GAVS-I Â'ZÂM ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZİZİN FETHURRABBÂNÎ KİTABINDAN ALINTILAR
Silsileden
Esad Efendi Hazretleri, bu eser için şunları söylüyor:
“Vücûdu
zarurî olan Cenâb-ı Allah'ın şeriki ve benzeri bulunmadığı gibi, diğer
kitaplara nisbetle O'nun kitabının da benzerinin bulunmayacağı aşikâr, belki de
tabiidir. Bildiğiniz gibi, Allah Teâlâ'nın kelâmı Kur'an’dan sonra, ikinci
olarak da hadîs-i şerifler gelir. Üçüncüsüne gelince, onu da olsa olsa nebiler
vârisi gerçek âlimlerin eserlerinde aramak gerekir. Zira âyet-i celîlede,
“Allah'a itaat edin. rasüle ve sizden olan ülül'emre de itaat edin.” buyrulmuştur.
Bendeniz,
araştırma neticesi, FETHURRABBÂNÎ kitabının üçüncü olduğuna kanâat getirmiş ve
o suretle ifâde ederek faziletli zâtınıza bir nüsha takdim etmiştim. Şüphesiz,
şimdiye kadar, tarafınızdan okunup incelenerek değeri takdir olunmuştur.
(Mektubat, 57. Mektup) (Sh:14)
**
EY
OĞUL!
Nefsi
ve hevâyı kendinden defet.
Nefsânî
- hevâî duygulardan sıyrıl.
Tasavvuf
erbabının ayakları altında bir zemîn (yer), avuçları içinde de bir toprak ol.
Azîz ve Celîl olan Allah; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Nitekim İbrahim
aleyhisselâmı, küfür üzere ölmüş ebeveyninden vücûda getirmiştir.
Mümin,
hayât sahibidir, diridir.
Kâfir
ise ölüdür.
Tevhîd
erbabı (muvahhid), hayât sahibidir, diridir.
Müşrik
(putperest, Allah'a eş - ortak tanıyan) ise ölüdür. İşte bunun içindir ki,
rivayet edilen bir kelâmında, Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur:
— Benim mahlûkatımdan ilk ölen İblîs'dir.
Bu
kelâmı ile, sânı yüce olan Allah şöyle buyurmuş oluyor:
— İblis, Bana ısyân etti. Neticede günahkârlıkla öldü.
Bu
zaman, âhirzamandır. Nifak çarşısı açılmıştır, yalan çarşısı açılmıştır.
Ey
ahâlî!
Münafık,
yalancı, deccal,... kişilerle oturmayınız!
Yazık
sana ki, nefsin münâfıkdır, yalancıdır, kâfirdir, fâcirdir, müşrikdir. Böyle
olduğu halde sen onunla nasıl oturuyorsun?
Ona
muhalefet et, asla muvafakat etme. Onu bağla, asla salıverme. Onu hapset,
zindana at. Kendisine, ancak zarurî olan haklarını ver. Fazla verme. Onu
mücâhedelerle kahret, itaat altına al!... (Sh:27)
**
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
— “Müminin ferasetinden sakınınız. Zîrâ hiç şüphe yok ki,
o, Azîz ve Celîl olan Allah'ın nuru ile bakar.”
Ey
fâsık, ey içi bozuk kişi!
Müminin
ferasetinden sakın. Günah pislikleri ile pislenmiş o hâlinle onun yanına girme.
Zîrâ hiç şüphe yok ki, mümin, Allah'ın nuru ile bakar ve bu nurla, senin içinde
bulunduğun hâli görür. Şüphesiz ki mümin; senin şirkini, nifakını görür.
Elbisenin altında gizlenmiş kötü amellerini görür. Rezaletlerini, utanç verici
hâllerini görür. İflah olanı göremeyen kişi, iflah bulamaz. Sen, bir hevâ ve
hevesden ibaretsin. Onun için, kendileriyle düşüp kalkdığm kişiler de hevâ ve
heves erbabından başkası değil...
Vaktiyle,
birisi diğerine sormuş:
— Bu körlük, bu cehalet ne zamana kadar sürecek? Öteki
şu cevabı vermiş:
— Bir tabibe varıp eşiğine baş koyuncaya kadar... Ne
zaman ki bir tabîbe vararak eşiğine baş kor, seni tedâvî edeceğine dâir onun
hakkında hüsnü zan besler ve kalbinle onu töhmet altında bulun-durmazsan, aynı
zamanda evlâdını da alarak kapısında oturur ve ilâcın acılığına tahammül
gösterirsen işte o zaman iki gözünden de körlük zail olur... (Sh:35)
**
Kadrinizi
biliniz. Seviyenizi biliniz. İzzet ve Celâl sahibi Allah'ın düşürmediği
derekelere siz kendi kendinizi düşürmeyiniz. İşte bunun içindir ki, birisi
şöyle der:
—
Kim ki seviyesini bilmezse kader ona bildirir...
Kaldırılacağın
yere asla oturma. Bir eve girdiğin zaman, ev sahibinin oturtmadığı yere
oturma. Zîrâ sen oradan kendi irâdenin dışında olarak kaldırılacaksın. Eğer
imtina' eder, kalkmamakta direnirsen zorla kaldırılır ve kovulursun... (Sh:90)
**
Mûsâ
aleyhisselâmın asası, sihirbazların sihir âletlerinden ne varsa birçoğunu
yutmuş, fakat karnında hiç bir değişiklik olmamıştı. İzzet ve Celâl sahibi
Allah ise, bunun bir hüner - hikmet olmadığını, bil'akis kudret-i ilâhî
olduğunu sihirbazlara anlatmak istemişti. Zîrâ o sırada sihirbazların
yaptıkları şey, bir hüner - hikmetten ve hendeseye dayanan bazı oyunlardan
ibaretti. Mûsâ aleyhisselâmın asasında zuhur eden hârikul'âde hâdise ise, İzzet
ve Celâl sahibi Allah'ın kudretinin tecellîsinden başka bir şey değildi. Onun
için, sihirbazların alel'âde hünerlerini yok ediyordu. İşte bunun içindir ki,
sihirbazların başı, kendi sihirbaz arkadaşlarından birine şöyle dedi:
— Bu işler olurken Musa'ya dikkatle bak bakalım, o anda
ne gibi bir hâl içinde bulunacak!
Arkadaşı
öyle yaptı. Mûsâ aleyhisselâmın hâl ve tavırlarını dikkatle süzdü. Müşahede
ettiği şey, o sırada Musa aleyhisselâmın renginin atması, asanın ise işine
devam etmesiydi. Bu durumu, baş sihirbaza bildirerek şöyle dedi:
— Hâdise meydana gelirken Musa'nın rengi atıyor. Fakat
asâ işine devam ediyor...
Bu
neticeyi öğrenen baş sihirbaz şunları söyledi:
— Bu, Allah Teâlâ'nın işidir. Musa'nın işi değildir.
Zîrâ, sihirbaz kendi sihrinden korkmaz. Sanatkâr da kendi sanatından korkmaz...
Bunları
söyleyen sihirbazbaşı, daha sonra Mûsâ aleyhisselâmın hak rasül olduğuna iman
etti. Diğer sihirbaz arkadaşları da kendisine uydular ve imana geldiler...
(Sh:93)
**
Ey,
kitab müzâkereleri ile iştigâl eden şu kişi! “Kaalû, kulna-— Dediler, dedik”
nakaratları arasında hiç bir şey kazanılmaz, bizim bahsettiğimiz mertebelerden
hiç bir şey elde edilmez. Bir taraf da, “Şu haramdır!” diyorsun. Diğer
taraf da, bizzat kendin onu işliyorsun. Bir taraf da, “Şu helâldir!”
diyorsun. Fakat kendin onu asla yapmıyor, yerine getirmiyorsun. Sen, heves
içinde hevessin. Tenakuz içinde tenakuzsun. Kendisinden rivayet edilen bir
hadîsde, Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
—
“Câhile bir kerre yazık! Âlime ise yedi kerre yazık!”
Evet,
öğrenmediği için câhile bir kerre yazık. Âlime ise yedi kerre yazık. Çünkü o,
biliyordu. Buna rağmen amel etmedi. Böylece, ilminin bereketi uçup gitti.
Aleyhine hüccet-delîl olarak ilmin kendisi kaldı...
Sen,
önce öğren. Sonra, öğrendiğinle amel et. Öğrendiğini tatbik et. Daha sonra da
halvete çekil. Yâni fâni varlıkların sevgisini kalbinden at ve İzzet ve Celâl
sahibi Hakkın muhabbeti ile iştigâl et. Fâni varlıkların sevgisini kalbinden
çıkardığın ve yalnız Allah sevgisi ile başbaşa kaldığın zaman, Allah Teâlâ seni
kendisine yaklaştırır, fâni varlıklardan uzaklaştırır ve seni kendisinde
fenâ'ya ( = fenâ fillah — Allah'ın sevgisinde yok olma) kavuşturur. Sonra da,
Allah dilerse seni halka tanıtır, açıklar ve dünyadan nasîblerini eksiksiz
olarak almağa sevkeder. İlminin ve takdîr-i ilâhîsinin senin hakkındaki
rüzgârına emreder. Bu rüzgâr, senin halvet hanenin duvarlarına doğru eserek
oraya çarpar ve senin hâlin, insanlara açıklanır. Böylece, sen de, sensiz
olarak, mahlûkatla Allah arasında yalnız Allah ile birlikte bulunursun.
Nefsinin, cibilliyetinin ve hevâî duygularının uğursuzluğu bertaraf edilmiş
olarak dünyadan kısmetlerini eksiksiz bir şekilde almağa başlarsın. Şânı yüce
olan Allah, senin hakkındaki ilminin kanununun asılsız çıkmış olmaması için,
seni kısmetlerini toplamağa sevk eder. Dünyadaki nasiplerini eksiksiz -
noksansız olarak alırsın. Bu esnada kalbin de hep İzzet ve Celâl sahibi olan
Allah ile birlikte bulunur... (Sh:114)
**
Allah'ın
rahmeti onun üzerine olsun, Lokman Hekim, meşhur nasîhatlarından birinde oğluna
şöyle der:
—
Oğulcuğum! Nasıl ki hastalanıyor fakat nasıl hastalandığını bilmiyorsan,
aynen bunun gibi, ölürsün fakat nasıl öldüğünü bilmezsin!...
Ben
sizi îkaaz ediyorum, uyarıyorum, Allah'ın yoluna uymayan fiil ve hareketlerden
sakındırıyorum. Fakat siz uyanmıyorsunuz, Allah'ın yoluna aykırı olan fiil ve
hareketlere son vermiyorsunuz!
Ey,
hayırlardan uzak, sâdece dünya ile meşgul olanlar!
Yakında
o dünya sizin tepenize binecek ve canınızı almak için gırtlağınızı sıkacak. O zaman
size ne onun üzerinde biriktirdikleriniz fayda verecek, ne de onunla
tattıklarınız. Aksine, bütün bunlar, sizin üstünüzde birer yük, birer vebal
olacak... (Sh:148)
**
Va'zlar
- nasîhatlar dinlemeğe devam et. Zîrâ va'z ve nasîhatlardan uzak kalan kalb
körleşir.
Tevbenin
hakikati, her hâl-ü kârda, İzzet ve Celâl sahibi Hakk'm emrini ta'zim
etmek, yüceltmekdir. İşte bunun içindir ki, büyüklerden biri —Allah'ın rahmeti
onun üzerine olsun— şöyle der:
— Hayırların tamâmı iki cümlede toplanmıştır.
Bunlardan biri, İzzet ve Celâl sahibi Allah'ın emrini ta'zîm
ve yüceltmekdir.
Diğeri de O'nun mahlûkatma şefkattir.
İzzet ve Celâl sahibi Allah'ın emrini ta'zîm etmeyen ve
yine Allah'ın mahlûkatma şefkat göstermeyen her insan, Allah'dan uzakdır...
İzzet
ve Celâl sahibi Allah, Mûsâ aleyhisselâma vahyen buyurdu ki:
— Merhametli ol. Tâ ki ben de sana merhamet edeyim. Ben,
çok merhametliyim. Kim ki merhametli olursa ben de ona merhamet eder ve
kendisini cennetime koyarım. Merhametlilere müjdeler olsun!... (Sh:180)
**
Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun, bir defasında Bâyezid
Bestâmî'ye bir adam gelmişti. Bir ara bu kişi, Bestâmî'nin huzurunda dururken
sağa - sola bakınmağa başladı. Onun böyle sağa - sola bakındı-ğını gören Bâyezid
Bestâmî kendisine sordu:
— Ne var? Adam dedi:
— Namaz kılacak temiz bir yer arıyorum!
Onun bu sözü üzerine, Bestâmî de kendisine şunları söyledi:
— Kalbini temizle de namazı dilediğin yerde kıl!...
(Sh:205)
**
Anlatıldığına
göre, bir defasında îsâ aleyhisselâm İblise sordu:
—
Sence insanların en sevimlisi kimdir? İblîs dedi:
—
Cimri mümin...
İsâ
aleyhisselâm bu sefer de dedi ki:
—
Peki, ya en sevimsizi? İblîs dedi:
—
Fâsık, fakat cömerd kişi...
İsâ
aleyhisselâm bunun sebebini sorduğunda ise İblîs'in cevâbı şu oldu:
—
Çünkü ben, cimri müminin cimriliğinin onu her an için günaha sokabileceğini
ümid ederim. Buna karşılık, fâsık fakat cömerd müminin cömertliği sebebiyle
günahlarının afv edilebileceğinden korkarım... (Sh:217)
**
Allah'ın
rahmeti onun üzerine olsun, bir defasında, ulemâdan birine soruldu:
—
Sahip bulunduğun bu ilme nasıl ve ne ile nail oldun? Âlim, cevaben dedi
ki:
—
Kuşların erkenciliği, devenin sabrı, domuzun hırsı ve köpeğin yaltaklanması
ile...
Sabah
erkenden, kendilerinden ilim - irfan öğrendiğim âlimlerin kapısında olurdum.
Tıpkı kuşların, rızık için sabah erkenden uçmaları gibi. Onların, insana ağır
gelebilecek her şeylerine tahammül eder, katlanırdım. Tıpkı devenin ağır
yüklere katlanması gibi. İlim - irfan öğrenmeğe son derece haris idim. Tıpkı
domuzun, yediği şeylere harîs olması gibi. Kendilerinden ilim - irfan
öğrendiğim âlimlerin karşısında hiç seviyesizlik endişesi taşımazdım. Tıpkı,
sahibinin evinin kapısında, kendisine yiyecek vermesi için yaltaklanan köpek
gibi... (Sh:262)
**
Nebi
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
—
İmân, yarımşar iki parçadan ibarettir. Bir yarımı sabırdır. Diğer yarımı da
şükürdür.
Sen,
sıkıntılara sabredip nimetlere şükretmedikçe hakîkî bir mümin olamazsın.
İslam’ın hakikatlerinden biri de teslimiyettir, emirlere boyun eğmektir.
Allah'ım,
Sen, Sana tevekkül, Sana itaat, Seni zikir, Senin emirlerine
muvafakat ve Seni tevhid ile kalblerimizi ihya et!... (Sh:265)
**
Sen
bir câhilsin.
Bilgisizin
birisin.
Câhil
kişi, bunlara aldırmaz. Sen, Allah Teâlâ'ya ibâdet eder, kurtuluşa erdiğini
sanırsın. Fakat bir de bakarsın ki, ibâdetin suratına fırlatılmış. Çünkü o
ibâdet, cehalet içinde yapılmıştır. Cehaletin ise küllisi mefsedettir, fesada
sebep olucudur. Nitekim Nebî sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyururlar:
— KİM Kİ ALLAH'A CEHALET İÇİNDE İBÂDET EDERSE ONUN İFSÂD
ETTİĞİ ISLAH ETTİĞİNDEN, YANLIŞI DOĞRUSUNDAN DAHA FAZLA OLUR.
Allah
Teâlâ'nın kelâmı Kur'âna ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine
uymadıkça senin için felah - kurtuluş yoktur. Allah'ın rahmeti onun üzerine
olsun, büyüklerden biri şöyle der:
—
Kimin ki bir mürşidi yoksa iblîs onun mürşididir. (Sh:275)
**
Ey,
İzzet ve Celâl sahibi Allah'ı sevdiğini iddia eden kişi!
Senin
için bütün beyhude yolların tamamı kapanıp yalnız Allah'a giden yol açık
kalmadıkça O'na olan muhabbet ve sevgin kemâle ermez. Senin sevgilin öyle bir
sevgilidir ki, Arş'dan yerin dibine kadar, bütün varlıkların sevgisini senin
kalbinden çıkarır. Hem de öyle bir çıkarır ki, artık ne dünyayı seversin, ne de
âhıreti. Kendinden dahi ürküntü duyar, yalnız O'nunla ünsiyet edersin, öyle
ki, tıpkı Leylâ'nın Mecnûn'u gibi olursun.
Vaktiyle
Mecnûn'da Leylâ'nın sevgisi yer ettiği zaman, o, halkın arasından ayrılmış, Tek
başına yaşamağa başlamıştı. Daha sonraları, vahşî hayvanların arasına gitti.
Ma'mûr beldeleri bıraktı, harabelerde kalmağa başladı. Halkın övmesini de,
yermesini de bir kenara attı. Onun nazarında, onların konuşması da, sükût
etmesi de bir idi. Kendisinden hoşlanmaları da, hoşlanmamaları da farksızdı.
Bir gün kendisine soruldu:
Sen kimsin? Mecnûn, cevaben dedi:
Leylâ. Yine soruldu:
Nereden geldin? Yine dedi:
Leylâ.
Bir
daha soruldu:
Nereye gidiyorsun? Mecnûn, cevaben yine dedi:
Leylâ.
Mecnûn'un
gözleri, Leylâ'ya olan sevgisinin şiddetinden dolayı, ondan başkasını görmeğe
kör; kulakları da Leylâ kelimesinden gayri kelimeleri işitmeğe sağır olmuştu.
Onun için, etrafındaki insanların, bu hâlinden dolayı kendisini ayıplamaları,
onu hep Leylâ kelimesini sayıklamaktan vazgeçiremedi. Nitekim birisi ne güzel
söylemiş:
—
Nefsler bir kerre hevâiyâta meyletmemiş olsun. Artık insanlar, boyuna soğuk
demire çekiç vururlar...
Şu
kalb, Azîz ve Celîl olan Allah'ı tanıdığı, sevdiği ve O'na yakınlaştığı zaman
insanlardan ve diğer varlıklardan ürker. Yemeğe, içmeğe, giyinmeğe ve
evlenmeğe karşı ünsiyet peyda edemez olur. Ma'mûr beldelerden, evlerden
kaçar. Harabelere yönelir. Onu, şeriatın emrinden başka hiç bir şey
bağlayamaz. Şeriat onu; emirde, nehiyde ve fiil-i ilâhîde bağlar. Kaderin
geleceği vakitlere kadar bağlar...
Alllah'ım!
Bizi rahmetinin elinden bırakma. Eğer bırakırsan, biz dünya denizinde boğuluruz.
Varlık denizinde boğuluruz.
Ey
keremini saçan!
Bize
idrâk ver. Anlayış ver.
Bize
hakikatleri idrâk ettir. (Sh:284)
**
Resûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
—
Kimi ki insanların en şereflisi olmak isterse Allah'dan korksun. Kim ki
insanların en güçlüsü olmak isterse Allah'a güvensin, Allah'a dayansın. Kim de
insanların en zengini olmak isterse kendi elindekinden çok, Allah'ın
nezdindekine bel bağlasın... (Sh:287)
**
Vah
sana ki, Allah'ı sevdiğini iddia ediyorsun. Fakat O'ndan başkasını
seviyorsun. Allah'ın sevgisi saflığın, temizliğin ve hâlisiyetin ta kendisidir.
O'nun gayrisi ise adem-i safiyettir, kirliliktir, temiz olmamaktır. Sen,
Allah'ın sevgisi hâlis safiyeti başkalarının sevgisi ile kirletirsen sen de
kirlendirilirsin. Allah'ın dostu İbrahim aleyhisselâm ile Yakûp aleyhisselâmın
başına gelen senin de başına gelir. Vaktiyle onlar, kalblerindeki birer ateşle,
evlâdlarına meyletmişler, onlara sevgi ile bağlanmışlar ve malum musibetlere
dûçâr olmuşlardı.
Yine,
vaktiyle, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kızının oğulları Hasan ile
Hüseyin'e karşı kalbinde bir sevgi duymuştu. Bir ara Cebrail aleyhisselâm geldi
ve Allah'ın Resulüne sordu:
Onları seviyor musun? Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
Evet. Seviyorum.
Bunun
üzerine Cebrail aleyhisselâm dedi ki:
— Onların biri zehirlenecek. Diğeri de şehid edilecek...
Bu
hâdiseden sonra, Allah'ın Resulü o iki torununun sevgisini kalbinden çıkardı.
Orayı bütünüyle, Azîz ve Celîl olan Rabbına tahsis etti. Onlar sebebiyle olan
sürür ve neş'esi de hüzün ve kedere dönüştü...
Azîz
ve Celîl olan Allah, peygamberlerinin, velîlerinin ve sâlih kullarının
kalblerine gayret-i ilâhî ile nazar eder. Orada, kendisinden başkalarına yer verilmesini
istemez. (Sh:314)
**
Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun, ashâbdan Muâz
radiyallâhü anh, hep şöyle duâ ederdi:
— Allah'ım, eğer benim murat ettiğimi yapmayacaksan, o
zaman bana, senin murat ettiğine sabır ve tahammül gücü ver!...
EY
OĞUL!
Kadere
rızâ göstermek, kavgalar, çekişmeler ve didişmeler sonunda dünyalığa nail olmaktan
daha güzeldir. Kadere rızâ göstermenin sıddîkların kalbinde husule getirdiği
tatlılık, nefsânî arzularla zevklere nâiliyetin verdiği tatdan çok daha
büyüktür. Allah dostlarının nazarında, kadere razı olmak, dünyadan ve bütün
dünyadakilerden çok daha tatlıdır. Zîrâ Allah'ın takdirine râzî olmak, her
hâl-ü kârda hayâtı güzelleştirir, tatlılaştırır, huzurlu kılar... (Sh:356)
**
Sen, Allah hakkı için bir nefs muhasebesi yapmalısın. Gerek
Allah'ın hukuku ve gerekse insanların ve diğer mahlûkatın hukuku bahsinde
nefsini iyi bir hesaba çekmeli, sîgaya çekmelisin.
Eğer hem dünyada hem de ahirette hayırlara nail olmak
istersen Allah'ın senin hakkındaki hükmünü düşün. Seni nelerle mükellef
tuttuğunu hatırla. Nefsini amele şevket. Allah'ın emirlerini yerine getirmesini,
günah işlemekten sakınmasını, felâketlere sabretmesini, kadere rızâ
göstermesini ve nimetlere şükretmesini söyle. Bütün bunları yaptığın zaman,
mâniler senden zail olur. Allah Teâlâ ile sohbetin istikamet bulur. Yolda
arkadaşa kavuşur, yardımcıya kavuşur, nereye gidersen seninle gelecek bir
hazîne ile karşılaşırsın. Nerede bulunsan ve nereye girsen aldırış etmezsin.
Zîrâ sen nereye düşsen hemen kapılırsın. Hüküm, ilim, kader, melek, insan,
cin,... hepsi de sana hizmet eder. Sen Allah'dan korktuğun için, her şey senden
korkar. Allah'a itaat ettiğin için sana her şey verilir...
KİM Kİ AZÎZ VE CELÎL OLAN ALLAH'DAN
KORKARSA ONDAN HER ŞEY KORKAR. KİM Kİ ALLAH'DAN KORKMAZSA HER ŞEYDEN KORKAR.
Kim ki Allah yolunun hizmetçisi olursa her şey onun
hizmetçisi olur. Zîrâ sânı yüce olan Allah, kullarından hiç birinin amelinden
bir zerreyi bile zayi etmez.
— Nasıl olursan, öyle muamele görürsün!
— Nasıl olursanız, ona uygun idarecilere
kavuşturulursunuz.
Allah'ım! Bize kereminle, ihsanınla, af vınla ve dünya ve
âhıret lûtfunla muamele et. Ve:
— Bize dünyada iyilik ver. Âhırette de iyilik ver. Bizi
cehennem azabından koru!... (Sh:398)
**
Allah'ın
rahmeti onun üzerine olsun, Süfyân Sevrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, hem çok
ibâdet ve tâatlerde bulunan, hem de çok yiyen bir zât idi. Doyduğu zaman bir
zenci gibi şişerdi. Bunca çok yemek yediği halde, peşinden ibâdete kalkar ve
ondan da büyük zevk alırdı.
Zamanının
şahsiyetlerinden biri der ki:
—
Süfyân Sevrî'nin yemek yeyişini görünce, çok yiyor diye kızardım. Fakat
namaz kılışını ve ağlayışını görünce ise ona gıpta eder, sevgi ve şefkatle
bakardım.
Sen,
Süfyân Sevrî'ye, onun çok yemek yeyişinde uyma. Bil'akis, çok ibâdet edişinde
uy. Zîrâ sen bir Süfyân Sevrî değilsin. Sen, Süfyân Sevrî gibi, nefsini iyice
doyurma. Zîrâ onun nefsine hâkim olması gibi sen nefsine hâkim olamazsın. (Sh:450)
**
Konuşmanın
burasında, dinleyenlerden biri Abdülkadir Geylânî Hazretlerine sordu:
— KORKU ATEŞİ Mİ, YOKSA ŞEVK ATEŞİ Mİ DAHA ZORDUR?
Hazret, buna cevaben dedi ki:
— Korku ateşi müride mahsustur. Mürîd, yâni Allah yoluna
daha yeni sülük etmiş kişi, korku ateşi içinde bulunur. Şevk ateşi ise murada
mahsustur. Murâdda, yâni sülük yolunda mesafeler katederek Allah'ın, kendisini
aradığı kişi mertebesine ermiş kulda şevk ateşi bulunur. Korku ateşi bir
şeydir. Şevk ateşi de bir başka şeydir. Acaba sizde hangisi var, ey soru
sahibi?
Ey,
sebeplere dayananlar! Sizin melikiniz de, sultanınız da, ilâhınız da birdir.
Fayda vereniniz de birdir. O'nun irâdesinin dışında size kimse zarar veremez.
Hiç işitmediniz mi ki, ne buyuruyor:
—... Artık kim Rabbına kavuşmayı ümit ve arzu ediyorsa
güzel bir amel işlesin ve Rabbına ibâdette hiçbir kimseyi ve hiç bir şeyi ortak
tutmasın” (Kehf sûresi, âyet: 110).
Rabbın
ile aranda sen kendin varsın. Kendini aradan çıkar. İşte o zaman O'nu
görürsün!...
Bu
sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Kendimi aradan nasıl çıkarayım? Hazret, buna
cevaben dedi:
— Nefsine muhalefet ederek, onunla savaşarak ve onun
heves ve arzuları karşısında sağır kesilerek kendini aradan çıkar. Nefsinin
zevklerini, hevâî arzularını ve budalalıklarını asla yerine getirme. İşte o
zaman mahviyete râzî olur ve senin kalbinin yüzünden uzaklaşır. Terkedilmiş,
cansız bir et parçası hâline gelir. Bu sefer ona, nefs-i mut-mainne sirayet
eder. Nefsi emmârenin çıktığı yere nefs-i mutmainne girer. O zaman, nefs-i
mutmainne ile kalb, Azîz ve Celîl olan Allah'ı görürler. (Sh:500)
**
Anlatılır
ki, Fudayl İbni Iyâz öldüğü zaman babası onu rüyasında gördü. Kendisine sordu:
— Allah Teâlâ sana
ne yaptı? Fudayl, babasına cevaben dedi:
— Ey babacığım! Kul için, kendisine Rabbından daha
hayırlısını görmedim...
Ey
oğulcuğum. Sen, Allah'a sarıl. O'ndan başkası ile iştigal etme. Ev O'nun
evidir. Rızıklar O'nun yarattığı rızıklardır. Ezelde insanların rızıklarını O
takdir ve ta'yîn etmiş, sonra zamanı gelince de yeryüzünde yine o yaratmıştır.
Melekler senin rızıklarını sana ulaştırmakla vazifelidirler. Hayır
Allah'dandır. Şer de Allah'ın irâdesinin hâricine çıkamaz... (Sh:501)
**
Şeytanın
görüp ifsâd edemiyeceği, sultanın görüp kahredemiyeceği kişi pek azdır. Şânı yüce olan Allah Tûr'a (Tûr-u Sînâ) yemin
etti. Bunun sebebi, Mûsâ aleyhisselâmın orada Allah'a münâcâtta bulunması,
Allah'ın orada ona hıtâb etmesi, tecellî etmesi idi.
Kalb
Allah'ı tanıdığı zaman Allah ona genişlik verir. Öyleleki cinleri, insanları ve
melekleri ihata edecek seviyeye gelir. O derecede ki, artık bu kalbi meşgul
edecek ve bakacağı bir şey kalmadığı zaman onu kendisine yakınlaştırır. Mûsâ
aleyhisselâmın asasını işitmedin mi ki, fir'avunun sihirbazlarının
değneklerini ve diğer sihir âletlerini nasıl yuttu, fakat kendisinde herhangi
bir değişiklik olmadı.
Bu
sırada, dinleyenlerden Kâmil Mellâh adında birisi bir suâl sorarak dedi
ki:
Hasan
Basrî, bir sözünde şöyle diyor:
— Âlim olan zât aynı zamanda zâhid olmazsa zamanının
insanlarına bir ukubet olur, bir ceza olur. Aynı zamanda zâhid olmayan bir
âlim, zamanının insanlarına niçin ceza olur?
Hazret,
bu soruya cevaben şunları söyledi:
— Evet. Aynı zamanda zâhid olmayan bir âlim, zamanının insanlarına
bir ukubet, bir ceza olur. Çünkü o âlim, konuştuğu zaman ihlâsla konuşmaz, ilmi
ile âmil olmaz. Dolayısıyla, söyledikleri de onları dinleyenlerin kalbine girmez.
Orada tesir bırakmaz. Dinleyenler sâdece dinlerler. Fakat dinledikleri ile
amel etmezler. İşte bu sebeple, o âlim, kendilerine bir ceza olur.
Kalb
ma'nevî - ahlâkî sıhhata kavuştuğu ve ilim ile aydınlandığı zaman, ışığı ile
insanların günahlarının ateşini söndürür. Tıpkı müminin nurunun, üzerine
geldiği ateşi söndürmesi gibi.
Denir
ki:
— Zaviyeye, ancak nefse muhalefeti öğrendikten, hevâî
arzulara karşı koyma melekesini elde ettikten, dîne uymayan hususlarda insanlara
karşı çıkma duygusunu kazandıktan ve Allah ile ünsiyet peyda ettikten sonra
çekilmelidir.
Halvet,
ahiret yoludur. Nefs, yolculukta arkadaş olmağa lâyık ve münâsip değildir. Hevâ
da böyledir. Onlar, kişiyi saptırırlar. Şeytan ise düşmandır. Arkadaşlığa lâyık
ve münâsip değildir. Nefsin şiddetle rağbet gösterdiği arzulara gelince, bunlar
da öyle âfetlerdir ki, yolculuğun esnasında senin zekâ, feraset ve anlayış
gözünü kör ederler. İnsanlar ise, birer yolkesiciden başka bir şey değildir...
Hevâ
ve heveslerini halvet kapısında bırak. Sonra da yalnız olarak içeri gir. İşte o
zaman, halvetinde seninle ünsiyet edeni görürsün...
Bir
defasında, Havariler, İsâ aleyhisselâma şöyle dediler:
— Bize en büyük ilmi öğret.
İsâ
aleyhisselâm, onlara cevaben dedi:
— EN BÜYÜK İLİM; ALLAH'DAN KORKMAK, ALLAH'IN TAKDİR VE
HÜKMÜNE RÂZÎ OLMAK VE SEVDİĞİNİ ALLAH İÇİN SEVMEKTİR...
Sen
bir zındıksın.
Tenhâlarda
her günahı işlersin.
İnsanlara
karşı ise âbidlik ve zâhidlik gösterisine kalkışırsın.
Akıbetten
emin mi oldun ki, böyle yapıyorsun?...
Vah
sana!
Kısmetler
Allah'ın kudret elindedir.
Her
insanın nasibi mutlaka ona ulaşır. Bu mesele tıpkı şu misâldeki duruma benzer:
— Meselâ Horasan'da bir adam vardır. Bunun, Irak'ta
oturan pek zengin bir akrabası bulunmaktadır ki, kendisinin. Horasan'daki adamdan
başka vârisi ve akrabası da bulunmamaktadır. Şimdi, Irak'taki bu zengin adam
vefat etmiş olsa, bıraktığı miras Horasan'daki tek vârisinin değil midir?...
Sizler,
avam tabakasından insanlar olmakta devam ediyorsunuz. Allah'ın seçkin kullarından
olma yolunda gayret göstermiyorsunuz. Bu durumda size; yemekten, içmekten, giyinmekten
ve benzeri şeylerden bahsetmek gerekir. Ne var ki, üzerimize emir galip
geldiği için bunlardan bahsediyoruz...
Kalb,
nefsin maddî heveslerini geri çevirir. Bunu, nefsin yolundan ayrılıp
Allah'a yönelmen için yapar.
Kalbinde,
bir kişi hakkında sevgi, diğer bir kişi hakkına da nefret peyda olsa
nasıl hareket edersin? Herhalde, hakkında sevgi peyda olanı, tabiatın icâbı
sever, nefret peyda olandan da yine tabiatın icâbı nefret edersin.
Fakat hemen ifâde edeyim ki, bu şekilde hareket etmekte hayır yoktur.
Sen,
her şeyi Kitaba (Kur’ân-ı Kerim’e) ve sünnete vur. Eğer onlara uyuyorsa
ne a'lâ. Uymuyorsa hemen dön, vazgeç. Hareket tarzının veya yaptığın işin
doğruluğuna dâir fetva verilmiş de olsa yine de kalbine danış, vicdanına danış.
Kalb
Kitab (Kur’ân-ı Kerim) e ve sünnete uygun olarak hareket ettiği zaman Allah'a
yaklaşır. Allah'a yaklaşınca ilim sahibi olur. İşin aslını ve mâhiyetini
bilir. İlim sahibi olunca lehinde olanı da, aleyhinde olanı da doğru
olarak ve açıkça görebilir. Hak için olanı da, bâtıl için olanı da, şeytan
için olanı da, Rahman için olanı da eksiksiz ve kusursuz olarak görebilir.
Kendisinin Allah'a yakınlığını da, Allah'ın kendisine yakınlığını da ebediyyen
görebilir. Allah'a yakın olmanın sevincini duyar. Sultanın baş bâyii olur. Kendisi
Allah'dan alır. Diğer insanlara, dağıtır...
Buraya
benim meclisime geldiğin zaman ilmini bırak. İlimden an olarak sohbete katıl.
Aynı şekilde; zühdünü, takvanı ve diğer hallerini de bırak. Onlardan da soyun.
Eğer benim sohbet meclisime ilim veya zâhidlik kisvelerine bürünerek gelirsen
bu takdirde, buradaki bir kısım hâller, beni sana karşı perdeleyebilir.
Dolayısıyla, öğreneceğini öğrenemez, alman gereken feyzi alamazsın. Onun için,
bütün bunları çıkar, at. Buraya tertemiz olarak gel. Bu şekilde gelmen senin
için iyidir. İşte o zaman alacağın feyzi alırsın...
Bir
ara, büyüklerden birinin yanma gitmiştim. Hatıra gelen şeylerden ve kendisinin
içinde bulunduğu bazı hallerden bahsediyordu. Bir ara bana dedi ki:
— Benim içinde bulunduğum şu halleri sever misin?
Ben
dedim:
— Evet. Severim. Bunun üzerine dedi ki:
— Ben bütün seneyi oruçlu geçiriyorum. İftarı da seherden
sehere, yirmidört saatte bir yapıyorum. Bu şehrin yiyeceklerinde hayır yok.
Mümkün mertebe, onlardan gayet az yemeğe bak.
Sırrî
sakatî, Cüneyd Bağdâdî'nin halka yaptığı konuşmalardan bahseder ve onun, konuştuklarını
doğrudan peygamberimizden aldığını ve ancak onları konuştuğunu söylerdi.
Vah
sana!
Sen
de konuşuyorsun. İnsanlara sen de bir şeyler söylüyorsun amma, senin konuşmalarından
sonra ortalığı bir zulmet kaplıyor. Benim ne yerde, ne gökte, ne dünyada, ne
de âhırette, Allah'dan başka kendisinden korkacağım veya bir şey umacağım bir
tek varlık dahi mevcut değil...
Bir
defasında, sâlihlerden birine soruldu:
Rabb’ını görebiliyor musun? Salih kişi, buna cevaben dedi:
O'nu görmesem yerimde duramam...
Soranlar
dediler:
— Nasıl görüyorsun?
Salih
dedi:
— O'nun varlığı gözlerimi kaplar. Böylece gözlerim
Rabbını görür. Tıpkı cennette kullara kendisini göstereceği gibi, burada da
gösterir. Kişinin kalbi, Rabbının sıfatlarını görür. İhsanını görür. İyiliğini
görür. Rahmetini görür. Bereketini görür... (Sh:506-509)
**
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbinin yıldızı Ay olmuş, yâni yıldız kadarki parlaklığı
Ay parlaklığı hâline gelmiştir. Ay'ı da Güneş olmuş, yâni Ay parlaklığındaki
hâli, Güneş parlaklığı hâline dönüşmüştür. Halvet hâli celvet hâline inkılâb
etmiş, bâtını zahir hâline gelmiştir...
Kul,
med veya cezir hallerinde bulunur. Elbisesine bürünür. Özünün
çadırına girer. Kâh yükselir, kâh alçalır. Denizlerin altında mücevherleri
görür, incileri, yakutları görür. Fakat kendisi onlara asla el uzatmaz.
Yanındakine işaret ederek:
Ey filân, sen şunu al! Der.
Bir başkasına da:
Ey falan, sen de şunu al!
Der.
Allah
dostları sultanlardır. Yerin ve göğün sultanlarıdır. Hem de Allah'ın huzurunda,
O'nun naibi, vekili ve halîfesi olarak.
Ben,
sultanın kapısındayım. Onları bekliyorum. Gerek uyanıkken ve gerekse uyku hâlinde
sizlere bakıyorum. Bu beldenin sıkıntılarına sizin için katlanıyorum. Âfet ve
musibetlerine sabrediyor, tahammül gösteriyorum. Gamlar, kederler ve
tefekkürler içinde, zulmetlerle nura kavuşuyorum. Her adım attıkta geri itiliyorum...(Sh:521)
**
Bir
Suâl:
Nefs
hâindir. Onun vereceği fetvaya nasıl güveneyim. Onun fetvâsıyle nasıl amel
edeyim?
Hazret,
bu suâle şöyle cevap verdi:
—
Nefsinle savaş. Hem de o, menfî ve kötü duygulariyle birlikte ölünceye,
yokoluncaya kadar. Onunla savaşıp, kötü duygulariyle birlikte kendisini
öldürdükten sonra, tekrar dirilt. Bu sefer o; fakîh, âlim ve hakikat ihtirasına
ermiş olarak dirilecektir. Onun hevâî - nefsânî zevk ve arzularının kapısını
kapat. Şehevî arzularından kendisini menet. Azgınlığı gittiği ve zayıf düştüğü
zaman, arzuları senin özüne dönecektir. Öyle ki, o, kendisiyle yaptığın bu
mücâhede neticesinde bir kalb hâline gelecektir...
Allah
dostları, gecenin basmasını ve aile efradının uykuya dalmasını
beklerler. Zîrâ onlar külfet altındadırlar. Kalbleri Allah'a bağlı olmakla
beraber, aile ferdlerinin geçim yüklerini ve sebepleri yüklenirler.
Sebeplere tevessül ederek aile efradının geçimlerini sağlarlar. Gündüzlerinin
bir kısmı bu meşgalelerle geçtiğinden, gece Rabbları ile birlikte olmak
arzusuyla, bir an önce akşamın olmasını ve herkesin uykuya dalmasını
dilerler...
Sen,
belâ gelmeden önce takva sahibi olduğun takdirde, belâ ânında Allah'dan
gayrine sığınamazsın. Ancak Allah'a sığınırsın. Allah'dan başka, senden bu belâyı
savuşturacak birisini göremezsin. Ancak Allah'ı görürsün. Hayrın da, şerrin de
Allah'ın kudretinin hâricinde olmadığını anlarsın. Zararın da, faydanın da,
izzetin de, zilletin de, zenginliğin de, fakirliğinde,... yalnız ve yalnız
O'nun irâdesinin tahtında bulunduğunu bilirsin...
Bir
suâl daha: Büyüklerden birisi şöyle der:
— KİŞİNİN BAKIŞLARI SANA FAYDALI OLMUYORSA VA'Z -
NASIHATLARI DA FAYDALI OLMAZ.
Bu
sözün ma'nâsı nedir?
Allah
kendisinden râzî olsun, Hazret buna cevaben dedi ki:
—
Allah dostlarının hem gözlerinden hem de kalblerinden dünya da, âhıret de
tamamen silinmiş, kaybolmuştur. Onlar yalnız Rabblarını görürler, O'nu müşahede
ederler. Binâen'aleyh, eğer sana bir nazar atfetmeleri olursa mutlaka
faydaları dokunur. Yâni Allah dost larının sana bakışları fayda getirir. Şayet
velî (Allah dostu) kuru bir araziye nazar etmiş olsa Allah orayı diriltir ve
yeşillik bitirir. Yahut bir yahudiye veya bir nasrânîye (hıristiyan) bakmış
olsa Allah onlara hidâyet verir...
Bu
sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Biz seni hep şu kürsünün ağacına yaslanmış olarak
görüyoruz. Bunun sebebi nedir?
Hazret
buna cevaben dedi ki:
— Evet. Hep ona yaslanıyor ve sarılıyorum. Çünkü o, bana
yakındır. Eşyayı görüyor. Fakat hemen haberini ortaya atmıyor. Uyumuyor. İşte
bunun için ona sarılıyorum...
Bu
sırada soru sahibi dedi ki:
— Senin kalbine biz de yakınız...
Hazret,
buna cevaben de şunları söyledi:
— Ey dadımın oğlu! Sizler; ancak takva sahibi olduğunuz,
Allah için nefs murâkebesi yaptığınız, Allah'dan korktuğunuz ve O'na tâlib
olduğunuz zaman bana yakın olabilirsiniz. O zaman ben de sizin hizmetçiniz
olur, sizi severim...
Kul
dünyada zühd ve takva sahibi olduğu ve nefsin azgınlıklarından kurtulduğu
zaman Allah ona kapısını açar. Onu kendisine yakın kılar. Ona ilmin kapılarını
açar. İlmi gösterir. Hüsnü edebe yaklaştırır.
Allah
dostları hem uzuvları, hem kalbleri, hem özleri ve hem de, halvet halleri ile
Allah'ın hoş görmediği fiil ve hareketleri haykırırlar, dile getirirler.
Allah'ın mülkünde takva sahibi olurlar. Kerem sahibi olurlar. Güzel ahlâk sahibi
olurlar. İzzet ve şeref sahibi olurlar...
Sizin
kiminizin ma'bûdu parasıdır, malıdır, servetidir. Elinden bir miktar malı gidi
verse kıyameti koparır. Hâlbuki bir cuma namazını veya cemâatle namazı kaçırsa
hiç tınmaz, aldırış etmez. Yahut meselâ fâcir - fâsık bir evlâdı vefat etse
onun için uzun müddet ağlayıp sızlar. İnsanlardan biri ile ünsiyet peyda etmek
ister. Halbuki melekler hep kendisiyle birliktedir. Fakat o, onlarla ünsiyet etmez... (Sh:529)
**
Kulun
kalbi kötü duygulardan, kötü temayül ve ihtiraslardan ve kötü ahlâktan
temizlendiği zaman meleklerle ünsiyet peyda eder. Melekler, halvet anlarında
onunla konuşurlar...
Ey,
şeriattan ve dînden uzak kişi!
Ey,
dünya ile nefsle ve kör tabiatıyla sarmaş-dolaş olan kişi!
Ey,
Hakk'ı unutup halka tapan kişi! İyi bil ki, gün gelecek, Allah ile mutlaka
karşılaşacaksın. Öyleyse şimdiden karşılaş. Allah'ı bırakıp insanlara gönül
verme. Nefsini bertaraf et. İşte o zaman bütün korkulardan emin olursun...
Allah'ı
zikirden gayri her şey bâtıldır. Allah'ı bilmekten gayri her bilgi bâtıldır.
Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin sonu hüsrandır.
Dünyaya
tâlib olan çoktur.
Âhırete
tâlib olan azdır.
Azîz
ve Celîl olan Allah'a tâlib olanlar ise azın da azıdır.
Sen,
gece - gündüz dünyan ile berabersin. O, seni kendisine hizmetçi tutmuş. Seni
Allah yolundan koparıyor. Biz ise dünyayı kendimize hizmetçi tuttuk. Ondaki
her şeyi kendimize hizmetçi tuttuk. Biz böyleyiz. Ya sen nasılsın?...
Ey
tedbîr sahibi kişi!
Dünya
işlerinde şeriatla ilmin eli bulunmalı. Şeriatla ilmin müsâade ettiği şeyi
hemen al. Ona sahip çık. Onların müsâade etmediği, tasvîb etmediği ve isabetli
bulmadığı şeylerden de kaçın. Şeriatın ve ilmin doğru bulmadığı bir işe
yanaşma. Güzel gördüğün bir şey hususunda Rabbına münâcatta bulun. Alırken, satarken,
yerken, içerken, verirken, konuşurken,... şöyle bir dur. O işin ilme ve şeriata
uyup uymadığına dikkat et. Allah için yapılıp yapılmadığına dikkat et. Eğer
Allah için yapılıyorsa sahiplen. Allah'dan başkası için yapılıyorsa ondan uzak
dur...
Sevgi
- muhabbet galip geldiği zaman kişi dünya ile âhıreti, vermesi gerekenle
vermemesi gerekeni, kabul etmesi gerekenle reddetmesi gerekeni ayırt edemez.
Kalbi onun sevgisiyle dolar. Böylece, sevdiğinin hayrı ile şerri arasında fark
kalmaz. Onun hayrını şerrinden ayırt etmez. Kapıları ile yönleri - cihetleri
birleşir. Sevgi, bütün bunları birleştirir. Haber ile aynen müşahede arasında
fark kalmaz. Zarar ile fayda, ebediyyen birleşir. Onun kalbi bazen bir vecd
hâline girer. Bu durumda, Allah'ın zikri ile bir celâl hâlini müşâhade eder.
Kendisi bir celâl hâli içine girer. Bazen de cemâl hâlini müşahede eder.
Kendisi cemâl hâli içine girer. Onun gündüzleri dehşetlidir. Allah'a
yakınlaştıkça o, uzaklaşır. Tıpkı Mûsâ aleyhisselâmın gördüğü nûr gibi ki, o,
ateşe yakınlaştıkça o uzaklaşıyordu. Nihayet, öyle bir noktaya gelindi ki, Mûsâ
aleyhisselâmın müşahede ettiği mahalden, kendisine hitaben şu ses geldi:
—
Şüphesiz ben Allah'ım!...
İşte
kalb de böyledir. O da Allah'a yakınlık nurlarını görür. Fakat ona doğru her
adım attıkça nûr uzaklaşır. Tâ ilâhî hüküm yerini buluncaya kadar.
Adımların
kesilmesi, hükmün yerini bulması ve hedefe ulaşması demektir. Bu andan itibaren
durum değişir. Tâlib, matlûb olur. Arayan, aranılan mertebesine geçer. Kaasıd,
maksûd olur. Mürîd, murâd olur.
Hakk'ın
cezbelerinden bir cezbe, insanlarla cinlerin amellerinden daha hayırlıdır.
Artık bu safhada, Allah, kulunu kendi tabiatının, şehevâtının, hevâ ve
hevesâtının dâiresinden çıkmış, fânilere gönül vermekten sıyrılmış, bütün hevâî
duygularını terk etmiş ve yalnız Allah'ın zâtına tâlib birisi olarak görür.
Öyle ki, o, bütün eski kötü heves ve arzularından sıyrılmıştır. Allah için
kalkar. Allah için oturur. Allah için kıyama varır, kuûda varır. Azıksız,
bineksiz ve arkadaşsızdır. Oruç tutarak, namaz kılarak ve mücâhede ederek
zulmetler içinden aydınlığa ulaşır. O, bu hallerde iken, bir de görür ki
kendisi Allah'a yakınlık kapısındadır. O'nun lûtfunun hücresinde, fazıl ve
kereminin sofrasındadır. Hem de kaderine bakarak...
Sen
yüksekleri seversin. Halbuki kendin alçaklardasın, çukurlardasın. Sen, Cenneti
seviyorsun. Hâlbuki Cennete lâyık ameller işlemiyorsun... (Sh:530)
**
Allah
kendisinden râzî olsun, Abdülkadir Geylânî Hazretleri daha sonra sözlerine
devamla şöyle dedi:
— Bana, bu beldeye inecek bir belânın haberi geldi...
Böyle
dedikten sonra, belde ehline o belânın gelmemesi için duâ etti. Sonra da, gayet
mütevâzî ve vakur bir edâ ile dedi ki:
— Yeminle söylerim ki, bu beldede, katledilmeğe ve
asılmağa müstahak kişiler var. Fakat, bir gözün hakkı için bin göze ikram
ediliyor. Allah'ım, onların günahları sebebiyle bizleri muaheze etme. Bizler
hangi amelleri işledik?
Bu
sözü, öfkeli bir edâ ile söylüyordu. Sonra sözlerine devam etti:
— Ben dostu da, düşmanı da kader körüğüne koydum. Her
ikisi de eridi. Aynı şey oldu.
Keramet
ve mucize taleb etme. Keramet ve mucize gösterme arzusuna kapılma. Mucizeler
bahsinde peygamberlere, kerametler bahsinde de evliyaya zorluk çıkarma. Eğer
Allah'ın yakınlığını ve sohbetini istiyorsan, keramet ve mucize gösterme
heveslerine kapılma. Allah ile yakınlığın ve sohbetin devam ettiği takdirde O,
sana yiyeceğin lokmayı yedirir. Giyeceğin elbiseyi giydirir. Bunları istemek
bir hıcâbdır. Geldikten sonra reddetmek de bir hıcâbdır.
Evliyâullah'ın
delaletiyle Hakk'a sülük edenlere bütün cinler, insanlar ve melekler hizmet
eder. Nerede düşerlerse orada
kaldırılırlar. Taaa Allah Teâlâ'ya ulaşıncaya kadar. Kendilerinden dünya hırs
ve hevesi gidinceye kadar. Kendi varlıklarından geçinceye kadar. Orada onlara
lûtf-u ilâhî hizmet eder. Tellâl hizmet eder. Allah'a yakınlık kapısından
girmelerine izin verildiği zaman onlar musibet ve âfetlerle karşılaşırlar. Tâ
ki, nefsleri ve kendi varlıklarının kalıntıları erisin. Bu musibet ve âfetler
çeşitli şekillerde gelir. Zahiren yemekten, içmekten ve
elbiseden mahrum bırakılması gibi. Neticede kalb, saf ve temiz öz ile birlikte
mücerret olarak kalır. Bu sırada kendisine fazl ve kerem yemeği takdim edilir.
Ünsiyet şarabı takdim edilir. Keramet tacı giydirilir. Minnet elbisesi
giydirilir. Ledün ilmi verilir. Hikmet ilmi verilir. Sonra, Allah kendilerine
isimlerini öğretir. Geçmiş ve gelecek nimetlerini bildirir. Bütün bunları onların
ruhuna yerleştirir (Sh:533)
**
Abdülkadir
Geylânî Hazretleri bu konuşmayı yaptığı şurada dinleyiciler arasında kavmin
reîsi de vardı. O, bundan önce bu sohbetlerde hiç bulunmamıştı. Hazret, onu
işaret ederek dedi ki:
Keşke yaratılmamış olsaydın! Yaratılınca, bâri niçin
yaratılmış olduğunu bilseydin! Ey, uyuyan kişi, uyan! Zîrâ sel, çevreni kuşattı.
Yarın kıyamet günü sana sorulacak:
Kitabın nedir? Muallimin kimdir? Hakk'a da'vetçin kimdir?
Nebin kimdir?
SENİN
NESEBİN YOK. NESEBİN BELİRSİZ. ALLAH'IN VE RESULÜNÜN İNDİNDE NESEBİ SAHÎH VE
BELLİ OLANLAR, EHL-İ TAKVADIR. NİTEKİM BİR DEFASINDA ALLAH'IN RESULÜNE SORULDU:
— Yâ Resûlellah, soyunuz - nesliniz kimlerdir?
Allah'ın
Resulü, buna cevaben buyurdular:
— TAKVA SAHİBİ OLAN HERKES MUHAMMED'İN SOYUDUR,
NESLİDİR...
Sen
sus. Konuşma. Senin aklın yok.
Evin
Dicle nehrinin kenarında. Fakat sen susuzluktan ölüyorsun. İki adım var ki,
onları atarsan Allah'a vâsıl olursun. Bir adım nefsten uzaklaş. Bir adım da
insanlardan.
Sen
ey mürîd!
Ey
Allah yolunda bulunmayı dileyen kişi!
Bu
iki adımı at. O zaman, dünyada da, ahirette de Allah'a kavuşursun... (Sh:543)
**
Abdülkadir
Geylânî Hazretleri konuşmasını kesip kürsüden inince, talebelerinden bazıları
dediler ki:
— Va'zınız çok ağır oldu. Bilhassa kabilenin reisini
işaret ederek söylediğiniz sözler gayet haşin-sert idi.
Hazret
onlara cevaben dedi ki:
— Eğer benim sözlerim ona tesir ettiyse yakında meclisime
gelecektir...
Gerçekten,
kabilenin ileri gelen bu şahsı, o günkü bu hâdiseden sonra Abdülkadir Geylânî
Hazretlerinin sohbetlerini hiç kaçırmaz oldu. Öyle ki, daha Hazretin konuşması
başlamadan çok önceleri gelerek kürsünün dibine oturur, tevazu ve vakar içinde
konuşmaları dinlerdi. Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun...
Allah'ım,
bize sabır ver. Bizi afv eyle. Allah'ım, bize yardım et...
Birisinin
sahip bulunduğu bir imkândan faydalanmak maksadıyla onun huzurunda saygı ile
divân durduğun zaman Allah sana gazaplanır. Nitekim Resûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
— Kim ki sırf sahip bulunduğu imkânlardan ötürü bir
zengine tevâzû gösterirse dinînin üçte ikisi gider.
Sen,
insanlardan beklemeyi ve onlardan istemeyi tam bir âdet hâline getirdin. Bu
durumda, Allah'a da bu hâl üzere kavuşacaksın.
Seyâhatlarımdan
biri esnasında bir ara, halk arasında dolaşarak dilenen ve herkesten bir şeyler
isteyen birisini görmüştüm. Bu şahıs, bu arada yirmibeş dinara bir de ipek bir
cübbe satmıştı. Ben de merak sâikasıyla bir müddet kendisini ta'kip ettim. Bir
ara, çanağından keşkek yemekte olan bir şahsa rasladı. Yanında durdu. Keşkek
yemekte olan kişiye bakıyor, bir türlü oradan ayrılmıyordu. Nihayet o da, keşkekten
bir miktar da ona yedirmek zorunda kaldı. Bu kadarını da görünce artık
dayanamadım ve önüne gelenden bir şeyler
isteyen bu şahsa şöyle dedim:
—Sen biraz önce yirmibeş dînâra bir cübbe satmadın mı?
Paran mı yok ki, şimdi bir de burada yiyecek dileniyorsun?
Bana
cevaben dedi ki:
— Senin için mesleğimi mi bırakayım?...
Velayette
son mertebeye eren kutup olur. Bütün halkın yükünü taşır! Bütün halkın külfetine
katlanır. Buna mukabil, kendisine, bütün halkın îmânı ağırlığında îmân
verilir. Tâ ki, bütün halkın yükünü taşımağa kuvvet ve takat bulabilsin. (Sh:544-545)
**
Sen,
mürîd olduğun sürece kullukla iştigal etmek daha faziletlidir. Hakkın talip
olduğu bir kişi hâline geldiğin zaman ise, bu husûsda senin herhangi bir
tedbîre başvurmana lüzum yoktur. Çünkü bu durumda, Allah dilerse bizzat kendi
iradesiyle seni evlenmeğe sevk eder. Dilerse evlilikten gayri bir şeyle meşgul
eder. Eğer burada bir nasip bulunuyorsa, sen ona mutlaka nail olursun. Hattâ
sen ondan kaçmak istesen bile, o, senin eteğine yapışır ve Hakk'a hitaben der
ki:
— Yâ Rabbi! Benim hakkımı bundan al. O, benden kaçıyor.
Benimle evlenmek istemiyor. Hâlbuki sen beni ona kısmet olarak seçtin. O ise
benden yüz çeviriyor.
Onun
bu isteği üzerine Allah da seni ona teveccüh ettirir. (Sh:564)
**
Bu
sırada, dinleyenlerden biri, Abdülkadir Geylânî Hazretlerine hitaben şunları
anlattı:
— Benim küçük yaşımdan beri şu ana kadar devam ettiğim
bir virdim var. Kalkar iki rek'at namaz kılar sonra da onu okurum...
Allah
ondan râzî olsun, hazret, söze başladı ve dedi ki:
— ONUNLA OLMAZ. ONUNLA İKTİFA EDİLMEZ. SENİN DAHA GÜZEL
AMELLER İŞLEMEN GEREKİR. ALLAH RIZÂSI İÇİN, ALLAH'IN KULLARINA FAYDALI OLACAK
İŞLER YAPMAN GEREKİR.
Hiç
şüphe yok ki, sizin hayâtınız boyunca Allah'ın birtakım rahmet tecellîleri
vardır. Uyanınız. O'nun rahmet tecellîlerine koşunuz... (Sh:565)
**
Senin
nurun, ilmindedir. Işığın, ilmindedir. Kendisiyle âmil olduğun ilmin senin
nurundur, ışığındır. Binâen'aleyh, onunla âmil olduğun müddetçe ışığın
gelmekte devam eder. Nitekim Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyururlar:
— Kim ki bildiği ile amel ederse, Allah onu, bilmediklerini
öğrenmeğe vâris kılar. Yâni bilmediklerini kendisine öğretir.
Yine
peygamberimizin bu husustaki bir başka hadîsleri de şöyledir:
—
Kim ki kırk sabah, sırf Allah rızâsı için ihlâslı olursa onun kalbinden
lisanına hikmet pınarları fışkırır. (Sh:567)
**
Bir
zamanlar güzel bir elbisem vardı. Bir ara, paraya ihtiyacım oldu ve onu satmağa
karar verdim. Bu maksatla birkaç defa onu pazara götürdüm. Ancak müşteri
çıkmadı. Ben de onu birisine rehin bırakarak karşılığında bir miktar para
aldım. Aradan zaman geçti Bayram günleri geldi. Bu sırada, elbiseyi kendisine
rehin bıraktığım şahıs, elinde benim elbisem olduğu halde çıkıp geldi ve bana
şöyle dedi:
— Al elbiseni giy. Verdiğim parayı da helâl ediyorum.
Geri istemem.
Direndim.
Parayı vermeden elbisemi geri almak istemedim. Ancak, adam bu sefer de şöyle
dedi:
— Eğer almazsan onu yakarım...
Çaresiz,
kabul etmek zorunda kaldım ve anladım ki, bu benim kısmetimdir. Ondan kurtuluş
yoktur. Bu noktada zâhidlik yapmak da ma'nâsızdır.
Abdülkadir
Geylânî Hazretlerine, ulemâdan birisinin şu sözleri hatırlatıldı:
— Biz, ilmi Allah'dan gayrisi için öğrendik. Fakat o,
Allah'dan gayrisi için olmaktan kaçındı. Yalnız Allah için oldu...
Ve,
bunun ne ma'nâya geldiğinin izahı istendi. Hazret, buna cevaben söze başladı
ve dedi ki:
— Evliyâullah için böyle bir söz tehlikelidir.
Evliyâullah'dan birinin böyle bir söz söylemiş olması onun mahvolması
demektir. Zîrâ Allah'ın rızâsından gayrisi için ilim öğrenmek şirktir. Bu sözün
izahını şöyle de düşünebiliriz. Onu söyleyen kişi, Allah'dan gayrisi derken,
bununla âhıreti kastetmiş olabilir. Ancak, evliyâullah'dan birisi için bu da
bir noksanlıktır.
Allah
dostları, âhıret düşüncesiyle de ameller işlerler. Tâ ki Azîz ve Celîl olan
Allah'a ve O'nun yakınlığına erişinceye kadar. Onlar; bâtından zahiri, asıldan
fer'i alırlar. Önce avama mahsus sofralara oturtulurlar. Peşinden de Allah'ın
fazıl sofrasına alınırlar. Bir halet de iki çeşit yemek yerler. Avama ikram
edilen nimetlerde onlara katılırlar...
Şânı
yüce olan Allah bir husus için seni murat ettiği zaman o hususa seni hazırlar.
Kim
ki benim ilk hâlimi bildiği halde sohbetlerime gelmez ve benden kaçarsa hatâ
etmiş olur.
Evliyâullah,
kendilerinden zuhur eden bir kerameti birisi gördüğü ve gördüğünü kendilerine
söylediği zaman, ölünceye kadar o kişi ile bir daha konuşmazlardı...
Herhangi
bir kul, uzun müddet Allah yolunda güzel ameller işlese de bir gece kendisine
Allah'dan bir sır gelse ve bir keramet verilse, o da hemen sabahleyin bunu sağa
sola söylese, o hâl, kendisinden derhal geri alınır...
Allah'a
yeminle söylerim ki, kişi bir şeydir. İlim ile keramet de bir şeydir. Keramet
sahibi, kerametini gizlemekle emrolunmuştur. Tâ ki, onu açığa vurmasında bir
mahzur bulunmadığına dâir ma'nevî izin gelinceye kadar. Bu durumda da yine,
Allah ile birlik olan kalbini ve özünü muhafaza etmesi, onu bozmaması gerekir.
Aksi halde, keramet hâli geri alınır...
Kalbine
dünyanın güzelliği, zîneti ve sevgisi gelirse sen ondan kaç, sıyrıl. Sen
dünyaya gönül vermezsen hiç şüphesiz, o senin peşinden gelecek, ondaki
kısmetlerine muhakkak nail olacaksın...
Bu
sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Çocuğun memeden kesilmesi zor olduğu gibi,
alışkanlıklardan kurtulmak da zor...
Hazret,
ona cevaben söze başladı ve şöyle dedi:
— SAKIN HA. BÖYLE DÜŞÜNME. ZÎRÂ ALIŞKANLIKLARDAN KURTULMAK,
ANCAK ANASINDAN VE ONUN MEMESİNDEN BAŞKA BİR ŞEY BİLMEYEN TIFILLAR İÇİN
ZORDUR. BÜYÜKLER İÇİN İSE DURUM HİÇ DE BÖYLE DEĞİLDİR. DÜŞÜNEN VE YEMEYİ -
İÇMEYİ BİLEN BİRİSİ, İĞNE DELİĞİ KADAR DAR MEME UCUNDAN ÇIKAN O SÜTÜ ALMAĞA
YANAŞMAZ...
Sen,
sür'atle Allah'a yönel. O'nun kapısına koş. Umulur ki, O'nun dostlarından ve
içi temiz ve pâk kullarından olursun. Allah seni, nefsinin ve Allah'ın
sevgisinden gayri şeylerin tasallutundan kurtarır. Öyle ki, kalbin, nefsten ve
dünya sevgisinden temizlenir. Onları anıp durmaktan kurtulur. Onlardan tamamen
kopar. Kalbinde onların sev-
—
Bu, Allah'ın bir kuludur ki, dünyaya benden önce gelmiştir. Binâen'aleyh,
benden daha çok güzel ameller işlemiş, Allah'ın kullarına benden daha çok
faydalı olmuştur. Fâsıklar, gençler, küçükler,... ondan daha çok
faydalanmıştır. Ben ise ondan daha sonra dünyaya geldiğim için henüz onun kadar
iyilikler yapamadım, güzel ameller işleyemedim... (Sh:589)
**
Şânı
mübarek ve yüce olan Allah, nebilerden birine şöyle vahyetti:
— Sakın! Seni nebim Yakub'un gafleti üzere bulmayayım...
Ya'kub
aleyhisselâm, oğlu Yûsuf kaybolduğu zaman önceler, için ağladı. Daha sonra da
kendine ağladı. Yûsuf aleyhisselâm. İleride nebi olacağı, babası tarafından
bilinmekteydi. Ayrıca, Yusuf aleyhisselâm, siması ve beden yapısı itibariyle
gayet yakışıklıydı. Bu sebepten, Ya'kub aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un namus ve
iffetine herhangi bir tecâvüz vuku bulmasından korkmuştu...
İnsanlar,
sağırdır, dilsizdir, kördür. Hakkı duymazlar, söylemezler, görmezler. Sizin
kafa gözleriniz var. Fakat kalb gözleriniz yok.
Ey
cehennem kütükleri!
Ey
avam tabakası!
Ey
iz'ânsızlar - idraksizler tabakası!
Sizler
boş birer heves içindesiniz...
Şurası
unutulmasın ki, akıbet bütün işler döner dolaşır, Allah'a varır...
Haberiniz
olsun ki, ben sizin çobanınızım. Sürücünüzüm. Bekçinizim. Ben bu makama öyle
kolayca gelmedim. Ancak Allah'ın gayri bütün fânileri bertaraf ettikten sonra
geldim. Sizlerden bana ne bir zarar, ne de bir fayda gelemeyeceği esasını
kalbime yerleştirdikten sonra geldim. Allah sevgisinden, O'nun
ünsiyetinden ve O'na vuslattan gayri her şeyi tevhîd kılıcı ile kestikten sonra
geldim. Ancak bütün bunlardan sonra bu makama ulaşabildim.
Benim
nazarımda sizin beni övmeniz de, yermeniz de, bana teveccüh etmeniz de, benden
yüz çevirmeniz de birdir. Sizden niceleri, beni defalarca kötülemiştir. Fakat
onların beni yermeleri, zamanla övmeye dönüşmüştür. Onların beni yermesi de,
övmesi de Allah'dandır. Onlardan değildir.
Benim
size yönelmem ve sizin üzerinize düşmem sırf Allah içindir. Allah'ın rızâsı
içindir. Sizden aldıklarım da yine Allah içindir, Allah'ın rızâsı içindir. Eğer imkânım dâhilinde olsaydı, her birinizle ayrı ayrı
beraberce kabre girer, sizin nâmınıza, Münker ve Nekîr meleklerinin suallerine
cevap verirdim. Bunu, sırf sizlere olan şefkat ve merhametimden dolayı
yapardım. Ne var ki, bir kulun, ölen bir başkası ile birlikte onun kabrine
girmesi mümkün değil...
Şânı
mübarek ve yüce olan Allah, kullarından birini sevdi mi onun kalbini kendi
zâtına karşı vecd ve şevkle doldurur...
BÂYEZİD
BESTÂMÎ, ÖMRÜNDE ANCAK YEDİ KERRE NORMAL BİR İNSAN GÖRÜNÜMÜNDE KALABİLDİ.
KENDİSİNDEN, HEP GARİP SÖZLER İŞİTİLİRDİ... (Sh:600)
**
Allah
dostları içinde öyleleri vardır ki, melekler onlara secde eder. Elleri onların
sırtını sıvazlarlar. Allah Teâlâ dostlarından ancak pek azı melekleri
görebilir. Bir defasında, sâlihlerden biri Şam'da bir camide
oturmaktaydı. Aynı zamanda şiddetle aç idi. Bu sırada içinden kendi kendine
şöyle dedi:
— Keşke, İsm-i A'zam'ı bilmiş olsaydım...
Tam
bu esnada camiye iki kişi girdi. Bu iki kişi, beraberce onun yakınında bir yere
oturdular. Birisi diğerine dedi ki:
İsm-i A'zam'ı bilmek ister misin? Diğeri cevab verdi:
Evet.
O
da dedi:
— Öyleyse “ALLAH” de.
Daha
önceden camide oturmakta olan sâlih kişi bu konuşulanları -duymaktaydı.
Kendisi, hâdisenin bundan sonraki safhasını şöyle anlatır:
Bu
cevap üzerine ben de içimden kendi kendime şöyle dedim:
— Ben bunu her zaman söylüyorum...
Fakat,
sanki ben bu sözü içimden değil de, açıkça onun yüzüne söylemişim gibi, yanındakine
şöyle dedi:
— HAYIR. BÖYLE DEĞİL. BİZ SENİN GELİŞİGÜZEL ALLAH DEMENİ
KASTETMİYORUZ. ALLAH DİYECEKSİN. FAKAT BU ESNADA KALBİNDE O'NDAN GAYRİ HİÇ BİR
ŞEY BULUNMAYACAK...
Sanki
bana söylermişçesine bu sözleri söyledikten sonra yine berâberce çıkıp
gittiler. (Sh:608)
**
ABDÜLKADİR
GEYLÂNÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN HAKK’A YÜRÜYÜŞÜ
Allah
kendisinden râzî olsun, Abdülkadir Geylânî Hazretleri, ölüm hastalığı
demlerinde oğlu Abdülvehhâb'a şunları öğütledi:
Sana Allah korkusu gerek. Allah'a kulluk gerek. Allah'dan
gayri hiç bir kimseden korkma. O'ndan gayri hiç bir kimseden de bir şey
bekleme. Bütün ihtiyâçlarını Azîz ve Celîl olan Allah'a ısmarla, O'ndan iste.
Allah'dan başka hiç bir şeye dayanma, güvenme. Ancak O'na dayan, O'na güven.
Tevhîd, tevhîd, tevhîd... Herşeyin toplandığı yer tevhîd...
Kalbin Allah ile ünsiyeti tamamlandığı zaman hiç bir şey ondan
hâli olmaz. Hiç bir şey de ondan çıkmaz. Ben özüm. Kabuk değilim. Posa değilim.
Ölüm
döşeğinde yatarken, etrafında toplanmış bulunan evlatlarına hitaben bir ara
şunları söyledi:
— Etrafımı biraz boşaltın, aralayın. Aramızda boşluk
kalsın. Zîrâ ben, zahiren sizinleyim. Bâtınen ise sizden başkaları ile
beraberim. Bâtın ve ma'nâ yönünden, sizinle benim ve yine benimle diğer varlıklar
arasında, göklerle yer arasındaki mesafe kadar fark var. Beni bir başkası ile
kıyâs etmeyiniz. Bir başkasını da benimle kıyaslamayınız...
Allah
kendisinden râzî olsun, bu esnada, bir ara şunları söyledi:
— Şu anda benim yanımda sizlerden başkaları da var.
Onlara biraz yer açın. Onların yanında edepli olun. Nazik olun. Orada büyük
bir rahmet vardır. Onlara yeri daraltmayın. Onlara da yer kalsın.
Evlatlarından
birinin bana anlattığına göre, Hazret, bu esnada ayrıca şu cümleleri mırıldanıyordu:
— Ve aleykümüsselâm ve rahmetullâhi ve berekâtühü.
Gaferallâhü lî ve leküm. Ve tâbellâhü aleyye ve aleyküm. Bismillah. (Allah'ın
selâmı, rahmeti ve bereketleri sizin de üzerinize olsun. Allah beni de, sizi de
mağfiret eylesin. Allah benim de, sizin de tevbemizi kabul buyursun. Allah'ın
adıyla...).
Hazret,
bu cümleleri, bütün bir gün boyunca gece - gündüz mırıldandı durdu.
Öldüğü
günün son anlarında bir ara dedi ki:
— Vah sizlere! Ben hiç bir şeye aldırmam. Ne meleğe, ne
de ölüm meleğine...
Ey ölüm meleği! Sen uzaklaş. Bizi senden başka dost edinen
var...
Bunları
söyleyen Abdülkadir Geylânî Hazretleri, daha sonra şiddetli bir bağırışla
bağırdı. Bu hâdise, öldüğü günün akşamı vuku bulmuştu.
Çocuklarından
biri, ölüm döşeğinde neler hissettiğini kendisine sordu. Hazret buna cevaben
dedi ki:
— Bana kimse bir şey sormasın. Ben, o, şu, Allah'ın
ilminde halden hâle dönüp duruyoruz.
Bir
ara, oğullarından Abdülcebbâr'a hitaben şunları söyledi:
— Sen uyuyorsun. Yahut uyanmaktasın. Benim şahsımda siz
de ölünüz. İşte o zaman uyanır, hakikatleri görürsünüz...
Ölüm
döşeğinde iken, bir ara ben yanma girdiğimde evlatları çevresindeydi. Abdülazîz
adındaki oğlu da Hazretin söylediklerini yazmaktaydı. Beni görünce ona dedi
ki:
— Afîf'e ver. O yazsın...
Hazretin
bu arzusu üzerine ben de Azdülazîz'in elinden kalemi kâğıdı hemen aldım. Söylediklerini
yazdım. Hazret o anda şunları söylemişti:
— Allah, her bir güçlükten sonra bir kolaylık verir.
Sıfatların haberlerini aynen geldiği şekilde naklediniz. Hüküm değişir. İlim
değişmez. Hüküm neshedilebilir, yürürlükten kaldırılabilir. Fakat ilim nesh
edilmez. Allah'ın ilmi, hükmü ile bozulmaz...
Oğullarından
Abdurrazzak ile Musa'nın bana anlattıklarına göre, Hazret, son dakikalarında
elini kaldırıyor, uzatıyor ve şunları söylüyordu:
— Ve aleykümüsselâm verahmetullahı ve berekâtühü. Tevbe
ediniz. Safa dâhil olunuz. O. O takdirde size gelirim. Arkadaş olunuz. Arkadaş
olunuz...
Bundan
sonra kendisine Hak geldi. Ölüm sarhoşluğu geldi. O anda şöyle diyordu:
— Lâ ilahe illelhayyülkayyûmüllezî lâ yemûtü velâ
yahşelfevt. Sübhâne men teazzeze bilkudreti ve kahere ibâdehû bilmevt. Lâ ilahe
illallah, Muhammedün Resûlüllah. (Allah'dan başka ilâh yoktur. Yalnız Hayy
ve Kayyûm olan Allah vardır. O, ölmez.
Kendisine yokluk korkusu arız olmaz. Kudret ile izzet kazanan ve
kullarım ölümle kahreden Allah'ı takdis - tenzih ederim. Allah'dan başka ilâh
yoktur. Muhammed Allah'ın Resulüdür.)
Oğullarından
Musa'nın bana anlattığına göre, Hazret, yukarıdaki cümleleri söylerken, Teazzeze
kelimesine gelince dili biraz zorlandı. Tam olarak teleffuz edebilmek için o
kelimeyi birkaç defa tekrarladı. Sonunda onu tam olarak telaffuz edebildi. Bu
esnada sesini yükseltti ve iyice düzeltti. Sonra, Allah, Allah, Allah dedi.
Daha sonra sesi kesildi ve vefat etti.
Allah
ondan râzî olsun. Onu da râzî etsin. Bizi de, onu da, ahirette kendi ilâhî
meclisinde bir araya getirsin.
Velhamdü
lilâhi Rabbil'âlemîn. Ve salevâtullâhi alâ seyyidil'en-biyâi ve mukaddimişşifâ,
Muhammedin hayrilberiyyeti. Sallallâhü aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî
ecmaîn...” (Sh:615-617)
KAYNAKÇA: Gavs-ı Â'zâm Abdülkadir Geylânî trc: Yaman ARIKAN
Fethurrabbânî (Sohbetler) [Kitap]. - İstanbul: Uyanış, 1985.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar