GIDA TERÖRÜ
"Kemal ÖZER"
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz, helal olanlarından
yiyin; eğer sadece O'na kulluk ediyorsanız, Allah'a şükredin. O'na karşı
diliniz, bedeniniz ve malınızla, kulluk borcunuz olan şükrü yerine getirin.”
(Bakara 172)
“Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyiniz. Şeytan ve
benzerlerinin adımlarını izlemeyiniz. Çünkü onlar sizin için apaçık bir
düşmandır” (Bakara 168)
“Allah'ın size temiz ve helal olarak verdiği rızıklardan yiyin. Kendisine
iman ettiğiniz Allah'tan korkun yasaklarından sakının!” (Maide 88)
“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz/helal olanlarından yiyin, bu
hususta azgınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner. Kimin de üzerine gazabım
inerse, hiç kuşkusuz o, uçuruma düşmüş, helak olmuştur.” (Taha 81)
AŞAĞIDAKİ KONULAR HAKKINDA BİLGİLENMEK İSTİYORSANIZ BU
VİDEOYU İZLEMENİZİ TAVSİYE EDERİM.
CocaCola. Kola (Coca Cola)’nın
sırrı
Dünya
Ticaret Örgütü hakkında,
Aşılar,
Zorla
aşı yapılma konusu
Gıdalar,
Tohum
Kanunu 2006
Bilim
Kurgu Filmleri nasıl gerçek olacak,
İnsan
sperminin tescillendiğini bilmiyor musunuz?
50
sene sonra çocuk sahibi olmak için sperm sipariş edeceğinizi,
Beslenme
Tıp
fakültelerinde beslenme konusunun işlenmediğini
Sağlık
sadece tedavi içerikli mi olacak?
Gıda
ve sağlık harcamaları eşitlendi mi ne oldu
Tohum
Işıl
işlemi yapılmış tohumlar ve gıdalar
Sızma
zeytinyağı yiyen İtalyanlarda kanser vakası yok denecek kadar azdır.
Hibrit
tohum gerçeği
Monsanto
hileleri
Tohum
dayatması
Kısır
tohum ile beslenme ve kısırlaşma
Kişiye
odaklı aşılar
Diş
dolgularında gizlenen alıcılar
Modemler
sinyali yaylı yataklar ilişkisi
İleriyi
gören Osman Nuri KOÇTÜRK’lere ihtiyacımız var mı?
Helal
Gıda yemek ne demek?
Gümrük
giriş kanununu niye değiştik?
Hastalığı
çıkmadan aşısını sipariş eden ülkeyi biliyor musunuz?
Muhakkak
bu videoyu izleyin.
TEMİZ GIDA NE DEMEK-Kemal ÖZER
Sözlükler Tayyib kelimesini,
iyi, hoş, iyi davranış, temiz, helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz
kısmına Helâl kelimesini ise Allah'ın müsaade ettiği şey, temiz,
yenilebilir, kullanılabilir, haram olmayan, dinî bakımdan kullanılmasında,
yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy
olmayanlar olarak tanımlanıyor.
Birçok Ayet-i Kerim’e de helal ve
temiz birlikte geçiyor.
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz
rızıkların temiz, helal olanlarından yiyin; eğer sadece O'na kulluk
ediyorsanız, Allah'a şükredin. O'na karşı diliniz, bedeniniz ve malınızla,
kulluk borcunuz olan şükrü yerine getirin.” (Bakara 172)
“Ey insanlar! Yeryüzündeki helal
ve temiz şeylerden yiyiniz. Şeytan ve benzerlerinin adımlarını izlemeyiniz.
Çünkü onlar sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168)
“Allah'ın size temiz ve helal
olarak verdiği rızıklardan yiyin. Kendisine iman ettiğiniz Allah'tan korkun
yasaklarından sakının!” (Maide 88)
“Size rızık olarak verdiğimiz
şeylerin temiz/helal olanlarından yiyin, bu hususta azgınlık etmeyin. Sonra
gazabım üzerinize iner. Kimin de üzerine gazabım inerse, hiç kuşkusuz o,
uçuruma düşmüş, helak olmuştur.” (Taha 81) Daha fazlası için; Bakara 168,
172, 268, 273 Maide 4, 5, 87, 88 A’raf 32, 157, 160 Enfal 26, 69, 114 İsra 70
Mümin 64 Taha 81 Mü’minun 1-22, 51-56, 62, 78, 104, 114, 118 Hac 78, Embiya
268, 273 Ayet-i Kerime’leri bakınız.
Mutlaka dikkatinizi çekmiştir, Allah
c.c. helal ve temiz olanlardan yiyiniz diyerek bitirmemiş. Ayet-i Kerime’lerin
sonunda hep dikkat çekici ve ağır bir uyarı var. Aksi durumun “Şeytan ve
benzerlerinin adımlarını izlemek” olarak tanımlanırken şeytan ve
benzerlerinin adımlarını izleyenlerin Allah korusun “apaçık bir düşman” olduğu
ifade ediliyor. Başka bir Ayet-i Kerime “Allah'tan korkun yasaklarından
sakının” diye uyarırken Cenabı Hak başka bir Ayet-i Kerime’yi bitirirken “Temiz/helal
olanlarından yiyin, bu hususta azgınlık etmeyin sonra gazabım üzerinize iner”
diyerek çok dikkat çekici bir ikazda bulunuyor. ‘Azgınlık etmeyin’
uyarısı tam bugüne ve azgınlık eden bizlere yönelik olduğundan endişesi olan
var mı?
Allah c.c. temiz ve helali esas
haramı bir istisna yapmış olmasına karşın insanoğlu bu istisnayı her şeye
bulaştırarak hem açıkça Allah’a meydan okumakta hem de kendi eliyle fesada
uğramaktadır. Bu yüzden ateşimizi kendimiz yakıyoruz.
Vahiyden beslenmeyi bıraktığımız ve
‘azgınlık’ etmeye başladığımız günden bu yana başta midemize giren
gıdalar olmak üzere tükettiğimiz mal ve hizmetler vahyin emirlerine aykırı
ürünler yahut bunların karıştığı mamullerden oluşmaya başladı. Helali bir
kenara itmenin yanında birçok Ayet-i Kerim’e deki temiz (tayyib)’den ne
kastedildiği de ilgimizi çekmez oldu. Çünkü çoğumuz Kur’an-ı Kerim’i tefekkür
ederek okumadık. Bu yüzden O’da kapılarını bize açmadı. Açmayınca yiyip
içtiklerimiz yahut satın aldığımız bir şeyin helal mi yahut temiz mi olduğu
konusunda endişe etmeyi bıraktık. Gelinen nokta (Allah korusun) -geçmiş
ümmetlerin benzeri yöntemler olmasa bile- bilinmedik hastalıklara duçar olarak
hızlı bir helak sürecine doğru üstelik kendi elimizle ilerliyoruz.
Kapitalist, Marksist dolayısıyla
seküler kültürün tezahürü bir kültürden beslenen malum sanayileşme yeni üretim
süreçleri ortaya koydu. Sonra bu bilgileri isimlerinin başında farklı unvanları
olan kimselere zerk ettiler. Sonra bu eğitimciler yeni mühendisler yetiştirdi.
Müslüman bile olsa batı kültür emperyalizmin kaynaklarından beslenen bu yeni
mühendislerin eliyle insanlığın milyonlarca yıldır ürettiği, sakladığı ve
tükettiği yöntemleri önce bize ilkel(!) olarak tanıttılar. Daha sonra bu
yöntemleri üreticilere dayattılar. Onlarda bizlere. Yetiştirdikleri teknisyen
ve mühendisler, adeta yeryüzü fesada memur Kapitalizm’in dayattığı bu yeni
yöntemin dışında bir bilgiye sahip olmadılar. Bu öğreti, geçmiş yöntemleri hep
sağlıksız ve ilkel gösterdiği için toplumlara bu yöntemlerle üretilen ürünleri
tüketmeyi önerdiler ve hatta dayattılar. Bürokrasinin iki dudağına mahkûm
mevzuatlar aracılığıyla da bu teknikleri meşrulaştırmakla kalmayıp diğer
yöntemleri hep reddederek öcü olarak gösterdiler.
Yeni yöntem Kapitalizmi o kadar
memnun etti ki, bu yöntem sayesinde sağlıklarını kaybeden insanlar ‘ilaç
maymunu’ hale getirildi. Bu sistem öyle bir döngü haline geldi ki önce
başta gıda ürünleri olmak üzere tüm tüketim maddeleri sağlıklı beslenme ve
zorunlu ihtiyaç karşılama aracı olmaktan çıkarılıp, hoyratça tüketilmesi
gereken bir süreç meydana getirildi. Ardından Kapitalizm tüketmeyeni insan
yerine koymadı. Tüketim kölesi haline gelenlerimiz –kaç kişi bu süreçten
kurtulabildiyse- insanlığını kaybetti. Yeni yöntemde insan ve doğa hep kaybeden
taraf kapitalistler ise kazanan taraf oldu.
Ürettikleri gıdalarla önce hasta
yaptılar. Daha çok tüketebilmek için hayatta kalmamızı da istiyorlardı. Bunun
için büyük gayretler sarf ettiler. Sonra ‘tedaviye davet’ ettiler.
Tedavi olurken verdikleri ilaçlar bir hastalığı tedavi etti ancak başka
hatalıklar meydana getirdi. Yeni hastalıklar için yeni ilaçlar ürettiler. Bu
kez onları tükettik başka başka hastalıklar meydana geldi. Artık herkes kobaya
dönüştü.
Bu süreçte ‘modern tüketim köleleri’
olabilmemiz için dedelerimizin tükettiği ürünler hor ve hakir gösterildi.
Dedemizin yöntemleri ‘ilkel’(!) olarak tanımlandı. Bize ‘modern’(!)
olduğumuzu söyleyerek oyuna getirdiler. Hep birden bu oyuna geldik. Dedelerimiz
sabah aç karına bizim ‘kurtlu’ diye yüzüne bakmadığımız elmaları, kuru üzümleri
yiyerek sağlıklı bir ömür sürdü. Çoğumuz 80 yaşında ama kavağa tırmanır diye
gıpta ile baktık. Biz 5 yaşında siroz, 15 yaşında kalp krizi, yirmi yaşında
kanserle hastanelerde gün sayarken 80 yaşındaki dedemizin nasıl kavağa
tırmandığını Kur’an-ı Kerim bize ‘akledin’ dediği halde akledemedik. ‘Cahil ve
ilkel’ olarak gösterildiği için öyle zannettiğimiz dedemizin yediklerini
yemediğimiz için yaşam standardımız sürekli düştü. Dedelerimizin semtine
uğramayan hastalıklar bizden çıkmaz oldu.
Birde baktık ki bu süreci dayatanlar
kendi ürettiklerini kendileri tüketmeyip bize hakir gösterdikleri dedemizin
kurtlu elmalarını kendileri tüketiyorlarmış. Bize sağlıklı diye binbir türlü
uyduruk bilimsel(!) raporlarla sundukları besinleri kendilerine ayırmışlar.
Şimdi bir kısmımız bunu keşfedince ‘naturel=doğal’ etiketiyle bize birkaç katı
fiyata satmaya başladırlar. Doğal beslenme endişesinin ilgi görmesi üzerine
‘Naturel Modası’ başlattılar. (Bu modayı ileride irdeleyeceğiz)
Hz Âdem a.s.’dan bu yana sokaktan
süt alan dedelerimiz meğer ne ilkel(!) insanlarmış ta yeni haberimiz olmuş.
Bize bu yalana öyle inandırdılar ki önce sütümüzü müstahsile sattık sonra
raftan bizim sütü 3 katına geri satın alır hale geldik. İnsanoğlu daha çok
tüketim yani israf süreci yüzünden daha çok üretmeye kalkıştı. Daha çok
üretmek, daha uzun saklamak uğruna, doğalı bozdu. Doğalı bozarken tayyib ve helal
endişelerini de yitirdi. Helalden uzaklaşınca mideler fesada uğradı, bereket
gitti. İbadetlerden haz alamaz hale geldik. Herkes birbirine sormaya başladı
yeni nesil nereye gidiyor? Neredeyse ye’se düştük. Yeni nesli suçlamak yerine
nedenini akletmedik. Özellikle tüm yalanların meşru gösterildiği reklâmların
etkisiyle bir tüketim kölesi haline getirildiğinizi fark edemedik. Köleleştikçe
helal haram araştırma hürriyetini de kaybettiğimizi fark edemedik.
Acı bir son geldi çattı. Neyin helal
neyin haram olduğu artık belli değil. Size bu ürünü yahut şu firmanın ürününü
yüzde yüz gönül rahatlığı ile tüketebilirsiniz diyebileceğimiz hemen hemen
hiçbir ürün ve firma kalmadı. Pazardaki patatesten bile endişeliyiz. Helal
olması içinde sadece ‘domuz ve kan ürünlerinin olmamasını anlamak’ gibi
bir yanlışa düştük. Bu da akledememiş olmamızın en büyük delilidir. Artık
patatesimizden domatesimizden bile emin değiliz. Acaba içinde kaç tür hormon
var, ne kadar ilaç kullanıldı, hangi kalıtsal hastalıkları taşıyor, içindeki
katkılar hangi hastalıkları tetikliyor, DNA’mızı nasıl etkiliyor? Gelecek
nesillerimizde nasıl bir tahribat ve değişime neden olacak? Bütün bunları
bilmiyoruz.
Bize bunların ‘rahatlıklı
tüketebilirsiniz’ diyenlerde bilmiyor. Onlarda kaçırdı ipin ucunu.
Aklendenler olabilmek dileğiyle…
Kemal ÖZER
Dünya Sağlık Örgütü tarafından iyi beslenmeyen çocuklar üzerinde bir
araştırma yapıldı. Bu araştırmaya göre kızamık geçirmeye yatkın bir grup çocuk
ele alındı, gurubun yarısına kızamık aşısı yapıldı yarısına ise aşı yapılmadı.
Bu araştırmaya göre kızamık aşısı yapılmayan grubun %2.4 kızamığa yakalanırken,
kızamık aşısı yapılan grubun %33.5 i kızamık hastalığına yakalandı.
1975 yılında Japonya bebek aşılama
yaşını 2 yaşına çıkardı. Sonuç olarak SIDS (Ani Bebek Ölüm Sendromu veya Beşik
Ölümü) ve bebek havalesi gözle görülür bir şekilde azaldı. 1983 Japonya bebek
aşılama yaşı yeniden 3 aya indirdi bunun uzerine bu hastalıkların oranı eski
seviyesine geri döndü.
Avusturalya da bir grup gönüllüye
kızamıkçık aşısı yapıldı ve bu gönüllülerin hepsinin vücutları beklenilen
bağışıklığı üretti. Ancak ileriki dönemlerde bu gönüllüler kızamıkçık hastalığı
ile karşılaşınca bunların %80’i kızamıkçık hastalığına yakalandı.
Amerika Birleşik Devletleri Milli
Çocukluk Çağı Aşı Hasarları Yönergesine göre (1986 yılında kabul edildi) eğer
aşının zararlı etkileri 4 saat içinde görülürse kişi tazminata hak kazanmıştır.
Son derece sert kısıtlamaları olmasına rağmen 28 Şubat 1998 tarihi itibari ile
tazminat ödemeleri 871.800.000 doları buldu. Bu rakam endişe verici, çünkü her
4 davacıdan 1 i bu tazminata hak kazandı.
Bazı araştırmacılara göre canlı viral
aşıların kullanımı yabancı genetik maddelerin insan vücuduna girmesine sebep
oldu. Bu nedenle geçen yıllarda olağan dışı bir şekilde otoimmün hastalıklarda
artış görüldü. (multipl skleroz, romatoid eklem iltihabı, lupus, kanser, crohn
hastalığı, astım vb.)
Yukarıdaki gerçekler aşılamanın değişik
yönlerinin altını çizmektedir; tesirlilik, ters etkiler ve uzun süreli
sonuçlar. Bu durumda şu sorular akla geliyor; neden insanlar bu deliller ışığında
uyarılmadılar ve neden aşılama çocuklarımızın sağlığı için çok gerekli ve
pozitif bir olgu olarak sunuldu.
Yeni doğmuş bir çocuk annesi olarak,
bebek ve çocukluk dönemi aşılamanın yararları ve bu prosedürün gerekli olup
olmadığı konusu, benim için çok önemli. Bu nedenle aşılama konusundaki bu
araştırma 4 ay sürdü.
Aşılar Gerçekten İşe Yarıyorlar mı?
Bu konuyu araştırırken, birçok klinik
araştırmaların ve tarihsel verilerin aşıların güvenlik ve etkinliği olgusunu
çürüttüğünü hayretle keşfettim. Malesef, aşılar hakkında bu propaganda
kampanyası çok geniş olduğundan birçoğumuz bu aşıların ciddi çocukluk dönemi
hastalıklarını kökünden halledeceğini düşünmektedir. Gerçekte, eğer Lancet, WHO
ve UNICEF’in verilerine bakılacak olursa bu tamamen değişik bir yön göstermektedir.
1800 den günümüze kadar mevcut bir çok
hastalık, daha aşılar bulunmadan önce hijyenik çevre şartlarının
düzeltilmesiyle kontrol altına alınmış, yayılması bulaşması engellenmiştir.
Temel olarak, insanların genel sağlığı ve bağışıklık sistemleri iyileşti ve
hasta olmadılar. Doktor W.J. McCormick in söylemine göre 1950′de (kızamık,
kabakulak, kızıl ve ateşli romatizma hastalıklarının aşısı bulunmadan önce);
“Difteri, boğmaca ve tifo vakalarında
görülen azalma, bu hastalıklara karşı geliştirilen aşılamanın başlamasından 50
yıl öncesine rastlamaktadır. Bu kontrol ölçülerinin adaptasyonundan sonraki
döneme bakıldığında aşılama öncesi ve sonrası dönemde bir fark olmadığı
görülmüştür. Kızamık, kabakulak, kızıl ve ateşli romatizma vakaları için geliştirilen
kontrol ölçülerinde belirgin bir gelişme olmamasına rağmen bu hastalıklarda
aynı azalmayı göstermişlerdir.”
Ek olarak, bulaşıcı hastalık patlaması
görülen bölgelerde dünya çapında yapılan bir araştırmaya göre (kızamık, çocuk
felci, kızamıkçık, çiçek hastalığı) aşılanmış ve aşılanmamış insanlarda bu
hastalıklara aynı oranda rastlandı bazı durumlarda aşılanmış insanlar daha
çabuk ve uzun süreli hasta oldular. Örnek olarak:
1961′de Amerika Birleşik Devletlerinin
Massachusetts eyelatinde tip II çocuk felci hastalığı patlaması ile
karşılaşıldı. 3 kez aşılanmış insanlarda aşılanmamış insanlara göre felce daha
çok rastlanıldı.
1976 yılında Dr. G.T. Stewart’ın İngiliz
Tıp Dergisinde yayınlanan raporuna göre 8092 boğmaca vakasının %36 sı (2940)
tamamen aşılılarda ortaya çıkarken, sadece %30 oranında (2424) aşısız kişide
boğmaca hastalığı meydana geldi.
1973′te Brüksel deki çevre konferansında
konuşan Profesör George Dick’e göre İngiliz halkının %75 i çiçek hastalığına
karşı aşılandı. Ayrıca çocukların %40 ıda aşılandı. Sonuçlara göre aşılanan
insanlarda hastalığa yakalanma riski gozle görülür bir şekilde artı.
Eğer aşılama bu yaygın hastalıkların
azalmasında rol oynamıyorsa ve aşılanmış çocuklar, aşılanmamış çocuklardan daha
fazla riske sahipse, neden aşılama çocuklarımızın sağlığını korumada bir araç
olarak sunuluyor. Aşılama yanlısı guruplar tarihsel verileri sunarken neden
içeriğini değiştiriyorlar. Örnek olarak, Tayland da yapılan geniş çaplı bir
aşılama operasyonunda;
“Aşılama kapsamı 1984 yılında %6 dan
1988 yılında %63 e çıkarıldı. Bunun sayesinde kızamık hastalığı 1984 yılında
93.7/100.000 kişi iken 1986 yılında 37.1/100.000 kisiye düştü.”
Bununla birlikte, 1987 yılında
87.1/100.000 kişinin ve 1988 yılında 59.1/100.000 kişinin kızamık hastalığına
yakalandığı raporun dışında tutulmuştur. Aslında 1982 yılında kızamık aşısı
yapılmamış guruptan, 57.1/100.000 oranında hastalığa yakalanma saptanmıştır. Bu
oran ayrıca 1988 yılındaki orandan daha düşüktür ve bu yılda aşılama
yapılmıştır.
Aşılamanın bulaşıcı hastalıklara karşı
bir engel olmaması ve aşılanan çocukların bu hastalıklara yakalanma riskinin
artığı görülmüştür, Ayrıca aşılamanın ters etkileri ve uzun süreli sonuçları
düşünülmelidir.
Aşılamanın Erken Dönem Yan Etkileri
Aşıların erken dönem etkileri aşağıda sıralanmıştır;
Encephalopathy (geri dönüşümsüz beyin
hasarı ), ataxia (sarhoş yürüyüş), zihinsel gerilik, aseptik menejit (beyin
veya omurilik hücre duvarlarında yanma), epilepsi hastalığı, hemiparesis (yarım
felç ), retinopathy ve körlük, hiperaktivite , anaflaksi , bebeklerde yüksek
sesli ve uzun süreli ağlama (encephalitic), öğrenme bozukluğu, saman nezlesi ,
astım, ani bebek olümü (SIDS), Brakial pleksus nevraljisi (kollar, eller ve
omuzları hareket ettiren sinir hücrelerindeki bir hastalık) ve karın ağrısı.
İkincil komplikasyonları şeker hastalığı, Reye sendromu ve multipl skleroz
hastalıklarını içermektedir.
Maalesef, aşılamanın gerçek zarar
verici, yan etki reaksiyonlarını tespit etmek imkânsız. Örneğin, Bir İngiliz
hükümet raporunun iddiasına göre DPT (difteri çocuk felci tetanos) aşısının
kalıcı nörolojik zararı 300.000 de 1 kişi olarak belirtilmektedir. Oysa başka
araştırmacılar bu seviyenin 62.000 de 1 kişiden 300 de 1 kişiye kadar
çıkabileceğine inanmaktadırlar. Coulter ve Fisher tarafindan yapılan bir
araştırmaya göre Amerika Birleşik Devletlerinde 3.3 milyon çocuğa DPT aşısı
uygulanmış ve 48 saat içerisinde bu aşıyı alan 33.006 çocuk ta ciddi nörolojik
reaksiyonlar olmuştur. (ansefalit, havale geçirme, bayılma)
Aşılama taraftarı gruplar bu ciddi problemleri
sunarken, bu sorunların gerçek ve ciddi olmasına rağmen, bu problemlerin seyrek
olduğunu belirtmektedirler. Örnek olarak;
“Aileler aşılamanın bu seyrek görülen
fakat ciddi bir yan etkisi olan alerjik reaksiyon ve sara nöbetlerine karşı
bilgilendirilmelidir. Aşıyı tavsiye eden her doktor bu immünolojik maddelerin
reaksiyonlarını bilmek zorundadır. Eğer bu ciddi sorunlarla karşılaşılırsa ve
hukuksal yola başvurulursa buna karsı en iyi korunma yöntemi, aşılamanın bu
etkileri hakkında aileye ayrıntılı bilgi verildiği ve bu kararın karşılıklı
olarak alındığı belirtilmelidir.”
Bununla birlikte, aşılama sonucu oluşan
sakatlıkların sıklığı ve tekrar oranı hakkında bir bilimsel delil yoktur. Sonuç
olarak, bu reaksiyonların olağan dışı olduğu veya istatistiksel olarak belirgin
olduğu konusunda bir bilgi edinilememektedir. Yukarıda belirtilen makalede
olduğu gibi, bu tip makalelerden aşılamayla beraber oluşan bu seyrek
reaksiyonların sıklığı konusunda bir bilgi edinilememektedir. American Bakteril
Aşıları ve Toxoidlerinin Tenkiti Panelinin 15. Toplantısında aşağıdaki kanıya
varıldı;
“Birçok doktor aşıların reaksiyonların
bildirilmesi konusunda pek hassas değiller veya aşıların özelliklerinden pek
haberdar değiller. İlave olarak, hekimler ve aşıları üreten bu firmalar yan
etkiler sonucu zarar gören hastalara karşı sorumludurlar. Bütün bu faktörler
üst üste eklendiğinde görülmüştür ki aşılama sonucu oluşabilecek zararların
tespiti çok zordur.”
Bu nedenle, aşıların yan etkilerinin ve
aşıların çocuklarda görülen zararlı etkilerinin çok yüksek olduğu ancak tıp ve
eczacılar toplumunun sundukları bilgilerin bununla uyuşmadığından
şüphelenilmektedir. Buna ek olarak çocukları kalıcı olarak aşılardan zarar
görmüş anneler aşı risk derneği kurmuştur. 1967 de Batı Almanya da çiçek aşısı
yapılan çocukların 3296 sının kulakları zarar görmüş ve 71 i tamamen sağır
olmuştur. Başka bir uç değer olarak Avustralya da yapılan bir aşılama programı
sırasında aşılanan yerli çocukların %50 si hayatlarını kaybettiler. Albert
Einstein Tıp Fakültesi doktorlarından Dr. B. Bloom göre bir çok aşı üreten
firma bu hukuksal maddi kayıp nedeniyle yeni aşı geliştirmesine ara
vermişlerdir.
Aşıların bu yan etkilerinin nerden
kaynaklandığı tespit edilememiştir. Ters etkilerin bu toksik katkı maddelerinden
veya aşının kendisinden kaynaklandığı sorusu halen cevapsızdır.
Aşılamanın
Uzun Dönemdeki Etkileri
Aşıların yukarda belirtilen bu kısa
dönem etkilerinin endişe verici olmasına rağmen uzun dönemdeki etkileri daha da
korkutucudur. Herhangi bir hastalıkla karşılaştığınızda virüs veya bakteri
vücudunuza solunum yoluyla akciğerinizi geçerek girmektedir. Örnek olarak
kızamık hastalığında havada bulunan bakteri öncelikle bademciklerle karşılaşır.
Daha sonra bu virüsler lenflere girerler ve buradan da dalağa geçerler. Bu
zincirleme işlem sürecinde vücut değişik reaksiyonlar göstererek örneğin
öksürme ve hapşırma gibi virüsün vücuda girişini zorlaştırmaktadır. Fakat
aşılarla bu yabancı antijenler direk olarak vücuda verildiğinden bu antijenler
dokulara oradanda kan dolaşımına hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Böylece bu
virüslerin vücudun önemli organlarına girişi kolaylaştırılmıştır. Bu erken
yaşlarda vücudun savunma sisteminin elimine edilerek vücuda bu virüslerin
verilmesi büyük problemlere yol açabilecektir. Ek olarak zayıflatılmış bu
virüsler vücuda verildiğinden vücut önemli savunma sistemini aktif hale
getirmemektedir.
Aşıların başka bir uzun dönem
komplikasyonu da bir hücre bir antikor kuralıdır. Bunun anlamı şudur; bir B
hücresi sadece bir antijene (hastalık yapan virüs veya bakteri) karşı etkin
ise, bu B hücresi öbür hastalık yapıcı bakteri veya virüslere karşı etkin
değildir. Eğer bir çocuk, çocukluk dönemi bir hastalığa doğal olarak
yakalanırsa bu çocuğun vücudunun bağışıklık sisteminin sadece %7 si kullanılarak
bu hastalığa karşı konulduğu tahmin edilmektedir. Ancak, çocuk rutin olarak
aşılanırsa bu çocuğun bağışıklık sisteminin %70 bu antijenlerle mücadelede
olduğundan öbür hastalık yapıcı etkenlere karşı etkisiz kalmaktadır. Güncel bir
araştırmaya göre bu azaltılmış bağışıklık sistemi kapasitesi vücudun öbür
hastalıklara, alerjilere ve bağışlılık sistemi hastalıklarına yakalanma şansını
arttırmaktadır. Ayrıca başka uzmanlara göre bu zayıflatılmış virüsler sebebi
ile vücut sürekli atak modunda çalışmak ta ve bu sebeple vücudun doğal
bağışıklık sitemi zayıflamaktadır.
İsveç’te yapılan bir araştırmaya göre
aynı doğum yaş grubunda bulunan iki çocuk grubu kullanıldı. Birinci gruba aşı
uygulandı, ikinci gruba aşı uygulanmadı. Bu deneme de aşılanan çocuklarda bakteriyel
enfeksiyona ve bazı ölümlere rastlanıldı. Bunun sonucunda araştırmacıların
kanısı bu aşılar bağışıklık sitemini baskı altına alarak bu ölümlere sebep
verdi şeklinde oldu.
Başka bir delile göre aşılar gene bir
denemede, bağışıklık sitemini baskı altında tutmuştur. Bu deneme de 2 grup
çocuk kullanılmış. İlk gruba çocuk felci aşısı yapılmış ikinci gruba ise aşı
yapılmamıştır. Bu araştırmaya göre aşı yapılan çocukların 200 ü çocuk felci
hastalığına yakalanmış, ama aşı yapılmayan çocukların bir tanesi bile çocuk
felcine yakalanmamıştır.
Harold Buttram, MD ve John Hoffman, PhD
‘a göre çocukluk dönemi aşı uygulaması çocuğun bağışıklık sistemine yardımcı
olmamakla birlikte, çocuğun bağışıklık sistemini etkileyerek çocuğun başka
hastalıklara yakalanmasına sebep olabilmektedir.
Aşıların bir başka endişe verici yönü
ise bu yabancı genetik maddenin vücuda verilmesidir. Harvard dan Dr. R.
Moskowitz, MD nin açıklamasına göre aşılama otoimmün hastalıklara sebep
olabilmektedir;
“Aşılarda bulunan virüslerin kendilerine
has bir genetik yapıları bulunmaktadır. Bu genetik yapı misafir hücrelere
yapışarak bu hücrelerin bünyesinde uzun yıllar boyunca faaliyet
gösterebilmektedir. Bu viral faaliyet nedeniyle bağışıklık siteminin etkisi
azalmakta ve vücut herpes, siğil, çeşitli kanserler, merkezi sinir sistemi
hastalıkları, paralizler ve beyinde iltihap ile karşı karşıya kalabilmektedir.
Ayrıca Dr. Markowitz ‘e göre aşılar
orijinal hastalığın yumuşak ölçekli şekli olmakla birlikte, kendilerine has
değişik belirtileri de ortaya çıkarmaktadırlar. Bazı durumlarda bu hastalıklar
orijinal hastalıklardan daha ciddi bir durum oluştururlar. Bu durum da bu
belirtileri teşhis etmek daha da zordur.
Amerikan Kanser birliğinin bir
toplantısı sırasında, Rutgers Üniversitesinden Profesör R. Simpson bir uyarıda
bulundu:
“Grip, kızamık, kabakulak ve polio
hastalıklarına karşı yapılan aşılama programlarında insan vücudunda kolayca
tespit edilemeyen hücre içi gizli-virüs hücreleri yapılanmaktadır. Bu
gözükmeyen gizli-virüsler romatoid artirit, multipl skleroz, sistemik lupus
erythematosus, parkinson hastalığı ve belkide kansere sebep olabilmektedirler.”
Toplanılan bu bilgilerin büyük çoğunluğu
göstermektedir ki aşılar etkili olmamakla birlikte çocuklarda başka
hastalıklara da yol açabilmektedir. Ek olarak aşıların ters etkileri göz ardı
edilmiş ve uzun dönem zarar verici etkilerine ise hiç değinilmemiştir.
Bu bilgilerin ışığında neden aşıların
engelleyici etkiye sahip olduğu konusu vurgulanmaktadır. Dr. Raymond Obomsawin
göre yoğun aşılamayı göz önünde bulundurarak, aileler ve bu aşılamayı yapan
sağlık memurları genel de, bu ihtimalleri göz ardı etmektedirler.
Bundan da anlaşılmaktadır ki aşılama bir
politik ve ekonomik olgudur. Çünkü bu aşıları üreten firmalar ve doktorlar
maddi çıkar sağlamaktadırlar. Barbara Fiher ‘e göre;
“Aşı üreticileri çok büyük miktarda para
kazanmaktadır. Bu nedenle doktorlar da bu firmaların planları ile beraber
hareket etmektedirler.”
Milyonlarca dolar göz önüne alındığında
bu firmaların sorumluluğu sadece para kazanmaktır. Bu nedenle ben Oscar ı
aşılattırmadım.
Birçok değişik alternatif ilaç
bulunmakta bu bilgilere aşağıdaki siteden ulaşabilirsiniz;
www.alternativemedicine.com
Eğer çocuğunuzu aşılattıracaksanız
sadece çok önemli olanlarını yaptırınız. Örnek olarak difteri ve tetanoz
aşılarını yaptırın ama DPT ve hepatit B aşılarından kaçının. Kabakulak aşısı
ayrıca bazı ülkelerde yasaklanmıştır.
Eğer çocuğunuzu aşılatmak zorundaysanız,
çocuğunuzun bağışıklık sistemini destekleyin . Bunu şöyle yapabilirsiniz;
aşılamadan önce ve sonra çocuğunuza 1000 mg. Vitamin C, 500 mg. kalsiyum, 50
mg. Vitamin B6 verebilirsiniz.
Kendinizi eğitmeye devam edin ve aşılama
hakkında araştırma yapın.
İÇECEKLERDEKİ
TEHLİKELİ SIR
Günümüzde gıda bir silah
olarak kullanılıyor. Bu silahlar içinde içecekler; toplum sağlığını bozmakla
kalmayıp, bitki, hayvan ve insanların genetik yapısını değiştirme yönünde de
büyük bir risk oluşturuyor.
Günümüz tüketicisi süt,
ayran, bal şerbeti, bitki ve meyve suları, hoşaf gibi doğal içecekler yerine
kola, renkli ve renksiz gazozlar ile toz içecekleri tercih ediyor!
Kuşkusuz dünyanın en
ünlü içeceği fabrikası, 1886’da ABD’de kurulan CocaCola. Kola (CocaCola) ilk
olarak eczanelerde satılmak üzere üretilen bir ilaçken içeriğinde değişikliğe
gidilerek 1895’de gizemli bir içeceğe dönüştürüldü.
Tüketicilerin yiyip
içtikleri gıda ürünlerinin tüm içeriklerini bilmeleri temel insan haklarından
biri olduğu halde tüketiciler, CocaCola başta olmak üzere birçok ürünün
içeriğinde ne olduğunu tam olarak bil(e)miyorlar.
Hâlen kolanın içeriğinde
bulunan yedi gizli maddeden söz ediliyor. Hakkında ürkütücü bilgiler
dolaşmasına rağmen; alkol, sigara ve diğer madde bağımlılarında olduğu üzere
ezici çoğunluk bu içecekten bir türlü vazgeçemiyor. Neden acaba?
İçeriğinde bulunan
maddeleri sadece iki kişinin bildiği ve bu bilgilerin bir banka kasasında
saklandığı, bunun da ‘ticari bir sır’ olduğu gibi birçok bilginin dolaştığı bu
üründen, dünyada saniye de 8 bin, yılda ise
252.288.000.000 (252 milyar 288 milyon) kutu -CocaCola-
tüketiliyor. Yani dünyanın CocaCola tüketimi, kişi başına ortalama 36 kutu
civarında seyrediyor. Pepsi ve diğer yerel markaların tüketimleri de hesaba
katıldığında, yıllık kişi başı ortalama 200-250 kutuluk tüketim ortaya çıkıyor.
Diğer gazlı içecekleri
dikkate almadan sadece kolalı içecekleri hesaba kattığımızda, yılda600
milyar ton su kaynağının israf edildiğini görürüz. Buna kola benzeri
diğer sağlıksız içecekleri de eklersek, ürkütücü boyutlarda su kaynağının
-birkaç şirket tarafından- petrolden daha pahalıya pazarlandığını, dünya
kaynaklarının ve insanların sömürüldüğü görebiliriz. Türkiye’nin -tarım
sulaması hariç- yıllık 7 milyar ton su tükettiğini düşünürsek bir
kola firmasının 600 milyar ton su tüketmesi insanlığın ortak kaynağının nasıl
sömürüldüğünü gösterir.
Dünyanın birçok
bölgesinde insanlar günlük içme suyuna bile erişemezken, verimli su
kaynaklarının bu tür sağlıksız ürünler için heba edilmesi, üstelik
firmaların 0,2 sent sevilerinde mâl ettiği bir ton suyu, 2 bin dolara
satması bu sömürünün boyutlarını göstermek için yeterli olacaktır.
Öte yandan bugün
dünyanın taşınabilir su kaynaklarının yüzde 25’inden fazlası tek başına
‘The Coca-Cola Company’ firmasının elinde bulunmaktadır. Hindli Aktivist
Vandana Shiva’nın da ifade ettiği gibi, bu durum bile tek başına büyük
bir insan hakları ihlalidir ve umuma ait olan yeryüzünün su kaynaklarının
bir şirketin tekeli geçmesi, Türkiye Cumhuriyeti de dâhil devletlerin bu büyük
firmaların su kaynaklarını keyfine göre kullanıpbir milyon kat kârla satması
için bekçilik yaptığı ortaya koymaktadır. Bu tür firmaların suyu ne derece
yasal yolla elde ettiği ayrı bir konu iken, bu firmaların faaliyet gösterdiği
bölgelerde su sevilerinde çok büyük düşmeler yaşanmakta ve içme
suyu temininde zorluklar ile maliyet artışları ortaya çıkmaktadır. Doğal
olarak bu bedel, yerli halklara ödetilmektedir.
Peki, bu durumun suçlusu
sadece devletler midir? Alkollü olması bir yana ne derece sağlıklı
olduğunun tartışıldığı ürünleri suya tercih eden bizler, masum
olabilir miyiz?Acaba başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmeye ne zaman
başlayacağız?
Hâlbuki devletlere
düşen, yer altı ve yer üstü kaynakların tekellerin eline geçmemesi ve doğru bir
şekilde kullanılmasını sağlamaktır. Bugün bunu yaptıkları söylenebilir mi?
Kola ülkemize 1964
yılında, Mason Dolaksızoğlu Süleyman Sami Gündoğdu (Demirel)’in has adamı, Kadir
Has tarafından getirilir. Bunun hatırına olmasa da Plevne
kahramanlarımızdan Abdülezel Paşa’nın adı İstanbul’un büyük
caddelerinden birinden silinerek, bu illeti Anadolu halkına bulaştıran Kadir
Has’in ismi verildi. Kadir Topbaş bu hatayı, “ecdada ve tarihe karşı
kadirşinaslık böyle olur” dercesine yaptı.
Kapitalizm ve Amerikan
emperyalizminin sembolü haline gelen birkaç üründen biri olan kola, ikinci
dünya savaşından sonra ABD devletinin de katkılarıyla başta Avrupa olmak üzere
tüm dünyayı sarar. 1990’ların başlarında sona eren soğuk savaş esnasında
girişi yasak olan kola, eski Sovyetler Birliği toprakları, Doğu
Avrupa ülkeleri ve bu bloğa bağlı diğer ülkeleri de istila ederek
dünyada tam bir hâkimiyet kurar.
1905'e kadar kolanın
içeriğinde kokainden elde edilen bir maddenin varlığı –resmen- kabul edilmekte
iken, bugün içerikte bu maddelerin varlığı reddedilmektedir. Mesela, Red Bull isimli kola içeceğinin içeriğiyle ilgili araştırmalarda -Almanya ve Hong Kong’da yapılan
incelemelerde- kokain bulunması üzerine geçen ay
yasaklandığı gerçeği üzerinden gidilir ise, bu ürünlerin gerçek
içerikleri maalesef ,başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede etiketlere
yazılmamaktadır. Yine bir diğer araştırmada, Hindistan’da sağlıksız
su kaynaklarından elde edilen kolalı içeceklerde kurşun ve kadmiyum gibi
kalıntılar bulunduğu tespit edilmiştir.
Bugün ilaç üreticisi
bile olsa herhangi bir firmanın ürettiği ürünün içeriğini gizlememesi
gerekirken; kola firmalarının saklaması tuhaf değil midir?
İçeriği sağlıksız ve
dinî açıdan tartışmalı olan, hatta birçok kimse tarafından ‘haram’ kabul edilen
bu tür içeceklerin, iftar ve sahur sofralarını süslemesi ve insan sağlığını
bozması bir yana; insan nesli ve gen yapısı konusunda nasıl bir
tahribat ve değişiklik yaptığı gerçeği, üzerinde en çok durulması gereken
boyuttur.
Bu tür hazır içeceklerin
içecek ve yiyeceklerin içeriğinin gizlenmesinin yanı sıra kullanılan katkıların
GDO’lu ürünler olması da üzerinde durulması gereken bir tehlike.
Çünkü tek başına bu
durum bile ‘GDO’ları Ulusal Biyogüvenlik Yasası ile zapt-u rapt altına
alacağız’ söyleminin ne kadar içi boş bir cümle olduğunu göstermek için
yeterli.İçeriğinde ne olduğunu tam olarak bilmediği bir ürünün satışına
izin veren bir devletlerin içerikteki, GDO’yu denetlemesinin imkânsızlığı da
ortaya çıkmakta.
Konumuz GDO değil gibi
gözükse de artık, GDO’nun konu içine girmeyeceği bir dış politika hatta
güvenlik konusu bile olamaz. Çünkü bugün GDO’lu ürünler, tüketime sunulan
sanayi mamullerin neredeyse yüzde sekseninde en basit şekilde katkı maddesi
kılıfı ile girmekte. Bu durum, uluslararası güçlere karşı bağımlılık yapması
bir yana, kendi isteğimizle sağlıksızlaştırılma ve kısırlaştırılma
operasyonuna tâbi olduğumuzu gösterir.
‘Yine ürktük’ diyenlere
‘bu içecekler yerine doğal içeceklere yöneliniz’ tavsiyesiyle birlikte “daha
bu ne ki” demekten kendimi alamıyorum. Bütün bunlara komplo
teorisi gözüyle bakanlara, yine F. William Engdahl’ın “Hayır hayır!
Bu bir komplo teorisi değil insanlığa yapılan komplodur!” cümlesini
hatırlatmak isterim. Doğrusu oynanan senaryonun dehşeti karşısında insanda
mecal kalmıyor... Bir de buna toplumun ölüm uykusu eklenirse gerisini siz
düşünün...
Sonuçta şunu söylemek
mümkün; çocuğunuza süt içmesini öğütlemeden önce bunu sizin yapmanız
gerektiğini unutmamak şartıyla; süt, ayran, hoşaf, şerbet gibi sağlıklı
ve besleyici içecekler tercihine yöneliniz. Bunu yaparken bu ürünlerinde
endüstriyel olanlarından kaçınınız. Bakmayın siz o köşeleri tutmuş
borazanların ‘sokak sütü’ diye küçümsemelerine... İyice kaynatın ve için.
Raftan asla süt almayın!
Günümüzde daha çok
üretim, daha fazla raf ömrü, daha çok kazanç gibi sebeplerle hiçbir şey olması
gerektiği şekilde üretilmiyor. Zaten dünyanın kirli bilgisi, kaynak alınarak
hazırlanan mevzuat hazretleri de bunu öngörüyor.
Örnek verecek olursak;
gerçek ayran, yoğurda su ilave edilerek yayık ya da benzeri yöntemlerle
oluşturulur. Ancak endüstriyel yöntem, yoğurt sürecini atlayıp direkt
sütü, katkı maddeleri ile ayrana dönüştürüyor. Gerçekte ayran olmayan bu ürünü,
bizler ‘ayran’ diyerek içiyoruz.
Hakikat şu ki, içecek
konusunda oldukça zengin bir mazimiz ve kültürümüz var. Eski günlerin
sofralarını, yayık ayranının yanı sıra erik, kayısı, vişne, ahududu
gibi meyvelerden yapılan farklı hoşaf türleri süslerdi. Sağlık
deposu olmaları, doyumsuz tatları ve albenili renkleri sayesinde sofralarımıza
hayat katarlardı. Katarlardı diyorum ama benim sofralarıma hâlâ hayat
katıyorlar!
Seçkin bir misafiriniz
gelse ya da siz bir yere misafir olsanız; sultanların içeceği bal,
kızılcık, frambuaz, vişne, çilek, gül, karadut benzeri sayısız kaynaktan
yapılan şerbetlerin mi yoksa kola türlerinin ikram edilmesini mi isterlerdi ya
da isterdiniz? Aslında bu muhteşem doğal içecekler yerine, zararlı ve sağlıksız
yapay katkı içecekleri sunmak misafirinize verdiğiniz değerin nişanesidir.
‘Kola ve benzeri gazlı
içecekleri içmeyeceksek ne içelim’ diyenlere, yukarıda saydıklarımız yeterli
gelmemişse kahve, çay, kuşburnu, adaçayı, ıhlamur –yapay tozları hariç- gibi
sayısız bitki çayları söylemek ayıp olur.
Erkekliği yok eden korona, çipli ilaç ve aşılar!
Can Kemal ÖZER 23 MART 2020
Davos’un Türkçe propagandisti Cüneyt Zapsu’nun
Bloomberg’e verdiği mülakatın sosyal medyadaki dolaşımını siz de
görmüşsünüzdür. “Filmlerde gördüğünüz şeylerin hepsi gerçek olacak” diyen
Zapsu’nun büyük bir heyecanla Türklere anlattığı yahut pazarladığı şey, işte
gerçek oldu.
Aslına bakarsanız Zapsu’nun
söylediklerini sadece filmleri değil genetik mühendislik yahut biyo-teknoloji
ile ilgili gelişmeleri takip edenler biliyordu. 2010’da Tapınakçılar’ın kurduğu
şeytanilerin merkez üssü İsviçre’de büyük baronların kontrolündeki Novartis,
‘Sensor Based Drugs’ adını verdiği sensörlü/çipli ilaç ve aşılar geliştirdiğini
duyurmuştu. Bir yıl kadar sonra ise tıp çevrelerinin Vatikan’ı FDA, ‘Sensor
Based Drugs’ adıyla Novartis ilaçlarını ruhsatlandırdı.
Yutturulan bu sözde ilaçlar, mide asidi
ile aktive oluyor ve ardından kablosuz haberleşme başlıyor. ‘Strategic Program
Director, Data42’ adı verilen Microsoft’un da işin içine dâhil olduğu yeni
proje/ler çok büyük medikal buluş veya devrim olarak takdim ediliyor. Erken
teşhiste kolaylık gibi pazarlanan iş, uzun zamandır Pentagon’un da gündeminde.
ABD, askerlerini bir robot gibi uzaktan kontrol edip yönlendirmeye çalışıyor.
Aynı meseleyle Çin’in de ilgilendiği bir sır değil.
Vücuda yerleştirilen bu çipler, herkesin
kimliği yerine geçecek, herkes böylece kontrol altında tutulacak, çip takılmayı
reddedenlere sağlık sigortası yapılmayacak, bankada hesap açılmayacak. Yani
bütün dert insanın robotlaştırma usulleriyle kontrolü. Ya gönüllü teslim
olacağız, ya genetiği değiştirilmiş virüsler aracılığıyla teslim alacaklar yahut
da direnip özgür kalacağız.
‘Taş devrinden sonra nasıl bizim
cinsimiz yaşayabildi?’ diyerek evrime inancını izhar eden Zapsu, “Çok değil
15-20 sene sonra insanların bambaşka bir cins haline gelme durumu var. Bu, şu
anda yaşadığımız son normal insan jenerasyonu…” diyor ve son yılların şişirilen
Yahudi’si Yuval Noah Harari’den örnekler veriyordu. Belli ki vicdansız
teröristlerin fikirlerini yayacaklardan biri de Harari’nin kitapları olacaktı
ve öyle olmaya devam ediyor.
Davos’ta yaygınlaştırılması kararlaştırılan
ID2020 adlı proje ise, insanı insanlıktan çıkarıp ID’si üzerinden güdecekleri
robot insan olmanın başlangıcı olan dijital kimlikmiş.
Silikon ve metal karışımından oluşan,
kablosuz haberleşme sağlayan yani RF / Wi-Fi özelliğine sahip ilaç ve aşılar
ise geleceğin hırsızı bir teknoloji. Kılıçtan keskin bu sözde ilaç, daha
gerçekçi ifadeyle biyo-nanogenetik silah, bir saç kılından 10 kat daha ince.
Yani bir saç kılı 50 mikro milimetre iken, bunlar 5 mikro milimetre. Bu yüzden
çıplak gözle görülmesi mümkün değil.
İnternetin IP ve cep telefonlarının IMEI
numarası gibi her biri özel bir ID/IP’ye sahip. Bunu yutan kişilerin bedenleri
ve muhtemelen beyinleri, cep telefonu teknolojisi ile uzaktan yönetilebilir
hâle getiriliyor. Kimse bunun üzerine kafa yormuyor. Eski Sağlık Bakanı Recep
Akdağ, bu teknolojinin Türkiye’de uygulanması gerektiğini söylemişti.
Türkiye’de süreç ne aşamada bilmiyoruz.
İlk olarak organ nakli olan ve organ
yetmezliği yaşayanlar için kullanılacağı duyurulan bu teknoloji, artık herkes için
geçerli. Hatta hasta olmanıza bile gerek yok. Bebeğinize aşı yaptırdığınızda
yahut yarın korona aşısı diye önünüze konulacak olan yeni biyo-nanogenetik
ilaç/aşı/silah, haberiniz bile olmadan size de enjekte edilebilir.
Sonrası basit…
Cep telefonunuza bir mobil uygulama
yükleyeceksiniz. Cihazınıza, size enjekte edilen ‘Sensor Based Drug’un ID
numarasını girdiğinizde işlem tamam. Projenin sahiplerinin sizi izlemesi için
buna da gerek yok. Size ait ID zaten düşmanınızca biliniyor ve bu yeni düşman
5G teknolojisi ile hücrelerimize kadar girecek internet sayesinde. Artık sizi
birileri uzaktan izleyip dilediğinde müdahale edecek. Pazarlama bahaneleri ise
“Hastaneye gitmeyeceksiniz, kan ve diğer değerlerinizin kontrolü, ilaçlarınızın
dozu otomatik ayarlanacak” vs.
Bu hususla ilgili 2012 yılında Popular
Science dergisinde yer alan bir haberde, David H. Koch Enstitüsü Başkanı Prof.
Robert Langer’ın geliştirdiği küçük silikon çiplerden oluşan bir ilaç kaynağı
cihaz duyurulur. Haberde “İlk olarak kemik erimesi hastalığı olan kadınları
kapsayan çalışmada, kablosuz mikroçipler başarılı bir şekilde hastalara günlük
ilaçlarını verdi. Gelecekte herkesin vücuduna yerleştirilecek olan bilgisayarlı
dispanserler, eczane ve doktorun yerini alacak. Vücudunuzdaki bu cihaz,
kanınıza uygun dozda ilaçları otomatik olarak dağıtacak. Bu küçük kablosuz
çipler, ağrıyı ve rahatsızlığı azaltacak ve butona basılmasıyla hastalar
ihtiyacı olan ilacı tam olarak uygun dozda alacaklar. Gerektiğinde uzaktan
aşılanabilecekler” deniliyordu.
Dikkat edin, bilim kurgu filminden
değil, başlamış bir uygulamadan söz ediliyor!
‘İSRAİL
ASKERLERİNİN DERİSİNDE ÇİP VAR’
HAMAS’ın askeri kanadı İzzettin El
Kassam Tugayları, 2014’de benzer bir teknoloji ile ilgili açıklama yapmış ve
bir de görüntü paylaşmıştı. Açıklamaya göre Hamas, rehin alınan İsrail
askerlerinin derilerinin altında elektronik çip tespit eder. İsrail, kaçırılan
veya esir alınan askerlerinin yerini bu çipler sayesinde biliyor. Hamas,
çipleri deri altından çıkarınca İsrail çaresiz kalır. Ancak bu teknoloji çok
gerilerde kaldı. Şimdi kanınızda dolaşan ancak kimsenin yerini tespit edemediği
internete bağlı gözle görülmesi imkânsız aygıtlar var.
KORONANIN ASIL AMACI BU ÇİPLER Mİ?
KORONANIN ASIL AMACI BU ÇİPLER Mİ?
Dünya Sağlık Teşkilatı’nın eski
uzmanlarından Peter Koenig’e göre, bu salgının bir amacı da çipli ilaç ve
aşıları yaygınlaştırmak. Yani Davos’ta kararlaştırılan ID2020’yi hayata
geçirmek. Ona göre, bu son pandemi harekete geçmek için süper bir katalizör
görevi görecek. Bütün bunlar afaki şeyler değil. Hepsi resmi siteleri
id2020.org’da zaten anlatılıyor. Mühim olan olup biteni doğru tahlil edebilmek,
devlet ve millet olarak gereken tedbiri alabilmek.
Koenig’e göre, korona virüsü aşısı tüm ülkelerde zorunlu tutulacak ve herkes bu aşıda bulunan nano teknoloji ürünü kimlik çipleriyle kayıt altına alınacak. Yani Sensor Based Drug ile… Köşeye sıkışan devletler de çareyi bunda arayacak… Hatta ‘önce bize ver’ diye yalvar yakar olacak.
Koenig’e göre, korona virüsü aşısı tüm ülkelerde zorunlu tutulacak ve herkes bu aşıda bulunan nano teknoloji ürünü kimlik çipleriyle kayıt altına alınacak. Yani Sensor Based Drug ile… Köşeye sıkışan devletler de çareyi bunda arayacak… Hatta ‘önce bize ver’ diye yalvar yakar olacak.
Dahası bu uygulama, Türkiye’nin birkaç
katı nüfusa sahip ve Hasan Sabbah geleneğinin devamı olan Thug terör örgütünün
yönetimindeki Bangladeş’te başlamak üzere. Peter’in yazısında göreceğiniz
üzere, 2020 Ocak ayındaki Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda alınan
karar gereği, Bill Gates’in başkanlık ettiği “Küresel Aşı Birliği” ve destekçilerinin
öncülüğünde ID2020’nin yani “Dijital Kimlik Programı Projesi” ilk olarak
Bangladeş’te uygulanacak.
İNSANLAR
NASIL İKNA EDİLİYOR?
İkna etmenin en kolay yolu korkutmak!
Kimini sağlıkla, kimini ölümle, kimini makamla, kimini de parayla.
“Bu hapı yutarsanız koronadan
kurtulacaksınız, bu aşıyı olursanız korona olmayacaksınız, olsanız bile
doktorunuz anında haberdar olacağı için acil müdahale ile kurtulacaksınız”
denilince kaç kişi itiraz edecek? Çok az öyle değil mi? Çokları zaten bunu
bekliyor.
Kimileriyse Bitcoin gibi sanal
varlıklarının, banka hesaplarının hacklenmesinin derdinde. Onlar için de çare
var. “Güvenilir bir kimlik oluşturma: Blockchain ID” adlı çalışmada “Kimsin”
diye sorulup, “İster uçağa biniyor, ister banka bakiyemizi kontrol ediyor,
isterse bir kamu hizmeti faturası ödüyor olsak da, düzenli olarak kim
olduğumuzu ispatlamamız gerekiyor. Ancak, dünya genelinde 1 milyardan fazla
insan kim olduklarını kesin olarak ispat edemez. Ayrıca her yıl sadece 15
milyondan fazlası kimlik hırsızlığının kurbanı oluyor. Bunu akılda tutarak,
kuruluşlar ve bireyler için kimlik yönetimini modernize etmek maksadıyla
benzersiz bir dijital kimlik prototipi geliştirdik. Blockchain ve biyometri
gücünden yararlanan sistem, dijital kimliklerin oluşturulmasını, izlenmesini ve
korunmasını daha verimli, kullanıcı dostu, güvenli ve dolandırıcılığa daha
kapalı hâle getiriyor” diye cevaplanıyor bu suâl.
Damarlarınızda dolaşacak internete bağlı
bu nano teknoloji ürünü ile parmak izleriniz, ses, yüz ve iris verileriniz
üzerinde bir ID oluşturuluyor. Sonrasında hesaplarınız güvenli(!). Peki ya siz?
Hesaplarınızı güvenlik altına aldırırken
beyninizin hacklenmesi için tüm kapıları ardına kadar aralayıp, anahtarı da
hırsıza veriyorsunuz. O hırsızın kim olduğunu söylemeye gerek yok değil mi?
BU
PATRONLARI KİM YEDİ?
Medyaya yansıyan bilgilere göre dünya
korona ile korkutulurken, Davos sürecinde SAP CEO’su Bill McDermott 10 Ekimde,
Renault’un CEO’su Thierry Bollore’nin 11 Ekimde, McDonald’s CEO’su Steve
Easterbrook 4 Kasımda, T-Mobile’ın CEO’su John Legere 19 Kasımda, Circle CEO’su
Sean Neville 5 Aralıkta, Turvo CEO’su Eric Gilmore 14 Aralıkta, BMW Group’un
CEO’su Harald Krueger 31 Aralıkta, Google’ın kurucuları Larry Page ve Sergey
Brin 3 Ocakta, Seat’ın CEO’su Luca Meo 8 Ocakta, Boeing CEO’su Dennis
Muilenburg 13 Ocakta, IBM CEO’su Ginni Rometty 31 Ocakta, Linkedln CEO’su Jeff
Weiner 6 Şubatta, Credit Suisse’in CEO’su Tidjane Thiam 7 Şubatta, Tendermint
Labs’ın başkanı Zaki Manian 19 Şubatta, Walt Disney’in CEO’su Bob Iger 26 Şubatta,
Harley Davidson’un CEO’su Matthew Levatich 2 Martta, Nokia’nın CEO’su Rajeev
Suri 3 Martta olmak üzere yaklaşık 1700 büyük şirketin genel müdürü veya
yönetim kurulu başkanı görevlerinden “kendi istekleri” ile el çektiriliyor.
Görevlerinden el çektirilenlerden biri
de, Microsoft’un Yönetim Kurulu Başkanı, dünyanın en zengini diye pazarlanan
Bill Gates’miş. LSD (Lizerjik asit dietilamidi) bağımlısı Gates istifasından
sonra “zamanının tümünü aşı çalışmalarına ayırmak” istediğini açıklamış.
Norveç’teki milyonlarca tohumun
saklandığı depoyu da yönetmekte olan şeytanîlerin Gates’i, Çin’deki korona
salgınından sadece 2 ay önce de Davos Dünya Ekonomik Forumunda ilaç şirketleri
ile düzenlediği salgın tatbikatında, dünyada 65 milyon kişinin yakında ortaya çıkacak
bir hastalıktan öleceğini dile getirmiş.
O halde şimdi soralım…
Bu büyük şirketlerin yöneticilerinin
birkaç ay içinde görevlerinden el çektirilmelerinin sebebi ne olabilir?
Hangileri hangi stratejik görevlere getirilecekler?
Bill Gates, Çin’de korona görülmeden,
koronadan 65 milyon kişinin öleceğini niçin söyledi? Bu virüsü yayan kuruluş
Bill Gates Vakfı mı? Bu suâllerin cevabı için zamana ihtiyaç var gibi gözükse
de, görebilen için belli…
ERKEKLİĞİ
YOK EDEN VİRÜS
Kissinger, Bill Gates, David Rockefeller,
Waren Buffed gibi isimlerle, Harvard rektörünün evinde yaptıkları toplantı
sonrasında açıklama yapan CNN’in patronu Ted Turner, “225 milyon insandan
oluşan bir dünya kurguluyoruz / arzuluyoruz” demişti.
Turner’in cümlesini akılda tutarak, Çin
rejiminin resmi yayın organı China Daily gazetesinin Wuhan Tongji Hastanesi
yetkililerinin yaptığı testlerle ilgili haberini okuyalım şimdi de. Gazete,
covid19’un da kabakulak gibi erkeklerde kısırlığa yol açtığı sonucuna
vardıklarını yazdı. Habere göre Çinli doktorlar, virüsün erkek üreme
organlarında hasar oluşturabileceğini, virüsün bulaşıp da iyileşen hastaların
sperm kalitesinin ölçülmesi gerektiği ikazında bulunuyor.
Nüfusun çokluğundan dert yanan
iblislerin fizikî ve aklî engeli olanlar, yaşlılar ve doğurgan kadınların
ortadan kaldırılması fikrini söyleyip sahnelemeye başlamalarının üzerinden tam
iki asır geçti.
Bu soysuzluğun yeni fikir babası Yahudi
Henry Kissinger’in yetiştirmeleri çok daha ötesini yapıyor. Bugün dünyada üç
veya dört evli çiftten biri çocuk sahibi olamıyor. Sizce sebebi ne? Unutmayın,
satanist baronlar insanlıktan kurtulmak için her türlü kötülüğe hazır.
Bill Gates liderliğinde yürüttükleri aşılama bundan sonra yeni laboratuvar yapımı virüs salgınları ile sürecek. Kendi tedbirlerini alamayan devletlerin işi çok zor.
Bill Gates liderliğinde yürüttükleri aşılama bundan sonra yeni laboratuvar yapımı virüs salgınları ile sürecek. Kendi tedbirlerini alamayan devletlerin işi çok zor.
Dünya Sağlık Teşkilatına göbekten bağlı
mevcut sağlık politikaları, tıpçılar ve bilim kurulları ile bu iş daha ileri
taşınamaz ve kalıcı tedbirler alınamaz. Türkiye ivedi olarak ilaç ve aşı
politikalarını değiştirmek, geleneğe dönmek, Osmanlı usulü aşı ve serum
üretmek, bitki tabanlı ilaçlara geri dönmek zorunda. Aksi halde ne bu soyguna
para yeter, ne de başkasından medet umarak salgınlardan korunulabilir.
Meselelerin sadece tıbbî olmadığı;
ilmin, siyasetin, aklın ve tıbbın bir arada çalışmak mecburiyetinde olduğunu
görmek zorundayız.
DSÖ’YE
GÜVENEBİLİR MİYİZ?
14 Ocak 2020’de virüsün insandan insana
bulaştığının bir delili olmadığı yönünde twit atan DSÖ, bir ay sonra kendi
koyduğu kâideleri yok sayarak, pandemi ilan edecek kadar çılgın bir taşeron.
Şeytanîlerin maskarası bu kurum, şimdi de aşıların hazır olduğunu söylüyor.
“Kılavuzu karga olanın…” diye meşhur bir
sözümüz vardır. İşte DSÖ’ye güvenmek de böyle bir iş. 2009’da domuz gribi
palavrası piyasaya sürüldüğünde DSÖ Başkanı Dr. Margaret Chan, ABD nüfusunun
yüzde 40’ının domuz gribinden etkilenebileceğini, dünyada ise yüzbinlerce hatta
milyonlarca insanın öleceğini söylemişti.
Devreye giren Dünya Bankası domuz
gribinin maliyetinin 3 ila 4,4 trilyon dolar arasında olduğunu, beklentide 142
milyon, iyimser rakama göre ise 70 milyon kişinin öleceğini söylüyordu.
Türkiye’de ise dönemin Sağlık Bakanı, “Eğer domuz gribi aşısı yapılmazsa 21 milyon
kişi hastalanacak ve 5 bin 300 kişi hayatını kaybedecek” demişti. Eski bir
sağlık bakanı ise görevdeki bakan için “İzlediği strateji doğru değil;
Azrail’in Türkiye temsilcisi gibi konuşuyor” diye göstermişti tepkisini.
Hırçınlaşan bakan, politikalarını eleştiren eski bakanı dövmeye bile
kalkışmıştı. TBMM kürsüsünden bu fakirin adı da zikredilerek halk sağlığını
tehdit ettiğimiz ilan edilip hakkımızda suç duyurusu yapılacağını söylemişti.
Neticede ne oldu?
Nihayetinde domuz gribi salgınının bir
yalan olduğu ortaya çıktı. O gün de okullar tatil edilmiş, insanlar evlerine
kapatılmış, ekonomi büyük hasar almıştı. Bugün ile o gün arasında hiçbir fark
yok. Yani film 2005’de kuş gribi, 2009’da domuz gribi olarak vizyona girmişti.
2020’de ise yeniden gişe yapmaya başladı ve bu kez eski tecrübeden hareketle
daha profesyonelce ilerliyorlar. Erdoğan o gün “Ben aşı olmayacağım” dedi. DSÖ
Başkanı da aşı olmadığını ve olmayacağını ağzından kaçırınca oyun bozuldu.
BİYOLOJİK
SİLAHLAR NİÇİN KULLANILIR?
Medya, finans kaynakları, yeraltı ve
yerüstü zenginlikler, ilaç, aşı, tohum gibi alanların hâkimi, çoğunluğu
satanist baronların çok sayıda gizli ajandası var. Ne yazık ki, günümüzde
biyo-nanogenetik silahların riskleri konusu yeterince ve doğru bir şekilde
gündem yapılmadığı için toplum, bürokrat ve siyasetçiler bu gerçeklerden
yeterli düzeyde haberdar değil.
Bu gizli ajandaları detaylandırdığımızda
manzaranın korkunçluğu daha iyi anlaşılacaktır.
Bu satanist kişi ve yapılar, büyük
kitleleri siyaset, ticaret, kültür, sanat ve dinî hayat gibi alanlardan uzak
tutmak istiyor. Bunun için de insanlığın sıhhatinin bozulması en öncelikli
hedeflerdendi ve büyük nispette muvaffak oldular. Bir diğer hedefleri, nüfusun
azaltılması için kitle ölümlerine yol açmak.
PROGRAMLANABİLEN
GENLER DEVRİ
Biyo-nanogenetik ilminin geldiği nokta,
tarihte benzeri belki de hiç görülmemiş bir silah ve harp biçimi ile karşı
karşıya olduğumuzu gösteriyor. Büyük çoğunluk ve üniversiteler, mevzunun
tehlikeli yönünden ziyade, bize anlatılan ‘hastalıkların önlenmesi’ şeklindeki
maske boyutu ile ilgililer. Hoş, önlenen bir hastalık şöyle dursun, aksine
kartopu gibi artan ve büyüyen hastalıklar ortada iken, kimse şer amaçları
maskeleme için kullanılan bilim ve bilimsel yalanlardan söz etmiyor ya da
umursamıyor.
Bu gerçeği Lancet Dergisi editörü
Richard Horton, Chatham House’un ağzından şu birkaç cümle ile özetliyor:
“Bilimsel yayınların çoğu yalan. Sağlam olmayan yöntemlerle sonuçlara
varılıyor. Tıp Dünyasında işler çığırından çıktı. Literatür, istatistikî peri
masallarıyla kirletildi.”
Artık şartlara bağlı olarak ‘kendini yok
eden genler’ adı verilen gelişme ile organizmalar belirli bir çevrede önceden
belirlenen miktarlarda kopyalandıktan sonra tamamen yok olacak biçimde
programlanabiliyor. Rekombinant DNA teknolojisi ile de ilaç ve aşılar saatli
bombalar gibi programlanan zamanlarda aktif olabiliyor.
Bu sayede enfekte olmuş arazi, belirli
bir zaman sonra güvenli bir biçimde işgal edilebilecek ve yahut kodlanmış
ilaçlarla hapı yutanlar -yani ilaç şeklinde verilen genetik saatli bombanın
devreye girmesi ile- yok edile(bile)cektir.
Bundan sonra ya daha karanlık bir çağa
gireceğiz yahut da kurtuluşa ramak kaldı. Karanlığa doğru sürüklendiğimiz
kesin. Ama ümitsiz hiç değiliz. Korkmaya gerek yok. Çünkü yeryüzünde tek söz sahibi
bu haydutlar değil. İyilik ölmedi, iyiler ise tümden sahadan çekilmiş değil.
Yeter ki, bu iblislerin bilim dinini sorgulamayı öğrenin, gerisi çorap söküğü
gibi gelir.
İstikbal İslam’ındır! Vesselam!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar