DİVANLAR ARASINDA TASAVVUF
Hzl: Mehmed Çavuşoğlu
Eski
Türk edebiyatının muhteva ve estetiğine tutkun olup da elli yaşın üstünde
bulunan her İstanbullu, hele bu muhteva ve estetiği şimdi birçok sevimli ve
değerli taraflarımız gibi bir mâzi olmuş bulunan Küllük'te sohbetlerde aramışsa
Muhyiddin Râif Bey'i
mutlaka tanımıştır. Kimdir Muhyiddin Râif Bey? Yenişehirli Avnî Bey dîvân
edebiyatı adını verdiğimiz klâsik edebiyatımızın dîvânını şahâne bir şekilde
tamamladıktan sonra, kitaba "temmet (bitti)" son
kelimesini yazan adamdır.
Onu
Mâhir İz Hocamın evinde tanıdım, çünkü hocamın kayınpederiydi. 1955 Yılında
Hakk'a göçtükten sonra da şâirliğini öğrendim.
Katrasında eşkimin deryâ-yı âteş-zâ yatar
Zerresinde mihrimin hûrşîd-i evc-ârâ yatar
Bu
beyit ile başlayan bir gazelini yazdırmıştı Mâhir Bey. Bu gazel benim kaderime
tesir etti; benim için Muhyiddin Bey klâsik edebiyâtımızın dibâcesi oldu, vara
vara bu mevzuu meslek edindim. Muhyiddin Râif Bey bir derviş, bir mutasavvıf
idi. Hocamın delaletiyle şiirlerini istinsah ederken bir çok çetin beyite
rastlar, îzâhını isterdim. Klâsik kültürümüzün perdelerini yeni yeni
aralıyordum. Meselâ bir gazelin şu iki beytini îzâh etmekten kaçınmış ve bugünmüş
gibi kulağımdadır "Mezlaka-i akdâm olan şeylerden
ictinâb etmek lâzımdır oğlum" demişti.
Çat kaşlarım çehre-i nâmûsa itâb et
Yak nârına ma'mûre-i takvayı harâb et
Yak nârına ma'mûre-i takvayı harâb et
Zühd âteşe yansın görüp ey dîde-i cânân
Sen gûşe-i mihrâbda var nûş-i şarâp et
Sen gûşe-i mihrâbda var nûş-i şarâp et
Halbuki
bu iki beyitteki müşebbehleri, müşebbehünbihleri, vech-i şebehleri ve diğer
edebî san'atları yerli yerine koyunca ayağın kaymasından endîşe etmemesi
lâzımdı. Bunu Hocamın şerîatin muhafazasına gösterdiği dikkati belirtmek için
kaydediyorum.
Menkabe,
Hallaç Mansur'un eşi-dostu tarafından kendine tevcih edilen "Niçin tövbe
etmiyorsun?"
sualine: "Biz
şeriatin duvarından bir taş düşürdük, oraya başımızı koymamız gerektir" diye
cevap verdiğini nakleyliyor.
Hakîkatde
Mansur oraya başını koyabildi mi ki?
Bu
garîb sofiden sonra asırlar boyu şeriatin duvarına tecâvüz ahvâl-i âdiyeden
oldu, ne var ki: Nesîmî müstesna, kimsenin kafasını kesmediler.
Tasavvuf-şeriat
münâsebeti büyük sofiler tarafından içiçe ve yekdiğerinin ayrılmaz
tamamlayıcısı olarak gösterilmesine rağmen, hakîkâtde tekke-mescid,
derviş-zâhid İkilisi olarak belirmiş, imkânsız bir uyuşmazlık halinde devam
edegelmiştir. Bu ikilik ve zıddiyet bilhassa edebiyatta kendini göstermektedir:
Şeriat neyi haram kılmışsa veya süflî,
mekruh addetmişse, tasavvuf onu sembolize ederek kelimeyi aynen alıp ma'nâ ve
mâhiyetini değiştirerek öğmüş, amele ve itikada dâir bir çok hususlarda yeni
ve çok defa başka istikâmetlerde yorumlamalara girişmiştir. Şüphesiz,
bu ihtilafta, başta İslâm düşünürlerinin dinin bütün uygulanma kabiliyetini ve
berraklığını bozucu neticesiz münâkaşaları olmak üzere, bir yandan şeriat
adamlarının sertlik ve müsamahasızlığının, diğer yandan mutasavvifenin en ciddî
ve hayatî din kâidelerini ciddiyetle telâkkî etmeyişlerinin de te'siri vardır.
Garîb olan, şaşırtıcı olan şurasıdır ki, bütün bu çekişmelere rağmen, Mâhir
Bey'in ifadesiyle "Bin yıldır, yâni Türk'ün Islâmiyeti
kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman Türk devletlerinde ve Türk'ün gayrı
bütün İslâm memleketlerinde hemen her şehirde cami ile beraber bir tekkenin,
bir zâviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz" ve kimse bu zâhirî
beraberliği görerek işbirliğini de sağlamağa teşebbüs etmiyor. Öyle ki, bugün
bile Mehmed Akif gibi birisi için bile "Maalesef tasavvuf neşvesi yok" deyip
dolayısıyla "Geç onu!" demek
isteyen tarikat mensubu ciddî, münevver kimseler görüyoruz. Diğer taraftan
Muhyiddin İbnü'l-Arabî hakkındaki münâkaşalar Kemâlpaşaoğlu gibi
"Müfti's-sakaleyn" unvanı verilen bir büyük âlimin fetvasına rağmen
durmamış, Vâni-zâde'nin Mevlânâ ve bütün mutasavvife aleyhindeki hükümleri
zamanımızda dahi münâkaşa edilegelmiştir.
Yenişehirli
Avni Bey:
Hakîkat-i cihet-i kalb-gâhı bilmezler
Namaza hâzır olurlar huzura bakmazlar
Namaza hâzır olurlar huzura bakmazlar
derken
kimlerden yakınıyor ve neyi ifâde etmek istiyordu?
Zahid bu bürûdetle eğer duzaha girsen
Bir lüle duhan yakmağa âteş bulamazsın
Bir lüle duhan yakmağa âteş bulamazsın
diyen
şâirin dâvası ne?
Diğer
taraftan:
Irz ehli olan sarhoşa meyhane yakışmaz
Hatırlı şişe râf ü dolabında gerekdir
Hatırlı şişe râf ü dolabında gerekdir
diyen
şâir ve;
Gel seninle edelim ehl-i fesâdı taksim Baba
Sultânı sana ırü koca şeytânı bana
Sultânı sana ırü koca şeytânı bana
diyen
şâir kimleri kasdetmektedir?.
Aslında
bu dört beytin muhtevası da şeriatin hudutları içinde bulunmaktadır. Bütün
mesele bakış zaviyesindedir ki, bu zaviye iki olup biri tekke diğeri mesciddir.
Mâhir Bey Hocam, bu ikisinin bir olması gerektiğini, aslında da bir olduğunu
ileri sürmüş, büyük sofilerden deliller getirerek onları âyetlerin ve
hadislerin muvâcehesinde değerlendirmiştir. Hakîkatde, Muallim Naci'nin:
Bir harfimizin mahreci la'yîn olunurken
Manâ yerine arbede çıkmışdı içinden
Manâ yerine arbede çıkmışdı içinden
beytinde
ifade edildiği gibi, tasavvufun ve şeriatin mahrecinde ittifak yerine bir kuru
gürültü asırlarca devam etmiş, şüphesiz bundan zarar gören ümmetin şeriat ve
tasavvuf anlayışı olmuştur.
Mâhir
Bey'in Tasavvuf adlı kitabı meseleleri karıştırmadan kolay anlaşılır bir
şekilde ve hulâsa ederek verişi, hatta çok yerde sâde kısa işaretlerle
yetinişi ile bir el kitabıdır. Çok eski olmakla beraber günümüze kadar hayli
değişik merhaleler geçiren Türk kültürünün çok uzun ve verimli bir dönemini
inceleyecek olanlara bir hareket noktası teşkil edeceği gibi, gençliğimizin
kitaplığında büyük bir boşluğu da dolduracaktır.
Öteden
beri "Sünnî
tasavvuf" diye adlandırılan bir cereyanın yanında
Sünnî ve hatta bir kısım Şiî-Câferî ulemânın bile reddettiği bir tasavvuf
cereyanı daha vardır ki, hiçbir kayıt tanımayışı ve telkîn ettiği meşreb ve
hükümler bakımından şâirâne oluşu dolayısıyla edebî muhitlerde tutunmuş ve
bütün klâsik edebiyâtımızı büyük nisbette etkilemiştir. Bu İkincisi bâtınîliğin
mahsûlüdür, usûl bakımından tam ma'nâsiyle zevzekliği, mübâlatsızlığı; tatbikat
cihetinden de kayıt tanımazlığı, bütün şer'î müesseselere dolaylı olarak ve
bazan da açıktan açığa tecâvüzü, tehzili belirtici vasıf edinmiştir, bâtınî
cereyanların en büyük özelliği olan te'vil, bu cereyanın bilhassa edebiyâtta
arkasına saklandığı husus olmuştur. Gide gide bütün tarîkatlere nüfuz eden
bâtınî tasavvuf onlardan bazılarının hüviyetini tanınmaz hale getirmiş,
bazılarına da bambaşka hüviyet kazandırmıştır. Mâhir Bey'in kitabı bizi
suyun başına da'vet ile, ilk mutasavvıfların ağzından tasavvufun tanıtılmasını
temîn etmektedir.
Bedestan'da
esnaflık, antikacılık gibi mesleklerde bulunmaktan başka gazetecilik, yazarlık
da yapmış olan merhum Nurettin Rüşdü Bingül "Eski Eserler
Ansiklopedisi" adlı eserine yazdığı önsözde, dilimizdeki
bu tek antika eserler sözlüğünü kaleme alış sebebini anlatırken "Tek
kalemle ansiklopedi yazmağa imkân olmadığını müdrikim; fakat elimdeki
kitaplarım:
Bâri cem'-i kütüb etdin çalış istihraca
Kalma bî-beng ü nevâ dehrde sahhâf gibi
Kalma bî-beng ü nevâ dehrde sahhâf gibi
hitâba
başladılar" diyor. Beyit bugünkü dilimizin nesir cümlesiyle şöyle
söylenebilir: "Kitap topladın, kitaplık sahibi
oldun; hiç değilse, onlardan birşeyler çıkarmağa çalış; sahhâf (kitapçı) gibi
meyvesiz ağaca benzeyip durma"
Sahhâflar
hakkındaki on hükmün o zaman içinde pek çok istisnâları vardı. O devirden yakın
zamanlara kalan son sahhâf merhûm Râif Yelkenci
hem eli kalem tutan, hem de kitaplarından başkalarını istifâdeye çağıran bir
mübârek kişi idi. Onun hazine değerindeki kitapları hazin bir şekilde yağma
edildi. Bu yağma hadisesi milli varlıklarımızın milletin gözü önünde yüz
yıllardır talan edilişinin son örneği değildir ve acı bir hikâyedir.
Hatırladığıma
göre, tek başına ansiklopedi yazmayı bizde iki kişi başarmıştır. Biri Kâmûsü’l A'lam
müellifi Şemseddin Sâmi,
diğeri Sanat Ansiklopedisi
yazarı Celâl Esad
Arseven'dir,
Merhûm Reşad
Ekrem Koçu
ulusal kalkınmaya yol yapmaktan, fabrika kurmaktan, kooperatifler veya bankalar
kanalıyla apartman dediğimiz dört-köşe beton yığını dikmekten ibâret sayan
iktidarların bilgisiz ilgisizliği yüzünden o cânım İstanbul Ansiklopedisi'nin
basımını sağlayamadı. Çuvallar
dolusu -bu deyim o eserlere verilen değeri anlatmak için eşsizdir notlar,
makaleler evladlığının elindeydi, nereye ve kime satıldı? Bilemiyorum.
Milyonlar versek elde edemeyeceğimiz o vesikaları, o makaleleri de kaybolan
millî servetlerimiz arasında sayabiliriz artık. Çünkü bundan böyle hiçbir hükümet onu aramaz, bunu
adım gibi biliyorum. Neden mi? Söyleyeyim: Hamd olsun, hükümetlerimiz ve
aydınlarımız okuma-yazma bilenlerin oranlarının artırılması husûsunda son
derece titizdirler. Yüzde altmışı geçtiği rivayetini duyunca sevinçten
ağlamaklı oluyorlar, yüzde doksanı aşınca millî bayram ilân edecekler. Hiç
kimse okuyan yazan kaç kişidir diye sorup araştırıp bir anlam çıkarmayı
istemiyor. Çünkü onlara okunmaya değer kitablar hazırlamaları gerekecek.
Ahmet Talat Onay'ın Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında birkaç forması
basılan Divan Edebiyatı Lugatı ne
oldu? Sadettin Nüzhet Ergun'un Türk Şâirleri
adlı eserinin notları ve müsveddeleri Kültür Bakanlığı -veyâ Millî Eğitim
Bakanlığı tarafından alınmıştı, encamından ne haber?
Maksadım
Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisinden bir alıntı yapmaktı, söz
uzadı gitti. Yazımın başlığındaki "Aynalar"
ile
ilgili bilgileri araştırıp dururken, orada bir "ayna"
maddesi gözüme ilişti, kaybolmasın diye buraya aktarayım dedim: "İstanbul sularında rastlanan mahlûkâtdandır; çağanoza benzer; fakat
İstakoz kadar büyüktür, vücûdu beyzî, morumtırak hâki renkte, vücûdunun kutru
otuz santimetre kaçlardır. Uçlarında birer sivri tırnak bulunan dört çift
ayağı ve bir çift makası vardır, fakat makasları İstakozun makası kadar büyük
ve dayanıklı değildir. Vücudunun etrafında sivri dikenler, gözlerinin arasında
boynuza benzer bir çift kemikten elleri vardır. Bunların yekdiğerine temas
eden kenarları testere gibidir. Hayvan icabında diş yerine kullanır..." Yazı
böylece uzayıp gidiyor. Benim sözkonusu edeceğim ayna bu değil elbette. Belki
bilmeyenler vardır, (iğrensinler diye buraya aktardım. "Aynalar,
Ayîneler"i de merhum Nurettin Rüşdü Bingül'ün kitabını yazmasına vesile
olan yukardaki beytin adı bilinmeyen şâirinin tavsiyesine, hatta takdirine
uyarak kaleme aldım. Bakalım, "varak-ı
mıhr ü vefayı kim okur kim dinler".
"Ayna" kelimesi Farsça'dan bozmadır. Aslı
"âyine veyâ âyine'dir.
Arapça'da mir'ât denilir. Farsça bir sözlük
olan Burhân-ı Kâtı’ın Türkçe tercümesindeki tanıtımı bugünkü
Türkçemizde şeyledir: Herkesçe bilinen şeffâf ve cilâlı çizimdir ki, içinde
sûretlerin akisleri (yansımaları) görülür. Camdan ve çelikten yaparlar, Türkçe'de
"gözgü" derler.
The American Peoples
Encyclopedia'da ayna hakkında şu bilgi
var: "Eski zamanlarda aynalar cilalanmış altından, çelikten veyâ
tunçtan yapılırdı. Yansıtıcı sürülmüş cam aynalar 13. yüzyılda yapıldı ve iki
asır boyunca Venedik onun tekelini elinde tutdu."
Celâl Esad Arseven Sanat Ansiklopedisi'nde
aynayı şöyle tarif ediyor: "Arka tarafına ince bir civa tabakası
sürülmüş gâyet düz (müstevî) cam levhalardır ki karşılarındaki şeyleri şekil ve
renkleriyle aks ettirir." Arseven'e göre camı ilk def a Sümerler
Basra Körfezi yakınlarında Sus şehrinde yapmışlar, onlardan Mısırlılara geçmiş.
Doğu ülkeleri Cam aynayı Avrupalılardan önce tanımışlar ve 16. yüzyılda
Venedik'te yapılan sırlı aynalar dünyanın her tarafına yayılmış. Fransızlar
ayna yapmada yeni usûller bulmuşlar, ondan sonra Venedik aynalarından daha
düzgün ve temiz aynalar yapmışlar. 17. yüzyılın sonlarında camı eritip
levhalar halinde dökerek ayna yapma usûlü bulunmuş. Hatta St.
Gobain şehrinde bir ayna
fabrikası kurulmuş ve o vakitten sonra sarayları ve evleri ayna ile süsleme
moda olmuş. Ve nihâyet, 18. yüzyılda binaların içini aynalarla süsleme modası
yayılıp âdet halini almış ve o zamanın mimarisinde ayna bir süsleme unsuru
olmuş.
Celâl Esad Arseven ayna çeşitlerini kullanışlarına
göre Ayaklı Ayna, Dev Aynası, Duvar Aynası, El Aynası, İşık Aynası, Konsol Aynası,
Madalyon Ayna, Minder Aynası, Sokak Aynası diye sıralıyor ve bunların, minder
aynası müstesna, Fransızca adlarını da veriyor.
Nurettin Rüşdü Bingül aynaların başlangıçta demir,
çelik ve ayna demiri gibi husûsi demirlerden yapıldığını yazdıktan sonra, herhalde
demir aynaların doğu ülkelerinde kullanılış eskiliği hususunda bir fikir
vermek için olacak eline geçen bir medenî aynanın üzerinde mir’ât-ı
özbek (Özbek aynası) gibi bir ibare bulunduğunu
kayd etmişdir. Asıl önemlisi onun, cam aynaların Selçuklular-herhalde Anadolu
Selçukluları olmalı- tarafından yapıldığını haber vermesidir. Biraz sonra
"Ayîneler" faslında da belirteceğim gibi, demir aynalar tâ 20.
yüzyıla kadar dîvan şiirimizde anılagelmiştir.
Merhûm Reşad Ekrem Koçu'nun anlattığına göre
İstanbul'da ayna kullanmanın ve her yeri ayna ile süslemenin moda hâlini aldığı
bir devir olmuştur. Hatta meyhâneler, kahvehâneler, hamamlar asıl adları
unutularak aynalı diye anılmışlardır. Bu yerlerin bulunduğu
sokaklar da onların adlarıyla adlandırılmışlardır. Galata'da bir Aynalı Lokanta
Sokağı, Karagümrük'de Kasım Göranî Mahallesinde bir Aynalı Dükkân Sokağı,
Mevlevîhâne Kapısı ile Silivrikapısı arasındaki Veled-i Karabaş Mahallesi'nde
bir Aynalı Bakkal Sokağı var imiş. Şimdi bu isimler hangi iktidar
belediyesinin omuzdaş veyâ yandaşlarının ismiyle değiştirilmiştir? Merak edip
araştırmadım. Beyoğlu'ndaki Aynalı Çarşı'nın adının Avrupa Pasajı'na değiştirildiği
mâlûm.
Celâl Esad Arseven'in saydığı aynaların pek çoğu
günlük hayatımızdan uzaklaştı ve kaybolup gitti. Belediyeler tarafından,
geçmiş zamanlarda, dirsekli yol kavşaklarına, kazaları önlemek için konulmuş
aynalardan biri Şişhâne'de, biri Alemdar Caddesi ile Ebussuûd Caddesi
kavşağında, biri de Aksaray Karakolu yanında idi. Bunlardan Şişhane'deki
merhûm Haldun Taner'in "Şişhâneye Yağmur Yağıyordu adlı
hikâyesinde kaldı. Benim çocukluğumda Doğu Karadeniz'de, gelinlik kızların
çehizleri arasında, kız babasının maddî gücüne göre el aynası, konsol aynası,
duvar aynası, endam aynası gibi aynalar bulunurdu. Hatta üst kısmı aynalı
tepsiler de görmüştüm. Henüz bıyıklarımın terlediği zamanlarda ben de,
yaşıtlarım gibi, el ayası büyüklüğünde cep aynası taşıdım. Bu aynanın arkası
tenekeden yapılmıştı ve üstünde bir kız portresi vardı. Arkadaşlarımda
Kızkulesi, İstanbul, Yavuz Zırhlısı, Atatürk v.s. resimli aynalar gördüğümü
hatırlıyorum. Kore Savaşı sırasında arkası ayyıldızlı el aynaları çıkmıştı.
Ayineler arasında en ünlüsü İskender'inkidir.
Rivâyete göre bunu Aristo icâd etmiş, İskenderiye şehrinde minâre biçimindeki
bir kulenin üstüne yerleştirmiş. Özelliği de şu imiş, düşmanlar adı geçen
şehire saldırıya geçtiklerinde yüz milden artık bir uzaklıkta iken bile o
aynada görüntüleri belirirmiş. Bir gece bekçileri gâfil bularak aynayı
yerinden alıp denize atmışlar fakat Aristo çıkarmış.
Farsçada, parlaklığından
dolayı güneş aynaya benzetilir ve âyine-i asuman (göğün aynası), âyine-i çark
(feleğin aynası), âyine-i gerdân (dönen ayna) veyâ âyine-gerdân (ayna
döndürücü) gibi isimlerle adlandırılır.
Tasavvuf insanda akıl ve gönül gibi iki kavrama
(idrâk) merkezi bulunduğunu kabul eder. Akıl beş duyumuzla algıladığımız fizik
gerçekleri kavrar, gönül ise fizik-ötesini. İnsan Tanrı gerçeğini kalb ile
idrâk eder. Fakat bu idrâk olayım bir mecâz ile îzâh ederler: gönül bir
aynadır. Ayna ise tertemiz olunca bir varlığı yansıtabilir. Gönül aynasının
temiz olmaması onun Tanrı'dan gayrı varlıklarla dünyâ hevesleriyle ve
bağlantılarıyla dolu olmasıdır.
Muhyiddin-i Arabi'nin meşhur vahdet-i vücûd
(varlık-birliği) görüşünü İslam düşüncesiyle başka bir ifâde ile, geniş
anlamında şerîatle -bağdaştırmak isteyen İmâm-ı Rabbânî Tanrı'dan gayrı olan
her var olanı aynadaki bir görüntüye benzetir. Görüntü ise asıl varlığın aynı değildir, ama bir bakıma gayrı da
değildir. Bundan hareketle İmâm-ı Rabbani "heme üst, heme ezü-st"
herşey ondan olmakla odur gibi bir ifâde ile varlık-birliği görüşünü
anlatmıştır. Onaltıncı yüzyılın
şâirlerinden Fevzî Efendi sevgilisine bu düşünceden hareketle hitâb ediyor:
Gerçi eşyâ kamu merayadır
Lîk âyîne-i Hudâsın sen
Lîk âyîne-i Hudâsın sen
"Gerçi
herşey biraz aynadır, ama sen Tanrı'nın aynasısın, onu aksettiren bir
aynasın." 17. yüzyıl şâirlerinden
Sâbit bir kasidesinde:
Laht laht olsa da her parede sensin zâhir
Sana âyine gibi âşık-ı dîdâr olmaz
Sana âyine gibi âşık-ı dîdâr olmaz
"Parça
parça olsa da her parçada görünen sensin; senin güzelliğinin ayna gibi bir
âşığı daha bulunamaz" diyor ki, kalbinin aynası
tozdan pastan temizlenmiş bir âşığın hiçbir şart tesirinde dahi aşkından
vazgeçmeyeceğini söylüyor.
"Tozdan-pastan..." dedim. "Toz"
derken daha ziyâde cam aynayı, "pas" kelimesiyle de cilâlı
mâdenden aynayı düşündüm. Mâden aynalarının birçok özelliğini dîvan
şâirlerimizden öğrenmişimdir. Çelikten yapılmış aynanın varlığını meselâ
Nedim'den hatırlıyorum:
Yürekler mi döyer hîç ey peri ol tâb-ı ruhsâra
Seni kimler görür ayine-ı pûlâddan gayrı
Seni kimler görür ayine-ı pûlâddan gayrı
"Ey
Peri, yanağının parlaklığına yürekler dayanır mı; seni çelik aynadan gayrı
kimler görebilir?!"
Nedim sevgilisinin yanağını parlaklığı dolayısıyla
ateşe -belki de güneşe benzetiyor, buradan ışığı çağrıştırıyor -ki bu aşkın
sıcaklığıdır- ve sonra "çelik" ile "sertlik" ve
"dayanıklılık" kavramları arasındaki bilinen ilişkiden yararlanarak,
o güzelliği temâşâya ancak çelikten yapılmış bir aynanın tahammül
edebileceğini söylüyor.
Sabit de,
Bizim pûladımızdan
Sâbitâ âyine mümkindür
………sahih-nefes üstâd tahsilindedür ammâ
………sahih-nefes üstâd tahsilindedür ammâ
"Ey
Sâbit bizim çeliğimizden (çelik gibi gönlümüzden) ayna yapmak mümkündür ama,
mesele nefesi kuvvetli bir üstad elde etmeye bağlıdır." Buradaki "nefes"
kelimesi bende birkaç çağrışım uyandırdı. En uzak ihtimâl, mutlak gerçeğin
tecelli edeceği gönül aynasını hazırlamak için bir olgun mürşidin gerekliliğini
ifâde etmiş olmasıdır. Fakat camdan eşyâ yaparken kızgın cama üfledikleri de
vâkidir. Sâbit'in dahil olduğu Hind üslûbu böyle dolaylı veya doğrudan
çağrışımlar uyandıran kelime ve deyimleri kullanmayı gerektiriyordu. Fakat ben
bir başka çelik aynayı Fuzûlî'den hatırlıyorum:
Peri-veşler dil-i sahtına düşmüş mihr-i ruhsârun
Şenini aksün alan fulâd gözgüler firâvândur
Şenini aksün alan fulâd gözgüler firâvândur
"Yanağının
güneşi (veya sevgisi) periye benzeyen güzellerin katı gönlüne düşmüş; senin
aksini alan çelik aynalar pek çoktur."
Fuzûlî güzellik sembolü perilerin bile sözkonusu
ettiği dilbere âşık olduklarını söylüyor: Elbette burada perilerin duygudan
mahrûm oldukları, aynalarda ikâmet ettikleri gibi inançlar hatırlanmalıdır.
Madenî aynalar paslandığında onu külle
temizlerlerdi. Şehrî Çelebi şu dikkate değer beyitle bu husûstan hareket ederek
mâ'nâ çatısını kurmuştur:
Şâd itme dilüm minnet-i gayr ile şikesi it
Tek eyleme ayînemi hakistere muhtâc
Tek eyleme ayînemi hakistere muhtâc
"Başkalarına
borçlu kalarak gönlümü neşelendirme, kır; yeter ki aynamı küle muhtaç
etme." Bu beyit, ilk bakışta
anlamsız, gibi görülüyor. "Kül" ile "gayrıya minnet" etmek
arasında yâni aynanın külle temizlenme mecbûriyeti ile başkalarına minnet
etmek arasında ne münâsebet var? diye bir soru zihnimizi işgâl ediyor.
"Gayr" ile "gabr (toz)" kelimeleri arasında eski yazıda bir
nokta farkı vardır. Öyle sanıyorum ki Şehrî bu farkı eksik cinas (cinâs-ı
nâkıs) diye adlandırılan bir san'atın konusu yapıyor. "Minnet-i gayr"
tamlaması "başkasına borçlu olmak, minnet eylemek" anlamındadır.
"Minnet-i gabr" ise "toza ihtiyaç duymak, toza toprağa minnet
etmek" anlamındadır. Şehrî, işte bu iki anlam münâsebetiyle oynuyor.
Bütün Türk edebiyâtının dâhi şâirlerinden birincisi
Ali Şir Nevâî mâdeni aynanın kül ile (veya külden, tozdan) temizlenmesinden
hareketle şu beyti söylemiştir:
Meşşâta-i sun'undurur ol kim nefes içse
Gün gözgüsin akşam külidin kıldı mücellâ
Gün gözgüsin akşam külidin kıldı mücellâ
"Senin yaratıcılığının (veya san'atının) gelin
bezeyecisidir o ki, bir nefeste güneş aynasını gece külünden (veya gece
karanlığının külüyle) temizleyip parlattı".
Nevâî güneşi örten gece
karanlığını küle, güneşi aynaya benzetmektedir.
Âşık Çelebî'den bir başka örnek:
Gel ki jeng-i intizâr ile mükedderdür gönül
Ey gubâr-ı makdemün âyîne-i cân saykalı
Ey gubâr-ı makdemün âyîne-i cân saykalı
"Ey
ayağının bastığı yerin tozu can aynasının cilâsı olan; gel gel, gönül
bekleyişin pası ile tozlanmıştır, tozludur, paslanmıştır."
Âşık Çelebî sevgilisinden
ayrı düşmekle kederlenmiş olan gönlünü -"keder" toz ve pas
anlamındadır- onun ayağının bastığı yerin toprağı veya tozu ile temizlemeyi
ummaktadır. Bu beyitteki "can aynası" tamlaması... Bu yazı
hocanın evrakı arasında yukarıdaki hâliyle bulunmuştur. (Y.N.)
Sh:115-126
Kaynak:
Mehmed Çavuşoğlu, Divanlar Arasında, Kitabevi, 2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar