HZ. MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ (kuddise sırruhu’s-sâmî)'NİN HZ. ŞEMS'E YAZDIĞI ÜÇ MEKTUP
Seni ne huzuru
arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin
sıcaklığını en iyi kim anlatabilir?
Sıcaktan düşüp bayılan mı?
Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk
yapan mı?
O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir
ki?
Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı.
Aşk mabedim, Efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası?
Bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın
alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında?
Öyle yandım ki; Sen yandıkça, ben yanayım! Sen
dondukça, ben de donayım!
Yine
kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. Özlemlerim, boşluğa atılan kuru
karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda İçime güneş
doğmaz oldu artık sen gittin gideli. Göklere seninle buruç edecektim halbuki.
Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye
niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. Sendedir bu
boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. Selâlar benim için
okunuyor artık. Her seher vakti gözyaşım seccademde buğulanıyor, ama ne sesin
geliyor uzaklardan, ne de nefesin.
Ezanlar okunur
günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir
çağıldama örseliyor şakaklarımı. Alnımda sanki Dağıstanlı atlılar ve ellerim
titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. Ve omuzlarım çökeliyor seni
düşündükçe. Unutma, şaheserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum,
ama sen halâ bana dönmüyorsun! Muradım; Rabbü’l Alemin; bu sevdanın kadrini ve
kıymetini kimseye muhtaç etmesin.
Düşüncelerim,
ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. Şimdi gözyaşlarımdan
inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. Kelimelerim şelâleleşiyor ne
zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne
kadar da muhtaç bilemezsin. Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız
küllenemez, bunu bilesin. Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar
katar Turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!
Gözlerimde bir
mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım
bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. Ve gözlerimi
tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. Alnımda boncuk boncuk soğuk terler,
sesinden gayri her ne var ise şu alemde, kulağım işitmez oldu artık. Göz
kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik
tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!
Bir de
üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! O
ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile
kahroluyorum işte! Biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin).
Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!
Kelebekler
senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından
çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı.
Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. Rüzgarlar
savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün.
Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan
çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım.
Çöldeyim,
susuzum,
Kuyularda
Yusuf’um,
Sözlerin bana
Züleyhâ,
Ateşlerde
İbrahim’im,
Gözlerin bana
derya,
Sancılar
içinde Meryem’im,
Bakışın bana
İsa,
Yaralar içinde
Eyyub’um,
Hasretin bana
şifa,
Ölüler içinde
bir ölüyüm,
Ellerin bana
musalla..
Ey kalbimizde
olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde
olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk, ey maşuk,
engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman,
lütfedip de bizi aramak üzere gel. Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip
feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert
olanların adeti de böyledir gel. Farsça ‘gel’ nasıl derler?
‘Biya’mı?
Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel.
Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne
kesat olur; gel.
Ey Arabın
Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel
deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.
Gittin ya,
kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar?
Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey
bende, sessizlik bende. Gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim
sensizliğinde. Her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda
yalnızdır. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Ey aşkın sesi, nefesi gel
bir an evvel.
Dinsin artık
kıyametin gürültüsü!
Ey dünyanın
zarifi! Selam senin üzerine olsun. Benim hastalığım ve sağlığım senin
elindedir. Kulun derdinin dermanı nedir, söyle. Bu, eğer alırsam senin
dudaklarından aldığım öpücüktür. Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam
ruhum ve kalbim senin yanındadır. Madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya
niçin “buyur”la doldu?
Ah ah! Gönlüm
çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe
parlayan alevim. Kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan
incileri yere inen hüzünlerim. Aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. Bir türlü
kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım.
Gecelerin hakimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. Tozunu yıkamaya erişemediğim,
pasını silemediğim. Karanlığım, Güneş’im. Gönlüm, aziz dostum! Nerelerdesin, ya
dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize. Kim gücendirdi senin o nazende
yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey Şems. Varım
yoğum sensin. Sen de yoksan, ben bir hiç'im bilmez misin?
Kavline mestan
olan Mevlâna’ya ayrılığı hediye etme, etme Şems.
Duydum ki bizi
bırakmaya azmediyorsun, etme!
Başka bir yar,
başka bir dosta meylediyorsun, etme!
Sen yadeller
dünyasında ne arıyorsun yabancı,
Hangi hasta
gönüllüyü kasdediyorsun, etme!
Çalma bizi
bizden, gitme o ellere doğru,
Çalınmış başkalarına
nazar ediyorsun, etme!
Ey ay, felek
harab olmuş, alt üst olmuş senin için,
Bizi öyle
harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!
Ey makamı var
ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık
sahasını öyle terk ediyorsun, etme!
Sen yüz
çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan,
Ayın da evini
yıkmayı kastediyorsun, etme!
Bizim
dudağımız kurur sen kuruyacak olsan,
Gözlerimizi
öyle yaş dolu ediyorsun, etme!
Aşıklarla başa
çıkacak gücün yoksa eğer,
Aşka öyleyse
ne diye hayret ediyorsun, etme!
Ey cennetin,
cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti
öyle cehennem ediyorsun, etme!
Şekerliğinin
içinde zehir, zarar vermez bize,
O zehiri o
şekerle sen bir ediyorsun, etme!
Bizi
sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle,
Huzurumu
bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme!
Harama bulaşan
gözüm güzelliğinin hırsızı,
Ey hırsızlığa
da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!
İsyan et ey
arkadaşım, söz söyleyecek an değil,
Aşkın
baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!
Senden önce
kitaplarda arıyordum derinliği. Kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan
daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.
Karanlıklardayım
ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı.
Karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım
benim ve uzaklardasınız.
Ey Şems, sen
kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın.
Çöldeki çakallar su içmiş. Kaynağa ne?
Seninle öyle
doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs
boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı.
Seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa
seninle kanat çırpıyorduk.
Sensiz her
geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. Ne belkisi?
Ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu
gerginliğe?
Aşka teşekkür borçluyum. Ben o hummanın içinde
erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak,
ışık olmak, efsane olmak.
Ben senim, sen
de bensin. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete
Araf’tan girilir. Mecdelli Meryem, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla
yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların
dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey Sertaçım.
Ey Şems’im!
Senin hasretin yanında Selahaddin Zerkubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir
nebze dahi söndüremiyor. İlla sen. Ancak sen. Ah bir gelsen.
Meccanen bir
deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine
namzet. Sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam,
fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. Çatlarcasına ağlasam. Gururum
halvethane olmuş desem, hece yok desem. Yollarında üryan olan gözlerimde
çiseler umut umut dökülüyor desem. Yine de gelmez misin Şems’im!
Bu sergüzeştin
neresindeyim, bilemiyorum. Kah kalkıyor, kah düşüyorum. Ölü şiirlerle yatıyor
ve üşüyorum. Bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.
Ey Şems, hangi
söz gücendirdi nazende gönlünü. Hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da
ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. Sen gittin ya bilmez misin bu dostun
deli divane dolaşmakta. Gel ey Şems. Sina’da bayılan Musa aşkına, Kudüs’te kan
ağlayan İsa hatrına, Medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden Muhammed
Muhtar nuru için gel Şems. Konya artık aşk kokmuyor Şems.
Senin Mevlânan
Güller Şems
diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim, Ayrılığı ağlatamayan gecenin
karanlığını neyleyeyim. Şems'siz sofranın balını böreğini neyleyeyim, Beni
kavurmayan acıyı neyleyeyim. Gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim, Karanlığıma
Şems olamayan yari neyleyeyim. Canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim,
Şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. Yârenin yüreğine merhem olmayan sözü
neyleyeyim, Kır kalemimi ey felek! Şems yoksa ne diye devran edersin alemde,
Zerrede alemi, alemde aşkı yaşamayan Adem’i neyleyim.
Sensizliğe
alışmak, her türlü teselli sözü, bir ihanet geliyor kulağıma. Ne tuhaf ki, dün
seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki Mevlâna’yı teselli
için dil döküyorlardı. Her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma.
Parmaklarım alev alev yanıyor. Kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye
çekiniyorum. Cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.
Kırk senedir
beklediğimdin, geç bulduğumdun, şimdi yoksun. Daha kaç sene bekleyeceğim.
Çöldeki kumlar kadar susuzum, gelişin nisan yağmuru olsun. Hani dergahımızın
avlusuna bakırdan koskoca bir tas koymuştun. Nisan yağmurları dolsun da
orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. Gönlümün nisan yağmurlarıyla
ıslanan gülü açmayacak mısın halâ?
Sözlerin
kulaklarımda halâ taze, kelimeler yıldız yıldız, cümlelerin mehtapların en
şahanesi. Tebessümün geliyor gözümün önüne, vuslat gibi güzel bir sabah güneş
gülüşlerin. Biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.
Gel Şems,
ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini
üfleyerek gel. Nasıl bir pınarsın sen Şems?
İçtikçe susadığım. Nasıl bir ateşsin sen ey
Şems?
Yandıkça serinlediğim. Sen görünüşte etten
kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.
Senin yüzünü
görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar?
Güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki
herkese sormuşum, kim anlatacak?
Sana kavuşmadıktan sonra tut ki, cennette ebediyim,
hurilerle eşim, devlet yar olmuş bana, ne çıkar bunlardan?
Ayrılık bulutu
senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler
yağdırmış, ne kârım olur bundan?
Şu aşağılık
büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını,
dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?
Senin aşkın
yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında
yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?
Aşk
suskunluğumdu benim,
Aşk yangınımdı
benim,
Aşk vurgunumdu
benim,
Aşk yazımdı
benim,
Aşk yasağımdı
benim,
Aşk itirafımdı
benim,
Aşk
heyecanımdı benim!
Tek varlığım
ve tek yokluğum,
yaram ve
merhemim,
kazanmadığım
ama hep kaybettiğim.
Evet, buydu
aşk!
Özledim, ey
Şems özledim, çık gel Allah aşkına!
Aşkın insanı
büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. Bu yaşıma kadar kimse
öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. Sadece gönülden sevenin bu acıyla
kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini.
Şükürler olsun
“Sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. Hiç kimse için
yapamayacaklarımı yaptım. Pişman mıyım?
Hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma
saklarken bile mutluyum. Hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı
yaşattın.
Seni sevmeme
izin verdiğin için teşekkür ederim.
Kaynak: Sinan Yağmur / Aşkın
Gözyaşları – Karatay Akademi
En son
gününde, bir buçuk aydan beri gece uykularını rahatla geçirmediğinden, vücutça
ve ruhça yıprandığını gördüğü pek sevgili oğlu Sultan Veled’e : “Behaeddin
bu gün kendimi biraz daha iyi hissediyorum, git yat!” [Mecâlisi
Seb’a mukaddimesi, sahife 95.] dedi. Sultan Veled müteessir bir halde kapıdan çıkarken şu son
gazelini söylüyor ve Hüsamüddin Çelebi ağlayarak kayd ediyordu : [V.
İZBUDAK. Muhtasar Menâkib, 84 ve FERİDUN NAFİZ UZLUK : Mecâlisi Seb’a
mukaddimesi, sahife 95 :].
“Git, başını yastığa koy !
Beni, geceleri rahatsız
olan bu biçareyi yalnız başına bırak.
Biz geceleri sabahlara
kadar inleyen, çırpınan sevda dalgasıyız.”
“Dün gece rüyamda aşk
mahallesinde bir ihtiyar gördüm.
Başıyla bana işaret etti:
Bizim tarafa gel ! dedi “
[Mecâlisi
Seb’a, S. 95. Doktor FERİDUN NAFİZ: “bu beyitle Mevlâna Şems’in öldüğüne
inanmaktadır” diyor.].
Sh:39
**
“Ey dil ile söylenen söz !
Ne zaman senden müstağni
olacağım ?
Ya Rabbi !
Ecel bana gelmeden
evvel varlık delili olan ilim ve amelden kurtar.
Bilhassa, halkın diline
düşen mantık ilminden beni fariğ et!”
[Türk Tefekkür Tarihi II. sahife
201-202]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar