ALİ ŞERİATİ / KEVİR
Sen yalnız gönlü bilirsin,
Mısır ülkesinde yalnız imişsin.
Toplum Kitabı
Şimdiki yalnızlığın korkusuyla, tarihe
kaçarken, açılımının başında bilinç, duygu ve düşünce atılganlığı suçuyla
otuzüç yaşındayken gövdesi yarık yarık edilip üzerine mum eritilen kardeşim
Aynulkuzat'ı buldum... Bilgisizlik dönemlerinde bilinç başlı başına bir suçtur.
Güçsüz bırakılmışlar ile güçsüzler arasında ruh yüceliği ve gönül
yürekliliği, su birikintileri ülkesinde Budha'nın deyimiyle “ada olmak’
bağışlanmayacak bir günahtır.
Kendimden bir "dağınık
yakınma" okuduğum çok oluyor imiş. Sonra bunu kardeşim Aynulkuzatin
yazdığını görüyor imişim. Yine bunun gibi bu yazıyı, onun yakınmasında okudum.
Ben kendim yazmışım gibi gördüm. "Yakınlık"ın kendisi iki
"yakın"ın bir çeşit “başkalaşım"dır da ondan. Şimdi onun Kevir'ime
ilişkin önsözü ile Kevir'de bana ilişkin önsözüne geçelim
[Ne yazsam gönlüm doyuma ulaşmıyor!
Bu günlerde yazdıklarımın tümü, yazılmasının
yazılmamasından daha iyi olacağına inanmadığım yazılardır.
Arkadaş!
Doğrular, dosdoğrular... hep
söylenmez. Kendimi kıyısı görünmeyen bir denize atmam da gerekmez.
"Kendim” de olmadan, "kendim’e gelince onları yazdığıma üzüleceğim,
onlardan dolayı incineceğim yazılar yazmam da gerekmez.
Arkadaş!
Korkuyorum korkulması da gerekiyor yazgının
tuzağından... Gerçekten de, sevginin dokunulmazlığına andolsun; bu
yazdıklarımla "mutluluk” dolu bir yol mu, yoksa "acılar" dolu
bir yol mu yürüyorum, bilmiyorum!
Gerçekten de, bu yazdıklarımın "boyun
eğmek” mi yoksa "baş kaldırmak” mı olduğunu bilmiyorum!
Keşke hepten bilgisiz olsaydım da kendimden kurtulsaydım!
Hareketliyken veya durgunluk anlarında
birtakım yazılar yazınca onlardan dolayı inciniyorum, çok!
Tanrı'nın yolunda birtakım yazılar
yazınca da inciniyorum.
Sevenlerden söz etsem de olmuyor,
düşünenlerden söz etsem de olmuyor, yazdıkça yazsam da olmuyor, hiç yazmasam da
olmuyor, söylesem de olmuyor, sessiz kesitsem de olmuyor, bunu açıklasam da
olmuyor, açıklamasam da olmuyor, suskun dursam da olmuyor!
Varlığım yalnız bir sözcüktür benim!
Yaşamım da yalnız o sözcüğü haykırmaktır.
Ancak şu üç biçimde:
Konuşmak, öğretmenlik yapmak, yazmak.
Yalnızca kişilerin beğendiği:
Konuşmaktır.
Benim de kişilerin de beğendiği:
" Öğretmenlik yapmaktır. Kendimi durgunlaştırarak bununla iş yaptığımı
değil, yaşadığımı duyumsadığım ise: Yazmaktır!
Yazılarım da üçe ayırırım:
İçtimai, İslamî, Çölvarî
Yalnızca kişilerin beğendiği,
içtimâilerdir. Benim de kişilerin de beğendiği, dinî olanlardır. Kendimi
durgunlaştırarak bununla iş yaptığımı değil, ne desem yazdığımı da değil...
tersine, yaşadığımı duyumsadığım ise çölvârilerdir.
İşte bunları yayınlarken oluşan
kuşkularım bu yüzdendir.
Eylemlerimin yanısıra düşüncelerimin
bir sonucu olmayıp, tümden 'varlığımın parçaları'ndan oluşan on bin kelimeye
yaklaşan bu üçyüz sayfalık yazımı oluşturan sözcükler ise beni dönemin
taşkıranlarının altına sürüklemiş kırdırıyor. Burnu ve gözleri bağlı bir eşeğin
çektiği şu acımasız "değirmen", içimin, beynimin, duygularımın,
sinirlerimin üzerinde döndükçe dönüyor, dönüyor, dönüyor... gecenin
bitimine dek!Şemsî Tebrizî'nin de deyişiyle:
O Yazıcı üç çeşit yazı yazdı,
Birini o okudu başkaları değil
Birini o da okudu başkaları da
Biri o da okumadı başkaları da
Böylece gün başlarken başlamış olduğu
yere yeniden gelmiş oluyor. Bu dönme böyle sürüp gidiyor. Bu döngü ile, bu
"eşeğin" yolculuk gibi bir amacının olmadığı apaçık ortadadır. Bu
taşı da bir yerlere götürmeyecektir. Bir amacı varsa, o da bizim yağımızı
çıkarmaktır. Bir sonucu varsa, o da bizden arta kalan parçaların, üzerimizden
geçen, dolayısıyla "yaşam" denilen "sinsi fısıldayıcı!"
gccegündüzün ayakları altında ezilmesidir.
Kaygım ise şudur:
Bütün bu "acı",
"olumsuzluk" ile "saçmalıkları gençlik, umut, inanç coşkusuyla
dolup taşarak "gitmek", "ulaşmak", "yapmak" üzere
yola çıkmış olan bu kuşağın içine dökmek, öldürmek üzere sağlığını bozmak demek
değil midir?
Bu soruya olumlu, olumsuz hızla, kesin
bir yanıt vermek, önemsememenin yanısıra aşamaları hızla atlayıp geçmeyi
oluşturacaktır. "Yazınsal bir yapıt" eksizsiz olduğu oranda eksiği de
olacaktır. Saint Beuve'ün de deyişiyle; "yazarın kaleminden akan
damlaların yanısıra okuyucusunun gözlükleri altında oluşan bir
fîlizcikdir." Dolayısıyla bu soruyu yanıtlarken bu "yapıt”ın iki
yaratıcısını göz önünde bulundurmak gerekir... Bu yapıtıma getirilen
eleştiriler ise öteki yapıtlarıma getirilen eleştirilerden daha çelişkili olup,
birbirlerinin karşıtı olduğu bile söylenebilir. Ancak, bilinçli
eleştirmenlerden Fransa'da oturan İran'lı bir bilimadamı olan sayın doktor
Bedi', "Dörtyol" Le Carrefour adlı bir dergide yayımladığı bir yazıda
yapıttan çok beni ruhsal, düşünsel, toplumsal açılardan çözümlemeye çalışarak
onu, "Kara Mucize" adıyla dile getirmiştir. Mucize oluşu
"kaiIem/sözler"den dolayıdır. Kara oluşu ise "duygulara yaptığı
etki"den dolayıdır. Ben bu kara etki olayını tümden yok sayacak değilim.
Tersine, "çölün" bayındırlığı yok etme eğiliminde olduğu açıkça
ortadadır. Sudan, bayındırlıktan kesildiğinden dolayı çöl, bir çeşit
"kırgınlık”tır. Mutluluk, tatlılık ile durgunluğa karşı bir çırpınıştır.
"Güzel görmeyi" elden kaçırmaktır. Bu güzel görme, bir ağacın
gölgesinde uzanarak yanıbaşına ahır kurup içi sevgiyle dolup taşarken kendince
mutlu olup bütün bu nimetlerin karşılığını verircesine duran kimsenin güzel
görmesidir.
Ancak, sorumlu, yapıcılıktan sorunlu
kişi yıkıcılığı öğretemez mi?
İşte bu yüzden ”çöl"de
kalabilecek bir okuyucu, bu ise beni kaygılandıran korkunç bir olaydır. çölde
"şehadet"e gitmek üzere "yıkanıyor” olabilir. Schendel'in de
deyişiyle:
"Aşk için, ancak yaşamın kendi gözleri
önünde ölmüş olduğu kimseler ölebilir.”
Acı, olumsuzluk, saçmalık... bunlar
"yeryüzü" yaşamını "ondan sonraki" yaşama doğru
sürükleyerek bu ikisini eşleştiren oklardır. Başkalarının ekmeği için
kaygılanmak, onu elde etmeye uğraşmak ise ilk adımda kişinin kendi içinde ekmek
kaygısını öldürüp, kendi ekmeğini elden çıkarmasıdır.
Durum böyleyken, "yeryüzüne
iniş"i kendileri için korkunç bir gerçek sayan insanoğlunun o bölümü için
çöl; tatsız, acı bir yazgı olup, kişiyi yasaklanmış meyveye yaklaştıran sonsuzluğa
değin süren bir susuzluktur, öyleyse buna dayanarak bir "Kara Mucize"
olduğu söylenebilir. Ancak, ”kişi"nin alın yazısını benimseyerek
"inilen, doyum, serinlik, acısızlık cenneti'ne ulaşmayı amaç edinen
insanoğlunun öteki bölümü için korku, susuzluk ile sıcaklıkla dolup taşan çöle
gönü) bağlamak, bu "yasaklanmış meyvece ulaşmak üzere onları kendilerinden
geçirmiş, bir tutkudur.
Şeytan ile Havva'nın yüzyüze gelmesi
ile başkaldırı oluşur. Böylece cennetten sürülüp, çölün bağrına atılmak
gerçekleşir.
Bırak "sevginin şeytanlığını,
çıplaklığını göstersin sana!
Anlam, acı ve dağınıklıktan öteye geçemiyorsa
da kesinlikle durgunlaşmak için görmemeye dayanma!
öyleyse!
Evet... ancak, suç olmayacak obaydı
boyun eğmeyi nasıl elde edebilirdin?
Gerçekte kişi, eli kana bulanmış bir
”melek”tir.
Öyleyse çöl, yalnız benim/bizim
kamışlığımız değil, tersine "ulusumuz", "ruhumuz",
"düşüncemiz", "İnanç ile dinimiz", "yazınımız",
"yaşamımız", "doğamız" ile "yazgımızın kamışlığıdır.
Çöl, "bu bir coğrafya olarak beliren tarih!""
Kaynak: Ali Şeriati – Kevir, Türkçesi Muhammed Nayif
Şayir 1. Basım : Nisan1992, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar