KEMALİZMİN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
Hasan Hüseyin CEYLAN
Birinci Baskı : Şubat 1996
I
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
Kemalizmin Türkçe Ezan Hikayesi : 9-15,
BİRİNCİ BÖLÜM
İBADETLERİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ VE
TÜRKÇE EZAN KONUSU 17
Ziya Gökalp ve Türkçe Ezan 18
Atatürk'ün İbadetlerin Türkçeleştirilmesindeki Hedefleri 20
Tekbir, Ezan, Kamet ve S âlânın Türkçeleştirilmesi 23
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur 31
Hutbenin Türkçe Okunması 33
Camiler Din ve Dünya işleri İçindir 34
Namazın Türkçe Kur'ân'la Kıldırılması 39
Sazlı Sözlü Hafızlar Topluluğu ile Kur'ân ve Mevlid Seansları 40
REHBER YAYINLARI : 39
Araştırma - İnceleme Dizisi : 15
.'KEMALİZMİN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ"
adlı eserin tüm yayın hakları
"REHBER Yayıncıhk"a aittir.
Halk Partisi ve Laiklik Prensipleri 108
Tarihi 163. Madde 113
163. Maddenin Zulmü Böyle Başladı 116
Dinsizlik Diktotoryası 119
Müslümanlar Komünistlerden Daha mı Kötü! 122
Gelelim Din Meselesine 127
BEŞİNCİ BÖLÜM
TANRI ULUDUR'DAN ALLAHU EKBER’E GİDEN YOL 145
Meclis Müzakerelerinin En Heyecanlı Anında İki Kişi Meclis'te Arapça Ezan Okumaya Başlıyor! 148
Ezan Okuyanlara Hazır Damga: Tarikatçılar! 150
Tarikatçılar Meclise Nasıl Girdiler? 151
Tarikatçılar Neler Anlatıyor? 152
Tarikatçıların Başka Arkadaşları Var mı idi? 153
ALTINCI BÖLÜM VE ALLAHU EKBER ' 157
Ezanı Muhammedi 162
Ezan 162
Ezan-ı Muhammedi’nin Lisân-ı Kur'ân ile Okunması Üzerine 165
Demokrat Parti ve Ezan Meselesi: 168
Kur’ân Diliyle Ezan 187
Ezan'ın Teşrii 190
Artist Şadi Bile Türkçe Kur'ân'ın Asla Olamayacağına Karar Vermişti 42
Mustafa Kemal Kur'ân Okuyor! 43
Yeni Mevlit veya Kemalist Mevlit 59
Gerçek Mevlid-i Nebi 73
İKİNCİ BÖLÜM TÜRKÇE KUR ÂN LA NAMAZ KILINABİLİR! 83
Kur'ân'ın Türkçe Tercümesiyle Namazda Okunması 84
Kur'ân Dili Üzerinde Bir İnceleme 86
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇE EZAN, TEPKİLER VE BURSA ULUCAMİİ OLAYI 89
Atatürk Arapça Ezan Okuyanlara Seslendi: "Allah'ın Belası Yobazlar" 91
Ezan Okuyanlar Tutuklanıyor 94
Yeni Hükümetin Dini 96
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇE EZANİN EMNİYET SÜBABI: DİYANET İŞLERİ REİSLİĞ İ 101
Atatürk, "Türk'ün Martin Luther'i" 103
Partiler tslâmsız Olamıyorlar? 105
SUNUŞ
KEMALİZMÎN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
14 asra yakın bir zaman, bütün müminlerin ortak sesi, sembolü ve bu manada da İslâm Dünyasının tam bir istiklâl Marşı olan Ezan-ı. Muhammedi, bizim ülkemizde, tüm Islâm Dünyasının ve Müslümanların zıddına 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren "Allahu Ekber, Allahu Ekber" yerine, "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur” diye okunmaya başlamıştı.
Hedefleri, Ziya Gökalp'in:
Bir ülke ki camiinde Türkçe Ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
dizelerinde ifade ettiği gibi Arapça ezandan ve Arapça olduğu için de Kur'ân'dan kurtulmak idi.
Müzisyen Hafız Saadettin Kaynak, Hafız Yaşar Okar, Hafız Ali Rıza, Hafız Burhan, GalatasaraylI Hafız Nuri, Adliydi Hafız Fahri, Hafız Kemal ve Hafız Cemil gibi aslında çok iyi mevlid okumakla ünlü sesi güzel, müziğe yatkın hafızlar topluluğu ile Arapça ezandan kurtulmanın çalışmaları bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ün başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda
Ezanı Tertip ve Tensik Eyleyen Lâfızlarda Değişiklik Olamaz 195
Ezanın Faydaları 201
Halkçı Gazetelerin Taarruzları 203
YEDİNCİ BÖLÜM EZAN DELİLERİ NİN HİKAYESİ 211-252
— Haydi kurtuluşa.
— Tanrı Uludur, Tanrı Uludur,
— Tanrıdan başka yoktur tapacak."
Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş ve işitilmemiş olan bu garip ezanı devlet konservatuarından İhsan Bey bestelemişti.
Güfte'ye en büyük katkı şüphesiz Mustafa Kemal'in idi.
Nihayet bu ezan kesin emirlerle dört bir tarafından 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren tangur, tungur okunmaya başladı. Arapça ezanı saklı saklı okuyanların başına gelenler ise pişmiş tavuğun başına gelmemişti.
Türkçe Ezan işinde devletin en büyük yardımcısı Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ile Diyanet İşleri Başkanlığı idi.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Tahrirat Müdürlüğü'nün 360/ 128 sayılı, 4.2.1933 tarihli genelgesiyle de bu yeni ezan için tüm müftülüklere Mustafa Kemal'in isteği doğrultusunda bir tamim göndermişti.
Gönderilen tamimde Başkan Rıfat Börekçi, Arapça ezan okuyan, okunmasına göz yuman ve bu konuda tereddüde düşen tüm din görevlilerinin acımasızca cezalandırılacağını belirtiyordu.
Rıfat Börekçi kraldan fazla kralcı kesilerek, daha henüz ortada Arapça ezan okuyanlarla ilgili bir ceza, kanunu olmamasına rağmen, "Binaenaleyh bu tamimin ele geçmesiyle birlikte, bütün diyanet memurlarının, imam ve hitaplerin ve müftülüklerin Türkçe ezan ve kamet'e uymaları, aksi takdirde, buna muhalefet edenlerin kat'î ve şedît mücazata maruz ka-
yürütülüyordu.
Mustafa Kemal, sık sık hafızlara hitaben kendi yaptığı devrimlerı hatırlatarak: "Hafız Beyler! Asıl İnkılabı sizler yapacaksınız! Türkçe Kur'ân okumakla ve Ezan-ı Türkçeleştirmekle vatana en büyük hizmeti sizler yapacaksınız! Bunu başarırsanız sîzlere sırmalı kaftanlar giydireceğim, sizi büyük camilere hatip yapacağım" diyor ve Dolmabahçedeki bu faaliyetlerde sık sık müzisyen-hafızlara iltifat ediyordu.
Camilerde okunacak Türkçe Kur’ân ve minarelerden seslenilecek olan Türkçe Ezan için hafızların kıyafetini bizzat Mustafa Kemal tesbit etmişti.
Mustafa Kemal hafızlar grubunun başı olan Saadettin Kaynak’a hitaben: "Sarık sarmayacak, cübbe giymeyeceksiniz! Hutbe okurken dahi böyle olacaksınız! Benim gibi başı açık ve fraklı-smokinli!" buyruğuyla cami içi kıyafeti de belirlemiş olur.
Artık çeşitli müzik aletleriyle meşk edilen ve Dr. Reşid Galip ile, Hasan Cemil Çambel’in yönetiminde notalaştırılan Türkçe Ezan okunmaya hazırdır. Seçilen camiler, Yerebatan, Süleymaniye ve Sultanahmet’tir.
Nasıl mı okunacak?
İşte böyle:
’T— Tanrı Uludur, Tanrı Uludur (4 kez)
— Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki, Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
— Şüphesiz yine bilirim ve bildiririm ki Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
— Haydi Namaza.
nımladığı Türkmen asıllı Ankara Hasköy'de oturan Sadık (Ça- kırtepe) Efendi’yi, yapmış olduğum bu röpürtajlarda daha iyi tanıyacak ve Türkçe Ezan, Arapça Ezan savaşının tarihsel boyutuna tanıklık etmiş olacaksınız.
Kitabımızın son bölümünde bu aziz kahramanların Arapça ezan uğruna katlandıkları çileleri kendi ağızlarından dinleyeceksiniz.
Ne varki Bilal-i Habeşi ruhlu bu kahraman insanlardan TBMM Ezan kahramanı Osman Yaz Efendi 1989 yılında, Has- köy’lü ve Çubuk ilçesinin Kuruveren Köyünden Pehlivan Deli Yusuf Amca 1992 yılında, Sadık Çakırtepe Amca ise Keçiören Kızlarpınarı mevkiinde 1991 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuşlar ve yaptıkları ezan mücadelesinin karşılığını şimdi kendi dünyalarında -biiznihi Tealâ- Rablarından almaktadırlar.
TBMM’de yasaklı dönemde Arapça ezan okuyarak tarihe geçen insanlardan bir tek Hacı Muhiddin Ertuğrul Efendi bugün Hasköy Shell benzinliği arkası merdivenler bölgesinde 80 yaşa yaklaşan ömrü içersinde yaşantısını devam ettirmektedir.
Biz bu eserimizde Türkçe Ezan olayının başlangıç ve bitiş hikayelerini, ibadetleri Türkçeleştirme eylemlerini ve bu uğurda yapılan TBMM çalışmalarını yine akademik disiplin içersinde incelemekte ve sonunda da Allahu Ekber’e yeniden dönüşün mücadelelerini ortaya koymaktayız. Bu sebeple kitabımıza ”Kemalizmin Türkçe Ezan Hikayesi: TANRI ULU- D UR ’dan ALLAHÛ EKBER ’e Giden Yol! ” adını verdik.
Tabi ki bu hikayenin biz sadece Cumhuriyet Dönemi boyutunu ele aldık. Yer yer zaman zaman özellikle sol aydınların
lacaklarını tamimen beyan eylerim..." diyerek, Arapça ezan okuyanların şiddetle cezalandırılacağını resmen belirtmiş oluyordu.
işte bu tamimle birlikte 3 Şubat 1932 tarihinden başlayarak, 16 Haziran 1950 tarihinde Tanrı Uludur'dan yeniden Allahu Ekber'e geçilen güne kadar aralıksız tam 18 yıl bu gök kubbede "Tanrı Uludur" denilerek ezanlar okutuldu.
Bu 18 yıllık zaman içerisinde Arapça ezan okumanın mücadelesini veren yüzlerce isimsiz kahraman da bu uğurda zulümler gördü, işkencelere maruz kaldı ve bir kısmı da, Arapça ezan okumanın delisi-divanesi olduğu için rejimce Bakırköy Akıl Hastanesine delidir diye kapatıldı.
Bakırköy Akıl Hastanesinde 1932-1949 yılları arasında daima birkaç "ezan delisi" "en önemli hasta" diye misafir edilmişlerdi. Sadece Ankara Çubuk ve Hasköy bölgelerinden bizzat benim isim isim tesbit ettiğim sürekli Arapça ezan okundu diye adı "ezan delisi'ne çıkmış olan ve bu suç (!)tan dolayı da aylarca Bakırköy Akıl Hastalıkları Merkezinde "deli"- muamelesine tabi tutulmuş 52 ismi biliyorum.
Tanrı Uludur'dan Allahu Ekber'e giden yolun bu kahraman -delilerini değil- velilerini ve onların verdiği akıl almaz mücadelelerini tanımanız için 1986-87 yıllarında, ezanın bu tarihe geçmemiş öyküsünü sizlere aktarabilmek için "ezan delileri "yle ilginç görüşmeler yaptım.
TBMM'de ilk kez ve üstelik bütün engellemelere rağmen Arapça ezan okuyan Hacı Muhiddin Ertuğrul Efendi'yi, Hacı Osman Yaz Efendi'yi, stadyumlarda milli maç esnasında bile Arapça ezan okuyan Hasköylü Pehlivan Yusuf Efendi'yi ve hele hele Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün bizzat "gerici deli" diye ta-
KEMALÎZMİN TÜRKÇE EZAN HÎKAYESİ
La ilahe İllallah
Bundan böyle kıyamete kadar bir daha hiç kimse ezana tecavüz edemeyecek ve hiç kimsenin gücü Allahü Ekber'i Tanrı Uludur'a dönüştürmeye yetmeyecektir.
Bu ezanlar ki şehadetlerin dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli!
Hasan Hüseyin Ceylan
26.01.1996
Ankara
1960 sonrası gündeme getirdiği Türkçe Ezan isteklerini önemsiz bulduğumuz için bu kitaba koymadık.
Bir de bütün Türkiye'nin yakından yaşadığı günlerce Medya'nın manşetinden inmeyen 24 Aralık 1995 seçimleri dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin Ankara 1. Bölge birinci sıra adayı DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral’ın Bil- kent Üniversitesi'nde gündeme getirdiği Türkçe Ezan isteklerini ve bu konuda basında çıkanları kitabımıza -bilerek- almadık!
Çünkü Ezan-ı Muhammedi ile oynamanın neye ma- lolacağını bu hal 24 Aralık 1995 seçimlerinde tekrar gösterdi ve Allahü Ekber ezanı bir kez daha "Tanrı Uludur" diye ezan okunsun isteyen DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral'ı nasıl çarptığını tarihi tekerrür içerisinde yeniden ispatladı.
Evet tarih varoldukça İslâm ümmeti, ümmetin bir İstiklal Marşı hüviyetinde olan ezanı için hep Bilal-i Habeşi gibi haykırmaya devam edecektir:
Allahü Ekber, Allahü Ekber
Allahü Ekber, Allahü Ekber '
Eşhedü en La llâhe İllallah
Eşhedü en La llâhe İllallah
>>
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah
Hayyaalas Salâh, Hayyaalas Salâh
Hayyaalel Felâh, Hayyaalel Felâh
Allahü Ekber, Allahü Ekber
BİRİNCİ BÖLÜM
İBADETLERİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ
VE TÜRKÇE EZAN KONUSU
Ezanın bütün bir İslâm ümmetine ve dünya gezegeninde yaşayan yaklaşık 1 milyar 200 milyonluk Müslüman nüfusa yönelik müşterek bir manası vardır. Yerinde bir tabirle ezan, bu 1 milyar 200 milyonluk İslâm dünyasının tam bir "İstiklal Marşf’dır. Her duyanın saygı duyduğu, davetine icabet etmeye çalıştığı ve ona maddî-manevî zevkler verdiği bir İstiklal Marşı.
Dünyanın hiçbir ülkesinde, hangi dine müntesip olursa olsun, İslam müstesna, insanları böylesine etkileyen ve insanlara günde en az beş kez seslenen böyle bir davetiyeye rastlanamaz.
Ezan; sosyolojik olarak İslâm toplumları nezdinde ortak bir sembol olması bir yana, namaza ve ibadete davet etmesi cihetiyle kulluğa yönelik tarafıyla da, İslâm dünyasının müşterek kulluk davetiyesidir. Her Müslüman nerede olursa olsun, isterse bilmediği bir dilin konuşulduğu bir Müslüman ülkesinde bulunsun, duymuş olduğu ezan sesi ile ortak bir heyecan ve birlik hissi ile dolar. Yüzlerce ayrı dilin konuşulduğu İslâm dünyasında ezan, Müslüman birlik hissini günde en az beş kez hatırlatan tek birlik sembolüdür.
Hristiyanlar için çan ne manayı ifade ediyorsa Müslümanlar içinde Ezan öyledir.
Aslında Ziya Gökalp şiirinin bu ilk bendinde de görüldüğü gibi sadece ezanın Türkçeleştirilmesi teklifini gündeme getirmekle kalmıyor, Türkçe Kur'ân fikrini de ortaya atmış oluyordu. Hatta Gökalp, "Türkçülüğün Esasları” isimli kitabında, Türkçe yapılan ilahi, zikir ve Mevlid-i Şerifi örnek göstererek şunlann da Türkçe olmasını istiyordu:
1. ibadette okunanlar (tilavet) dışında Kur'ân okunuşu,
2.Bütün ibadet ve ayinlerden sonra okunan dualar ve mü- nacaat (yakarış),
3. Cuma ve Bayram Namazı Hutbeleri
Ziya Gökalp’in düşünceleri, Cumhuriyet'in kuruluşu ve özellikle de 3 Mart 1924 devrimlerinden sonra Mustafa Kemal’in her an aklını meşgul eden hususlardı. Ziya Gökalp bir "Dinsel reform,,(3) olarak bunları düşünmüşse de, Atatürk için dinî hayat ve ibadetlerdeki reformlar, dinsel reform olmaktan öte bir "Kültürel reform"<4> idi.
20 Haziran 1928 tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nce hazırlanan ve daha önceki bölümlerde de tam metnini sunduğumuz "İslamiyet'i Islah" projesi ile Atatürk’ün arzuladığı bu "Kültürel reform"un temelleri atılmış oluyordu.
Prof. M. Fuad Köprülü, Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Prof. İsmail İzmirli, Prof. Halil Halid, Prof. Arapgirli Hüseyin Avni, Prof. Hilmi Ömer ve Prof. Hilmi Ziya gibi on kişilik bir
lümanlar için de ezan aynı derecede ve ondan çok daha yüce manalar ifade etmektedir.
Böylesine yüce manalarla dolu ve Müslümanların tek ortak sembolü olan ezan, nasıl ve ne sebeble ve hatta nasıl bir fayda umularak yapıldığı bugün bile açıklanamayan bir tarzda 1932 yılı başlarında ortak sembollükten soyutlamak ve ’Türke has" bir şekle sokmak anlayışıyla Türkçeleştirilmeye başlandı.
Ezanın Türkçeleştirilmesi hadisesi her ne kadar, 1932 Şubat’ında gerçekleştiyse de, muhteva olarak değişikliğin düşünülmeye başlaması çok daha önceki yıllara rastlar.
Ziya Gökalp ve Türkça Ezan...
Ezanın Türkçeleşmesi fikrini ortaya atan kişi şüphesiz Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp ilk defa "Vatan" adlı şiirinde ibadetlerin Türkçeleştirilmesi fik rini ortaya atmış ve Türkçe ezanla ilgili olarak Vatan adlı şiirinin ilk bendinde şöyle de- mişti:(1)
i» I
Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hûda'nın...
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
1. Ziya Gökalp, Yeni Hayat, s. 9. 1941 (2. Basım).
Namazın Türkçe Kur'ân’la kıldırılması
Halkın rağbetini çekmek için camilerin sıhhî ve bediî bir hale getirilmesi.
Özellikle ilk üç konu üzerinde yoğunlaşan Mustafa Kemal Atatürk,ibâdetlerin Türkçeleştirmesi işinde kendilerinden en çok faydalanacağı kişileri etrafında toplamaya başladı ve Dolmabahçe Sarayı’nda bu kişilerle aylar süren bir çalışma başlattı.
Çalışmalara katılan kişiler devrin çok meşhur hafızları, musikişinas ve mevlithanları idi. Hafız Sadettin Kaynak ve Hafız Burhan gibi musikişinaslar olduğu kadar, tegannili me- vlid okumalarıyla tanınmış meşhur hafızlardan seçme bir grup bu toplantılara katılıyorlar idi.
Dolmabahçe Sarayı’nda bizzat Atatürk’ün başkanlığı ve gözetiminde yürütülen ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına katılan hafızlar şunlardı: Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Sadettin (Kaynak), Enderunlu Hafız Yaşar (Okur), Sultan Selimli Hafız Ali Rıza (Sağmen), Adliye'deki Hafız Fahri, Galatasaray Muallimi Hafız Nuri ve tüm bu hafızlara başkanlık etmek üzere Üsküdarlı Hafız Cemil.
Bu dokuz seçme hafız, "Din inkılabı’’^91 için yapılacak değişikliklerde ve özellikle de ibadetlerin Türk- çeleştirilmesinde çalışmak için 1931 yılı Ramazan ayının on- beşinden itibaren Dolmabahçe Sarayı’na çağrılmaya başladılar/1^
ilmi(!) heyet tarafından takdim edilen bu proje ile, "İbadetin dilinde”, "İbadetin şeklinde", "İbadetin sıfatında" ve "İbadetin fikriyatında"^ olmak üzere dört ana başlıkla ibadetlerdeki reformlar başlatılmak istenmişti.
İşte bu projenin "İbadetlerin dili" bölümünde deniliyor ki: "ibadetlerin Lisanı" Türkçe olmaktır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabul ve istimal edilmeli ve ma- bedlerde bu esasta teşkilat yapılmalıdır."
İbadetlerin dili üzerine yapılması teklif edilen bu değişiklikler 1928 yılından itibaren en başta Atatürk ve İnönü’yü ve sonra Cumhuriyet Halk Partisi'nin ileri gelenlerini konu üzerine düşündürmeye başlamıştı.
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerinin teklif başında açmış, oldukları ibadetlerdeki değişiklik projesi, Atatürk’te beklenen etkiyi yapmış ve kendisini bu konuda 1931 yılı sonlarında kesin olarak harekete geçmeye itmişti.
Atatürk'ün İbadetlerin Türkçeleştirilmesindeki Hedefleri
Bu sıralarda Atatürk'ün üzerinde durmak ve başarmak istediği şeyler başlıca namazın etrafında dolaşıyor ve onun şekilleri çevresinde toplanıyordu.Bunları dört ana başlık altında gösterebiliriz:
Tekbir, Ezan, Kamet ve Salâtın Türkçeleştirilmesi,
Hutbenin Türkçe Okutulması,
idi. Bu vaadlere ulaşabilmek için hafızlar saz ve orkestra eşliğinde var güçleriyle çalışıyorlardı.
Saz heyeti arasında: Selanikli "Kanuni” Mustafa, Mısırlı Udî İbrahim ve Kemani Ermeni Nobaryan var idi/14) Saz heyetine iki erkekle bir kadın sesleriyle eşlik ediyorlar ve okunan Türkçe Kur'ân'a ritm(!) vermeye çalışıyorlardı/ )
Tekbir, Ezan, Kamet ve Salanın Türkçeleştirilmesi
Tekbir, Ezan, Kamet, Salâ ve Kur’ân'ın Türkçeleştirilmesi ile ilgili bu hummalı faaliyetleri bizzat yaşayan kişiler, bu çok renkli(!) çalışmalarla ilgili hatıra tutmayı da ihmal etmemişlerdi. Özellikle notaya ve ritme uygun olarak tekbir getiren ve Türkçe Kur'ân okuyan ve bu suretle de Atatürk’ün din inkılabında "Göz bebeği" olma ünvanına erişen Sultan Se- limli Hafız Rıza'nın (Hafız Ali Rıza Sağman) hatıraları bu konuda çok ilgi çekicidir/)
Hafız Ali Rıza Sağman, hatıralarında bu hummalı çalışmaları şöyle anlatıyor:
"...Sarayın altındaki küçük salonda tekbir meselesi bahis mevzuu oldu. Yaklaşmakta olan bayramda camilerde okunacak olan tekbirlerin Türkçeleştirilmesi isteniliyordu. Halbuki bu hafızların yapacakları iş değildi. Bunu yalnız Arapça bilen hem de musikide tasarruf sahibi olan kimselerin yapması lâzım gelirdi. Bu vaziyet karşısında gayretin dayıya düştüğü anlaşıldı.
Hafızlar Atatürk’ün gözetiminde Ramazan’ın sonuna kadar Tekbir, Ezan, Kamet, Sala ve Hutbenin Türkçeleştirilmesi üzerine yoğun bir şekilde çalışmaya başladılar. (11) Daha sonra Ramaza'nın bitimiyle 1932 yılının şubat ayına kadar geçen süre içerisinde de Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi üzerine çalışıldı. Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi çalışmalarında da Atatürk, hem güzel sesinden ve hem de hitabetindeki düzgünlüğünden dolayı Hafız Sadettin Kaynak’ı çalışmaların organizatörü kılmıştı.
Saz ve orkestra heyeti ile birlikte yürütülen Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi çalışmasına, Süleymaniye Müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Hafız Burhan, Hafız Yaşar Okur ve Hafız Nuri katılmışlardı.(,2)
Okunan Türkçe Kur'ân'ın önce Gazi'ye beğendirilmesi asıl olduğundan hafızlar bir hayli ter döküyor ve halkın bu şekli beğenmiyeceğini bile bile çok yoğun gayretler sar- fediyorlardı. Bunun bir başka sebebi de Atatürk'ün heyette bulunan hafızlara : 'İnkılaplarımızın son merhalesini sizler yapacaksınız Hafız Beyler!" diyerek iltifatta bulunmuş olması ve: "Sizi Sultan Camiilerine hatip yapacağım. Size sırmalı kaftanlar giydireceğim!" gibi hafızlar için o günkü şartlarda en büyük kabul edilen vaadlerde bulunmasıydı.
Tabi o zamanın hafızlan için sırmalı kaftan giymek ve Selatin camilerine hatip olmak erişilmesi çok zor olan rütbeler
Allah’a karşı Tanrı; Ekbere karşı Ulu ve büyük kelimeleri üzerinde hayli münakaşa oldu. Neticede görüldü ki, "Allah'u Ekber," "Allah Büyüktür" ve "Tanrı Uludur" cümlelerinin üçü de hece sayısınca birdir. Allah’u ekber ibaresindeki nağmeyi Türkçeleştirdiğimiz ibareye aynen geçirdik. Tekbirin ibaresi benim tezime göre şöyle oldu:
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrıdan başka Tanrı yoktur. Tanrı Uludur. Tanrı Uludur. Hamd ona mahsusdur.
Müzakere bu safhaya gelince Hasan Cemil şöyle bir teklifte bulunarak münakaşaya son verdi:
— Her ikisini de Atatürk’e okuruz, onun istediği ve beğendiği kabul edilir.
Hasan Cemil’in reisliğindeki konuşmalar bitmiş, tekbir şöyle böyle Türkçeleştirilmiş, nağmeler yerli yerine konmuş ve "Allah Büyüktür", "Tanrı Uludur" ihtilafının halli de Atatürk'ün yüksek tasviplerine bırakılmıştı. Şimdi bu komisyon azası sarayın üst katında bulunan Atatürk'ün huzuruna çıkıyordu. Billûr parmaklıklı merdivenden çıkarken reisimiz Hasan Cemil bize:
— Durun, dedi, şunlara bir sürpriz yapalım!
Atatürk'le yanındakiler bizim üst kata çıktığımızı görmemişlerdi. Oraya çıkar çıkmaz, reisimiz teklifi üzerine: "Allah Büyüktür", "Allah Büyüktür" diye o maruf nağmeleri yüksek sesle ve hep bir ağızdan bağırarak yürümeye başladık. Henüz Allah'ın adı saray kubbelerini titretmeye başladığı ilk anda Atatürk'ün başı bizden yana döndü ve pek hoşlanarak ve gülerek yerinden kalktı, bize doğru yürümeye başladı. Biz de okuya, okuya kendilerine yaklaştık. Atatürk, pek seviniyor, tatlı tatlı gülüyordu. Tekbir bitmişti. Hasan Cemil söze başladı.
Bu derece acele edilmesinin türlü sebebi olabilir: Yapılacak işte iyiliğin, kötülüğün yeri olmaması yani bir şey olsun da nasıl olursa olsun fikrinin hakimî bulunması düşüncesi bir sebep olacağı gibi, yaklaşmakta olan 1931 yılının bayramında bu işe başlanmış olması düşüncesi de ikinci bir sebep olabilir.
Herhangi bir rejim yeni kurulurken nasıl kurulursa öyle gider ve temelleşir. Bu temel ilkin doğru olarak konulursa iyi olur diye uygun olduğunu sandığım bir düşünce kafamın içini sardı. Doğruya aykırı bir usulün konması, yanlış bir ibare ile işin aslının, ruhunun çığırından çıkartılması ihtimali ki bunun böyle olacağı ortada görülüyordu-yüreğimi titretti. Bugün camilerde okunmakta olan Türkçe tekbir işte bu titreyişin eseridir. Bunu öğünerek söylemek hakkına malik bulunmaktayım Şimdiye kadar karanlık kalmış olan bu mesele, bizden sonraki nesillere kalacak olan bu eser birkaç satır ile tesbit edilecek olursa o geceki mücahede ve mücadelenin mükafatını fazlasıyla almış olduğumu itiraf ve kabul ederek bunu birkaç fıkra ile izah edeceğim:
Bugün camilerde okunan Türkçe tekbir sırf benim mü- cahademin meyvasıdır. Bunu yalnız iddia değil, ispat da ederim. En birinci şahidim oradaki Hafız arkadaşlarımda.
Hasan Cemil'in reislik ettiği bu meclisteki 9 hafızdan 8’i bir taraf oldular. Bunların başında Hafız Kemal vardı. Hafız Kemal, "Allah’u Ekber’i" "Allah Büyük’tür" tarzında Türkçe'ye çevirelim diyordu. Ben, Allah büyüktür terkibinin hem sıfatına hem mefhumuna itiraz ederek Tanrı Ulu'dur denilmesini ileri sürdüm. Hafız Kemal, davasını haklı göstermek için "Allah Büyüktür" terkibinin bizce munis olduğunu, ağzımızın buna alışkın bulunduğunu söylüyordu. Sadeddin Kaynak da Hafız Kemal tarafını tutuyordu. Fakat o da tezini müdafaa edemedi.
KEMALİZMİN TÜRKÇE EZAN HÎKAYESİ
Evvelki unutulsun! Tamamen Türkçe olsun! "Tanrı Uludur" diye okunsun.
Buyurdu. Ben titriyordum, Çünkü böyle bir işi, böyle bir huzurda başarmış ve imtihanı kazanmıştım. Arkadaşlarım sü- küte daldılar. Yalnız Galatasaray Lisesi muallimlerinden Hafız Nuri kulağıma: Tebrik ederim diye fısıldadı.
Atatürk kazanan tarafı bilmiyordu. Beşeriyet duygularından sıyrılmış olamayız. Bu şekli iddia edenin kim olduğunu Atatürk'ün de bilmesini isterdim. "Tanrı Uludur" şekli tastamam benim mücahedemin bir meyvesi idi.
Bununla beraber sofrada yine de mesele üzerinde konuşmalar oldu. Atatürk yeni metnin aslından daha parlak olduğunu ve nağmeye yakıştığını söyledi:
Hafız Kemal de şöyle garip bir mütalaada bulunmaktan çekinmedi:
Biz minarede de ezan okurken Allah kelimesinde nağme yaparız da...
Atatürk bir şey söylemedi. Ben işi üzerime alarak dedim ki:
Bu muazzam inkilâp karşısında böyle bir nağme dinlenmez ya!
Yine Atatürk’ün huzurunda bir mesele görüşülürken ben, tekbirde geçen hamd ve mahsus kelimeleri hakkındaki görüş ve anlayışımı da kendilerine arz ettim. Ahteri Kebir'i getirtti. Bu kelimelere baktı. Lügatin verdiği mânalar da bunu tutmamış olacak ki:
Biz şimdilik hamd ona mahsustur diyelim de istikbalin Türk'ü daha iyisini bulsun! Onlar da onu Türkçeleştirsin!
Buyurdular. Bu iş de böyle neticelendi.
Tekbiri Türkçe’ye çevirirken Hafızlar arasında ihtilâf çıktı. Kimi "Tanrı Uludur" olsun diyor, kimi "Allah Büyüktür" olsun diyor. İkisinden birisinin kabulünü yüksek tasviplerinize bıraktık" dedi.
Reisimiz Hafız Cemil münakaşayı olduğu gibi söylememiş, kısa kesmişti. "Tanrı Uludur" diyen hafızların bir kısmı değil, bir teki idi. Ben onun böylesi söylemesini isterdim. Fakat o sırada sükûttan başka çare yoktu.
Atatürk: "Her ikisini de dinleyelim!" buyurdular.
ilkin "Allah Büyüktür" diye başladık. Kemal ile arkadaşları pek istekli ve neşeli okuyorlardı. Kendilerininkini beğendirmek için azami gayret sarfediyorlardı. Atatürk ise, kaşlarını çatarak dikkat kesilmiş, ayakta dinliyordu.
Tekbir bitti, Hakikaten pek parlak okunmuştu. Saray çın çın ötüyordu. Atatürk:
Buyurdular. "Allah Büyüktür" avazeleri tekrar yükseldi. Bundan sonra Atatürk:
Şimdi ötekini!
Buyurdular. Şimdi benim dediğim okunacaktı. Okundu. Fakat arkadaşların, bilâiltizam diyeceğim, neşesiz oldukları seziliyordu. Atatürk bunun için de:
Bir daha!
Buyurdular. Bir kere daha okuduk. Bu sefer ben de onlara inat kuvvetli ve neşeli okudum. Okuyuş bitti. En heyecanlı bir ana gelmiştik. Yalnız hafızlar değil, oradakilerin hepsi dikkat kesilmiş, kulak kesilmiş, göz kesilmişti.Atatürk’ün ne diyeceğini, hangisini beğeneceğini bir an evvel öğrenmek istiyorlardı. O, üç değil, iki kelime ile hem de sabırsızlıklara, meraklara son verdi, hem de tekbirin metnini tespit etti ve:
Diyanet İşleri Başkanlığının Devletle iç içe organize ettiği ve tüm müftülüklere de tamimen gönderdikleri ibadetler ve şekilleri ile ilgili bu çeşit inkılaplar hakkında içeride ve dışarıda ilginç yorumlar yapılıyordu.
Alman Gotthard Jaeschke, Dolmabahçe sarayında yürütülüp Meclisçe kanunlaşmadan, tamamen bir emir doğrultusunda yürütülen bu uygulamaları "Şeriatın egemenlik alanına açık bir hücum" olarak yorumluyordu.
Jaeschke, "Şeriata açık bir hücum" olarak yorumladığı bu uygulamaların kökeninde eğer bir kahraman aramak gerekirse bu kahramanlığın Mustafa Kemal’den önce Ziya Gökalp'e ait olduğunu dile getiriyor ve Şeriate bu manada ilk hücumun Ziya Gökalp'ten geldiğini iddia ediyordu.
H.H. Schaeder’e göre, her ne kadar Ziya Gökalp'in, İslam ümmetinden, Türk kültüründen ve Avrupa medeniyetinden olmak şeklinde dile getirdiği meşhur felsefesiyle bu kahramanlık uyuşmazlık içindeyse deZiya Gökalp herşeye rağmen 20. asrın başlarında Ezan’ın ve Kur'ân’ın Türk- çeleştirilmesini "Vatan" adlı şiiriyle dile getirmişti.
Vatan adlı bu şiirin bir kıtasında Gökalp
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Tekbir için yapılan mesai daha sonra ezana ve kamete de teşmil edildi. Onlar da Türkçeleştirildi ve camilerde okunulmağa başlandı. Fakat hükümet lâik olduğu için bunları ne resmî ve ne dinî bir makamdan; meselâ Diyanet İşleri Reisliğinden getirtiyor, ne de bir kanun mevzuu yapıyordu. Bu işler böylece hususî şekillerde ve kanunî olmıyan teşebbüslerle yapılıp durdu. *
Bu tür Türkçeleştirme teşebbüslerinde henüz Salâ denilen ve Peygamber’e hürmet ve tazimi gösteren dinî metin üzerinde durulmuyordu. Nihayet Diyanet İşleri Reisliği bununla da meşgul olarak Sala’nın da Türkçe ve notaya uygun, ritmle söylenebilecek bir tarza dönüştürülmesi çalışmalarını başlattı ve Sala’nın üç muhtelif şeklini hazırlayıp ezandan sonra okunmak üzere bütün Müftülüklere gönderdi.
* t
Diyanet İşleri Reisliği’nin bu konudaki 6.3.1933 tarihli dikkat çeken tamimi şöyledir:
"Öz dilimizle her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salât okumak âhenksiz düşeceği gibi Hükümeti celilenin takip buyurduğu maksad-ı milliyeye de uygun gelmediğine binaen İstanbul’daki erbabı ihtisasla bil- muhabere yukarıda yazılan üç suret ile Türkçe tekbir gönderilmiştir. Her hangisi arzu olunursa icabında alâkadarların ondan okumaları tamamen beyanolunur."
Bu emir üzerine İstanbul Müftülüğü, İstanbul’daki İlahiyat Fakültesi müderrisleriyle görüşerek bunu da tespit edip bildirmiş ve Salâ işini de böylece sona erdirmişti!
İlk Dil Kongresinden sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü Ocak 1932’den itibaren, bütün cami ve hademe-i hayrat’m (din görevlileri) amiri sıfatıyla önce Diyanet İşleri Reisliği’ne ve sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü makamına bağlı bütün cami ve mescitlere Türkçe ezan için her türlü hazırlığın yapılmasını emretti/
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur...
Ezanın yeni şekli Diyanet İşleri Başkanlığınca Atatürk'ün de onayından geçmiş şekliyle tüm müftülüklere ta- mimen Ocak 1932'den itibaren gönderilmiş oldu/
Onaylanan Türkçe Ezan'ın tam metni şöyle idi:
L Tanrı Uludur. (4kere) 2. Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki Tanrı'dan başka yoktur tapacak, 3. Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki, Tanrının elçisidir Muhammed, 4. Haydi namaza, 5. Haydi kurtuluşa, 6. Namaz uykudan hayırlıdır (Yalnız Sabah namazında), 7. Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, 8. Tanrıdan başka yoktur tapacak.
Her ne kadar Türkçeleştirilmiş bu ezanın güftekârları bir hafızlar grubu ise de gerçek güftekâr Mustafa Kemal Atatürk idi. Bu güftenin bestekârlarına da Devlet Konservatuarından İhsan bey ile, Ermeni Nobaryan getirildi/28)
Ezan'ın hemen arkasından Tekbir, Tehlil ve Salavat-ı Şe- rifelerin Türkçeleştirilmiş şekilleri de Diyanet İşleri Reis-
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın... Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!®®
diyerek Türkçe ezan reformunun temelini daha 20. asrın başlarında atmış olu-yordu.
Aslında şiirde adı geçen, "Ezan"dan başka, Ziya Gökalp, "İslam Ümmetinden" olgusuna tersliğine rağmen "Türkçülüğün Esasları" isimli eserinde, tekke ve dergahlarda Türkçe yapılan zikirlerde okunan ilahilerle ve sonradan yaşayan bir dinsel tören haline gelmiş bulunan Türkçe Mevlid’i Şerif-i örnek göstererek şunların da Türkçe olmasını istiyordu.
İbadette okunanlar (tilavet) dışında Kur'ân okuyuşu
Bütün ibadetlerin sonunda yapılan dua ve münacaatler
Hutbeler
Tekbir ve Salavat-ı Şerifeler.
Ziya .Gökalp bunları isterken öne sürdüğü tek gerekçe Türklükle birlikte ibadetlerde vecd ve itmi'nan’ın artması idi.
Ziya Gökalp’in gündeme getirdiği ve daha sonra Dol- mabahçe Sarayı'nda hafızlar grubunda meşk edilerek şekillenen Türkçe Ezan, Kamet, Tekbir ve Salavat-ı Şerife ilk kez bir Ramazan ayında 3 Şubat 1932 tarihinde okundu. Tekbirler ve Salavatlar da Teravih namazlarında okunmaya başlandı/25^
Hutbenin Türkçe Okunması
Türkçeleştirilen ibadet şekillerinden birisi de hutbeler idi. Öncelikle Cuma Hutbesi ve Bayram namazları hutbeleri, halk hiçbir şey anlamıyor (!) düşüncesiyle Türkçeleştirilemeye tâbi tutuldu. Atatürk, "Eğer hutbe hitabetmek ve halkla konuşmak ise, halkın o hutbeyi her şeyiyle anlamış olması gerekir. Halka hitap ederken onun anlayacağı bir dille konuşmak en tabii ve en mantıklı bir yol olduğundan şüphe yoktur." diyerek hutbenin Türkçeleştirilmesinin ve ondaki Arapça duaların atılması gerektiğinin kendince gerekçesini de ortaya koymuş oluyordu.
Aslında Hutbenin Türkçeleştirilmesi ile ilgili örneği Mustafa Kemal Balıkesir Lala Paşa Camiinde 1923 yılında bizzat kendisi vermişti. Daha önceki bölümlerde de tam metnini sunduğumuz bu hutbenin önemli bölümlerini yeniden zikrederek konuyla ilgili Hafız Saadettin Kaynak'ın ilginç hatıralarına yer vermek istiyorum.
Mustafa Kemal sözkonusu hutbesinde minberin birinci, üçüncü ve yedinci basamaklarında okunması gereken duaları atlayarak hutbeyi okuyacağı basamağa çıkmış ve öylece hutbesini okumuştu.
Mustafa Kemal’in arzuladığı ve istediği şey, ibadetleri şekillendirmek ve belli kalıplara koymak değildir. Onun için minberin merdivenlerinde durmayıp, dua okumadan direkt olarak hutbesine başlamıştı.
Hutbede şöyle diyordu: .
"Ey Millet,Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, ati- feti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenabı Hak tarafından insanlara hakayiki tebliğe memur Resûl olmuştur. Kanuni Esasi cümlenizce malumdur ki Kur'ân-ı Azimüşşan'daki hususdur. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan di-
liği’nce bütün müftülüklere tamimen gönderildi. Diyanet İşleri Reisi Börekçizâde Rıfat Efendi’nin (Rıfat Börekçi) tüm müftülüklere gönderdiği tebliğ de şunlar yazılıydı/)
“Türkçe olarak camilerimizden ve minarelerden okunmaya başlanan Ezan'ın ahengini sağlamak ve millî devlet politikalarına aykırı düşmemek üzre(!) Tekbir ve Salavat-ı şerifeler de aşağıdaki şekilde Türkçeleştirilmiştir. Salavat için Müftülüklerin seçimine bağlı olarak aşağıdaki şu üç şekil bildirilmiştir.
Salavat-ı Şerife "Ey Tanrının elçisi Muhammed, salât sana, selam sana.(ya da: Senin üzerine olsun rahmet ve selamet ey Muhammed); veya (Ey Tanrının sevgilisi Muhammed salât sîzindir, selam sîzindir.)
Tekbir için- "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrıdan başka Tanrı yoktur. Tanrı uludur, Tanrı uludur, Hamd ona mahsustur."
Tekbir ve Salavat-ı Şerifeler için bu yeni şekli kullanmayanlar için de, Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesi gereği ceza öngörüldü. 2 Haziran 1941 tarihli kanunla bu maddeye yapılan ilaveye göre (herhangi bir yerde, görev dışında bile olsa ve görevli olmasa bile) Arapça olarak ezan okuyanlar ve tekbir getirip, Salavat-ı Şerife zikredenler için üç ay hapisle cezalandırma kabul edildi/)
Peygamber zaman-ı sadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek Hülefa-yı Raşidin'in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki gerek Peygamberin, gerek Hülefayı Raşidin'in söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, İdarî, malî, siyasî ve İçtimaî hususatıdır. Ümmet-i İslâmiye tekessür ve Memalik-i İslâmiye tevessüa başlayınca Cenabı Peygamber'in ve Hülefai Raşidin'in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde büyük rüesa idi. Onlar cami şerife ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lâzımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmamasıdır. Halkı ahval-i umumiyeden haberdar etmek son derece haizi ehemmiyettir.
Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hali faaliyette bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmiyecektir, ancak milletten ayrı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeğe mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır. Başka değildir. Yüz, iki yüz hattâ bin sene evvelki hutbeleri okumak insanları cahil ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutbenin her halde nasın kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisinde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki : (Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyiz, bin men- baı nur olmuştur.) Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayiki fenniye ve İlmiyeye mutabık olması lâzımdır. Huteba-yı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zarurîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır ve olacaktır/^
nimiz son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanin-i kevniye-yi İlâhiye beyninde tezat olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavain-i kevniyeyi yapan Cenabı Hak'tır.
Arkadaşlar; Cenabı Peygamber mesaisinde iki dâr’a, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini, Allah'ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin ismi mübareklerine iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside Allah'ın huzurunda bulunuyorum. Beni buna mazhar eden Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Mustafa Kemal:
"Camiler Din ve Dünya İşleri İçindir"
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-i milliye, iradei milliye yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin arzularının, emellerinin muhassa-lasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."
"Hutbeler hakkında irat edilen sualden anlıyorum ki bugünkü hutbelerin tarzı milletimizin hayat-ı fikriyesi ile lisaniyle ve ihtiyacat-ı medeniyesiyle mütenasip görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin mânası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve mânalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatibdir. Yani söz söyliyen demektir. Biliyoruz ki Hazreti
İsmet Paşa’da orada idi. Okuma şekline ve hitabet tarzına dair bazı tavsiyelerde bulundular. Ertesi gün şu hutbeyi Sü- leymaniye minberinde okudum:
"Ey ululardan ulu Tanrı! Sana hamdederiz. Bütün âlemleri yoktan var eden ve onlara rızık veren Şensin. Sana şükrederiz. Bütün mahlûkat içinde insanları en mükerrem yaratan sensin.
En şerefli kulunu, doğruluğunda hiç şüphe etmediğimiz büyük kitabınla bize hak Peygamber olarak gönderdin. Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz. Ey Ulu Tanrı bizi imandan ayırma (Hatibin peygamberle kitabın adını söylememesi dikkate değer.)
Ey Müslümanlar! Ulu Tanrı buyuruyor ki : Bazı insanlar Allah'a ve ahiret gününe inandık, biz de müminiz derler. Böylelikle Allah'ı ve müminleri aldatmak isterler. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar. Ve böyle yaptıklarını da anlamazlar. Onlara dünyayı fesada vermeyiniz! denildiği zaman hayır! Biz ıslah ediyoruz derler. Halbuki ifsat ederler, lâkin anlamazlar.
Kendilerine herkes gibi iman ediniz! denildiği zaman, biz apdallar gibi mi inanacağız? derler. Halbuki kendileri ap- daldırlar. Bunu bilmezler! Allah ile yaptıkları ahitleri bozanlar, Allah’ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada verenler hüsrandadırlar. Islah edilen yeryüzünü ifsat etmeyiniz. Allah ifsat edenleri sevmez. Kendiniz yapmadığınız iyilikleri başkalarına nasıl tavsiye edersiniz? Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?
Ey insanlar şeytana uymayınız o, sizin açık düşmanmızdır. Size fenalığı ve namussuzluğu o emreder. Allah
Bu hutbenin okunduğu 1923'den 1932 tarihine kadar Türkçe hutbenin sözkonusu edilmediği anlaşılıyor. Fakat ezanın ve tekbirlerin Türkçeleştirilmesi sırasında tekrar ele alındığı görülüyor. Atatürk'ün Din İnkılâplarında çalışmış olan Hafız Sadeddin Kaynak bu konuda hâtıralarında diyor ki:
"Türkçe Kur'ân okunması’tecrübelerine nihayet verildiği gecenin ertesi gün Ramazan'ın son Cuma'sı idi. O gün Sü- leymaniye Camii çok kalabalık olur. İstanbul halkı arasında şöyle bir kanaat yaşar: Ramazan'ın son Cuma'sı Sü- leymaniye'de namaz kılânm bütün günahları affolunurmuş. Atatürk halkın bu toplantısından istifade edilerek ilk Türkçe hutbenin Süleymaniye'de okunmasını arzu ve emir buyurdular. Hutbenin mevzuunu da kendileri elindeki Kur'ân tercümesinden seçtiler. Mevzu şu idi.:
"O gafillere yeryüzünü ifsat etmeyin denildiği zaman biz (ifsat değil) ıslah ediyoruz derler. Halbuki işte onlar müf- sittirler. Fakat ne yaptıklarının farkında değillerdir."
Bu mevzuu genişletmek ve hutbeyi hazırlamak için zamana ihtiyaç vardı. Müsaade istedim. Kıyafet hususunda bir iradeleri olup olmadığını sordum.
- Kafiyen sarık istemem. İşte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık olarak, fakat hava soğuktur, paltonu giyebilirsin."^
Atafürk'ün bu kesin emrine diyecek birşeyim yoktu. Ne diyeyim. İnkılap yapılıyor. İtiraz etmeden "peki" dedim.(33)
32e 6 Şubat 1932 tarihli Milliyet Gazetesinde Sadeddin Kaynağın başı açık ve smokin üstündü paltosu olduğu halde Süleymaniye minberinde hutbe okurken çekilmiş bir resmi vardır.
33. Sadi Barak, Atatürk ve Din, s. 62-75.
diye bağırdı. Fakat bunu ne cemaat dinledi, ne de imam. Fakat çok şükür itiraz eden yalnızca bu Arap kılıklı kişi idi onu da polisler derhal yakalayıp karakola götürdüler ve tahminim bir güzel benzettiler.”
İşte 1932 den itibaren Türkiye’de bütün camilerde hutbenin Türkçe okutulmasına bu suretle başlanmış ve bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kitaplar yazılıp bastırılmış oldu.
Namazın Türkçe Kur'ân'la Kıldırılması
Dini ibadetlerde yapılan devrimlerden ve fakat hiç tutmayan devrimlerden biri de namazın Türkçe Kur’ân’la kılınması idi. Maarif Tarihi yazarı Osman Ergin konuyla ilgili olarak şöyle diyor: ”1200 küsur seneden beri sürüklenip gelen bu mesele ile Atatürk’ün esaslıca uğraşacağından şüphe mi edilir? Evet Atatürk bununla da uğraşmış, fakat sonuna kadar gidememiştir!...”
Dinde yapılan devrimlerden Türkçe Kur'ân'la namaz kılmak işini bizzat yaşamış ve bu devrime iştirak etmiş olanlardan bu konuyu dinlemek her halde yerinde olur sanırım.
Hafız Rıza Sağman hâtıralarında diyor ki:
"Atatürk'ün devrim ufukları gün geçtikçe açılıyor ve genişliyordu. Bir milletin en görünür vasfını, en açık karakterini, şüphe yok ki, onun dili gösterir. Atatürk'ün bu işi, yapmakta olduğu devrimlerin belki en başında gelecekti. Türkçe adını taşıyan dile Türklük damgasını vurmak!
hakkında bilmediğinizi söylemeyi o öğretir. Allah'ın kitabını okuyanlar, namaz kılanlar, ihsan ettiğimiz rızkdan gizli ve âşi- kâr sadaka verenler tükenmez bir mala sahip olacaklarından emin olabilirler. Allah onlara mükâfatını verecek ve lütfunu arttıracaktır.
- Oturulacak-
Ayakta:
Allah ve melekleri, Peygamber’e salat ve selâm ederler. Ey müminler siz de Peygamber’e salat ve selâm ediniz.
- Dua -
Ulu Tanrım, hak ve adaletle hareket edenleri sen payidar eyle. Cumhuriyetimizi ve Türk Milletini sen muhafaza eyle. Türk ordusunu havada, denizde ve karada daima muzaffer eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Mahsulatımızı her türlü afetlerden sakla. Mübarek şehitlerimize ve ölülerimize rahmet eyle.
- Hatime -
Allah adi ve ihsan ile emreder. Akrabanızdan muhtaç olanlara muaveneti emreder. Fuhşu ve kötülüğü ve haksızlığı nehyeder. Allah size nasihat veriyor umulur ki (bunu can ku- lağıyle dinler ve) düşünürsünüz."
O gün çok kar yağmıştı. Buna rağmen Süleymaniye Camii tıklım tıklım dolmuştu. Namazı ben kıldırmadım, İmam kıldırdı. Hutbe ile namaz arasındaki zamanda Arap olduğu anlaşılan bir adam mihraba yakın bir yerde:
- Böyle hutbe olmaz, namaz fasittir.
Başka Hafızlar var ki tecvitçidirler, onları bu işe karıştırmak istemem, bana sizin gibi münevver Hafızlar lâzımdır! Tecvide gerek yok.
derlerdi ve bu sözlerle de Hafız İdrisle, Eyüp Hatibi Hafız Nuri gibileri kastederlerdi. Bu iş için ilk çağrıldığımız gece Atatürk'e mülâki olmadık. Maarif Vekili Reşit Galip Bey meseleyi bize şu yolda açtı:
Camilerde Türkçe Kur’ân okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur'ân veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü Arapça'dan Fransızca'ya ve ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla beraber Ankara'da daha iyi bir Kur'ân tercümesi yaptırılmaktadır.
Tebliğ olunan Atatürk’ün bu emri üzerine hangi Hafızın nerede ve saat kaçta okuyacağını kararlaştırdık. Reşit Galip bunları not etti. Hangi surelerden hangi âyetleri okuyacağımızı da biz kendi aramızda seçecektik. Aynı surenin bir kaç Hafız tarafından okunmasını temin için her Hafız bir aşır seçti ayrıldık.
Ertesi gün çıkan gazeteler, o gün Türkçe Kur'ân okuyacak Hafızların adlarını, okuyacakları camileri ve okuma saatlerini iri harflerle yazdılar. Ben ikindi namazından sonra Beyazıt camiinde kütüphane kapısının önünde okuyacaktım. O gün camiye vardığımda hergünkünün bir kaç misli kalabalığın beni beklemekte olduğunu gördüm. Heyecanlı idim. O ana dek yapamadığım bir işi yapacaktım, sıkılıyordum. Zaten bu işin bir şeye benzemiyeceğine ben de kaniidim. Türkçe, mensür bir ibareyi makamla okuyacaktım. Tuhaf bir şey olacağını ben de kestiriyordum.
Türlü türlü sebeplerle bu kalabalık husule gelmişti. Bir
Buna nereden başlamalı idi? Tarihte ve her zaman bir milletin dilinin şu parçalara bölündüğü görülmektedir: Din dili, devlet dili, edebiyat dili, halk dili.
Bu parçaların içinde ruhlara kök salan, duyguları daha kökten kavrayan şüphesiz, din dili idi. Atatürk işte bu Dil De- vrimine buradan başlamayı başarı bakımından uygun bulmuş olacak ki günün birinde bu cepheyi kurdu. Sarayda bulunduğumuz gecelerin birinde onun:
Pek yakında yepyeni bir dile kavuşacaksınız! sözü kulaklarımda hâlâ çınlamaktadır.
Sazlı Sözlü Hafızlar topluluğu İle Kur’ân ve
Mevlid Seansları
1931 Ramazan'ının on beşinden itibaren saraya ça- ğırılmağa başladık. Bu işte çalışacak Hafızlar şunlardı: 1- Be- şiktaş'lı Hafız Rıza, 2- Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, 3- Hafız Sadeddin (Kaynak), 4- Hafız Burhan, 5- Hafız Fahri, 6- Hafız Nuri, 7- Hafız Yaşar, 8- Hafız Zeki, 9- Sultan Selimli Hafız Rıza. İşte bu Hafızlar Ramazan’ın sonuna kadar Atatürk'ün bol bol iltifatına mazhar oldular.
Atatürk bize:
İnkilâplarımın son merhalesini siz yapacaksınız Hafız beyler!
diye iltifatlarda bulunurdu. Ve:
Sizi Sultan camilerine hatip yapacağım, size sırmalı kaftanlar giydireceğim! gibi vaatlerle de bizleri sevindiriyorlardı. Yine Atatürk bu İnkılâp çalışmalarından bahis buyururken:
ğılacağı sırada artist Şadi eğilerek kulağıma kısaca: "Ben davamdan vazgeçtim, Türkçe Kur'ân'ın hiç olmayacağını şimdi daha iyi anlamış oldum" dedi ve hızla yanımdan ayrılıp gitti.
Anladım ki öyle önceden tasarlandığı gibi Türkçe Kur'ân pek tutmayacaktı. Çünkü onu artist Şadî bile beğenmemişti. Ancak ne yapalım Gazi ille de Türkçe okunacaktır diyordu..." (36)
Mustafa Kemal Kur’ân Okuyor!
Hafız Sadettin kaynakla beraber diğer hafızların Türkçe Kur’ân talimleri ve ilk kez yerebatan Camii ve Beyazıd camilerinde halkın huzurunda okumalarından sonra Türkçe Kur'ân fikri halkla birlikte okuyan hafızlarda bile tutmamıştı. Bu işin mutlaka olması da istendiğinden hafızların elinden bir şey gelmiyordu.
Yine bu Ramazan gecelerinin birisi Kur'ân meselesine ayrılmıştı. Atatürk'ün önündeki masa üzerinde Kur’ân tercümesi duruyordu. Bu kitabın ötesine, berisine kağıttan işaretler konulmuş olması Kur'ân'ın İncelenmekte olduğunu ve bazı yerleri için özel çalışmalar yapıldığını gösteriyordu.
İşte bu çalışmalar için Sadettin Kaynak bakınız neler söylüyor.
"Atatürk o işaretli yerlerden birisini açtı ve okunmasını bendenize emretti. Okunması istenen yer Nisa Sûresinin hürmeti müsahare âyeti idi. Bu âyette anaların, kızların, kardeşlerin, teyzelerin, halaların, erkeklere haram olduğu beyan ediliyordu.
36. Osman Alkan Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1950.
grup, Kur’ân bakalım bize ne söylüyor? merakiyle kubbenin altını doldurmuştu. Bir başka grub. Türkçe Kur’ân bakalım nasıl okunacak? diye gelmişti. Bir takımı da bakalım Türkçe okunan Kur’ân birşeye benzeyecek mi? şüphesiyle orayı kaplamışlardı.
Artist Şadi Bile Türkçe Kur'ân'ın Asla Olamıyacağma Karar Vermişti
O gün, orada hususî bir güzellikle de karşılaştım. Bu kalabalık cemaatin en önünde ve benim oturacağım minderin tam karşısında ünlü artist Şadi oturmakta idi. Gazetede okuduğu havadis üzerine orada yer bulmak için, kimbilir, kaç saat önce gelmişti. Orada yerleşmişti.
Şadi ile çok iyi ve samimi görüşürdük. Deryadil bir adamdı. Derviş olur tekkeye gider ve halkaya girerek ve kimsenin yapmağa muktedir olmadığı coşkun zikirler yaparak kan ter içnide kalırdı. Sofu olur camiye gider, Kur’ân dinlerdi. Ruhanî musiki aşkına düşer, kiliseye girerdi. Artist olur, sahneye çıkar, aktörlük yapardı. Nasıl söyleyeyim, ruh bakımından türlü türlü boyaya boyanır, çeşit çeşit şekiller gösterir tuhaf bir zattı. Bu tuhaflıklarından birisi de Kur’ân'ın Türkçe okunması hakkında benimle daha önceden yaptığı münakaşalardır. İhtimal ki Haşim Nahiften müteessir olmuş, ihtimal ki Ziya Gökalp’in bu husustaki düşüncelerinin tesiri altında kalmış olacak ki:
Her Türkün Allah’ın kendi bildiği ve konuştuğu bir dil ile yavarmasını işin ruhuna uygun bularak Kur'ân’ın da Türkçe okunmasını yürekten isteyenlerdendi. İşte o isteği bugün resmen yapılacaktı. Niçin bu fırsattan faydalanmasın? Bu maksatladır ki erkenden gelmiş, en önde yer bulmuş, oturmuştu.
O kalabalığın gözü, dikkati, hattâ merakı ve istiğrabı önünde Kur’ân'ın Türkçesini okudum. Okuma bitip herkes da-
Kadir gecesi yaklaşıyordu. Bu gece Türkçe okumaların en önemlisi Ayasofya'da yapılacaktı. Ve bütün dünyaca dinlenmek üzere Ayasofya’ya radyo cihazı da konulmuştu.
Kadir'den bir evvelki gece Atatürk bize hem mümeyyizlik; hem de hocalık yaptı. Fatiha sûresini hepimize birer birer okuttu. Hiç birimiz numara alamadık. Bu okunuş, nağme ile değil, hitabe şeklinde oluyordu. Nisbeten en iyi okuyanımız Sadeddin Kaynak'tı. Fakat onun da, beğenilmediği görülüyordu.
En sonra Atatürk ayağa kalktı. Göğsünü ilikledi. Hür- metkârane bir vaziyet aldı. Önündeki masa üzerinde Türkçe Kur’ân açık duruyordu. Fâtiha Sûresinin Türkçesini o ezberlemişti. Sûreyi bir kere daha gözden geçirdi. Yüzüne verdiği ciddiyet alâmetleriyle, gözünü karşıda bir noktaya dikerek okumaya başladı. Arasıra kitaba da bakıyordu. Okudu, o kadar güzel ve canlı okudu ki güzel ve canlı okuyan bile hayran oldu. İyyake’lerdeki hem niyaz nüktelerini hem hasır mânalarını hakikaten canlandırdı.
İhdina'daki yalvarışları psikolojisine en uygun durumda okumayı başardı. Hasılı Türkçe bir ibare; nükteleri, bedîi rolleri ancak bu kadar meydana çıkarılmak suretiyle okunabilirdi.
Hitabe bittikten sonra Ayasofya'da da böyle okunmasını tavsiye buyurdular.
1600 yaşına yaklaşan Ayasofya son defa olarak altlı, üstü baştan aşağıya, minelbab ilelmihrap, dolmuştu. Denildiği gibi, biri kubbeye çıkıp da bir leblebi tanesi atmış olsaydı hakikaten yere ve ayaklar altına düşmeyecek, başlarda ve omuzlarda kalacaktı.
Bu kalabalık arasında ıkına, tıkına teravih kılındıktan
Atatürk bu âyete bozulmuştu. “Yükselmiş, medeniyeti gelişmiş bir aleme, Analarınızı nikahlamayınız, kızlarınızı nikahlamayınız demenin çok mânâsız bir şey olduğunu söylüyordu. Ve bilhassa âyetin "ve en tecmeu beynel uhteyni illâ ma selef" parçasının mânası "İki kardeşi aynı zamanda nikahlamayınız. Eğer böyle bir şey yaptıysanız Allah affeder." şeklinde söylenince Atatürk çok sinirlendi ve işte bu hezeyandır diyerek böyle bir şeyin olamayacağını belirtti.
Âyetin Türkçesini ben okuduğum ve Atatürk'e muhatap bulunduğum için itirazlarına da ben cevap vermek durumundaydım. Cesaretimi topladım ve Atatürke:
- Efendim bu, iki kardeşi aynı zamanda nikâh altında bulundurmayınız. Biri ölür veya boşanırsa o vakit bulundurunuz" manasına gelir. Burada bana okumam için verdiğiniz meal çok yanlış yazmış" dedim.
Bu açıklamama rağmen Atatürk kani olmadı ve mesele de o gün bu kadarla kapandı. Anlaşılan Atatürk itirazıma da bozulmuştu.
Atatürk’ün Din ve Kur’ân hakkındaki kanaati benim anladığıma göre şudur:
O diyordu ki, Türk bunun (Kur'ân’ın) arkasından koşuyor. Fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Evet ben de bilirim ki insan dinsiz olmaz. Fakat Türkün dini tabiattir. Bunu size münevversiniz diye söylüyorum.
oluyordu. Daha ilk başlanışında ben bu işin iyi bir sona ere- miyeceğini anlamıştım. Hattâ Kadir gecesi Ayasofya camii'nde yani saray dışarısında yapılan ilk tücrebeden dahi arkadaşların nağme ve lahin ile okumalarına karşı ben Müzzemmil Sûresini hitabet tarzında okumuştum. Bunu radyo ile cihan da dinledi. Atatürk o gece sarayda dinleyerek fevkalâde mahzuz olmuştu. Yaver Celal Bey'in anlatışına göre ben bu suretle, okurken o defaatle:
Bravo Saadettin!
diye bağırmıştı.
Ertesi gece sarayda idik. Atatürk bu memnuniyetini bizzat bana da tekrarladılar. Hattâ o gece Finlandiya’dan gelen bir telgrafta ora Müslümanları bundan dolayı Atatürk'e teşekkür ediyorlardı.
Ertesi sene Atatürk Ankara'dan İstanbul'a bir Ramazan için gelmişti. Bu sene camilerde halka Türkçe Kur'ân okumak tecrübelerini yaptırdı. Bu işte çalışacak olan arkadaşlara birer vesika verdirildi. Ben Fatih Camii'nde okumağa memur edilmiştim. Ve hitabet tarzında okuyordum. Bir gün Fatih Camii'nde Kur'ân'ı Arapça okuyup bitirdikden sonra cemaate hitaben:
Dinlediğiniz sûrenin şimdi Türkçesini de okuyacağım!
dedim. Ve Fatir sûresinin tercümesini okumağa başladım. Cemaat bu okuyuştan çok mütehassıs ve memnun oldular.
Aman Hafız efendi, biraz daha oku!
diyerek bu hitabet tarzında okuyuşun çok yerinde ve muvafık olduğunu söylediler. Ve
Allah razı olsun, ne güzel oldu, dinimizi anladık, Allah
sonra Türkçe Kur'ân okunuşu başladı. Hafızlar içinde en parlak okuyan yine Hafız Sadettin oldu."
Hafız Sadettin Kaynak'ta bu mühim hâdiseyi hatıralarında şu satırlarla tespit etmiştir:
"... Türkçe Kur"ân okunması tecrübelerine ilkin tekbir’in Türkçe'ye tercüme edilen şeklinin aynı melodi ile okunması suretiyle başlandı.
Tekbir önceleri Gazi'nin meclisinde Arapça "Allahu Ekber" diye asıl şeklinde okunuyordu ve bunun melodisi üzerinde hayranlıkla duruluyordu. Sonra bunun tercümesi emir buyuruldu. Bütün arkadaşların iştirakiyle bu da yapıldı. Tercümenin üzerine melodiyi getirerek tecrübeler ve etüdler yaptık. Sonra Atatürk'ün huzurunda böylece okuduk ve okumayı defalarca tekrarladık. Nihayet resmen kabul ve tamim edildi."
"Sıra Türkçe Kur'ân tecrübelerine gelmişti. Atatürk'ün arzusu; Kur'ân’ın Türkçesinin de aslı gibi makam ve lahin ile okunması merkezinde idi. Fakat bu, bir türlü olmuyojdu. Çünkü tercüme nesirdi. Bununla beraber, iyi bir nesir de değildi. Kur'ân'ın edaya gelmesi, lahin ile okunmaya uyması Arap dilinin medler, gunneler, idgam'ların ve bunlara benzer hususiyetler oluşundan başka bir de Kur'ân'ın kentlisine has olan nefes alma için secavet'leri, secia ve kafiye'ye benziyen, fakat seci ve kafiye olmayan; şiire benziyen, fakat şiir olmayan; nesre benziyen, fakat nesir olmayan sözün kısası her şeyiyle, her haliyle metni gibi 'okunmasının da bir mucize oluşundan ileri geliyordu. Türkçe tercümesinde bu vasıfların hiç biri yoktu. Ve bir türlü olmuyordu ve olamıyordu.
Türkçe, hitabet dili olarak çok kuvvetli idi. Bununla beraber Türkçe’de makamla bir nesri okumak çok acaip bir şey
Dediler. Gösterdiği yer Nisa sûresinde "hürmeti mu- sahere" âyetinin tercümesi idi. Bu âyette "ve en tecmeû beynel uhteyni illa ma kad selef innallahe kâne gafuren rahimâ." ibaresi şöyle tercüme edilmişti:
"İki hemşireyi nikah etmeyiniz. Bir emir vaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir." Burada Atatürk yüksek sesle:
Konya’ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al sonra da bir emri vaki oldu, Allah gafur ve rahimdir de ha! Bu bir hezeyandır!" dedi. Bu sözler ve bu anlayış üzerine herkes derin bir sükûte ve acı bir korkuya düşmüştü. Ben ayağa kalkarak yapılan yanlışlığı dile getirmek için.
- Atatürk’üm. Burası yanlış tercüme edilmiştir, âyetin asıl tercümesi şöyledir"
Diyerek anlatmağa çalıştım ve şunları da sözlerime ilâve ettim:
İki hemşireyi bir zamanda nikahınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız. " İlâ ma kad selef" âyeti, "bir emri vaki olmuş ise" olarak ma- nalanamaz. Onun gerçek manası Kur'ân’ın nüzulünden yani is- lâmiyetten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır demektir. Bunlardan dolayı Cenab-ı Hak sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah bu müsaadesiyle bu evsafta bulunan bir çok kadınların kocasız kalmasına müeddi olacak hareketi lütfen affediyor, demektir. Diye de izah ettim.
Atatürk bu izahatımı sonuna kadar alâka ile dinledi ve hiç bir şey söylemediler ve;
-Bu gece bu kadarla iktifa edelim, musiki faslına geçelim! buyurdular.
ne buyurmuş öğrendik!
dediler. O gece sarayın muayede salonunda bütün Hafızlar toplandık. Bir çok davetliler de vardı. Ve bunlar Türkçe Kur’ân okunması tecrübesinde bulunmak üzere çağrılan kimselerden ibaretti. Saz heyeti de vardı.
Tecrübeyi yapacak olan hafızlar: Süleymaniye müezzini Kemal, Beşiktaş’tı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Fahri, Burhan, Yaşar, Nuri ve Ben.
Saz heyeti arasında: Selânikli Kanunî Mustafa, Mısırlı İbrahim, Kemanî Ermeni Nobaryam vardı. Meclisimizde iki erkekle bir de kadın bulunuyordu. Tecrübelere başladık. O sırada ayağa kalkarak o gün Fatih Camii’ndeki hâdiseyi, halkın hitabet tarzında okuyuşu memnuniyetle nasıl karşıladıklarını Atatürk'e arz ettim. Cevaben:
Öyle ise o şekilde tecrübeler yapalım!
buyurdular. Ve Kur'ân tercümesinden Fatihâ sûresini açıp Kemal’e uzattılar. Kemal okudu.
Olmadı ver ben okuyayım, buyurdular. Ve okudular. Sonra bu sûreyi sıra ile orada bulunanlara okuttular. Fakat hiç birisinin okumasını beğenmediler. Çünkü Türkçe nasıl hitabet edilir? Bunun usulünü ve inceliklerini arkadaşlar içinde bilen ve Atatürk’ün istediği şekilde okumağa muktedir olan kimse yoktu.
Sıra bana geldi. Ben en sonda ve Atatürk’ün sol tarafında oturuyordum okudum.
İşte böyle okuyunuz, böyle istiyorum, buyurdular. Tekrar bana dönerek:
Sana bir yer gösterdim orasını oku!
Hitabeye: Atatürk’üm ve kahraman Türk ordusunun kumandanları diye başladım ve şöylece devam ettim:
(Ulu Tanrının büyük kitabından Âli tmrân Sûresi 163.üncü âyeti Tanrıya sığınarak okudum,)
"Tanrı yolunda muharebe ederken ölenleri öldü zannetmeyiniz. Onlar Tanrının nezdinde yaşarlar ve rızıklarını Tanrıdan alırlar."
(Enfal sûresi 47, 62 ve 67.nci âyetler. Tanrıya sığınarak okuyorum.)
"Ey Mü’minler! Düşman ordusu karşısında bulunduğunuz zaman daima Tanrının adını zikrediniz, felâh bulursunuz.
Ey mü’minler! Tanrının düşmanlarını ve kendi düşmanlarınızı ve Tanrının bilip de sizin bilmediğiniz gizli düşmanları korkutmak ve onlara karşı koyabilmek için elinizden geldiği kadar kuvvet ve gücünüzün yettiği mertebe harp âletleri hazırlayınız. İçinizden azim sahibi yüz kişi iki yüz düşmanı mağlûp edecektir. Ve bin kişi Tanrının izniyle iki bine galebe çalacaktır. Tanrı âzim sahipleriyle beraberdir."
(Sâf sûresi; 4, 11, 12 ve 13.ncü âyetler. Tanrıya sığınarak okuyorum.)
"Tanrı kendi uğrunda saffı harp nizamında kale gibi metin olarak harp edenleri sever.
Ey mü’minler! Cehennemin elim azabından kurtulmak için size bir çare haber vereyim mi? Tanrıya ve Elçisi Mu- hammed’e iman ediniz ve mallarınızı, canlarınızı (onların uğrunda) feda ediniz. Eğer bilirseniz işte bu; sizin için hayırlıdır."
Ertesi gece yine huzurlarına çağırıldım. İsmet Paşa da orada idi. Beni yanına oturttu ve ;
Dün geceki bahsi bir daha anlat dedi. Anlattım.
Senin dediğin doğru imiş. Ben bugün tetkik ettim, elimizde bulunan tercümenin yanlışlığı meydana çıktı. Sahih bir tercüme elde edinceye kadar bu işi bırakalım buyurdular."
Türkçe Kur'an’la namaz kılma olayı ile ilgili olarak Hafız Saadettin Kaynak hatıralarının bir başka bölümünde şöyle der:
"Yine bu Ramazandan sonra bir gece idi. Atatürk bütün Ordu Müfettişlerini davet etmişti. O gece Hasan Cemil Bey va- sılasıyle:
Saadettin Ordu Müfettişlerine Kur'ân’dan bir hitabe irad etsin Lüzum görürse hazırlansın!
Tarzında bir emir tebliğ edildi. Meclisten ayrıldım. Kur’ân’daki muhabereye, askerliğin faziletine ve şehitliğin yüksek mertebesine dair olan bazı âyetlerin tercümelerini yazdım. Ben bunlarla meşgulken Atatürk, Hasan Cemil Bey’i iki defa bulunduğum yere göndermiş ve:
Daha hazırlanmadı mı, biraz çabuk olsun! buyurmuştu. Bir çeyrek saat içinde hazırlandım. Tamam haberini verdim. Mecliste masa başında Atatürk'ün tam karşısına düşen bir yer seçtim. Atatürk'ün iki tarafında Ordu Müfettişlerinden Ali Sait Fahreddin ve Şükrü Naili ve daha bazı paşalarla huzuru mutat zatlar ve diğer bir çok misafirler vardı. Ve yirmi kişiye yakın da saz heyeti bulunuyordu.
raber yaşayacaktır." dedi. Bu sözler hem mevsimsiz idi, hem de ruhsuz söylenmişti. Bittabi hiç bir alâka ve yankı uyandırmadan geçti.
Atatürk’ün din telâkkisi ve Din inkılâbı hakkındaki kanaatim şudur:
Bir yılbaşı gecesiydi. Tokatlıyan’da Türkiye güzellik kraliçesi seçilecekti. O gece sarayda Atatürk’le yalnız denilecek kadar yalnızdık. Misafir de yoktu, musiki heyeti de yoktu. Kılıç Ali Atatürk’ü oraya götürmek istiyordu ve kandırmağa çalışıyordu. Atatürk:
Reisi Cumhur öyle yerlere gidemez, siz gidin! buyurdular.
Yine Türkçe ezan okunması yeni emir edildiği günlerden ^birinde idi. Bursa'da bir kaç yobaz böyle şey olamaz! Demişler ve emre rağmen ezan ile kameti eskisi gibi okumağa devam etmişler. Atatürk bunları kastederek:
Bunlar çok gafil insanlardır. Hristiyanlık âlemi bütün muvaffakiyeti kiliselerinde' vücude getirdikleri müziğe borçludurlar. Türk her mukaddese hürmetkârdır. Türkün dini şu veya bu din değildir. Türkler bütün tarih boyunca her mukaddes tanınan şeye hürmet ve tazim etmişlerdir.
Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’ân Türkçe olmalıdır. Fakat bu mevzu üzerinde hiç forsa vermeyin!
Bu sözleriyle Atatürk ne demek ve ne yapmak istiyordu? Bunu söylemişti. Türk her mukaddese hürmet ve tazim eder, Türkün dini şu veya bu din değildir, sözleriyle Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmelidir. Sözlerini mütalaa edersek Atatürk'ün din hususunda yapmak istediği inkılâp kendiliğinden
(Adiyat sûresi. Tanrıya sığınarak okurum.)
“Soluk soluğa koşan ve ayaklarını yere vurduğu zaman kıvılcım çıkaran ve sabahleyin düşmana hücum ederken ayaklarıyla tozlar savuran atlar ve düşman kıtalarını yararak yol açan gaziler hakkı için yemin ederim (ki) insan Tanrıya karşı nankördür!”
Büyük bir dikkat ve alâka ile dinlenen bu hitabenin sonunda beni çok alkışladılar. Bu arada Atatürk:
Kur’ân’da neler varmış! Bunlardan bizim hiç haberimiz yoktu! buyurdu. Bu arada Fahreddin Paşa ayağa kalkarak şöyle bir mukabelede bulundu:
Atatürk'üm! Türk ordusu vücude getirdiğin büyük inkılâbı hirzi can etmiştir. Bu inkılâbını da öyle yapacaktır. Maddî ve manevî iki kuvvete dayanan ordu şimdiye kadar mânasını anlamadığı manevî kuvvetin ne olduğunu bu inkılâpla daha iyi anlıyacak ve bunu bilerek düşmana öyle hücum edecektir.
İzzettin Paşa da bu mealde kısa bir söz söyledi:
Bunları müteakip Atatürk dedi di:
Türk Milleti Şarktan, Garpten gelecek her hangi bir tehlikeye karşı sizin vaktinde tedbir almış olmanızdan dolayı emniyet içinde evinde yatıyor ve huzur içinde çalışıyor. Japon be- liyyesi (o sıralarda Çin - Japon harbi yeni başgösteriyordu) Çin’i istilâ eder, günün birinde Rusya'yı da çiğnerse bu belâyı durduracak ancak Türk ordusudur.
Yine o gece, sazendelerden kim olduğunu iyice hatırlamadığım birisi bir aralık musikimiz hakkında iltizamkâr ve himaye edici bir söz söylenmesini rica etmişti. Şükrü Kaya biraz sonra bazı sözler söyledi. Ve “Türk musikisi Türkle be-
Kur’ân'ın tilâvetini ve mevlidi bekliyordu..."
Bu bekleyişi ve okunan Türkçe Kur'ân’larla, notaya uygun olarak tegannili bir şekilde söylenen mevlid-i şerifi ve ondan sonraki gelişmeleri de gelin 4 Şubat 1932 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nden izleyelim.
Türk dilinde yapılan inkılaplarla, din üzerinde yapılan inkılapların en amansız savunucusu olan Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Ayasofya Camiinde yapılan bu Türkçe ibadetler (!) için şunları yazıyordu/^
"...Vahdaniyetin, tevhidin Arapça söylenişi olan La ilahe illallah kelimesinin Türkçesi nedir? Neden biz Türkler La ilahe İllallah diyoruz? Bunun Türkçesini Süleyman Çelebi'nin Me- vlid'inde şu mısra ile adeta işlenmiş bir pırlanta halinde görüyoruz. "Birdir ol kimdir andan artık Tann yok"
İşte tevhid budur, bu memleket, Arap memleketi ve bu millet de Arap milleti olmadığına göre, bu manasız bid'at (!) sonsuza dek devam edip gidemezdi. Millî kültürümüzde elbette sosyal tesirleri olan dinin ergeç öz dilimizde Türkçe olarak terennüm edilmesi lazımdı. "
Yunus Nadi, İslâm'ın ve imanın sembolü olan kelime-i te- ' vhide bulduğu yeni Türkçe ifadeye böylesine sevinirken, Hafız beylerin Ayasofya’da okuduğu Türkçe Yasin ve Tebareke’nin de herkes tarafından anlaşıldığını ve bundan böylede Türkçe olarak ibadet yapılması gerektiğini dile getirerek: "İşte en büyük devrim(!) bu devrimdir" diyordu.
meydana çıkar.
Gerek Kur'ân'ın gerekse ezanla, kametin ve tekbirin Türkçe okunması karşısında halkın aldığı vaziyeti 1932 senesi Kânunusani ve Şubatına rastlayan Ramazan da çıkan günlük gazeteler izahlarla ve fotoğraflarla tespit etmişlerdir. Tafsilat o gazetelerden öğrenilebilir, bununla beraber yalnız bir gazetenin, yazmış olduğu yazının şu bir kaç satırını Maarif Tarihine geçirmekten de kendimi alamadım:
"Mübarek Kadir gecesine rastlayan dün gece hemen bütün stanbul'un büyük camilerinde Türkçe Kur’ân tilavet olunmuş, mevlit okunmuş ve Müslümanlar geceyi ibadet ve huşû içinde geçirmişlerdir.
Ayasofya camii bu dini ihtilafallerin siklet merkezini teşkil etmiştir.
Halk, bilhassa Kur'ân’ın kendi öz dilindeki tilâvetini işitebilmek için ikindi vaktinden itibaren büyük mabedin salonlarını doldurmaya başlamıştı. Akşam saat alaturka on ikide kesafet azami haddini bulmuş ve camiden içeriye girebilmek müşkül bir mesele haline gelmişti. Yatsı vakti camiin içi ve dışı görülecek bir manzara teşkil ediyordu. Her taraf lebalep dolmuştu. Zabıta izdihama mani olmak için tedbir almış ve camii kapılarına bir çok polis memurları ikame edilmişti. Bizzat Polis Müdürü ve müdüriyet erkânı tedbirlere nezaret ediyorlardı.
Camiin dışı bile daima içeri girmek isteyen kesif halk tabakasıyla örülmüştü. Yatsı okunduğu vakit ancak ön saflarda bulunanlar namaz kılmaya imkân bulabildiler. Gerilerde saf teşkil etmeye ve namaz kılmaya hiç bir imkân yoktu. Küçük, büyük, erkek, kadın halk büyük bir vecd ve huşû içinde
Nitekim "yeni mevlit"te de görüldüğü gibi
"Ger dilerseniz bulasız şevk-ü nevât
Atatürk’e Atatürk'e essalât, essalât."
gibi direkt olarak cematı müslimin O'na salat ve selam'a davet ediliyor, bazan da:
"Dediler ey kıble-i muhtaç-1 halk
Kutlu olsun sana bu mirac-ı halk
Milletin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafa Kemal'e essalât, essalât." gibi sözlerle de "ateşten ve cehennemden kurtuluşun yalnız Mustafa Kemal'e "essalât" da olduğu vurgulanıyordu.
Önce Hafız Sadettin Kaynak'ın, sonra Hafız Yaşar Nuri Okur'un başlattığı Atatürk'e "özel dua" ve "özel mevlit" olayı, işte böylece 1938 tarihinde AnkaralI Aşık Ömer müstear imzasıyla Behçet Kemal Çağlar tarafından tam anlamıyla bir Süleyman Çelebi mevlidine nazire olarak gerçekleştirilmiş oldu.
Ve Türk halkı böylece 1938'de "yeni mevlid"ine kavuşmuş oldu.
Cumhuriyet Gazetesi Atatürk için camide yapılan bu özel duadan çok esinlenmiş olacak ki, dua kadar mevlidin de değişikliğe uğratılarak Mustafa Kemal için mevlid okunması gerektiğinin hemen kampanyasını açmış bulunuyordu.
Öyle ya! Bu memleket Arap memleketi, bu millet Arap milleti ve bu insanların lideri de Muhammed Mustafa olmadığına göre, "niçin Araplar adına, Arap memleketlerini tas- viren ve Muhammed Mustafa'ya mevlit okunsun?" idi.
4 Şubat 1932 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde verdiği haberde Ayasofya Camii'nde okunan mevlidden ve Türkçe Kur’ân’dan bahisle şunları dile getiriyordu:
"Duanın sonlarında Hafız Yaşar Bey duaların en güzeliyle dua ediyordu: "Türkiye Cumhuriyetini ilelebet payidar eyle ya rabb! Ulu Gazimiz Mustafa Kemal Hazretlerinin de vücudunu sıhhatle daim eyle ve onu başımızdan eksik eyleme ya Rabbi!"
Bu güzel dualara Ayasofya Camiini dolduran binlerce kfşi de hep bir ağızdan "amin" diyordu."
Cumhuriyet Gazetesi'nin yazdığı bu haberden de öğreniyoruz ki, Hafız Yaşar'ın duasıyla önemli gecelerde ve kandillerde Mustafa Kemal için de hususen bir dua başlatılmış oluyordu. Onun için yapılan bu dua şekli bugünkü kandillerin de vazgeçilmez bir unsuru oldu.
Hafız Yaşar'ın bu sünnetini (!) bugün de her kandil ve bayramlarda uygulayarak, Diyanet Teşkilatı' ve duahanları vazifesini yerine getirmenin sevinci içindedirler!...
Hafız Yaşar Nuri Okur'un Cuma günleri, kandil ve bayram günleri "Ulu Gazi" için yaptığı muhteşem duadan sonra, yine "Ulu Gazi" için kandil günlerinde okunan mevlid-i şerifle birlikte duanın ve mevlidinde keyfiyeti değişmiş oluyordu.
Artık "Ulu Gazi" duaların ve mevlitlerin de baş tacı olmuş "Salat ve Selam"lar yalnızca O'nun adına getirilir hale gelmişti.
neticilerin çok hoşuna gitmişti. Niçin gitmesin ki bu yeni mevlitte İsmet İnönü'ye de özenle yer verilmiş, İnönü’nün ruhunda Atatürk'ün varlığının görülebileceği müjdelenmişti.
Atatürk adına yazılan bu "yeni mevlit" ile aslında ezanı, namazı, Kur'ân'ı, duası ve mevlidi Türkçe olan "Türk'ün yeni ibadet seti" böylece tamamlanmış oluyordu.
Hemen hemen bütünüyle Süleyman Çelebi'nin Hazreti Peygamber’e aşkının nişanesi olarak yazdığı mevlide benzetilmek istenen ve o şekilde de uygulanan Behçet Kemal Ça- ğlar’ın mevlidi şu şekilde idi: (Mevlidin tam bir uyarlama olduğunu hemen her okuyucu ilk bakışta farketsin için Süleyman Çelebi Mevlidi ile Behçet Kemal Çağlar'ın mevlidini yanyana yayınlamış oluyoruz.)
YENİ MEVLİT VEYA KEMALİST MEVLİT
- Süleyman Dede’nin Ruhuna hürmetle ithaf olunur.
Yurdu halkı her kim ol evvel ana Her işi asan ede Allah ona Millet adın zikredelim bir kere Vâcip oldur cümle işte Türklere Şevk ile «Türküm» dese bir dem lisan Dökülür cümle hüzün misli hazan; İsmi pâkin pâk olur zikreyleyen Her murâdâ erişir «Türküm» diyen Mağra devri anda evler vâr idi; Türk yetişkin başkalar barbar idi. Kim ki hakkı sevdi ikrar eyledi: Dil, yazı, ev... Cümle ol vâreyledi.
Hafız Sadettin Kaynak ile birlikte Atatürk'le ölümüne kadar dinle ilgili her tür reformun hazırlanmasında yanında bulunan Hafız Yaşar (Okur) böyle bir kampanyaya da gönülden hazırlıklı idiler. Ve hemen ikisi birlikte daha Atatürk hayatta iken O’na ait mevlidin aşağıdaki ilk dörtlüklerini tesbit etmişlerdi bile.
Ol Zübeyde Mustafâ'nın ânesi
Ol Sedeften doğdu ol dürdânesi
Can gelip oldu Rıza'dan hamile
Vakt erişti hafta ü eyyâm ile/
Atatürk için düşünülen mevlidin ilk dörtlüğü alel acele bu muhtevada müzisyen - hafızlar tarafından oluşturulunca Süleyman Çelebi merhumun Hazreti Peygamber'e aşkının nişanesi olarak yazdığı meşhur mevlidinin aslında ne hale dönüşeceğinin kopyası da bu dörtlükle birlikte verilmiş oluyordu.
Nitekim Dolmabahçe'de Atatürk'ün 10 Kasım 1938 tarihinde "saatleri bile durduran", dokuzu beş geçe anındaki ölümü üzerine Ankarah Aşık Ömer diye de bilinen rejimin şairi Behçet Kemal Çağlar hemen harekete geçerek, 1934 yılında Hafız Sadettin Kaynak ve Hafız Yaşar Okur'un başlattıkları mevlitten de ilham alarak Mustafa Kemal Atatürk'e bir mevlit yazmaya koyuldu.
Behçet Kemal Çağlar Kasım 1938 sonlarına doğru mevlidini tamamlayıp Atatürk'ün ölümünün "Kırkıncı gecesi"nde ezbere okuduğu bu mevlid, başta İsmet Paşa’nın ve diğer yö-
Fatihin anlında raksan oldu ol Sanma hiç bir anda noksan oldu ol Erdi umman üzre Hayreddine Yine oydu yine oydu yine o Her büyük alnına nur-u şehap Türke her zülmette meş’al, mahtap Mümkünü yok başka kavme aline Gezdi işbu nur alından eline Geçti böyle nice ay nice sene Vakt erişti Bin sekizyüz seksene Geldi çün ol rahmeten lil âlemin Gitti nur anda karar etti hemin Ger dilersiz bulasız oddan necat Mustafayı ba Kemal’e essalât
Ol Zübeyde Mustafâ’nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi Gün gelip oldu Rıza’dan hamile Vakt erişti hafta ü eyyam ile Mustafa'nın gelmesi oldu yakin Çok alâmetler belirdi gelmedin Zülmet içre kaynayıp gitmişti Türk Sânasın ol nuru kaybetmişti Türk... Dedi gördüm ol habibin ânesi Bir aceb nur kim güneş pervanesi Berk urup indi yatâğa nagehan Gökleredek nur ile doldu cihan Nûrdan bir parmak açtı bahredek Oldu Asya kıt’ası birden döşek
Rehberi irfan olan Türkü tanı İlk koşan o ilk sapâna hayvanı. Ger dilersiz bulasız oddan necat . Can verin tek isteyin Türke hayat.
Ey azizler işte başlarız söze: Bir vasiyet kılarız illa söze Ol vasiyet kim derim her kim tuta Misk gibi kokusu canlarda tüte. Genç nesil irfanı müzdat eylesin Halka ersin halkı irşat eylesin. Halka anlatsın ki Türktür tacidar. Türke Türk kaldıkça imkân, hamle var.
Haktaâlâ çün yarattı Türkü ilk. Dedi: Üç kıt’ada olsun olan mülk (Mustafa) nurunu alnınâ kodu Bil (Kemal) in nurudur bu nur dedi. Kıldı nur ilk Türkün alnında karar. Kaldı anın ile nice rüzgâr. Gayrisiyle Türkte oldu böyle fark Nura garkoldu bu yüzden garbü şark Kim ki Türke bâş olur hasmın kırar Bilki ol nur etmiş alnında karar İşbu nur ile olur gafil reşit Hânü hakan bay gedâ cümle şehit Ermek üzere Mustafa'nın nuruna Hamle eyler can verir yurt uğruna. Bir alından bir alına kaydı o Cengizin Timurun alnındaydı o
Kupkuruydu bende ol lahza ağız Geldi Temris etti ikramı kımız İçtim anı oldu cismim nûra gark Nûr ile beynimde yokdu zerre fark Geldi bir bozkurt ayağıyle reyan Arkamı sıvâdı kuvvetle hemân Seyrederken dört yanım hayranü lâl Şemsin emsâli tulü etti Kemal Türk elinde ruhlar oldu şâduman Sallü aleyhi ve sellim teslima, Hatta tenalü cennetin naima. Ger dilersiz bulasız oddan necat, Aşk ile şevk ile edin Mustafa’ya esselât. An olup eşya bile bulmuştu can Cümle zerratı vatan etti seda Çağrışuben dediler ki merhaba Merhaba Bahri
Merhaba ey yâr merhaba Merhaba ey baş halâskâr merhaba Merhaba ey Türklüğün matlubu sen Merhabe ey milletin mahbubu sen Merhaba ey canı canan merhaba Merhaba ey derdi derman merhaba «Merhaba ey asi millet melcei» Merhaba ey inkılâplar menşei Gözleri göz alnı hem bedri münir Ey kamu düşmüşlere sen destigir. Ey gönüller derdinin dermanı sen Padişaha karşı halk fermanı sen Ger dilersiz bulasız şevkü necat
Piri tarih tuttu elden yat dedi Gökte bir gök bayrak hali vâr idi Tatlılaştı birden umman suları Herbiri bir yıldız almış tuğları Zatar oldu atlı serden geçtiler Atları ummânı birden içtiler Yer kesilmiş suyu geçti ordular Birden etrafımda növbet durdular Bildim anladım ki ol halkın beyi Eyledi tasmim cihana gelmeyi Doğrulup yerden şehitler saf saf Kâbe misli kıldılar evim tavaf Yarılıp çıktı duvardan nagehan Geldi üç hatun bana oldu ayan Çevre yanıma konup konuştular Mustafayı birbirine muştular Biri Yavuz, biri Fatih bir Timûr ânesi Dediler eşsiz bunun dürdanesi Bu senin oğlun gibi kadri cemil Bir anaya vermemiştir ol Çelil Mustafa’nın Mustafa'sı doğmada Müjde kim Türkün atası doğmada. Bu gelen insanların imkânıdır Bu gelen insanların insanıdır. Ger dilersiz bulasız şekü necat Mustafayı bâ kemale essalât Der Zübeyde çünkü vakt oldu tamam Kim vücude gele ol hayrülenam Susadım gayet hararetten kati Eyledim ret cam dolusu şerbeti
Mustafa’yı Harbiyeye verdiler Hâzırolsun millete imdat için Hırsa geldi orda istibdat için Uykusuz kaldı hürriyet aşkına Tam erişti orda millet aşkına Namını hakketti tam buldu Kemal Aklına koymuştu labüt ihtilal Gün begün ol ilmine ilm ekledi Hizmet üzre tam zamanı bekledi Sabrı Eyyub üzre sabretti müdam Ta ki gün gelsin ve vakt olsun tamam Ger dilersiz bulasız şevkü necat Azmedin de Türke ram olsun hayat Ehli iz’an farkedü'ben şaşalar Harba girdi Tal’at Enver paşalar Kahra soktu nara koydu milleti Padişahın yoktu zerre kıymeti Topla zırhlıyla revan oldu yola Girmek üzre üç hasım İstanbul’a Hasta inan Türk’ü kahra geldiler Vahü eyvah Seddibahre geldiler Ahmanı Osmanlısı âmirlerin Şaşurûben düştüler acze hemîn Mustafa mîri alaydı ol zaman Sabrı bitti fiyle başvurdu heman Türk olan tam Türk olan tek âmir o < Türk eriyle mucizata kadir o Bîkaıiulık ellere tasmim ona Ettiler hem oıduyu teslim ona Baş bulunca aslan oldu her nefer
Can verin tek Türke ram olsun hayat
Çünkü doğdu tarihin bir tanesi Cümle fatihler olup pervanesi Birbirine müjdeleyü her melek Raksa girdi şevkü şadından felek,
Şevk ile yahşiye döndü her yaman Hayrete düştü Zübeyde ol zaman
Gördü gitmiş ol havatın kimse yok Görmedi oğlun tazarrû kıldı çok Artacaktı büsbütün derdi yası
Gördü kim bir köşede Türk atası
Kırmızı bir bezde görmüş bir beyaz A’m takbil i’le kılmış serfiraz Debreşir dudakları söyler kelâm Anlıyamazdım ne derdi ol hüman Kulağım ağzına verdim dinledim Söylediği sözü ol dem anladım Derki, ey bayrak yüzüm tuttum sana Milletim gelsin hemen benden yana Halka bağlayıp gönülden himmeti Der idi «vâ Milleti vâ Milleti.» Halka verdi tıfl iken eyyamını Sen kocaldın anmıyorsun namını Ger dilersiz bulasız kalktan necat Atatürk'e Atatürk’e essalât Doğduğundan geçti beş on yıl zaman Kargalardan hıfzedem derdi hemen Dayısının tarlasında baklayı Memleketten kara kuvvet kovmayı Ol zamandan eylemiş talim meğer
Can verin tek isteyin halka hayat Gel berü ey aşk oduna yanıcı Kendüyü mâşûka âşık sanıcı Dinle miyracı Kemali sen ayan Aşık isen aşk oduna durma yan Aşka ermişsen eğer şekvayı kıs Bin dokuzyüz on dokuz onbeş mayıs Vakti miyraç vuslatı halkın demi Rehberi yok hem Bürâki bir gemi Hem kuşanmak istemez hülle kemer Sırma rütbe oldu birden derbeder Söktü birden vurdu ânı yerlere îytibar halktı rütbe erlere Bekliyordu halk onu bahtı siyah Anlayuben hali ol bahri siyah Dedi ulaş millete ya Mustafa Muntazırdır anda eshabı cefa Kimde kim aşkın nişanı vardürür Akibet maşuka anı erdürür Çalkanıp dört beş gün ol şahı harem Geldi Samsun'a hemen bastı kadem Anladı kim bitti her şey arkada Marifet halkın habibi olmada Ger dilersiz bulasız şevkü necat Can verin tek isteyin halka hayat Mustafa'dan önce sultâna söven Halkı hakla bir tutup her dem öven Şehri terkel bir münasip dağ bulan Halka âşık sultana âsi olan Erlere ol payitahtı bihaya
Türk kazandı en sonunda tam zafer Sanma ibret aldılar da kandılar Sürdüler ordan ora kıskandılar Vaktü saat ermemişti dinledi Nerde bozgun varsa gitti önledi Müttefikler pes dedi mağlup olup Âli osmanın günü etti gurup Son hafidi çıktı korkak hem deni Padişahın en laîn en mîskini Döndü düşmanlar elinde bir kula Üç hasım birden girip İstanbul'a Şurda burda yok yere kan eyledi Şehri masum Türk'e zindan eyledi Ağlar oldu Türk olan büyük küçük Cümlenin bahtı siyah boynu bükük Bir sedâ yok diyebilsin doğrulun Kerbelâ efganı var İstanbul'un Bitti her şey zannedip kabrin eşen Bitti her şey zannedip hâinleşen Payitahtın kaç münevver insanı Bilmiyordu hangi kan Türk’ün kanı Coştu mu her kudretin üstündedir Düşmanı kahreylenmek kastindedir. Zerre toz kondurmıyan iymanına Bir tek insan vardı halkı âşinâ En siyah efkara dalmiş her kafa Halkı hakla bir görürdü Mustafa Tam zamanda ihtilâl intacına Halk denen hakkık erip miyracına Ger dilersiz bulasız oddan necat
«Ol kaçar görse gerek cananını Bîhurufü lafzü savt ol ruhu halk Mustafa'ya söyledi kim ver kulak iyice bil mahbubû matlubun benem Sevdiğin can ile mağbudun benem Gi’ce gündüz durmayıp istediğin Nola kim görsem cemalin dediğin Gel habibim sana âşık olmuşum Kendimi ben sana bende kılmışım Zâtıma mir'at edindim zatını Bile yazdım adm ile adını. Ol sevinçten sığmaz oldu kâbına Hali arzetti yakın ahbabına Dediler ey kıblei mühtacı halk Kutlu olsun sana bu miyracı halk Milletin olduğumuz devlet yeter Hizmetin kıldığımız izzet yeter Ger dilersiz bulasız oddan necat Mustafa'ya Mustafa'ya essalât Emri halkü hakkı intaç içre o Kaldı gitti gayrı miyraç içre o Rah ile rehber hemen kaynaştılar Her cihetten düşmana ulaştılar Mucizata döndü her bir arbede Arsa emsal oldu ol Kocatepe Debredicek dudağın ol mâhveş Deprenirdi gökte hem ay hem güneş Harta üzre ol şuâından gece iğne düşse bulunurdu ey hoca. Sadrı nurundan karanlık giceler
Köhne devlet derdi: «Bâğî, eşkiya»... Eşkiya ervahı karşı geldiler Mustafa’ya izzet ikram kıldılar. Sânasm kim kan ve candan ses gelir Hem Dadal'dan hem Kozan'dan ses gelir «Gel aman gel, gel aman er oğlu er»... Coşturuben sazını «Köroğlu» er Terceman ehli cefanın aşkına Türkü söyler Mustafa’nın aşkına Sultan hain Bey sapıtmış çete var Vakit tamam fırsat tamam hoş geldin İstanbul’dan riya müdara çıkar Sen geldin orada hakka eş geldin srafil'in suru sesin bu sabah
Emrindedir Yunus, Seyrani, Emrah. Dağdadır ben gibi binlerce gümrah Başını kaybeden halka baş geldin. Köroğlu hayranın her eroğlu er Emrinde bu millet dünya tepeler Uzat parmağını çöksün tepeler Oğlum ustam ağam hoş geldin. Her biri kutluladı miyracını Dediler «Giydin saadet tacını» «Yürü kim meydan şenindir bu gece «Sohbeti türkân şenindir bu gece «Ermedi evvel gelen bu devlete «Kimse lâyık olmadı bu rif ate «Ruhu halka ermek üzre gel beri» «Sahibi mevlût Süleyman Rehberi «Rahı aşkda kim sakınır cânını
Milleti bir çehrede oldur gören Her kim ol insan için yaş indire Yaşı halkın cümle derdin söndüre Adet olmuştu Celâle her seher Bir haber salmak «Eyi hayrülbeşer» Ağlayu ağlayu ol derdli Celâl Saldı eshab içine bir gün melâl Susalım biz söylesin Aşık Ömer Kim bu vezn ile verilmez bu haber: Yok gayri bizleri uyku dönek vay Kime bel bağlıyak kime dönek vay Vay amansız ecel alçak felek vay Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Dereler denizler çağlar ağlayıp En büyük en güzel en yiğit kayıp Rabbimde göz yaşı dökmezse ayıp Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Atan gitti millet başın sağ olsun Ölümü devre açsın yeni çağ olsun Dağlar birer birer yanar dağ olsun Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Bakışları şimşek gibi çakardı Yarını görürdü düne bakardı Kürsüye çıktı mı arşa çıkardı. Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri B izdendi sevinci bizdendi derdi
Harbe yürürdü yiğitler kocalar Doğduğu gün bahre dönmüş parmağı Kastedermiş Akdenize varmağı «Akdeniz! Bu, ilk hedeftir ordular!» Ordular da kuş misali vardılar Baş bulunca aslan oldu her nefer Türke erdi tam zafer eşsiz zafer. Düşmanından kurtarınca ulusu Baktı hâle bu ulular ulusu
Baktı'Türk’ün mülkü hem battı harap Anladı kim çare tekti inkılâp Türkte kan iyman cesaret bibedel Aldı garptan her ne var gerçek güzel Kalkolup dîne dehalet eyliyen Hırsına iymanı âlet eyliyen Gaspeden halkın o gün neyse varı Bir takım âyet, hadis simsarları Dini ihlâl eyliyorlardı hemen Ol laiklik öyle çıktı ol zaman Din ve halk kalsın deyü salim beri Herkesin vicdanı hür andan beri Ger dilersiz bulasız oddan necat Mustafa’ya Mustafa'ya essalât... Gel berü ey sahibi aşkü vefa Gel berü ey kalbi irfanü sefa İşbu firkat sözünü gûş edelim Derd ile ah eyleyüp cûş edelim Akıtalım gözümüzden yaşları Tazelensin bağrımızın başları Ağlayup anın için görmez olan
Yoktu hacet bir vasiyet kılmaya Tek halife tek münasip arkadaş Millet ehliyetli hem seçmekte baş Geldi derhal meclisi davet günü ttifakla müntehaptı İnönü.
Vardı kürsüye yerini yerini Hali gördü ol Atanın yerini Derd ile ah eyleyüben ol zaman Doldu meclisin içi zârii figan Meclise nazırdı ruhu Mustafa Bîhurûfü lafzü savt etti nida: Türkte cevher işledim yıllarca ben» «Biliniz; her biriniz bir parça ben. «Kalbolundum hep size hiç kalmadım «Ölmedim ben ölmedim ben ölmedim Her birin ruhu güçn güş eyledi Başka fanilerle farkı gördüler nönüde Atatürk'ü gördüler.
Ger dilerseniz bulasız şevkü necat Atatürk'e Atatürk'e essalât.
Ankaralı Aşık Ömer (Behçet Kemal Çağlar)
GERÇEK MEVLİD-İ NEBİ
Allah adın zikredelim evvelâ, Vâcib oldur cümle işte her kula.
Allah adın her kim ol evvel ana, Her işi âsân ide Allah anâ.
Biz uyurduk o bizleri beklerdi Uyudu nöbeti bizlere verdi Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Dönmüş denizler göz yaşı tasma Dünya ortak çıkmış Türk’ün yasma Her evden bir ölü çıkmışçasına Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Gitti her ocağın söndü alevi Yeryüzü dediğin bir ölü evi Cihan türbe olsa almaz bu devi Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Kaybını yıldızlar bile hileler Kınla kanatlar düşe yeleler Kurt kuş duyup cenazesin kılalar Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Gök düşsün toprağa toza belensin Gece mezarına yıldız elensin Şehitler doğrulsun nöbet dolansın Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Dünya hem kabr olur hem onu gömer Yıldızlar kandildir semalar kemer Sus boğulayazdın sus Âşık Ömer Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Ruhu Türkten ta ebet ayrılmaya
«Ger dilersiz bulasız oddan necât, Aşk ile derd ile edin es-salât.»
Ey azîzler işte başlarız söze, Bir vasiyyet kılarız illâ size.
Ol vasiyyet kim derim her kim tuta, Misk gibi kokusu canlarda tüte.
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana, Kim beni ol bir dua ile ana.
Her kim diler bu duâda buluna, Fâtiha ihsân ide ben kuluna. Lillâhi Fatiha.
Hak Teâlâ çün yarattı Âdem'i, Kıldı Âdem'le müzeyyen âlemi.
Âdem'e kıldı feriştehler sücûd, Hem ana çok kıldı ol lûtf ıssı cûd.
Mustafa nûrunu alnında kodu, Bil Habîb’im nûrudur bu nûr dedi.
Kıldı ol nûr anın alnında karâr, Kaldı anın ile nice rûzigâr.
Sonra Havvâ alnına nakletti bil, Durdu anda dahi nice ay u yıl.
Şît doğdu ana nakletti bu nûr, Ânın alnında tecellî kıldı nûr.
Erdi brâhim ü îsmâil'e hem, Söz uzanur ger kalanın der isem.
İşbu resm ile müselsel muttasıl, Tâ olunca Mustafâ’ya müntekil.
Allah adı olsa her işin önü, Hergiz ebter olmaya anın sonu.
Her nefeste Allah adın de müdâ’m, Allah adiyle olur her iş tamâm.
Bir kez Allah dese aşk ile lisân, Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen, Her murâda erişir Allah deyen.
Aşk ile gel imdi Allah diyelim, Derd ile göz yaşi’le âh edelim.
Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh, Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol İlâh.
Birdir ol birliğine şek yokdurur, Gerçi yanlış söyleyenler çokdurur. Cümle âlem yoğ iken ol var idi, Yaradılmışdan ganî cebbâr idi.
Var iken ol yoğ idi ins ü melek,
Arş ü ferş ü ây ü gün hem nüh felek. Sun'ile bunları ol var eyledi, Birliğine cümle ikrâr eyledi.
Kudretin izhâr edip hem ol Celîl, Birliğine şunları kıldı delîl.
Ol dedi bir kerre var oldu cihân, Olma derse mahvolur ol dem hemân.
Bâri ne hâcet kılarız sözü çok, Birdir Allah andan artık Tanrı yok. Haşre dek ger denilirse bu kelâm, Nice haşrola bu olmaya tamâm.
Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb, Sıdk ile anın rızâsın kıl taleb.
Geldi hûrîler bölük bölük bugûr, Yüzleri nûrundan evim doldu nûr. Hem havâ üzre döşendi bir döşek, Adı Sündüs döşeyen anı melek.
Çün göründü bana bu işler ayan, Hayret içre kalmış idim ben hemân.
Yarılup duvar çıktı nâgehân, Geldi üç hûrî bana oldu ayân.
Bazılar derler ki ol üç dilberin, Âsiye'ydi biri ol mehpeykerin.
Biri Meryem Hatun idi âşikâr, Birisi hem hûrîlerden bir nigâr.
Geldiler lûtf ile ol üç mehcebîn, Verdiler bana selâm ol dem hemîn.
Çevre yanıma gelüp oturdular, Mustafâ'yı birbirine muştular.
Dediler oğlun gibi hiç bir oğul, Yaradılalı cihân gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadr-i cemîl, Bir anaya vermemiştir ol celîl.
Ulu devlet buldun ey dildâr sen, Doğiserdir senden ol Hulk-i hasen. Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır, Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.
Bu gelen aşkına devreyler felek, Yüzüne müştak durur ins ü melek.
Bu gece ol gecedir kim ol şerif, Nûr ile âlemleri eyler latîf.
Bu gece dünyayı ol cennet kılar, Bu gece eşyâya Hak rahmet kılar.
HASAN HÜSEYİN CEYLAN -
Geldi çün ol rahmeten li'l-âlemîn, Vardı nûr anda karâr etti hemîn.
«Ger dilersiz bulasız oddan necat, Aşk ile şevk ile edin es-salât.»
Âmine Hatun Muhammed anesi, Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.
Çünki Abdullâh’tan oldu hâmile, Vakt erişti hafta vü eyyâm ile. Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn, Çok alâmetler belirdü gelmeden.
Ol Rebîülevvel âyı nîcesi, Onikinci gice isneyn gicesi. Ol gice kim doğdu ol Hayrü'l-beşer, Anası anda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol Habîb'in anesi
Bir acep nûr kim güneş pervânesi. Berk urup çıktı evimden nâgehân Göklere dek nûr ile doldu cihân. Gökler açıldı ve feth oldu zulem, Üç melek gördüm elinde üç alem.
Biri meşrik biri mağribte anın, Biri damında dikildi Kâ'be’nin.
Bildim anlardan kim ol halkın yeği, Kim yakîn oldu cihâna gelmeği.
İndiler gökten melekler saf u saf, Kâ'be gibi kıldılar evim tavâf. Kâ'be savt etdi o demde nâgehân, Dedi doğdu bu gice şems-i cihân.
Yaradılmış cümle oldu şâdümân, Gam gidüp âlem yeniden buldu can.
Cümle zerrât-ı cihan idüp nidâ, Çağruşuben dediler kim merhabâ. Merhaba ey âli sultân merhabâ, Merhabâ ey kân-ı irfan merhabâ.
Merhabâ ey sırr-ı Kur’ân merhabâ,
Merhabâ ey derde derman merhabâ. Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı cemâl, Merhabâ ey âşinâ-yı Zü'l - Celâl.
Merhabâ ey mâh u hurşid-i Hüdâ,
Merhabâ ey Hak’dan olmayan cüdâ. Merhabâ ey âsi ümmet melcei, Merhabâ ey çâresizler eşfei.
Merhabâ ey can-ı bâki merhabâ, Merhabâ uşşaka sâki merhabâ. Merhabâ ey kurretü’l - ayn-i Halîl, Merhabâ ey has-ı mahbûbi Celîl.
Merhabâ ey rahmeten li'l-âlemîn, Merhabâ sensin şefi’ül müznibîn. Merhabâ ey pâdişâh-ı dü cihân, Senin içün oldu kevn ile mekân.
Ey cemâli gün yüzü bedr-i münîr, Ey kamu düşmüşlere sen destgîr. Destgîrisin kamu üftadenin, Hem penahı bende vü âzadenin.
Ey gönüller derdinin dermanı sen, Ey yaradılmışların sultanı sen. Sensin ol sultânı cümle enbiyâ, Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiyâ.
Bu gece şâdân olur erbab-ı dil, Bu geceye can verür ashâb-ı dil.
Rahmeten lil - âlemîn’dir Mustafâ, Hem şefi’ül müznibîn'dir Mustafâ. Vakfını bu resme tertîb ettiler, Ol mübârek nûru tergîb ettiler.
Âmine ider çün vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol Hayrü’Lenâm.
Susadım gayet hararetten kati, Sundular bir câm dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda tuttu hûriler, Bunu sana verdi Allah dediler.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi, Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim anı oldu cismim nûra gark, Edemezdim kendimi nûrdan fark.
Geldi bir ak kuş kanadiyle revân, Arkamı sığadı kuvvetle hemân.
Doğdu ol sâatte ol Sultân-ı din, Nûra gark oldu semavat ü zemîn.
Sallü aleyhi ve sellimü teslima, Hattâ tenalü cenneten naîma.
Ger dilersiz bulasız oddan necât, Aşk ile şevk ile edin es-salât.
Es-salâtü ve's-selâmü aleyke yâ Resûlallâh. essalâtü ve‘s-selâmü aleyke yâ Habîballâh, Es-selâtü ve’s-selâmü eleyke yâ Seyyidel evveline ve’l-âhirîn.
Söylediği sözü ol dem anladım. Der ki ey Mevlâ yüzüm tuttum sana, Yâ İlâhi ümmetim vergil bana.
Ümmetim dedi saha çün Mustafâ.
Ver salevât sen de âna bul safâ.
Çünki ben bu işleri gördüm ayân, Kalmadı sabrım hemen düştüm revân. Geldi aklım gördüm ol sahib vefâ, Gözlerim nûru ve oğlum Mustafâ.
Sürmelenmiş gözleri gör hikmeti, Göbeği kesilmiş olmuş sünneti.
Yüzü nûru gün gibi hoş berk urur, Çünki gördüm gönlüme geldi sürür.
Kaynatıp nâr-ı muhabbet kanımı, Aluben bağrıma bastım canımı.
Hakka bağlayıp gönülden himmeti, Der idi kim ümmeti vâ ümmeti.
Tıfliken ol diler idi ümmetin, Son kocaldın terkidersin sünnetin.
Ümmetim dedi sana çün Mustafâ, Ver salâvat sen de ana bul safâ.
Ger dilersiz bulasız oddan necât, Aşk ile şevk ile edin es-salât.
Yunus Nadi, Yakup Kadri ve Falih Rıfkı Atay ve Naşit Hakkı Uluğ gibi yazarlar her ne kadar Türkçe Kur'ân ve Türkçe namaz için bu olaydan sonra yoğun propagandalara girdilerse de, en başta yanlış tercümelerle okunan Türkçe Kur'ân'larla ve
Ey nübüvvet mührünün sen hatemi, Ey risâlet tahtının sen hâtimî.
Çünki nûrun rûşen etti âlemi, Gül cemâlin gülşen etti âlemi.
Oldu zâil zulmet-i cehl ü dalâl, Buldu bâğ-ı mârifet ayn-i kemâl.
Yâ Habîbu’llâh bize imdâd kıl, Son nefes dîdânn ile şâd kıl. Ger dilersiz bulasız oddan necât, Aşk ile şevk ile edin es-salât.
Çünki ol mahbûb-i Rahmân ü Rahîm, Kıldı dünyayı cemâlinden naîm. Birbirine muştulayu her melek, Raksa girdi şevk u şâdiden felek.
İşbu heybetten Âmine hubrû, Bir zaman gidip geldi geru.
Gördü gitmiş hûriler hiç kimse yok, Görmedi oğlun tezarru kıldı çok.
Hûriler aldı tasavvur kıldı ol, Hayret içre çok tefekkür kıldı ol.
Çevre yanın isteyu kıldı nazar, Gördü kim bir köşede Hayrü’l-beşer.
Şöyle Beytullâh'a karşı ol Resûl, Yüz yere urmuş vü secde kılmış ol.
Secdede başı dili tahmîd eder, Hem getürmüş parmağın tevhîd eder.
Debrenür dûdakları söyler kelâm Anlayamazdım ne derdi ol hümâm.
Kulağım ağzına verdim dinledim.
İKİNCİ BÖLÜM
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DİYANET
YETKİLİLERİNDEN İSTEDİĞİ RAPOR:
"TÜRKÇE KUR’ÂNLA
NAMAZ KILINABİLİR!"
Fatih Camii, Göztepe Camii, Yerebatan Camii, Sultanahmet, Süleymaniye ve Ayasofya camilerinde değişik zamanlarda (1930 - 32) yapılan Türkçe Kur'ân ve Türkçe namaz uygulamaları, çok kaliteli ve güzel sesli hafızlardan; Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Yaşar Okur, Hafız Cemil ve Hafız Ali Rıza gibi kişilerden oluşmasına rağmen halk nazarında birtürlü tutmayınca ve Türkçe namaz kıldıran imamların arkasında çok geçmeden, "olmaz böyle şey!" denilerek, "uydum imama" diyecek bir tek cemaat kalmayınca yapılması istenen bu din inkılabının durumu da çıkmaza girmişti.
Bu tür konularda Mustafa Kemal'in yardımına en başta ya Diyanet İşleri Başkanlığı koşuyor veya ibadetlerde reform anlayışının temelini oluşturan İlahiyat Fakültesi koşuyordu.
Türkçe namaz ve Türkçe Kur’ân konusunda da Mustafa Kemal'i bu çıkmazdan kurtarmak adına İlahiyat Fakültesi Şubat 1932 tarihinden sonra çalışmaya başlamıştı. Hedef Türkçe Kur'ân’ın olabileceği ve dolayısıyla da Türkçe namazın caizliği
bu yeni ibadet şekliyle namazları kılmak Türk Milletine çok tuhaf geliyordu.
Nitekim Saadettin Kaynak’ın arkadaşı artist Şadi'nin bile beğenisini görmeyen bu yeni ibadet şekline üç-beş ay gibi kısa bir zaman sonra hiç iltifat eden kalmamıştı. Çünkü bu yeni ibadet şekli için Türkçe namaz kılınırken, imamın arkasında "uydum imama" diyecek bir tek cemaat bile bulunamamıştı.
Bu sebeple zorunlu olarak Türkçe namaz şeklinden çark edilmiş oldu. Ancak Türkçe Ezan 1950 yılına kadar devam etdi.
■ Pek aşikârdır ki Kur'ân; önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında Arabî değildir. Halbuki bu âyetlerde kat'î surette Kur'ân'ın bu kitaplarda mevcut olduğu beyan edilmekte olduğundan Kur'ân kelimesinin önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında olan ile Peygamberimize indirilmiş olan arasında iştirak noktasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise yalnız Arapça değildir. Belki Arapça'nın ifade ettiği mânayı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususîdir.
Bundan dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kur'ân; bu iştirak noktasını teşkil eden Kur’ân'dır. Bu ise yukarıda söylenildiği veçhile Arapçanın ifade ettiği mânayı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususidir. Kesilen bir hayvanın kesildiği esnada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi icma ile caiz olduğu gibi; namazda dahi herhangi bir dil olursa olsun Kur'ân'ı kıraat caiz olmuş olur/)
Bundan dolayı Kur'ân'ın yalnız nazımdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebu Hanife'ye göre bu kitabın Arapça olan hususî nazım ve terkibini güzelce telâffuz kudreti olanlar ile bu nazm-ı Arabiyi telâffuza kudreti olmıyanlar arasında bir fark gözetmeye bir mahal kalmadığından nazm-ı Arabîyi telâffuz kudreti olsun veya olmasın herhangi bir kimsenin namazda Kur'ân'ı herhangi bir dil ile okuması caizdir/*
Namazın başlangıcında dahi İmam Ebu Hanife'ye göre Arapça'dan başka herhangi birdil ile Allah zikredilerek meselâ (Tanrı Uludur...) demek caiz olur. Çünkü Âlâ sûresi âyet 15 - "Rabbının adını anar anmaz namaza durdu." Âyetiyle sabit olduğu vech üzere namazın başlangıcında maksut olan, Tanrı'nın anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrıyı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmağa müsavidir/*
Netice: İmamı Azam'a göre Arapça'dan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında Tann'yı anmak namazın içinde üzerine bir rapor hazırlamaktı. Bu raporu Rıfat Börekçi’nin ölümünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilen lahiyat Fakültesi profesörlerinden M. Şerafettin Yaltkaya hazırlamış ve daha önceki bölümlerde sunduğumuz “İbadetleri Islah Projesinin hazırlayıcılarından olan İzmirli İsmail Hakkı da raporu tetkik ederek, Şerafettin Yaltkaya ile birlikte Mustafa Kemal'e vermişlerdi.
Bugün için tarihî önemi haiz olan ve istenilen bir emir için zorlanmadık kapı bırakmıyan bir rapor niteliğindeki bu ilginç çalışmayı buraya aynen almak istedik.
"Kur’ân'ın Türkçe Tercümesiyle Namazda Okunması" başlıklı raporda şu mütalalara yer veriliyor.
KUR'ÂN'IN TÜRKÇE TERCÜMESİYLE NAMAZDA
OKUNMASI
Bu meselenin başında Kur'ân'ın ne olduğu bilinmek lâzımdır. Ebu Hanife'ye göre Kur'ân lâfız değil; belki lâfzın ifade ettiği mânadır/^ k
Bunun için Kur'ân'ın Arapça, Türkçe ve Acemce gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Mânadan ibaret olan Kur'ân'ın herhangi dil ile ifade olunması müsavidir/)
'Ebu Hanife'nin bu baptaki delilleri şunlardır:
Şuara sûresi âyet 196 = "Şüphe yoktur ki Kur'ân: Önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında var idi."
Âlâ sûresi âyet 18 = "Şüphe yoktur ki bu Kur'ân; ilk kitaplarda var idi."
Bununla beraber bu iki İmam, Kur'ân'ın hususî nazmı olan Arapça'yı telâffuzdan âciz olan kimseler hakkında Arapça'dan başka herhangi birdil ile Kur'ân'ın okunmasını caiz görmüş olduklarından üstatları ile bu îkî şakirt arasında ihtilâf kalkmış olur/1')
İmam Ebu Hanife'nin bilâhare şakirtlerinin fikirlerine rücu ettiği diğer bir şakirdi Nuh Bin Meryem-ül Mervezi'den na- klolunmuşsa da bu nakil hilâfiyat kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer Bin Muhammed- ün Nesefi (vefatı h. 357) Ebu Hanife ile tilmizleri arasındaki yu- kanki ihtilaâfı bildirdikten sonra şu:
"Ebu Hanife'nin bilâhare tilmizlerin kavline döndüğünü kendisinden itimada şayan olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında ihtilâf kalmamıştır" sözünü söylüyor.
Ve bu âyetin şerhinde Zevzeni, (mamı Âzam'ın bu rücu' rivayetini Ebu Bekir Razi'ye atfetmektedir/ ^
Halbuki: .
Ebu Bekir Razi Ahkâmül-Kur’ân'mda Şuara Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz âyetinde:
"Bu âyet; Kur’ân'ın bir dilden başka bir dile naklolmasının Kur'ân'ı, Kur'ân olmaktan çıkarmıyacağına delildir..." diyerek mamı Âzam gibi Kur'ân'ın mânadan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan İmam Âzam ile ayni fikirdedir. Ve bu rücuu ri- vayat etmediği meydandadır. Bundan başka bir rücu' rivayeti kafi olmak için (h. 370)'te vefat etmiş olan Ebu Bekir Razi'ye değil; ilk asırlara kadar çıkarılmak, daha sarih İmamı Âzam'a mülâki olan kimselerden veya tek bir kimseden inkitaa uğra- maksızın müselselen rivayet edilmek lâzım gelirken biz bu rivayeti İmam-ı Âzam'dan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda görüyoruz.
Ebu Bekir Razi'den sonra (h. 490) hududunda vefat eden Serahsi, Mebsutunda asla bu rücu'dan bahsetmiyor. Bilâkis Se-
Kur’ân’ı ve ka'deterde teşehhütleri okumak ve cuma günleri hutbe irat etmek caiz olur.(ü)
İmamı Âzam'a göre ezanda muteber olan urftur/ ^
Şakirtlerinden Hasan Bin Ziyad'ın İmamdan rivayetine göre bu nokta şöyle izah ediliyor: Meselâ Acemce ezan okunduğu takdirde halk ezan olduğunu anlıyacak olursa bu ezan caizdir, anlamıyacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan maksat namaz vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir/ ^
İmam Ebu Yusuf ve mam Muhammed'e göre Kur'ân yalnız mâna değil; mâna ile beraber nazım-ı Arabinin mecmuundan ibarettir. Bunların delilleri şunlardır:
Kur'ân Dili Üzerinde Bir İnceleme
Zuhruf sûresi âyet 3 = “Biz o kitabı Aıapça Kur'ân kıldık."
Şuara sûresi âyet 195 = "Açık bir dil ile olan Arapça ile (sana indirdik.)"
İmameyn bu âyetlerden Kur'ân'ın yalnız mâna değil; lâfız ve mânadan mürekkep olduğunu anlamışlardır. Bunlara göre lâfız ve mâna Kur'ân'ın ayrı ayrı birer rüknüdür. Şu kadar var ki lâfız rüknü zait olmakla aczzamanında sakıt olur/9)
Halbuki:
- Raad sûresi âyet 37 = "Biz o kitabı hükmü Arabî olmak üzere indirdik." Buyrulduğu halde yine bu âyet; hükmün arabî diline ihtisasına delâlet etmiyor. Çünkü acemce ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür/10)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇE EZAN, TEPKİLER VE
BURSA ULUCAMİİ OLAYI
Devlet Konservatuvarında Bestekar İhsan Beyin nezaretinde ve 9 kadar seçme hafızın olanca gayretiyle Dol- mabahçe Sarayı'nda meşk etmeye (!) çalıştığı "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" şeklindeki Türkçe ezan hiçbir kanun ve meclis kararı olmadan ve sadece saraydan çıkan emirle 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren minarelerde okunmaya başlanınca, 155 asır Ezan-ı Muhammediye'yi "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye dinleyenlerin hoşnutsuzluğuyla karşılaşmıştı. Çünkü İslâm dünyasında ilk kez sadece bu ülkede Ezan-ı Muhammedi alışkanlığı bozuyor ve Ezanlar "Tanrı Uludur" şeklinde okunuyordu. Özellikle büyük şehirlerde büyük bir takibatla ve kontrolle yürütülürken Türkçe Ezan 1932 yılında daha köylere ve ilçelere pek girmemişti.
Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Trabzon ve Rize gibi büyük illerde Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlığı) nezaretinde yürütülen Türkçe Ezan uygulaması için ilk büyük ve örgütlü tepki Bursa’dan gelmişti.
16 Kasım 1932'de Bursa Valisi Fatin’in başkanlığındaki Türkçe Ezan komisyonunun toplanışından tam dört gün sonra
rahsi, Ebu Hanife'nin namazda Kur'ân'ın Arapça'dan başka bir dil ile okunmasını caiz gördüğünü söylediği sırada diyor ki:
"İranlIlar Selman'dan Kur'ân'ın birinci sûresi olan Fatiha'yı Acemce yazıp kendilerine göndermesini istemişler. Selman da bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş ve bunlar dilleri Arapça'ya yazıncaya kadar namazlarda Fatiha'yı Acemce okumuşlardır." İşte Ebu Hanife namazda Kur’ân'ın Arapça'dan başka bir dil ile okunmasının caiz olduğunu bununla istidlâl etmiştir. Bununla beraber namaz kılan kimseye vacip olan, be- lâgat ve fesahatiyle insanları acze düşüren Kur'ân'ı okumaktır. Umum insanları acze düşürmek ise yalnız Arapça ile değil herkesin konuştuğu ana dili ile olacağından meselâ: İranlIların acze düşmeleri Arapça ile değil, kendi lisanları olan Farisi ile zahir ve sabit olmuştur. Ve Allah'ın kelâmı Kur'ân mahlûk ve muhdes değildir. Lisanlar ise umumiyetle mahlûk ve muhdestir. Şu halde Kur'ân'ın bir lisan-ı mahsusu kalmamış olur/)
Şafi'ye göre namazda Kur'ân'ı Farisice okumak hiçbir veçhile caiz değildir. Ûmmi olup Kur'ân'ı Arapça okumaktan aci? olan kimse hiçbir şey okumaksızın namaz kılar/)
Hülâsa: İmam-ı Âzam nazm-ı arabiyi rükün olarak kabul etmediği ve kendisinin rücuu ise sonradan şuyu' bulduğu halde bilâhare gelen fakihler Imameyn ile beraber nazm-ı arabi'nin rüknü aslî değil ancak rüknü zait olduğunu ve acz zamanında sükut edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada her iki tarafın ittifakı hasıl olmakla artık Hanefi imamları arasında bir ihtilâf kalmamıştır.
5 Mart 1934
M. Şerafettin YALTKAYA
labalığın etrafını sardırarak önlem almaya çalışmıştı.
Nihayet Bursa Ezan direnişi saatler geçtikçe önlenmesi ve yatıştırılması bir tarafa, neredeyse halka malolacak bir olay haline gelmeye başlayınca bu sefer Vali Fatin Bey, Bursa’da bulunan Tümen Komutam’ndan acil yardım ister. Tümen Komutanı da o sıralar İzmir’de bulunan Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa'ya durumu bir şifreli telgrafla bildirince olanlar olur.
Çünkü Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa, kendisine Bursa olayı ile ilgili telgraf geldiğinde (3 Şubat) Atatürk’le beraber İzmir’de öğle yemeğindedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, Ali Hikmet Paşa'ya gelen şifreli telgrafla birlikte Bursa’daki Ezan ayaklanmasını öğrenir öğrenmez ağzından dökülen ilk sözler "Cahil mürteciler", "Kara yobazlar" olmuştur.
Olayın bundan sonraki bölümünün ve Ezanın Türkçeleştirilmesi sırasında yaşanan bu ilk ögrütsel olayın, bilinmeyen ayrıntılarını ve Atatürk’ün bu olayla birlikte kaleme aldığı "Din üzerine" isimli yazısını konumuzu aydınlatması açısından aynen burada yayınlamış oluyoruz/^
Atatürk Arapça Ezan Okuyanlara Seslendi:
"Allah’ın Belası Yobazlar"
"Allah'ın belâsı yobazlar... Dudaklarını kıpırdatmamıştı bile. Bu nedenle, hemen yanında oturan "Gazi Hazretleri"de söylediklerini duymamıştı. Kolordu Komutanı Ali Hikmet
Sadık adında biri Türkçe Ezan aleyhine bir vaaz vermiş ve Türkçe Ezan’ın, İslâm dünyasına hakaret olduğunu ve bir dinsizlik örneği teşkil ettiğini bildirerek, halkı bu konuda harekete geçmeye çağırmıştı.
Bursa Ulu Camii’de verilen bu ateşli vaaz öyle tesirini göstermişti ki, 1 Şubat 1933 tarihinde Vaiz Sadık Efendi ve Kazan Türkleri'nden Evkaf Memuru Yahyaoğlu İbrahim’in başkanlığında kalabalık bir grup, Ulu Camii önünde toplanarak Türkçe Ezan uygulamasını şiddetle protestoya başladılar.
Kalabalık Ulu Camii’den vilayete kadar yürüyüşe geçip, yürüyüş anında hem Arapça Ezan okuyorlar ve hem de Ankara'nın ortaya koyduğu gayr-i İslâmî uygulamaları attıkları sloganlarla protesto ediyorlardı.
Kalabalık önce Bursa Müftüsü Nurettin Efendi’nin huzuruna gelerek müftüyü îslâma, dine ve ezana sahip çıkmaya davet ettiler. Müftü Nurettin Efendi’nin: "Merak etmeyin! Bunlar kısa zamanda hallolacaktır" demesinden sonra kalabalık vilayete doğru yürüyüşünü devam ettirdi.
Bursa Evkaf memuru Yahyaoğlu İbrahim ve Vaiz Sadık Efendi, Vali Fatin’in de huzuruna çıkarak valiye: "Yahudilerin Sinegog’da, Hristiyanların kilisede ibadetleri bakımından rahatsız edilmediklerini" örnek göstererek namazlarına, ezanlarına ve Kur’ân-ı Kerim’lerine devletin karışmamasını söylediler.
Polisin kalabalığa müdahale etmesiyle de kalabalıkla polis arasında tartışmalar ve kavgalar çıktı. Vali Fatin, polisler vasıtasıyla gerekli önlemleri almakta güçlük çekince Bursa Belediye Başkam Muhiddin Bey devreye girmiş ve hemen "Belediye Zabıta Memurları "nı hiç zaman kaybetmeden ka-
“Arapça isteıîik" olayı da Evkaf Müdürlüğü'nün hemen bitişinde Ulu Cami’de meydana gelecekti.
Dert anlatma. Camiden çıkanlar bitişikteki Evkaf Müdürlüğü’nün önünde toplanmaya başlamıştı. Kalabalık giderek artarken 80 kişilik bir grup da içeri girmiş ve Evkaf Mü- dürü’nün karşısına dikilmişti. Elektrikçi Arnavut Seyfettin en öndeydi ve müdüre bağırıyordu: “Halkın Türkçe Ezan istemediğini ve bu maksatla aşağıda toplandıklarını size haber veriyorum.” Karşısında 80 kişiyi gören Müdür, daha sonra ürküp sarardığını saklamayacaktı. Arnavut Seyfettin'in bağırması bile dışardaki kalabalıktan gelen "Istemeyüz" naralarından zor anlaşılıyordu. Müdür Bey, kendisinin hiçbir yetkisi olmadığını, bir dertleri varsa Vali Bey’e söylemeleri gerektiğini zor bela anlatabilmişti. Arnavut Seyfettin'in "Vilayete kardaşlarım! “ narası Evkaf Müdürü’nün paçayı kurtardığını gösteriyordu. Derin bir nefes almış ve başını sallayarak doğrusunun bu olduğunu belirtmişti. Ama son Arapçacı da binayı terk edince telefona sarılıyor ve polise durumu bildiriyordu.
Fatin ve Muhittin Beyler, Belediye Başkanı Muhittin Bey olayı validen önce öğrenmiş, hiç zaman kaybetmeden "Za- bıta-ı Belediye memurlarına" gerekli önlemleri aldırmıştı. Bu gibi durumlarda tereddüde hiç düşmez, ne yapılacağına bir kez karar verir ve anında uygulamaya geçerdi. Vali'nin makamında olmadığını da biliyordu. Otomobiline atladığı gibi evine gitti.
Belediye Başkanı Vali'nin evine yaklaşırken Arapçacı mürteciler de, "Arapça ezan istedik" naralarıyla vilayetin merdivenlerini çıkıyorlardı. Alt kattaki odaları doldurmuşlar, büyük bir kalabalık da dışarıda kalmıştı. Halk gerçekten ola-
Paşa yaverinin sol omzu üzerinden uzattığı Bursa’dan gelen "şifre',yi okuyor, okudukça da hırsından morarıyordu. Vali niçin böyle davranmış, hiç anlayamamıştı. Dahası, sağ yanına oturan Gazi Mustafa Kemal soruyordu: "Nedir?’’ Ali Hikmet Paşa için şifreyi Mustafa Kemal’e uzatmaktan başka çare yoktu. Şimdi korkunç bir fırtınanın kopacağını bilmemek için onu tanımamak gerekirdi. Ali Hikmet Paşa, Gazi’nin yanında savaşmıştı ve onu çok iyi tanıyordu. Bu yüzden, Bursa’dan gelen şifrenin yemeği de noktaladığının farkındaydı. Mustafa Kemal kâğıdı masaya koyarken ayağa kalkıyor ve talimatı çok kısa oluyordu: "Yemek bitti... Şimdi hareket..."
4 Şubat 1933. Otomobil, tren istasyonuna giderken, Kor- don’dan geçiyordu. Bir süre sonra İzmir gerilerde kalacaktı. Kordon’da işte tam bu yerde, Yunan’m yakıp kül ettiği Kraemer Palas'ta körfez manzarasını seyretmişti. Arna şimdi bir zamanlar içini ferahlatan denizin çırpıntısını bile görmek istemiyordu. Bursa olayını tüm ayrıntısıyla öğrenmişti. Ve öfkeliydi...
Gerçi bir buçuk ay önce de, yani 18 Aralık 1932'de de yine Bursa’da dinde Türkçe-Arapça uygulama yüzünden bir olay meydana gelmişti. Gazi, olayı dikkatle incelemişti. Bir vaiz Türkçe Ezan aleyhinde konuşunca halk camii terk etmişti. Şimdi ise, görünüşte tam tersi olmaktaydı.
Bursa’da Ezan ve "Kamet"in Türkçe okunması Ra- mazan'da başlamıştı. Yobazların bu uygulamaya karşı olduğu biliniyordu. Ne var ki, görevlilerden yobazlara katılan pek olmamıştı. Ama ocak sonlarına doğru bazı camilerde sadece ezan Türkçe okunur hale gelmişti. İlgililerin uyarılarına da pek kulak asılmıyordu.
Şahin, Gürcü Hafız Mustafa, çilingir Salih, Elektrikçi Seyfettin gibileri yer almıştır."
İsmet Paşa kaygılı, Gazi Mustafa Kemal'in 4 Şubat 1933 günü İzmir'den ayrıldığı ve Afyon istikametinde yol aldığı, anında Ankara’ya ulaştırılmıştı. Hükümet, İsmet Paşa başkanlığında olağanüstü toplanarak olayı görüşüyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Beylerin Bursa’ya giderek hadiseye bizzat el koymaları kararlaştırıldı. Ama Başvekil İsmet Paşa’nın kaygısı olaydan çok Mustafa Kemal’in Bursa’ya gitmekte oluşundan kaynaklanıyordu. Gerçi bu gibi durumlarda hükümet de Mustafa Kemal kadar tavizsiz bir tutum izliyordu ama, İsmet Paşa gene de Gazi Mustafa Kemal'le Bursa’dan önce bir görüşmenin yararlı olacağına karar veriyor ve ertesi gün (5 Şubat 1933) Afyon'da onu yakalıyordu. Bu arada, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Adliye Vekili Yusuf Kemal ile Emniyet-i Umumiye Müdürü Tevfik Hadi Beyler de Bursa yolundaydılar.
Altı yıl önce, İsmet Paşa Afyon'da Mustafa Kemal’le buluşmuş ve Bilecik’e kadar birlikte yolculuk etmişlerdi. Her ikisi de bu "hadisede" izlenecek yöntem konusunda tam bir "mutabakata" varmışlardı. Nitekim ertesi gün Atatürk'ün Bursa'da Anadolu Ajansı'na verdiği "Resmî tebliğ" de İsmet Paşa ile yaptığı görüşmenin izlerini görmek mümkün olacaktı. Bilecik’e varıldığında, İsmet Paşa Ankara'ya dönüyor, Mustafa Kemal de otomobille Bursa’ya gidiyordu. Gazi Paşa altı yıl önce bu konuda bir kez daha kesin olarak uyarısını yapmış ve şöyle demişti: İnsanlıkta din konusundaki duygu ve bilgiler, her türlü hurafelerden ayırdedilerek gerçek bilim ve fen ışınlarıyla saflaştırılıp olgunlaştırılıncaya değin, din oyunu oynayanlara her yerde rastlanacaktır."
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
yın dışındaydı. Karşı kaldırımda toplananlar ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.
Şükrü Sökmensüer anlatıyor: 1933'te Emniyet Genel Müdür Yardımcısı lan Şükrü Sökmensüer, Prof. Afet İnan'ın kızı ve dönemin tanığı Arı İnan’la yaptığı ve banda kaydedilen görüşmesinde Bursa olayının bu bölümünü şöyle anlatıyor: "Vilâyete hücum ediyorlar. Alt katını tutuyorlar, üst kata çıkamıyorlar. Çünkü Jandarma silahla üst katta onlara karşı duruyor. Vali Fatin Bey, o sırada emrinde bulunan Jandarma Talim Terbiye Müfrezesi'nden yardımcı kuvvet isteyeceğine, tutuyor telefonla oradaki Tümen Kumandanı’ndan yardımcı kuvvet istiyor. Tümen Kumandanı İzmir'de bulunan Kolordu Kumandanı Ali Hikmet Paşa'ya kuvvet verip veremeyeceği hakkında şifreyle malumat soruyor. O zaman kuvvet vermek selâhiyeti Kolordu Kumandanı Ali Hikmet Paşa'da o gün Atatürk'le beraber öğle yemeğinde, şifre geliyor, yaveri Ali Hikmet Paşa'ya veriyor. Paşa okuduktan sonra Atatürk'e uzatıyor..?"
İşte olanlar o zaman oluyor ve Atatürk yemek sofrasında haykırıyor: "Ne olacak mürteci adamlar... Kara yobazlar..?"
Ezan Okuyanlar Tutuklanıyor
Olayın yankıları İzmir'de duyulurken, Bursa'da polis duruma hâkim olmuş ve tutuklamalara çoktan başlamıştı bile. Vilâyetin dışında toplananlar dağıtılmış, içerideki işgalciler ise, gözaltına alınmıştı. Ancak, büyük bir bölümünün ertesi günü salıverilmesi daha sonra savcının işten el çektirilmesine yol açacaktı. Bursa müftüsü de değiştirilmiş, yerine Kavalalı Mehmet Ali Efendi atanmıştı. İstanbul gazeteleri "tevkifat"ı manşette veriyorlardı. "Dünkü tevkifatta Tatar İbrahim, Arnavut
Kıhçzade Hakkı Bey, Paşa Hazretleri yeni hükümetin dini olacak mı?
Vardır efendim; İslâm dini hürriyet-i efkâra (özgürce düşüncelere) mâliktir.
Hakkı Bey- Yeni hükümet bir din ile tedeyyün (bir dine bağlı) edecek mi?
Edecek mi, etmeyecek mi bilemem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir. Mütedeyyindir (dine bağlıdır) ve dini, Din-i îslâmdır. Yani komünistlik gibi dini reddedecek ortada bir mesele yoktur.
Hakkı Bey- Şu halde Paşa Hazretleri, bir mesele hakkında herkesin itikadâtı (inançları) ve düşüncelerine göre bir fikir ortaya koymak hususunda hükümet beni susturacaktır veyahut tecziye (ceza) edecektir. Diyecek ki, sen şu hususta hükümetin düşündüğü gibi düşünmüyorsun.
Hükümetin düşündüğü gibi hiç kimsenin düşünmeye mecburiyeti yoktur. Hürriyet-i hâkikiyenin (gerçek özgürlüklerin) cari olduğu bir memlekette hürriyeti vicdaniye (vicdan özgürlüğü) vardır veyahut yoktur. Olduktan sonra bunu düşünmek doğru değildir. Vicdanın icabâtını (gereklerini) söyler.
Mustafa Kemal bu olayı hiç unutmayacak, dört yıl sonra CHP’nin 15-20 Ekim 1927 tarihlerinde Ankara’da toplanan II. Kurultayında 36.5 saat süren Büyük Nutuk'unda ele alacak ve şöyle diyecekti: (Yeni hükümetin dini olacak mı?) İtiraf edeyim ki, bu suale muhatâb olmayı hiç arzu etmiyordum. Sebebi pek kısa olması lâzım gelen cevabın o günkü şeraite (koşullara) göre ağzımdan çıkmasını istemiyordum. Gazeteci muhatabımın sualine hükümetin dini olamaz, diyemedim, aksini söyledim.”
Dinin her kademesinde. Eğer Atatürk Bursa’daki köşkte Mustafa Kemal'in otomobili Bursa’ya ertesi sabah girmiş, Atatürk doğruca kendisine ayrılan köşke gitmişti. Olayın ayrıntılarını öğrenmiş, Şükrü Kaya ile Yusuf Kemal Beyleri bekliyordu. İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanı’nın Bursa’ya gelişleri öğleyi bulmuştu. Halk Partisi binasında Mustafa Kemal'in kendilerini kabul etmesini beklerken alınan önlemleri gözden geçirmişlerdi. Köşke çağrıldıklarında karşılarında oldukça sakin bir Mustafa Kemal buluyor ve buna çok seviniyorlardı. Bakanların gerekli bilgileri vermelerinden sonra Atatürk, Anadolu Ajansı muhabirinin içeri alınmasını istiyor ve muhabire şu açıklamasını yazdırıyordu: "Bursa’ya geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadise haddizatında fazla ehemmiyeti haiz değildir. Herhalde cahil mür- teciler, Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrikle vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Mes’elenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kafi olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır."
Yeni Hükümetin Dini
Mustafa Kemal'in açıklamasını alan A.A. muhabiri dışarıya fırlarken İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Beyler memnunlukla birbirlerine bakıyorlardı. Atatürk'ün açıklaması, düşündükleri gibi sert değildi. Bunu kendisine anlatırken, Gazi Hazretleri dinlemiyordu bile. Pencerenin önünde sigarasını içerek Bursa'yı seyrediyordu ve İzmit'te on yıl önce gazetecilerle yaptığı görüşmeyi hatırlıyordu:
Ezandan, dünya güzeli Keriman Halis Hanım'ın, Mısır seyahatine kadar uzanan bir gündemle Türkiye, daha 1932'lerde bile nasıl bir arabesk kültürün sahibi olduğunu dünyaya göstermiş oluyordu. Bir tarafta "Allahu Ekber" yerine "Tanrı Uludur" mücadeleleri, bir diğer tarafta da ezanını değiştiren bir ülkenin dünya güzeli seçilen "Millî Kız"ının dünya seyahatleri...
1933 Türkiye'sinin manzarasıdır bunlar.
pencerenin önünden ayrılıp iki bakana dönerek, “Yazınız efendim" demeyip, "Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine..." diye başlayan şifeyi Ankara’ya göndermeseydi, İsmet Paşa, Bursa olayının yumuşak bir inişle çözümlendiği kanaatine varacaktı. Şükrü Sökmensüer bunu şöyle anlatıyor: "Atatürk, Ankara’dan Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) hal-i ictimada (toplantı halinde) iken Başbakan İsmet Paşa’ya şu emri veriyor: "Çok mühimdir? Bademe (bundan böyle) dinin her safhasında Türk dili hâkim olacaktır." Aynen okuduğum gibidir verdiği emir. Yani o andan itibaren ezan, tekbir, hutbe ve namaz Türkçe okunacak."
Atatürk’ün bu emri Bakanlar Kurulu'nun yeniden1 olağanüstü toplanmasına yol açıyordu. Kurulda, halkın konuya yavaş yavaş sokulması görüşü hâkimdi. Başbakan İsmet Paşa da buna katılıyordu. Sıra Mustafa Kemal’i iknaya kalmıştı. Sökmensüer, İsmet Paşa’nın hemen Atatürk'ü aradığını söylüyor ve gelişmeyi şöyle anlatıyor: "Paşa müsaade edin bu hareketi hemen birden bire yapmayalım. Memlekette bir reaksiyon başlayabilir. Bu reaksiyonu önlemek için derece derece girelim. Evvelâ ezan, sonra tekbir, namaz; yavaş yavaş girerek halkı hazırlayalım. Bu ricamızı lütfen kabul buyurunuz."
Mustafa Kemal diretmemiş, Başbakan İsmet Paşa’nın bu ricasını kabul etmişti. Ertesi gün de İstanbul’da Evkaf Müdüriyeti bir "Resmî tebliğ" yayınlayarak bundan böyle tüm camilerde ezanın Türkçe okunacağını bildiriyor ve Bursa "hadisesi" ni noktalıyordu. }
7 Şubat 1933'te İstanbul gazeteleri, Mustafa Kemal’in, Mudanya'ya kadar karayoluyla oradan Gülcemal vapuruyla İstanbul'a geldiğini yazarlarken, 1932 yılı Dünya Güzeli Keriman Halis Hanım’ın da Mısır'a gittiğini haber veriyordu. Bursa hadisesi de böylece kapanmış oluyordu.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇE EZANİN EMNİYET SÜBABI:
DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ
Bursa Valisi Fatin Bey'in, Bursa Tümen Komutanı'ndan, O’nun da Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa'dan Arapça ezan okuma isteğiyle ilgili “Bursa ezan ayaklanmasının bastırılması için yardım istemesi ve yardım isteği ile ilgili şifre telgrafın Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında okunmasıyla, Mustafa Kemal'in dudakları arasında Bursa'daki ezan olayını yorumlayan şu çok kısa ifadeler dökülüvermişti: “Allah'ın belası yobazlar."
Arapça ezan okumuşlar sözü Mustafa Kemal’in Kolordu sofrasından acilen kalkmasına yetmişti. Atatürk hemen talimatını verdi “Beyler! Yemek bitti.. Şimdi hemen Bursa’ya hareket ediyoruz... "
İşte Bursa'daki Arapça ezan okuma isteği ile ilgili olarak başlatılan “Allahu Ekber" yürüyüşü, Mustafa Kemal tarafından bu şekilde çok keskin ifadelerle ve şiddetle değerlendirilince, Türkçe ezan okuma ile ilğili uygulamalarda biraz gevşek(!) davranan Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk'ün bu tavrını bir emir
rekse bu tavrın hemen akabinde müftülüklere gönderilen Diyanet İşleri Başkanlığı tamimi çok net olarak şu gerçeği ortaya koyuyordu: “Türkçe Ezan okumaya riayet etmeyenler şiddetle cezalandırılacaklardır."
• İşte bu sebeple hiç kimse bu meseleyi İlmî olarak da olsa tenkit şöyle dursun tahlil etmeye bile cesaret edemiyordu.
3 Şubat 1932 tarihinde bütün il ve ilçelerde resmen okunmaya başlanan “Tanrı Uludur Tanrı uludur" şeklinde ezana çok partili hayata geçiş tarihi olan 1945 yılına kadar çok zecri tedbirler uygulanmış ve Türkçe ezan aleyhine en ufak bir gösteriye veya tenkit ve tahlile mahal verilmemiştir.
Ancak mevcut uygulamanın Türkiye Cumhuriyeti'ne batı medeniyeti kapılarını açtığı ve Türkiye'yi Islâmlık’tan ayırdığı konusunda pek çok yazı yazanlar olmuştur. Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, M.Esat Bozkurt, Naşit Hakkı gibi yazarlar bunların başında gelir.
Atatürk,"Türk’ün Martin Luther’i"
Bunlardan hele Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İhtilâli" ismini verdiği kitabı'nda, girişilen dini reformlara ve bütün İslâm dünyasındaki uygulamanın tersine, "Tanrı Uludur" diye okunan ezana değinerek, Atatürk'ü Martin Luther yerine koymuş ve onu dini millileştiren Türk’ün yeni bir din önderi olarak nitelemişti/3^
Türkçe Ezan ve Türkçe Kur'ân ile ilgili olarak içerden olmasa bile dışardan Hind Hilafeti Komitesinden ve Ingiltere'de
3. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s. 313, İstanbul 1940.
telakki ederek aynı gün bütün müftülüklere "Herkes kesinkes Türkçe ezan okuyacak, aksine davrananlar mutlak surette cezalandırılacaklar!" diyerek bir tamim gönderdi.
Diyanet İşleri Reisliği, Tahrirat Müdürlüğünün 360-128 sayılı emirleri ile tüm müftülüklere gönderilen tamim şu şekilde idi.
"Dahiliye Vekâleti celîlesinden varıd tezkerede" "Türkçe ezan; hakkında riyaset-i aliyyelerince ittihaz olunan karar ve tamimin her tarafta aynı hassasiyetle tatbik ve takip edilmemekte olduğu velâyetlerin işârından anlaşılmakta olduğundan bu teşevvüş ve intizamsızlığın izalesini temin edecek kafi ve sarih tebligatın te'kiden ve müstacelen ifası ve keyfiyetten vilâyetlerin de haberdar edilmesi için bir suretin vekâlete gönderilmesi, ifade ve izbar buyurulduğuna nazaran av.elce riyaset makamınca tesbit de Evkaf Umum Müdürlüğü tarafından vilâyetlere ve Evkaf Müdürlüğü'ne ta'mim edilen Türkçe Ezan ve İkamet suretlerinin memleketin her tarafında, hattâ en ücra bir köşesinde aynı şekil ve aynı zamanda bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbiki zaruri olduğu halde şer'an memnun olmayan böyle Türkçe Ezan ve Kamet hakkında bazı müftüler tarafından tereddüde meydan verildiği anlaşılmıştır.
"Binaenaleyn bu ta'mimin vüsulünü müteakip umum ilmiye memurları,imam ve hatiplere kat'î tebliğat icrası ile en ufak bir muhalefet irtikâp edeceklerin kat'î ve şedit mücazata ma'ruz kalacakları ta'mimen beyan olunur efendim."
4.2.1933 Diyanet İşleri Reisi Rıfat.
Gerek Mustafa Kemal'in Bursa'da Arapça ezan isteği ile ilgili ayaklanmalara karşı gösterdiği sert şiddetli tavır ve ge-
îslâm âlimlerinden uygulamanın yanlışlığı üzerine bir söz söylenmemişti.
Bursa olayından sonra Türkçe Ezan uygulamasına karşı 1945'lere kadar toplu birkaç hareketin dışında bir hareket de görülmemişti. 1935 yılında Siirt’te Nakşibendi Şeyhi ve Büyük İslâm alimi Şeyh Halid’in ve 1936 yılında da yine Şeyh Halid’in büyük oğlu Molla Abdülkuddüs’ün giriştikleri bölgesel eylemler, 1936 yılı Ocağın’da yine Nakşibendi tarikatından Kayserili Ahmet Kalaycı’nın yönettiği Çorum ve İskilip olayları,Türkçe Ezan ve dinde girişilen reformlar aleyhine girişilen sayılı karşı hareketlerdendi.
18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili hayatla birlikte Türkçe Ezan ve diğer dinî uygulamalara karşı girişilen karşı hareketler hemen bir anda bütün toplum katmanlarında yayılmaya başlamıştı. Halkın 1932-1945 yılları arası İslâma olan baskılar dolayısıyla patlama noktasına gelişi ve çok partili dönemde-biraz CHP zulmünün getirdiği birikim ile-hemen her parti dine karşı sıcak bakmak mecburiyetinde hissetmişti kendisini.
Partiler Islâmsız Olamıyorlar?
Gerçekten, örneğin Milli Kalkınma Partisi, dış politika îslâm Birliği Şark Federasyonu” tasarısını gerçekleştirmek istemişi ve tüzüğünün 19,maddesinde, "Maarifte her şey ahlak ve milli anane esasına göre ayarlanacaktır." ifadesine yer ver- miştir. 1946'da kurulan Sosyal Adalet Partisi, Dünya Müs-
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
bulunan Müslüman topluluklarından uygulamanın yanlışlığı üzerine mektuplar gelmiş ve dışarıda konferanslar verilmişti.
16 Kasım 1932 günü Kraliyet Orta Asya Derneği’nde verilen Türkiye'de Cumhuriyetin Dokuz Yılı" başlıklı konferansta "Bir hilafet merkezi olan Türkiye’de bu uygulamalar garip geliyor!" denilerek özellikle Türkçe ezan aleyhine sözler söylenmişti. Bu konferansta konuşan Londra Camii baş imamı Abdurrahman Efendi, Türkçe ezanla ilgili olarak şunları söylemişti:^
“Mustafa Kemal'e büyük bir general ve büyük bir yönetici olarak samimi bir hayranlık duyuyor, ama el sürmemesi gereken bazı şeylere karışmasına ve onları cebri olarak uygulamasına da esef ediyorum. Kur’ân-ı Kerimi TürkçpicsMfmesi ve Türkçe çeviriyi Arapça aslının yerine geçirmek isteyişi ile çok büyük bir yanlış yaptı. Kur'ân'ı Kerimi tercüme etmek yasak değildir. Ancak İslâm dünyasının hiçbir yerinde Kur'ân'ın herhangi bir dile çevirisinin Arapça aslının yerine geçtiği görülmemiştir. Hele hele bütün bir İslâm aleminin ve Müslümanların ortak ezanını “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye Türkçeleştirilmiş okunmaya başlaması biz Müslümanları çok üzmüştür."
Londra Camii Baş İmamı'nın söylediği bu sözler, genelde Müslümanların söyleyişlerinin bir ortak yansımasıydı. Ancak içerideki, Türkiye’deki Müslüman kitlenin bu uygulamalar için söyleyecekleri şeylerin peşin peşin önüne geçildiği için, 18 Temmuz 1945 tarihinde "Milli Kalkınma Partisi" nin kuruluşuyla başlayan hiçbir kurum ve kuruluştan ve de
ramında özetlemiştir. Burada, “laikliği, devletin din ile hiçbir ilgisi bulunmaması ve hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir olmaması manasında" anlayarak "Din hürriyetini, diğer hürriyetler gibi, insanlığın mukaddem haklarından (Madde 14)"(l9) saymakla birlikte D.P., daha muhalefetteyken, 1949’daki İkinci Büyük Kurultay'ında İslâmcı görüşlere öncelik tanımış, Parti Genel Başkanı Celal Bayar, söylevinde, "Türk Milletinin Müslüman olduğunu, Müslüman olarak Allah'ına kavuşacağını" belirterek dinsel ideolojinin etkin olduğunu sosyoloji kategorilerinin desteğini kazanmak üzerine ilk girişimlerde bulunmuştur. Ancak D.P. Terakkiperver ve Serbest fırka denemelerinden aldığı dersle iktidara geçmeden önce dini, açıkça bir politika öğesi olarak kullanmaktan sakınmıştır.
Değişen iç politika koşulları, iktidardaki CHP'nin genel olarak programım ve özellile de laiklik ilkesini yeniden ele almasına yol açmıştır. 1945 yılında CHP'de, ilk olarak dinde köklü bir reform yapmak üzere,
a- Laik bir rejimde Diyanet İşleri Teşkilatının yer almaması,
b- Kur'ân'm Öztürkçe düzenlenmesi,
c- badet yerlerinin halkevleri şekline sokulması,
d- Dinsel kılıkların kaldırılması,
e- İbadet yöntem ve zamanlarının düzenlenmesi vb. öngören bir önerge, yine aynı parti içinde bir tepkiye yol açmıştır.
106
İdmanları Birliği fikrini desteklemek amacı gözetmiştir/) Aynı yıl kurulan partilerden Çiftçi ve Köylü Partisi, geleneklere bağlılığını bildirmiş/) Arıtma Korunma Partisi de dinci bir siyasal parti özelliği taşımıştır/) Yine 1946 yılında kurulan ve İslâm Koruma Partisi adını taşımakla birlikte siyasal eylemde bulunmayan bir kuruluş amacının yalnız İslâmın yükselmesi ve dayanışması olduğunu bildirmiştir/) 1947’de kurulan Türk Muhafazakar Partisi, İslâmî ilkeleri temel almış/ ) 1948’de dinci bir grubun D.P.’den ayrılarak kurduğu Millet Partisi, dine ve geleneklere büyük ağırlık tanıyan bir parti olarak belirmiştir. Gerçekte, programının 7. maddesinde "Parti İçtimaî nizamın teşekkülünde, itikatların, ahlakın, geleneklerin, örf ve adetin büyük hisselerini tanır. Bunlar sık sık değişmezler ve devletin nüfuzu dışında kalır" anlayışından hareketle, 8. maddesinde "Din müesseselerine ve millî ananelere hürmetkâr" olan bu Parti 12. maddesinde "Din işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasını kabul,l(15) etmekle birlikte din işlerinin özerk ve ayrı bir kuruluşa bağlanmasını istemektedir/)
1946 yılında kurulan Toprak, Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi de, dinsel kuruluşların özgürce örgütlenme hakkına sahip olması gerektiğini programında açıkça belirtmiştir/)
Öte yandan, 7 Ocak 1946’da C.H.P.’den ayrılan ya da çıkarılan milletvekilleri tarafından kurulan Demokrat Parti/) 1950’den sonra izleyeceği din politikasının temellerini prog-
yılmıştır. ''Siyaset maksat veya şahsi nüfuz ve menfaat temini kastıyla yapılan dinî telkinlerin” cezalandırılmasını öngören tasarı, tepkiyle karşılanmış, Osman Nuri Koni "Dinsizliği esas alan” bu tasarının "Dini İslâm'a tecavüz ve laikliğe küliiyen muhalif” olduğunu ileri sürmüştür/^ Necati Erdem ise "Böylelikle dinsizliğine ayrıcalık tanınarak laiklik perdesi altında dinsizlik korunmuştur” diyerek değişiklik tasarısını şiddetle reddetmişlerdir.
Türk Ceza Kanununun 163. maddesinin yeniden gözden geçirilmesi ve "İhtiyacı karşılayacak şekilde” denilerek, dindarlar üzerinde daha geniş bir yelpazede zulmün başlatılması için yapılan 163. maddenin değiştirilmesine yönelik yasa tasarısı tartışılırken, görüldüğü gibi ilginç konuşmalara da sahne olunuyordu.
Asıl ilginç olan CHP içerisinde de bir kısım milletvekillerinin "Tek Parti” dönemini sorgulayan tavırları idi: Hamdullah Suphi, Sinan Tekelioğlu, Şükrü Neyman, Yusuf Ziya Kösemen gibi şahısların TBMM içerisinde din lehine çıkışları ve CHP'nin dine olan tavrını eleştirir olması CHP’nin de ister istemez dinî görüşlerini yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Nitekim 1947 Kurultayı’nda, Cumhuriyet Halk Partisi, gerek mevcut siyasal partilerin dinsel öğelere dayanarak politika yürütmeleri ve gerekse şahıs bazında milletvekillerinin -CHP'li
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
Din, inanç ve pratikleriyle ilgili konuların devletçe düzenlenmesinin dine "müdahale" olduğu görüşünü savunan biı kanat, Parti’de ağırlık kazanarak 1947 Kurultayı’nda varlığını açıkça ortaya koymuştur.
CHP'nin 7. Kurultay’ı, laiklik sorununun tartışıldığı ve gelenekçilerin katı bir ilke olarak uygulandığına inandıkları laikliğin yumuşatılması isteğiyle ortaya çıktıkları bir kurultay olmuştur. İnsanlar arasındaki sosyal dayanışmanın dinle sağlanabileceği noktasından hareket eden gelenekçiler, dine önem verilmesi ve ilgi gösterilmesi, yeni kuşakların yetişmesinde "manevî bir gıda" olan dinden yararlanılması gerektiğini savunmuşlardır.
Halk Partisi ve Laiklik Prensipleri
Bununla birlikte, 7. Kurultay gelenekçilerin Önerilerini reddederek laikliğe ve devrimciliğe bağlı bir tavır takınmıştır. (21) Dini siyasal bir araç haline getirme eğilimlerinin belirmesi üzerine, 1949 yılında "Son zamanlarda dincilik propaganda ve cereyanları dikkati çekecek bir mahiyet almıştır. Cemiyet nizamlarını dinî akidelere uydurmak isteyenlerin hareket ve faaliyetleri ise tehlike teşkil etmeye başlamıştır" gerekçesiyle Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin yeniden gözden geçirilmesi ve ihtiyacı karşılayacak bir şekilde düzenlenmesi zorunlu sa-
geçen tartışmalardı/28)
Meclisin 105. birleşiminde 163. maddeyle ilgili değişiklik yasası tartışılırken bir ara Osmanlı Hanedanının mallarıyla ilgili soru önergesi gündeme gelmişti. O zaman Millet Partisi'nin Meclis Grubu Reisi Osman Nuri Koni hilafeti ve buna bağlı olarak Şeriat düzenine olan gereksinmeyi sa- vunabilen bir kişi olarak dikkat çekti.
Osman Nuri Koni konuşmasında, Cumhuriyet sonrası din-devlet ilişkilerine de değinerek özellikle Türkçe Ezan, Türkçe Kur’ân ve ibadet reformu gibi konuların tam bir dinsizlik meselesi olduğunu söyleyerek, 163. madde dinî İslama tecavüz ve mevcut haliyle laikliğe külliyen muhalefet olarak varlığını devam ettirmektedir, demiştir/^
Millet Partisi(31) Meclis Grubu Reisi Osman Nuri Köni’nin konuşmaları, belki TBMM’de 1924’lerden itibaren yapılan ve Şeriat özlemini ifade eden ilk konuşmalarından biriydi. Çünkü meşhur 3 Mart 1924 devrimlerinden sonra hemen herkesin sesi kesilmiş-kestirilmiş demek daha doğru- ve din aleyhine olan "Tek Parti" uygulamalarına hemen hiç kimseden aleyhte bir hareket olmamıştı. Bu bakımdan Osman Nuri Köni’nin çıkışı anlamlı bir çıkıştı. 25 yıllık bir aradan sonra yeniden Meclis’te tslâm, din ve hilafet gündeme getirilmişti. Ayrıca Osman Nuri Köni’nin çıkışı, halkın dinî duygularını değerlendirerek kitleselleşen Demokrat Parti’yi de konturpiyede bırakıyordu. Ve en önemlisi bu tür konuşmalar DP'nin dinsel
bile olsa- sık sık dine müracaat etmeleri dolayısıyla parti uygulamalarını ve özellikle de "Altıok" prensiplerini yeniden gözden geçirmeyi planlamak durumunda kaldı. "İbadet hürriyeti", "inanç hürriyeti", "daha hür bir Diyanet İşleri Başkanlığı", "Dine daha çok önem verilmesi" gibi konular özellikle kırsal kesim milletvekilleri tarafından CHP’nin 1947 Kurultayı’nda gündeme getirilmişti. Hatta din bir "manevî gıda" olarak nitelendirilerek, bu gıdadan CHP'nin yeterince faydalanamadığı (CHP suçlanarak) dile getirilmişti. Kurultayda CHP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu: "Din, hayatımızın iktizasıdır" ve "Maddeye tapan toplumu uyarmak, manevî ihtiyaçları tatmin etmek, ancak Islâm dininin kabul ettiği ahlak kanunlarını öğrenmek ve onları tedris etmekle mümkündür.. " diyerek CHP'yi artık dine sıcak bakmaya davet etmişti.
Ancak bir takım sağduyulu ve muhafazakar milletvekillerinin 1947 Kurultayı'ndaki bu teklifleri hiç kaale alınmayınca, Kurultayın hemen ardından CHP'den büyük kopmalar olmuştu. Milletvekillerinin bir kısmı Demokrat Partiye ve bir kısmı da Millet Partisi’ne gitmişti.
İşte böyle bir ortamda TBMM’de 163. maddeyle ilgili değişiklik tasarısı gündeme gelince, Sinan Tekelioğlu gibi bir kısım CHP’li milletvekili için yeniden dini savunma ve din aleyhtarı uygulamalara son verilmesi gibi konulara değinme fırsatı çıkmıştı.
TBMM'nin 8.6.1949 tarihli 105. birleşiminin ve 9.6.1949 tarihli 106. birleşiminin 1.2. ve 3. oturumlarında yapılan taı- tışmalar bir yazıyla "Dini koruma" ile "Dine saldırı" arasında
görüşmeler ve bu görüşmeler esnasında partilerin durumu, dinde vlet ilişkilerinin 1950 sonrasının filmini vereceği için önemliydi.
8.6.1949 ve 9.6.1949 tarihleri arasında iki gün süren konuşmaları, TBMM Zabıt Ceridelerinden ve o konuşmaların dinle ilgili bölümlerini tamamıyla veren Sebiliirreşad dergisinden özetleyerek vermek istiyorum.
Tarihi 163. Madde
Değiştirilmesi teklif edilen 163. madde şöyle idi:
Madde 163- "Türkiye lâik bir devlettir. Devlet kanunları, müesses her türlü nizam, millet ve memleketin gerçek ihtiyacının ve bir lüzum ve icabın karşılığı ve ifadesidir.
Kanun ve nizamlar, devletin kuruluşunda hakim olan asla esasa uygun ve onun yararına olur. Bunların devletin esas prensiplerine ve temel ilkelerine aykırı bir asla dönüştürülmesi hiçbir surette düşünülemez, caiz görülemez.
Bunun için laikliğe aykırı olarak sosyal ve İktisadî veya siyasî veya hukukî nizamları kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmayı hedef tutan her hareket kanun ile ceza-ı müeyyide haline alınmıştır."
işte bu kanunda yeterince açıklık göremediğinden ve dinî çalışmalara gerekli ceza verilmediğinden CHP ile DP el ele vererek kanunun şu şekilde değiştirilmesini teklif etmişti:
Yürürlükteki madde; "Devletin emniyetini ihlâl edebilecek harekete halkı teşvik" unsurunu ihtiva ettiği için, uygulamada tabiî olarak bu unsura uygunluk aranmakta ve bu itibarla da önlenmesi gereken birçok fiiller müeyyide dışında kalmaktadır.
görüşleri muhafaza için değil, CHP iktidarına muhalefet için var olduğunu da ortaya koyuyordu.
Nitekim DP'nin kurmaylarından Celal Bayar’ın Me- clis’teki 163. maddeyle ilgili değişiklik tasarısı görülmezden önce laiklikle ilgili İzmir’de verdiği bir demeç, DP’nin dine olan bakış açısını da sergiliyordu.
Celal Bayar, İzmir konuşmasında çok net olarak "Şeriatı yaşatmayacağız! devleti dindarların baskısından kurtaracağız ve bunun için de 163. maddeyi yasallaştıracağız! "Şeriat isteklilerine göz yummayacağız ve onları ezeceğiz" gibi ifadeler kullanınca geleneksel dinci kanatların fevkâlade tepkisini almış ve DP içerisindeki dinî ağırlığı olan milletvekillerinin zamanla Millet Partisi'ne geçmelerini sağlamıştı/^ Hatta bu konuşma, 163. maddenin değiştirilmesi ile ilgili yasa tasarısı 8.6.1949 tarihinde Meclis’te görüşülürken, muhtıra olarak yine DP tarafından savunulunca o zamanın dinî yayınları, "CHP; DP el el", "CHP ve DP dine karşı ortak siyaset gütmek için birleştiler! " diyerek Demokrat Parti’nin tavrını eleştirmişlerdi.
Çoğulcu Demokrasiye geçişte inananlara karşı sürekli bir "Demoklesin Kılıcı "m oluşturacak olan 163. maddeyle ilgili i
fıkra, madde de üçüncü fıkra olarak aynen kabul edilmiştir.
Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek propaganda yapmak:
Tasarı, bu hususta poropagandanın cezalandırılması için üç türlü maksat güdülmüş olması gerektiği hükmünü ihtiva eder: Siyasî maksat, şahsî nüfuz tesisi maksadı, şahsî menfaat temini maksadı.
Bu konuda üzerinde geniş müzakereler yapan komisyonumuz aşağıda yazılı esasları kabul ve maddeyi buna göre tadıl etmiştir.
Lâikliği sarsmak maksadı ile dinî veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek propaganda suç sayılmıştır. Devlet nizamını dinî esas ve inançlara uydurmak, lâikliği sarsmak demektir. Bu itibarla, birinci fıkrada yazılı amaçlarla cemiyet kurmak suç sayıldığı gibi bu maksatlarla propaganda yapmak da bu fıkra ile müeyyide altına alınmıştır.
Bu umumi unsuru dışında, lâikliği sarsmak, devlet ni-’ zamlarını dinî esas ve inançlara uydurmak maksadı, tahakkuk etmek de dinî veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri aleJitlak siyasî menfaatlere alet edilerek propaganda yapılması suç sayılmıştır.
Genel lâikliği sarsmak maksadı dışında olsa dahi, şahsi nüfuz tesisi maksadı ile dini veya dinî hissiyatı, veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek propaganda yapmak müeyyide altına alınmıştır.
Hükümet tasarısında mevcut olan "Şahsi menfaat temini maksadı" ile dini veya din’i hissiyatı veya dince mukaddes tanılan şeyleri alet ederek propaganda yapmak" iltibasa yol açacağı düşünülen madde şümulünün dışında bırakılmıştır ve cezayı müstelzimdir.
Söz, yazı, resim v.s. vasıtalarla yayılan fikrin, kanunda cezalandırılan maksatları istihdaf edip etmediği hususu, propaganda yapan şahsın hal ve mazisine, yayılan fikirlerin mahiyetine göre isabetle takdiri gereken en mühim noktadır.
Propagandanın aleniyet unsuru dolayısıyla, bu fikirleri yay-
Tasanda teklif olunan madde iki esas hükmü ihtiva etmektedir:
Lâikliğe aykırı olarak devlet nizamını dinî esas ve inançlara uydurmak maksadı ile cemiyet teşkili.
Lâikliğin iki cephesi vardır. Vatandaşların diledikleri dinî inanca sahip olabilmelerini temin için vicdan hürriyetini masun tutmak ve (Devlet nizamını dinî esasların müdahalesinden korumak) (Devlet nizamını dinî esaslara uydurmak isteyen bir cemiyet, vicdan hürriyeti ile dilediği dine intisap etmesi ancak, devlet nizamının dinlerin müdahalesinden masun kalması ile mümkün olur.
Bu itibarla devletin İçtimaî, İktisadî, siyasî veya hukukî nizamını dinî esaslara uydurmak maksadını güden cemiyet teşkili bu madde ile yasaklanmıştır.
Maddedeki "lâikliğe aykırı olarak" ibaresi, devletin siyasî veya hukukî nizamını değiştirmek ve onun yerine kanunen caiz olan diğer fikirlerin uygulanmasını istemek yolundaki fikrî çalışmaları maddenin şümulü ’ dışında bırakmak için ko- nululmuştur. Lâikliğe aykırı olmayan siyasi ve hukuki ilkelerin 141.nci maddenin 2.nci fıkrasındaki yıkıcılık hariç bir cemiyetin proğramında yer alması gayet tabiîdir.
Maddedeki "kısmen de olsa" ibaresi, lâikliği korürfiâ yolunda kabul edilen suç unsurlarına gerekli olan şümulü vermek için kullanılmıştır. Devlet nizamını topyekün dinî esaslara uydurmak iddiasının dışında, ise nizamının yalnız bir kısmını bu gayeye çevirmek için kurulacak!!... Bir cemiyetin madde hükmünden hariç kalması istenemez. Yer yer kurulacak bu gibi cemiyetlerin çalışmaları mecmuu binnetice devlet nizamını lop- yekûn dinî esaslara uydurmak demek olacağı tabiîdir.
Maddenin ikinci fıkrası, bu gibi cemiyetlere girenleri veya girmek için yol gösterenleri cezalandırmaktadır. Bunlara verilecek "bir yıldan yedi yıla kadar hapis cezası" komisyonumuzca, altı aydan aşağı olmamak üzere hapse çevrilmiştir.
141.nci maddeye kıyasen, dağılmaları emredilen cemiyetleri yeniden tesis edenlere verilecek cezayı gösteren bu
sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler hakkında verilecek cezalar, üçte birden eksik olmamak üzere arttırılır.
Siyasî menfaat temin veya şahsî nüfuz tesis eylemek veya her ne suretle olursa olsun laiklik esasını sarsmak maksadı ile dini veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Yayın yeri veya yayın vasıtası veya yayın konusu bakımından az zarar umulan hallerde failine 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir. Bu maddede yazılı olan cemiyetler hakkında 141. maddenin son fıkrası hükmü yürür."
141. maddenin son fıkrası ise, iki kişinin dahi birleşmeleri ile cemiyetin vücut bulacağını ifade etmektedir"
(10 Haziran 1949-5439 sayılı ek Ceza Kanunu)
Tabii kanunun bu şekle dönüştürülmesi inançlı milletvekilleri için bardağı taşıran son damla olmuştu. Milletvekilleri arasında şiddetli bir tartışma ortamı oluşmuştu.
Ceza kanununun bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısının 163. madde ile ilgili sözkonusu müzakerelerinde ilk sözü alan Millet Partisi Meclis Grubu Reisi Osman Nuri Koni, laiklik hakkında uzun uzadıya izahlardan sonra, biz de laikliğin tamamen tatbik edilip edilmediği mevzuunu ele aldı. Diyanet şleri ve Evkaf bütçesinin hükümetçe hazırlandığı, dinî tedrisat işleri ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın meşgul olduğunu söyleyen Koni:
”- Laiklik bu mudur?" dedi ve şöyle devam etti:
Türkiye’de Hristiyanlar, Museviler var. Dinî işlerini cemaatleri görür. Bütçeleri buraya geliyor mu? İşlerine karışıyor muyuz? Bu ayrılık, gayrılık nedir? Onlar, bu sahada
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
mak isteyenler daha çok münferit ve gizli çalışma yoluna sapmışlar; söz ve hareketle bu maksatları telkin madde dışında kaldığı için faaliyetlerini bu yolda göstermişlerdir. Maddenin üçüncü fıkrası ile telkin de müeyyide altına alınmış bulunuyor. Komisyonumuz, "işlemle telkin" yerine "her hangi bir fiil ve hareketle telkin" ibaresini yazmakla, söz söylemeden, bu fikirleri fiilî örnekler vererek telkin edenlerin de müeyyide içine alınmalarını sağlamak istemiştir.
163. Maddenin Zulmü Böyle Başladı
Kısaca değiştirilmek istenen 163. madde ile Müslümanlar öyle bir cendereye sokulmak istenmiştir ki, laikliğe aykırı bir söz söylenmezse bile, Müslümanların İslâmî düşüncelerinden dolayı ve yaptığı fiiller dolayısıyla cezalandırılmaları sözkonusu olmuştur.
Nitekim böylesine ağır ve hukuk dışı bir uygulama inanan insanlara 163. madde var olduğu müddetçe zulm etsin için CHP ve DP koalisyonuyla yasalaşıvermişti. Milletvekillerinin tenkit ve taklitleri de TBMM salonlarında bir "hoş seda" olarak kalıvermiştir.
İşte böylesine inanan kesimlere en geniş manada inançları dolayısıyla cezalandırılacak olan madde kanunlaşmış haliyle şu şekle bürünmüştür:
Madde 163- Laikliğe aykırı olarak devletin İçtimaî veya İktisadî veya siyasî veya hukukî temel nizamlarını kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse, iki yıldan yedi yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Böyle cemiyetlere girenler ve girmek için başkalarına yol gösterenler, 6 aydan aşağı olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılırlar.
Dağılmaları emir edilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri
Dinsizlik Diktotoryası
Bu sırada Başbakan Şemseddin Günaltay‘ın gülmekte olduğunu gören Koni, şöyle devam etti:
Bakın gülüyor, ben gülmüyorum. Başbakan, bizimle, milletle istihza etmektedir. O bu haliyle demokrasi, balık kavağa çıkınca olur, demek istiyor.
kinci Abdülhamid de tatlı tatlı konuşurdu. İşte bu İkinci Abdülhamid, Mithat Paşa’ya ayağa kalkar, elini öper, ona "babacığım” derdi. Bu hareketi ile Mithat Paşa’yı hakikatte milleti kafese koyuyordu. Tarihte Mithat Paşa’nın akibetini bilirsiniz. İkinci Hamid, istibdadını ve tahakkümünü din üzerine yapardı. Şimdi ise dinsizlik üzerine yapılıyor. Gaye birdir: İstibdat ve tahakküm... Sonra, bu manevralara siyaset diyorlar, akıllarına şaşarım."
Osman Nuri Koni, sözünün bu kısmında gene Bakanlara şöyle hitap etti.
"- Ey genç bakanlar, siz isterseniz memlekete faydalı olabilirsiniz! Hayat fanidir. Ben belki 5 dakika sonra ölebilirim. Debdebeye, saltanata güvenmeyiniz."
Osman Nuri, bu sefer:
"- Başbakan, sana geliyorum..." diyerek şunları söyledi:
Senin de benim gibi bir ayağın çukurda. Burada birkaç günlük ömrümüz, kaldı. Gittiğin yol yanlıştır; hak yol, adalet yolu, değildir. Şimdi adli baskıyı da icad ediyorsunuz, milleti esir ve köle yaşatmak istiyorsunuz."
Köni'nin son hitabı şu oldu:
"- Büyük Millet Meclisi'ne hitap ediyorum ve vic-
daha mümtaz yaşıyorlar demektir.
İbadetin şekline de karışıyoruz: Şöyle kamet getirilecek, böyle ezan okunacak diye...
Buna da hakkımız yoktur.
Bu müdahaleler Anayasaya da, demokrasiye de aykırıdır."
Hükümet programının okunduğu celsede kendi sözlerine karşı Başbakanın teessürünü ifade ettiğinden de bahisle:
O zaman fiili icraata intizar etmek lazım geldiğini belirtmiştim. İşte seri halinde kanunlar geldi; daha da gelecektir. Bunların bir maskesi var: Seçim kanunu, Başbakanın, o zaman sözlerime karşı beyan ettiği teessüründe samimi olmadığını şimdi ilan ediyorum.
Hükümetin getirdiği bu tasarı ile vicdan hürriyeti ile laiklik ayaklar altına alınmaktadır. Ayrıca Anayasayı da heder ediyoruz. Rica ederim, tasarıyı tekrar tekrar okuyunuz. Güzel sözler arasında birçok fıkralar sıkıştırılmış. Ne din, ne de dinsizlik istismar edilemez. Dinsizlik temel ittihaz ediliyor.
Bu tasarı ise, dinsizliğe revaç vermektedir. İçindeki hükümlerde dini İslâm'a tecavüz vardır. Başbakan, demokrasi getirmek istiyor ama, onun asıl hedefi hürriyetsiz hürriyet ve hü- rriyetsiz demokrasi kurmaktır. Maksat, tahakkümü yaşatmak, istibdatı tahkim etmek, halkı esir olarak, köle olarak yaşatmaktır. Memleketimizde daha demokrasi doğmamıştır ve doğmadan da öldürülmeye çalışılmaktadır. Başbakan, ötede beride, harıl harıl demokrasiden bahsediyor. Sadece alemi kandırmak ve aldatmak için bahsediyor."
Grubu’ndaki müzakeresinde ve netice grup üyelerinin umumi heyette parti disiplini kaydından muaf tutulduklarından bahisle memurlar hakkında mütenazir hükümler ihtiva eden tasandaki maddenin çıkarılmış olduğunu söyledi. Bu iki kanunun bir kül teşkil ettiğini kaydederek, yalnız halka ait kısmının meclise getirilmesini doğru bulmadı. Hele komünistlikle mücadele bahsine hemen hiç yer verilmediğini ileri sürdü.
Oturduğu yerden, kendisine, tasarıyı okumasını tavsiye eden Naşid Fırat’a büyük bir asabiyetle:
Sen sus, cahil adam, bu işi anlamazsın” diye bağırdı. Sinan Tekelioğlu ezcümle dedi ki"
”- Bu kanunun Anayasaya uygun olduğunu bir tek insan söyleyebilir mi? Bu kanun ile arasındaki samimiyeti de tamamen yıkacak, Sultan Hamid zamanını aratacaktır. Zaten karıma söyledim: "Eğer bu kanun çıkarsa benden ümidi kes" dedim. Memleket için çok tehlikeli bir kanundur. Kaldı ki, artık irticanın vaki olacağını düşünmek memleketi tanımamaktır.
Komünizme göz yummak dindarları hapishanelere doldurmak korkunç vaziyet-Bir taraftan farmasonlar, diğer taraftan genç Hristiyanlar Teşkilatı, bir taraftan da bu kanunun tazyiki:
Sinan Tekelioğlu, komünistliği sabit olan bazı kimselerin işleri başında kalmasına göz yumulduğu halde, memlekete sadık insanların: "Sen dinle alakalısın” diye deliğe tı- kılacağından bahisle, bir taraftan masonluk, bir yandan genç Hristiyanlar teşekküllerinin, bir taraftan da hükümetin bir kanunla takibatından sonraki hali korkunç ve tehlikeli buldu.
"Evet, memleket tehlikededir, dedi. Böylece saçma bir kanun çıkarsa emniyet, samimiyet de kalmıyacak. Sultan Ab- dülhamid zamanı aranacaktır. Bu memlekette irtica vardır diye
120
danlarınıza müracaat ederim. Bu tasarı Anayasayı ayaklar altına almaktadır. Kabulünüze layık değildir. Tarih karşısında reylerinizi şerefle kullanacağınıza emniyetim var."
Millet Partisinin Meclis Grup Başkanı, gene Başbakana dönerek sözlerine şöyle son verdi.
Size bir şey söyleyeceğim: Kim darılırsa darılsın. Hü- kümet-i Osmaniye'nin son zamanlarında, bilhassa mütareke devrinde, memleketi asla sevmeyen bir sadrazam vardı: Damat Ferit, öyle değil mi? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Damat Ferid Paşası ise bu Şemseddin Bey'dir."
Bundan sonra kürsüye, Müstakil Demokratlardan Hasan Dinçer geldi. Komünizme karşı yalnız ceza tehdidi ile tedbir almanın katı olmadığını, sonra sadece zevahir kurtarmaktan ibaret bir keyfiyet mahiyetinde kalacağını, 163'üncü maddeye gelince; bunun laiklik prensibini tehlikeye düşürecek bir mahiyet taşıdığını, bilhassa vicdan hürriyetini zedelediğini anlattı ve uzun konuşmanın sonunda aceleye gelmiş olan bu tasarının komisyonlarda yeniden incelenmesinin lüzumlu olduğunu söy- ledi.<38>
Halk Partisinden Sinan Tekelioğlu, tasarıyı şiddetle ten- kid etti. Aşırı solcu ve sağcı tabirlerinin suistimale müsait olduğunu, hakkı kazanan müstakil olması lazım geldiğini belirterek dedi ki:
Tarihî, mühim ve tehlikeli bir kanunu müzakere etmek üzereyiz" diye söze başladı. Bu mevzunun, CHP Meclis
"- Bu tasan ortada iken, Müslümanların, dinî esasları ele alarak, kendi aralarında konuşmaları dahi suç olur, hucüm ve iftiraya maruz kalırlar, dinî mukaddesatı öne sürmek suç teşkil ediyor da, aynı esasa göre dinsizlik niçin ele alınmıyor? Bu vaziyet, dindarların ellerini kollarını bağlayıp üzerlerine dinsizleri saldırtmak demek değil midir?” dedi ve aşırı solcuları hedef tutan maddelerdeki cezaların daha hafif olduğunu ileri sürürek sağcılara daha fazla yüklenildiğini kaydetti:
Bu Müslümanlar, komünistlerden daha mı kötü?" dedi.
Muammer Alakant, maddedeki bir hükmün komünizm aleyhtarı propagandayı dahi engeller şekilde olacağını iddia etti. Hatta bir adam din esaslarına dayanarak hırsızlık aleyhinde bulunur ve Kur’ân'da yazılı olduğunu ileri sürerse bu telkinin suç sayılabileceğini kaydetti ve arkadaşlarıyla birlikte, bu tasarının, yeniden gözden geçirilmesi için komisyona havalesini isteyen bir takrir hazırladıklarını bildirdi; önergeyi başkanlığa verdi/4h
"-Mesele, parti meselesi değil, memleket meselesidir. Bizim milletimiz demokrasiyi benimsemiştir ve düşmandan gözü gibi korumak azmindedir. Bunun için düşmanlarla mücadele elzemdir. Ancak, demokrasiye taarruz türlü türlü olur. Demokrasi prensibine uygun olmayan kanunlar da demokrasiyi yaralar. Hukukî prensipler, hiç bir mülahaza karşısında feda edilemez. Anayasa vatandaşa fikir, vicdan, söz, cemiyet teşkili ve toplantı hürriyeti temin etmiştir. Bunlara karşı bir tatbikat yolsuzluğuna meydan verecek iltibaslı, kanun formülleri kabul edilemez. O zaman demokrasinin düşmanları değil, kendisi yaralanmış olur."
düşünmek, milleti tanımamak demektir. Komünist oldukları sabit olanların birçoğu iş başındadır. Bu kanun geri alınsın.” (39)
Reşad Aydınlı da 163. maddenin fevkalade elastik olduğunu göstermek üzere bazı misaller verdi. Mesela Avrupa’dan kürk getirmeye döviz bulan hükümet, Hac yolunu neden kapar, denecek olsa bunun suç sayılacağını ileri sürdü. Tasanda ısrar edilmeyerek komisyona geri verilmesini istedi. Israr edilirse kanunun muhalefeti imha için kurulmuş bir tuzak olduğunun teeyyüd edeceğini ilave etti.
"Müslümanlar Komünistlerden Daha mı Kötü!"
Bingöl Milletvekili Feridun Fikri Düşünsel, Osman Nuri Köni’nin, ''Tasarı dini İslâm'a tecavüzdür" mahiyetindeki sözlerine uzun uzadıya cevaplar vererek, Müslüman çocukları tarafından Müslüman dinine karşı böyle bir tasarının hazırlandığını ummayı ancak şuur eksikliğine hamletti.
Muğla Milletvekili Necati Erdem:
"- Sayın Feridun Fikri üstadımız, madde üzerinde konuşmayı emretti. Bu emre imtisal ediyorum" diye söze başladı ve maddeler üzerinde mütalaalar yürüttü. Evvela "Bir sınıfın diğer sınıf üzerine tahakkümü" ibaresini ele alarak:
Tahakküm nedir? Mahiyeti nedir? Hudutları nedir? Hangi fikirler tahakkümün çerçeve hududuna dahil, hangisi bundan hariç kalır?" dedi. Bütün fıkraları muğlak ve müphem buldu:
bulunuyorlardı.
Şemseddin Günaltay:
Sizin bizzat bakışınız bana, bu durumdan üç defa şikayet etmiştir. Daima irtica endişesinden bahsetmiştir” deyince gene gürültüler oldu Günaltay:
”• Sizlere mi, Başbakanınıza mı, hangisine inanalım? Samimi olunuz efendiler” dedi.
Demokratlar bağlaşıyorlardı.
Şemseddin Günaltay:
'‘-Kendisine hücüm etmedim. Sadece söz söyledim."
Demokratlar, hep birden bağlaşıyorlardı. Şemseddin Günaltay:
"-Efendim, konuşmamız sırasında irticadan şikayet etti: "Kanun yapacağım" dedim. Bunu anlatıyorum. Sizin baş- kanınızın aleyhinde bulunmadım" diye tekrar etti.
Başbakan: -muhalif, bütün memleket bilmelidir ki, hükümetin tek hedefi, huzur ve sükunu muhafazadır ve bu huzur ve sükün için de demokrasinin temelini teşkil eden kanunları ilme ve tecrübeye uygun şekilde hazırlamaktır. Şimdi görüştüğümüz kanun, belki de hiç tatbik edilmeyecektir."
Bazı muhalif miletvekilleri:
" -Yani tehdit makamında..." deyince, Başbakan
" -Evet hainleri korkutmak için" diye bağırdı.
Şahsından bahsetmeseydi, cevap vermiyeceğini söyleyen Günaltay, Yargıtay üyeliğine kadar çıkmış olan Osman Nuri Köni’nin vicdan hürriyeti hakkmdaki anlayışı karşısında duyduğu hayranlığı, hayretini belirterek:
" -25 senedir bu memlekette değil miydiniz? Nerede ya-
-.! -
124 HASAN HÜSEYİN CEYLAN
Demircili, iki kişinin birbiriyle konuşmasının dahi cemiyet teşkili sayıldığını, bu kanunun acele tanzim edildiğini, tatbikatta birçok suistimaleri mucib olacağını, birçok vatandaşları mağdur edeceğini belirterek:
"- Şu halde mesele, sadece bir reaksiyon meselesidir” dedi ve bu müzakerelerin maddeler üzerinde açılmasını daha uygun gördü.
Bu sırada Başbakan Şemseddin Günaltay söz istedi ve kürsüye geldi, dedi ki:
"-Huzurunuza sunulan tasarı hakkında, karşı parti mensubu arkadaşlarımın sözlerini dikkatle dinlediğimden, memleket ve parti duygularından bahsederek dedi ki:
İrtica yoktur" diyorlar, bunu ben de kabul ediyorum. Ancak komünizm, irtica siması halinde tezahür edebilir, ettiği yerler de vardır. Fenalıkların olmasını hep birlikte istemiyoruz. Fakat bunu önleyecek kanunu yapmalıyım" diyor. Bu tasarılarla kimseyi asmıyoruz, kesmiyoruz. Hadise çıkmadan, fiili sabit olmadan hiç kimse mahkum edilecek değildir. Bu kanun, demokrasiyi öldürmek için değil, yaşatmak için getirilmiştir. Bir memlekette huzur ve sükun olursa herkes fikrini serbest serbest söylemek imkanına malik olur."
Ahmet Veziroğlu (Afyon)- Bu kanunla değil!
Bu sırada muhalefet sıralarında başlayan gürültüler artmıştı. Demokrat milletvekillerinden bazıları, ayağa kalkarak Başbakanın sözlerinin samimi olmadığını belirten hareketlerde
Vahdetîlerin belirmesine meydan vermemek içindir ki, bu kanunu getirdik. Hedefimiz budur" dedi.
"Vicdanın manasından bahsettikten sonra laisizme gelince; bizim anlayışınıza göre, laisizm, devlet işlerine yani milletin hayati kanunlarına esas olarak başka menbalara müracaat etmeksizin Büyük Millet Meclisi'nin hükümlerini sağlamaktır. Din ile dünyayı ayırmanın manası budur. Laisizmi; dünya işlerine dir işlerini karıştırmamak diye tarif ediyorlar ve bundan laisizmin bir nevi dinsizlik olduğu neticesini çıkarmak istiyorlar. Fakat bizim anlayışımızda laisizm, bizim hayata ait bütün kanunlarımızı ancak B.Millet Meclisi yapar demektir, başka hiçbir menbaa istinad etmeyiz demektir.
Açıkça izah edeyim, daha şu demektir: Arabistan’ın Hicaz bölgesinde yetişmiş olan îmamı Malik’in bin bu kadar sene evvel, o zamanın ve o muhitin icap ve ihtiyacına göre yaptığı içtihadlara ittiba edecek değiliz. Gene söyleye-yim, Afrika'da berberiler arasında yaşayan îmam Hanbel'in memleketinin icap ve ihtiyaçlarına göre kurduğu esasları kabul edecek değilim. Bizim kabul edeceğimiz kanunlar, bu memleketin en güzide evlatları olarak seçilip B. Millet Meclisi'ne gelen, milletvekillerinin tanzim edecekleri kanunlardır.”
Gelelim Din Meselesine
"Şimdi gelelim din meselesine:
Bunun haricinde herkes vicdanen hürdür, inandığı şeye hür olarak inanır ve biz müslüman olmak itibariyle, Hazreti Mu- hammed'in din olarak telkin ettiği herşeye inanıyoruz ve ona göre ibadetlerimizi yapmakta serbest bulunuyoruz. Din de bu demektir. Evet, ibadette hürüz, hiç kimseyi camie gitmekten menetmiyoruz. (Osman Nuri Köni’ye hitaben) Yahudilere ağı-
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
şadınız” dedi. Bu sırada Osman Nuri, oturduğu yerden: "Sizinle beraber Türkiye'de yaşadım”, dedi.
Başbakan; "Bu kanunla Müslümanlığa kas- dedilmemiştir." dedi.
Osman Nuri Koni:
” -Sen kasdediyorsun” diye bağırdı. Şemseddin Günaltay, mam Hatib mektebleri açan, İlahiyat Fakültesi kuran bir hükümet başkanına bu isnadın yapılamayacağını anlatırken, hayli asabileşmişti. Osman Nuri Köni’ye hitaben:
” -Vicdanını öne al!" diye bağırdı.
Osman Nuri Koni de; "-Küstah sensin” diye karşılık verdi.
Günaltay: "-Ben küstah demedim" diyerek sözlerini tekrarladı. Bana hiç kimse Müslümanlığa kasdeden adam diye hitap edemez. Ben bilerek inanan bir Müslümanım. Seni de herkes bilir, beni de."
Osman Nuri: "-Yalancı! riyakar!"
Şemseddin- Kendi vasfınızı söylüyorsunuz.
Bu kanun inşallah tatbik edilmez.
Bu kanun üzerinde karşı parti mensuplarının endişeye düşmelerine mahal olmadığını belirtirken:
" İnşallah tatbik bile edilmez. Fakat, asayişi muhafazadan hükümet mesuldür. Eline böyle bir şey vermezsen icabında vazifesini yapamaz. O zaman da mesuliyet hükümete değil, bu kanunu reddedenlere ait olacaktır" dedi.
Osman Nuri Köni'nin Damat Ferit teşbihine cevap olarak sadece şunları söyledi:
" -Damad Ferit gibi hilafet ordusu kuranların ve Derviş
imiş gibi konuşma yapmıştı. Bunun için olsa gerek en çok alkışı da CHP'li milletvekillerinden almıştı.
CHP'de nasıl Prof. Dr. Şemseddin Günaltay din uzmanlığı ve adeta din danışmanlığı yapıyorsa, Prof. DR. Fuad Köprülü de öylece DP'nin din uzmanlığını ve din düşmanlığını yürütüyor gibiydi. Bu herkesçe bilindiği içindir ki, halk kesimi Köprülü’nün 163. madde ve irtica ile ilgili konuşmasını DP'nin dine bakışı olarak görmüştü. Ve tabi Sebilürreşat sahibi ve başyazarı Eşref Edib’in de söylediği gibi bu konuşmalar CHP ile DP'nin konu laiklik ve 163. madde olduğunda hemfikir olduğunu ve inanan kesime karşı tavır alabileceklerini göstermişti.
Fuat Köprülü’nün konuşmasını DP’nin dine bakış açısını sergilemesi açısından TBMM'nin 105. Birleşimin oturumundaki şekliyle buraya aynen almak istiyorum:
Fuad Köprülü (İstanbul)- "Muhterem arkadaşlar, eğer dün kanunun müzakeresi esnasında birkaç noktadan Başbakan’ın ileri sürdüğü bâzı mütalâalar olmasaydı söz almaya hiç lüzum görmeyecektim. Fakat Başbakan’ın söylediği bazı sözler vakıalara uygun değildir. Onun için her halde ortada bir sui tefehhüm olduğu veyahut da o esnada arkadaşlar konuşurken, başvekilin bulunmadığı anlaşılıyor. Ondan dolayı bu ciheti izah için, müsaadenizle birkaç söz söyleyeceğim.
Başbakan dediler ki; Demokrat Parti Başkanı komünistlik ve irticaa karşı.mücadele hususunda, onlara karşı icabeden şiddetli tedbirleri alma hususunda, benimle müttefiktirler. Bunu ilâve olarak da bâzı Demokrat Partili Milletvekillerinin sözlerinin buna aykırı düştüğünü ve bu suretle konuşan milletvekillerinin maksatlarını anlamadığını halbuki samimî olmaları, lâzım geldiğini ilâve ettiler.
zının suyu aktı. Halbuki müslümanlar da onlar gibi serbestçe camilerine gidiyor ve ibadetlerini yapıyorlar. Bu memlekette hiç kimse müslümanların ibadetlerine mümanaat edemez, edemeyecektir de.
Bizce müslümanhk dinin ana hükümleridir sonradan uydurma hurafeler değildir. Din hükümlerine tamamen riayet eden bir müslümana bu memlekette hiç kimse müdahale edemez."
Müzakerenin ikinci günü Demokrat Parti namına söz söyleyen Prof. Dr. Fuat Köprülü, uzun bir hitabede bulunmuş, bu kanunu çok hararetli bir surette müdafaa etmiş, adeta bu kanunu kendileri teklif etmiş gibi benimsemiş, bundan dolayı Halk Partisi kendilerini alkışlamış, Başbakan Demokrat Partinin bu kanuna tamamiyle mutabık olduğunu, esasep Demokrat Parti, laiklik esasını ötedenberi muhafaza ve müdafaa eylediğini, komünizmin müslüman memleketlere, bilhassa mü- V. teassıp muhitlere yeşil sarık sararak girdiğini beyan etmiş ve
bu beyanı bilhassa Halk Partisi tarafından şiddetle al- Ikışlanmıştır.
Sonra laikliğin Cumhuriyet'in temellerinden biri olduğunu, uzun zamandan beri yapılan fikri ve fiili mücadelelerin mahsulü olduğunu, bu prensip ortadan kalkarsa fikir hürriyetinin ne kadar darlaşacağını tahminin güç olduğunu, bu sayede kimsenin kimseye dinsizlik isnad edemeyeceği, Demokrat Parti’nin bu kanuna tabiatiyle taraftar olduğunu söylemiş, Demokratlar ve Halk Partiler tarafından müştereken sürekli surette alkışlanmıştır.
Prof. Dr. Fuad Köprülü, Demokrat Parti adına konuşurken aslında tüm CHP’li milletvekillerinin de alkışladığı gibi halkın DP’den beklediği şekliyle değil, sanki bir CHP’li
ihanet şebekesi halinde tecelli etmiştir. Bu itibarla memleketimizde bunun en ufak tecellilerine dahi müsaade etmemek, bütün Türkler için, bir vatan borcudur.
Komünizm, her memlekete, o memleketin icaplarına göre, o memleketin psikolojisine göre propaganda yolları bularak, türlü maskeler altına girerek nüfuz eder. Bundan çok evvel 1924 senesinde, ondan dört sene kadar evvel, 1919-1920 de Bol- şeviklerin şarkta ve bilhassa İslâm memleketlerinde propaganda yapmak için nasıl usul takip etmeleri icabettiği hakkında bir talimatnamelerini tesadüfen okumuştum. Bu talimatnameye göre ki, zaten aklın mantığın icabatı da budur, komünizm müslüman memleketlerine asıl hakiki simasiyle yani dini, milliyeti, aileyi, mülkiyeti, namusu ve haysiyeti inkâr ederek, bunlar aleyhinde açıkça cephe alarak giremez: Müslüman memleketlerine bilhassa taassubun hâkim olduğu geri sahalara, başında koskoca bir yeşil sarık sararak girer (Soldan bravo sesleri).
Bundan iki sene evvel İstanbul’da Beyoğlu caddesinden geçerken Rus Sefaretinin önündeki vitrinde teşhir edilen propaganda resimleri gözüme çarptı baktım; çok kocaman sarıklar ve muhteşem cüppeler. Gözüm de pek iyi görmüyor. Yaklaştım, altlarında kimisi meselâ Özbek Şura Cumhuriyetinin Reisi; başında koskoca bir sarık, birisi bilmem nerenin reisül üleması, birisi bilmem nerenin nesi. Hepsi bilâ istisna böyle büyük mevki sahiplerini gösteren adamlar; hepsi çok büyük sarıklar ve muhteşem cüppelerle mahallî ve dini kıyafetlerle gösteriliyordu.
Arkadaşlar; bunun çok açık bir propaganda vasıtası olduğundan şüphe edilebilir mi? Dünyada, her faaliyette bulunmak istediği sahanın psikolojisine ve tarihî icaplarına göre hareket etmesini en iyi bilen propaganda şebekesi, müesseseler! doğrudan doğruya komünist Rusya içinde bulunur ve orada bunun için hususi adamlar hazırlanır.
Arkadaşlar; bu itibarla komünizme karşı korunma tedbirlerini ihtiva eden bir kanunun irticaa karşı da korunma tedbirlerini ihtiva etmesi kadar tabii birşey olamaz. İrtica ile dini birbirinden tamamen ayırmak icabeder. Bu iki mefhumu birbirine yaklaştırmak dine karşı büyük bir hürmetsizlik olur.
Arkadaşlar; eğer bu kanun hakkında partimize mensup olan arkadaşlarımızın burada söylediklerini dikkatle dinlediyse, arkadaşlarımızın Hükümetin getirdiği bu kanunla istihdaf ettiği gayede, yani memlekette komünizmi ve irticai ezmek, ona meydan vermemek hususunda tamamiyle mutabık kaldıklarını anlardı. Onların itirazları, kanun maddelerinin bu gayeyi temin edemeyeceği, yahut bunun dışında, (tazyik vasıtası olabilecek bir mahiyet taşıdığı dolayısiyledir) sırf bu noktadadır. O itibarla arada hiçbir tezat ve samimiyetsizlik yoktur ve olamaz. Çünkü Demokrat Parti Reisi, kendisiyle görüştüğü esnada eldeki bugünkü kanunu görmüş değildir, umumi olarak, prensip olarak, irticaa ve komünizme Demokrat Partinin daima şiddetle muarız olduğunu ve karşı durduğunu ifade etmişti (Bravo sesleri).
Arkadaşlar, yalnız partimizin başkanı değil, bütün mensupları muhtelif vesilelerle matbuatta, nutuklarımızda ve Meclis kürsüsünde bu esas prensibimizi daima tekrar edegelmişizdir. Çünkü, bizim proğramımızda lâiklik esası şiddetle müdafaa ve muhafaza olunmaktadır. Dinin siyasete alet edilmesi memleket için büyük takbih olunmaktadır. Gerek komünizme karşı ve gerek faşizm, nazizm gibi diktatörlük teşekküllerine karşı hürriyet hakkı verilemiyeceği, hürriyet düşmanı ideolojilere sahip olan bu mesleklerin hürriyeti yıkmak, baltalamak için hürriyetten istifade etmek hakları olamıyacağı da partimizin proğramında sarahaten ifade edilmiştir.
Arkadaşlar; görüyorsunuz ki biz ilk günden bugüne kadar sözlerimizde ve fiillerimizde daima proğramımızda müdafaa ettiğimiz prensiplere her zaman açık ve samimî olarak bağlı kaldık, bundan sonra da aynı yolda devam edeceğimiz pek tabiîdir.
Muhtelif vesilelerle huzurunuzda birkaç defa komünizmin bu memleket için ve bütün dünya için nasıl büyük bir âfet olduğunu ve olacağını ifade etmiştim. Bütün mukaddesatı yıkan, namusu, şerefi, milliyeti ve insanlık haysiyetini ortadan kaldıran ve bunu istihdaf eden komünizm, bugün dünyanın en uzak köşelerine, Çin'e, Şili'ye kadar, tamamiyle bir Moskof propagandası vasıtası ve Moskof siyasetinin âleti mahiyetini almıştır. Yani ideolojik, felsefî mahiyetini, esasen sakat olan, çürük olan bu mahiyetini de kaybetmiştir ve her yerde siyasî bir
çoktanberi kabul etmiş oldukları umumi bir esastır.
Hattâ lâisizmi Fransa'daki mânasıyla almayan memleketlerde bile, bizim lâiklikten umumi olarak, esas olarak anladığımız mâna yani din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması esası çoktan ve çoktan kabul edilmiş bulunuyor. Çünkü aksine imkân yoktu. Çünkü tarih, bu büyük esası kabul etmeyen milletlerin şarkta ve garpta daima geri kaldığının şahidi olmuştur. Lâiklik yani din ve devlet işlerinin ayrı olması esası slâm âleminde de, bizim 25 sene evvel kurduğumuz lâiklikle başlamış değildir, arkadaşlar. Islâm tarihini iyi tetkik eden şarklı ve garph bütün müdekkiklerin, bütün âlimlerin müttefikan vardıkları neticeye göre meselâ Emeviler Devleti, ashaptan olan Hazreti Muaviye tarafından kurulmuş olan bu İslâm saltanatı tamamiyle din ve devlet işlerini ayırmış, lâik bir devlettir. Muahharan Ab- basiler devrinde teokratik bir mahiyat almasının sebebini yani saltanatın aynı zamanda halifeliğe yani halifeye ruhanî bir mahiyet verilerek ruhanî ve cismanî iki kuvveti nefsinde toplamasının sebebi de, yine İslâm tarihi ile uğraşan müverrihlerin müttefikan bildirdiklerine göre, Bizans İmparatorluğunun bir taklidinden ibarettir. Biliyorsunuz ki; bütün bu işlerde, vakıa yeri değil ama kısaca arzedivereyim, tarihin muhletif devirlerinde muhtelif Türk ve slâm Devletlerinde din ve devlet işlerinin ayrıldığını, hükümdarın, hükümdar olmak sıfatiyle memlekette kanun vaz'ı salâhiyetini kendi uhdesine aldığını ve onun hükümdar sıfatiyle çıkardığı kanunların kadılar, kanun adamları tarafından tatbik edildiğini görüyoruz. Bunun uzun tafsilâtı var, ben âcizane, biraz bu işlere merak ettim, meşgul oldum. Onun için inanmayan, kani olmayan arkadaşlar olursa, kendilerine ica- beden izahatı vermeye müheyyayım.
Arkadaşlar; görüyorsunuz ki, şu halde din ile devletin ayrılması işi çok eskidir. Hattâ, Osmanh İmparatorluğu zananında da, bunun her zaman böyle olduğu iddia edilemez. Osmanlı tarihini tetkik edenler bilirler ki, meselâ şeyhülislâmlık, son asırlarda devletin en mühim mevkii olan bir nevi dinî murakabe icra eden makam dahi. 16. asırda teessüs etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunda ondan evvel böyle bir makam mevcut değildir.
Arkadaşlar; şunu arzedeyim ki, bütün bunlar, tarihin bu tecrübeleri meydandadır. Avrupa'da Kurunuvus'ta tarihini dol-
Propaganda daima hakiki maksadını maskeler altında gizler. Din propagandası hiçbir zaman hakiki dindarlar tarafından yapılmaz. Dini kendi hasis menfaatlerine, âdi amellerine alet etmek isteyen simsarlar ve bezirgânlar tarafından yapılır (Bravo sesleri).
Bakınız, tarihi tetkik ediniz. 18.nci asırda Ruslarla yaptığımız harpleri anlatan vakanüvisler yazarlar. Orduya ne olduğu, nereden geldiği belli olmayan birtakım derviş kıyafetinde, hoca kıyafetinde adamlar gelir ve askerler arasına girerlermiş; ve askerlere: "Niye harb ediyorsunuz, kumandanlarınız sizi sattı, dinsiz oldu, onları bırakınız, yerlerinize gidiniz" tarzında propaganda da bulunurlarmış. Görüyorsunuz ki arkadaşlar yapılan bu propagandalardaki usuller yeni icatlar değildir. Çarlık zamanından kalma eski icatlardır. Fakat ne kadar yazık ki, onlar dedelerinin eski icatlarını unutmayıp onu tekemmül ettiriyorlar; biz, kendi tarihlerimizde yazılı olan hakikatleri, maalesef yüzde 90, hattâ 95'imiz unutmuş bulunuyoruz.
Arkadaşlar: laiklik esası, hiç şüphe yoktur ki, bugünkü Cumhuriyetimizin bugünkü Türk cemiyetinin temellerinden, esaslarından biridir ve uzun zamandan beri yapılan fikrî hazırlıkların ve ondan sonra fiiliyat sahasında yapılan mücadelelerin, bazen ileriye, bazen geriye doğru atılan adımların muvaffak olmuş ve yerleşmiş bir eseridir. Lâikliği biz tamamiyle meselâ Fransa'da anlaşıldığı mânada değil, daha mahdut mânada kullanmışızdır. Bu mâna, daha ziyade, herşeyden evvel din ile Devlet işlerinin ayrılması esası üzerinde toplanıyor. Bizde garp medeniyetini memlekete getirmek arzusunda bulunanlar bütün iyi niyetlerine rağmen maalesef ne şark medeniyetini, İslâm medeniyetini, ne de garp medeniyetini, onun mahiyetini, köklerini lâyikiyle bilemedikleri için, bu gibi tâbirlerin anlaşılmasında, tatbikinde tefsirlerinde birtakım yanlışlıklara yol açılmıştır. Bundan dolayı lâikliğin hattâ din düşmanlığı tarzında tefsir edildiğine dahi maalesef şahit olmuşuzdur. Bugün artık aradan geçen aşağı yukarı çeyrek asırlık zamandan sonra, artık bu ifratlar ortadan kalkmış, hakikatler anlaşılmıştır ve anlaşılması da iktiza etmektedir.
Lâiklik, yani din ile devletin birbirinden ayrılması bugün yer yüzünde bütün medeni cemiyetlerin, bütün demokrat milletlerin
135
Fatih'te intişare başladı, o daBeyanülhak'ı tekfir etti, "sen kâfirsin" dedi.
Düşünün arkadaşlar, bu tekfir etme işinin hududu nereye kadar varır? Sonra bütün tarih boyunca hocalar hocaları, mezhepler mezhepleri, dervişler hocaları, hocalar dervişleri... Mütemadiyen tekfir edegelmişlerdir. Ne olur bunun sonu? Bu asırda, medeniyetin bu terakki devrinde milliyet hissinin, İnsanî tesanüt hissinin bu kadar ilerlediği bir devirde böyle şeylerin tasavvuru dahi korkunçtur; bunlar ancak Kurunuvusta'dan kalma geri kafalara sığacak şeylerdi. Mısır ve Arap memleketlerinde şubeleri teşekkül eden gayet muazzam bir cemiyet vardır. Bu cemiyetin adı Müslüman Kardeşler Cemiyeti idi ve gayet muazzam maddî vesaite de malikti. Fakat nihayet bunun bir komünist teşkilâtı olduğu meydana çıktı. Buna mensup olan yüz binlerce müslüman, kendilerinin hangi maske altında neye hizmet ettiklerini elbette bilemezlerdi. Arkadaşlar, bizim milletimiz bütün tarihi boyunca Islâm dininin en sadık saliki ve en kahraman müdafii olmuştur. Islâm dini, Türk milletinin teşekkülü üzerinde de mühim bir âmil olmuştur.
Bunu hiçbir zaman unutmamaklığımız icabeder.Ama aynı zamanda bütün tarihçilerin, hattâ Türk dostu olmayan bâzı ecnebi tarihçilerin şahadetiyle sabittir ki Türk Milleti hiçbir zaman mütaassıp değildir. Diğer dinlere karşı, diğer fikirlere karşı, diğer mezheplere karşı tarihin bütün devirlerinde en büyük toleransı, büyük müsamahayı göstermiş, onların dinî varlıklarını, itikatlarını yani emri vicdani olan dinlerini muhafaza etmelerine ta- mamiyle hizmet etmiş, hattâ onları himaye etmiştir. Bu bütün dünya tarihi içinde Türk milleti için büyük bir şereftir. Türk milleti, mütaassıp değildir, bir irtica hareketine müsait değildir. Eğer kendi kendine kalsa, eğer birtakım siyasî kuvvetler irtica hareketi onu tahrik etmeselerdi 31 Mart faciasının olmasına imkân var mıydı?
İrtica, mutlak kötü niyetlerin, hattâ yabancı kuvvetlerin memleketi yıkmak isteyen kuvvetlerin tahriklerine, onların propagandasına, onların tesirine bağlıdır. Bu tesirler de her zaman kontrol edilmesi çok müşkül mahiyette gizli kaynaklardan gelir. İşte bundan dolayıdır ki, komünist propagandasının, komünist
duran din ve mezhep münazaaları Islâm tarihinde Islâm medeniyetinin sukutuna ve milyonlarca insan kanının akmasına sebep olan dinî mücadeleler, hep dinin siyasete alet edilmesinden ileri gelmiş acı hâdiselerdir. Halbuki İslâm medeniyetinin maddeten ve mânen parlak devirleri, Bağdat'ta İslâm rönesansı dedikleri ve bugün Avrupa medeniyetinin büyük nispette temelini teşkil eden Şark İslâm medeniyet devri, dinin siyaset aleti olarak kullanılmadığı devirdedir. Din ve Devlet işlerinin daima ayrı kaldığı hürriyet devirlerindedir. O zamanlarda din, hiçbir zaman, (fikir hürriyetine) müdahale etmemiştir. Büyük Devlet ricalinin, Abbasî hükümdarlarının saraylarında muhtelif din ve mezheplere mensup insanlar karşı karşıya fikir münakaşalarında bulunabiliyorlardı.
Arkadaşlar, dinle devletin tefriki prensibi yani lâiklik, bugünkü cemiyetin temeli olan, bugünkü demokrat âlemin temeli olan bu prensip ortadan kalktığı zaman, fikir hürriyetinin nasıl daralabileceğin], yok olabileceğini tahmin etmek güçtür. Biz, 31 Mart günlerini görmüş, "mekteplidir" diye birtakım insanların tanımadığı birtakım insanlar tarafından sokaklarda öldürüldüğüne şahit olmuş insanlarız.
Tekfir, birbirine "sen dinsizsin, sen müslüman değilsin" demek İslâm dinine tamamen aykırıdır. İslâm dininin esasatını bilenler hiçbir müslümanın diğer bir müslümanı tekfir ede- miyeceği ve bunun usulünün, şartlarının da din kitaplarında yazılı bulunduğunu bilirler. Bu şartların tahakkuku da hemen imkânsız gibi bir şeydir: binaenaleyh uluorta tekfir, slâm'ın ahlâkına mugayirdir.
Müsaadenizle bir hâtıramı anlatacağım; Meşrutiyetin başında birtakım gençler bir mecmua neşrediyorlardı; orada da şairin biri bir şiir yazmıştı. O sırada intişare başlayan Sıratı müstakimde (ki sonradan Sebülürreşat olmuştur) bir makale çıktı, o makale şairin tamamen aleyhinde idi ve "neuzübilâh sen kâfirsin" dendi. Aradan bir zaman geçti, o sırada Beyazıt'daki hocalar Beyanülhak diye bir mecmua çıkarmaya başladılar, bu sefer bu Beyanülhak, Sıratımüstakimi tekfir etti "sen kâfirsin", "sen dinden çıktın" dedi. Talihin garip bir cilvesi, iş bununla da kalmadı, şimdi ismini hatırlıyamadığım taş basması bir mecmua
hakkında cidden endişeye düşmüştüm. Demokrat Partili arkadaşlardan bazılarının tasarı aleyhinde ondan sonra söz söylemeleri ise ufukta gözümüzün önünde karanlık kabuslar belirtmişti. Dünkü heyecanım bundan ileri geldi. Fakat bugün anlıyorum ki, demokrat arkadaşların noktai nazarları maddelere aitmiş. Esaslarda bizimle berabermiş. Çok teşekkür ederim.
Maddelere ait fikirlerini de soğukkanlılıkla ve memleket menfaatlerini gözönünde tutarak münakaşa eder, bir neticeye varırız.
Demokrat Parti’nin sayın lideri bana bu noktalardaki fikirlerini birkaç defa izah etmişti. Dün bu partiye mensup arkadaşların sözleri beni şaşırtmıştı. Köprülü, Demokrat Parti Başkanının o fikirlerini burada açıkça partileri namına te'yid ettiği için kendisine teşekkür ederim. Köprülü arkadaşımın profesör olarak çok iyi bildiğim bu fikirlerini bugün DP adına burada açıkça ifade etmesini girdiğimiz demokrasi yolunun istikbali için emniyet veren bir düşünce olarak telakki ediyorum (Bravo sesleri).
Arkadaşlar! Demokrasi, partileri ayn da olsa ortak memleket menfaatleri için aynı şeyleri düşünebilen insanlarla yükselecektir ve inkılaplarımız da böyle korunacaktır.'^^
Demokrat Partili olmasına rağmen, Başbakan Günaltay'ın böylesine iltifat ettiği Fuad Köprülü, CHP'nin de el altından yaptığı çalışmalarla kısa zamanda DP grubunu da din açısından CHP çizgisine getirebilmişti.
Konuşmalardan sonra kanunun iadesi hakkındaki takrirler reddolunarak maddelerin müzakeresine geçildi. Doktor Adnan Adıvar, "nizamları devirmek" ibaresinden sonra "Demokrasi esaslarını bozmak" fıkrasını da ilave ettirmek istemişse de kabul olunmamıştır.
Bu kanunun şiddetle aleyhinde bulunan CHP milletvekili Sinan Tekelioğlu, kürsüye gelerek komünizmi önleyici tedbirler alınmasına rağmen bu gaye ile kurulmuş bazı cemiyetlerin hâlâ
teşkilâtının çok yaygın ve kuvvetli bulunduğu bir devirde, Arap memleketlerindeki Müslüman Kardeşler teşekkülünü göz önünde bulundurarak, bu irtica hareketlerinin daima komünistliğe alet olduklarını düşünmek ve ona göre gözümüzü açmak, intibaha gelmek icabeder (Bravo sesleri).
Dikkat ediniz, bütün dünyada dinin en yüksek, mukaddes mevkide bulunduğu, din adamlarının bütün cemiyetin hürmetine mazhar oldukları garbî Avrupa memleketlerine ve Amerika'ya bakınız. Bu memleketler dini ve devlet işlerini birbirinden tamamıyla ayırmış olan memleketlerdir, lâik olan memleketlerdir. Bu memleketlerde din âlimlerinin, dinî vazife gören insanların; hakir görülmesi değil bilâkis ifa ettikleri yüksek vazifelerin kutsiyeti ile, mütenasip bir değer verilmiştir.
Vicdanlara hâkim olan dini bir siyaset vasıtası derecesine indirmek, hem bir memleketin hayatına karşı suikasttır, hem de bizzat ve her şeyden evvel dinin kudsiyetine, ulviyetine karşı bir suikast teşkil eder, hürmetsizlik teşkil eder. Onun için böyle bir kanunun esas itibariyle tanzimine biz tabiatiyle taraftarız. Ancak, şimdi maddelerin müzakeresine geçildiği zaman arkadaşların ayrı ayrı, maddeler üzerinde arz ve izah edecekleri veçhile buradaki maddelerde öyle birtakım kayıtlar, hükümler var ki; onların mevcudiyeti kanunun istihdaf ettiği bu gayeden ayrılmasını, daha başka taraflara tevcih edilebilmesini ve mesalâ bir siyasî baskı, bir parti aleti olabilmesini mümkün kılıyor, şüpheleri uyandırıyor. Vatanın mânevî müdafaası gibi yüksek bir maksat güden bir kanunun her hangi bir maddesinden, şu veya bu fıkrasından dolayı umumi efkârda şüpheye, tereddüde mahal verecek şekilde kalmasına heyeti muhteremenizin mâni olması ve şüpheleri ortadan kaldırarak, bunun, bütün bir milletin müşterek iradesine uygun bir kanun halinde çıkmasını bilhassa rica ediyorum." (Her taraftan bravo sesleri şiddetli alkışlar).
Köprülü’yü müteakiben Başbakan Günaltay kürsüye gelmiş şöyle demiştir:
- Ben dün Osman Nuri Köni'nin birdenbire bir bomba gibi patlayan tehlikeli sözlerinden sonra demokrasimizin geleceği
Ey demokrasi, senin namına ne kanunlar tedvin ediliyor!"
Bundan sonra Müstakil Grup adına Hasan Dinçer de uzun bir konuşma yaparak, laikliğin bu madde ile ihlal edildiğini uzun uzadıya anlattı.
Sinan Tekelioğlu da söz aldı. Çok heyecanlı sözler söyledi. Çok tehlikeli bulduğu bu madde hakkında sözleri Mecliste elektrikli bir hava husule getirdi. Ehemmiyetli münakaşalara yol açtı. Laikliğin hukukî izahında bulundu:
Bu maddenin doğrudan doğruya slâm dinini istihdaf ettiğini söyledi.
Bundan sonra iki müslümanın bir araya gelip konuşamayacaklarını, birlikte camiye gidemiyeceklerini söyledi. Sözleri büsbütün kesilen Tekelioğlu;
Görülüyor ki, bu şerâit dairesinde konuşmaya artık hiç imkân yoktur" diyerek kürsüden indi.,l(46>
CHP’nin Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu’nun, "Bu şerâit dairesinde konuşmaya imkan yoktur” diyerek çizmeye çalıştığı TBMM görüntüsü, çok partili sisteme geçilmiş olmasına rağmen aslında din konusunda ortamın nasıl birden antidemokratik şartlara dönüştürüldüğünü göstermesi açısından ilginçtir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi de, CHP’li Diyanet İşleri Başkam Şemsettin Günaltay da, Demokrat Partilisi de, ta Celal Bayar'a varana dek konu Şeriat, din, İslâm gibi meseleler açılınca çok kolay hep bir ağızdan "Şeriatı ezeceğiz ve dincilere göz açtırmayacağız"^ ^ diyebilmişlerdir.
"Medrese" kökenli Başbakan Şemsettin Günaltay’dan (CHP), yine "Medrese" kökenli Fuat Köprülü'ye (DP) kadar güya iki zıt partinin laiklik ve irtica adına inanan kesim üzerine
faaliyette bulunduklarını bildirmiş, bunlardan Farmason Cemiyeti ile genç Hristiyanlar Cemiyeti'nin (Y.M.C.A. Dörneğinin
1 tam bir serbest? ile çalıştıklarını söylemiş ve hükümetin bu hususlara azami dikkat göstermesini istemişti.
Müteakiben Adalet Bakanı Fuat Sirmen kürsüye gelmiş ve muhtelif hatipler tarafından ileri sürülen dilek ve mütalaalara cevap vererek Mason derneklerine de işaret etmiş ve memleketimizde mer’i olan hükümlere göre kanunlara aykırı olmamak şartı ile herkesin cemiyet kurabileceğini, Türk Mason derneğinin de kanun ve nizamlara aykırı olarak kurulmadığını ve köklerinin dışarda olduğu hakkında Mason derneğinin verdiği statüde hiçbir nokta bulunmadığını, bu bakımdan da kendilerinin, bir hukuk devleti olarak derneğin kurulmasına mani olmadıklarını söylemiştir.
Sonra, İçişleri Bakanı Emin Erişirgil söz alarak kürsüye gelmiş ve Sinan Tekelioğlu tarafından ortaya atılan Mason dernekleri meselesine dair açıklamada bulunarak Sinan Te- kelioğlu'nun bu dernekler hakkında evvela sorduğu soru akabinde kendisinin harekete geçtiğini ve İstanbul Valisine tahkikat yapmasını bildirdiğini, Valinin de dernek müessislerini davet ederek kendileri ile etraflı surette görüştüğünü, neticede derneğin kökünün katiyen dışarda bulunmadığının anlaşıldığını beyan etmiştir.
163. maddenin müzakeresi sırasında Muammer Alakant, komünizm bahsinde hükümler değiştirilmeden sadece cezaların arttırıldığını fakat din bahsinde yeniden garip ve müphem bir takım hükümler konulmuş olmasını 1950 seçimlerine geçilmeden önce bir baskı olarak kabul ettiklerini anlattı:
”- Biz, asla irticai destekleyen insanlar değiliz. Fakat, dine hürmetkarız" diyen Alakant, maddede irticai önleyecek hükümlerin bulunmadığını söyleyerek sözlerini şöyle bitirdi:
45. YMCA Derneği: "Genç Hristiyan Erkekler Derneği" olup aynı derneğin Türkiye'de faaliyet gösteren bir de YWCA "Genç Hristiyan Kadınlar Derneği" adı altında.bir kuruluşları vardır.
Millî hakimiyetin gerçekten cari olduğu bütün memleketlerde komünizmle mücadelenin en tesirli silahının sefaleti, vurgunculuğu ve hayat pahalılığını önlemek ve İktisadî kalkınmayı sağlamak olduğunu bizzat Türkiye'nin de istifade ettiği Marshall planına hakim olan zihniyet açıkça göstermektedir. Memleketimizde memnuniyetsizliklerin, sefaletin ve vurgunculuğun beslediği komünizm cereyanını yalnız kanunî şiddet hareketiyle önlemeğe çalışmanın acze ve samimiyetsizliğe delalet ettiği meydandadır.
Laiklik esasını korumak maksadıyla kanun çıkarttığını iddia eden Halk Partisi ve Hükümeti yalnız müslümanların din işlerine karıştığına göre laikliği ve binnetice vicdan ve din hürriyetini kendileri çiğniyor demektir. Binaenaleyh bu hürriyeti onlara karşı korumak gerektir. Bu durum karşısında Millet Partisi din işleri hakkındaki görüşünü proğramının 12. maddesi ile şöyle tesbit etmiştir: "Madde 12. parti din işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasını kabul eder. Herkesin vicdan ve itikat hürriyetini dilediği dilde ve dilediği şekilde ibadet etmek hakkını mukaddes tanır. Parti Türkiye'de muhtelif din ve mezheplere mensup cemaatlerin dini maksatla teşkilat vücuda getirmelerini ve dinî vakıfların bu teşkilata devredilmesini tasvip ve müdafaa eder. Bu teşkilat kendi mensuplarının din işlerini tanzim ve idareye selahiyetli olmalıdır. Parti ilk ve orta tedrisata din dersleri ilave edilmesini ve üniversitelerde İlahiyat Fakültesi ihdasımı muvafık görür. Fakat din derslerine iştirak, öğrenciler reşit oluncaya kadar aile reisinin irade ve ihtiyarına tabiidir. "Şu halde partimiz bu şiarı ile kendisine karşı yapılan iftiraların karanlık siyasî maksatların mahsulü olduğunu Türk Miletine ilan eder.
Partimiz milletvekilleri: "Meclis kürsüsünden bu memlekette irtica temayülü yoktur, irtica vardır diyenler, millete iftira ediyorlar" demişlerdir. Milletvekillerimizin bu görüşü karşısında Başbakan aynen : "Memlekette irtica yoktur diyorlar. Bunu ben de kabul edeyim." dedikten sonra ayrıca "bu kanun belki hiç'tatbik edilmez." diye ilave etmiştir. Başbakanının bu beyanatına göre, böyle bir kanunun yapılmasını gerektiren gerçek bir ihtiyaç karşısında değiliz demektir. Bu itibarla bir ihtimal ve vehmi bahane ederek muhalefeti ezmek maksadiyle seyyal unsurları havi olan bir kanun çıkarılmıştır kanaatindeyiz. Mevhum bir teh-
yapılacak zulümde birleşmeleri, dinî tabanda laikliğin dinsizlik şeklinde uygulanmaya devam edeceği inancını sürdürmüştür.
Halkın bu duygulan karşısında Millet Partisi kendilerinin CHP'den ve DP'den çok farklı olduklarını ispat sadedinde efkar-1 umumumiyyeye bir beyanname neşretmek durumunda kalmıştır. Millet Partisi beyannameyi neşrederken kendilerinin samimi din destekçileri olduklarını CHP’yle birlikte DP’nin bu konuda birbirlerinin aynı olduklarını vurgulamak istemiştir. Sözkonusu Beyanname şöyledir:
Millet ve Millet Partisi, Halk Partisi ve Demokrat Parti'nin başında bulunanların müşterek bir iftira suikastine maruzdur. Bu Suikat Millet Partisi'ne haksız ve mesnetsiz olarak mürteci damgasını vurmaya çalışmak şeklinde tezahür etmektedir. Buna ilaveten elemle görüyoruz ki, Bay Celal Bayar başbakanla yaptığı ve Mecliste Başbakan tarafından bir hiddet anında ifşa edilen gizli görüşmelerinde Türk Milletini mevcut olmayan irtica ile lekelemek istemiş ve bu suretle demokrasinin şartı olan aleniyet esasını çiğneyerek milleti hükümete jurnal etmiştir. Halbuki Anayasanın açık maddelerine ve medeni demokrat memleketlerindeki anlayışa uygun olarak din ve vicdan hürriyetinin bütün icaplarının da bu memlekette tatbikini isteyen ve din işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasını proğramında tesbit ederek bu esasa sadık faaliyeti ile milletin duyduğu büyük bir ihtiyaca cevap vermek şerefini taşıyan Milet Partisi, bu nevi isnatları nefretle ve şiddetle redder.
Millet Partisi malum olan proğramı ile komünizmi yalnız İktisadî ve siyasî bir nazariye olarak reddetmekle iktifa etmemiş, memleketimizin coğrafi şartlarını nazara alarak bunu millî bir tehlike olarak ilan etmiş ve milliyetçilik esasına sarılmıştır.
Yukarıda tesbit edilen hakikatler Büyük Millet Me- clisi'nde hiçbir tahrife ve ricat iddialarına meydan bırakmıyacak şekilde partimiz adına ifade edilmiştir.
Ceza kanununda yapılan son değişiklik münasebetiyle Meclis'te cereyan eden müzakerelerin ortaya koyduğu zihniyet, hakikat ve meseleler şunlardır:
yukarıdaki esaslara uygun olan mütalaaları tahrif edilmek suretiyle hakikat milletten gizlenmek istenmiştir. Bu müşterek suikast karşısında Millet kanunî mücadelesine yılmadan devam edecek, hak ve hürriyetin zaferini sağlayacaktır.
Millet Partisi, Demokrat Parti Genel Müteşebbis Kurulu Bayar'ın “Biz Türkiye'de Şeriatı yaşatmayacağız dediğini hatırlatarak, bu konuda CHP ile DP'nin gizlice anlaşıp 163. maddeyi çıkarttığını halkımıza duyurmakta sayısız faydalar görür.
(Sebılürreşad, c.2, sayı 48, Haziran 1949)
likeye karşı silah elde etmek isteyen bir partinin 21 Temmuz seçimlerinde ve demokrasi mücadelesinde bütün inkılapların, temeli olan millî hakimiyete ve milletin namusu olan reyine tecavüz etmiş bulunan şirretleri takip ve tecziye için mevcut kanunları harekete geçirmemekte inat etmesi ve bu suretle ilerde Halk Partisi lehine işlenecek suçlara kapıyı açık bırakmak istemesi göz önünde bulundurulacak olursa, ceza kanununda yapılan tadilatın gayesini mevhum din irticaî maske yaparak mevcut zümre saltanatını ve siyasî irticai yaşatmak olduğu ortaya çıkar.
Ceza kanununda yapılacak değişikliğin Millet Me- clisi'nde müzakere edildiği ilk gün de Millet Partili ve müstakil demokrat milletvekilleri gibi Demokrat Parti milletvekillerinin de aleyhte tezahüratı karşısında hayrete düşmüş olan Başbakan, hayret ve hiddetle Demokrat Milletvekillerine hitaben: "Demokrat Parti başkanı ile bu mesele hakkında birkaç defa konuştum. Demokrat Parti başkanı daima irtica endişesini izhar etti. Ben de kendisine irticai önleyecek bir kanun tasarısı hazırlayacağımı söyledim. Sizlere mi, Başkanınıza mı inanayım? Rica ederim samimi olunuz efendiler." demiştir. Demokrat partili milletvekillerinin kanun aleyhindeki tezahüratından ve Başbakanın hayret ve hiddet dolu bu ifşaatından anlaşıldığı üzere Celal Bayar'ın kendi milletvekillerine dahi haber vermeden Başbakanla, mutabık kalarak Millet Partisi'ni boğmak istediği sabit olmuştur. Demokraside aleniyet esas olduğu, bay Celal Bayar da milletvekili bulunduğuna göre, Meclis kürsüsünde konuşma yolunu bırakarak Varto ve Erzurum mektupları ile kendi partisine sürülmek istenen irtica lekesinden şikayet ettiğini de unutarak hükümete jurnal etmesi ve böyle bir kanunun hazırlanmasını teşvik etmesi samimi muhalefeti temsil eden Millet Partisi'ne ve dolayısıyle millete ve demokrasi davasına karşı yapılmak istenilen bir suikast teşebbüsünden başka birşey değildir.
Yukarıdaki yazılı sebeplerden anlaşılacağı üzere zümre saltanatını ve demokrasi maskesi altında siyasî irticai devam ettirmek isteyen Halk Partisi yardımcıları, ciddi, samimi ve cesur bir muhalefet yapan Millet Partisi'ni vurmak maksad ve mevcud olmayan dini irticai bahane ederek kanunî silahlar elde etmek istemişlerdir. Partimiz milletvekillerinin birbirlerini tamamlayan ve
BEŞİNCİ BÖLÜM
"TANRI ULUDUR'DAN ALLAHU EKBER'E
GİDEN YOL
"Kanun korkusu"nun "Allah Korkusu"nun önüne geçtiği yılların verdiği birikim bütün Türkiye sathında "elden giden dinin" yeniden ele alınması gerektiği fikrini vermiş, Millet Partisi Genel Başkanı Hikmet Bayur'un ifadesiyle de, "Allah korkusunun her şeyin üstünde tutulması gerektiği ",(1) toplumun dindar kesimlerinde kendini hissettirir olmuştu.
Özellikle bu dindar kesimlerden bazı gruplar organizeli bir şekilde "elden giden dinin ele alınmasının ilk şekli örneği olan "Tanrı Uludur" diye okunan ezanları, "Allahu Ekber" diyerek yeniden eski şekliyle okumaya başlamışlardı.
Ankara, Çorum, Yozgat, Bursa, Eskişehir, Erzincan, Rize ve Erzurum gibi önemli yerleşim merkezlerinde 1946 yılından itibaren "korsan" bir şekilde Arapça ezanların okunmaya başlanması; yasak da olsa "Tanrı Uludur" sesiyle yıllardır paslanan kulaklarda güzel izler bırakmıştı.
Herkes, "demek ki okunabiliyormuş bizim ezanımız" diyerek, sonunda hapis hayatı da olsa özledikleri Ezan-ı Mu-
hışlar 1949 yılının 4 Şubatında "ezan eylemi" yaptıklarında o günlerin batı basını ile tüm Türk basını olayı "görülmemiş hadise"^ başlığıyla manşetlerinden vermişlerdi.
Milliyet Gazetesi TBMM’de "Arapça Ezan" diye verirken, Cumhuriyet "İrtica Mecliste!" diye olayı duyurmuştu. Yine o günlerin "Kader" Gazetesi ise "Görülmemiş Hadise" "Mecliste Arapça Ezan" diye olayı duyurmuştu.
Evet 3 Şubat 1932 yılından itibaren yasaklanmış olan Arapça ezan, bu tarihten tam 17 yıl sonra ve Türkçe ezan'a geçişin tam 17. yıl kutlamalarında da, üstelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeniden Arapça olarak okunmuştu. İşte olay böyleşine önemli olduğu için ve de CHP gibi bir "Tek Parti" dönemine böyle bir olay rastladığı için iç basın ve dış basın olayı "görülmemiş hadise!" olarak yorumlamışlardı.
4 Şubat 1949 tarihinden tam 40 yıl sonra; 1989 yılında kitabımın ezanla ilgili bölümlerini araştırırken, derinlemesine sürdüğüm izler neticesinde bu iki şahsı, Osman Yaz ve Muhiddin Ertuğrul'u Ankara'da ikamet etmekte oldukları "Has- köy"de bulmak ve kendileriyle TBMM'deki "Arapça Ezan" olayını tüm teferruatıyla konuşmak fırsatını buldum.
Osman Yaz ve Muhiddin Ertuğrul ile bu tarihî olay üzerine yaptığım röportajı ve sözkonusu bu iki zatın akılalmaz ezan mücadelesini kitabımızın "hatıralar" bölümünde değerlendirmiş olduk. Böylece biz de bizden sonra gelecek kuşaklara çok önemli bir tarihî vesikayı aktarmış oluyoruz.
5. 5 Şubat 1949 Cumartesi günü ve tarihli Cumhuriyet, Milliyet, Kader gibi gazeteler olayı manşetlerinde vermişlerdi.
Hasan hüseyîn ceylan
hammediye'yi terennüm etmek isti-yordu. Bu düşüncelerle bir kısmı "bize ezancılar derler" diyecek kadar organizeli bir şekilde gruplar oluşturarak değişik illerde Arapça ezanlar okuyorlardı.
Özellikle Cuma günleri tam anlaşmalı bir şekilde aynı ilin 10-15 camiisinde ve aynı anda korsan bir şekilde okunan Arapça ezanlar; okuyanların hapis dahil herşeyi göze almış olmalarıyla devleti ciddi olarak zor durumda bırakıyordu.
Hatta bu şekilde yurdun dört bir tarafında Arapça ezan okuyanların/3^ kendilerine fazla bir şey olmasın için çoğunlukta "deli raporu" bile almış olmaları ve bilinçli bir şekilde kendilerine çevrelerine "deli" diye takdim edebilmiş olmaları bu "ezan gruplarının işini de kolaylaştırmış oluyordu.
"Ezan grupları", CHP’nin din adına yapmış olduğu yenilikleri, halk da kabullenmediği için, CHP’ye ve yapılan dinî reformlara "dinsiz"lik damgasını vurduğunda o günkü şartlarda fazla zorlanmamış oluyordu. Gerek Demokrat Parti gerekse de Millet Partisi hem iktidara gelebilmek adına ve hem de halkın isteklerinin yanında yer alabilmek adına bu ezan istemlerine çoğu zaman sıcak bakıyorlardı.
"Ezan Grubu" diye niteleyebileceğimiz, Arapça ezan okuyarak ezanın aslının toplumda yeniden yerleşmesini arzulayan kişilerden Osman Yaz ile, Hacı Muhiddin Ertuğrul isimli şa-
Bakan ile Soyer arasında kürsüye inip çıkarak devam edip giden münakaşalar salonda yavaş yavaş artan bir asabiyet havası yaratmaya başlamıştı ki işte bu sıralarda, salonun arka tarafında dinleyicilere ayrılmış kısımda "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye bir ezan okunmaya başlandı.
Sesin salondaki akisleri henüz kulaklardan silinmemişti ki, salonda bütün milletvekilleri ve dinleyiciler ayağa kalkarak, hayretle sesin geldiği tarafa bakmaya başladılar. Bir kaç dakikalık kısa bir zaman geçmişti ki, resmî üniformalı polisler sesin sahibini sessizce salondan çıkarmak için içeri girdiler. Yine bu sırada ikinci bir ses, pestten, "Allahu Ekber" diyerek "tekbir" getirmeye başladı. Polisler bu ses sahibini de hemen dışarı çıkardılar.
Bir kaç dakikalık bir zaman içine sığan bu hadise, salonda büyük bir hayret havası yarattı. Başkanlık mevkiini işgal eden Raif Karadeniz’in samiin arasında çıkan bir sestir, demesi üzerine, bu hava dağıldı ve görüşmelere devam edildi.
Arapça Ezan okuyan kimlermiş?
Hâdisenin kapanıp gittiği, görüşmelerin başlayacağı bir sırada Naşit Fırat, oturduğu yerden gazetecilere bakarak "hemen yazın bakalım" dedi.
Hâdisenin cereyanı, yalnız gazetecileri değil, bir çok milletvekillerini de ziyadesiyle alâkadar etmiş olacak ki, Meclis Komiserliği odasına koşuştukları görüldü.
İki şahsın komiserlikte ifadeleri alınırken, "deli oldukları" haberi geldi. Bilahare "Tarikat Mensubu" oldukları söylendi.
Bu söylentiler Meclis binası içinde bir kaç şekle girip,
Sözü tekrar 4 Şubat 1949 Cuma gününe getirerek o gün Meclis’te cereyan eden olayı mahalli olması hasebiyle en geniş şekliyle anlatmakta olan Kader Gazetesine getirmek istiyorum/^ Kader Gazetesi, Demokrat Parti ve Millet Partisi çizgisinde olmasına rağmen Arapça ezan olayını ağır ve şaşırtıcı bularak kendisi de "görülmemiş hadise" başlığıyla olayı manşetten vermişti.
"Tarikatçılar Ezan Okudu!" diyerek basını bambaşka yönlere çekerek verdiği olay için 5 Şubat 1949 tarihli Kader Gazetesince şunlar yazılmıştır.
Meclis Müzakerelerinin En Heyecanlı Anında iki Kişi Meclis’te Arapça Ezan Okumaya Başlıyor!..
"Büyük Millet Meclisi'nin dünkü toplantısında, müzakerelerin oldukça hararetli bir safhasında, hayret verici bir hadise cereyan etti. Dinleyiciler arasından iki kişi birbirlerini takiben Arapça ezan okumaya başladılar.
Mutad saatte celse açıldı. Gündemde görüşülecek dört sual takriri ile bazı kanun tasarıları vardı. Niğde milletvekili İbrahim Refik Soyer'in 1949 yılı bütçe kanunu tasarısının 5.nci maddesindeki "memur" kelimesine dair sözlü sorusu görüşülmeğe başlandı. Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal, bu takrire bütçe kanununun görüşülmesi sırasında cevap verilmesinin doğru olduğunu söyledi. Refik Soyer hemen konuşulmasını istedi. Bakan teklifinde tekrar ısrar etti. Refik Soyer kızarak itiraz etti.
telif şehirlerinde dolaşmaya başlamıştır. Bu arada Kayseri’de bulunduğu bir sırada Arapça ezan okumaktan, Kütahya’da da şapka kanunu aleyhinde bulunmaktan dolayı mahkemeye verilmişti.
Seyahatleri sırasında bazı sinir buhranı geçirdiğinden dolayı akıl hastanesine yatmış ve 23 gün tedavi altında bulunmuştur.
Osman Yaz ise, Çubuk'un Karaviran köyünde rençberlik yapmakta idi. Askerliğini bitirip köyüne döndüğü zaman Ti- canî tarikatının köyünde yayıldığını görmüş, o zamana kadar hiç bir tarikata mensup olmadığı halde bu vaziyet karşısında bu tarikata intisap etmiştir. Pilavoğlu'nun tarikatı olan Ticanî tarikatına giren Osman Yaz bundan sonra Anadolu seyahatlerine başlamıştır. 1948 senesinde Kütahya'da bulunduğu sıralarda Arapça ezan okuduğu için mahkemeye verilmiş ve 3 ay hapse mahkum olmuştur.
Yakın bir zaman evvel de, Ankara’da Hacıbayram Camii’nde Cuma namazı sırasında Arapça ezan okumaya başlamış ve bir müddet sonra da "ey cemaati müslimin mehti resul çıktı" diye bağırmıştır. Bu vaziyetinden dolayı da mahkemeye verilmişti? Halen Ankara’da muhakemesi devam etmektedir.
Osman Yaz bu hadiselerinden sonra bir müddet ortadan kaybolmuş ve dün sabah Ankara’ya gelmiştir.
Tarikatçılar Meclise Nasıl Girdiler?
Dün sabah Abdullah isminde hammallık yapan bir şahıs, Kütahya Milletvekili İhsan Şerif Özgen’in evine giderek kendisinin Kütahya’lı olduğunu ve bir arkadaşı ile beraber Meclis'e
kulaktan kulağa fıslanır, tahkikat bir tarafta, müzakereler diğer tarafta devam ederken, salonda da meraklı konuşmalar başladı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver yanında İbrahim Arvas’la bir şeyler konuşuyordu. Biraz sonra Fahri Kurtuluş da bu meraklı konuşmaya karıştı. Uzunca bir zaman devam eden bu görüşmelerin benzeri, üçer dörder kişilik guruplar halindeki diğer milletvekilleri arasında da cereyan ediyordu.
Müzakereler bittikten sonra Ferudun Fikri Düşünsel kürsüye gelerek, hadise müsebbibleri iki şahıs hakkında izahat verdi. Muhittin Ertuğrul ve Osman Yaz ismindeki bu iki şahsın tarikatçılıkla meşgul Ticanî Tarikatı'na mensup olduklarını, bu sebeple sabıkalarının da bulunduğunu bildirdi. Meclise Kütahya milletvekili İhsan Şerifin verdiği davetiyelerle girdikleri ve bu kabil hadisenin her milletvekilinin başına gelebileceğini, bundan böyle davetiye verilirken dikkat edilmesini sözlerine ilave etti.
Ezan Okuyanlara Hazır Damga: Tarikatçılar!
Meclis polis komiserliği iki tarikatçının ifadelerini aldıktan sonra, neticeyi Meclis Başkanhğı'na bildirdi. Yapılan tahkikat neticesinde ilk defa ezan okuyanın Muhiddin Ertuğrul, bilahare “Tekbir" getirenin de Osman Yaz olduğu tesbit edildi.
Muhiddin Ertuğrul, üç ay evvel D. Demiryolları Kayaş işletmesinde istasyon memurluğu yapmakta idi. Bir kaza neticesinde kolu kırıldığı için hizmetten ayrılmış ve Solfasol köyünde Abdurrahman Balcı isminde bir şahsın yanında çobanlık yapmaya başlamıştı. Abdurrahman Balcı’nın Ticanî tarikatına mensup bir şahıs olması sebebiyle, kendisi de bu tarikata intisap etmiştir. Tarikata intisap ettikten sonra Anadolu'nun muh-
Tarikatçıların Başka Arkadaşları Var mı İdi?
Hadisenin cereyanından sonra, Meclis toplantısını müteakip Şükrü Saraçoğlu gazetecileri Meclis Başkanlığı dairesine davet etti.
Başkan vekillerinden Raif Karadeniz, Feridun Fikri Düşünsel idareci üyelerden Halit Bayrak'ın da iştirak ettiği bir toplantı yapıldı.
Hadise üzerinde tahkikat yapan Meclis komiserliğinin raporu okundu ve üzerinde görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler sırasında hadisenin cereyan ettiği anlarda, Meclis binasının dışında da aynı tarikata mensup 5-6 kişinin bulunduğu ve polis tarafından sorguya çekildiği haber verildi. Olayın örgütlü bir olay olduğu üzerinde duruldu."
TBMM’de herşeyi göze alarak Arapça ezan okuyan ve aslında kendileriyle yaptığımız röportajlar okunduğunda da çok net bir şekilde görüleceği gibi Osman Yaz ve Muhiddin Ertuğrul Beylerin bu hareketleri ve çeşitli illerde yaptıkları ezan eylemleri, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti’nin Arapça ezana ser- bestiyet vermesine zemin hazırlamıştır.
Demokrat Parti’nin biraz da, iktidar başarısını 1946-1950 arası "İslâmcı Halk Hareketi’’ne borçlu olması sebebiyle vermiş olduğu Arapça ezan tavizi, aslında halkın zoraki elde ettiği bir başarıydı. Ve o günlerin DP kurmaylarının da ifade ettiği gibi aslında DP’nin Arapça ezan diye bir meselesi de yoktu. Hedef slâmcı kitleyi darıltmamak ve o kadarcık bir tavizle bile olsa 25 yıldır CHP zulmünden bıkmış olan bir kitleye ister istemez İslamcı gözükmek idi : îslâmcıhğa inanmasa bile!
girmek için davetiye istediğini söylemiştir. İhsan Şerif Özgen, arkadaşının kim olduğunu, tanıyıp tanımadığını sormuş, "Tanımazsınız, fakat Kütahya'lıdır" cevabını almıştır. İhsan Şerif davetiyenin birisine müracaat sahibi Abdullah, diğerine de Muhiddin isimlerini yazmıştır.
Abdullah iki davetiyeyi almış, kendi ismini taşıyanını Osman Yaz’a vermiştir. Muhiddin ve Osman Yaz öğleden sonra Meclis’e gelmiş, kapıda isimleri sorulduğu zaman Osman Yaz isminin Abdullah olduğunu söylemiş ve içeri girmiştir.
Tarikatçılar Neler Anlatıyor?
Tarikatçılar hakkında polis tahkikatı halen devam etmektedir. Hadise muhtemelen bugün Adliyeye intikal edecektir.
Tarikatçılar hakkında tahkikat devam ederken kendileri ile görüşen bir arkadaşımıza şunları anlatmışlardır:
Muhiddin Ertuğrul demiştir ki: "Müzakereler yapıldığı sırada onları dinliyordum. Birdenbire içime Allah tarafından bir his geldi. Bu hissin tesiri ile vecd de kaldım ve ezan okumaya başladım.
Bu kabil hisler bana nerede gelirse gelsin, Allah’ın ismini anmak için ezan okurum."
Osman Yaz da şöyle demiştir: "Arkadaşımın ezan okumaya başladığını görünce, elimde olmayan bir hisle devam ettirdim. Tarikatimize göre herhangi birimizin ezan okuması yarıda kalırsa geri kalanların hepsi devam ettirmek mecburiyetindedir. Ben de bundan başka bir şey yapmadım."
Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesinin (Arapça ezan okuyanları cezalandıran madde) vicdan hürriyetine ve laikliğe aykırı bulunarak değiştirilmiş olması dinî kitleye verilen bu tavizlerin ilki ve en önemlisi sayılabilir. Dinî kitleye bu taviz verilirken de DP’nin asıl isteği olan "Atatürk’ü Koruma Kanunu", laiklik ilkeleri ve bu ilkelerin şahsında da Atatürk’ü koruma kanunu çıkartılmıştır.
31 Temmuz 1951 tarihinde "Atatürk aleyhine işlenen suçlar" denilerek çıkartılan 5816 sayılı söz konusu yasa ile de aslında yeni 163’ler oluşmuş ve DP tarafından "devletin müesses nizamları" gericilerden gelebilecek her türlü tehlikelere karşı emniyete alınmış olmuştur!
Artık 50'ler sonrasında çok daha değişik bir din-devlet ilişkisi vardır. Bu ilişkilerin temel özelliği de dindar kitlenin bu sefer de sağ adına dinî açılardan mağdur edildiği ve zulme uğradığıdır. Sol ve sağ iktidarlar adına devlet eliyle dine zulmün yapıldığı yıllardır artık bundan sonraki dönemler...
Nitekim TBMM’nin ilk dönem Galip Hocası ve DP'nin yeni kurmayı Celal Bayar, partinin 1949 Zonguldak Kongresi'ni yaparken bile, iktidara gelmek adına inanmadığı şeylere nasıl yer verdiklerini açıkça dile getirmiştir.
Demokrat Parti'nin kuruluşunda hayli emeği olan Cihad Baban konuyla ilgili olarak bir anısını şöyle anlatmaktadır:
"CHP’nin dinsiz olduğu, camileri ahır yaptığı toplantılarda hergün tekrar ediliyor, alkış topluyor; DP kurucuları da bu sözlere hep aynı endişe ile; yani oy kaybetmemek ve iktidarı kaçırmamak korkusuyla karşı çıkamıyorlardı. Aslında oy toplamak kaygısı ile arkadaşlarının vermiş oldukları tavizler, Celal Bayar'ı bile tavizsiz hale getirmişti. 1949 Zonguldak konferansını yaparken bir delegenin "Kadınlar evlerine dönmelidir. Bu açık çıplaklığa bir son verilmelidir. Kur'ân serbest olmalı, Kur'ân Kursları açılmalıdır. Biz ezan sesiyle uyumak, ezan sesiyle uyanmak istiyoruz." demesi üzerine yanımda oturan Celal Bayar kulağıma eğilerek: "Bu geri kafalılarla ve iptidai insanlarla bizler ne yapacağız?" diye bana sormuş, fakat söz sırası kendisine geldiği zaman oyları ürkütmemek olmak için o densiz, gerici delegenin haddini bildirmemişti." Evet genelde bu yapıda bulunan Demokrat Partisi, Celal Bayar'ın Zonguldak Kongresi'nde çok net olarak ortaya koyduğu gibi,inanmadığı şeylere de sırf iktidarda kalabilmek adına taviz vermişlerdi. DP'nin iktidara geldiği 14 Mayıs tarihinden tam bir ay sonrra 14 Haziran tarihinde ezanın yeniden Arapça okunması için bir kanun teklifi vermesi,^verilen bu teklifin Mecliste kabulüyle,
ALTINCI BÖLÜM
VE ALLAHU EKBER!..
Ankara Hasköy'de ikamet etmekte olan Şeyh Abdurrahman Balcı Efendi, 3 Şubat 1932 yılında Ezanın Türkçe'ye ve "Tanrı Uludur"a dönüşmesi sonucu Hasköy Zülfadıl (Sol- fasol diye bilinir) mevkiinde bulunan tekkesinde müridanını toplayarak şu konuşmasını yapmıştı:
"Kardeşlerim!.. Ey İhvanı Din!..
Görüyorsunuz ki bü rejim sadece Kur’ân alfabemizi yasaklamakla, medreselerimizi kapatmakla, hanımlarımızın baş* larını açtırmakla kalmamış, şimdi de 14 asırdır hiç inkıtasız devam eden ve kıymete kadar müslümanlar var olduğu müddetçe de devam edecek olan "Ezan-ı Muhammedi’mizi yasaklayarak bu gök kubbeyi "Allahu Ekber" sadalarına hasret bırakmışlardır.
Türkiyemizdeki Ezan-ı Muhammedi yasağı Hz. Mu- hammed Mustafa s.a.s. Efendimizi Ravza-ı Tahiresinde rahatsız etmiş, Bilâl-i Habeşi Efendilerimizin de kemiklerini sız- latmıştır. Bu gece rüyamda Allah’ın Resulünü gördüm ve bana: "Ey Abdurrahman evladım! Sen benim şoyumdansın! Bak sizin ülkenizde hergün beş kez benim "Allahın Resulü" olduğuma şehadet eden "Eşhedü enne Muhammeden Resulüllâh" diye okunan ezanlar artık okunmuyor. Artık sizde "Allahu Ekber" denmiyor. Bu durum ümmetim üzdüğü gibi, bize de ızdırap ve-
Sîzlerde Ezan-ı Muhammedi'yi okuduğunuz için dövülecek, jandarma tarafından dipçiklenecek, karanlık hücrelere atılacak, hapishanelerde çürümeye terkedilecek, bu da yetmiyormuş gibi sizlere deli denilerek tımarhanelere gönderileceksiniz.
Onlar o meşakkatlere dayandılar ve ashab-ı kiram ün- vanını aldılar. Sîzlerde tahammül ederek ve layıkıyla "Ümmeti Muhammed" olma şerefine ereceksiniz. İşte rüyamda Re- sulüllah s.a.s. Efendimizin müjdesi budur!”
Abdurrahman Balcı Efendi’nin bu tarihi nutku herkesi derinden etkilemiş, duyanlar duymayanlara anlatmış ve tüm mü- ridân adeta ezan deliliğine peşinen talip olmuştu.
Şeyh Efendi müridânına, "bu çetin vazifeye hazır olanlar ayağa kalksın!" deyince, tekkede bulunan herkes ayağa kalkmış ve istisnasız bütün müridler mallarıyla ve mülkleriyle "ezan ci- hadı"na hazır olduklarını bildirmişlerdi.
Artık yapılacak iş Türkiye Vilayetlerine Şeyh Abdurrahman Efendi’nin dağıttığı şekilde dağılmaya gelmişti. Hacı Yusuf Efendi (Pehlivan) Erzincan'a, Sadık Efendi Bursa’ya, Gürkanh Efendi Eskişehir'e, Süleyman Efendi Rize’ye gibi herkes birer ikişer vilayetleri paylaşmış, en uygun zamanda buralara intikal edilerek, o vilayetlerin en büyük camisinde "Allahu Ekber" diyerek Arapça ezan okuyacaklardı.
Ezan okuma eylemi çok koordineli bir şekilde 1949 yılına kadar sürdü. Ezan okunanların hemen hepsi değişik yıllarda yakalandı, kimi 3 ay, kimi 5 ay, Hacı Yusuf Efendi gibi olanlarda 9 ay civarında hapis yattılar.
Suçlan mı? Türkiye Cumhuriyeti topraklarında ezan vakti geldiğinde Arapça ezan okumak! Bu yiğit insanlar ezan-ı Muhammedi yüzünden defalarca hapse atılmakla kalmamış ve
riyor.
"Tanrı Uludur” sözlerini bir an önce "Allahü Ekber"e dö- nüştüründe bizi rahatlatın!... ”
Ticâni Şeyhi, Şeyh Abdurrahman Balcı Efendi, rüyasında gördüğü Allah’ın Resulünün bu ifadelerini müridânına aktarınca bütün tekke tam bir cezbeye gelerek "Allahu Ekber, Allahu Ekber!" diyerek naralar atmaya başladı. Herkes tıpkı Sultan Fatih’in fetih hadisini muhatap olduğu gibi, onlar da Re- sulüllah’ın ezan müjdesine nail olmak için can atıyorlar ve herkes şeyhlerine ne yapılması gerektiğini soruyordu.
Abdurrahman Balcı Efendi, Tekkenin tam ortasına büyükçe bir Türkiye haritası koyarak müridânına anlatmaya başladı...
"Bakınız evlatlarım!..
Şimdi ülkemizin dört bir tarafında ezanlar "Tanrı Uludur" diye okunuyor. Ne zaman ki sizler gönüllü olarak bütün Türkiye’ye dağılır ve her vilayetin en büyük camisinde, üstelik şerefelere çıkarak "Allahu Ekber" ezanının okumaya başlarsanız ve bu uğurda her türlü meşakkate göğüs gererseniz; hatta gerçek ezanı okuduğunuz için belki aylarca ve yıllarca hapiste çürütülürsünüz, o da yetmez bu rejim sırf "Allahu Ekber" diye sürekli ezan okuduğunuz için sizleri akıl hastanelerine, tımarhanelere delidir diye gönderirler. İşte o zaman "ezan-ı Muhammedi kıyamı" yerine gelmiş olur. Bu kıyam, Mekke’de ashab-ı kiram efendilerimizin "Mekke Dönemi" hayatlarına çok benzeyecektir.
Onlar Kur’ân okudukları için nasıl dövüldüler, yurtlarından sürüldüler, işkencelere tabi tutuldular, o günün ma- pııshaeleri hücrelere ve derin kuyulara atıldılar, kızgın güneş altında üzerlerine taşlar konularak günlerce bekletildilerse...
kayelerini dinlediğinizde o günki yasak şartlan altında bu mücadelenin nasıl şanlı bir şekilde yürütlüdüüne tanık olursunuz.
14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidarı gerçekleştiğinde işte bu ezan delileri yine yurt sathında mitingler organize ederek hükümetten Arapça ezan isteğinde bulunmuşlardır.
Demokrat Parti'den Başbakan ve yakınındaki 5-10 inançlı arkadaşı, Celal Bayar gibilerinin muhalefet ve müdahalelerine rağmen Türkiye'nin Arapça ezana kavuşacağını, camilerin ve minarelerin bu hasretinin dineceğinin müjdesini vermişlerdir.
Nihayet 16 Haziran 1950 tarihi, bütün bir Türkiye’de en gür sadalarla Arapça ezanın resmi kararla camilerden ve minarelerden okunduğu tarihin adıdır.
İşte bu tarihte çok olağanüstü olaylar meydana gelmiş, kimileri ağlamış, kimileri şükür secdelerine kapanmış, kimileri tekbirlerle ve salavat-ı şerifelerle yürüyüş yapmış, kimileri de o günün duygularını şiirleriyle ve yazılarıyla ebedileştirmiştir.
Böylesi bir sevincin pay sahiplerinden Sebilürreşat sahibi Eşref Edib Beyefendi ile, Sebilürraşat yazarlarından M. Raif Oğan Efendi’nin, Arapça ezanla ilgili duygu ve düşüncelerini de bu bölümümüze tarihi bir hatıra olarak aktarmak istiyorum.
sonunda bunlarda benim bizzat tesbit edebildiğim 52 kişi "ezan delisi” adı altında Bakırköy Akıl Hastalıkları Merkezine gönderilmişlerdir. Ogünkü lisanla ifade edecek olursak camilerimizde "Allahü Ekber" ezanının okuyanlar "Tımarhane"ye kapatılmışlardır.
1949 yılına gelindiğinde Şeyh Abdurrahman Efendi'nin Tekkesinde yeniden bir hareketlenme başgöstermiş ve Abdurrahman Efendi önündeki haritaya bakarak her vilayetin kırmızı işaretle doldurulduğunu görerek, "müjdeler olsun kardeşlerim! İslâm ezanının Türkiye’mizin her yerinde tam 17 yıl süren bir mücadelenin sonunda tamamlamış ve her vilayette ve ilçelerinde Arapça ezanı okumuş buluyoruz. Bundan sonra Rabbımız gördüğüm rüya gereği en geç 1 yıl içersinde memleketimize Arapça ezan okumayı lutfedecektir inşallah. Yalnız yine rüyamda gördüm ki Arapça ezanın yasaklandığı Büyük Millet Meclisi'nde de Arapça ezanı, Meclis oturumu anında okumasak bu Rabbani mücadele tamamlanmamış olacaktır.
Şimdi ben sizlere soruyorum: TBMM (Ulus'taki) içersinde ezan-ı Muhammedî’yi okuyacka ve bu uğurda başına gelebileceklere sabredecek olanınız var mı?
Ticâni Tekkesinde bu suale hiç beklemeden ayağa kalkan iki yiğit insan cevab verir. "Ne olur bizi TBMM’de Arapça ezan okumaktan mahrum etmeyin.
Bu insanlardan biri 1949 yılında TCDD Ankara Müdürlüğü, Kayaş İşletme Şefi olan Muhuddin Ertuğrul, diğerid e Hasköy'lü Osman Yaz Efendi’dir.
Muhuddin Ertuğrul Efendi ile Osman Yaz Efendi'nin 4 Şubat 1949 Cuma günü TBMM’deki Arapça ezan okuyuşları gerçekten tarihe geçmiştir. Kitabımızda da onların ezan hi-
Nedir bu ses ki, sonsuz büyüklüğü ilân eder, ve yürekleri hamiyetle dolu İslâm toplulukları onu duyunca ibadet he- yecaniyle alınlarını hürmetle secdeye korlar!
Bu ses; telâtum-i aheng-i uhravidir önünde
Olur şütûm-i garaz, na’ra-i husumet, o meş’um
Sadâ-yı hırs-ı beşer bir sukûn-i hürmete mahkûm
Verir hayat ebediyette muhatazır bir ümmide...
Bu ses; maneviyat ahenginin dalgalarıdır. Onun önünde garaz söğmeleri, düşmanlık nâraları, insanlığın meş’um ihtiraslarından gelen şadalar, hepsi bir hürmet sessizliğine mahkûm kalır, yani dünyanın kinleri nefretleri silinir gider. Ümitsizlikle can çekişmeye, ebedî bir hayat sunar.
Bu (dini hak) ka melekler durur bu sesle selâm
Bu sesle mağrib ü maşrık, bu sesle ârz u semavât
Kılar ilâhına ilâ-yı sûz ü sâz ü münacat
Bu sesle nûr-ı kemâlât uçar fazâ-yı zalama.
Bu sesle, dini hakka meleler selâma durur.
Bu sesle, mağrib ve maşrık, arz ve semavat; Allahına havf ve rica ile münacatını yükseltir.
Bu sesle, Kemalâtın nurları karanlıkların semasına uçar.
(Yani, batıl ve butlanı yıkar, zulmetleri aydınlığına çevirir).
Bir ihtizaz-ı teselli bulur bu seste eninler;
Bu ses hitab-ı meâlî, bu ses hilab-ı uhuvvet Ki kâinatı kılar sâye-i felahına da’vet...
EZANI MUHAMMEDİ
Türk milleti; hasret çektiğine kavuştu. Yalnız minareler şehri İstanbul'un yüzlerce cami ve mescidinden değil, Türkiye’nin her bucağındaki minarelerden sünneti seniyenin bütün elfaz ve ibaratiyle, haşmet ve azametle semalara yükseltilmesi müyesser oldu. Allah Teâlâ’nın müminlere tebşiri bununla da zahir oldu. Hâlik; hakkın batılı yendiğini ve yeneceğini bize müjdelemişti. Hamdusenâlar ölsün!
Bu münasebetle büyük şair üstad Faik Ali'nin 1 Nisan 315 tarihinde intişar etmiş bulunan (Ezan) şiirini sa- hifelerimize geçiriyoruz.
Edip ve mütedeyyin babanın hayırlı halefi o zamanın üs- lûbiyle ezanı vecd ve hudu' ile terennüm eyliyor. Okuyuculara bu şiirle mübarek Ramazan’da bir edebî iftar vermiş oluyoruz. Manzumenin bazı lügat ve terkiplerini de yeni neslimizin iyice anlayabilmesi için açıklatıyoruz:
EZAN
. Üstad "Faik Ali"den
Nedir bu nağme ki dinler huşû'i kalb ile ümmet,
Nedir bu ses ki ider sermedi büyüklüğü ilâm.
Evet, nedir ki; cemaat-i pürhamiyet-i İslâm
Olur, duyunca cebinsûde-i ibadet ü hürmel
Bu ne İlâhî bir musiki nağmesidir ki ümmet; onu yürekten bir tazim korkusu ile dinler!
EZÂN-I MUHAMMEDİ’NİN LİSÂN I KUR’ÂN İLE
OKUNMASI ÜZERİNE (*)
El-hamdü li’llâh ve'ş-şükrü li’llâh
Tekbîr edildi yurdumda Allâh
Vicdan İmân olmuşdu evvâh
İsm-i Hudâ'ya hasretdi ervâh Şimdi demekde serbestçe efvâh Allâhu ekber Allâhu ekber
Rub' asırdır Türkiye hâki
Özlerdi candan bu nâm-ı pâki
Kalmışdı Türkün çeşmânı bâkî
Her bir minâre kalbendi şâkî
Geldi nihâyet men'in helâki
Allâhu ekber Allâhu ekber
Olmaz layiklik imâna düşmân Onda gereklidir 'âsûde vicdân Zorlandı lâkin erbâb-ı İmân
Gördü ta’arruz tekbîr u Kur'ân
Türkçe edildi mecbûren ezân Allâhu ekber Allâhu ekber
’ Divan-ı Tâhirü'l-Mevlevî (2); F.S.T. 78, vr 40b-41 a, 262
Bilâd-ı rûm u Arap dinler. Afrika, Cava dinler.
İnliyenler, bu seste bir teselli ihtizazı bulur. Bu ses bir yükselişler hitabıdır. Bu ses bir kardeşlik hitabıdır. Öyle bir ses ki kâinatı, kurtuluşa çağırıyor ve bu çağırışı Rum ve Arap, Afrika, C^va... Bütün İslâm dünyası ümid ve feyizle dinliyor.
Evet teveccüh ederken bu ses cenap ve şimale
Hayır, bu duyduğumuz şey ne ses, ne nağme, ne elhâm;
Bu bir şellâle-i kudsiyedir ki hâk-i fenâdan Çıkar; fakat dökülür gaye-i semâ-yı kemâle...
Evet, bu ses cenuba, şimale uzarken dünya ve âhiret için selâmeti müjdeleyişinde bütün İslâm toplulukları ümid ile bağlanır. Çözülmez bir camianın kardeş fertleri olduğunu anlarlar! Bu öyle bir şeydir ki, ne ses, ne nağme, ne de musiki makamlarının tekrarıdır. Bu öyle bir mukaddes berrak çağlayandır ki bu fenâ âleminden fışkırır, yükselir de kemâlin en yüksek gayesine dökülür. (Allahu ekber velilâhilhamd).
Dört yüz elli milyon kardeşimizle, İslâm'ın şanının beş vakitte dünyanın dört köşesinden âleme ilân eden Ezanı Mu- hammedînin lâfızlarında dahi bir beraberliğe erdiğimiz hayırlı günlerimizi gerçek bir bayram saymak yerindedir. Her Ramazanın sonunda tek bayram varken, Allah'ın kudret ve azameti 1369 yılı Ramazanının başlangıcını da bize bir sevinme bayramı yapmıştır. Nimete şükür; nimetlerin çoğalmasına sebeptir. Allahın hayır ve bereketi müslüman Türk milleti ve bütün din kardeşlerimiz üzerine olsun.
M. Raif Oğan
îsm-i azîmi Hak zü'l-Celâlin
Zikriyle artık dini makâlin
Vecd-âveridir rûh-ı Bilâl’in
Tahvîl u ref i keyfi dalâlin
Tevfiki bî-şek Rabbü’l-Cemâlin
Allâhu ekber Allâhu ekber
Etdi irâde fermân-ı kudret
Oldu hükümet erkânı âlet
Himmetleriyle kalkdı şu bid’at
Asûde kaldı dîn u şerî'at
Ecrin bulurlar ey Tâhir elbet
Allâhu ekber Allâhu ekber
1 Ramazan 1369 Tahirü’l Mevlevi
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
Ondört 'asırdır Hakk'ın nidası Kur'ân diliydi 'âlî şadâsı Böyleydi şer'in hükm u kazâsı Yıkdı o hükmü bir hayli ’âşî Oldu i'âde bak ibtidâsı Allâhu ekber Allâhu ekber
Kânûn yapıldı Hak Tanrı oldu Bid'at çıkıp da sünnet bozuldu Allâh deyenler hapse konuldu Lâkin zamânı geldi soruldu Fetret de gitdi şer'a uyuldu Allâhu ekber Allâhu ekber
Şâhib-i şerî'at zât-ı Peygamber Duydu meserret rûhen o server Denmekde yerde Allâhu ekber Gûşeylesinler gökde melekler Feyziyle oldu her yer münevver Allâhu ekber Allâhu ekber
lar geçtikten ve vaktile zaruri görülen tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder.
Şimdi meselenin lâiklik ve vicdan hürriyeti bakımından halline sıra gelmiştir. Dini, siyasete karıştırmak ve dini ibadetler âmme nizamına ve umumi âdaba aykırı olmamak şart ile herkesin dini vecibe ve ibadetlerini serbestçe yerine getirebilmesi vicdan hürriyeti ve lâiklik esası bu anlayışa göre tes- bit edilmiştir.
Diğer inkılâplarımız gibi lâiklik esasının da muhafazası bugün için ancak prensiplere bağlı kalmakla mümkündür. Halbuki umumî âdaba ve âmme nizamına hiçbir aykırılık göstermeyen ezan meselesinde memnuniyetin devamı lâiklik prensibini menfi cihetten zedelemek mânasını tazammun eder.
Tekrar edelim ki, irticaa, taassuba, geriliğe karşı mücadeleyi ancak prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalmakla mümkün görüyoruz.
Bu izahımın milletimize malolmuş inkılâplarımızın ta- mamiyle korunacağı mânasını taşıdığını da ayrıca tafsile lüzum görmemekteyim.
Hükümet olarak ezan meselesi hakkında görüşümüz bundan ibarettir. Ancak kanuni hükümlerle de alâkalı olan bu meselenin gerek prensip, gerekse grubumuzca lüzum görüldüğü takdirde kanunda değişiklik yapmak bakımından Meclis Grubumuza arzı ve Grubumuzca alınacak karara göre hareket olunması pek tabiidir."
Bu beyanat, Halk Partisi’nin enkazı arasında bir bomba tesiri yaptı. Onları allak bullak etti. İnkılâbın temelleri yıkılıyor diye yaygaralara başladılar. Demek, lâiklik nikahına bürünen bu adamlar din hürriyetine karşı düşman imişler. Bütün millet
DEMOKRAT PARTİ VE
EZAN MESELESİ:
Eşref EDİB
Demokrat Parti'nin tek başına kurduğu hükümet programında ezan meselesinden de bahsolunmadı. Fakat Zafer gazetesi Başmuharririnin sorduğu bir sual üzerine Hükümet Reisi Adnan Menderes mühim bir cevap verdi. Bu cevabı aynen der- cediyoruz:
"Her taassup cemiyet hayatı için zararlı neticeler doğurur. Cemiyet hayatında esas değişikliklerin yapılabilmesi evvelâ taassup zihniyetinin yıkılmasına bağlıdır. Bu hakikatin iyice kavranmış olması neticesidir ki, Büyük Atatürk bir takım hazırlayıcı ön inkılâplara başlarken taassup zihniyetiyle mücadele etmek lüzumunu hissetmişti.
Ezanın Türkçe okunması mecburiyeti de böyle bir zaruretin neticesi olarak kabul edilmelidir. Zamanında çok lüzumlu olan bu mecburiyet ve tedbir diğer tedbirlerle birlikte bugünün hür Türkiye'sine zemin hazırlamıştır.
Ezanın Türkçe okunmasına mukabil cami içinde bütün ibadet ve duaların din dilinde olması garip bir tezad teşkil eder gibi görünür. Bunun izahı arzettiğim gibi, geçmişteki hâdiselerin hatırlanmasına ve taassup zihniyetine karşı mücadele zaruretinin kabul olunmasına bağlıdır. Aradan bunca yıl-
kendilerine en çok güvendikleri bir zamanda hâk ile yeksan eder. Ellerindeki kudret ve nüfuzu alır. Bu hale düşürür. "Fe- kutıa dabirül kavmillezine zalemû" Zülmedenlerin arkasını Allah böyle alır. Bu, ezelî ve ebedî bir kanunu İlâhîdir.
Kara kara düşünüyorsunuz. Ne vakit beyaz düşündünüz ki? Din düşmanlığı işte böyle bir cehennemdir ki şimdi siz onun içinde böyle yanıp tutuşuyorsunuz. Daha çok yanıp tutuşacaksınız. Bütün yakıp yıktığınız, tâlân ettiğiniz iman kaleleri yeniden yapılacak. Siz onları gördükçe kara ve kızıl düşünceler içinde kıvranacaksınız. Azabın en ağırını çekeceksiniz. Allah size bunları herkesi gözü önünde çektirecek. iniltilerinizi yer, gök işitecek: "Tüylerim diken diken oldu" diyorsunuz Olacak. Siz nasıl senelerce halkın tüylerini diken diken yaptınızsa şimdi onların cezasını çekeceksiniz. Bu cezaları çekmek için Allah sizi yaşatacak Allah işte zalimlerden böyle intikam alır.
Bakınız azap içinde nasıl kıvranıyorlar! Zaman gazetesinin başmakalesinden:
"Başbakanın beyanatı bizi dehşete düşürdü. Mareşalin cenaze töreninde azametini gördüğümüz tekbirci kütleyi, yurdun dört köşesindeki benzerlerini sevinçlerinden çıldırtmak için bundan daha güzel bir vaid olamaz... İnkılâp prensipleriyle ilgili bir kararın değiştirilmesine asla taraftarlık edemeyiz. Vatandaşın şapkayı seçmek hürriyeti yok mu? Eski yazının talik, sülüs, rık’a marifetlerine ne buyurulur? Arapça ezanın metninin vicdan hürriyetiyle bir alâkası yoktur. "Tanrı uludur" nidasını beğenmeyen içinden dudakları arasından "Allahü ekber" desin. Bazı zümreleri memnun etmek için bu mesele ortaya atılmıştır. Bu, ateşle oynamaktır." (Zaman, Akşam Postası-Nusret Safa Coşkun).
Camilerde, minarelerde "Allahü ekber" sadalarını işit-
bunu biliyordu. Fakat şimdi bu husumetin ne kadar derin olduğunu yakinen görmüş olacak. İyi ki Allah, milleti bunların elinden kurtardı, yoksa biraz daha geçseydi memlekette ne din kalacaktı, ne iman. Komünistlerin istilâsına hacet kalmayacaktı. Maazallah memleket içinden kızıllaştırılacaktı. Milletin, bu âkıbeti sezerek kendini tam vaktinde felâketten kurtarması
anc^c bir tevfiki İlâhidir.
1 _ ,Hürriyetin Ankara muhabirinin beyanına göre, Halk Par
tililer bu beyanat karşısında kurşunla vurulmuşa dönmüşlerdir. Kara ve kızıl taassubun ”Ulus"daki şu yazılarına bakınız:
"Ezanın Arapça okunacağını öğrendiğim bu sabahtanberi perişan bir halde olduğumu sizden neye gizliyeyim? Etime bıçak saplansa bir damla kanım çıkmaz. Hükümet gazetesinin Atatürk inkılâplarının bir taraftan didiklenmeye başlandığını teşhir eden büyük manşetini gördüğüm andan itibaren içimi derin bir ümitsizlik kapladı. Sabahtanberi kara kara düşünüyorum. Tüylerim diken diken oluyor." (Ulus-Kemal Zeki Gençosman)
Allah sizi işte böyle perişan edecek. Yıllarca siz milletin canına okudunuz. Kalbine hançerler soktunuz. Allah dedi diye zindanlara attınız. Allahı, Peygamberi öğrenmekten menettiniz. Allah da şimdi sizi bu hale düşürdü. Kanlarınızı şimdi böyle içinize akıtınız. Yirmi küsur sene milletin dinini, imanını didiklediniz. Moskof'ların yapamadığını yaptınız. Bu faziletli milletin imanını tamamiyle yere seremediniz, nasıl oldu da canlandı diye kıyametler koparıyorsunuz. En ferahlı bir zamanınızda azâbı İlâhî ansızın tepenize indi. Şimdi "içimizi derin bir ümitsizlik kapladı" diyorsunuz. Evet, Allah sîzleri böyle ümitsizliğe, yeis ve fütura düşürdü. "Feizahüm müb- lisûn." Bütün zalimlerin âkıbeti böyledir. Allah onları böyle
Artık içinizden, dudaklarınız arasından istediğinizi gevelemek sırası size geldi. İçinizde gayız ve husumetle haşrolunuz.
Bazı zümreleri memnun etmek için bu mesele ortaya atıldı, diyorsunuz. Evet, o zümre, sizden başka, bütün millettir. Milletin gasbolunan haklarını, çiğnenen imanını, yıkılan hürriyetini iade için bu mesele ortaya atılmıştır. Çünkü millet böyle istiyor. Böyle yapılsın diye vekillerini seçti ve sizi alaşağı etti. Şimdi ateşle oynayan asıl sizsiniz. Amma bütün put- haneler yıkıldı, ateşgedeler harabezara döndü. Siz onların enkazı arasında yanıp tutuştukça etrafı ateş içinde görüyorsunuz. Kahrınızdan yanınız, tutuşunuz. Millet ferah ve saadet içinde yüzüyor. İçinizdeki ateşleri etrafa sıçratmaya çalışırsanız belânızı bulursunuz. ' •
Halkçıların profesör payesine çıkardıkları adamın şu saçmalarına da bakınız:
"Arapça ezana dair bu beyanatı okuyunca içimden bir ürperme duyduğumuzu saklayamayacağız. Demek ki Demokrat Parti icraata Arapça ezan okunmasına yeniden imkan vermekle başlayacaktır. Orta çağın dini hurafelerinden temizlenmiş lâik bir zihniyete karşı gelmektir bu." (Ulus-Yavuz Abadan)
Profesör kafasına bakınız. Bu sakat kafanın düşüncelerini görünüz. Bir profesör nasıl böyle düşünür? İnsan hayretler içinde kalır. Mabetlerde "Allahüekber" diyenler zindanlardan çıkacak diye içinden ürperti duyan bu profesör kadar hürriyet düşmanı bir insan tasavvur olunabilir mi? İnsan sıkılmadan nasıl böyle içindeki husumeti meydana vurabilir? Onlar "Allahüekber"i ebediyen mezara gömmüşlerdi. Hiç böyle bir gün geleceğini tasavvur etmiyorlardı. Şimdi günahlarını affettirmek için bir tarafa sinip isimlerini unutturmağa çalışacakları yerde sıkılmadan yine millet mukaddesatına dil uzatmaktan geri durmuyorlar. Demek parçalanan vücutlarının
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
mek değil, tahayyül etmek bile sizi dehşete düşürüyor, değil mi? Ya gürül gürül elli altmış bin minareden Allahü ekber sa- daları yükseldiği zaman ne yapacaksınız? Zaten Allah sizin kulaklarınızı tıkamış, gözlerinizi kör etmiş, kalblerinizi mühürlemiş, sizi dalâlet çukurlarına yuvarlamıştır. "Tekbirci kütle” diye üç dört yüz bin halkı ve Üniversite gençliğini ve memleketin bütün müslüman halkını tahkir ediyorsunuz. Ediniz, ediniz. Elinizdeki bütün gayız ve husumetleri ortaya dökünüz. Hepinize Moskova'dan nişanlar, madalyalar gelecek. Millet de sizin mahiyetinizi daha iyi anlamış olacak.
Demek mabetlerde "Allah” diyenleri zindanlara atmak inkılâp prensipi imiş! Öyle mi? İşte o inkılâp bugün yıkılıyor. Hak ile yeksan ediliyor. Millet böyle kara ve kızıl inkılâp istemiyor. İmanına uzanan elleri kırıyor, kalbine sokulan hançerleri parçalıyor:
"Şapkayı seçmek hürriyetimiz yok mu?" diyorsunuz. Şapkanız, silindiriniz için hürriyet istiyorsunuz da milletin "Allah" demek hürriyetine neden senelerce mâni oldunuz? Hâlâ da mâni olmak istiyorsunuz? İsterseniz silindirlerinizi gece gündüz, başınızdan çıkarmayınız. Yalnız siz milletin dininden, imanından elinizi çekiniz.
Ezanı menetmenin vicdan hürriyetiyle alâkası yok mu? Siz hem milletin kalbine hançer sokuyorsunuz, hem de iyi bir- şey yaptığınızı söylüyorsunuz. Tıpkı Yahudiler gibi konuşuyorsunuz. "Allahü ekber" diyenleri zindanlara atmak kadar vicdan hürriyetine aykırı ne olabilir? Moskof diyarında, kızıllar memleketinde bile şenaatin bu derecesi yoktur. "Ulu"yu beğenmeyen içinden dudakları arasından Allahü ekber desin, diyorsunuz. Zülmun bu derecesi engizisyon devrinde bile görülmemiştir. Allahın inayetiyle millet hürriyetine kavuştu.
zınızdan çatlıyacaksınız. Allah size bu azabı çektirecektir. Bundan kurtuluş yoktur.
Ulus'un diğer bir yamak muharriri de şöyle diyor.
"Arapça ezan Atatürk’ün inkılâp binasında bir gedik açar ve eza verir."
"Allahüekber" sadası size eza verir mi küçük bey? Bu memlekette yaşayan on sekiz milyon halk Müslümandır. Bu halkın dini, dini İslâmdır. Minarelerinde Alahüekber sadası yükselecektir. Bu, size eza veriyorsa Moskova'ya gidebilirsiniz. Orada kızıl çan seslerini işitirseniz, içiniz ferahlar.
Atatürk’ü ne karıştırıyorsunuz? Sizin Atatürkçülüğünüz sahih midir sanki? Onu âlet etmekle batılı yürüteceğinizi mi sanıyorsunuz. Artık o devirler geçti. Eğer siz hakikî Atatürkçü iseniz, Atatürk’ün hep yaptığını kabul ediyorsanız, sahte Atatürkçü değilseniz şuna cevap veriniz:
Atatürk Farmasonluğu ilga etmişti. Şimdi Farmason ocakları yeniden zehirli dumanlarıyle âfâkı kaplayınca neye ses çıkarmadınız? Çıkarmıyorsunuz?
Mademki Atatürk’ün her yaptığı iyidir, buna neden sustunuz? Bâtıl makîsünaleyh olamaz. Bâtılın bâtıl olduğu anlaşılınca o, bertaraf olur. Her şey millet içindir. Milletin arzu ve iradesine hiçbir şahıs, hiçbir düşünce, hiçbir şey hâkim olamaz. Millet her şeyden üstündür. Millet arzu ve iradesine boyun eğmek herkesin borcudur. Allahüekber sadasını işitmek istemeyen de Karadenizin öbür tarafına geçmekte serbesttir.
Siz Atatürk’ü neden din düşmanı gibi göstermek istiyorsunuz? Arapça ezan vaktiyle camilerden, minarelerden ne maksatla kaldırıldıysa kaldırılmış. Şimdi bunun yanlış bir iş olduğu anlaşılmış. Tekrar iade ediliyor. Atatürk de bugün sağ olsaydı milletin bu arzu ve iradesini yerine getirmekle mükellef
debelenen her zerresinden din husumeti fışkırtıyor. Kur'ân diliyle ezan okunmasına yeniden imkân verdiğinden dolayı hükümete çatıyorlar. İşte senelerce milleti idare eden bu adamların hürriyeti, demokrasiyi nasıl anladıklarını görünüz. Bunların kafaları orta çağın engizisyon hurafeleriyle doludur. Onlar vicdan hürriyetine karşı reva gördükleri zulüm ve işkenceleri böyle lâiklik maskesini takınarak yaptılar. Millet ve . şimdi onları temizledi. Orta çağın engizisyon hurafelerinden ve
zulümlerinden temizlenmiş lâik bir zihniyet inşalah bundan sonra teessüs edecek.
Bir de şu Farmason sözüne bakınız:
"İnkılâplarımız muâsır medeniyet yapımızın kilit taşlarıdır. Onlardan herhangi birini çekip çıkarmanın tabiat kanunlarına uygun bir reaksiyonla diğerlerini de sarsabileceği daima uykularımızı kaçıran bir ihtimaldir" (Ulus-Feridun Osman Menteşeoğlu).
Daha çok uykularınız kaçacak, Yirmi yedi sene milletin uykusunu kaçırdınız. Onun dinine, imanına tasallut ettiniz. Şimdi o, hürriyetine kavuşuyor diye uykularınız kaçıyor, öyle mi? Muâsır medeniyet dediğiniz şey, din ve vicdan hürriyetine karşı gelmek midir? Allah diyenleri zindanlara atmak mıdır? Böyle medeniyet telâkkisi ancak komünistlere mahsustur. Ondan başka dünyanın hiçbir yerinde din ve vicdan hürriyetine karşı bu derece şeni bir tecavüz yoktur. Yirmi yedi sene milletin hürriyetini kilitlediniz. Göğsündeki imana el uzattınız Mabetlere kadar tecavüz ettiniz. Şahadet getiren ağızlara kilit vurdunuz. Medeniyet yapınız bu muydu? işte şimdi bu yapınız, bu zulüm binanız yıkılıyor. Millet bu zulüm binasını parça parça ediyor. Daha çok uykularınız kaçacaktır. Gözünüz önünde millet hürriyetine kavuşacaktır. Gürül gürül minarelerden Allahüekber sadaları yükselecektir. Siz de kininizden, gay-
tâdiller, tasfiyeler yapmağa kalkılamaz. Bu yapıldığı takdirde bunların nereye varacağı kestirilemez. Ezan hakkındaki bu karar* inkılâp âbidesinin altından bu tuğla çekilmesine ve bütün mihrak temelinin sarsılmasına benzer. Son seçimlerde arapça ezan hususunda seçmenlerimiz bize de büyük tazyikler yaptılar. Fakat seçimi kaybetmek bahasına olsa da biz onlara müsbet cevap vermedik."
Vallahi bu adamlar çılgına dönmüşler. Allah onları serseme çevirmiş. Böyle söyletiyor. Millet onlardan yüz çevirmişti. Şimdi bu sözlerini işittikçe ne kadar isabet etmiş olduğunu daha iyi anlıyor. Millete, milletin arzu ve iradesine karşı geldiklerini nasıl itiraf ediyorlar! Bu ezan meselesi onları çıldırtacak hale getirdi. "Allahüekber" düşmanlığı iliklerine kadar işlemiş. Milletin bu hususta kendilerine tazyik yaptığını, fakat bu tazyıka rağmen seçimi bile kaybetmeği göze alacak kadar kara ve kızıl taassup gayyasına düştüklerini söylemek çılgınlıktan başka bir şey değildir! Allah onların akıllarını almış, kulaklarını sağır yapmış, gözlerini kör etmiş, kalblerini mühürlemiş! Şimdi böyle deli deli söyleniyorlar.
Gazete muhabirleri onlara çok güzel bir cevap vermişler. Demişler ki:
— O halde bütün vilâyetlerde birer miting tertip edin. Bu kararı protesto edin.
Bu çok makul teklif karşısında şaşırmışlar.
— Ya öyle mi? demişler. Bunu yapalım da 954 seçimini de kayıp mı edelim?
Aman yarabbi, bu adamların düşüncesine bakınız, yirmi yedi sene milletin dinine, imamına musallat olan bu adamların sakat kafasına bakınız. Yahu bu milletin dininden, imanından ne istersiniz? Siz mintarafişşeytan sittin sene bu milletin ba-
olurdu, değil mi? Demokrasi devri geldiğinden sizin haberiniz yok mu?
“Milliyet gazetesi diyor ki:
“Mustafa Kemal, bazılarının çok yanlış olarak zannettiği gibi, din düşmanı değildi, lâikti. Din ıslahatçısı da değildi. Ezanın Türkçe okunmasını istemekle bir reform hareketine girişmiş değildi.
b
"Ezan, ne karşısında dini istiğrak duyulan bir âyeti kerime, yahut herhangi bir içtimai akide telkin eden bir hadisi şerif değildir. Türkçe okunursa cami daha kalabalık olur.” (Milliyet-Ali Naci Karacan)
Mademki öyle imiş, ezanın Kur’ân diliyle okunmasının Atatürk inkılâbına ne zararı var?
Ezanın âyet mi, hadis mi, ne olduğunu herkes biliyor. Ezanı Peygamberimiz böylece takrir etmiş ve mescidi saadette ilk ezan böyle okunmuş ve bütün İslâm dünyasında bin üç yüz küsur sene hep böyle okunmuştur. Yüzlerce milyon Müslüman ezandan, Allahüekber sadasından en büyük bir dinî istiğrak duyuyor. Buna ne hakla mâni oluyorsunuz? Mesele şudur: Demokrasi devrinde halkın mukaddesatına, ibadetine müdahale etmeğe, Allahüekber diyenleri zindanlara atmağa hakkımız var mı, yok mu? Demokrasi devrinde, lâiklik iddiasında bulunan bir idarenin ceza kanunlarında böyle bir şey bulunması bütün dünya nazarında bir zül değil midir? Hükümet bunu bertaraf ediyorsa takdire mazhar olmak icabetmez mi?
Son Saat ve Vatan gazetelerinin Ankara muhabirleri de Ankara’daki Halk Partisi mahfillerinin fikirlerini şu suretle naklediyorlar:
“Halk Partisi bu beyanatı “inkılâba ihanet" telâkki etmektedir. Diyorlar ki: Atatürk inkılâbı bir küldür. Bunda
Son Telgraf diyor ki:
“Atatürk inkılâpları bir bütündür. Bu bütünün bir halkası koparıldı mı ötekiler de birbirini koparır. Medrese, türbe, tekke, Arap harfi, arapça tedrisat... gelir. Bir din dili kabul edilirse arkasından din dilini öğretmek ihtiyacı gelir. Kur'ân-ı Kerim okuyabilmek için Arap harfi ye arapçayı okuyup yazmak gerekmez mi?” (Son Telgraf-Ethem İzzet Benice).
Mantığa bakınız. Din hürriyeti gelecek diye, Kur’ân okunup yazılması kolaylaşacak diye kederlerinden çıldıracaklar. Hıristiyanların, Yahudilerin din dili kabul ediliyor da Müslümanların din dilinin kabulüne neye bu kadar sinirleniyorlar? Artık din dili, Kur'ân lisanı, Kur'ân yazısı, Kur'ân harfi ebediyen mezara gömüldü mü, zannediyorlar? Kur'ân yaşıyor. Kur'ân dili ile camilerde ezan okuyanların zindanlara atılma devri artık ebediyen tarihin kara ve kızıl gayyasına gömülüyor. Bundan sonra inşallah Kur’ân dili serbest olacaktır. Kur'ân diliyle minarelerde gürül gürül ezanlar okunacaktır, demokrasiye, lâikliğe karşı gelen zincirler kırılacaktır. Son Telgraf türbeleri daha evvel açıldığından, mekteplerde dini tedrisatın başladığından ilâhiyet diye din müesseselerinin açıldığından haberi yok mu? Onlar inkılâp halkalarını koparmadı mı? Milletin arzu ve iradesine karşı hiçbir halka, hiçbir zincir yoktur. Millet bütün bu zincirleri kıracak, hakiki lâikliği, hakiki demokrasiyi kuracaktır.
Bu da Vatan'ın mütalâası:
"Arapça ezanı yasak eden kanunun kalkmasını bekleriz. Yalnız "din lisanı" tabiri kullanılmasına aklımız ermedi. Bunun bir sehiv olduğunu farzediyoruz. kanun kalktıktan sonra isteyen Arapça okuyacaktır. Fakat biz öyle sanıyoruz ki bu serbestiye rağmen kendi ana dilini kullanmağı tercih edenler çok olacaktır." (Vatan-Ahmet Emin Yalman)
şına belâ mı kesildiniz. Yıkılıp gittiniz, hâlâ bir gün yine milletin canına okuyacağınızı tevehhüm ediyorsunuz. Artık sizin için ebediyen bu diyarda tecebbür ve tahakküm devri gelmeyecektir. Buna emin olabilirsiniz. Millet bir daha böyle zillet ve esarete düşmeyecektir.
Yine muhabirlerin beyanına göre, Demokratlar da di- yoılarmış ki:
— Halk Partisi, halka gösteriş için türbeleri açtı, mekteplere din derslerini kabul etti. Bunlar Atatürk inkılâbına ihanet değil de Kur'ân diliyle ean okuyanlar hakkında ki cezanın kaldırılması neden Atatürk inkılâbına ihanet oluyor?
Gayet doğru, gayet makul bir sual. Buna ne derler? Biz de bir sual ilâve edelim: Atatürk farmason localarını kapattı. Sonra Halk Partisi bu farmasonların tekrar teşekkülüne ve faaliyetlerine müsaade etti. Bu, Atatürk inkılâbına ihanet değil mi?
Halk Partililer bu ezan meselesine neye bu kadar ehemmiyet veriyorlar? Ezan, inkılâp kalesinin temel taşı imiş! Bu yıkılırsa herşey altüst olacakmış! Demek din üzerindeki baskıların temeli ezan oluyor. Onun için onlar ezanı menetmişler. Demek mesele, Başbakanın gösterdiği esbabı mucibe kadar basit değil. O halde Demokratlar inkılâp kalesinin temellerini mi yıkıyorlar? İnkılâp kalesi bu kadar çürük mü? Bunların aklı varsa inkılâp lâfını hiç karıştırmasalar iyi ederler. Çünkü bu, olacaktır. Muhakkak olacaktır. Kur’ân diliyle ezanlar memleketin her tarafında, elli altmış bin minarede okunacaktır. Hem günde beş defa okunacaktır. İlâmaşallah okunacaktır. Millet bunu istemiştir. Milletvekilleri de buna söz vermiştir. Hükümet de milletin bu arzu ve iradesini yerine getirmek şerefini kazanacaktır.
Demokrat Parti erkânının dedikleri gibi yapılan inkılâp, demokrasi inkılâbı büyüktür. Halk Partililerin kafaları bu inkılâbın büüklüğünü takdir edecek âsude bir hale henüz gelmedi.
Her ne ise, biz şimdi bu hâdisenin esbabı mucibesi üzerinde durmayacağız, bunu başka bir zaman bahis mevzuu ederiz. Her ne maksatla olursa olsun, bugün hükümet milletin arzu ve iradesini yerine getirmeye himmet ediyor. Bu, cidden takdire şayandır.
İnşallah bütün dünyaya karşı bizi pek hacil bir mevkide bulunduran bu ceza kalkar da memleketimizde din hürriyeti yolunda güzel bir adım atılmış olur.
Kur’ân diliyle ezan okuduğu için ilk mahkûm olan zatın mahkûmiyet kararını tasdik için o zamanki Halk Partisi erkânı bu meseleye çok ehemmiyet vermişti. Fakat henüz kanun çıkmadığı için bu mahkûmiyet hususî bir emre istanat ettiği vc Anayasaya aykırı olduğu için Temyiz Mahkemesi buhükmü nakzetmişti. Bu nakz şerefi de hatırınızda kaldığına göre, o zaman ceza dairesinde bulunan faziletli ve cesaretli Halil Öz- yörük’e nasip olmuştu. Allah'ın lütuf ve tecellisine bakınız ki Kur'ân diliyle ezan okuyanlar hakkmdaki cezanın kaldırılması da onun Adliye Bakanlığı zamanına tesadüf ediyor. Bu, büyük İlâhî bir mazhariyettir, inşallah din hürriyetini köstekleyen bütün antidemokratik kanunlar onun zamanında kaldırılacaktır.
Ezanın Türkçe tercümesi doğru olup olmadığına gelince, bunun doğru olmadığı ötedenberi malûm bir keyfiyettir. Fakat kara ve kızıl taassubun diğer hürriyetlere olduğu gibi lâiklik nikahı altında dine karşı baskıları devam ettiği müddetçe kimse bu hususta söz söylemeye, ilmi ve lisani bir tenkid bile yapmaya cesaret edemiyordu. Büyük mücadelelerde memleketimizde hakiki demokrasi gelince din üzerindeki bu baskının da daha fazla
Bir "din lisanı" olduğuna niçin aklınız ermiyor Ahmet Emin Bey? Yahudilerin havralarda, Hıristiyanların kiliselerde ibadet ettikleri din lisanı yok mu? Yahudiler, Hıristiyanlar Türkçe mi ibadet ediyorlar? Türklerin dini dini îslâm olduğu, kitapları Kur’ân olduğu, namazlarını bu dil ile yaptıklarını, binaenaleyh bir din lisanları olduğunu bilmiyor musunuz? Bir din lisanı olduğu bir sehiv değil, bir hakikattir.
Kur'ân diliyle ezan okuyanlar hakkında cezanın kalktıktan sonra da yine "yoktur tapacak" diye ezan okuyacakların çok olacağını söylüyorsunuz. Göreceğiz bakalım, sizin dediğinizi yapacak tekbir Müslüman, bir mümin müezzin çıkacak mı? Hiç üzülmeyiniz, bütün Türkiye’deki minarelerde "Al- lahüekber" den "Lâilâheillâllah" dan başka bir şey işitmeyeceksiniz. Kur'ân diline arka çeviren, ihanet eden hiçbir münafık müezzin görmeyeceksiniz.
Başbakanın beyanatına gelince, ezanın evvelce me- nedilmesine dair gösterdiği esbabı mucibenin mânasını biz anlayamadık. Taassup zihniyetini kırmak için mi Müslümanların ibadetlerine müdahale edilmişti. Bunun için mi Allahü ekber diyenler zindanlara atılmıştı? Bir müddet böyle gittikten, Müslümanların dinlerine sarılmaktaki taassubu bertaraf olduktan sonra ezanın tekrar yine Kur'ân diliyle okunmasına müsaade edilmek üzere mi menedilmişti? Bu mesele, bu kadar basit olmasa gerek. Başbakan bu işi hal için bir tevil yolu aramış. Amma bu hususta güçlük çektiği meydanda.
Bu mesele, öyle alelâde taassup zihniyetini kırmak için Müslümanlara tarhedilmiş hafif bir cezadan ibare değildir. Bunun manası çok büyüktü. Halk Partililer bunun manasını biliyorlar. Bilhassa Saraçoğlu bunun manasını herkesten ziyade iyi bilir. Amma zamanlar değişti. Nasılsa millet, iradesine sahip oldu da istediğini yapacak, yaptıracak milletvekilleri gönderdi.
fızları cürmü meşhud ile suçlandırırken, minarelerde ve camilerde Arapça ezan ve kamet okunmasını da menederek müezzinleri hemen alelâcele yanlış olarak tercüme ettirdikleri Türkçe ezan okumağa mecbur etmişlerdi. Mahkemelerin eva- miri hükümete muhalif diye verdikleri cezaları Temyiz mahkemesi kanunsuz olduğundan bozmakta devam edince Adliye Vekâleti bundan bahisle bu babda bir kanun maddesi konması lüzumunu ileri sürdü, bunun üzerine ceza kanununun 526’ncı maddesine şu fıkra ilave okundu.
"Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar."
Hükümetin, bir taraftan lâik olduğunu iddia ederken, diğer taraftan din işlerine karışması, meselâ işte bu ezan meselesindeki müdahalesi o kadar yersizdi ki, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir hukukçu yoktur ki bunu havsalasına sığdırabilsin. Lâik bir hükümet tamamiyle bir din işi olan milletin ezap okumasına ne karışır? "Allahu Ekber" demiyeceksin, "Tanrı uludur" diyeceksin. "Lâilâhe illâllah" demiyeceksin. Eğer minarede, yahut camide namaza başlarken "Allahu ekber, Lâilâhe illâllah" diyecek olursan hapisaneyi boylayacaksın. Bu lâiklik midir? Vicdan hürriyeti bu mudur? Demokrasi buna mı derler?
Görülüyor ki kara ve kızıl taassup devrinde dine karşı bitaraf bir vaziyet yoktu. Kim dinin inkişafına müteallik bir meseleden bahsedecek olsa hemen "dini siyasete âlet ediyorsun" diye muateb oluyordu. Amma dine karşı en pervasız tecavüzlerde bulunanlara karşı "dinsizliği siyasete âlet ediyorsun" denilmiyordu. Vicdan hürriyeti, lâiklik, demokrasi bu mu?
Bugün Diyanet Riyasetine bu hususta mühim bir vazife terettüp ediyor: Yalnız bu ezan meselesi değil, vicdan hürriyetini, dini inkişafı köstekleyen ne kadar kanunlar, kararlar
devam edemeyeceği tabii idi. Artık lâiklik nikabı altında uzun seneler dine karşı reva görülen ve demokrasi esaslarına hiçbir veçhile uymayan haksız muamelelerin bertaraf edilmesi zaruri idi. Binaenaleyh ezan meselesinin de bahis mevzuu edilmesini pek tabii görmek icabetmez mi? Başbakanın bu meseleyi niçin ortaya attığını soranlara deriz ki, artık dine karşı olan bu zulme milletin daha ziyade tahammülü kalmamıştır. Onun için hükümet müstacelen bunu bertaraf etmeğe karar vermiştir.
Ezan tercümesinin ne kadar yanlış olduğunu birkaç kelime ile izah edelim: "Lâilâhe illâllah” kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" diye tercümenin hiç de doğru olmadığı meydandadır. İslâm meselelerinde en derin tetkik ve tahkikik ile temayüz eden Diyanet Reisi üstad Prof. Hamdi Akseki, ibadein felsefesine ait kıymetli yazılarında bilhassa bu noktaya çok ehemmiyet vermişlerdi. "Allah" ile "İlâh" arasında mühim fark bulunduğunu, "Tanrı"nın "Allah" demek olmadığını, tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığından bunları ‘"puta tapmak, haça tapmak" gibi yerlerde kullandığımızı izah etmişlerdi. Bunun gibi, ezanın diğer parçalarının da yanlış olduğu meydandadır.
Esasen Kur'ân diliyle ezanın aslı dururken bunun tercümesine ne lüzum var? Dört yüz elli milyon Müslüman milletlerin yüz binlerce minarelerinde ezan hep bir dilde, yalnız Kur’ân diliyle okunurken ve bu, İslâm vahdetinin en mühim bir noktası iken biz niçin bunun menetmişiz? Niçin "Lâilâhe illâllah" kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" gibi acayip bir şekle sokmuşuz? İnkılâp hastalığına tutulan kara ve kızıl taassup, sorusuz sorgusuz hüküm yürüttükleri dalâlet ve istibdat devrinde, diğer hürriyetlere koydukları bağlar gibi vicdan hürriyetine de el uzatmışlar, camilerde Kur'ân talim eden ha-
fızları cürmü meşhud ile suçlandırırken, minarelerde ve ca
milerde Arapça ezan ve kamet okunmasını da menederek müezzinleri hemen alelacele yanlış olarak tercüme ettirdikleri Türkçe ezan okumağa mecbur etmişlerdi. Mahkemelerin eva- miri hükümete muhalif diye verdikleri cezaları Temyiz mahkemesi kanunsuz olduğundan bozmakta devam edince Adliye
Vekâleti bundan bahisle bu babda bir kanun maddesi konması lüzumunu ileri sürdü, bunun üzerine ceza kanununun 526’ncı maddesine şu fıkra ilave okundu.
"Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar."
Hükümetin, bir taraftan lâik olduğunu iddia ederken, diğer taraftan din işlerine karışması, meselâ işte bu ezan meselesindeki müdahalesi o kadar yersizdi ki, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir hukukçu yoktur ki bunu havsalasına sığdırabilsin. Lâik bir hükümet tamamiyle bir din işi olan milletin ezap okumasına ne karışır? "Allahu Ekber" demiyeceksin, "Tanrı uludur" diyeceksin. "Lâilâhe illâllah" demiyeceksin. Eğer minarede, yahut camide namaza başlarken "Allahu ekber, Lâilâhe illâllah" diyecek olursan hapisaneyi boylayacaksın. Bu lâiklik midir? Vicdan hürriyeti bu mudur? Demokrasi buna mı derler?
Görülüyor ki kara ve kızıl taassup devrinde dine karşı bitaraf bir vaziyet yoktu. Kim dinin inkişafına müteallik bir meseleden bahsedecek olsa hemen "dini siyasete âlet ediyorsun" diye muateb oluyordu. Amma dine karşı en pervasız tecavüzlerde bulunanlara karşı "dinsizliği siyasete âlet ediyorsun" denilmiyordu. Vicdan hürriyeti, lâiklik, demokrasi bu mu?
Bugün Diyanet Riyasetine bu hususta mühim bir vazife terettüp ediyor: Yalnız bu ezan meselesi değil, vicdan hürriyetini, dini inkişafı köstekleyen ne kadar kanunlar, kararlar
182
devam edemeyeceği tabii idi. Artık lâiklik nikabı altında uzun seneler dine karşı reva görülen ve demokrasi esaslarına hiçbir veçhile uymayan haksız muamelelerin bertaraf edilmesi zaruri idi. Binaenaleyh ezan meselesinin de bahis mevzuu edilmesini pek tabii görmek icabetmez mi? Başbakanın bu meseleyi niçin ortaya attığını soranlara deriz ki, artık dine karşı olan bu zulme milletin daha ziyade tahammülü kalmamıştır. Onun için hükümet müstacelen bunu bertaraf etmeğe karar vermiştir.
Ezan tercümesinin ne kadar yanlış olduğunu birkaç kelime ile izah edelim: "Lâilâhe illâllah" kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" diye tercümenin hiç de doğru olmadığı meydandadır. İslâm meselelerinde en derin tetkik ve tahkikik ile temayüz eden Diyanet Reisi üstad Prof. Hamdi Akseki, ibadein felsefesine ait kıymetli yazılarında bilhassa bu noktaya çok ehemmiyet vermişlerdi. "Allah" ile "İlâh" arasında mühim fark bulunduğunu, "Tanrı"nın "Allah" demek olmadığını, tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığından bunları ’"pııta tapmak, haça tapmak" gibi yerlerde kullandığımızı izah etmişlerdi. Bunun gibi, ezanın diğer parçalarının da yanlış olduğu meydandadır.
Esasen Kur'ân diliyle ezanın aslı dururken bunun tercümesine ne lüzum var? Dört yüz elli milyon Müslüman milletlerin yüz binlerce minarelerinde ezan hep bir dilde, yalnız Kur’ân diliyle okunurken ve bu, îslâm vahdetinin en mühim bir noktası iken biz niçin bunun menetmişiz? Niçin "Lâilâhe illâllah" kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" gibi acayip bir şekle sokmuşuz? İnkılâp hastalığına tutulan kara ve kızıl taassup, sorusuz sorgusuz hüküm yürüttükleri dalâlet ve istibdat devrinde, diğer hürriyetlere koydukları bağlar gibi vicdan hürriyetine de el uzatmışlar, camilerde Kur'ân talim eden ha-
O sabah Medine'deki bütün Müslümanlar büyük bir dini heyecen içinde uykularından uyanarak Mescidî Saadete koştular. Ezanı işiten Hazreti Ömer koşa koşa geldi.
— Ya Resulallah, dedi. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah hakkiçün Bilâl'in söylediklerini rüyamda gördüm:
Müteaddit ashab da aynı rüyayı gördüklerini gelip Hazreti Peygambere haber verdiler. Bundan sonra Mescidi Şerifin arka tarafında ezan okunmak için hususî bir yer yapıldı. O günden bugüne kadar 1370 senedir bütün dünyadaki minarelerde günde beş defa aynı lisanla, aynı kelimelerle ezanı Şerif okunmaktadır.
Sabah namazlarında söylenilen "Essalâtü hayrün mi- nennevm" cümlesi ise bir sabah Hazreti Bilâl tarafından Hücrei Saadet önünde irad olunmuş ve Resulü Ekrem'in emriyle sabah ezanlarına ilave olunmuştur.
Görülüyor ki ezan, tamamiyle ibadete müteallik dini bir iştir. Buna hiç kimsenin karışmağa hak ve salâhiyeti yoktur. Bin üç yüz küsur senedenberi bütün dünyadaki Müslümanlar, bunu Peygamberimiz zamanında okunduğu veçhile Kur'ân diliyle okurlar. Bu, İslâm vahdetinin en büyük sembolüdür. Her millet, bunu kendi lisanına tercüme etmeğe kalkışırsa bu vahdet parçalanır. Her Müslüman "Lâ ilâhe illâllah", Muhammedün Resulullah" derken bütün ruhile iman zevkini duyar. Bunun yerine "Tanrıdan başka yoktur tapacak. Tanrının elçesidir Mu- hammed" demekle hangi Müslüman var ki o zevki duyabilsin? Bu, Müslümanların iman ve itikatlariyle alay etmekten başka bir şey değildir. İşte din hürriyetine karşı olan bu tecavüzü kaldıracağını beyan etmekle hükümet çok müstacel olan bu vazifeyi ifa etmiştir. Bu itibarla hükümeti tebrik ederiz. Allah böyle bütün hayırlı icraatında muvaffak etsin.
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
varsa hepsini toplayıp bunların bertaraf edilmesi için ait olduğu makama bir lâyiha vermelidir. Madem ki antidemokratik kanunlar kaldırılacaktır, bunlar arasında din hürriyetini köstekleyen bütün kanunlar da bertaraf edilmek icap eder.
Bu münasebetle ezanın tarihçesi hakkında da birkaç söz söylemek muvafık olur. Namaz, Müslümanlara daha hidayette farz olmuştu. Mekkede bazan cemaatle, ekseriya da münferiden kılınıyordu ve namaz vakti gelince Müslümanlar hususî surette camie davet olunurdu. İslâma düşman olan müşrikerden çe- kinildiği için minarelerden ezan okunmak suretiyle Müslümanlar açıkça camie davet olunamıyordu. Medine'ye hicretten sonra İslâm düşmanlarından çekinmek endişesi bertaraf olunca namaza davet meselesini halletmek üzere Hazreti Peygamberin huzurunda bir meşveret meclisi aktolundu. Muhtelif tekliflerde bulunuldu. Resuli Ekrem, bunların hiç birini beğenmedi. O sırada ashabı kiramdan Abdullah B. Zeyd Hazretleri gördükleri bir rüyayı Hazreti Peygambere arzetti. Rüyada "Allahu Ekber Allahu Ekber. Eşhedü en lâilâhe illâllah. Eşhedü enne Mu- hammeden Resulüllah..diye ezan aynen kendisine talim olunmuştu. Hazreti Peygamber:
— İnşallah hak rüyadır, dedi. İşittiğin kelimeleri aynen Bilâle öğret! Onun sesi senden ziyade olduğu gibi güzeldir de. Aynen bu kelimelerle ezan okusun.
Bu hususta vahyi İlâhi de gelmiş olduğunu beyan buyurdular. Bunun üziren, sesi çok gür ve çok yanık olan Habeşli Bilâl ezanı Abdullah b. Zeydden öğrendi ve Mescidi Şerif civarında bulunan yüksekçe bir evin damına çıkarak ilk defa olarak sabah ezanını okudu:
"Allahu Ekber, Allahu Ekber, Eşhedü en lâ ilâhe illâllah. Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah. Hayyalesselâh. Ha- yalelfelâh. Allahu Ekber. Allahu Ekber, lâilâhe illâllah."
KUR’ÂN DİLİYLE EZAN
Başbakan Adnan Menderes’in "Ezanın Kur'ân dili ile okunması mevzuu" üzerindeki beyanatının geniş akisler yaptığı görülmektedir. Bunu antidemokratik bir manianın tashihi suretinde kabul edenler karşısında, böyle bir ıslahın iricaî bir hareket ve inkılâp hamlelerine aykırılık olacağını iddia edenler de var. Şu vaziyetler karşısında işin hem dünya mevzuatı, hem din ve imanın esaslarına taallûku bakımından tahkikine geçmeği uygun buldum:
Fer’i mevzuatın esas teşkilât kanununa mutabakatine dikkat olunmak ezlemdir. Böyle olunca, tâli kanun ve nizamlara aslın hükümlerini ihlâl veya ihmal eyliyen cihetlerin de tarafsız ilim ve hukuk gözü ile incelenerek aradaki tearuz ve tenakuzların yine kanun yolu ile kaldırılmasında acele edilmek zaruridir. Meselâ: mevcut Memurin Kanunun antidemokratik olması itibariyle tashih ve tadili nasıl bir mecburiyet hasıl eyliyorsa, esas teşkilât kanunundaki lâiklik prensibi ile taban tabana bir zıddiyet gösteren ezan okunması hakkındaki mevzuatı müdevverenin ıslâh ve tadiline gidilmesi de aynı şeydir.
Hiçbir kanun Teşkilâtı Esasiye kanununa muhalif olamayacağına ve bu kanundaki laiklik maddesi de "din ve imana bağlı ibadetlerin erkân ve adabına müdahale etmemeği" katiyen kabul eylemiş bulunduğuna göre, ezan meselesinin salim ve sahih mecrasına ircaı; zarureti diniye olmakla kalmaz, kanunî mecburiyet ve insan haklarına riayet olur.
Hukuk ya vardır, ya yoktur. Yok ise öyle sultanın adına istibdat derler, zulüm derler, bazan diktatörlük, bazan da şef sis-
Ezanın Kur'ân diliyle okunması Müslümanlara çok kıymetli bir Ramazan hediyesi olacaktır. Bir an evvel Hükümetin ve Büyük Millet Meclisnin bu hediyeyi millete bahşetmesi temenni olunur.
Eşref Edib
terkip ve tensikindeki manayı tercümede tamamiyle eda mümkün değildir. İkincisi, elfaz ve ibaratının muhafazası da sünneti müekkide oluşudur. Bu hususta sahih ve salim bir karara varmak üzere onu İslâm şeriatının daimi asliyesi olan edillei er- baadan hangi kısımlarına dahil ve şari canibinden neden ve nasıl vaz olunduğunu araştırmak icap eyler:
Edille; kitap, sünnet, icma’ ve kıyas olmak üzere dörttür. Sonuncusu olan kıyas, ilk üçüne tâbidir ve onlar da sarahati kâfiyebulunmayan hususlardadır. Ezan; kitap, sünnet, icma ile sabittir. Maide suresi 58 inci âyetinde "Ne zaman ki siz ezan ve kâmet ile nida eylediğinizde onlar (yani, imansızlar) namazı eğlence ve oyuncak sayarlar, istihzaları akılsız ve cahil kavim ol- duklarındandır." Cuma suresi 9’uncu ayetinde "Müminler cuma günü namaz için çağrıldığı (Yani ezan okunup namaz vakti ilan olunduğu) zaman Allahı zikre koşun, alış verişi bırakın. Bilmiş olsanız bu size alış verişten daha hayırlıdır." bu- yurulmaktadır.
Görülüyor ki bir kere ezan ile ilâmı keyfiyeti kitabı kerim ile nassan sabittir.
Bildiğimiz şekilde Arapça olarak tekrarına gelince: Bu da nassı kerim ile sabit olan ezanın, ashaptan bir kaçının gördükleri rüyada öğrendikleri ibarelerin Resulü Ekreme bildirilmesi üzerine, Cenabı Peygamberin Bilâli Habeşiye,
— Ya Bilâl kalk, Abdullahı Bin Zeyyid (Rüyada öğrenen zat) sana ne söylüyorsa öyle yap!
Buyurmasile, elfazı mahsusanın aynen tekrarı sünneti müekked oluşandandır. Böyle olmakla beraber; ezan vahy ile de teekküd eylemiştir.
Yukarıda arzeylediğimiz gibi bu işte tam ve kâmil bir icma'ı âm dahi mütehakkik bulunduğundan artık ne okun-
temi derler. Öyle ki bir insan haklarını çiğneyen sultanın hüküm sürdüğü yerde artık kanun, insan hakları, demokrasi mevzuu bahis olamaz. Var ise oradaki idare şekline hürriyet, demokrasi idaresi derler. Öyle olunca da asıl ve esasa uymayan baskıların kaldırılarak (hak)'ın kayıtsız ve şartsız hakimiyetine baş eğilmek iktiza eyler. Hukuku Esasiye'ye taallûk eden- keyfiyet; bundan ibarettir ve bunun karşısında indi ve inadî mütalâalar hükümsüz ve kıymetsizdir.
Ezarîın bir nevi Türkçe tercümesinin devamını isteyenler; inkılâp zihniyetinin yürürlüğünü bozmamak hususunu yanlış anlıyor ve ezartın ne olduğunu bilmemekten dolayı bunu sadece "Müslümanlara namaz vaktinin gelmiş bulunduğunu ilandan ibaret bir teamül" zehabına kapılarak Türkçe, yahut başka bir lisanla yapılmasında bir mahzur varit olamayacağını sanıyorlar. Bu iddia dahi hem dünya, hem din bakımından çürüktür. Farzı muhal olarak mahzur olmasa dahi devamı veya tebdili münhasıran îslâm halklarına ait bulunmasına göre müdahale olunmamak ve hak sahiplerine bırakılmak zaruridir. Halbuki, ezan ve kamet; alelâde bir devletten ibaret değildir. Şeari di- niyedendir. Elfaz ve ibaratında tegayyürata gidilemez. Bu hususta kısaca malûmat verelim:
Ezan: Lûgatta ilâm yani bildirmedir. Istılahta; "Muayyen vakitlerde muayyen lâfızlar ile ilâmı mahsustur." muayyen vakitler; namaz zamanlarıdır. Mahsus lâfızlar ise Resulü Ekrem Efendimizin Sünneti müekkedesidir. On dört .asırdanberi bütün hak mezheplere ve hatta bunlar dışında kalan îslâm mezhep fırkalarına intisap eylemiş bulunan İslâm adı altındaki bütün ka- vimlerin evkatı muayyenede tekrarlamakta bulunduklarına nazaran üzerinde müttefikan icmâ delili de tahakkuk eylemiş bulunan lâfzan ve şeklen mütevatir i’lâmı mahsustur.
Elfazmın tebdili iki noktadan caiz olamaz. Biri; lâfızların
Nasıl ve ne suretle başladığına gelince: Orasını da tekrar kısaca anlatalım: Ezan bilindiği surette teşri olunmazdan evvel Resulullah Sallâllahü Aleyhi Vessellem zamanlarında namaz vakitleri girdikçe birisi sokaklarda dolaşarak:
— Esselât, esselât.
Diye bağırırdı. Bunun güçlüğüne ve kifayetsizliğine karşı daha kolay ve makul bir tarz düşünüldü. Ashapla meşveret olundu. Meşverete iştirak elmiş bulunanlardan biri;
— Namaz vakti gelince bir bayrak dikiniz, halk bayrağı görünce birbirlerine haber verirler, fikrini ileri sürü ise de bu da Resuli Ekrem Efendimizce makbul görülmedi. Meşveretle tekerrür eyliyor, fakat bir kafi karara varılamıyordu.
Yine bir gün toplantı esnasında biri:
— Bir çan tedarik ederek onu çalarak ilan eylesek!
Dedi. Resulü Ekrem:
— Bu nasara âdetidir.
Bir başkası — Boru çalsak!
Fikrini ileri sürdü. Fahri âlem efendimiz buna:
— O da Yahudilere mahsus âdettir.
Bir başkası da, — Yüksek bir yerde ateş yaksak! Deyince ona da:
— O da Mecûsilere, yani ateşe tapanlara mahsus âdettir. Buyurup hiç birine beğenmediler.
Burada sırası gelmiş iken muhterem okuyucularıma şurasını da hatırlatayım:
İslâm bid’atleri, (yani sonradan vazolunan veya va- zolunmuş bulunan adetleri tekrarı) bid'at sayar. Fakat bu bid’ati ikiye ayırır: Biri Bid’ati hasene, makbul ve güzel bid’atler, di-
masında, ne de elfaz ve ibaratında tağyire mesağ ve imkan bulunamadığı da tavazzuh eylemektedir.
Görülüyor ki; ezan sadece bir davet ve ilandan ibaret değildir. İbadetlerin müteallekatından ve dinin şeairi ve efalindendir. Böyle olunca ondaki kanuni değişikliği tıpkı başka herhangi bir antidemokratik kanunun ilga ve ıslahı mi- sullu ele alarak salim ve sahih merciine yine kanuni yoldan sokmak gereklidir. .....
Kaldı ki, "Allahu ekber" tâbiri mubareki camiin içinde ve dışında namaz kılar ve kılmaz iken söylenebiliyor, ya- zılabiliyor ve böyle oluşu yalnız vehim ve hayalden başka bir şey olmayan irticaın baş kaldırmasına saik ve sebep olamıyor da, minarelerden yükseltilince mi tehlike meydana çıkıyor? Böyle bir dâva; müfsit ve batıl bir kaziyedir. Sûgrâsı da, Kûbrası da mugalâta ve safsatadan ibaret olduğundan çıkan netice de batıldır. Cehalet ve inada dayanan bir kanunî hatanın milletin iradesine ve ittifakına rağmen devamını istemek; ancak Halk Partisi’nin halk için insanlık hakkı diye bir şey tanımayan sapık zihniyetine revaç vermekten başka mana ifade eylemez.
Demokrasiyi, lâikliği yalnız kitap sayfalarında bırakır da onun gerçek gayesini hülûs ile tatbik cesaretini nefsimizde bulamazsak, yazıktır; lâikliğe gayri lâyık olur.
”Ezan”ın Teşrii
Ezan ile namaz vakitlerini ilâm Kur’ân-ı Kerim ile nassan sabittir.
Bildiğimiz şekilde ve Kur’ân dili olan elfazı mahsusa ile okunması Resulün sünneti müekkedesidir. Bu sünneti mü- ekkedenin tatbiki de on dört asırdanberi İslâm dinine mensup bütün kavimlerin aynen intibak ve mutavaat eylemiş bulunması ile tam ve şamil bir icma' olarak da tekid ve teyid olunmuştur.
Sesi senden yüksektir.
Bilâl ile beraber kalktık. Ben ona öğretmeğe, o da okumaya başladık. Derken, Ömer bin Hattap Radiyallahu anh bunu evinden duyunca hırkasını sürüyerek acele çıkıp yetişti ve:
— Ya Resulullah, seni Hak ile ba's eden Allahu Taalâya yemi ederim ki onun gördüğünü ben de rüyamda görmüştüm.
Dedi. Resulü Ekrem Sallâllahu aley vessellem de:
— Öyle olunca Allaha hamdü sena olsun, buyurdular. (I)
Rivayetler sahihdir. Şekilleri hakkında bazı farklar varsa da elfaz noktasından birbirlerine mütekarip, maksat ve gaye bakımından ise müttefiktir. Bir rivayete göre Hazreti Ömerülfaruk Radiyallahu anh bu rüyayı yirmi gün evvel görmüş, fakat söylemeyip saklamış. Abdullah bin Zeyd Radiyallaha söyleyince o da kendisinin gördüğünü de haber verince Cenabı Peygamber Efendimiz:
— Peki sen niye söylemedin?
Diye soruyorlar. Hazreti Ömer de:
— Ben söylemeğe utandım. Abdullah bin Zeyd benden evvel davrandı. Onun üzerine arzeyledim.
Cevabını veriyor. Düşünülürse Hazreti Ömer’in böyle bir mühim meselede tekaddüme cesaret edememesindeki incelik anlaşılır. Bunun üzerine nebiyyi muhterem efendimiz,
— Ya Bilâl! Kalk da bak. Abdullah bin Zeyd sana ne söylerse öyle yap. Buyuruyorlar.
1. Bak: Buharı cilt 1, sayfa 150. Müslim cilt-2 sayfa 3. Umdet-ül-Kari (Buhari Şarkî)-Mısır basması.
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
ğeri bîd’adı seyie yani kat’i zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde tatbik ve kabul olunan usuller ve adetler.
İşte, başka dinden ve milletten olanlara taklit ve teşbih olarak vazolunan adetlerden bir takımınnı makbul, bir kısmının da merdut sayılması bu yüzdendir. Ezan keyfiyetinde de böyle olmuştur, CEnabı Resul; Müslümanların namaz vakitlerini ilanda nusaraya, ve Yahud ve mecuse benzemelerini ve taklit eylemelerini uygun bulmamışlardır.
Namaz vakitlerini ilâm hususunda bir kararar varılamaması üzerine, meşverete dahil olan şair ashap gibi Abdullah Bin Zeyyid de çok üzgünlük duymakta idi. O akşam ayrılıp evine vardı, yattı. Tam uykuya dalmamış, yani uyku ile uyanıklık arası durumda iken bir rüya gördü. Ertesi günü gelip rüyasını Fahri Kâinat efendimize şöyle anlattı:
— Yâ Resulullah, rüyamda elinde çan bulunan birini gördüm. Ona "Ey Allah'ın kulu, şunu bana satar mısın?" dedim. Ne yapacağımı sorunca "Bununla halkı namaza davet ederim." dedim. Bana, "Sana bundan daha yarlısmı göstersem olmaz mı?" deyince, ben de "Hay hay!" dedim. Onun üzerine "Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber - Eş- hedüenlâilâhe illâllah, Eşhedüenlâilâhe illâllah-Eşhedüenne Muhammeden Resulullah-Hayyalesselât, Hayyalesselât- Hayyalelfelâh, Hayyalelfelâh-Allahu ekber, Allahu ekber- Lâilâhe illâllah" dedi. Sonra biraz geri çekilip yine bana dönerek "Namaza başlayacağın vaki şöyle dersin" dedi. "Allahu ekber", Allahu ekber-Eşhedü enlâilâheillâllah..."
Sabah olunca hemen size koştum. Haber veriyorum.
Bunun üzerine Fahri âlem Sallâllahüaley vessellem:
— İnşallah Hak rüyadır. Kalk yâ Bilâl! Bilâl ile beraber sen de kalk da gördüğünü ona öğret, ezanı o okusun. Çünkü:
namını da raf ve camidir, işte bu matlabı âlinin başkasının lisanından saduri, onun yüksek değerini bir kat daha açıklatmış olmaktadır.
Sabah ezanlarında "Esselâtü hayrun minenevm" ibaresinin ilavesi de şöyle olmuştur.
Bir gün müezzini Resul Bilâli Habeşî Radiyallahu anh, sabah vaktinin hulûlünü haber vermeğe geldiğinde Resuli Ek- remin biraz dalmış bulunduklarını görünce, iki kere:
— Esselâtü Hayrün minenevm.
Diye bağırıyor. Resulü Ekrem Efendimiz bunu çok beğenerek:
— Bilâl, bu ne güzel söz! Sabah ezanlarını okurken bunları söyle. Buyuruyor.
Ezanın tarihi bundan ibarettir. Bu kadar sarahatler karşısında artık; bir muhtasar tslâm tarihine bile göz atmağa lüzum görmemiş; İslâm dininin usuli iman ve edilesi hakkında hiçbir bilgi ve inanca sahip olamamış bulunmalarına rağmen sözde münevver geçinenlerin ve bir nevi gazeteci olanların Halk Partisi’nin çürük zihniyetine saplanarak batıl bir baskıyı kaldırmak hususunda efkârı umumiyenin isteğine uygunluk göstermek kiyasetini gösteren Başbakanın beyanatından ürkmelerindeki sebep ve saikler üzerinde durmak bana düşmez. Sadece; Allah ıslâh etsin demekle iktifa ederim.
Ezanı Tertip ve Tensik Eyleyen Lâfızlarda
Değişiklik Olamaz
Ezan; aklının gözü burnundan ilerisini göremeyen, ve menfaatine uygun gelenden başka tarafı, hak yol da olsa tutamayan gafillerin dedikleri gibi uluorta bir ilân vasıtası olmadığını anlattık. Ezan; onların sandıkları gibi olmak şöyle
Hasan Hüseyin ceylan
Nasıl olmuş da ezan; sahabeden birisinin yahut ikisinin rüyasına bina edilmiş? suali varittir. Herhalde bu meselede ashabı rüyasının vahy ile tekit etmiş olması kaviyen muhtemeldir. Nitekim Ebu Davudun "Merasil" inde kibarı tabiinden Abdullah Bin Umeyr tarikinden sabit olduğuna göre Ömer bin Hattap Radiyallahu anh rüyasını ihbara geldiği vakit dahi varit olmuş bulunuyordu. Müşarünileyh; rüyamı nakledeyim derken bir de bakmış ki Bilâl Radiyallahu anh ezan okuyor. Nebiyyi Ekrem Efendimiz Hazretleri kendisine:
— Bu dediğin husus için daha evvel vahy geldi.
Buyurmuşlardır Demek ki ezan; yalnız menâm ile değil, vahy ile de vüsuk bulmuştur. Ezanın; rüyadan sonra teşri olunmasındaki hikmet şudur:
Ezan: Resulullah Efendimize Miraçta gösterilmişti. Böyle oluşu; vahiyden daha kuvvetlidir. Ezanın farziyeti; Me- dineye hicret vaktine kadar tehir edip de nasa naaz vakitlerini ilan etmeği istediklerinde vahyi beklediler. Derken Abdullah bin Zeyd rüyayı gördü ve söyledi. O rüya; Cenabı Fahn âlemin miracında gördüklerine uygun düştüğünden:
— İnşallah bu hak rüyadır.
Buyurup daha evvel görmüş olduklarının arzda sünnet olması muradı İlâhi olduğunu istidlâl eylediler. Hazreti Ömer‘in rüyası da öteki rüyaya muvafık düşünce artık hükmü nebevi kuvvet buldu. Zaten, diğer makalemizde zikri geçen iki âyeti kerime dahi ezanın teşri'î vahyi münzele müstenit olduğunu göstermektedir.
Burada bir lâtife daha var: Ezanın iptida Cenabı Resulden başka bir kimsenin lisanından sadir olmasında Rabbanî hikmet vardır. Çünkü: Ezan; "Rafanaleke Zikreke" mansusu âlisine mutabık olarak Fahri âlem Sallâllahü Aleyhi Vessellemin mübarek
Fıkıhan yani İslâm hukukçularına göre: Şahit öyle bir haber vericidir ki, birinin diğerinde olan hakkını (Yakîn)e müstenit olmak üzere hüküm meclisinde ifade eyler. Şahit, aynı zamanda şahadetinde emin demektir; yani onun şahadetindeki bilgisinde eksiklik yoktur. "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" tâbirindeki şahadet de, şahidin nefsine karşı olduğu kadar, cemaati müslimine ilanı da onun ihbarındaki emniyeti ilâm etmektir. Allah'ın hakkını, kendisi inanarak umuma açıklıyor.
Muhaddislere göre Allah'ın vahdaniyetine inanmak ve ilân eylemekle bu maksat da hasıldır. Ehli münazara indinde, delilin tahallüfünden veya muhali istilzamından dolayı fesada delâlet eden şeydir. Allah'tan başka allah bulunması hem ta- hallüfü, hem muhali istilzam’eder, bundan dolayı fesadı muhakkaktır. Şu halde "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" ibaresinin sıhhati tamdır.
Şahit; kaideyi isbat eder. "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" da öyle bir şahittir ki, ona uyulunca dinin bütün kavaidi külliye ve fer'iyesi hep tevsik edilmiş olur.
Sufiye indinde, tecellidir, yahut insanın kalbinde mevcut olanın galebesi suretiyle lisanen zikirdir. Çünkü: Kalbin galebei ilmi, lisanen zihrini zarurî kılar. Gerçekten de öyledir, yürekten Allah'ın tecelli ve hidayetine mazhar olmadan, ağızdan "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" ibaresi çıkar mı? Hak; hak ile müşahededir. Mahlûk hâlike, masnu sani'a, merzuk razıka, mevcut mucide... delâlet eylediğini basiret gözü idrak eyliyor, vahdet ve ahadiyetin sırrını anlıyor ve yürekte galebei iman husul buluyor da lisan dahi "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" zikirle farizei rabbaniye olan ilâmı ve sünneti müekkede olan Resulün emrü talimini yerine getiriyor.
dursun, okunmasının ve ibarelerinin ehemmiyetleri kadar, dinlenmesinin bile edepleri vardır. Bir müslüman; hattâ Kur’ân okurken, yahut zikrullah ile meşgul iken ezanı duyarsa bunları tehir eder, dinler. Ezan okunurken selâm verilip alınmaz, başka işle uğraşılmaz, icabetten başka şey düşünülmez.
Elfaz ve ibarelerine gelince, bunlardaki manaları da bir derece açıklatmağa uğraşacağım, tâ ki Türkçe uydurma tercümesinin aslına benzemekten dahi uzak kaldığı ve esasında tercümenin mütemenni olduğu iyice anlaşılsın:
Eşhedü: Bunun karşılığı Türkçe'sinde hiç yoktur. Zaten aransa da bulunup konulamazdı. "Eşhedü; şahadet ederim" demektir. Şahade de haberi kat’ı idrak suretiyle ilim, yani görmüş ve bilmişçesine kat'iyen inanmış olmak üzere idrak ve tasdik vardır. Yani, ben olanca bilgi ve açıklık ile tam ve kat’î olarak inandığımı ilan ederim demektir.
Türkçe'de ve başka dilde bunun karşılığını bir tek "başka" kelimesi ile koymağa imkan olmadığı gibi, doğrudan doğruya "Tanrı uludur" sözüyle başlandığından "Eşhedü"nün lâfzı da, manası da ziyaa uğratılmıştır.
Birinci eksiklik buradadır "Eşhedü" kelimesinin maddesi asliyesi müştakati üzerinde de biraz duralım:
Eşhedü, şahadet getirmektir. Bu kelimeyi Araplar yemin makamında kullanırlar. Şahadet getirene şahit derler. Şu halde "şahit" ve "şahadet" nedir?
Şahadet lügatte, bir nesnenin hakikatine muttali olup kafi bilmek manasınadır. Istılahta, basar veya basiret ile müşahede sebebiyle hasıl olan ıttıla ve idrakten dolayı sadir olan kavilden ve ihbardan ibarettir. Haberi veren şahit ve fiili şahadettir. Bu itibarla Resul Ekrem Efendimizin isimlerinden biri de şahittir.
ile mevsufun zatını murat kabilinden Allah Teâlâ’yı bu kelime ile dahi kasdedip anmak caiz ve mümkündür.
Bu; bir nevi zikri cüz’; iradei kül kabilindendir. Amma iman ve usulü dinde, ”Tann", "Allah" kelimei ilâhiyesinin ne tam tarifi, ne de o kelimenin aynıdır. Meselâ: "Yaradana sığındım" da deriz. "Yaradan" elbette "Allah" tır. Bu bakımdan medhûlü elbette zâti İlâhidir. Fakat, "Allah" yalnız "Yaradan" değildir. Böyle olunca; Allah Teâlâ’nın bütün kudret ve sıfatlarını içinde toplayan eşsiz kelime; Allah'ın kendine verdiği isimdir. O da "Allah"tır.
Tâbirleri, ıstılahları, delâlet edicileri Türkçeleştirmek işinde "kelime", "lügat", "tabir" hatta ibare; usulü imana taalluk eyleyince onu Şari’i Azamin bize tebliğ ve talim buyurduğu şekiller ve lâfızlardan başka suretlerle ifade ve edâ caiz olamaz. Dini muamelâtta; lâfız ve kelimeler, mefhum ve meallerle mübadele edilemez. Kur’ân’ın tercümesinin aynen "Kur'ân" sa- yılamaması ve tercümenin aslına mutabakati ne kadar kuvvetli olursa olsun onun Kur'ân yerine ikamesiyle ibadette ve tilâvette kıraat olunamaması da bu sebepten ötürüdür. Böyle olunca, ibadet vaktini ilan ve müslümanları farizanın edâsma davet mak- sideyle muayen zamanlarda okunan "ezan" daki "Allah" adını hiçbir karşılıkla değiştirmek münasip olmaz.
"Allahu ekber": Bu tâbir; Allah'ın birliğini, eşitsizliğini, bütün kemal sıfatlariyle tavsifini toplar. "Allah" lâfzı; zâti rabbaninin kendine verdiği ismi zâttır. Böyle olunca, "Tanrı" kelimesi şöyle dursun gaffar, rahim, alim vesair misillû Kur'ân’da geçen isimler ve sıfatlarla dahi değiştirilemez. "Tanrı" kelimesi ile dua ve senada zâti kibriya kasdolunabilir, fakat ibadetlerde, tilâvetlerde ve bunların erkân ve şeairindc ikamesi mümtenidir.
Kezalik "Ekber" de böyledir. Ekber; ismi tafdildir. Ulu
Ulema indinde, garazı maksudun zikir suretiyle ilanıdır. Garazı maksut, tevhidi rabbaniyi ve onun teşri eylediği Resulün asaletini ilân ve sünnet olan elfaz ile namaz vakitlerini ilâm olduğuna göre bu da hasıldır. Usulde, münakaza ve muarızadan selâmeti tahakkuk ettirmek üzere kavanini şer'e uygun olarak vasfın mukabelesidir. Ezanda bu tarife mutabakat da mevcuttur.
2- Eşhedü enne Muhammeden Resulûllah: ibaresi için
dahi aynı mütalâalar tamamiyle varittir. Türkçe ezanda bir "Eş- hedü” kelimesinin bile karşılığını mecburen bulamamış olmaklığımıza rağmen, bu işe hala doğrudur ve devamında dinen bir mahzur yoktur diyebilmek için insanın ilim bir tarafa kalsın, alelâde "akıl" ile bağlılığını kesmesi icap eder!
Hem lügat hem din bakımından doğrultmak gereklidir. "Tanrı" olsa olsa belki "ilâh" karşılığı olabilir. Fakat "Allah ismi hâstır, ismi zâttır ve ıtlakı ancak "Allah" a muhassas ve münhasırdır. "Allah"a "ilah" denilir; fakat insanların mu- hayyelelerinin yarattığı her ilaha "Allah" denilemez.
"Allah", kendi ismi zâtını Kur'ân ile kullarına aynen "Allah" şeklinde tebliğ buyurmuş olduğuna göre bu kelime üzerinde artık hiçbir suretle değiştirme yapılamayacağı kesindir. Allah, sıfatlarına müteallik sair isimlerini de kullarına bildirmiş olmakla beraber, "Allah" lâfzı münifi bunların hepsini de içinde toplamış bulunduğundan İslâmın "Allah"ımn karşılığı -yalnız din bakımından değil, lügat ve tevsim noktasından da - ne "Tanrı", ne de başka herhangi bir lügatle ifade olunamaz. Tanrı; Allah'ın yerlerin, göklerin, bilinen ve bilinemeyen bütün mevcudatın, hattâ "âdem"in dahi hâlikı, mu- cidi olması itibariyle Allah’ın sıfatlarından olabilir ve sıfatı zikr
Bütün bunları "Tanrının Elçisidir Muhaınıncd" so/ııuıııı neresinden ve nasıl bulup çıkarabiliriz. "Resul" elçidir di isek "Nebi" nedir, her resul nebidir ama, her nebi resul dcpıldıı "Resul" ıstılah manasından çıkararak lügat manasiylc kııILmsuk da, yine "Elçi" karşılığı münasebetsizdir. Biz Türkçe'de elçiyi, devletten bir devlet başkanma gönderilmiş manada ahi 1/ I lal buki, vazifei rısalet; hassa değildir, âmmedir. Bunda devirli» 1. milletler, cemaatler ve fertler vardır. Demek ki burada "1 Içî" de uygun düşmemektedir. Kaldı ki, sünneti müekkede olarak mil tevattiren menkul lâfızları tebdile salâhiyetimiz dahi yoktur
Hâyyalesselât: Emir sigasiyle namaza davettir. Namazı ihya edin, onu canlandırarak Allah'ın nimetlerine karşı kulluk vazifenizi yerine getirin de dünya ve âhiret saadetine kavuşun demek olup ancak Resul kibiryanın bildirmesi ve öğretmesi ile malûmumuz olan taati ilâhiyeye davettir. Kula, vazifei uhtı diyetini ve şükrü nimeti ihtardır.
Hâyyalelfelâh: Saadeti daimeye davettir. Çünkü: Dün yada Allah'a karşı vazifesini yapmağa koşan elbette manevi hayatında huzura erer. Bunda, ahiretinizi düşünün, oradaki selametiniz için dünyadaki vazifenizi yerine getirin. Bunu yapabilmeniz; ancak Allah'ın hidayeti ve onun vereceği kuvvet ve istitaat ile başarılabileceğinden yardımına ve lûtfuna ümid bağlayarak tevfikini isteyin manası vardır.
Lâfızların tekrarlanması: Burası da ehemmiyetlidir. Bu tekrar ile tekit vaki oluyor. Teyiden hatırlatılıyor da "bak, bunları unutma!" demek oluyor.
Ezanın Faydalan:
— Vaktin geldiğini bildiriyor. Her vazifenin zamanında yapılması, ihmal olunmaması lâzım geldiğini muayyen va-
kelimesinde bu afdaliyet yoktur. Ekber lâfzında; mufadala da vardır. Bunu da İmam Gazali ile Muhiddin Arabî şu suretle pek mükemmel açıklıyorlar:
"Allahu ekber"deki mufadala iki itibarladır. Biri "Allah; haddi zatında ekberdir", yani "Allah" kendinden gayrisinden büyüktür" manasına değildir. Çünkü; hak ile beraber (yani, mukayesesi mümkün) başka bir şey yoktur. Zati haktan başka ne varsa hepsi de O'nun âsârı kudret ve icadıdır. Şu halde, "Allahu ekber"in manast (Cenabıhak; kendisini başkasının bilmesinden ve bildiğinden daha büyüktür -öyle bir Allahu ekberdir ki kendi büyüklüğünü ancak kendisi bilir, başkası bilemez) demektir. (Tanrı uludur) lafından bu mana çıkar mı?
İkincisi, (Allahu ekber) de Esmai ilahiye arasında mufadala vardır. (Allah) ismi; Allah’ın başka isimlerinin kâffesinden daha büyüktür.
Görülüyor ki, "Allah" ve "Ekber" lâfızlarındaki mana ve gaye bütünlüğü başka elfaz ile tercüme suretiyle edâ kabil değildir Çünkü: Bunda "mümin" olmanın birinci şartı elhis ve ce- molunmuştur "Allahu ekber" tâbiri ile; Allah’ın birliği, tekliği ve eşitsizliği, bütün kemal sıfatlariyle muttassıf ve nakaisten beri olarak tesbit ve tasdik olunuyor. Ondan sonra teslim geliyor:
Eşhedü en Muhammeden Resulûllah- Allaha imanı is- battan sonra Resuli tasdik suretiyle İslâmî tevsik vardır: Bu ikisini inanarak ve bağlanarak söyleyen mümin ve müslimdir. Bu kadarla da kalmaz. Resul Ekrem’in risaletini tasdik zımmında şerayi ve enbiyayı salifede tasdik olunmuş bulunuyor. Böy- lece, İslâm’ın hak din ve onun canibi rabbaniden vahyi yoluyla Resuli tarafından tebliğ ve tebşir kılındığını kabul suretiyle teslim tamamlanmış oluyor.
Görülüyor ki; ezan; şeair İslâmî izhar eyliyen bir mühim ilâmdır. Onda tağyirat ve tebdilât yapmak da her ne sebep ve sa- ikle olmuş olursa olsun bid'ati seyyiedir. Kanun yoluyla yapılmış olması esbabı meşeddede teşkil eder. En kısa yoldan, en kat’i şekilde kaldırılması ise, inkılâp severliğe aykırı olmayacak, "batılı kaldırıp hakkı ikame" eylemek itibariyle Kur’ân’m emrine ve müjdesine uygunluk teşkil edecek, yapanları yaptıranları Türk mileti sonuna kadar hiç şüphesiz hayırla yadeyleyecektir. "Nasdan hayırlı olanı, nasa hayrı dokunanıdır.”
Halkçı Gazetelerin Taarruzları
”Ezan"ın Kur’ân dili ile okunulması hususunda Millet Meclisi’nin bir karar alması beklenirken gazetelerden her biri de türlü mütalâalar neşreylemektedirler. Halk Partisi'nden lütuf ve nimet görmüş olanlar "Aman, inkılaplar elden gidecek!" yollu nara atarlarken, bir kısmı da bunu dosdoğru bir görüşle "Demokrasinin mecburiyetlerinden saymak" yolunu tutuyor. Biz: tahkikatımızı her bakımdan okuyuculara arzeyledik. Zaten; ezanın Kur’ân dili ile okunmasının dini bir mecburiyet olduğunu kimse söylemeğe ve yazmağa cesaret edemediği zamanlarda (Kasım 1947) tarihinde) Sebilürreşad da ilk defa bu mühim meseleyi efkârı umumiyeye arzeylemiş ve Türkçe ezan okunamayacağını sebepleri ve delilleri ile bildirmiştik. Artık; bu hayırlı ve elzem işe tahakkuk etmiş nazariyle bakabiliriz.
Bahsi eksik bırakmış olmamak üzere bekleyeceğiz. Halk Partisi umdelerine taraftarlık eden gazetelerde görülen başlıca tenkitlere karşı da cevaplarımızı vererek şahıslardan bahsetmeyeceğiz, yalnız söylenen sözlere cevap vereceğiz.
1- Bu işin bir telkin neticesi olduğunu söylüyorlar.
kitlerde müslümanlara ihtar eyliyor.
— Bir vazife mevzuubahs olunca, artık başka işlerin sonraya bırakılarak önce vazifenin yerine getirilmesinin unutulmamasını sağlıyor.
— İslâm ülkesinde, dört köşeden o diyarın İslâm'ın hüküm ve nüfuzunda bulunduğunu fahru şerefle ilan eyliyor.
— İslâm dini sâlikleri arasında İslâm'ın azamet ve feyzine dayanan bir kardeşliğin, gönül birliğinin varlığını talimi Resulûllah ile cihana ilâm eyliyor. Beş vakitte, ihtilâfı metali'i göz önüne alırsak, günün hemen her saatinde İslâm ülkelerinin her birinde Ezanı Muhammedi âfaka yükselmektedir. Soyu ve boyu, rengi ve mezhebi ne olursa olsun, İslâm'ın her buunduğu yurtta aynı lâfızlar ve cümleler tekrarlanıyor. Bu büyük vahdet; nasıl kıyılmadan kasden yıkılabilir de, öyle bir hareketin karanlık semasına, aydınlık vasfı takılabilir?
— Halkı topluluğa davet eyliyor ve hayır ve bereketin cemaatte ve cemaatin gönül birliğinde olduğunu anlatarak icabeti ilan ediyor.
Ezanın davet eylediği topluluk; insanlığın haklarına şeref veren bir birleşmedir. Orada hürriyet vardır, istemeyen zorla sokulmaz. Pantalon ütüsü bozulacağından korkan girmeğe icbar edilemez Yanındaki din kardeşinden iğrenip tiksinecekler gelsin buyursun, yer ayırdık denilmez. Tam bir müsavilik vardır. Zengin ile fakir, âlim ile cahil, hâkim ile mahkûm, vali ile köylü yanyana, aynı saftadırlar. Her birinin gayesi de rızayı rabbaniyi celbdir. Maksatları, vazifelerini yerine getirmektir. Hepsi de masayı kapı dışında bırakmışlar. Allah’ın huzuru azametinde onun lütuf ve inayetine gönül bağlamışlardır. Kesret, vahdette gark ve helâk olmuştur. İşte ezan, İslâmları bu manevi huzur ve zevke ulaşmağa davettir.
Şef sistemi fermanferma iken cemiyetler kanununa uygun bir cemiyet kurulmak üzere resmi kanaldan teşebbüse geçince, emniyet makamları Halk Partisi il merkezine sorarlar ve ondan emir almadıkça müsaade etmezlerdi. Başka İçtimaî, ve siyasî işlerde aşağı yukarı böyle idi. Ricalülgayip her işe burnunu sokarlardı. Hatta gazete kapatmak ve matbaa basmak gibi, muayyen bir topluluğa yaptıracakları nizamlı (!) kıyamlarda dahi idarenin ipini ellerinde tutarlardı. Halkçı muharrirlerin "telkin”, "emir”, "ihtar” dediği nesneler o zamanlardan alıştıkları kötü göreneklerdir.
Sandık başlarında ne biçim rey verildiğini, daha doğrusu verdirildiğini bilmeyen kalmamıştır. Lâkin, berrak ve temiz sudan içmemeği ve geçmemeği tabiati rasiha yapan inatçı mahlûkat; milletin demokrasi ve lâiklik icaplarını, yerine getirmekteki samimi arzularını da, "telkin” saymakta mazurdurlar. Gayipten telkine ve idareye alışmış ve menfaatlerini bunda bulmuş olanlar; başkalarını da kendi cinslerinden sayıyorlar, ama yanılıyorlar. "Telkin" yoktur. Hak ve hakikatin yükseltilmesinde milletin hakkı hakimiyetini kullanması vardır.
"Memlekette gerçekten Arapça ezan okutulmasını şiddetle isteyen umumi bir cereyan var mı?" diyorlar.
Elbette var. Hem bu cereyan o kadar umumidir ki altı okla yaralanmamış ve şef sisteminin nimetlerine bağlanmamış olan bütün İslâm halkının baş dileğidir. Millet: kendini Millet Meclisinde vekilleriyle temsil eder. Keyfiyet oraya arzolunduğu zaman muvafakat edeceklerin azlık mı, büyük çoğunluk mu olacağını görmek için uzun zaman beklenmeyecektir. Milletin imanından fışkıran oybirliği var, oybirliği...
"Memleketin doğusuna doğru bu gibi temayüllerin daha çok yaygın bir hal arzettiği gözden kaçmıyormuş!"
Çünkü seçim günlerinde hemen her yerde halka, iktidar değişirse camilerde Arapça ezan okunacaktır” denilmiş!.
Bunda hayret olunacak ne var? Halk Partisi; diktatörlük zihniyetini temsil ediyordu. Lâiklik, istibdat saltanatının istediği biçimde tatbik olunduğundan, esas teşkilât kanuniyle teyid olunan insan haklarının izharı keyfiyeti de bir umumi istek olarak yüreklerde yaşıyordu. Fakat, bir fırkanın keyfemayeşa satveti; halkın müşterek oylariyle yıkılınca artık hakkın batıldan ayrılması tabii oldu. "Telkin" filân yoktur. Milletin lâikliği tam anlayışla tatbikini istemesi ve imanın âdap ve tealimi hürriyetine dokundurmaması vardır.
"Bu telkinata önayak olanlar kimledir?" diye soruyorlar.
Kim olacak? Herkes, Çünkü: Her ferdin yüreğinde sapıklığın düzeltilmesi arzusu yaşıyordu. Telkin bizatihidir. Ve Allah’ın hidayetidir.
"Arapça ezan talebini destekleyen siyasi hizip, zümre, parti var mıdır?" diyorlar.
* Hani tilkiye "tavuk kebabı yer misin?” diye sormuşlar da, “aybl^durup dururken insanın güleceğini getirirsiniz!” demiş. Hizip, zümre, parti buyurduğun nesne, fertlerin topluluğu demek ise, ezanın Kur'ân dili ile okunmasını istemeyen bir tek müslüman Türk bulunmadığına göre, hizip, zümre pari hangi tarafta kalanlar olur? Halk Partisi desteklemeye alışmıştır. Başka partiler desteklemez, millet tarafından desteklenir. Alışmış kudurmuştan beterdir diye bir ata sözümüz var. Şefçiler "telkin", "destekleme”, "dürtme”, "dürtüştürme", "susturma", "söyletme” gibi yüksek idare adabına alışmışlar, kendilerinin kötü gelenekleri başkalarında da var sanıyorlar. Bu bapta şöy- lece maruzatta bulunayım:
“Adnan Menderes; Arapça ezanı isteyen kuvvetli ve umumi cereyana karşı duramamış da, gazetelere gülümseyerek malum beyanatta bulunmuş!”
Kur'ân dili ile ezan; sadece bir içtimai mevzu değildir. Din ve iman usulüne bağlıdır. İslâm şeriatinin temeli olan dört delilden kitap, sünnet ve icma'a inanılınca; okunulması farz, Kur'ân dili ile olan elfaz ve ibaratını aynen tekrar sünneti mü- ekkede ve böylece yapmak, umumi ve müttefik bir içma ile tamamlanmış olduğu bilinir ve öylece yapılır. Başbakan da El- hamdülillâh bir müslüman Türktür. Doğruyu, samimi imanın iktizasını tebessüm ve sevinçle yerine getirmeyecek de, Halk Partisi şeflerinin sapık zihniyetlerine mi uyacaktı. Elbette yapamazdı ve yapmadı ve bundan dolayı da hakkiyle sevgimizi kazandı. Bir milletin kahir çoğunluğunun sevgisini toplamak karşısında, şefçilerin tarizine uğramış bulunmak da şereflerin en şereflisidir.
“Ezan Arapça mı okunmalı, Türkçe mi okunmalı? Eskiden medrese varmış, mekteplerde Arapça okunurmuş, şimdi bunlar kalkmış yerlerini milli dil almış, müslümanlar ibadetlerini tilâvetlerini milli dil ile yapmalı imişler!"
Dinin temellerini yıkmak, usul ve adabını bozmak için dayndığınız tek çürük daldır. Cevaplarını, ben âciz dahi çok vermişimdir, fakat tekrar edeyim.
Ezan; dil meselesi değil, din meselesidir. Evvelce mekteplerde ve medresede Arapça okutulduğudan değil, Kur'ân dili ile okunması din ve imanın erkân ve âdabından bu- lunduğundandır. Farsça, Afganca, Ordu, Belûç, Endonezya dilleri, farklı Türk ve Tatar lehçeleri, Çince, Japonca velhasıl dünyada ne kadar dil varsa hepsinden biriyle konuşan her kavim ve millet on dört asırdanberi Kur'anı da, ezanı da Arapça okuyor
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
Münafıklığın, fitneciliğin bundan kötüsü olamaz. Doğuyu batıya jurnal ediyorlar. Türkiye’de şark, garp, şimal, cenup coğrafi tabirler olmaktan başka mana ifade etmez. Yur- dunuzak yakın her köşesinde yaşayan vatandaşlar birdir, mü- şavidir ve kardeştirler. Kardeş kardeşi sever ve haklarına hürmet duyar. Kardeşlerin aralarını bozmak isteyen fitnecilere Allah da, kul da lânet eder. Hey gafil, sen nerede, hakikat nerede!
Halk Partisi’nin, perde arkasından emir yürüten şefleri millet camiasından tardolunamadığı gibi eskiden ister şeyh, ister başka bir şey olsun hiçbir ferdi de kanunla sağlanmış insan hakları dışında bırakmak kabil değildir. Halk Partisi propaganda yapacak da onlar yapamayacak mı?
Yoksa: “Hasso" ile "Memo": cephede döğüşmeleri ve ölmeleri iktiza eylediği zaman vatan çocuğudur, reyini kullanmak ve Millet Meclisine girmek sırası gelince matrut ve merdut mudur? En az İncedayı kadar Hasso da, Memo da hem seçecek, hem seçilecek, hem de imanını ve fikrini müdafaa edebilecektir. Türkiye'de sınıf farkı, artık zümrenin tahakkümü devri artık göçtü.
Yalancının yatsıya kadar yanabilen mumu söndü! Kardeşlerin, birlik, beraberlik, hak güneşi doğdu. O kara gözlüğü bıraksınlar da açılan nurlu yola baksınlar..
Çeyrek asır, şefçiler dilediklerini söylediler, istediklerini dinlettiler ve işlerine gelenleri yaptılar ve yaptırdılar. Şimdi sıra millete geldi, millet söyleyecek, Hasso ve Hasan isteyecek. Memo ve Memiş yaptıracak, onlar da hem dinleyecek, hem milletin umumi isteklerinin hüküm ve nüfuzuna boyun eğeceklerdir. Demokrasi ve hürriyet işte budur.
İster bana sorsun, ister salâhiyetli din makamlarına, isterse İslâm dünyasındaki bütün üniversitelerde "Usuli Din” tedris eden profesörlere, alacağı cevapların neticeleri hep aynı olacaktır: Olamaz..
10- "İnkılâplar bir bütündür. Bir halkası koparılınca ötekiler de birbirini koparır. Medrese, türbe, tekke, arap harfi, arap tedrisatı, sarık, tesettür vesaire bir bakımdan birbirinin mütemmimidir ve lâisizm ile alakalı değildir." diyorlar.
İşte korkunun sebebi budur. Neden birbirinin mütemmimi oluyorlarmış? Bugünün dünyasında yaşamakta olanlardan hiç biri de (lâyuhtî) değildir. Bir (lâyuhti) lik iddia eden vardır: O da vekaleti Yesuiye makamının calisi Papa cenaplardır, ama onun İslâm dini ile münasebeti bulunmak şöyle dursun. Nasara âlemindekilerin hepsince de bu yetkisi tasdik ve kabul olunmuş değildir. İnsanların söyledikleri ve yaptıkları doğru ve yanlış olabilirler. Hükümleri ebede kadar da sürmez. Bir zamanda mecburiyet olan, başka zamanlarda mecburiyet ve zaruret olmaz. Halefler; daima seleflerinin sözlerini de, mevzuatını da kendi zaman ve muhitlerinin iktizalarına göre tadil ve ıslah ihtiyacmdadırlar. Bu tadil ve ıslah ile, halef şeref kazanır. Böyle olunca, demokrasinin olmadığı zamanda konulmuşlar, kat’i zaruret ve mübrem ihtiyaç bulunmadan demokrasinin hüküm sürdüğü zamanda yürütmekte ısrar edilmeden zarar gelir. Ezanda Bu cümledendir. Hem; İslâm şeriatında, "zamanın tegayyürü ile ahkâmın tağyiri caiz olabileceği" kaidei usu- 1 iyesine sarılarak muamelâtı teşriiye teferruatında tebdilât ve tağyiratm cevazına akıl erdirebiliyor da; çeyrek asır evvel konulmasında (öyle diyelim!) lüzum görülmüş bir vaz'ı kanuninin
ve okumaktadır. Bunun Arapça’yı öğrenmek ve öğrenmemek, mekteplerinde okutmak ve okulmamakla münasebeti yoktur.
Dua başkadır, ezan ve Kur'ân başkadır. İbadetlerin ve tilâvetlerin eşkâl, erkân ve âdabında tadilât yapılamaz. Yapılırsa bu tadilâtın İslâm dini ile alâkası kalmaz. Sihhatle tercümesine gelince: Hiçbir lisanda tam karşılıklarını bulmak maddeten mümteni, dinen gayri caizdir.
9- Bazıları "bütün bu soruları etüd edip bir cevaba bağlamak bizim ne salâhiyetimiz dahilindedir, ne de karışmak isteriz." diyorlar.
Tek doğrusu da budur, ama yine de karışıyorlar. Hani Nasreddin Hoca bir gün kürsüye çıkınca hatırını toplayamaz, cemaate:
— Yahu, ben size vaaz edeceğim ama, hatırıma bir şey gelmiyor! deyince, orada kürsünün dibinde çömelen çocuğu:
— Baba, hiçbir şey hatırına gelmiyorsa, oradan inmekte mi hatırına gelmiyor? der. İşte bu baylar da böyle. Susmak o kadar güç müdür ki bir sürü başı sonunu tutmaz lafları yazı diye gazeteye geçirirsin!
Elbette onun ve benzerlerinin salâhiyetleri haricindedir. Ve kendisi gibi salâhiyetli olmayanların zorlariyle yapıldığından şimdi düzeltilmesi zaruri olmuştur.
O salâhiyetli değildir, ama ben salâhiyetlilerden biriyim. Ve Sebilürreşad da Kur'ân'm ve ezanın yerine neden dolayı tercüme konulamayacağını hem dünya mevzuatı hem din esasları noktasından incelemişimdir. Okumak zahmetini ihtiyar ederlerse öğrenirler.
YEDİNCİ BÖLÜM
EZAN DELİLERİ NİN LİDERLERİNDEN
HACI YUSUF EFENDİ:
”ANKARA HACI BAYRAM CAMİİNDE
YASAK SONRASI İLK ARAPÇA EZANI
BEN OKUDUM"
H.Hüseyin Ceylan : Yusuf Amca! 80 yaşına gelmiş olmasına rağmen söylenildiği gibi gerçekten iri vücutlu, geniş omuzlu, pehlivan yapılı bedeninizden hiç bir şey kaybetmemişsiniz. Hele sizi göğüs hizanıza inmiş olan o sakalınızla daha bir heybetli görüyorum. 1940-50 yılları arası Ezan-ı Muhammedi okuma uğruna atlattığınız badireler, hapishane hayatları, işkenceler ve en son dört kez Bakırköy Akıl Hastanesine götürülüşünüz, dönemin pehlivan yapılı siz kahramanını iz sürerek bizlere bulmaya yetti.Şimdi o dönemin mahkemeleri, emniyet tutanaklarına geçmiş bir Ezan-ı Muhammedi delisi olarak başınızdan geçenleri anlatır mısınız?
Yusuf Özcan : Ben 1923-1950 yılları arası müs- lümanlarını önce aldatılmış sonra da kendilerine Islâm adına zulmedilmiş insanlar olarak görüyorum. Eğer bakarsanız Milli Mücadele tarihine, önce ulemanın ve meşayıhın fetvasıyla, sonra da sarıklı ve sakallı erkanın vatanı savunmasıyla işe baş-
bir taraftan aslında selâmet bulunmamasından, diğer taraftan esas teşkilât kanununa aykırı olmasından ve hepsinden fazla olarak artık millete siyasi bir olgunluk tamimiyle tahakkuk etmiş bulunmasından dolayı salim ve sahih mecrasına ircaı neden caiz olamıyormuş?
Millet; hakkını ve hürriyetini iyice idrak ederek olgunlaşmıştır. Eğer böyle olmasaydı son seçimde Halk Par- tisi’nin şef saltanatını yıkabilir miydi? Millet şimdi maddiatı kadar maneviyatına da hakim olmak şerefine erişmiştir. Din ve imanı üzerinde, zümre baskısı istemiyor, burasını anlayamamak için şeflik postundan keramet (?) bekleyenlerden olmak lazım gelir!
Halbuki; İslâm Türk milletinin, artık ricalülgayibin is- tidraç ve afsunlariyle uyuşturulmağa tahammülü de bekleyecek vakti de kalmamıştır. Böylece malûm ola!
M. Raif Oğan
caddesine girerlerdi. Tabi en başta da başörtüsünü kurtarmış olurlardı.
Hani biz bugünlerde Bulgarlara çok kızıyoruz. Oradaki Türklere zulüm yapıyorlar diye. Geçen bir gazetede gördüm yazmışlar oraya Adı : Mehmed îsmailoğlu, Suçu : Namaz kılmak, Cezası : BELENE diye. Peki Bulgarlar böylesine zulüm yapıyor diye kınıyorsun da, yıllardır bu müslüman memleketinde, en son Anayasa’nın gerekçeli kararında da olduğu gibi her an inananlara ve özellikle de slâm’ın örtüsüyle örtünen başörtülü kız öğrencilere yapılan zulmü kınayabilecek misin? Aslında o gazetelerin Bulgaristandan verdiği bu haberin yanına, Adı : Ayşe Güzel, Suçu : Başörtüsü, Cezası : Üniversiteden atılmak diye de bir haber koymalı ve "Burası Türkiye" diyebilmelidir.
^\lşte bu yüzden de önce aldatıldığımızı ve sonra da hâlâ bitmek tükenmek bilmeyen zulümlere muhatap olduğumuzu söylemek istiyorum.
Ben bunları niçin söyledim biliyor musunuz? Sizin sorduğunuz o zulüm dolu yıllar, biraz renk değişikliği ve ton değişikliğiyle yine devam ediyor da ondan. O zaman Ezan-ı Muhammedi ve Kur'ân’a yönelen zulüm vardı, şimdi Allah'ın kadınlarımıza emri olan başörtüsüne ve hatta bütün bir Ahkam- ı Kur’âniye'ye karşı bir zulüm var.
H. Hüseyin Ceylan : Söyledikleriniz hissiyatımızdır. Ancak biz yine yaşadığınız o karanlık dönemin hatıralarıyla başbaşa olsak. Hangi şartlarda Kur’ân eğitimi görüyordunuz, sıkıntılarınız neler olmuştu?
Yusuf Özcan : Ben Ankara Çubuk kazasının Guruveren köyündenim. O yıllar zaten Ankara'da dini yaşantı açıdan en
lanılmıştır. Bizler ve bizlerden önceki ecdadın en büyük özelliği vatanla beraber dini koruma ve dinimize, kitabımıza ve kadınımıza namahrem elinin değmemesi için var gücümüzle çalışmak idi. Çanakkale'de Kanada, Avustralya, İngiltere ve Fransızları o yüzden boğazın dibine göndermişti ve dinimizi, kitabımızı, namusumuzu korumak için yedi düvel'e "Çanakkale Geçilmez" dedirtmiştik. Hakeza Anadolu’nun kurtuluşunda savaş verenler ve yunan gavurunu denize gömenler bu inançlar uğruna savaş vermişlerdi.Şimdi bakınız bakalım niçin savaş verdiğimizin bir anlamı kalmış mı? Bakın bizim Çanakkale Boğazından geçirmediğimiz düşmanlar, bugün soframıza kadar, hatta Televizyon vasıtasıyla harim-i ismetimize kadar girmiş dunundalar. Yine Ege kıyılarımız, sahillerimiz, Yunanistan kıyılarından ve sahillerinden bir farkı kalmadı ki. Ma- raşta Fransız gavurunu dışarı atan ve kadınımızın örtüsüne namahrem elini uzatanlara ders verişimizden dolayı bugün Sütçü mam'ın memleketine Kahramanmaraş ünvanı verilmiş ve böylece bir Kahramanlık madalyasıyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir şehrimiz madalya almış olmuştur. Ya şimdi! Fransız gavurunun bir bacımızın örtüsünü başından çıkarmaya gücü yetmediği ve bu yüzden de savaş verildiği o beldede bugün Kahramanmaraş’ta en başta bir din okulu olan İmam Hatip Okulunda başörtülü kız öğrenciler okuyamamaktadır. Bütün Türkiye’de de iffetin, hayanın sembolü olan o örtü en başta İmam Hatipler olmak üzere her yerde yasaklanmıştır.
İşte ben bu yüzden Cumhuriyet dönemi müslümanlarını aldatılmış olarak görüyorum. Eğer şimdi Çanakkalede savaş verenler, Ege'de yunanı denize dökenler, Maraş’ta Fransızı kovanlar mezarlarından bir kalkabilmiş olsalardı, emin olun önce bizimle savaş verirler ve yeniden bu memleketi kurtarma mü-
ğerli hocası alim bir zat olan Ali Balım Hoca’yı akşam üstü evini basarak jandarmalar alıp götürdüler. Hakkında talebe okutuyor, Kur'ân öğretiyor diye şikayetler olmuş. Zavallı hocayı bir sürü eza ve cefadan sonra Çubuk Merkeze götürüyorlar ve türlü türlü işkencelerden sonra, en başta sakalını traş ettikten sonra ona talebe okuttuğunu itiraf ettiriyorlar. Mahkeme edip 55 gün hapis cezası veriyorlar, üstüne üstlük 1945 yılının parasıyla da 50 lira para cezasına çarptırıyorlar. O günlerin ne demek olduğunu şöyle bir düşünün. Ben size söyliyeyim 50 liraya tam beş tane öküz alınıyordu o yıllar. Yani şimdinin en az 5 milyon Türk lirası.
\ THt Balım Hoca bu parayı damındaki büyükbaş hayvanları satarak karşılayamadı da, köylü gerisini tamamladı. En çok hapiste 55 gün yattığına veya 50 lira para cezasına çarp-
• tırıldığına üzülmedi de Îslâmî hayatının bir sembolü olan sakalının kesilişine üzülmüştü.
H. Hüseyin Ceylan : Yusuf Amca! Tabi sizin o dönem resmî makamlarca en tanımlı olduğunuz yön sürekli Arapça ezan okumanız ve her şeye rağmen Arapça ezan okumayı, yasak olmasına rağmen sürdürmüş olmanız. Bize o hatıralarınızdan da bahseder misiniz?
Yusuf Özcan : Ben Ankara Hacı Bayram Camii'nde bir Cuma vakti ilk Arapça ezanı okuyan kişiyim. Yıl 1942 idi. Benden önce Ankara'da ilk Arapça ezan Zincirli Camiinde okunmuştu ve onu okuyan da yine bizim tanışlardan Sadık Ça- kırtepe isimli bir kardeşimiz idi. Ben ondan bir sene sonra, fakat Hacı Bayram Camii gibi önemli bir camide okumuştum. Vakit Cuma vaktiydi dışarıda Türkçe Ezan okunmuş, Cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca hutbe irad ediyordu. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği için hep ümeraya
dikkat çeken ilçeler başta Çubuk, sonra Beypazarı ve Kızılcahamam’dır. Çubuk ve havalisi Ticani tarikatı nede-niyle çok büyük takipler görmüş ve nice insan tutuklanıp götürülmüştür. Benim Türkçem çok iyi olduğu için okuma- yazmanın da iyi olmasıyla o zaman köylerde "Eğitmen"lik denilen bir çeşit öğretmenlik mesleği vardı. Ben de bu özelliklerim dolayısıyla Çubuk Kaymakamlığı tarafından Çubuğun Sığırlıhoca Köyüne 1940 yılında eğitmen olarak gönderilmiştim. Sığırhhoca Köyü’nün tabir yerin-deyse tek öğretmeniydim. O yıllarda hocalar sürekli takip edilirken, öğretmenler hiç takip edilmiyordu. Biz de bu durumu fırsat bilerek, asıl eğitim Kur'ân eğitimi ve öğretimidir diyerek okula gelen kız-erkek 250 kadar ilkokul öğrencisine h^r gün Elifba öğretiyor, Elifba'yı geçenlere de Kur'ân ve Amme cüzü öğretiyordum. O havalide pehlivanlığım, daha doğrusu cesaretli yapım ve dine düşkünlüğümden dolayı her şeyi göze alabileceğim herkes tarafından bilindiği için kimse beni jandarmalara ”bu talebelere Kur'ân okutuyor" diye şikayet edemezdi. Daha doğrusu şikayet edenin başına neler geleceğini çok iyi bilirlerdi. Nitekim 1942 yılında hakkımda ilkokulda Alfabe yerine Elifba öğretiyor diye bir şikayet olmuştu. Ben her halükarda alfabeyi de öğrettiğim için jandarma ve memur teftişini ucuz atlatmıştım. Ancak sonra o şikayet eden kişiyi zorla bulup, bütün Sığırlıhoca Köyü’nün gözleri önünde o kişiye, hani derler ya, tam anlamıyla "eşek sudan gelinceye kadar..." sopa çekmiştim. İşte bundan sonra da o köyde bizi veya başkasını hiçbir zaman şikayet eden olmadı.
Fakat kendi köyüm olan Guruveren Köyünde bir çok şikayetler olmuş ve köyümüzde bulunan Ali Balım Hoca nice eziyetlere düçar olmuştu. Bir keresinde 1945 yılı idi, Köyün de-
vüldüğümü hiç hissetmiyordum. Jandarma ve Yüzbaşı hırsını alınca beni 5 polise teslim ettiler. Ve "bunun tutanağını tutun, hemen hapse gönderin"diyerek Hacıbayram Karakolunu ter- kettiler. Bu sefer de polisler bana vurmak istediler. Ancak polislerin vurmasına dayanamadım, ben de onlara mukabele etmeye başladım. Hatta tam bir polise yumruk atmıştım ki, kapı açıldı ve Karakol Komiseri içeri girdi. O esnada yumruğumun tesiriyle polis yere yıkılmıştı. Hemen komiser sordu: "Ne yapıyorsunuz bu adama?" diye onlarda, "Hacıbayram Camiinde ezan okumuş bu adam? Orada Allahü Ekber demiş" diye cevap verince, Karakol Komiseri çok imanlı bir adammış, hemen polislere dönüp: "Hiç Allah diyen adam dövülür mü? Siz de hiç mi vicdan yok, derhal serbest bırakın adamı" deyince onlar da beni hiç müzekkere yazmadan ve savcılığa havale etmeden serbest bırakmış oldular.
İşte bu hadisenin hemen akabinde bir gün rüyamda Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’i görmüştüm. Benim sırtımı sıvazlayarak, "Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya devam et. Onlar "Tanrı Uludur" dedikçe ben çok rahatsız oluyorum. Sîzlerin "Allahü Ekber" sesleri bizi çok sevindirdi" diyerek bana iltifatlarda bulundu. Bu rüya benim hayatımın dönüm noktası oldu ve bu rüyadan sonra bütün tehlikeleri göze alarak her yerde Allahü Ekber demeye çalıştım. İster dışarıda, ister hapishanede ve ister akıl hastanesinde nerede bulunursam bulunayım hep "Allahü Ekber" diyerek ezan okumaya devam ettim: Ta 16 Haziran 1950 Demokrat Parti iktidarına ezanı yeniden Arapça haline çevirdiği güne kadar. Bu zaman zarfında belki en az 80-100 kez nezaret gördüm. 8 kez hapis hayatım oldu, 5 ayrı kez olmak üzere de toplam 17 ay sürekli Arapça ezan okumam dolayısıyla Akıl Hastanesine yatırılışım söz-
itaat, Devlete ve vatana bağlılık konuları işleniyordu. Ben üst katta şimdiki müezzin mahfelinin bulunduğu yerdeydim. Hocanın okuduğu hutbeye çok bozulmuştum. Çünkü hoca aleni olarak bizi Halk Partisi'nin, dolayısıyla hükümetin bu dinsiz uygulamalarına körükörüne itaate davet ediyor ve bunun için de "Ulu’l emre itaat" diyerek sözlerine Kur’ân âyetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu. Zaten böyle bir imamın arkasında namaz kılmanın durumu sarihti. îşte bu düşünceler içerisindeyken, hoca hutbeyi bitirir bitirmez ayağa kalkıp iç ezanı Arapça olarak okumaya başladım. Özellikle Cuma günleri büyük camilerde camiin dışında ve içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep : Hiç kimse Arapça ezan okumasın.
Ben ezana başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Hiç unutmam başlarında bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı ben "Hayyaales Salah”a gelince ağzımı elleriyle kapatmak istedi, iki ayağımdan da jandarmalar tutup beni götürmek istediler. Daha ezanım bitmemişti. Önce eliyle ağzımı kapatan yüzbaşının parmaklarını bir güzel ısırdım. O beni bırakınca zaten güçlü bir yapıya sahiptim, hemen iki ayağımı tutan jandarmaları ayağımdan fırlattım ve ezanıma kaldığım yerden devam edip bitirdim. O sırada imam efendi de minberden iniyordu ki, "yakalayın bu adamı ey cemaat!" diye bağırıyordu. Ben de, "Asıl ben seni yakalayacağım, seni fasık adam seni" diyerek mukabele ettim. İşte o esnada dışarıdaki jandarmalar da gelmişti beni tam 6 jandarma zor yakaladı ve başlarındaki yüzbaşıyla birlikte beni Hacıbayram Karakoluna götürdüler. Orada en başta Yüzbaşı, sonra da kendilerini uğraştırdığım için bütün jandarmalar bana yoruluncaya kadar sopa atmışlardı. Onlar her vurdukça ben Allah diyor veya Allahü Ekber diyor, böylece sanki dö-
çundan karakolda toplanmış olmuştuk. En önce ben yakalandığım için beni dönemin Ankara Valisi, Vali İzzettin Çapar’a götürdüler, Ankara Valisi bana, "senin suçun ne?” diye sordu. Ben de "Efendim benim suçum Allahü Ekber" diyerek
Arapça ezan okumak" dedim. "Niçin öyle okuyorsun?" diyince: "Ezan-ı Muhammedi müslümanların ortak çağrısıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin Allahü Ekber diye okunur. 1300 senedir de bu böyle okunmuş; böyle okunması da kıyamete kadar müminlere emrolunmuş. Hal böyle iken bizim devletimizin bu ezanı Tanrı Uludur diye o-kutması ne kadar abestir. Bu olsa olsa ezan düşmanlığı, Peygamber düşmanlığı ve Kur'ân düşmanlığıdır. Ben memleketin dinsiz olmasını istemiyorum, onun için de ezanı gerçek şekliyle, Allahü Ekber diye okudum. Böyle okumaya da devam edeceğim, ta ki devlet bu hatasından geri dönsün..."
tSL^Benim Ankara Valisi İzzettin Çapar huzurunda bunları söylemem karşısında Vali bana "Aferin sana Yusuf Efendi. Eğer senin gibi cesaretli memlekette 100 insan oluverseydi din elden gitmezdi" diyerek beni taltif etti ve "diğer suçluların gelmesine gerek yok, hepsini serbest bırakın diyerek Anafartalar Karakoluna haber gönderdi ve arkadaşlarımızın serbest bırakılmasına vesile oldu. Sonradan öğrendik ki, Vali İzzettin Çapar, Çaparzade'ler denilen çok dindar bir ailenin evladıymış. Tabi Halk Partisi de kısa zamanda bu valiyi görevden almış oldu.
Yine Ezan-ı Muhammedi ile ilgili çok önemli bir hatıram 1946 yılında Erzincan'da ezan okuyuşum idi. Bir gün yine rüyamda Peygamber s.a.s. Efendimizi görmüştüm. Bana Er- zincana gitmemi ve orada depremden yıkılan ve fakat minaresi göçmemiş olan bir cami olduğunu orada ezan okumamı istedi.
konusu oldu.
Yine hayatımın en güzel anılarından olarak, ne zaman bir camide, (çok çeşitli vilayetlerde ezan okudum) Ezan-ı Muhammedi okusam, hemen rüyamda Peygamber Efendimizi teşrif buyurur ve bu hareketimden duyduğu memnuni-yeti bana izhar ederdi. Şimdi size soruyorum rüyada böyle bir nimete eren insan Ezan-ı Muhammedi delisi olmaz mı?
İşte bu yüzden biz de bu davanın delisi olduk.
H. Hüseyin Ceylan : Ezanla ilgili diğer anılarınız?
Yusuf Özcan : 1943 yılı idi. 13 arkadaş toplandık, Ankara'nın en önemli 13 camisinde Arapça ezan okumaya karar verdik. Yine bir cuma vakti camilere dağıldık, ben yine Ha- cıbayram'da kalmıştım. Bu sefer Hacıbayram o eski imamını cemaat şikayet etmiş ve değiştirmişlerdi. Hiç olmazsa yeni imam İslâm’a bağlı kimseydi. Kur’ân okutma ve Ezan hususunda bizlere yardımcı da oluyordu. İşte bu hocaefendi Cuma hutbesini bitirirken ben yine iç ezanı Arapça olarak okumaya başladım. Ben ezan okurken orada bulunan bir polis, "susturun şu adamı" diye alt kattan bağırdı. İmam efendi de minberden inerken, "Hayır! susturmayın onu, Allahü Ekber diyen ses susturulmaz!" diyerek beni desteklemiş oldu. Bu sefer de dışarıdan jandarma, içeriden polisler gelerek bizi palas-pandıras tutup Anafartalar Karakoluna götürdüler. Tabi o mücahid Ha- cıbayram Camii imamını da bizimle birlikte çalışıyor diyerek, bizi orada desteklediği için onu da Cuma namazı kıldırmasına müsaade etmeden alıp Anafartalar Karakoluna getirdiler. Bir müddet sonra diğer camilerde de Arapça ezan okuyan arkadaşları yakalamış olarak Anafartalar Karakoluna getirdiler. Tam 13 arkadaş cuma vakti camilerde Arapça ezan okumak su-
kıklardan demir söktük de biraz para kazandık. Fakat yine polisler bizleri takip ediyordu. Akşamları çay içmek için otelin yanındaki kahveye gidiyorduk. Perşembe günü akşam kahvede otururken yan taraflarımızda yine polislerin bizi takip etmekte olduğunu gördük. O sırada hemen benim aklıma bir fikir geldi ve dedim ki: "Arkadaşlar bu adamlar bizi ezan okuyacaklar diye takip ediyorlar. Gelin şu masada duran domino taşlarıyla oyun oynayalım da, bizden şüphelenmesinler." Pazar Kınık'tan Mehmed, "Fakat ben dama taşı oynamasını bilmiyorum ki" dedi. Ben de, "kolay üç noktayı üç noktaya, beş noktayı beş noktaya tutturacaksın. Yani aynı sayıdaki noktalar bir birine tutturulacak dedim. Bunun üzerine başladık domino taşı oyun oynamaya. Biz oyun oynayınca yan taraftaki polislerden bir ses: t/-"Ya bu adamlar hoca olsaydı; Ezan okumak içni Erzincan’a gelselerdi böyle kumar oynamazlardı. Bunlar aradığımız adamlar değil!" diyerek hedeflediğimiz numaraya düşmüş oldular. Biz de ertesi günü Cuma vaktinden önce bana rüyamda gösterildiğinin aynısı olan Büyük Camiyi bularak ben hemen yıkılmamış olan minaresine çıktım. Önce şerefede döne döne bir güzel "sala" verdim. Böylece Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vesellemede emrini yerine getirmiş olmanın sevinciyle selam ve tahiyyatü ihtiramımı göndermiş oldum. O sırada caminin imamı minarenin merdivenlerinden çıkarak şerefeye geldi ve: "İn oradan be adam! Başımızı belaya sokacaksın" deyince. Ben ta Ankara'dan buraya Ezan-ı Muhammedi'yi okumak için geldim. Onu burada okumadan beni hiç bir güç indiremez. İstersen ben Arapça ezanımı okuyunca, sen Tanrı Uludur diye kendi dilinden ulumaya devam et istersen" diyerek ona mukabelede bulundum. Ve elhamdülillah şerefede Arapça ezanı da büyük bir şevkle okuyarak tamamladım. Dışarıda muazzam bir kalabalık birikmişti. Vali geldi, Jandarma Komutanı geldi, Müftü geldi.
220
Ben de Erzincan'dan önce Sivas, Kayseri gibi iller varken, Erzincan’ın işaret edilmesinde büyük hikmetler olsa gerektir diyerek hemen hazırlıklara koyuldum. Çok güzel biı gümüş kakmalı kamam var idi. Bir de gümüş zincirli çok güzel bir cep saatim vardı. İkisini de satıp 50 lira para biriktirdim. O sıralar yakın arkadaşım Kızılcahamam'ın Pazar Nahiyesi'nin Kınık Köyünden zengin bir ailenin evladı olan Mehmet isimli kişi ile, Çubuğ'un Yukarı Kareveıi Köyünden Ali Dede isimli arkadaşlarla 1946 yılının kış ay«"da Erzincan yoluna koyulduk. Kara trenle Erzincan'a tam bir haftada vaıabildik. Biz An- ,'t|| kara’dan üç arkadaşla hareket ettiğimizde tarikatımızın lideri
Kemal Pilavoğlu'nu sıkıştırıyorlar ve nihayet bizlerin Erzincan'a ezan okumak için hareket ettiğimizi öğreniyorlar. Hemen Ankara Valisi, Erzincan Valisi'ne bir tel çekiyor ve bizi takibat altına almasını istiyor- Söylerken de ezan okuyacağımızı bildirip 3 hoca geliyor diyor. Nihayet biz Erzincan'a vardık, ortalık kış-kıyamet. Trenden indikten sonra hemen sivil polisler tarafından takip edildiğimizi anladık. Biı otele gidip 3 yataklı bir oda kiraladık. Günlerden Çarşamba idi. Cuma gününe iki gün kaldığı için otele iki günlük peşin parayı yatırdık. Geceleyin yanımızdaki odalardan gelen seslerin her haliyle sivil polislere ait olduğu anlaşılıyordu. Otelin sahibine polisler, "bu adamlar niye geldi öğren bakalım" diyerek tembihatta bulunmuşlar. Sabahleyin otelden çıkaıken Otelci bize sordu. "Arkadaşlar ne işiniz vardı Erzincan'da, yapılacak bir iş varsa yardımcı olalım” dedi. Tabi biz meseleyi anlamıştık. O yıllar meşhur Erzincan ve Varto depremi olduğu için şehirde yüzlerce bina yıkık-virane hal-deydi. Bu olayı fırsat bilerek, otel sahibine "Biz Erzincana çalışmaya geldik. Depremde göçen evlerden demir çıkartıp onlar* satmaya ve böylece para kazanmaya geldik" dedik. Söylediğimiz gibi de tam iki gün yı-
acıdığından göndermiş. Hatta bizlere 400 lira da para toplamışlar göndermişler, fakat o parayı gardiyan ve komutan işbirliği yaparak bize o parayı vermemişlerdi.
Nihayet biz bu şartlar altında Erzincan'da 9. ayımızı tamamladık, mahkemeye yeniden çıkarıldık bize 7 ay hapis cezası verdiler, 9 ayımızı yatarak geçirdiğimiz için o mahkemeden sonra mecburen serbest bırakıldık. Mahkemeden dışarı çıktığımızda halk bize yardım etmek istedi. Bir lokantacı bize doyasıya bedava yemek verdi, karnımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuna sırf benzin parası karşılığı atarak, Ankaraya getirdi. O zamanlar kamyonlar şehirlerarası yolculukların vazgeçilmez vasıtalarından biriydi. Yaklaşık 80 kişi Kamyonun kasasında Ankara'ya kadar 3 günde gelmiş olduk.
İşte unutamadığım Erzincan Ezan vakası böyle olmuştu. Bir ezandan bizi tam 9 ay bilerek yatırmışlar ve bizi mağdur etmişlerdi.
Hani şu sıralar televizyonda Bulgar vahşetini anlatan Belene filminde ezanları susturuyorlar ve dini inançlarına göre yaşamak isteyenleri Belene'ye gönderiyorlar ya? Bizlere de adeta bulgar zulmü gibi yaptılar o yıllar ve bizi de çoğu zaman sırf Aparça ezan okuyorlar diye Belene'den çok daha berbat olan Akıl Hastanesine gönderdiler. Hani şu halkın tımarhane dedikleri yere...
H. Hüseyin Ceylan : 9 aylık Erzincan Hapishane hayatınızı üç kişi ile nasıl geçirmiştiniz?
Yusuf Özcan : Rabbımızın lütfuda hoştur, kahrı da hoştur deriz ya! Mümin için inançlarını yaşamadıktan sonra ha dışarıda olmuşsun, ha içeride olmuşsun. Hatta içerisi yaşantı yö-
Bizi oradan hemen alıp üçümüzü birden Erzincan Merkez Ka- rakolu’na götürdüler. İfadelerimiz alındı ve Erzincan Valisi bizi hiç kimsenin olmadığı, aslında Alay camisinden depoya dönme, içi rutubetten çatlamış, her taraftan soğuk alan binaya yer- leştirtti. Jandarma Komutanı da, jandarmalara sıkı sıkıya tem- bihatta bulunup bize çok dikkat etmeleri gerektiğini söyledi. Bizi camiden dönme altı beton, hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan binaya götürdüler. Soğuk kış günüydü. İlk günleri soğuktan uykusuz geçirdik. Sonra baktık olmuyor, etraftan talaş türü, kuru yaprak türü şeyler toplayarak onlarla altımıza yatacak yerler yaptık. Üzerimize de paltolarımızı yorgan yaparak uyumaya çalıştık. Günlük bize sadece bir tayın ve birer kap çorba veriyorlardı. Aradan üç ay bu zor şartlar altında geçti, yavaş yavaş havalar da ısınmaya başlamıştı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye çağırdılar. Mahkemede de Ezan okumaktan bizi hiçbir gücün caydıramıyacağını, bizi bu göreve Re- sulullah’ın memur ettiğini söyledik. Soruşturma için mahkeme iki ay sonraya atıldı. Oysa Arapça ezan okumanın 7 günden fazla cezası yoktu. Ama gel gör ki, memlekette adalet diye, hak- hukuk diye bir şey de kalmamıştı. İki ay sonraki mahkemeye paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı gardiyana sattırıp, yiyecek ve içecek için kendimize harçlık yaptığımızdan, paltosuz ve ayakkabısız çıkmıştık. Hakim Bey "niye yalınayaksınız" deyince, hapiste parasız kaldığımızı, karnımızı doyurmak için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen Erzincan halkından bir çoğu ağlamış ve bizlere acımıştı. Nihayet bundan sonra savcılık yattığımız yere birer ranza yaptırdı ve birer de battaniye göndererek bize yardımda bulundu. Sonradan bize üç adet ayakkabı da gönderildi. Sonradan hapisten çıkınca öğrendik ki, ranzaları, battaniyeleri ve ayakkabıları bize halk
KEMALİZMİN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
karak o meşhur tok sesiyle "kim o, ne istiyor?" diye sorunca, Islâm'a dönmeni, imana gelmeni ve din zulmünü bırakmanı istiyorum diyerek bağırmaya başladım. Elimdeki kağıtları da kapıda ki o ihtiyar kadına verdim. Fakat telefonla hemen kapıdaki asker ve polislere haber verildiği için beni polisler hemen yakaladılar ve Ulus Karakoluna getirip önce iki gün dövdüler. "Sen hangi cesaretle Paşa'nın huzuruna çıkıyor ve onu imana davet ediyorsun" dediler. Ben de, "O imansız olmasaydı Kur'ân okuyanları hapsettirmez ve ezanlarımızı değişlirtmezdi." dedim. Tâki böyle dedikçe bana sopa attılar ve hiç unutmam hem dilimden ve hem de ayağımdan bana elektrik vererek işkence yaptılar. Sonra da bir tezkere yazarak beni polis nezaretinde Bakırköy Akıl Hastanesine gönderdiler. Önce beni Bakırköy'ün diliyle "zırdeli"lerinin koğuşu olan 10. koğuşa verdiler. Koğuşa bir girdim 40 kişi var, 20 tanesi çırıl çıplak azgın deli insanlar. Diğerleri de ondan aşağı kalmıyorlar. İşte burada kaldığım 15 gün bana 15 sene gibi geldi. Çünkü ranzamın üzerinde namaz kılarken hemen deliler gelip, bana yumruk vuruyorlardı. Hepsi de gerçekten deli olduğu için bir şey yapamıyordum. Nihayet bir gün Rabbıma yalvardım ve beni bir vesileyle 10. koğuştan almaları için dua eltim. Elhamdülillah duam hemen o an kabul oldu ki beni o akşam Paşalar koğuşu denilen 6 kişilik bir koğuşa aldılar. Söylenildiği gibi gerçekten burada bir paşa, İzmir Valisi, üç tane de yüksek rütbeli memur var idi. Burada ben 50 gün kaldım, fakat koğuştakiler benim namaz kılmamdan ve Kur'ân okumamdan rahatsız oldukları için beni bu koğuştan attırdılar. Sonunda 3. koğuşa geçtim 10 gün de burada kaldım. Hareketlerim hep dinle ilgili, namazla ilgili olduğu için hep şikayet ediliyordum. Nihayet beni hastane başhekimi Mazhar Osman çağırttırdı ve beni imtihan etti. Sorduğu her soruya cevap verdiğim için, hatta tam bir politikacı gibi ko-
nüyle daha hoş gelir insana. Biz de bu fırsatı değerlendirerek içerdeyken yaklaşık 3 senelik kaza namazı kıldık ve elhamdülillah ömürde bir kez olsun tutulması mendup olan kef- faret orucu ile, ömürde en az tutulması sünnet olan 3 aylar orucunu Ramazanla birlikte işte bu hapis hayatımız anında Erzincan'da tamamlamış olduk. Daha doğrusu Ezan-ı Muhammedi sayesinde hiç olmazsa hapishanede kalplerimizi paslarından arındırmaya çalıştık. Zikirlerimiz, tesbihatlarımız ve hatimlerimizle bize hapis hayatı gülistan oldu Erzincan'da.
H. Hüseyin Ceylan : Bakırköy Akıl Hastanesi’ne gidişiniz nasıl olmuştu?
Yusuf Özcan : 1945 yıh idi. Kur'ân öğrenmesinin ve öğretilmesinin yasaklanması, Ezan'ın Tanrı Uludur diye okunmaya başlaması, kadınlarda İslâm dışı kıyafetlerin revaçta olması benim canımı sıkıyor, bir türlü yerimde duramıyordum. Ezanı Arapça okumak ta tatmin etmez olmuştu. Nihayet bir gün, bütün bu olup bitenlerin baş sorumlusu olarak İsmet Paşaya (İnönü) çıkmaya karar vermiştim. Bir hafta uğraşarak İsmet İnönü'ye 40 soruluk 10 sahifelik bir ültimatom hazırladım. Hazırladığım sorularda vatanın ve milletin dinsizliğe gittiğini, bu işin baş sorumlusunun da kendisinin olduğunu, İslâm’a, Kur'ân'a dönmedikçe hem dünyada ve hem ahirette felah bulamayacağını anlattım. İlk paragrafta, "İnnellahe ye'muru bil adli vel ihsani..." âyetini yazarak İnönü'yü adaletle hakla hükmetmeye çağırdım. Bir gün bu düşünceler içersinde elimde kağıtlarım Çankaya köşküne çıktım. İsmet Paşayla görüşmek istediğimi söyledim. Bana izin vermediler, ben de arka bahçeden, o yüksek demirparmaklıklardan aşarak köşke geldim. Kapıyı çaldım, bir ihtiyar kadın çıktı, İsmet Paşa ile görüşeceğimi söyleyince, İsmet Paşa üst pencereden bana ba-
olan ve TBMM’de ilk Arapça ezanı okuyan Muhiddin Ertuğrul Efendi’den bu olayı dinledim ama bir de sizden dinlesem. Abdurrahman Balcı Stalin’e gönderdiği mektupta neler yazmıştı ve gelişmeler nasıl olmuştu?
Yusuf Özcan : Abdurrahman Balcı, nasıl Peygamber s.a.s. Efendimiz zamanın meşhur İslâm düşmanlarına; Mısır Kıpti'sine, İran KayseTine ve Bizans Herakliyus'una davet mektupları gönderdiyse, öylece 1945'li yılların en büyük İslâm düşmanı olarak Veseryanoviç Stalin'e İslâm'a davet mektubu göndermişti. Ve o mektup Sovyet Büyükelçiliğinin de ifadesiyle Stalin'e gönderilen ilk ve son davet mektubu idi. Mektubun özeti, bugünkü Ayetullah Humeyni'nin yeni Sovyet Lideri Mic- hail Gorbaçov'a gönderdiği mektubun muhtevasının aynı idi. Kısaca Stalin Kominizmi bırakıp, İslâm'a dönmeye, Islâm'dan başka kurtuluş yolu olmadığına davet ediliyordu. Tabi hemen Stalin Türkiye'deki Büyükelçiliği vasıtasıyla konuyu T.Ç.'nin Reisicumhuru İsmet Paşa'dan sorduruyor. İsmet Paşa'ya, gönderilen mektupta isim, soy isim ve adres açık olduğu için Abdurrahman Balcı'yı buldurtturuyor^Nihayet Abdurrahman Balcı da bizler gibi hapiste ve akıl hastanesinde yattığı için, Stalin'e, Sovyet Büyükelçisi kanalıyla, mektubu gönderenin akıl hastası, meczub bir Türk vatandaşı olduğu söylenerek bu vaka Stalin ile smet Paşa arası muhabereyle kapanmış oluyor.
Ben de bu mektuplaşmadan ilham alarak tam 10 sayfalık bir İslâm'a Davet mektubunu bizzat kendi ellerimle Çankaya Köşküne, İsmet Paşa’nın gözü önünde bırakmış oldum.
H. Hüseyin Ceylan : Diğer hapis hayatlarınızın uzunca bir zamanını 1954 sonrası Ankara Merkez Cezaevi'nde geçirdiniz. Oysa 1954’de gelince Sizin delisi olduğunuz ezan aslına Demokrat Parti tarafından döndürülmüştü. Bu sefer
nuştuğum için Mazhar Osman etrafındaki görevlilere : "Bu adam bizden akıllı, çabuk bunun tezkeresini yazın da Ankara’ya gönderin. Artık bu adam serbesttir, bunda delilik filan yok diyerek beni Akıl Hastanesinden çıkarttı ve polis nezareti olmaksızın yalnız başıma beni Ankara'ya gönderdi. Ben de Ankara Valisi'ne gelerek durumumu rapor etim. Vali şaşırdı, "sen yalnız mı geldin?" diye. Bana Vali biraz da tavsi-yelerde bulundu, devlete karşı gelme, Arapça ezan okuma, fazla dindar olma diye. Ben de kendisine, dindarlığın fazlalığını Allah ve Resülü emrediyor, Ezanı böyle okumamı isteyenler de Allah ve Resulüdür. Dünya bir tarafa, Allah ve Resülü'nün buyrukları bir tarafa. O’nun ve Resülü'nün buyrukları için ömrümce hapse ve akıl hastanesine girmeye razıyım dedim. Vali, "galiba bu deli Yusuf un hakkından gelemiyeceğiz. Ne yapalım, delidir ne yapsa yeridir deyip sineye çekeceğiz galiba" diyerek beni serbest bıraktı. İşte ilk Bakırköy maceram da böyle oldu.
H. Hüseyin Ceylan : İsmet Paşa'ya mektup yazmak nereden aklınıza gelmişti?
Yusuf Özcan : Türkiye'de Arapça ezan okumayı örgütleyen hocaefendinin hulefası cesur insan, inancı uğruna her- şeyi feda eden insan Abdurrahman Balcı isimli bir arkadaşımız vardı. Bunun bir hadisesi var ki İsmet İnönü yakınen bilirdi ve o yıllardaki Sovyet Büyükelçisi de çok iyi bilirdi. 1945 yılının başlarında Abdurrahman Balcı Efendi Sovyetlerin o yıllardaki Lideri Stalin'e bir mektup göndermişti. 10 sahifelik ve bütünüyle Stalini İslâm'a, Kur'ân’a ve İmana dönmeye davet eden bu mektubu bana ilham kaynağı oldu ve ben de İsmet İnönü'ye 40 sorulu 10 sahifelik bir Islâm'a davet mektubu vermiş oldum.
H. Hüseyin Ceylan : Sîzler Abdurrahman Balcı Efendi ile yakın ilişkileriniz olmuş. Gerçi şu anda onun damadı
kemeleri'nin heyetlerinin hepsinin de ölümü birer ibrat levhası hasıl etmemiş midir? Hatta cellatları bile "danalar gibi" böğüre böğüre ve affedersiniz kendi yatak odalarına pisliklerini yapa yapa ölmüşlerdir.
24 Temmuz 1987/Hasköy - Ankara
H.Hüseyin Ceylan : Sadık Amca! Sizler 1320 doğumlu ve 1940-1950 yıllan arası özellikle Ankara, İstanbul ve Bursa bölgesinde okuduğunuz Arapça ezanlar dolayısıyla uzun yıllar hapis hayatı çekmiş ve hatta sürekli yaptığınız bu eyleminizden dolayı Bakırköy Akıl Hastanesine delidir diye defaten gönderilmiş bir insansınız.
Önce sizi tamsak ve sonra niçin hapis hayatı ve Bakırköy Akıl Hastanesine gönderildiğinizi öğrensek.
Sadık Çakırtepe : Ah evladım ah! Dinimiz gitmişti elden. Kur’ân-ı Kerim okunmaz olmuş, okuyanlar ve okutanlar hapishanelere tıkılmış veya bin bir türlü eza ve cefa ile karşılaşmışlardı. En önemlisi de Ezan-ı Muhammediyemiz bile elimizden alınmıştı. Tanrı Uludur diye ulutuyorlardı süngü zoruyla.
Allaaaah.... Allahu Ekberrr.,.. Lailehe İllalllahhh
(Sadık Amca 80 yıllık çileli hayatın verdiği çökmüş görüntüye rağmen, Hasköy'deki gecekondu evinde bu bölüme gelince sanki 1940-1950 yılları arasına dönüp, olanca gücüyle ve kuvvetiyle ve sesinin çıktığı kadar Allahu Ekber diye bağırmaya başladı. Sürekli Allah sesleriyle 5-10 dakika evin içi inledi. Sonra gözyaşlarını tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.)
Evlat görüyorsun o günleri hatırlayınca duramıyorum.
içeri girişiniz neden oldu?
Yusuf Özcan : Demokrat Parti her ne kadar müslümanların oyu ile iktidara geldiyse de, dinin ahkamdan arındırılması ve geleneksel bir inanç haline dönüştürülmesi açısından İslâmî CHP'den daha çok dejenere etmişti. Bu yüzden bizler de Pilavoğlu, Abdurrahman Balcı gibi zatların öncülüğünde DP'ye karşı mücadeleye başlamıştık. CHP 1950 öncesi bizi ve inancımızı dinsizliğe uzanma adına horlarken, şimdi de, DP bizi horlamaya başlamıştı. DP'nin yaptığı laikliği koruma adına müslümanlara zulmetmek olmuştu. Biz 1954 yılında 550 arkadaş toptan örgütlü bir teşekkül olarak, laikliğe aykırı davranışlar hep bunlardan çıkıyor denilerek Kemal Pilavoğlu ve Abdurrahman Balcı olmak üzere hep birlikte hapse atıldık. O zaman hiç unutmuyorum hapisteyken 1955 yılında Pilavoğlu ile Abdurrahman Balcı'nın kendi aralarındaki konuşmaları. O zaman Kemal Pilavoğlu demişti ki, "bunlar bizi dindarlığımız yüzünden ve Allah'ın Devletini, Kur'â'n Nizamını isteyişimiz yüzünden hapse attırdılar. Allah Azze ve Celle "muntekim,‘ olandır. Bakın göreceksiniz bizim 550 kardeşimizin suçsuz yere hapse tıkıldığı gibi Demokrat Parti’nin idarecileri de en az 550 kişi hapse tıkılacak ve suçsuz olmalarına rağmen de idam edileceklerdir."
Gerçekten benim bu iki kulağımla 1955 yılında Ankara Merkez Hapishanesinde dinlediğim olay 1960 ihtilalinde aynen gerçekleşti ve Menderes, Zorlu ve Polatkanm idamıyla birlikte, 550'den fazla kişi de yargılanıp hapse mahkum oldu. Allahu Teala kudsi hadisinde ne diyor, "Benim veli kullarıma kim düşmanlık yaparsa, ben de onlara ilan-ı harp eylerim".
Nitekim İstiklâl Mahkemeleri’ni yöneten ve nice ulemaya ve meşayıha ölüm cezası veren Ankara ve Şark İstiklâl Mah-
Ticani k.s. hazretlerinin yaptığı, cihadi yönü ve eylemsel yönü zikri yönünden daha öncelikli olan Ticani tarikatına intisap etmiştik. O zamanlar Kemal Pilavoğlu rh.a. bu tarikatın liderliğini yapıyordu. Ve özellikle de dini koruma, Kur’ân ve Sünneti ayakta tutma adına onun hulefası niteliğindeki büyük insan Abdurrahman Balcı Efendi bizlerle sohbetler ederek zikirden, tesbihattan daha önce elden giden Kur'ân’ı, Sünneti ve Ezanı kurtarmanın Allah katında en sevgili gelen amellerden olduğunu söylüyordu.
Abdurrahman Balcı bana 1941 yılında, “sen Bilali Habeşi radıyallahu anh ile arkadaş olmak istemez misin, hadi bakalım minarelerden onun gibi yanık sesle Allahu Ekber diye bağıra bağıra ezan oku bakalım” deyince bana Allah o anda gönlüme öyle hisler verdi ki kendimi kuş gibi hissediyor, Tanrı Uludur diye okunan ezanların yerine Arapça Allahu Ekber diyerek ezanın gerçeğini biran önce okumak için heyecanlanıyordum. Bir gün yaz aylarıydı, ilk Arapça ezanımı Ankara Ulustaki Zincirli Camiinde okudum. Cuma günüydü. Her Cuma özellikle büyük camilerde jandarmalar Arapça ezan okumasınlar diye silahlarıyla nöbet tutarlardı. Hatta postallarıyla camiye girip, müezzin mahfelinde nöbet tutan jandarmalar bile vardı. Ankara Hacıbayram, Zincirli ve Aslanhane camileri buna birer örnektir. Ben Zincirli Camiinde Cuma günü ezan okuyunca, (gizlice minareye çıkmıştım) etraf bir anda polis ve jandarma ile dolmuştu. Minareye çıkan polisler beni zorla aşağıya indirmek istediler ama elhamdülillah Ezan-ı Mu- hammediyeyi Peygamber s.a.s. Efendimizin istediği tarzda tamamlamıştım. Beni minareden indirirken tekme, tokat ve dipçiklerle indirdiler, hatta sırtıma indirilen dipçik acısıyla minare merdiveninde yaralandım ve kaburga kemiklerim kırılmıştır.
Ben Ezan-ı Muhammedi delisiyim. Tanrı Uludur diye okunan ezanlar bana kurşun gibi saplanıyordu. Ben Ankara’nın Çubuk İlçesinin Karadana Köyünde doğdum. 1330 (Rumi) doğumlu olduğum için bizim nesil ilkokul şehadetnamelerini (diploma) Türkiye Cumhuriyeti adına alan ilk nesildi. O yüzden 1923 ve sonrası gelişmelerini çok iyi hatırlıyorum. Özellikle 1940 yıllarında zirveye ulaşan dini zulümleri unutmamız mümkün değil, çünkü 1940-50 yılları arası hâlâ devletin kayıtlarında mevcuttur ve hatta Hukukta Ezan-ı Muhammedi suçuna ilk örnek Türk Ceza Kanunu'nda bizi göstermişlerdir. İşte kitap orada saklıyorum, bakarsınız; bizler bu yıllar arasında sayısını hatırlayamıyacağım kadar nezaret, tutukluluk ve yargılama görmüşüzdür. Ayrıca 1932 yılında meşhur Bursa Ezan olayı ilk kez olmak üzere, 46, 47 ve 48 yıllarında 3’er kez Arapça ezan okumam dola-yısıyla hapishaneden sonra delidir diye Bakırköy Akıl Hastanesin'e gönderilmişimdir. Yani Allahu Ekber diye ezan okuduğum için tam 10 kez hapis ve 10 kez de Bakırköy Akıl Hastanesine yatırıldım.
H. Hüseyin Ceylan : Nasıl başladınız Arapça Ezan okumaya? Yanılmıyorsam Ankara’da 1940-50 arası çok örgütlü bir düzeyde ve özellikle de Cuma günleri korsan bir şekilde Arapça Ezanlar okunmuş. Onlardan bir tanesi de sîzlersiniz. 15-20 arkadaş ve genellikle de Çubuklu olmak üzere Ezan okuma gruplan oluşturmuşsunuz ve bu bir Cihad’dır diyerek yurdun dört bir yanında gayet bilinçli olarak Ezan okuma eylemi yapmışsınız. Nereden aklınıza geldi böyle bir eylem?
Sadık Çakırtepe : Biz zaten Tanrı Uludur diye yapılan ulumalardan fazlasıyla rahatsız idik. Ankara'ya indiğimizde Ti- caniye Tarikatı olarak bilinen ve kuruculuğunu Ahmed et-
KEMALİZM İN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
Abdurrahman Balcı Efendi’nin bu sözleri bizde öyle tesirler uyandırdı ki, artık herkes hapishaneyi ve hatta tımarhaneyi göze almıştı. Allah'ın takdiri o toplantıda bulunan hemen herkes Ezan-ı Muhammedi yüzünden hapislere atıldı, binbir türlü işkence, eza ve cefa gördüler ve sonunda da hemen hepimiz Abdurrahman Balcı da başta olmak üzere, Yusuf Efendi, Osman Efendi, Muhiddin Efendi, Zeki Efendi, Bursalı adaşım Sadık Efendi ve diğer hatırıma getiremediğim bütün arkadaşlar delidir denilerek tımarhaneye, Bakırköy Akıl Hastanesine ayrı ayrı zamanlarda yatırılmış olduk. Böylece 1942 yılındaki Abdurrahman Balcı Efendi’nin söyledikleri 1950 yılına kadar aynen gerçekleşmiş oldu ve elhamdülillah bizim bu dişe diş, başa baş ve her tür işkence ve zulümlere katlanarak giriştiğimiz "Allahu Ekber" eylemi 16 Haziran 1950 yılında gerçekten 'Tanrı Uludur'dan 'Allahu Ekber'e dönüşmüş oldu.
H. Hüseyin Ceylan : Sizi neden Akıl Hastanesine gönderdiler?
Sadık Çakırtepe : Efendim önce şunu söyliyeyim ki hareketimiz 1946'ya kadar çok büyümüştü. Hatta Eskişehir başta olmak üzere (1945 yılında) askerden de ezan okuyanlar olmuştu. Eskişehir’de 1945 yılında 40 askerin başlarında Ali Rıza Gürkanlı olmak üzere (Ali Rıza Gürkanlı Abdurrahman Balcı'nın damadıdır) Alaydan kaçarak önce Eskişehir içinde, sonra Kütahya ve Ankara'da ve Alay içinde ezan okumaları o yıllarda büyük olay olmuştu. îşte böylesine yaygın bir hareketin elebaşılarını başta Abdurrahman Balcı olmak üzere hep Bakırköy Akıl Hastanesine göndermişlerdi. Sebep hareketi küçük düşürmek ve yapanları da delidir diye halka takdim etmek.
Beni hemen şimdi Hacı Bayram girişinde bulunan Otel’in alt katına (orası eskiden Anafartalar Karakolu idi) götürüp orada ölesiye dövdüler ve "bir daha olmasın, aklını başına al, seni hapse atarız" diyerek ağzım burnum kan içinde beni serbest bıraktılar.
H. Hüseyin Ceylan : Niçin Arapça Ezan?
Sadık Çakırtepe : Ezan, İslâm’ın günde en az beş kez tekrar bütün müslümanlara bir çağrısıdır. Bir çağrı olmadan, bir davet olmadan İslâm'ın yeşermesi de mümkün değil. Zaten o yüzden ezanın "Allahu Ekber'le simgelenen davetini ortadan kaldırdılar. Davet ortadan kalkınca İslâm'ı yeşertecek da- vetçiler oluşmadı tabi. Bizi yönlendiren Abdurrahman Balcı da Ezanı bir yeniden çağrıyı diriltmek ve sonra müslümanların davasına sahip çıkması adına örgütlenmelerine vesile olması için bu ezan eylemlerini yürürlüğe koydurtmuştu. 1942 yılında Has- köy mevkiinde bir evde toplanmıştık. Bize dedi ki : "Biz Mehdi'nin askerleri olacağız. Bunun için önce bütün putları red- deceğiz ve putların put olduğunu herkese duyuracağız. Sonra en büyük silahımız Allahu Ekber olacak ve sürekli Arapça ezan okuyacağız. Belki bunları yapıyoruz diye Sadık Efendi gibi Yusuf Efendi gibi (beni ve Çubuk Guruveren Köyünden arkadaşımız Pehlivan Yusuf Efendiyi işaret ederek) kardeşlerimiz işkence görecek, karakollara götürülecek, belki tımarhanelere delidir diye tıkılacağız ve hatta idam bile edileceğiz. Ama bilesiniz ki biz bunları yapmazsak bizden sonraki nesiller de Allahu Ekber yerine Tanrı Uludur sesini işitecekler. Dünyada bugün sadece Türkiye'de Türkçe ezan okunuyor. O yüzden en başta bizlere bu ezanı aslına döndürmek farzı ayındır. Dünyada sadece bizim ülkemizde olduğu için de, bunun kaldırılması dünyanın en büyük cihadı olacaktır. Hadi göreyim sîzleri, gazanız mübarek olsun, cihadınız aziz olsun..."
Türkçesi daha güzel değil mi?” diye sorunca: "Doktor Bey» size isminiz Ahmed oiduğu halde ben size Hans, Kirko (herhalde George demek istemiş) desem olur mu? Hans hiç Ahmet isminin yerini tutar mı? Biz de Allahu Ekber’in yerini hiç bir ifade tutmayacağı için Tanrı Uludur demeyi reddediyoruz. Onun yerine Allahü Ekber diyoruz" diye cevab verdim. Doktor benim bu cevabımdan sonra "bu adam benden de akıllı, olsa olsa bu Allah’ın delisidir" diyerek Akıl Hastanesinden çıkartmıştı.
Biz bu tür işkence ve cefalara sırf "Allahu Ekber" için katlandık evlat. Allah da bize bu gayretimiz karşılığı Tanrı Uludur yerine Allahu Ekber demeyi ve ezanı aslî şekliyle dinlemeyi yeniden bahşetti. Yoksa Demokrat Parti’nin kendiliğinden yapacağı şey değildi, Arapça ezan. Tabandan gelen güçlü hareket DP’yi bu hareketi yapmaya mecbur etmişti. DP’nin aslında bizlerc 1950 sonrası yaptıkları da 1950 öncesini aratmıyordu. Liderimiz Abdurrahman Balcı ve Kemal Pilavoğlu gibi insanlar dikkat edilirse en çok DP döneminde hapse girmişler ve işkence görmüşlerdir.
H. Hüseyin Ceylan : Ezanla ilgili ilginç başka hatıralarınız vardır elbet.
Sadık Çakırtepe : Hiç unutmam çok partili sisteme geçiş gereği, ortada CHP'nin dışında Millet Partisi ve Demokrat Parti gibi partiler vardı CHP'ye muhalefet eden bu iki partinin varlığı bizlere biraz da cesaret veriyor,-bizler artık her hafta Cuma günleri Ankara'nın bütün camilerinde korsan bir şekilde Arapça ezanlar okuyorduk. Ankara’nın içinde ve ilçelerinde Arapça ezan okumadığımız cami kalmamıştı. Hepimiz Allah rızası için geziyor ve Arapça ezanı halka yeniden duyurmaya çalışıyorduk. Düşünebiliyor musunuz 40-50 arkadaş Abdurrahman Balcı’nın Aralık 1948’dc bize yaptığı bir sohbet gereği hepimiz bütün vila-yetlere dağılmış, bazımıza da
Onlar öyle düşünerek bizleri, toplam 40-50 arkadaşımızı değişik zamanlarda Bakırköy'e götürmüşlerdir. Ancak Abdurrahman Balcı Efendi ve onların bu düşüncelerinin tam tersine "delidir" raporu alınarak, ezan gibi eylemlerin daha kolay gerçekleştirileceğini söyleyerek adeta bir gönüllüler ordusu oluşturulmuştur. Bizim arkadaşlarımızın hepsi o zamanlar gönüllü olarak Allah’ın deliliğine talip olmuşlardı ve Allah'ın adını her yerde daha kolay haykırabilmek için "deli raporu" almışlardı.
H. Hüseyin Ceyalan : Yaptığım araştırmalarda sizin de Bakırköy Akıl Hastanesine yatırıldığınızı öğrendim. Siz neden yatırılmıştınız?
Sadık Çakırtepe : Ben 1941 yılında Zincirli Camiinde Arapça ezan okumaya başladıktan sonra, Ankara'nın bir çok yerinde ve Bursa, İstanbul gibi yerlerde de Arapça ezan okumuştum. Birisinde Antalya Murat Paşa Camisine gidip orada okudum ve beni jandarmalar yakalayıp, emniyete getirdiler. 3 gün nezarette işkence gördüm. Vücuduma elektrik verdiler. AnkaralI ve Çubuk kazasından olduğum tesbit edilince Ankara'ya gönderdiler. Ankara Emniyetinde 7 gün dövüldüm, ekmek-aş vermediler. Hatta ölmemiz için bize zehir verdiler. Bir çok arkadaşımıza TBMM’de ilk Arapça ezan okuyan Hacı Mu- hiddin'le Osman Yaz'a ve Gurumenen'li Hacı Yusuf’a da fazla oranda vücutlarına zehir zerkettiler. Allah’ın takdiri bizler ölmedik, Hepimizi de Bakırköy'e yaptığımız dolayısıyla delidir diye gönderdiler. Ben onlardan çok önce 1942'de 3 ay, 1945’de 6 ay, 1946'da 5 ay, 1948'de 3 ay olmak üzere yaklaşık 1.5 sene Bakırköy Akıl Hastanesine gönderildim. Her seferinde de oranın Baştabibi tarafından "ya bunlar deli değil, süper akıllıdır" denilerek geri gönderildim. Hiç unutmam birisinde (1945) baş- tabib beni çağırdı, "oğlum niçin Arapça ezan okuyorsunuz, bak
H. Hüseyin Ceylan : İsini olarak hatırlayabilecek misiniz o günler bu ezan eylemini yapanları ve en çok kimler hapse girmişti?
Sadık Çakırtepe : Bir Tarzan Hüseyin dediğimiz Ankara’nın Çubuk kazasının Gökçedere köyünden Hüseyin Ercan vardı. îri yapılı, pehlivan vücutlu biriydi. 10 jandarma kendisini zor hakederdi.Şimdi rahmetlidir. En azından 30 kadar vilayeti gezerek bizzat kendisi ezan okumuş ve defalarca hapse girip işkence görmüş bir arkadaştı. Birisinde 1947 yılı idi, Abdurrahman Balcı arkadaşımız Hüseyin Ercanı Çankırı'ya ezan okumaya göndermişti. Arkadaşımız Hüseyin, hep ben mi okuyacağım, biraz da başkaları okusunlar diye düşünerek Çankırı'ya gitmemişti. Bunun üzerine Abdurrahman Balcı, "Ezanı kadınlar mı okuyacak?" diyerek Hüseyine kızınca, bizim tarzan Hüseyin Gökçedere köyünden Koca Kadir isimli arkadaşını da yanma alarak Çankırı'ya gitmişti. Biz o zamanlar kendisinden dinlemiştik. Hüseyin Efendi ile Koca Kadir bir plan yaparlar ve önce Çankırı Demokrat Parti il başkanlığına uğrarlar, başımıza bir şey gelirse bize sahip çıksınlar diyerek, "Biz buraya Fevzi Çakmak Paşa ile, Celal Bayar gönderdi. Gidin Çankırı dindar bir yerdir, orada Arapça ezan okuyun" diye gönderdi derler. Çankırılı DP'liler bize böyle bir haber gelmedi demelerine rağmen, bizim Hüseyinle, Koca Kadir kendilerine sahip çıkılması için bu yalanın üzerinde ısrarla dururlar. Sonra her ikisi de ayrı ayrı camilere giderek Arapça ezan okurlar. Hüseyin Ercan yakalanır ve Karakola götürülürler. Demokrat Partililer kendilerine hiç sahip çıkmazlar. Karakolda Hüseyin Ercan’ı iyice dövdükten sonra, bir Kur'ân okuturlar, Hüseyin Ercan mahsus Kur'ân-ı okuyamaz. Karakol amiri; "Bakın bu daha Kur'ân okumasını bile bilmiyor. Allah’ın meczupları olsa gerek diyerek bunu Ankara'ya gidecek olan bir kamyona bindirip Ankara'ya gönderirler.
iki vilayet düşecek tarzda her vilayette Arapça ezanı duyurmaya yemin etmiştik. Abdurrahman Balcı bu sizin ga- zanızdır, bu sizin cihadınızdır diyerek bize bulup-buluşturduğu paralardan yardım ederek, biraz da kendimizden katarak, bazılarımız kümesteki tavuklarını, bazımız Hacı Yusuf onlardan biridir, ahırdaki ineğini satarak, bu eylemi gerçekleştirmek için Türkiye'ye dağıldık.Şubat'ın ilk günleri yakalanmadan geriye gelebilenler Ankara’ya dönmüştü. IŞubat 1949 tarihinde yine Ankara'da Abdurrahman Balcı'nın başkanlığında Karapürçek Köyü yakınlarında toplandık. Hepimiz rapor verdik. Abdurrahman Balcı; "Elhamdülillah, şimdi Türkiye'nin her yerinde Allah’ın ezanını duyurmuş olduk. Allah hepinizi me'cur kılsın.Şimdi sıra kurulduğundan beri kürsüsünden hiç Ezanı Muhammediye okunmamış olan TBMM’de ezan okumaya geldi. Ezanın Tanrı Uludur diye okunmasına 1932’de TBMM’de karar verenler, şimdi orada bizler vasıtasıyla "Allahu Ekber" seslerini duymalıdırlar diyerek, TBMM’de bizleri Arapça ezan okumaya davet etti. Hemen içimizden bu işin gönüllüsü olarak yiğit yapılı uzun boylu Çubuk Guruveren’li Osman Yaz’la Abdurrahman Balcı’nın okumuş-yazmış, ağzı iyi laf yapan Demiryollarında memurluk yapan damadı Muhiddin Efendi öne atılarak bizler okuyalım dediler.
Ve Osman Yaz ile, Muhiddin Ertuğrul Efendi, TBMM’de hiç unutmam 4Şubat 1949 tarihinde Cuma günü dinleyiciler locasından Arapça ezanı bütün müdahalelere rağmen okumuş oldular. TBMM’de okunan bu ezan Türkiye'de büyük tesirler uyandırdı. Gazeteler günlerce bu olayı yazdılar ve konuştular. Tabi arkadaşlarımız da hemen tutuklanıp emniyete götürüldüler. Ve orada aylarca işkence gördüler, hapiste yattılar ve sonra bunlar delidir denilerek Bakırköy'e gönderildiler. Onlar hâlâ sağ, kendilerini bulup buluşturursanız, bizzat kendisinden de dinlersiniz maceralarını.
şimdi de sıra sende bak gör bir yumrukta seni nasıl edeceğim. Böylece de bir daha Müslümanlara zulmedemeycceksin".
Gerçekten Polis Turan’ın felç olması Ankara'daki diğer polisleri de korkutmuştu. En önemlisi Allah böyle bir zalimi felç olmakla cezalandırmıştı.
Bir başka arkadaşımız İstanbul Fatih-Dramalı meşhur turşucu Abdullah Taşkesen Efendi idi. O da 1949 yılında bir milli maçta Dolmabahçe stadında üç arkadaşıyla birlikte ezan okumuştu. Dramanlı turşucu Hacı Abdullah Efendi ayrıca stanbul'un en büyük sineması olan Beyoğlu’ndaki bir sinemada; şimdi adını unuttum, ezan okumuştu.
Yine Konyalı Mehmet isimli bir arkadaşımız Ankara Valiliğinde 1949 yılında Vali Nevzat Tandoğan'ın huzurunda, kendisinin gece kondusunun yıkılmasını fırsat bilerek vali huzuruna çıkıp Arapça ezan okumuştu. Hatta Vali Nevzat Tandoğan, "artık vilayette bile bunlar ezan okuyorlar diyerek Konyalı Mehmed kardeşimizin sakalından tutup; "Bak ezan okuduğun o ağzına barut doldururum bir daha okuyamazsın. Yoksa Ezan okuduğun dillerinle sana tuvalet yalattırırım" diyerek küfür ve hakaretlerde bulunmuştu.
Garibtir, müslümanların ezan okuyorlar diye ağızlarına küfreden ve ağızlarına kurşun sıkmak isteyen Vali Nevzat Tan- doğan'ın ölümü ağzından kurşunlanarak olmuştu. Hem de en yakın arkadaşları tarafından.
Hani "dinsizin hakkından imansız gelir" derler ye, işte öyle bir ceza ile Allah, Vali Nevzat Tandoğan'ı cezalandırmıştı.
Ankara Topraktık mevkiinde oturan Konyalı Mehmed kardeş 1986 yılında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
1940-1950 yılları arası çileli hayatımızın mücadelelerle dolu bölümlerinden sadece hatırlayabildiklerim bunlar. O dö-
Böyle ilginç anıları olan arkadaşlarımız olmuştur. Yine Kütahyalı Abdullah, Kayserili Mahmud, Hasköylü Zeki ezanla ilgili işkence gören, hapis hayatı olan kardeşlerimizden birkaçıdır.
Bir de Çorum, Alacadan Deli Ahmet diye bir arkadaşımız vardı. Tabi bu da ezan okumaktan dolayı hapislere girdiği için ve Bakırköy Akıl Hastanesinde yattığı için adı Deli Ahmed'e çıkmıştı.
Ahmed Dolaşık adlı Alacalı bu arkadaş yumruğu güçlü bir arkadaştı. Yakalandığı zaman polisin veya jandarmanın elinden bu güçlü fiziğiyle rahatlıkla kaçabiliyordu. 1948 yılında Ankara Cebeci Hamamönü mevkiinde bir polis adı da Turan idi. Hep bizleri takip eder ve inananlara zulmederdi. Özellikle Arapça ezan okuyanlara emniyette hep bu işkence ederdi. Bir gün (1948) polis Turan, Alacalı Deli Ahmed Dolaşık'ı Cebeci Hamamönü mevkiinde sıkıştırır. Deli Ahmed, Polis Turan'a “Kardeşim Allah diyeni ne diye takip ediyorsun. Sen slâm düşmanı mısın? Benim peşimi bırak. Bak şimdi burada kimse yok, sana bir yumruk vurursam felç olursun, git başımdan" deyince, Polis Deli Ahmed'i yakalamak ister. Her nasılsa Ahmed, kendisinin bize anlattığına göre öyle bir yumruk çeker ki polise, polis o anda olduğu yere yığılır. Ertesi gün bu polisin biz ağzı kaymış, dudakları düşmüş ve eli hareket etmez bir tarzda felç olmuş halde gördük. Polisler her ne kadar Kemal Pilavoğlu'nu ve Abdurrahman Balcı'yı sıkıştırdılarsa da, polis Turan’a yumruk atanı bulamamış oldular. Zaten bu hadiseden sonra da Deli Ahmed memleketi olan Alaca'ya tekrar dönmüş oldu ve izini kaybettirdi.
1950 Demokrat Parti iktidarı sonrası Ankara'ya geldiğinde bu olayı arkadaşlarla birlikte kendisinden dinlemiştik; polise yumruk atarken şöyle demiş: "Sen Allah diyen nice ağızlara yumruklar attın, Allah diyenlerin dişlerini kırdın,
Türklerin MilliŞef dedikleri İsmet Paşa’nın ve -Milletvekillerinin huzurunda "Allahu Ekber” diyerek iki kişi sırayla ezan okudular” diyor.
Türkiye’de 4Şubat 1949 tarihine ve Cuma gününe rastlayan bu tarihi olayı gerçekleştirenlerden biri de sîzsiniz. Sizin biz iki yıl süren bir iz takibinden sonra adresinizi ve hayatta olduğunuzu bulduk. Siz bizim için bir tarih ve kültür antikasısınız, TBMM’de Arapça Ezan okumanız cihetiyle.
Nasıl olmuştu bu meclisteki ezan okuma olayı? Ve nasıl planlamıştınız o tarihte BBC’nin bile ”Yine Tür- kiye'deŞeriat istekleri meclise kadar sıçradı ve TBMM’de yasağa rağmen halktan iki kişi Arapça ezan okudu!” diyerek verdiği bu olağanüstü olayı?
Hacı Muhiddin Ertuğrul : Efendim önce sizi bu gayretlerinizden dolayı tebrik ederim. Evet 4Şubat 1949 tarihinde Osman Yaz isimli arkadaşımla birlikte Büyük Millet Mec- lisi’nde İsmet Paşa’nın huzurunda Arapça ezan okumuş ve bunu da 5Şubat 1949 tarihli bütün gazeteler yazmıştı. Ancak bizimle bu konuda bu güne kadar mahkemelerin dışında hiç konuşan olmamıştı. Sizin gelişinizle birlikte bu tarihî hadiseyi yeniden bundan sonraki nesle "ezan tarihinden önemli bir sayfa" olarak aktarabileceğimiz için Allah’a sonsuz şükürler ediyorum.
Önce kendimi tanıtıyorum. Çünkü 5Şubat 1949 tarihli Milliyet ve Cumhuriyet gibi gazeteler bizi deli diye tanıtmıştı. O gün mecliste bütçe tasarısı görüşmeleri yapıyor ve meclis başkanlığı koltuğunda da Raif Karadeniz adlı bir din düşmanı milletvekili bulunuyordu. Meclis Başkanı da tüm gazetecilere bir "delidir" diye tanıttığı için millet bizi ne yaptığını bilmeyen
nemde Ezan-ı Muhammediye'nin okunmasının delisi olan biz- lerin adı o yıllardan bu günlere hep "deli” diye kaldı. Biz de Allah’ın deliliğine, Ezanın deliliğine razı olduk. İnşaallah Rab- bim bizleri ezan için yaptığımız deliliklerle haşr eder ve öylece mükafatlandırır.
(Sadık Çakırtepe amca 80 yaşına gelmiş ve fakat o dönemde çektiği sıkıntılarla adeta 100 yaşında gösteren bir haliyle yeniden o eski günleri hatırlatırcasına yatağından ayağa fırladı ve iki eliyle kulaklarını kapatarak Allahu Ekber, Allahu Ekber diyerek öyle bir Ezan okumaya başladı ki, odasında bulunan herkes ve ben ağlamaktan kendimizi alamadık. Ve bana dönerek evlat 3Şubat 1932 tarihinden itibaren başlayan ezan yasağı dolayısıyla tam 18 yıllık Ezan-ı Muhammedi mücadelemiz işte böyle geçti diyerek yeniden gözlerini o çirkin tarihe kaydırdı ve hapishane hayatı ve Tımarhane hayatı içersinde geçen bir çeyrek asrı yeniden derununda yaşamaya başladı.
Küçücük gecekondu kulübesinden çıkarken 80’lik Sadık amca bana dönerek, "Evlat bir gün gelip benimle bu konuda konuşacağını ve bunu tarihe geçeceğinizi biliyordum. Çünkü Allah'ın Resulünü o yıllarda rüyamda görmüştüm ve bana: "Sadığım sen hiç mahzun olma, hem yeniden Ezana kavuşacaksınız ve hem de sizleri dünyada da ahirette de kayda geçecekler!" demişti.
Bak sen de şimdi gelip bunları kayda geçtin. Elhamdülillah bu günleri gördüm. Artık ölsem de gam yemem." diyerek uzanmış olduğu yatağından bizleri salavatlamış oldu.)
15 Haziran 1987 / Ankara - Hasköy
H. Hüseyin Ceylan : Alman Prof. Gotthard Jaeschke ”Yeni Türkiye’de İslâmlık" kitabında, görülmemiş olay! Arapça ezanın yasak olduğu Türkiye'de başkent Ankara’da ve üstelik TBMM’de, (Ulustaki ilk meclis binasında HHC)
ben ve Osman Yaz arkadaşım ayağa kalkarak: ”Bu kutsal görevi biz ifâ edelim efendim!” demiştik.
Öyle bir heyecanla ayağa kalkmıştım ki, bir an gözlerimin önüne Bedir ve Uhud harplerinde mübareze (er dileme) anında, Resulullah Efendimizin ashabına dönerek, "var mı içinizden bu müşrikin karşısına çıkacak?” dediğinde herkesin bir- biriyle yarış edercesine öne fırlaması geldi, şte böylesi bir aşk ve vecd içersinde ayağa kalkıp, ”TBMM'de karar alınarak bütün Türkiye'de susturulan ezanı asıl hüviyetiyle ben haykıracağım!" demiştim. Aynı duygu iri yarı, uzunca boylu (1.90) Osman Yaz adlı arkadaşımda da vardı.
İşte böylesi bir başlangıçla TBMM’de nasıl Arapça ezan okuruz diyerek plan-proğram yapmaya başladık. Mecliste ezan okumak için önce meclise girmek gerekiyordu. Meclise girmek için de en azından bir milletvekilinden kart almak ve de üst-baş çok düzgün olmak gerekiyordu.
Şubat 1949’a girdiğimizde kendi düşüncemize uygun ve ailesi araştırmalarımıza göre dindar olan Kütahya Milletvekili îhsanŞereften, “efendim bütçe müzakerelerinde sizi dinlemek istiyoruz" diyerek bir dinleyici kartı aldık. Arkadaşım Osman Yaz da Van mebusu meşayıhı kiram'dan Abdülhakim Ar- vasi’nin akrabası İbrahim Arvas’tan Keçiörendeki evine giderek kart almıştı.
Programın birinci kademesini tamamlamıştık. İkinci kademe kendi üstümüze-başımıza giyecek birşeyler almaya gelmişti. Ben o zaman evimizde bulunan iki danamızı satarak Osman Yaz arkadaşımla birlikte kendimize birer takım elbise ve kolalı mintan aldım. Tâki iskarpinle kıravatı da unutmamıştık. Ancak paramız fötr şapka almaya yetmediği için
deliler diye tanımıştı. Oysa Meclis ve Reisicumhur smet Paşa bu olayı küçük düşürmek için bu yola tevessül etmişlerdi.
Onun için ben kendimi bu fırsatı bulmuşken de gerçek yönüyle kendimi sizlere tanıtmış olayım.
1923 yılında Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Sinopta doğmuşum. Fakir bir aileden geliyorum. Babam ailesini geçindirmek için Sinop’tan Ankara'ya gelmiş. Ben de askerlik dönüşünden itibaren Devlet Demiryolları Kayaş mevkiinde memurluk yapmaya başladım.*
Memuriyetim sırasında çok önemli dindar zevattan oluşan dost çevreleri edindim. Akşamları bu dost meclislerinde en başta tasavvuf ve tefsir-hadis sohbetleri gibi hasbi ders halkalarına katılarak kendimi yetiştirmeye çalıştım. Özellikle de 1944 yılından itibaren Ankara'da o zamanlar çok meşhur olan Ahmet et-Ticanî (k.s.)'nin kurduğu Ticanî tarikatına girerek, kendimce mürid olmaya çalıştım. Evradım ve ezkarıma elimden geldiğince riayet etmeye ve Özellikle de bizim tarikatta Dini Mübin-i slâm'a hizmet etmeye çalıştım.
Bizim üstadımız Abdurrahman Balcı Efendi Hazretleri idi. Din yolunda çekmediği eza, cefa ve işkence kalmamış bir zattı. Fakat onu hiç bir şey yıldıramıyor ve din yolunda cihad etmekten alıkoyamıyordu. 1949 yılı yeni girmişti ki bize üstadımız Abdurrahman Balcı: "Kardaşlar! Bu zamanda yapılacak en büyük cihad 15 asırdır Arapça olarak ve "Allahü Ekber" diye okunan ezanların yasaklanmasının kararının alındığı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yeniden "Tanrı Uludur” yerine "Allahu Ekber” diyerek Ezan-ı Muhammedi'yi okumaktır. Allah ve Resulü sizlerden böyle bir görev bekliyor!" deyince sohbet halkasında bulunan kalabalık içersinden hemen
Nihayet beklediğimiz o an gelmişti ve Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal ile, Milletvekili Refik Soyer hararetli, hararetli tartışırken hemen ben meclise girişe göre sol locadan ayağa kalkarak başladım ezan okumaya.
Meclis bir anda karıştı ve büyük bir şaşkınlık oldu. Panik anında hemen polisler gelememişti ve ben "Hayyales- Salah, Hayyales-Salah" da tam bitirmişken hemen üç polis gelerek ikisi kolarımdan, yakalayıp, biri de ağzımı kapatarak beni götürmek istediler. İşte ,o anda ağzımı kapatan polisin elini bir güzel ısırarak ağzımın serbest kalmasını sağladım. Ve hemen nefes nefese "Hayyaalel-Felah, Hayyaalel-Felah" diyebildim. Ezanın bundan sonrasını başıma sert bir cisimle (tahta job) vurdukları için devam ettiremedim.
Planımız gereği hemen karşı locadan Osman Yaz ayağa kalkarak ezana benim kaldığım yerden devam edip, "Allahu Ekber, Allahu Ekber", "Lailahe İllallah” diyerek Ezan-ı Muhammedi’yi tamamlamış oldu.
Sonra polislerden bir grup karşı locaya giderek Osman Yaz’ı da yaka-paça edip döverek Meclis Amirliğine getirdiler. Bizi burada, "siz mecliste nasıl Arapça ezan okursunuz!" diyerek acımasızca dövdüler ve bir polis arabasına atarak doğruca Anafartalar Karakoluna götürdüler. Burada aç-suzuz ve nereye götürüldüğümüz herkesten gizlendiği için 9 gün işkence gördük. Hele arkadaşım Osman Yaz'a Anafartalar Karakol Amiri "Kasap Celal" diye maruf olan kişi hunharca dayak atmış ve kafasını, gözünü parçalamıştı. Zavallı arkadaşımın tahta job- tan yediği darbelerle başı yarılmış ve kafasından kan akmaya başlamıştı. Kasap Celal bu durumda arkadaşımı ölecek diye korktuğu için işkenceye bir müddet ara verdirdi. Hemen polisler gelip Osman Yaz'ın başını gözünü sarıp onu tedavi et-
Ankara/Ulus mevkiindeki bir şapka tamircisinden bir günlüğüne az kullanılmış iki tane fötr şapka kiraladık.
Elbiselerimizi giyip, kıravatımızı boynumuza taktık ve hiç istemediğimiz halde fötr şapkayı, (ki biz ona lenger şapka derdik) başımıza geçirerek önce doğru fotoğrafçı dükkanının yolunu tuttuk ve "ezanı okumak içni nelere katlandık"ın bir vesikası olsun için arkadaşım Osman Yaz'la birer hatıra fotoğrafı çektirdik. İşte burada bu resimler.
(Hacı Muhiddin Ertuğrul Efendi konuşmamızın bu sırasında albümünden iki fotoğraf çıkartıp bize gösterdi. Gerçekten "Lenger şapkalı", takım elbiseli ve üzerlerinde iğreti duran kıravatlarıyla ezan öncesi çekilen bu fotoğrafta Osman Yaz’la Muhiddin Ertuğrul’u seyretmiş olduk.)
Sonra 4Şubat 1949 Cuma günü sabah Ulustaki Meclis binasına gittik. Kapıda duran polislere Milletvekili kartlarını göstererek içeri girdik. Hatta polisler bizi elbiselerimizden kı- ravatımızdan ve fötr şapkamızdan mebus sanmışlardı ve biz gelirken önlerini düğmeliyerek ayağa kalkmışlardı.
Meclise girdiğimizde zamanın Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal bütçe üzerine konuşma yapıyordu ve o gün Reisicumhur İsmet Paşa da meclise gelmiş, bakanlarla bütçe üzerine görüşmelerde bulunmuştu.
Biz meclise girdiğimizde arkadaşım Osman Yaz'la birlikte daha önce planladığımız gibi karşılıklı iki locaya gidip dinleyiciler arasında yerimizi alacak ve mecliste yapılan konuşmaların en hararetli zamanında ayağa kalkıp Arapça ezan okuyacaktık. Planımızın ikinci maddesi, önce ben ezana baş- lıyacağım, sonra da kaldığım yerden Osman Yaz devam edecek ve Ezan-ı Muhammedi’yi sonuna kadar tamamlamış olacaktık.
KEM ALÎZMİN TÜRKÇE EZAN HÎKAYESİ
Üç ay da Bakırköy’de kaldım. Eski adıyla "tımarhane" olan bu yerde, yine "Ezan deliliğinden hapishanede yattıktan sonra aynen bizim gibi buraya gönderilmiş olan Eskişehir'in Mihalıççık Kazasının Dilek Köyünden Hacı Mevlüd isimli bir arkadaşla ve yine aynı şekilde buraya getirilmiş olan Ankara Çubuktan Nebi Cavit adındaki arkadaşla birlikte yine topluca namazlar kılmaya ve ezan vakitlerinde de Arapça ezanlar okumaya başlayınca, Bakırköy Akıl Hastanesi Baştabibi "Bu adamlar bizden akıllı insanlar. Bunları salıverin gitsinler!" diyerek bizim hepimizi 1949 yılının Temmuz ayında serbest bıraktılar.
H. Hüseyin Ceylan : Ezan okumakla ilgili başka hatıralarınız oldu mu? Veya konuyla ilgili başkaca mahkemeleriniz?
Hacı Muhiddin Ertuğrul : 1946 yılında Hacı Bayram Camiinde Cuma günü, Cuma vaazı bittiğinde tam ezan vakti Camiinin içinde ve balkonda Cuma ezanını okumuştum. Vaiz Efendi, 'İndirin şu deliyi oradan, hepimizin başını belaya sokacak" dediğinde, ben de vaize dönerek, "sizin pısırıklıklarınız yüzünden Allah başımıza bu "Tanrı Uludur"u bela eti. Asıl suçlu zalimlerin karşısında susarak dilsiz şeytanlık yapan siz- lersiniz" diye mukabelede bulundum. Beni hemen, zaten her cuma Hacı Bayram Camisinin dışında ”güvenlik(!)" için beklemekte olan jandarma gelip alıp götürdü. Karakola götürdüler, yine bir sürü zulüm ve işkence yaptılar ve fakat o zaman insaflı bir amir vardı bana dönerek: "Bu adam Allah'ın delisi olmuş baksana nerede olsam orada ezan okurum diye ısrar ediyor. Bırakın gitsin, belasını bizden bulmasın!" demişti. Bu sözler üzerine ben muhakeme edilmeden salıverilmiştim.
tiler. Anafartalar Karakol Amiri Kasap Celal, Osman Yaz’ı döverken bizi de unutmuyor ve biz de tahta jopdan nasibimizi alıyorduk. Hiç unutmam ve o polislere de beddua etmiştim, iki polis yanıma gelerek; biri elini ısırdığım polismiş, bana işkence yapmaya başladılar ve bütün bağırmalarıma ve inlemelerime rağmen, tıpkı Israilli vahşi askerlerin Filistinli mü- cahidlerin kol ve bacaklarını hunharca taşlarla ve sopalarla kırdıkları gibi, benimdc sağ kolumu bağırta bağırla kırdılar. Ve mahkemede de, "bir kaza sonucu kolu kırılan tarikatçı Mu- hiddin Ertuğrul!... diye zapta geçtiler. Sonra da bizi hemen 10. günde mahkemeye çıkartıp yargıladılar ve, TBMM’de okuduğumuz ezan yüzünden ceza kanununda hiç yeri olmadığı halde 9 ay hapse mahkum ettiler.
H. Hüseyin Ceylan : TBMM’de ezan okumaktan Ankara Ulucanlar Mevkiindeki hapishanede 9 ay geçirdiniz. Hükümlülük günleriniz, kısaca hapishane hayatınız nasıldı?
Hacı Muhiddin Ertuğrul : Hapishanede de eziyetler devam etti. En çok uyguladıkları işkence toplu iğneyle parmaklarımıza etle tırnak arası sokarak işkence yapmaktı. Bu bize çok ızdırap verirdi. Arkadaşım Osman Yaz’ı kömür sobasının kalın saçtan yapılan kömür küreği ile "sen hapishanede de akıllanmıyorsun. Burada da ezan okuyorsun!" diyerek acımasızca dövüyorlardı.
Üç ay hapis yattıktan sonra beni delidir diyerek İstanbul Bakırköy Akıl Hastanesine gönderdiler. Oysa hiç bir şeyim yoktu ve tek deliliğim namaz vakti girdiği anda nerede olursam olayım "Allahu Ekber" diyerek ezan okumamdı. İşte bu deliliğimi (!) rejim affetmedi ve beni akıllanmam (!) için Bakırköy'e gönderdi.
okunan her yeri işaretliyor (kırmızı kalemle) ve bizlere dönerek, "ha gayret az kaldı” diyordu.
Hatta hiç unutmam 1950 seçimlerinin daha neticesi belli değilken, haritada kırmızı işaretsiz yer kalmadığı için hocamız Abdurrahman Efendi bize dönerek, ”çok yakında Bilal-i Habeşi’ye kavuşacağız. Bayramınız ve cihadınız mübarek ola!” demişti.
Söylediği bir espriydi ve gerçekten Türkiyeli müs- lümanlar Haziran 1950 tarihinde Bilal-i Habeşi'nin okuduğu gibi gerçek ezanlarına kavuşmuş oldular.
H. Hüseyin Ceylan : Hacı Muhiddin Efendi, ben sîzlerden Türkiye’nin bunca vilayetinde ezan okuyan ve adları da ”Ezan Deliliği”ne çıkan bu kahraman kişilerin aklınızda kaldığı kadar isimlerini, gelecek nesillere bir tarihi hediye olsun için sizden alsak.
Kimdi bu kahraman kişiler?
Hacı Muhiddin Ertuğrul : En başta Hacı Yusuf, Mehmet Cavit, Nebi Cavit, Eskişehirli Mevlûd, Kütahyalı Deli smail, Meşhur ulucami ezanını oku-yan Sadık Efendi, Osman Yaz, Askeriye'de ezan okuyan Tayyare Başçavuşu Hüseyin Yarbaş, Çubuklu Hafız İzzet, KızılcahamamhŞakir, Ha- sanoğlanlı Mehmed Gökçen ve diğerleri.Şimdilik hatırladığım bunlar. Bunları çoğu ahiretlik oldular. İnşaallah Bilal-i Habeşi (r.a.) ile buluşmuşlardır onlar.
H. Hüseyin Ceylan : Efendim konuşmamız boyunca Türkiye’de örgütlü bir tarzda Ezan-ı Muhammedi’yi okuma işini Abdurrahman Balcı adlı bir zatın üstlendiğini ve size de onun manen feyiz verdiğini ifade ettiniz.
Bize bu zatı biraz tanıtır mısınız?
Yine 1948 yılında iki arkadaşla (Ankara Hasanoğlanlı Mehmed ile KızılcahamlıŞakir) birlikte Kayseriye gidip, Kay- seri'nin en büyük camisi Konak Camisinde ezan okumuştum. Kayseri polisi bizi camiden alarak karakola götürmüş ve Ankara’dan geldiğimizi öğrenince de, "bunlar örgütlü irtica meydana getiri-yorlar!" diyerek bizi mahkemeye sevketmişti. Mahkeme sonucu üç ay hapis cezasına çarptırıldım ve Kayseri’de üç arkadaşımla bitlikte üç ay hapis yattım. Hapiste son 24 günümü Kütahya Cezaevinde tamamladım.
Tabi o zamanın gazeteleri Kütahya hapsiyle ilgili olarak "şapka kanunu"na muhalefetten 24 gün yatan AnkaralI Mu- hiddin Ertuğrul diye yazmışlardı.
H. Hüseyin Ceylan : Efendim niye ts Kayseri’ye ezan okumaya gitmiştiniz?
Hacı Muhiddin Ertuğrul : İşin püf noktası buradaydı. Üstadımız Abdurrahman Balcı bize, "Türkiye'de ne zaman Ezan-ı Muhammedi okunmayan vilayet kalmaz işte o zaman ezan serbestleşecek. Resulullahı rüyamda gördüm bana böyle müjde verdi, ben de size bu müjdeyi ilan ediyorum" demişti.
Bu müjdeli sözle 50’den fazla arkadaş biriktirdiğimiz paralarla seyahate çıktık ve her birimiz bir vilayete giderek 1950 yılının Mayıs ayına kadar Türkiye'de Arapça ezan okunmayan vilayet bırakmamıştık. Sizin de bildiğiniz gibi Ezan-ı Muhammedi Demokrat Parti'nin Mayıs 1950 iktidarından hemen sonra serbest bırakılmıştı. Abdurrahman Balcı Efendi’nin rüyası gerçekleşmiş oldu. Zaten rüyada Resullullah Efendimizi gördüğü için sadık rüya idi. Bütün ihvanatın Ezan-ı Muhammedi’yi vilayetlerde okuduğu tesbit olununca ki, üstadımız Abdurrahman Balcı Efendi bir Türkiye haritası üzerinde ezan
Bugün kimsenin bilmediği bir hareketi ise onun İslâmî açıdan hangi çizgide olduğunu belirlemesi açısından çok önemlidir.
1945 yılında Abdurrahman Balcı Efendi İkinci Dünya Harbenin bitişiyle birlikte Sovyetler Birliği Lideri Stalin'e mektup yazmıştı. Mektubunda önce Allah'a hamd, Resulüne Salat ve Selam sonra da hidayete tabi olanlara Selam olsun diyerek Sovyet Lideri Stalini "yeryüzünün en adil ve en eşitlikçi sistemi" İslâm'a davet etmişti. Mektubunun sonu "Bu mektup Rcsulullahın Mısır mukavkısı'na, Bizans Herakliyusu'na, Habeş Necaşisi'ne ve İran Kayseri'ne gönderdiği davet mektupları gibidir. Ben de seni İslâm'a davet ediyorum. Ki Rabbım yarın benden hesap sormasın!" diye bitiriyordu.
Hiç unutmam bu mektup 1945 yılı sonlarına doğru bizim hâriciyede olay olmuş ve iki ülke arasında ciddi krizler meydana gelmişti.
Stalin önce Sovyetlerin Ankara Büyükelçisinden kendisine gelen mektup olayının araştırılmasını ve bunun Türk Dışişlerinden resmen sorulmasını istiyor. Dışişleri Bakanlığı da içişleri Bakanlığı’na konuyu takdim ediyor. Mektup PTT kanalıyla Ankara'dan gittiği belirlendiğinden hemen Ankara Emniyet Müdürlüğü devreye giriyor ve sonunda Abdurrahman Balcı'yı evinde yakalıyorlar. Mesele vuzuha kavuşuncada Türk Hükümeti resmen Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla Sovyet Lideri Stalin'e mektup olayı hakkında bilgi veriyor ve "gönderilen mektubun bir deli tarafından gönderilmiş olduğu" söylenerek "Stalin’e davet mektubu" olayı kapatılmış oluyordu.
Abdurrahman Balcı, Adnan Menderes'in huzuruna da iki- üç kez çıkmış ve kendisinden müslüman Türk Milleti'nin beklentilerini anlatmıştı.
J
Hacı Muhiddin Ertuğrul : Konuşmamda yer yer geçmişti. Ben size bilinmeyen bir kaç yönünü anlatayım. Herkesten önce ben onunla hanımım cihetiyle akraba oldum ve daha yakından tanıma fırsatını buldum.
Ticanî tarikatının liderlerinden olan bu zatın en önemli özelliği devlet şuuru ve şeriat şuurunun siyasal boyutuyla kendisi tam anlamıyla temayüz etmiş olmasıdır.
Hakka deli oluşunun yanında cihadın da delisiydi. "Hem içimizdeki putları, hem de dışımızdaki putları temizlemeden kemale ulaşamayız" derdi. Nafile ibadetlerden daha çok Allah'ın dinine siyasî yönden hizmet etmeyi severdi. Bu manasıyla Abdurrahman Balcı Efendi fertten daha çok cemaate ve kitleye önem verirdi. Tam anlamıyla ümmet bilincindeydi.
Bir şeyi başkasına yap demezden önce kendisi yapar ve müridanı da öylece harekete geçerdi.
Nitekim ezan okuma ve şapka gibi olaylarda ilk önce kendisi hapse girmiş ve bu uğurda 6-7 kez yargılanmıştı. Hatta içimizde en uzun dönem o hapiste yatmış ve o "Allah'ın şanı yeryüzünde yürüsün ve yücelsin" için yaptığı akıl almaz gayretlerden dolayı tam 4 kez ve toplam olarak 1.5 sene Bakırköy Akıl Hastanesinde yatırılmıştı. Sistemin hedefi böylesine uyanık ve organizatör bir zatı "delidir" damgasıyla damgalamak ve öylece de yaptıklarını hafif düşürmek idi.
Abdurrahman Balcı 1946 sonrasında başta Eskişehir'de olmak üzere Askeriye üzerinde de etki etmeye başlamış ve Eskişehir Kolordu Komutanlığında 40 kadar askerin,Şehir içinde 40 ayrı camide Arapça ezan okunması olayını gerçekleştirmişti.
Efendim çok teşekkür ediyorum, bana her biri bir tarih olan bu değerli bilgileri verdiğiniz için Allah sizlerden razı olsun.
(Not : Bu tarihi konuşma ve görüşme Hacı Muhiddin Er tuğrul ile 1988 Mayısında Ankara Hasköy semtinde Petrol Ofisi'nin arka sırtında merdivenler bölümündeki tek katlı, sade ve güzel gecekondusunda gerçekleştirildi, H.H. Ceylan) »
"Millet birşey anlamaz, en iyisini yöneticiler düşünür" mantığının Cumhuriyet-Tarihi boyunca en çarpıcı temsilcilerinden biri olan Kenan Evren'in, özelde "din" ve genelde anladığı-anlamadığı herşey hakkında "isabet buyurduklan"(!)...
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar