denklem farklı elementlerin farklı enerjilerini belirlemiyordu.

Şöyle düşünelim ve "e= mc29" düşüncesini elden bırakmayalım. Çünkü;

(e= m. Q) denklemi, " e= mc29" denkleminin bir basamağıdır.

km. (3 milyon km.) olacaktır. Tabii ki 10'uncu saniyeye sağlam ulaşabilirse...

Bu sefer, 1 gram demir kütleyi aynı deney ölçüleri ile sınırlayalım:

·        * 1 gr. demir kütlenin 10'uncu saniyenin son noktasında; ne kadarı, ne kadar eneıjiye dönüşür?

·        * 10'uncu saniyede artık malzeme, artık kütle var mıdır? Varsa ne kadardır?

Soru şudur: Bu deneyde 1 gr. altın veya demir 10 saniyenin sayılamayacak kadar çok hangi noktalarında, kütlesinin ne kadarını, ne kadar enerjiye dönüştürdü?, Daha birçok haklı sorular çıkabiliri Bunlar da pek önemli değil şimdilik...

Ancak, bu deneyde kütle büyüklüğü aynı olan her farklı element için farklı değerlerle karşılaşacağız, değil mi? Eski düşünce hiçbir şekilde bu ayrıntıları ele almaz. Ancak, "Bu ayrıntıların gereği nedir?" derseniz; bu ince-leklerin arasında gözden kaçan termodinamiğin gerçek bir yanı ile aldatıldığımız önemli noktalar var, kanaatindeyiz.

Şöyle de düşünebiliriz: 1 gr altın kütle Işık Hızı ile seyahate başladığı andan itibaren, kütlesini tam olarak 10 saniyelik cetvelin nangi noktasında sıfırlayacaktır?

Bunu HIZ ile değil de son derece haklı olarak (kendime bağlı) MESAFE ile ifâde edeceğim. Mâdem ki HIZ, iki nokta arasındaki mesafede olagelen bir ŞEYSE, ben haklı olarak olagelen o ŞEY'i değil de iki nokta arasını irdeleyeceğim. Sanırım, buna itiraz edilmez. Çünkü "Zaman", kendisini iki nokta arasında olagelen hallerle ve farklı hızlarla açığa çıkan-yor. Daha açıkçası "Zamanı" hep hareketle birlikte algılıyor ve herhangi büyüklüklerle farkına varmadan hareketle birlikte ifâde etmeye çalışıyoruz. Hareket olmadan veya herhangi iki nokta arasındaki herhangi hız olmadan... zaman bize hiçbir şey ifâde etmez, değil mi?

Işık 10 saniyede 305 x 10 = 306 km. ( 3 milyon km.) yol katedeceğine göre; " 1 gram altın kütlesi Işık Hızı seyahatine başladığı andan itibaren, kütlesini tam olarak 306 km'lik mesafenin (çizginin) hangi noktasında sıfırla-yacaktır?" şeklinde sorabilirim ve bunda da haklı olmam gerekir.

ZAMAN BÜZÜŞMESİ

Bundan eski düşünceyi de, birçok çağdaş düşünceyi de etkileyen birtakım garip ifâ-delerin gözden kaçırdığı önemli gerçekler çıkardık. Mesela, ZAMAN BÜZÜŞMESİ...

Devamla, aynı deneyleri 1 gram demir kütle için yaptığımızda da aynı sorulan tekrar sorabiliriz. Sonuçta, belirgin olan farklar ortaya çıkar. Zaten birim kütle olarak altın veya demirin Omega sayı sâbitesi farkları kendiliğinden açıklıyordu.

1: e= (m). (Q Au) =

9,567 xl O13


10

Kabaca altının her saniye için açığa çıkaracağı enerjiyi, her saniyede arta kalan kütlenin enerjisini açıklar;

1,3824x 1014

2: e = (m). (Q Fe) -

20

Demir'in her saniye için açığa çıkaracağı eneıjiyi, her saniyede arta kalan kütlenin enerjisini kabaca tesbit edersek;

Hemen göze çarpan fark; 1 gr. demir, altına göre 10 saniyede "Artık kütle" bırakacaktır. Yani aynı deneyde demir kütle, altın kütleden; ya daha fazla saniyeye ya da daha fazla mesafeye ihtiyacı olacaktır.

Bildiğiniz gibi kütle hemen "Pat!" diye enerjiye dönüşmez. Zamana doğrudan ilişkin bir olgudur. Fakat, bu ifâde de bizim için yeterli değildir.

MESAFE; Uzay'da gerekli olan iki nokta arasını da irdelemeliyiz. Şimdi, oldukça dikkatli izleyelim:

e = mc2 denkleminin uygulama felsefesini referans olarak aldığımıza göre; düşünce biçimi ne kadar çarpıcı olursa olsun tüm ayrıntıları ile denkleme egemen (c2) ifâdesi ortadadır. Işık Hızı karesi'dir. Işık Hızı karesi, bildiğiniz gibi 300.000 sayısının kendisi ile çarpımıdır. Bu da doksan milyar (9 x 1010)'dır.

Işık Hızı karesi ifâdesi; aynı zamanda ışığın 300.000 saniyede aldığı mesafedir. Işık 300.000 saniyede 9 x!010 km mesafe kateder değil mi? Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Buna göre e =mc2 felsefesinde, Işık Hızı 1 cm’de olarak ele alman bir büyüklüktür. Bunu da akıldan çıkarmayalım. Ancak, aynı amaçlıdırlar.

Bir cisim Uzay’da Işık Hızı ile seyrederse, kütlesi tamamen "Sıfır'’ olur; ifâdesi kalıplaşmış ve birçok ayrıntılardan yoksun olmasına karşın dikkatlice değerlendirelim, ifâdenin yoksunluğunu az önce açıklamıştık. Buna göre, Işık Hızında 1 gr. altın veya demir kütle eneıjiye dönüşümlerinde; dönüşüm mesafelerinin saniyelerinin sayılamıyacak kadar çok hangi noktalarında kütlesinin ne kadarını, ne kadar eneıjiye dönüştürdü veya nasıl sıfırlanırdı?

Ancak, denklemde " Işık Hızı karesi", yani 9 x İO10 rakamı var. Oysa, biz şimdi birçok haklı nedenlerdendir ki işlem sonucunda çıkan Erg enerji değerini dikkate almayacağız. Daha doğrusu, bu denklemin sonucu bizi ilgilendirmiyor. işlemin sonuç ile değil, uygulama yöntemi ile, yani temel felsefesi ile ilgileniyoruz. Neden mi?

"Zaman-Hız-Kütle" relativenin temel malzemesi olduğuna göre, hızın zamanın veya kütlenin aralarından kaçabilecek başkaca ayrıntıları, doğru olduğuna inandığım gerçekleri arayacağız. "Nasıl olur?" derseniz, kimbilir biz değil de "Zaman-Hız-Kütle" yanılıyordun Neden olmasın?

Yukarıda, "Işık Hızı karesi" ifâdesinin, ışığın 305 saniyede aldığı mesafedir ve akıldan çıkarmayalım, demiştik. Bu çok önemli bir noktadır.

3O5 km. mesafeyi 1 saniyede kateden ışık 9x1010 sayısına; 3O5 saniyelik bir seyahatin son noktasına termodinamik hal ile ulaşır. 9x 1O10 sayısı anlam kazanır. Zaten ışık 9 x 1O10 km'lik mesafeyi 3O5 saniyede kateder.

Şu anda bir hayli soru sorulduğunu sezinliyorum! Peki; e= mc2 denklemi ışık hızını 1 cm'de ele alıyor da, biz şu anda e = mc2 felsefesine göre ”Zaman genleşmesi!” pembe hayallerine daha da yakın düşüncelerle (sezgi ve arzulara 'Evet' dersek bu düşünceler zaman genleşmesine yakındır) c2 ifâdesini ışığın 305 saniyede katettiği mesafe olarak ele alıyoruz; bunun yanlışlık neresindedir? e = mc2 denklemi ışığın 1 saniyedeki hızını 1 cm'ye sıkıştırıyor, biz ise haklı olarak 1 saniyede 3O5 km. hızı olan ışığın 305 saniyede katettiği iki nokta arasını, yani 300.000 lan termodinamik mesafeyi ele alıyoruz. Çünkü, herhangi bir kütle e = mc2 göre sihir-kerâmet misali pat diye enerjiye dönüşmez. Kütle, Işık Hızı'nda seyrederse, bir .zamana ve mesafeye göre kademeli olarak Kozmolojik zaman içinde noktalardan geçerken belirli seviyelerdeki kütlesi eneıjiye dönüşür. Bu ayrıntıyı (e = m. £2) ile tayin edebiliriz. "Neden?" derseniz; madde ilk kozmolojik oluşumunda, oluşumunu gerçekleştiren zaman dilimi kadar olan zamanda tam olarak enerji sergileyerek yine kozmolojik zamana geçer. Bunu da m= (£2). (273,16 2) ile belirle-yebiliiz.                   ,

Niçin (c2) ifâdesinde Işık Hızı 1 cm'de alınmıştır? Çünkü, ışık hızı ile gitmeyeceksin, kendi hızını aslâ ışık hızına eklemiyeceksin; kuralları yasalaştınldı. İşte bu nedenlerdendir ki, yegâne koordinat sistemi ışık hızı olmalıydı.

"Evren'de herhangi bir dayanak noktamız olmadığı için sabit bir koordinat noktası tayin edemiyoruz" denildi. Oysa, sabit veya değil hiç önemi yok! Mekanik çâre aramanın ne önemi vardı? Işık Hızı, bilimin yegâne koordinat sistemiydi. Evren'de sabit bir dayanak noktası olsaydı, bu Evren çekilmez bir yer olurdu!

Atomun gerçek yapısını ve gizemlerini tanımayan günümüz bilimi; enerjiyi Petrol'de, Uranyum'da, Atlantis'i Neva'da çölünde arıyor. Madde her an enerji sergileyebilmek için can atıyor... Hem de var olduğu günden bu yana! kritik eşik noktası bekliyerek. Ancak, içinden çıkılmaz teorilerle, her bîrini sözüm ona çürüten tutucu varsayımlarla zavallı madde debir yerlere sıkışmış bir halde durup duruyor...

Hâlâ odunla, petrolle, Uranyumla ısınmaya çalışan insanoğlu; bu müthiş tehlikeli nesnelerle kendi sonunu getirecek. İnad ve gururu yüzünden Ozpn'u deldiği gibi, İkinci Ozon tabakasını da "kalbur" gibi yapacaktır.

Şimdi meseleyi "Kütle - Hız - Zaman -Mesafe" kavramları ile olan ilişkisini alışılmadık düşünce biçimleriyle farklı ele alalım:

e = mc2 gereği;

1 gr. Au 10 saniyede enerjiye dönüşürse,

1 gr. Fe 20 saniyede eneıjiye dönüşürse; kütlesi eşit iki farklı elementin enerjiye dönüşümleri de farklı sürelerde gerçekleşecektir. Deneyin sonucunda birçok farklar ortaya çıkacaktır. Ancak, bizi şu anda ilgilendiren, elementlerin dönüşümlerinde sergiledikleri enerji farklılığıdır. Çarçabuk ve bilgelikle bu farklılığa mekanik bir açıklık getirmek için; - çünkü, farklı karakterdeki atomların taşıdığı enerji seviyeleri farklıdır- denecektir. Bu da geçerli bir mazeret sayılabilir belki. (Oysa atomlar aslâ enerji taşımazlar.. ASLÂ! Dönüşüm çizgilerinde farklı lisanlar konuşan madde, enerji sergiler ki; bu lisanların günümüz bilimi farkında olamaz. Çünkü, onun inandığı Atom Modeli ve teorileri! bu lisanın farkında bile değildir. Atom oturduğu yerde bile bu lisanları konuşuyor).

Şimdi de enerji farkını zaman kavramı ile düşünelim: Zaten atomlardaki farklı enerji seviyeleri, kozmolojik oluşumlarındaki zaman farklılığının belirlediği sonuç değil midir? "Kozmo-süper ısı ve basıncın farklı zaman seviyelerinde, farklı karakterlerde farklı atomlar oluyordu", demiştik. Bundan da "Zaman = Mesafe" ilişkisini haklı olarak alışılmadık yönleriyle düşüneceğim. Daha doğrusu düşünmek zorundayım. Çünkü, birbirlerine eşlik eden mutlak kavramlardır. Madde; durağan halde;

"Zaman + Termostatkik kütle", Termodinamik halde: (Hız x Kütle) + (Za

man mesafe).

Şimdi bu noktada diğer ayrıntılara girmeyelim. "Enerji nasıl olur da durağan haldeki maddede statik haldedir?" Veya "Hangi yöntemlerle nasıl olur da uslu uslu duran madde bir anda ortalığı geçici de olsa farklı zaman ve mesafelerde altını üstüne getirir?" gibi noktalara değinmeyelim. Ancak, gözden kaçmaması gereken bir gerçek var. Zaman Büzüşmesi!

(c2) ifâdesinde değil de; biz bir aydınlatma amacıyla ışık hızında (c) altını ve demir kütleyi ele alalım.

1 gr Au Işık Hızı ile 10 saniyede enerjiye dönüşürse: 10 x 305 - 305 Km'de,

1 gr Fe Işık Hızı ile 20 saniyede enerjiye dönüşürse 20 x 305 = 606 km’deki bir mesafede enerjiye dönüştü, diyelim. Farklı karakterde iki eşit kütle aynı hızlarda, fakat farklı mesafelerde sıfırlandı.

Peki: e= mc2’ye göre 1 gr Au saniyede enerjiye dönüşürse, - ayrıntıyı açıklamak için 1 saniye varsayalım - (c2) ifâdesine göre 305 termodinamik saniyeyi veya 305 km'lik termodinamik bir mesafeyi 1 psikolojik saniyeye sıkıştırmıyor mu? (c2) ışığın 3O5 saniyede katet-tiği mesafe veya 305 km. termodinamik mesafeyi katettiği 305 termodinamik saniye değil midir?

Sezgilerimizin bizi aldattığı ciddi ayrıntılarla karşı karşıyayız sanırım. Zamanı kavraya-bilme ve nasıl olur da durup duran 1 gr. Atom yığınağı bir anda ortalığı yakıp kavurur? Nasıl olur da fizyon ve füzyonla kısa bir Uzay - Zaman çizgisinde o denli enerji sergilenir? sorularını gerçek anlamda tanımlayabilmeye yönelik bu düşünceler, ”Uzay - Zaman - Mesafe " ilişkisine bizi daha doğru olan bir yolla götürecektir.

Düşünceleştirilen bu deneyde; termodinamik bir Uzay - Zaman mesafesini kateden küt-

lenin Kozmolojik zamana dönüşümü sergileniyor. Bunu da zamana ilişkin olarak Uzay'da iki en yakın nokta arasında yapıyor. Şimdi sezgilerimize "Evet" dersek, zaman genleşmesi (gülmemek elde değil!) izlenimi vardır; ancak addın matematiğine "Evet" dersek ki; doğrusu da budur, apaçık "Zaman Büzüşmesi" ortadadır.                          '

e = mc2'ye göre;

1 gr Au 1 saniyede enerjiye dönüşüyorsa, 305 km. termodinamik iki nokta arasındaki "Uzay - Zaman Mesafesi" veya 306 termodinamik Işık Saniyesi, 1 Psikolojik Saniye'ye; sıkıştırılmıştır... Bundan anlaşılacak en belirgin sonuç:

·        1. Hız büyüdükçe madde kozmolojik zamana geçiş çizgisinde genleşiyor ve enerji sergilenirken, zaman büzüşüyor.

·        2. Maddenin genleşmesi, hızın artmasıyla belirli noktalarda farklı sevyelerde termodinamik sergiliyor. Yani, eneıji türleri. Bu da enerjinin; "Zaman + Madde" kombinasyonunun dönüşümlerinde oluşan harekete doğrudan bağımlı olduğunun en belirgin kanıtıdır. Madde "Zaman" ile olan ilişkinliğinin farklı halleriyle farklı enerji türleri sergileyebiliyor.

·        3. HIZ; kütlenin zamanda katettiği mesafeleri aynı apda ifâde ettiğine göre; ilişkinlik fiziğinin yegâne koordinat sistemi, yegâne dayanak noktası " IŞIK HIZI" olmalıdır.

·        4. Madde enerji eşdeğerliliği değil, "Madde + Zaman" ilişkinli söz konusüdur. Zaman aslâ genleşmiyor. Zaman -> Madde ilişkisi ve dönüşümleri eneıjiyi sergileyerek PDCS'de açığa çıkıyor.

·        5. "Madde—> PDCS Zaman" ilişkinliği eneıji açığa çıkarıyor. Bu konu sadece bizim Atom Modelimiz ve işleyiş biçimi ile açıklanabilir. Ancak madde, zamandan soyutlanırken PDCS ile olan müthiş bir düzensizlik, çok kısa anlarda oldu bitti şeklindeki düzensizlik, müthiş bir enerji açığa çıkarır. Bundan maddenin "Enerji Deposu" olduğu anlaşılmamalıydı. Madde, "Enerji Deposu" filan değildir. O yüzdendir ki, "Madde" yi yeteri kadar tanıya-mıyoruz...

Gerçi, maddenin temel elementleri olan PDCS’yi ve maddeyi nasıl bir yöntemle oluşturduğunu açıklarken; gravitasyondan bütün eneıji türleri kadar hemen her şey kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır. Güneş tutulmaları sırasında Güneş'in etkin alanında kırman ışığın maalesef, ışığın tözlerinden olmadığını, ışığın " Gravitasyon - Uzay - Zaman" çizgilerindeki sönüm noktalarından kaynaklandığına varıncaya kadar birçok gizemler kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.

Son derece açık ve pratik bir denemeyi burada açıklamakta yarar vardır. Mesela; 1 kg. zenginleştirilmiş Uranyum bildiğimiz gibi doğal halinde iken yansını 1620 senede enerjiye dönüştürerek kaybeder. Yani 1 kg Uranyum 1620 sene sonra,0.5 kg olur. Buna "Yarı Yıl Ömrü" diyoruz. Biz şimdi, kalan yansının da yansını, onun da yansını alarak vakit kaybet-miyelim. ilk merhalesini deney amacıyla göz önüne alalım:

1 kg. Uranyum'u reaksiyona geçirdiğimizde 10 saniyede enerjiye dönüştüğünü varsayalım. Kaba bir hesapla bölgede reaksiyondan sonra 1 kg. Uranyum'un 0.5 kg.'ınm Kurşun'a dönüştüğünü, diğer yansının da enerji olarak açığa çıktığını söyleyelim. 10 saniye içinde bir tür "Enerji Panayırı" seyrettik diyelim.

Bu deneyle; 10 psikolojik saniye'ye 1 kg Uranyum'un 1620 termodinamik senesini düpedüz sıkıştırdık, değil mi? 1620 senelik termodinamik bir süreyi psikolojik 10 saniye arasındaki iki nokta arasına, üzgünüm fakat sıkıştırdık. Bunun bir başka açıklaması var mıdır?

Bu görüngü; zamanın genleşmediğini, tam tersine "Büzüştüğünü" açıklar. Kozmik zaman aslâ aşılamaz, aslâ!...

Deneyde Uranyum yerine bir insan düşünelim:

10 psikolojik saniye 1620 termodinamik sene = Yine zaman büzüşmesi; 10 psikolojik saniyenin iki nokta arasındaki mesafede 1620 sene = 5,108832 X. 1032 termodinamik saniye edeceğine göre, deney insanı bizim 10 psikolojik saniyemize göre;

Işık Hızı ile seyreden insanın yaşlanmaması zamanın genleşmesinden filan değildir. Bu deneyden de açıkça anlaşılacağı gibi 1620 termodinamik sene 10 psikolojik saniyeye sıkıştırılmıştır. Burada söz konusu olan "Zaman Büzüşmesi"dir.

10 piskolojik saniye belirli iki nokta arasıdır. 1620 termodinamik sene de belirli iki nokta arasıdır. Bu deneyle 1620 sene yaşayacak olan insanı göz göre göre 10 saniyedeki iki nokta arasına sıkıştırdık, değil mi?

BUNA NASIL OLUR DA "ZAMAN GENLEŞMESİ" DİYEBÎLÎRÎZ?

Biz insanlar 19. Yüzyılda ısınmaya veya bomba patlatmaya fazlaca meraklı olduğumuz için hemen ve çarçabuk " İşte madde, enerjinin yoğun olduğu yakıt deposudur" dedik. Fakat enerjinin nasıl olur da açığa çıktığına yumuşak yanaşılmadı. Isınmak için oduna ihtiyacı olan kişi gibi on rakamlı matematikle A-tom'u ne hallere getirdik?

Buna göre, Işık Hızı ile seyreden insanın "Zaman Genleşmesi"nden dolayı yaşlanmadığını söyleyeceğime, bu gezegeni terk etmeyi yeğlerim!

Süper evrim geçirmiş ihtiyar elementlerin en yaşlısı olan Uranyum'un verdiği ipuçları kimbilir belki de yanlış değerlendirildi!

Tabii ki yanlış değerlendirildi! her önüne gelen atomların içine avuç avuç; yok renk tozu, yok ışık tozu, yok fotonlar sağanağı, yok gravitasyon tozu doldurursa! değil Ozon tabakasının delinmesi 2. Ozon tabakası "kalbur" gibi olacaktır!

Beynimi çatlatırcasına üzerinde çalıştığım bu görüngüler beni:

·        1. Psikolojik,

·        2. Termöstatik,

·        3. Termodinamik,

·        4. Kozmolojik Zaman, kavramlarıyla iç içe getirdi. Bunun içindir ki, eski düşüncelerle Zaman Genleşmesi, Mekânın Büzülmesi masalları Evren ile olan ilişkime ve fiziğe bir şey getiremezdi. Şimdiye kadar getirmediği gibi. Zamanın Genleşmesinden anlaşılmak istenilen Işık Hızı'na yakın hızlarda seyahat edip yaşlanmama pembe hayalleriyse... ancak Kozmolojik Zaman da, ileride ayrıntılarıyla anlatacağımız maddenin net kimliği ile ancak bir yerlere varılabilir. Bunun tek ve tartışmasız yolu ve yöntemi ATOMU TAM OLARAK TANIYABİLMEKTİR. Başkaca bir yol yoktur.

KOZMOLOJİK ZAMAN, EVRENE VE OLAGELEN HER ŞEYE EGEMEN MUTLAKTIR. Mutlak olmayan zaman; "TER-MOSTATİK HALDEKİ ZAMAN"dır. Bu ifâdeden; iki farklı zaman var sanılmasın. Zamanın madde ile olan farklı ilişkinliği söz konusudur.

İşte, enerjinin ne olduğu bu noktada aranacaktı. Madde ve zaman ters yönde işleyen ve sadece bir ÇİFT lisanı konuşarak zamanı bize dört farklı köşede anlatan Kozmodina-mik gerçektir.

Madde (Atom)-, farklı iki çift lehçe ile sadece bir çift lisanı konuşuyor.

Gençliğimde (1957) Işık Hızını öğrendiğim gün, bü gerçeği yakalayabileceğimi sanıyordum. Çocukluğumdan beri'beynimi kurcalayan milyonlarca sorulan bir tek soruya indir-geyebilmiştim. Bana herşeyin ipucunu verecek, Evren'in kapılannı açacak bu sorunun mutlak doğru bir cevabı olmalıydı.

·        * NEDEN IŞIK HIZI EŞÎTLÎĞÎ ?

·        * IŞIK, IŞIMALAR, RADYO DALGALARI NASIL OLUR DA UZAYDA EŞİT HIZLARLA YAYINIRLARDI?

işte, bu ipucunu tutarlı olarak aramalıydım, diye karar verdim. Bunun sebebi -sadece ATOMLARDA OLAMAZDI.

Zamanın maddeye egemen olduğu ve (-)-tive işleyen bu Evren'de, istisnasız bütün hareketler (devinim)-, zamanın maddeyle ters yönde ve zıt ilişkinliği, Evren'e ve öğelerine düzenli, ancak sonsuz sayıda ve farklı seviyelerde dinamik kazandırıyor.

Atom'un iç evreninde ise; zaman ve maddenin ters yönde zıt ilişkisinin belirlediği düzenli dinamik karakter, herhangi nedenlerle düzensizliğe geçişinde hıza (dolayısiyle) zamana ilişkin olarak, hızın ve zamanın belirledi-  ği istenilen seviyede enerji sergileyebiliyor.

İşte, hızın, dolayısiyle statik zamandan kozmolojik zamana geçişin belirlediği bü sonuç; termodinamik zamanı, yani enerjiyi tayin ediyor.. Düzenin, düzensizlikle (termodinamikle) yeniden bir düzene geçişi de; PDCS'de kendini kanıtlayan sonsuz sayıda ve farklı seviyelerde enerji türlerini belirliyor.

Madde+zamanm dönüşümlerindeki düzensizliklerde (termodinamik) ; sonsuz farklılıklarda enerji olarak açığa çıkıyor.

Ortada apaçık bir gerçek var. Şayet bir gün ilkel enerji elde etme yöntemlerini terk eder (üzerinde titizlikle çalıştığım süper enerji yöntemleriyle) ışık hızının termodinamik %50 veya %60'ına ulaşılırsa (ki Allah'ın yardımıyla uzak değil) ve bir insan bu yöntemle Yeryü-zü'nde bizim psikolojik yüzyılımız geçmesine karşın; o insan (bize göre) 1 senelik (ona göre onun psikolojik) bir süre yaşadı ise; şimdi bu sonuç zamanın genleşmesiyle mi, yoksa termodinamiğin lisanı ile zamanın sıkıştırılmasıyla mı gerçekleşmiştir? Peki, doğruyu nasıl bulacağız?

·        1. Deneyeceğiz ve deney insanını sorguya çekeceğiz!

·        2. Aklın matematiği ile matematiğe işlerlik kazandıracağız.

·        3. Yaşlanmamak, çok uzun yaşayabilme rüyaları kesinlikle doğrudur; ancak 1915 rela-tivesinin diliyle değildir.

Hele bir de böyle müthiş bir deneyde, o deney insanının vücudundaki farklı element atomlarının, deneydeki hızın farklı seviyelerinde, farklı davranışlar göstermeyeceği nasıl ga-rantilenebilir? Her ne kadar Bio-Fiziğin sorunu ise de relativitede bir cevap var mı acaba?

Madde = enerji eşdeğerliliği; tekerleğin keşfedildiği gün gibi sevinerek Evren ve madde keşfedildi; ZAN edildi!

"Madde, enerjinin yoğun olduğu yerdir" demek; "Madde maddenin veya enerji enerjinin yoğun olduğu yerdir!" demek gibi bir şeydir.

MADDE, ENERJİNİN YOĞUN OLDUĞU YER İSE, ENERJİNİN YOĞUN OLMADIĞI YER NERESİDİR? Relativitede, çağdaş kuantumda bir cevap var mıdır?

Şayet aksini düşünürsek; "Serbest enerji vardır" demektir. O halde, "Serbest enerjinin kozmostatik veya kozmodinamik niteliği nedir?" sorusu, Fiziği ağlatacak kadar çıkmaza sokacaktır ki zaten çıkmazdadır.

"Madde, enerjinin yoğun olduğu yerdir" diyeceğime, pembe hayallere zaman genleşmesiyle asırlarca yaşamayı düşüneceğime, Etna Yanardağı’ndan aşağıya atlamayı yeğlerim!

Evren, PDCS elementleriyle tıka basa doldurulmuştur. Serbest haldeki PDCS "Kozmolojik Mutfak"ta önce Hidrojen atomlarına dönüştürülüyor. Zamanın ve maddenin ters ve zıt yönde ilişkinliği bu noktadan itibaren başlıyor. Maddenin enerji sergileme karakteri, hız eşitliği, atomun gerçek kimliği bu noktada yatıyordu.

Evren, PDCS elementerleriyle bir kristal gibidir. Bunun en tutarlı kanıtlarından birisi de; ışığın kınnmasıdır! Oysa ışığın kınnması bir zamanlar, bilmem hangi atom modeliyle ışığın boş Uzay'da yaymdığını ve ışık fotonla-nnı kanıtlıyordu, şaşılası şey doğrusu! Bugün ise, aynı deney hem bizim Atom Modelimizi kesin kez kanıtlıyor, hem de ışığın dalga sönüm noktalarındaki gravitasyon Uzay - Zaman noktalarının interferansından kaynaklandığını kanıtlıyor.

Benliğimi yakarcasına etkileyen düşüncelerimde maddenin iç içe ilişkin iki anlamı oluşuyor. Kendimizi bu düşüncelerden bir türlü alamıyorum. Kimbilir belki de zaman çemberinin iki yönünü de algılıyorum, ancak şimdilik

tam anlamıyla ifade edemiyorum. Beynimi çatlatırcasma zorlayan bu düşünceleri henüz ne kalemle, ne de aklın matematiği ile ifade edemiyorum. Ancak, kesinlikle algıladığım için başaracağıma da eminim.             '

Madde ilişkin olarak iç içe iki şey ifâde ediyor bana:

·        a) PDCS elementerlĞrinin kararlı ve düzenli bir halidir. PDCS'nin atomu oluşturması veya atomun PDCS'ye dönüşümü; psikolojik olarak algılayabildiğim zamanla termostatik halden kozmodinamik hale geçişinde eneıji türleri sergiliyor. Bu, tamamen mekanik bir açıklıktır ve atomların PDCS elementlerinden oluştuğunu; elektriksellik - magnetik-gravitasyon ve (.....) kuvvetlerinin bütün görüngülerini açıklayan şekli ile kanıtladım.

·        b) Madde; ‘Kozmolojik zamanın düzenli bir yerdeki yoğun (cosist) ve düzensiz bir halidir. "Cosmologjcal cosist time”, işte bu tutarlı ipucunu hiç ama hiç bırakmamalıydım.

Gençliğimde sezgilerimle, sonra olgunluk çağına gelince de aklın matematiği ile Evren'i 4 ilişkin zaman ile kavramaya başladım. Olagelen herşey bu dört zamanın işlerliği ve dönüşümleriyle gerçekleşiyordu.

Zaman ve kütle, hız ve mesafe mutlak iliş-kimdi. Daha açıkçası kütle (ben de dahil) herhangi hızlarda, herhangi iki nokta arasını, do-layısiyle herhangi zamanlarda dönüyor, dönüyor ve durmasızın termodinamik sergiliyorlardı.

Zaman ve kütle, hız ve mesafe gerçek bir çemberdi. Birini, bir diğerinden ayn düşünemiyorum. Zaman her şeye mutlak egemen görünüyor, ancak hız; üç kavramı da aynı anda ifade edebiliyordu. Sezgilerime "Evet" dememeliydim.

Madde; kozmolojik zamanın biçimsel bir yerdeki hali ise, ZAMAN NEYİN HANGİ HALİ İDİ?

Hangimiz yanılıyorduk, yoksa ben mi ko-şamıyordum gerçeğin ardından? Nasıl bir yöntem bulmalıydım Evren ile olan ilişkimi açıklamak için? Düşünüyordum, çünkü varım. Varlığımı; beni meydana getiren atomlar, kütleler bir zamana ilişkin. Ancak, varlığımı yöneten düşüncelerim ise psikolojik zamana ilişkin. Ben ve çevrem kütlelerle, atomlarla dolu. Hepsini bir tür zamana depo etmiş "konserve kutuları” olarak görüyorum. Onları psikolojik zaman içinde açtığımda termodinamik bir süreç geçirip, yeni enerji sergileyen bir süreç geçirip "Kozmolojik Zaman"a geçiyorlardı. Bütün bu görüngüleri sadece psikolojik zamanla kavrayan düşüncelerimdi. Oysa, beni meydana getiren atomlar da aynı süreçlerde aynı görüngüleri sergileyeceklerdi.

Büzüşmeyen, sözüm ona genleşmeyen tek şey sezgilerimle ifade ettiğim psikolojik zamandı. Varsaydım ki düşüncelerim yok! psikolojik zamanın ne anlamı olur, diye. Fakat kütle ve dönüşümleri sürergider diye düşündüm. Beynim çatlayacak sanki, bir şeyleri seziyorum hem de çok yakınımda, hatta hedefte; sadece Zaman ve Duhan Kristalleri var. Buna kesin eminim. Ancak, ona bilerek gitmeyi her-şeyden çok isteyen, ihtiraslı fizikçi ruhumun karakterini değiştiremiyorum. Onların gerçek olduklarını bilmeme rağmen bu ızdıraba katlanıp ona bilerek gitmeyi tercih ediyorum.

Ben de atomlardan oluştum, hem de zamanın içinde. Nasıl olur da düşüncem atomları, zamanlan arar! Oysa elimde, ayağımda bir sürü Karbon, Hidrojen, Demir atomları var. Hepsi de enerjik birer konserve kutulan. Üstelik kozmolojik bir şeyleri depo etmiş, durmaksızın termodinamik hallerini zaman (!) içinde sergiliyorlar. Bu bilmeceyi çözmeliyim. Nasıl olur da düşünce denilen şey (her ne ise!) "Hız-Zaman-Mekân" tanımayan bir -bir bütün sanki Evrenle- hıza benzemeyen hıza sahip olsun?

Öyle inanıyorum ki tutarlı ipucu; psikolojik zamanla, kozmolojik zaman birbirlerini bir-yerlerde kesen iki çemberin çizgileri olsa gerek! Ancak, noktasal ilişkisiyle Psikolojik Zaman, Kozmolojik Zaman’ın egemenliği ile anlam kazanıyor. Daha açıkçası; Psikolojik zaman Çemberi, Kozmolojik Zaman Çemberi içinde veya müthiş bir yakınlığı olsa gerek. Basamak olarak şu sonuçlara "Evet" diyebilirim:

·        a) Evren'e belirli ve özgü ve "Kararlı Kozmolojik Zaman Çemberi" egemendir.

·        b) Madde; "Kozmolojik Zaman"ın belirlediği PDCS elementerlerinin biçimsel olduğu, yine Kozmolojik zamanın içinde bir yerdir.

·        c) Yoğunlaşmış Zaman'ın termodinamikle dönüşümünde enerji açığa çıkarması, Kozmolojik Zaman'ın içinde olur. Aslâ Kozmolojik Zaman'ın şurasına- burasına çıkamaz... aslâ!...

Eski düşünceye göre de; maddenin bu deneyde Termostatik Zaman’dan Kozmolojik Zaman'a geçişini ve genleştiğini ifâde edersek de (saçmalamakla beraber!) yine de ortaya çıkacak sonuç; madde, zamanın biçimsel bir yerdeki yoğun halidir^ olacaktır. Enerjinin değil...

Oldukça garip gibi görünen, ancak mutlak doğru olan birçok gerçekle karşı karşıyayız.

Eski düşünce genleşme ifâdesini; Termos-tatik Zamandan, Kozmolojik Zaman'a geçiş olarak anlayabilirsek de, genleşme ifâdesini yine de kurtaramayız... Çünkü eski düşünceye göre de, Dönüşümde Dönüşen Maddenin Zamanı (c2); altın için 10 psikolojik saniyeye SIKIŞACAKTIR. Bunun bir başka anlamı olamaz.

Elimizde mükemmel bir veri var, URANYUM. Onun birçok kere 1620 sene ömrü var. Uranyum 1620 senede yansını kaybeder. Kalan yansı ile yeniden ikinci bir 1620 seneyi bitirsin. Her 1260 sene URANYUM için iki nokta arasındaki Termodinamik, bize göre Psikolojik senedir.

Yaşlı bir element olmasının verdiği bu karakter; onun aleyhine, bizim ise lehimize olan bir biçim kazanıyor.

Elimizde bir 10 psikolojik saniye var; yine bize göre psikolojik zaman dilimi olan, ancak URANYUM'a göre ise kendi psikolojik zaman bütününden termodinamikle kaybettiği 1620'-şer senelik birçok 1620 Termodinamik Zaman dilimleri var. Biz bu dilimlerden sadece bir tanesini deneyi sadeleştirmek için aldık. Reaksiyona geçirdik ve bir tek 1620 seneyi göz önüne alarak; 1620 termodinamik sene 10 psikolojik saniyeye sığdı ve ENERJİ açığa çıkn, dedik. Çünkü enerji sayılamıyacak kadar çok ve farklı türleriyle bizi haklı olarak cezbetti.

Yani ilk ele aldığımız ve - işte bakınız! Madde enerjinin yoğun olduğu yerdir - dedik. Aman ne büyük bilgi bu böyle!

Bu müthiş kritik nokta bizi sezgilerimizle baş başa bırakacak ve gerçeği örtecek kadar da önemli bir kritik nokta idi. Zamanın büzüştüğü anlarda (termodinamik süreçler) maddenin^ statik halinden çok farklı görüngüler sergilediğini artık ele almıyacaktık. Çünkü, bir tek cümle ile madde keşfedilmişti... Hayır! Keşfedilmesi gereken en kritik eşik noktasında madde + zaman örtülmüştü.

Madde; enerjinin yoğun olduğu yer filan değildir. Madde; KOZMOLOJİK ZAMANIN LİSANINI KONUŞAN ULTRA-DA-KİK BİR SÂATTİR. Hatta, bir parmağını durmaksızın gözümüzün hemen önünde tutuyor ki; beni keşfetsinler diye.

Madde, yoğun olduğu haliyle yoğun olmadığı PDÇS arasındaki çizgide, zamanla olan ters ve zıt ilişkisi kritik noktayı aştığı anlarda, Kozmolojik Zaman'a geçişinde ayrıca enerji-sergiliyor. Kanıtı da; 1 kg. URANYUM'u 1620 sene bekleyelim. Durmaksızın açığa çıkan enerjiyi toplayalım! Ve 10 psikolojik saniyeye 1620 termodinamik seneyi sıkıştırdığımız da açığa çıkan eneıjiye eşit olacaktır.

O halde, kütleden kaynaklanan enerji; kütlenin farklı hızlarda kozmolojik saatin ritmini farklı seviyelerde değiştirmesiyle; kütlenin PDCS ile olan doğrudan ilişkisinde açığa çıkan ve kütleye göre, istenmeyen olgular olarak sergileniyor. ÇÜNKÜ, KÜTLE

SÜKÛNETE YÖNELİK DEVİNİMDEDİR.

Enerji; bizim için fazlaca gerekli olmakla beraber, madde için istenmeyen, bir olgudur. Madde bütün Evren'de bir bütün olmaya, mutlak bir sükûnete (Tevrât'ta sözü edilen. BOŞLUK ŞAKÜLÜ noktasına) yöneliktir.

İŞte, bu müthiş kritik noktada; elektriksel-gravjtasyon - magnetik ...... kuvvetlerini tam

anlamıyla, bu gezegenin insanları 20. Yüzyılın başlarında henüz keşfetti....

Bu sim sadece atomlar anlatabilirdi, ancak Bohr Atom Modeli değil, herhangi şekilde denenen veya denenmiş Atom Modelleri değil... sizi, beni, Evren'i, her şeyi meydana getiren GERÇEK ATOM VE DEVİNİMİNİ AÇIKLAYABİLİRDİ.... Gerçek Atom da PDCS ele-menterlerinden oluşan Atom'du. Bu atomun içinde ne ışık tozlan, ne renk tozlan, ne de gra-vitasyon tozlan vardır. Sadece Evren'i gerçek yönleriyle açıklayan, bir atom dolusu gerçek vardır. Bir atom dolusu gerçek bir Evren'i anlatan, kanıtlayan gerçekti...

Evren, olagelen istisnasız bütün olaylar Kozmolojik Zaman'a mutlak ilişkindir. Bir di-?"er anlamda; Evren Kozmolojik Zaman'dır. Hagelen her olay, her dönüşüm kozmolojik zamanın tek yönünde, ancak farklı seviyelerde hal değiştirmesidir.

Maddenin eneıji sergilemesi; maddenin zamandan soyutlanıp PDCS'ye geçişindeki birinci basamaktır. Evren'e egemen olan; zaman ve kütledir. Bu çiftin kovalamaca oynamaları bizi koşuşturup duruyor.... ancak olduğumuz noktada!

Harekete hiç bir şekilde eşlik etmeyen ve her şeyin MUTLAK yapı malzemesi olan

PDCŞ; zamanla ilgisi olmayan TEK NESNEDİR. Fizik öyle bir yerden saldırıya uğradı ki, sil baştan! Üstelik fiziğin diliyle kanıtlıyor her görüngüyü, zamanla hiçbir ilişkisi olmayan tek nesne PDCS...

Altını çizerek yine ifâde deyim: Bu deneyde, yani Işık Hızı ile seyreden insanın zaman genleşmesinden (gülmemek elde değil!) dolayı yaşlanmadığı matematikle de ifâde edilse, ortaya çıkan tartışmasız sonuç; "Madde, zamanın biçimsel bir yerde yoğun olduğu haldir" olmayacak mıdır, ki o matematik sezgilere göre yönlendirilmiştir, mutlaka yanılıyordur!

Kabul edip etmemek şimdilik keyfiyyete kalmakla beraber, kendi hür düşünce ve elimdeki MUTLAK KANITLARLA bilimin; atomun ne yapısını, ne de gerçek kimliğini tesbit edemediğini kesinlikle söyleyebilirim!

Her önüne gelen fiziğe "Teori" denen tutucu cümleleri, düzmece kelimeleri çivilerse; gerçek bir bulgu, yeni bir görüngü de o çiviyi sökmek için mi uğraşsın, yoksa kendisi bir şeyler yapmak için mi didinsin? Bilime geniş ve anlam ifâde eden ilkeler getirmeyi, tutucu teorilere yeğlemek gerekir. Örneğin, 1915 re-lativitesi yeni bulgularla, yeni görüngülerle bugün çatırdıyor. Yakın bir gelecekte eskidiğini, fiziğe hiç bir şey veremediğini kendisi kanıtlayacaktır.

"Evren'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda Maxwell'in "Alan Teorileri" çok değişik görüngülere, KANITLARA tanık olacaktır. Elektrik ve magnetik kuvvetlerin (tâbiri caizse!) BİÇ BlR YERE AKMADIĞINI, HAREKET EDEN MAGNETÎK ALANIN ASLÂ ELEKTRİKSEL BÎR ALANI DA BlRLÎKTE VEYA AYRI TAŞIMADIĞINI yine o tutucu teorilerin arasından kaçan gerçeğin kendi lisanı ile, DENEYLERLE İZLEYECEĞİZ.

Biz düşünen insanlar, zamanın mutlak yönünde ve belirli seviyelerinde çok küçük şeylerden, PDCS'lerden olageldik. Ağaçlar da öyle, gezegenler, galaksiler de öyle oldu. Gözlenebilen Uzay'da her şeyi ile zamanın mutlak ve tek yönünde PDCS'den oluşan atomlardan, farklı atomlardan (elementerlerden) var olageldik. Durmaksızın da olagidiyor.

Aynı yöne bağımlı küçükten büyüklüğe, doğumdan ölüme gidiyoruz. Bu mutlak dönüşüm olgusu düşüncemizde zamanı tanımlamak için psikolojik birçok anlayışları getirebilir. Yani zamana sezgisel olarak doğumdan ölüme veya doğduğumuzdan başlıyor ve olagidiyor şeklinde birçok anlayışlar getirebiliriz. Hatta aynı düşüncelerle zamana bir yön de tayin edebiliriz. Bu, duygusal hakkımızdır. Doğru veya değil, hjç önemi yoktur.

Konuyu toparlamak amacıyla şöyle sıralayabilirim:

Serbest PDCS elementerleri zamanın mutlak ve tek yönünde önce Hidrojen atomlarına —> sekiz farklı element atomlarına —» kararlı ve kararsız elementlere,4 kütlelere Evren'in üretken koridorlarında sıkışarak dönüştüklerini ayrıntıları ile kanıtlamaya çalışalım.

Termodinamik bu görüngüleri psikolojik süreçlerle algılayabilir ve açığa çıkan etkinliğe de "Enerji" diyebiliriz.

ZAMANIN ÎBRESİ  TERS İŞLEYECEK Mİ?

Dikkat ederseniz; Evren'de olaylar da, atomlar da, bizler de; psikolojik kavrayışlarımızla zamanın aynı yönde işlediğini görüyoruz. Bir elma ağacının küçülerek tohum haline geldiğine henüz tanık olamadık.

Sorun şudur: Evren genişliyorsa ve tekrar büzüşmeye başlarsa, zamanın ibresi ters işleyecek mi?

Profesör Stephan Hawking'in termodinamik ve kozmolojik görüngülerle anlatmaya çalıştığı zaman —> yön varsayımlarına kısaca değinelim:

Evren'in genişlediği neye dayanarak varsayıldı?

Bu fikir bizden hızla uzaklaşan nesnelerden veya bizim bir yerlerden hızla uzaklaştığımızdan kaynaklandı ise! zaten varsayım başlarken hatalıydı. Bizden hızla uzaklaşıyor görünen nesnel veriler, mütevazi bir Doppler etkisidir. Sanki Evren'in sınırlan tesbit edilmiş gibi! nasıl olur da Evren genişliyor; varsaya-nz? Bunu sür'âtle dönen döner salıncakta denemiştik ("Evren'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda).

Evren fır dönerek sadece genleşme eğilimindedir. Aldandığımız nokta burasıydı!

Varsayalım ki, Evren'in genişlemesi durdu ve büzüşmeye başladı! Zamanın ibresinin psikolojik, termostatik veya kozmolojik nedenlerden dolayı geri işlemesi için tek mantıklı neden gösterilebilir mi?

·        * ZAMAN NEDİR Kî GERÎ İŞLESİN?

·        * Geri işlemesini fazlaca arzu ettiğiniz bir ŞEYİ (o şey her ne ise) TANIMLAMANIZ GEREKMEZ Mî?

Evren'in fır dönerek kendi içinde merkezî bir yerlere çökeceğini kesinlikle kanıtlarım da üstelik. Bunu bilimin; kaynağının farkında bile olmadığı GRAVÎTASYON nötr çekim kuvveti ile açıklarım.

Arzu gereği ayna görüntüsü isteği ise, zamanın bu işleyiş! yönü ile zaten durmaksızın gerçekleşiyor. Ancak, bu pembe hayallerle hangi fizik, neleri kazanır? Zamanı ve Evren'i gerçekten algılayamayan bir fizikçi kınlan bardakların tekrar masaya geldiğini tabii ki göremez.

Peki, varsayalım ki, zamanın ibresi ters yönde işledi. Şimdi ise, sadece duygulanmlzı okşamayacak nedenlerden dolayı en önemli gerçekleri hiç hesaba katmayacağız.

Oysa ölen insanlar da dirilecek, zamanın kendine özgü (varsa) hızı ile ters orantılı olarak küçülecek, bebek olacak, anneciği de aynı şekilde zamanın (varsa) hızı ile küçülecek, o da bebek olacak, bu görüngüler böylece süre-gidecek. Tâ ki ilk insana kadar veya Evren'in ilk oluşumuna kadar.....

Enerji ters yönde element olacak, elementlerden atomlara, atomlardan enerjiye dönüşecek, insanlar geri yürüyecek, yaşlı insanlar bebek olacak, konuşmalar hep ters olacak, böyle süregidecek...

Zaten hayal ettiğimiz süreç olagidiyor. Kınlan bardaklar tekrar masaya zaten geliyor. Ama ibrenin durmaksızın işleyen tek ve bizi içinde bilgece banndıran ve ALDATAN YÖNÜNDE. Çemberin diğer tarafını algılarsanız, sağın ve solun yer değiştirdiğine tüm açıklığı ile tanık olacaksınız!

Şöyle düşünelim: (Daha doğrusu benim düşüncem). Varsayalım ki, Evren'in özel bir yerlerinde, serbest kımıldaşan PDSC elemen-«terleri sıkıştılar, atomlar ve kütleler oluştu. Birçok yasalar doğdu, zaman anlam kazandı. Yani, zamanın ibresi işledi. Farklı elementler, insanlar, canlılar, galaksiler farklı yasalar gereği oluştular. Bütün bu olgular sezgilerimizde küçüklükten çoğalarak, belirli aşamalar geçirip, belirli birikimlerden sonra tekrar küçüklüğe dönüşüyorlar. Yani insanlar ölüyor, ağaçlar yaşlanıp ölüyor, elementler enerjiye dönüşüyor vb. PDCS elementerleri tekrar serbest hale geliyor.

PDCS elementerleri yine bir yerlerde sıkışıyor, yine farklı atomlar, elementler, farklı canlılar, farklı yasaları sergileyerek olagidiyor.

Bir çember farzedin. Biz Evrenli düşünen varlıklar, öncelikle Evren’e egemen mutlak (salt) bir çemberi kabul etmek zorundayız. Bir fizikçinin ikinci derecedeki koordinatı bu nokta idi. Kapalı bir çemberi - zamanı, sezgilerimizle değil, aklın matematiği ile kabul etmek zorundayız.

Şimdi, tüm dikkatinizle izleyin lütfen. Bu okuyacağınız kelimeler bilgi iletişim düşünce

merkezinizdeki fonksiyonlarla bütünleşsin:

"Zamanın eğri çemberini (düzenli de olmayabilir), psikolojik- termodinamik - termosta-tik - kozmolojik bileşkelerle algılıyorsanız; bu Evren'in kendine özgü bir başlama noktası vardır.....demek, değil midir? "Big-Bang" denen

masalı, kesinlikle kasd etmiyorum. Evren aslâ Big-Bang hayalleriyle oluşmadı. Aslâ!... Evren'in yasaları sizin onun öyle olmasını arzu ettiğiniz gibi değildirler... Onlar olması gerektiği GİBİDİRLER.                       t

"Evrene düzensizlik hâkimdir", demek haksızlık olmaz mı? Daha önemlisi düzensizliği kabul etmek; hiç bir fizik yasasını kabul etmemek anlamında değil midir? Evren'i yöneten çark hatasız işliyor.

Zamanın ibresinin ters yönde işlemesi isteği, aynadaki görüntü anlayışınızla zaten durmaksızın oluyor. Ancak, sadece ayna görüntü-ı sünde.

Bu düşüncemizi pratik görüngülere indirmek isterseniz veya hem kozmolojik bir zaman belli bir yöne gitsin, hem de siz o zamana ters yönde bir başka zaman ile olayları, Evren'i ters sergileyin! Bu istek için Allah'ın vereceği keyfî ve bilimsel olmayan bir karan beklemek gerekecek. O zaman, belki bu hayaller fiziğe bir anlam getirebilir!!!...

Ancak, zamanın ters işleyebileceği ve ayna görüntüsü düşüncelerinize hayran olduğumu itiraf ederim. Bu düşüncelerin ve Einste-i in'in zaman genleşmesi varsayımlarının KAY-§ NAKLANDIĞI YERİ çok iyi biliyorum! Hem i         hatalı, hem de biraz perspektiv değerlendiril miş... Aynanın karşı tarafına geçmek gerekir,

Kur'ân-ı Kerîm'den ve Tevrât'tan kaynaklanan bu bilgiler kişiye özel değildir.

Birçok tutucu teorilerden kaynaklanan engeller bugünkü Kuantum'u da çıkmaz sokaklarda engelliyor kanısındayım.

Gravitasyon; elektrik-magnetik akışkan-lıklan(!)nm, son derece katı teorilerin, içinden çıkılmaz kelimelerin arasında sıkışmış bir haldedir. Gravitasyonu keşfedemeyen (edemez! Çünkü, atomu tanımıyor) çağdaş fizik de, 19. Yüzyıl fizikçileri gibi çâresizlikten atomun içine bir avuç "Graviton tozu" doldurdu!

Atomlarda; ne foton, ne renk fotonu, ne de graviton tozlan vardır! Atomun henüz en dış kabuğu keşfedilmeden nasıl olur da çekirdeği veya (K) bandı açıklanır? Gayger sayacıyla tesbit edilemiyecek ve çağın farkında bile olmadığı ........parçacıkları OZON TABAKASI

NI YIRTTILAR! O teorilerin sahihlerini tebrik etmek gerekir; insanlar, bilim, çocuklar, Mavi Gezegen onlara çok şey borçludur!...

işlerliği düzenli ve zamandaş (simultaneo-us) olan elektriksellik - magnetik kuvvetlerle ilişkin ortaya çıkan bir biçimli statik gravitasyon kuvvet kütleleri sadece çeker. Gravitasyon sadece çeken bir kuvvettir. Evren'deki tüm kütleleri bir tek bütün yapma eğilimi GRAVÎ-TASYON'-DUR.

Bir kütleye egemen 4 kuvvet vardır: Elektriksel - magnetik - gravitasyon - (x) kuvvetler.

‘ Gravitasyon; elektrik veya magnetik kuvvetlerden ayrı başlı başına bir kuvvet de değildir. Buna göre, elektrik - magnetik karaktere sahip bir kütlenin gravitasyonundan söz edilebilir; ZATEN BU EVRENDE BAŞKACA BİR KÜTLE YOKTUR!

Bu, şimdilik şu demektir:

Elektriksellik x magnetik = Gravitasyon ve (x) kuvvveti.

Galaksiler, gezegenler, insanlar, elma, Evren ve her şey...

Hemen önümüzdeki atomun gerçek kimliğini ortaya çıkarmadan Evren için keşin teoriler ortaya atmanın hiç bir faydası olamaz.

Henüz Rowland’dan, Faraday'dan kalan ALIŞKANLIKLARLA! Evren'i, atomu nasıl açıklarız? Gravitasyona ışık tutacak en küçük bir belirti bile bulunamadı...

·        * Magnetik çubuk neden iter, neden çeker?

·        * Nitelikleriyle en küçük bir benzerlikleri olmayan magnetik ve elektrik, nasıl olur da birbirlerinin mutlak var olma sebebleri olurlar?

·        * Neden?

Evren'in mutlak kimliği ATOMLARDADIR. Fakat doğru tanımlanmış Atom'da, kolaylık olsun diye ressam tarafından çizilen Atom Modeli'nde değildir! ,

Bu nedenledir ki, bildiğimiz Atom Modeli ve tutucu teorileri bilimi senelerdir çıkmaz sokaklarda dolaştırmıştır, diyebilirim. Bugün benimsediğimiz Atom, Gravitasyonu açıklamıyor. Böyle giderse, sonsuza dek de açıklamayacak...

Bildiğimiz tek doğru; ayrı kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iterler.... Aman ne çağdaş bilgi bu böyle?...

2500 sene önce Miletos'lu Tales duysaydı bu bilgiyi, acaba hakkımızda ne düşünürdü? Tales de biliyordu magnetik taşların itişip - kakıştığını, ama neden? (Biz kesinlikle kanıtla-

dik). Daha açıkçası, Büyük Birleşik Alanlar (GÜT'S) bu noktada ve Evren var olduğu günden bu yana vardı. Mutlak sona kadar da var olacaktır.

Benim, ne Rowland'ı, ne de Faraday'ı ö-nemsemediğim sanılmasın. Bu, çok yanlış bir düşünce olur. O dehâların adına bile sonsuz saygı duyuyorum. İfâde etmek istediğim;

"Bugün, dünden çok parlak olmalıdır; bugün, dünden daha bilge olmalıdır."

Yüz senedir olagelen akışkanlıklarla! Ku-antum Fiziği yürümez ki. Eğer akışkanlık olsaydı, gravitasyon olmazdı, OLAMAZDI. Elektrik akışkan olsa idi GRAVİTASYON KUVVET OLAMAZDI. Hâlâ anlıyamadınz mı?...

Kişisel kanaatimle şunu kesin söyleyebilirim. Zira şimdi anacağım bu dehâyı ve düşüncelerini, inanmıyacaksmız, ama duygulanabiliyorum.. Gerçek bir dehâ, gerçek bir bilim adamı, adına bile saygı duyduğum James Clark MAXWELL.

Iskoçya'lı Maxwell'in Kuantum görüngülerine veya Rudherford'un ünlü deneylerine yetişememesi bilimin büyük bir kaybıdır. Şayet Maxwell dehâsı Rudherford'un deneylerini görebilseydi, ben bugün "Evreni kuyudan dışarı çıkarılan kurbağa" gibi görecektim.

Maxwell şayet Kuantum'u görebilseydi, 12 gezegenli Güneş sistemimizi daha önce kanıtlardı herhalde. 12'nci. Gezegeni, "Mavi Melek (Blue Angel)" dediğim pırıl pırıl Mavi Gezegen'i keşfederdi mutlaka...

-oOo-

NETİCE

Netice itibariyle, konuyu kısaca şöyle toparlayabiliriz:

MADDE: Zamanın; düzensiz ve farklı ilişkinliği ile bu ilişkinliğin (beraberliğin) istenmediği, PDCS'nin düzen ve biçim kazandığı yerdir.

·        a) PDCS atom halinde iken biçim ve düzen zamana egemen olma eğiliminde, zaman ise maddeyi terketme eğilimindedir.

·        b) Bu kritik nokta maddeye farklı seviyelerde kinetik kazandırıyor. "Kara Delikler"in müthiş sun bu noktadadır.

EVREN: Zamanın kendine özgü en düzenli olduğu, kütlelerin içinde devindiği ve PDSC'nin serbest halde olduğu, boşluğun şa-külünde FIR DÖNEN BİR YERDİR.

·        a) Zaman PDCS'ye, PDCS zamana karşı mutlak olarak duyarsızdır. Ancak, zaman; PDCS'den oluşmuş biçim ve düzeni olan faal maddeye egemendir, serbest PDCS’ye değil.

·        b) Hareket PDCS ile taşınmasına rağmen, PDCS harekete aslâ eşlik edemez. Bu bültende açıklıyamayacağım karakterinden dolayı hareketi ardaşık olarak yayar.

PDCS: Evren'de üç farklı haldedirler:

a) Serbest halde Evren'i dolduran elemen-terlerdir.

b) Kozmolojik üç farklı merhale ile, farklı karakterlerde olan atomları oluştururlar.

e) Dönüşümlerde; dönüşümün farklı seviyelerinden dolayı yeterli ortamı bulamıyan, biçim ve düzeninde kararlılık bulunmayan "A-tom kabukçuklan", yani radyoaktif parçacıklar halindedirler.

Evren'de olmuş veya olacak olan her şey, PDCS ve Kozmolojik Zaman'ın farklı ilişkisinden başka bir şey değildir. Ancak bu ilişki, bir çift lehçe ile iki ayn lisanı konuşuyor.

Madde asla enerjinin yoğun olduğu yer değildi.... Asla!... Maddenih zaman ile olan farklı ilişkisi, farklı dönüşümleri, farklı enerji türleri sergiliyordu.

Bu açıklamalar, yeterli olmamasına rağmen, PDCS’nin özelliklerini bu bültende anıklamayacağımdan, açıklamalar okuyucu tarafından tam olarak kavranamaz. Çünkü, bu gezegenin insanları tarihin en asil, en saygın, en görkemli keşfini bu açıklamalarla yapacaktır.

İnsan kendini ve Evren'ini oluşturan atomları ve fonksiyonlarını, atomların oluştuğu PDCS'yi ve her şeye egemen olan zamanı keşfedecektir.

Bu gezegenin insanı bu açıklamalarla bir anda matematiksel büyüklüklerle ALLAH'ını TANIYACAKTIR.

İnsan mutlak olan doğruya, bilimsel doğruluktaki değerlerle ulaşacaktır...

-oOo-


1

Yazana İlmî çalışmalan hakkında bilgi vermek amacıyla kitabın sonuna 2 Bülten'i eklenmiştir.

2

Bereket versin ki, Hazret-i Muhammed sallalla-hu aleyhi ve sellem Efendimizin bu Gezegen'i şereflendireceği; günümüzdeki Incil'de dahi hâlâ apaçık belirtiliyor! Sadece bu cümle için özel bir kitap hazırlıyoruz ki, 1989 senedir Incil’i okuyanlar; onu nasıl okuduklarını ve ne anladıklarını kendi kendilerine sorsunlar!

3

20. yüzyılın o görkemli uygarlığı(!)na; Tev-rât'taki öz bilgileri tam açan ve ayrıntılarını Yâsîn sûresi'nin 80. âyetindeki net veriyle Uzay araçlarını araçlarını ışık hızının % 40 > ulaştıracak enerji kaynaklarını sergilediğinde... Hâlâ mı gerçeği göremiyecekler? Biz, Allah'ın bize emrettiği görevi, yine Allah'ın rızâsını kazanmak için yapalım da... onlar ne halleri varsa görsünler...

Biz Müslüman bilim hizmetkârları, beşeriyete; adâleti, hakkı, iyi ahlâkı, bilimi, Sevgili Peygamberimizin emri doğrultusundajcrâ etmekle mükellefiz. Biz Allah'ın takdir ettiği ÎSLÂM'ı (teslimiyyeti) parçalamıya-cağız. Ancak, uyuyan din kardeşlerimiz bir an önce uyansalar da bilimin, Kur'ân bilimlerinin bilim adamlarına tam destek olsalar.Biz hayatını bilime + Islâm bilimlerine adamış "Hür + Cesur + Yalnız" insanların çok desteğe ihtiyacımız vardır, çok. En önemli desteğimiz de, bizi takdir etmeniz, bize ekmek vermeniz filân de-ğildir...OKUMANIZDIR... OKUMANIZ... anlamak + tatbik etmek için okumanızdır.

4

Tevrat'ta "Taş Levha" ifâdesiyle asırlar önceki İbrânî+Aramî+ Azeri dillerin zaman içinde uğradığı doğal tahribattır. Kur'ân'da Levha olarak ifade edilir. Ancak, ne amaçlı levha oldukları da... işte Kur'ân'ın; beni önünde secdeye kapandıran bilgilerin mutlak sahibi Yüce Allah'ın öğrettiği Levhalardır ki, o Levhalar taş filân değildir!

"Ve RAB Musa'ya dedi: Dağa, yanıma çık, ve orada bulun; ve taş levhalarını, ve yazdığım şeriat ve emirleri öğretmek için onları sana vereceğim." (Tevrât, Çıkış, Bap 24, âyet: 12).

5

Hikmet; fen bilimlerini içeren geniş anlamlı bir sıfattır. Örneğin "Füsûsu'l-Hikem"; hikmetlerin esası, yani "Fizik-Fen Bilimlerinin Esası" demektir. Ancak, Hikmet = Alelâde Fizik-Fen değil; fen bilimlerinin esasının, bilicisi, yapıcısı, fen bilimlerini tam olarak icrâ eden vb. gibi geniş anlamlıdır. Yûnus sûresi, âyet l'de: "Sapasağlam ve hikmetle dolu Kur'ân âyetleridir.", yani fen bilimlerini sapasağlam beyan eden Kur'ân âyetleri deniliyor.

6

Öz Arabça'da "küfr", sövmek değildir. Gerçeği Örtmek, bilgiyi saklamak vb. gibi anlamlan içerir.

7

Melekût; elçilik görev ve hakkını kazanan; halife vasfında süper mükemmel varlıkların bulunduğu katmandır.

8

PDCS; atomların oluştuğu en son bölünmez elementer öğelerdir. "Pair Duhan cyristal silks = Duhan Kristal İplikçik Çiftleri". Bu elementlere, bu ismi kaynağından dolayı biz koyduk. Bu gezegende ve diğer gezegenlerde bu elementerlere esir (ether) değil, "Duhan Kristalleri" denecektir. Daha doğrusu kabul etmek zo-rundadır...Bilim Dünyası. Çünkü bbu elementerler, insan aklına gelen + gelebilecek bütün deneylerle kendini kanıtlar.

9

Burada ifade edilen Melek; Elçi- Melek demektir ki; peygamber de herhangi bir isim değil bir görevin adıdır. Görevde ya insan, ya da melek ismiyle anılan varlıklara atfediliyor. Peygamber, peygamberlik yapanın adı değil, yaptığı görevin adından dolayı, o insana, o meleğe peygamber veya elçi melek diyoruz.Adı olmayan Peygamber var mıdır? Peygamberlik- Resûllük görevi olan her Peygamberin bir adı mutlaka vardır, değil mi? Yani, Peygamberlik,, görevinden dolayı sıfatıdır.

10

Issığ gölü ve Baykal gölü arasında yaşayan mongoloid bir Türk urukunun ALANKOVA adlı kadını da, parıldayan elbiselerin o görkemli görünüşleriyle; Ak-Çadıra tepeden tüneyerek gelip özel yöntemlerle hamile bıraktıklarını kesin tarih verilerinden öğreniyoruz. Çeng-iz (Cengiz Han) bu kadının soyundan geliyordu.

11

İsrail, Hz. Ya’kûb'a Yüce Allah'ın lâyık gördüğü bir addır. Anlamı; "Allah'a uğrayan" deniyor İbrani dilinde. Ancak, yaptığım ayrıntılı analizlerle; Allah'a mutlak teslimiyetle nefisle uğraşan+ savaşan anlamlarda olduğunu tesbit ettik. Tabii ki, bu meziyet sadece Hz. Ya'kûb'a hastır, isyânkâr torunlarına değil. (Bkz. Tevrât, Tekvin, Bap 32, âyet 24-32)

12

Ey insan! demektir. 6. âyetten de anlaşılacağı gibi, kasd edilen Hz.Muhammed'dir.

116

13

Şuara Sûresi'nin 160’ıncı âyetinde tekzib olundukları belirtilen elçiler, bu âyette, iki elçi olarak bariz bir netlikle belirtiliyor. Üçüncü bir elçinin, önceki iki elçiye takviye olarak gönderildiği, zaten Yâsîn sûresi'nin 14'üncü âyetinde, mevzuya tam egemen bir veridir. Dikkat ediniz ki: Sayılan veya kaçının önce geldiği önemsenmeden, "Elçiler geldi" denilebilirdi. Oysa elçilerin ilk gelenlerinin kaç kişi olduklan ve üçüncüsünün özellikle sonradan geldiği, O KADAR ÖNEMLİDİR Kî, ay-nntılan kat'iyyen gözden kaçırmayalım

14

Bu ifâdeler bizim henüz keşfettiğimiz ve "Ev-ren'de Zaman ve Hayat 1" adlı kitabımızda kanıtlamaya çalıştığımız "BUHARA ATOM Geometrisi" ve istisnasız bütün görüngüleri (phonemeno) açıklayan fonksiyonları açıklandığı zaman anlaşılabilir. Çağın Kuantum Fiziği bunu temelden açıklamazsak aslâ kavrıyamaz.

15

KAVS, bildiğiniz gibi Türkçe'de de "Kavis" veya " virajlı bir yay'ı" ifade etmek için hâlâ kullanılır. Oysa, kelimenin birinci derecedeki aslı "Kavs-i kuzah", sonra Kur'ân'da "KAVS" olarak geçerken, aynı anlamı ifâde etmek için, dilimizde de "Kavis" olarak kullanıyoruz.

16

Takvâ; bir canlının kendisini dış etkilere veya dışarıdan gelebilecek zararlara karşı koruma, savunma bilgilerinin tümünü içeren bilgiler tamamıdır. Bu bilgilerle donatılmış kişiye "Takvâ sahibi" denilir.

17

Bu görkemli araştırmayı ve sonucunu, Makine Mühendisi, gerçek Matematikçi ve saygı duyduğum, dayım Tevfik- Başdoğan’dan seneler önce aldığımı belirtmek zorundayım.

18

Aslında o hastalık AIDS'ten çok daha tahlikeli bir virüstü. Onu, kitap uzayacak endişesiyle, aynı zamanda Aids'in bir türü olduğu için kısaca Aids diye ifadelendirdik.

19

"Bu peygamberlerin hepsi de birbirinden ;elme tek zürriyettir. Allah Semi'dir Alîm'dir." (Al-i rnrân sûresi, âyet 34)

20

Günümüzde bile Arap kültüründe, gerekse o çağlardaki kültürlerde Arâmî veya Ibrânî dillerinde de; insanlar tamamen BABA ADI İLE birlikte anılırlar.

" Ve Sâre’nin câriyesi Mısırlı Hâcer İbrahim'e doğurduğu İBRAHİM OĞLU İSMAİL'in zürriyetleri şunlardır." (Tevrât, Tekvin, Bap 25, âyet 12).

" Ve Esav İsmail'e gitti ve İBRAHİMOGLU İsmail'in kızı Nebayotun'u; kızkardeşi Mahalat'ı karıları üzerine karı olarak aldı." (Tevrât, Tekvin, Bap 28, âyet 9).

21

Dikkat ediniz ki, bağlantılı ve tamamlayıcı bilgiler, Necm sûresi'nde 36 ve 37'nci âyetlerdeydi; Mü'min sûresi'nde 36 ve 37'nci âyetleri ise zaten apaçık ortadadır!

22

Bilimsel çalışmalarımızda; zamanın maddeye egemen olduğu Evren'e (-)tive Evren; zamanın hiç bir şekilde anlamı olmayan Evrenlere de (+)tive Evrenler diyoruz. Ayrıntıları "Evren'de Zaman ve Hayat -1,3,4" isimli kitaplarımızda açıkladık.

23

Firavun NEKO çağında bu kızların feryâdını Tevrat'ta açıklanırken; Kur'ân-ı Kerîm'de Kasas sûresi âyet 4'te netlikle açıklanıyor.

24

Bu denklem bize aittir ve çok yakında bilim dünyasına ayrınülan ile sunacağız. Denklemin içeriği, ener-ji'yi, kütle'ye dönüştürür.

25

Hazırladığım raporlarda, adı geçen denklemlerin, atomları oluşturan PDCS elementerlerinin, magnetik alanların gizemlerini Bilim Kurullan'na sunacağım.

26

Aslında bu ışımaları yapan "tanecik" filan değildir. Ancak çağdaş fiziğin diliyle şimdilik "tanecik" demek zorundayım. Bu "tanecik" sözcüğünü sadece bir niteliği ifâde etmek için kullanıyorum. Çalışmalarımı ve kanıtlarını bilim dünyasına aynntılan ile sunarken, gerçek ifadeleri kanıtlarıyla birlikte kullanacağız.

27

Bu bülten boyunca elementlerin HİDROJEN atomlarından oluştuğu ifadesiyle sık karşılaşacaksınız.

·        1. Gözlenebilen ve henüz keşfedilmemiş taraflarıyla EVRENİN tümü ve tüm elementleri önce H1DRO-JEN'den yaratıldı. İkinci bir kozmolojik sıkışma da, Hidrojen de dahil 8 farklı element oldu. 8 Atom numaralı elemente kadar, sekiz farklı elmement üçüncü bir Kozmolojik-Koridor’da kimya listesindeki elementleri oluşturdu.

·        2. Hidrojen atomları ise sadece PDCS (PairDuhan Cyristal Silks) elementer öğelerden oluştular. Bu ismi ben koydum ve başkaca ve bir şey de olamazdı.

·        3. Ancak, bu bülten boyunca elementlerin " Hidrojen elementlerinden oluştuğunu" bir kısıtlama gibi belirtmek zorunda kaldım.

Yani bir elementin oluşumunu "Hidrojen-Helyum" veya " Hidrojen-Oksijen" ifâdeleri yerine, element oluşumunda ilk sırayı aldığı ve % 99 oranında rolü olduğu için, bu bültende sadece" Hidrojen" ifâdesini kullandım.

·        a) PDCS elementerlerden - Hidrojen atomlarına,

·        b) Hidrojen'den - 7 farklı (Hidrojen dahil 8) ve kararlı elemente,

·        c) 8 farklı elementten kimya listesindeki tüm elementlere,

·        d) Süper evrim geçirmiş yaşlı radyoaktive elementlerden veya çözülmelerden tekrar PDCS'ye dönüşümleri açıklamam; oldukça hassas konular ve ciddi çalışmaları gerektirdiği için, bu yazı boyunca sadece Hidrojen ifâdesini kullanmak zorunda kaldım.

Amacım, bu bültende tam bir açıklık getiremiyece-ğimden zihinleri fazla karıştırmamaktı. Bu çalışmalarımı ve kanıtlarını " Evren 'de Zaman ve Hayat" adlı kitaplarımda açıklıyorum.

28

gr. Au denklem gereği 10 saniyede enerjiye dönüşürse,

29

1 gr. Fe denklem gereği 20 saniyede enerjiye dönüşürse,

30

Birim kütlesi aynı olan iki farklı nitelikteki elementin enerjiye dönüşümleri de farklı sürelerde olacaktır. Çünkü deney altın için 10, demir için 20 saniye ile sınırlıdır. Deney, sayıla

31

mayacak kadar çok farklılıklar sergileyecektir. Mesela:

32

+ 5,108832 X 1032 = 1,957394566899 x 1032 saniye yaşıyacaktır.

Durağan halde 1620 sene yaşayacak olan bir kütle bu deneyle 1620 termodinamik senesini 10 psikolojik saniyeye sıkıştırarak enerji sergiliyorsa - ki sergiliyor - bu madde zamanın yoğun olduğu yerdir! ifâdesine doğru götürür bizi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar