HOCALARIN HOCASI SÜHEYL ÜNVER
Aziz Dostum Uğur Derman Bey, Süheyl
Hoca'nın doğumu ve ismi hakkında diyor ki:
Doğum Çok kolay olmuş, bu yüzden de
yavruya "Ahmed Sehîl" ismi verilmiştir. Çocuk bu ismi
ortaokula kadar taşıyacak; fakat, rüşdiye tahsili sırasında fransızca hocası, isminin
mânâsını öğrenip "Oo.. Monsieur Facile!"
(Bay Kolay) deyince, kendisinin bundan sonra böyle Çağrılacağı korkusuyla
Sehîl, ismini "Süheyl"e Çevirecektir..."
(M. Uğur
Derman, "Hâtıralardaki Süheyl Ünver", Lâle Mecmuası; Türkpetrol
Vakfı yay. sayı: 6, Aralık 1988)
"İnsanlık" tahsilini
şüphesiz önce ailesinden, sonra da Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Bey
(1858-1930), Abdülazîz Mecdi Tolun (1865-1941) gibi fazilet ve kültür
âbidelerinden alan; yüksek tahsilini, o devirde memleketin tek üniversitesi İstanbul
Dârülfünûnu'na bağlı Tıp Fakültesi'nde tamamlayan Ahmed Süheyl Bey, 1920'de
mezun ve bir süre sonra iki ihtisaslı tıp doktoru olacaktır...
Mederesetülhattâtîn. 1) Ahmed
Süheyl, 2) Necmeddin (Okyay), 3) Mustafa Halim (Özyazıcı)
Bu arada, hüsnihat, tezhib,
minyatür, cild gibi sanatlar için Medresetülhattâtîn'e devam edecek ve 1922
yılında buradan da mezun olarak, hem tıp, hem de güzel sanatlar hocası sıfatını
alacaktır...
Daha sonra, Türkiye'ye "Tıp
Tarihi ve Deontoloji (meslek ahlâkı) Bilim Dalı"nın gelmesi için
Çalışacak, 1933 Üniversite Reformu'yla, İstanbul'da bu kürsüyü kuranlar
arasında yer alacaktır...
Hayatı boyunca durmadan Çalışarak
binlerce makale, kitap, desen, resim ve müthiş bir arşiv malzemesi oluşturan,
sonra da bu birikimi Türk Milleti'ne ve Dünya ilim âlemine armağan eden Süheyl
Hoca, her insan gibi doğmuş, büyümüş, okumuş, evlenmiş, evlât ve torunlara
karışmış... Sonra da İlâhî dâvete boyun keserek Hakk'a yürümüştür.
* * *
Çocukluğumda seyrettiğim bir film,
hâfızama şöyle bir cümle bırakmıştır:
- "Her
insanın yaşamak için bir sebebi, ölmek için bir kıymeti vardır.."
Katıldığım her cenâze töreninde
aklıma hep bu söz gelir ve Süheyl Hoca'nın dünyasına girene kadar,"..ölmek
için bir kıymeti olmak.." tarifiyle bir "savaş ilkesi"nin
kastedildiğini sanırdım. Ama, bir gün Hoca dedi ki:
Onun tarifiyle, sadece tüketerek
yaşadıktan sonra iz bırakmadan kaybolmak, en büyük günahlardandı.
Bir güzel insandı Ahmed Süheyl Ünver
Bey... Yaş ve sınıf ayrımı yapmaksızın herkese saygı ve sevgi doluydu. Gerçek
bir dost, müşfik bir hekim, fevkalâde bir aile reisi, eşi görülmedik
Çalışkanlık ve dikkate sahip bir "âlim-san'atkâr"dı. Yaratılış
mûcizesinin her eserine tek tek hayranlık duyar, gördüğü her kültür veya tabiat
eserini kalemiyle, fırçasıyla ya da fotoğraf makinesiyle tesbit eder, devamlı
araştırır, öğrenir, öğretirdi.
- "Dikkatimiz,
nâmusumuzdur.." derdi Süheyl Hoca... "Dikkatsiz insan ergeç
nâmusundan olur."
- "Hepimizin vücudu birer
mektepdir... Kendimizi tanıyalım!"
Bu sözüyle de, "kendini bilen
âlemi bilir, âlemi bilen Allah'ı bilir" gerçeğinin kapısını açardı.
- "Dostlarım!.." derdi,
"..gönül kazanalım, gönül!" ... "Anlamalıyız ve
anlatmalıyız.."
Biliyoruz ki Süheyl Hoca, "ne
güzel bağıştır, gerçek sözü duyup da Müslüman kardeşine gidip ona da
öğretmek" diyen Son Peygamber'in yolundan giderdi...
* * *
Nedir "fazilet"?..
Fazilet: Yaratan'ın âyetleri olan
"yaratılmışlar"a hayranlık ve sevgi duymaktır.
Fazilet: Bütün dinlerin emrettiği
ahlâkî esaslara uymaktır.
Fazilet: Haddini bilmek, yaşayışını
"benlik" ve "gösteriş" libâsından soymaktır.
Fazilet: Başkalarının hakkına
tecâvüz etmeden, kendi hakkıyla doymaktır.
Fazilet: Küçük-büyük, zengin-fakir
demeden her insanı adam yerine koymaktır.
Fazilet: "Almak" yerine
"verme"yı geçerli kılmak, hocalarını ana-baba gibi saymaktır...
Fazilet: Hırs, tamâ', bencillik gibi
huylardan kendi kendini yıkayıp yumak ve aç yatan komşusu olmadığını
öğrendikten sonra uyumaktır.
Bize böyle öğrettiler...
Hem ilmiyle hem san'atıyla şöhret
bulmuş, lâkin faziletinden hiç tâviz vermemiş bir mübârek şahsiyetten
bahsediyoruz...
* * *
1898 yılının 17 Şubat'ında; yâni
1315 Hicrî yılı Ramazan ayının 26-27'nci gecesinde Kadir topları atılırken
dünyaya gelen Ahmet Süheyl Ünver, beyhude harcanan nice ömürlere sığmayacak bir
mesaiden sonra, arkasında ışıklı bir yol bırakarak, yine bir 17 Şubat günü
(1986), fânî vücuduyla toprağa girmiştir...
Posta Telgraf Nezâreti
mensuplarından Mustafa Enver Bey'le güzide hattatlarımızdan Şevki Efendi kızı
Safiye Hanım'ın oğulları Ahmed Süheyl Ünver kimdir, neler yapmıştır,
kültürümüze ve dünya kültürüne neler vermiştir, bu konuda hacimli kitaplar
yazıldı. Ancak bir özet gerekirse:
İki ayrı tıp ihtisasına rağmen onun
gönlünde yatan, kaybolmaya yüz tutmuş Türk kültür unsurlarını canlandırmaktı.
Hayatını, hiçbir dakikasını boşa geçirmeden bu işe adadı. Tıp Tarihi ve
Deontoloji Kürsüsü ile Topkapı Sarayı Nakışhânesi'nde ve Güzel Sanatlar
Akademisi'nde pek Çok san'atkâr yetiştirdi, ölmek üzere olan Türk süsleme ve
kitap sanatlarının yeniden dirilişini sağladı. İkibine yaklaşan bibliyografyası
dışındaki diğer eserleri, Türk Tarih Kurumu, Süleymaniye Kütüphanesi,
Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü ve kızı Gülbün Mesara arşivlerindedir.
1946 - 1986 arasındaki 40 yılı
Süheyl Ünver Hoca'yla yakın yaşamak ve bu kırk yılın 12 yılında onunla Çalışmak
bahtiyarlığım için Allah'a hamd ederek, bâzı hâtıralarımı nakledeyim...
Babamın görev yaptığı Topkapı
Sarayı'nda Hoca'yı tanıdığım zaman 6 yaşındaydım. İki oğlum, Çok daha erken
yaşlarda tanıdılar onu... Büyük oğlum Oruç Emre Göksoy yeni doğmuştu. Tam o
günlerde, Fakülte hocalarından bir zât, "oniki yaşındaki oğlunun
kendisine büyük terbiyesizlik ettiğini" anlattı. Bir "taze
baba" olarak dehşete kapıldım. Geleceğe dair endişelerimi Süheyl
Hoca'ya açtığımda:
-"Boşuna
endişelenme kardeşim.." dedi. "Hiç elma ağacında armut yetiştiğini
gördün mü?... Sen nasılsan, evlâdın da öyle olur..."
*
* *
Süheyl Hoca, bu memleketin
ilmine-irfanına gerçekten tutkun insanlarca mutlaka tanınır ve saygı görürdü.
Hatırladıkça ürperdiğim bir örnek vereyim: 1974'de oğlum Oruç Emre 7, kardeşi
Emrah 6 yaşındaydılar. Bir dost ailenin hatırı için Bandırma'ya gittik. Sabah,
bize orada katılanlarla birlikte 8 kişi, kahvaltı edebileceğimiz doğru-dürüst
bir yer ararken, o muhitte beklemediğimiz özellikte bir muhallebici dükkânı
bulduk. Duvarlar ciddî hüsnihat levhalarıyla, orijinal hamâsî tablolarla ve
Çeşitli fotoğraflarla bezenmişti. Pırıl pırıl tezgâhın arkasında, insana hem
huzur, hem de saygı telkîn eden yaşlıca bir insan güzeli servis yapıyordu.
Oruç bir ara masadan kalkıp, Çocuk
merakıyla duvarlara yaklaştı, oralardaki fotoğraflara baktı, sonra yanıma
gelerek yavaş bir sesle: "Baba.." dedi. "Orda Süheyl Dede
var!.."
Tesadüfün bizi nereye getirdiğini
anlar gibi oldum. Kalktık, hesabımızı sordum. O mübârek Çehreli güzel insan,
fevkalâde edeb dolu bir sesle:
- "Hesabınız yok efendim, belli
ki yabancımız değilsiniz, şeref verdiniz.." dedi.
Şüphem kalmamıştı. Karşımdaki zât,
ismini sık sık Süheyl Hoca'dan ve Uğur Derman kardeşimden duyduğum, lâkin o
güne kadar vicâhen tanıma imkânını bulamadığım Bandırmalı Ali Öztaylan'dı.
Sarıldık birbirimize..
* * *
Süheyl Hoca kanâatkârlığı bizzat
yaşardı. Öğle vakitleri, hepsi bir Çay fincanı tabağına sığacak mikdarda, ufak
bir simidin yarısını, tavla zarı kadar kesilmiş kaşarpeynirlerini Çayla
birlikte yer ve şükrederdi. Bu arada, "hakka rızâ göstermek"le
"hakkını aramayı" da birbirinden ayırırdı. Derdi ki:
- "Bilir misiniz?.. En sabırlı
mahlûk örümcektir.. Ağını kurar ve kısmetini bekler. En sabırsız ve açgözlü
mahlûk da sinektir. Herşeye saldırır, her yere konar.. Ne iştir ki; bu en
açgözlü ve sabırsız mahlûk, en sabırlı mahlûka yem olur!.."
- "Tâlip olmayınız, matlup
olmaya bakınız..." (İsteyen değil, istenen kişi olunuz.)
Semâzen
Lâle.
"Mevlevî
olmasa giymezdi külâhı başına,
Durmadan
böyle döner hep felek-âsâ lâle"
Fâtih Sultan Mehmed portresi
Çalışması Fâtih'in Defteri'nin kapağı (15. yy üslûbu)
Türk kültürüne Süheyl Hoca kadar
tutkun başka birini tanımadım. Öyle detaylara inerdi ki!.. Birlikte Çıktığımız
gezmelerde, hiç geçmediğini söylediği bir sokağın başında durur ve sorardı:
- "Kardeşim, sen bu sokaktan
hiç geçtin mi?.."
Geçmediğimizi söyleyince:
- "Hadi o zaman, gelin
kaybolalım!"
diye sokağa girer ve o sokakta
mutlaka yeni birşeyler bulurdu. Bir güneş saati, bir tonoz, bir temel, bir eski
duvar kalıntısı... Ve tesbitini hemen söylerdi:
- "Bu duvar, şimdi yerinde
yeller esen Şerefâbâd'ın selâmlık bölümünün parçası..."
Sadaka taşlarını, kuşevlerini,
selsebilleri, "mezaristan" dediği mezarlıklarımızın önemini, daha
neleri neleri ondan öğrendik.
Birgün Ahmet Yakupoğlu'na demiş ki:
-"Hani bî-namazlar için,
"Kuruçeşme'de abdest alır, İhmâlpaşa'da namaz kılar!" derler ya..
Bilir misin ki Kuruçeşme'de sahiden bir İhmâlpaşa Câmii var?.."
Ahmet Ağabey İstanbul'a geldiği bir
sırada bunu fakîre nakletti. Aynı gün birlikte Kuruçeşme'ye gittik. Kumsalda
biten "İhmâl Paşa Çıkmazı"ndaki, sokağın ismiyle anılan
"Defterdar İbrahim Paşa Câmii"ni bulduk!.. Ertesi gün Aydın Bolak
Bey, Uğur Derman Bey, Ahmet Ağabey, bendeniz ve bazı arkadaşlar o câmide Cuma
namazına gittik... İmamın söylediğine göre, yıllardır bu kadar kalabalık bir
Cuma cemâati gelmemiş İhmâlpaşa'ya.. Eh, 30 kişi kadar olmuştuk!..
* * *
Süheyl Hoca'yla gezmenin doyulmaz
bir tadı vardı. Sanıyorum 1963 yılında Gebze'ye gittiydik. Rahmetli oğlu Aydın
Ünver'in kocaman arabasına Hoca, ressam-hattat Murtazâ Elker, anatomi profesörü
Fâzıl Noyan, Ayhan Pekşen ve bendeniz doluştuk. Orhan Câmii'ni, Çoban Mustafa
Paşa Külliyesi'ni gezdik, resimler Çektik.
İstanbul'a dönüş sırasında Süheyl
Hoca bir ara dedi ki:
- "Haydi beyler, biz bu arabada
bir cumhuriyet kuralım. Murtaza Bey Üstâdım siz Reisicumhur olun.. Bendeniz
Başbakan olayım. Fâzıl Bey Sağlık Bakanı, Aydın Ulaştırma Bakanı olsun, Çünkü
arabayı o kullanıyor!.."
Ayhan'la fakîri de sanayi ve
teknoloji bakanlıklarına atayan Süheyl Hoca'ya Murtazâ Bey itiraz etti:
-"Hayır efendim,
cumhurbaşkanlığı size lâyıktır, bendeniz olamam!.."
Olurdunuz-olmazdınız diye
gülüşmeli-şakalı bir yolculukla İstanbul'a varıp evlerimize dağıldık. Birkaç
gün sonra Süheyl Hoca beni odasına Çağırdı ve elindeki levhayı göstererek:
-"Hapı yuttuk kardeşim!.."
dedi.. "Reisicumhurluk üstümüze kaldı. Baksana, Murtazâ Bey ne
yapmış!.."
Levhada, Murtaza Elker Üstâd'ın
Süheyl Hoca ismine Çektiği nefis bir tuğra vardı!
*
* *
Doğumunun 112'nci ve bizlerden
ayrılışının 24'üncü yılında Süheyl Hoca için Allah'a şöyle yakarmak istiyorum:
Noksanımız ganî elbet, yoktur sözün
hadd ü keyli.
Yârab lûtfunla karîb et Resûlüne ol
Süheyl'i...
Hasan Âli
Göksoy
İzmir-Selçuk, 17 Şubat 2010
İzmir-Selçuk, 17 Şubat 2010
http://www.sdplatform.com/Dergi/147/Kizinin-gozunden-Ordinaryus-Prof-Dr-Suheyl-Unver.aspx
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar