İKİNCİ BİN’DE TÜRKLER
Âdemoğlu
evreni ve zamanı; kendi boyuna, yaşam sürecine, arzu ve beklentilerine göre
düşlediği "semiyotik" (Gösterge
bilimi), yapay bir çerçeve içinde görür, görmek ister. İnsan, evren ve
zamanın tek ölçüsüdür. İnsan evren ve zamanı, yapay bölmelere ayırmıştır.
İnsanlığın bir bölümüne göre, "gerçek evren ve zaman" İsa
Peygamberin doğuşundan başlar. İnsanlığın kalanı bu zaman bölümünü,
çağımızın kültürüne mâl olmuş bir zamanlama olarak alır. 1999'un son günü daha
iyi bir dünya beklentisiyle tüm insanlık bir soluk olup yeni bir bin yılı
selâmladı. Olay çok anlamlıdır. Hristiyan dünya, yalnız nükleer arsenalleri (silâh
deposu, cephanelik, tophane), küresel bankalarıyla değil, üniversiteleri ve
Nobel'i ile bu zaman çerçevesini bir dünya ritüeli hâline getirmiştir. Başka
dinler ve kültürler, İslâm, Yahudilik ve Hinduizm evren ve zaman çerçevesini
başka biçimde algılar ve kutlar. İslâm için, Allah Teâlâ'nın vaad ettiği yeni,
erdemli dünyayı kurmak üzere Hazreti Muhammed' (sallallâhü aleyhi ve sellem)in
ensarıyla Mekke'den Medine'ye göçtüğü tarih, Hicret, gerçek zamanın
başlangıcıdır. Her yeni bin yıl, her kültür çerçevesinde korku ve heyecanla
karşılanır.
Ortadoğu
İslâm devletleri, Mezopotamya medeniyetinden İran yoluyla gelen bir geleneği
sürdürerek, saraylarında daima bir müneccim bulundururlardı.
Bu müneccim, gelecek yılda uğurlu ve uğursuz günleri saptayarak bir çeşit
almanak hazırlayıp padişaha sunardı. Bu almanak örnekleri, ahkâm-i sal, kitâb-i ihtiyârât, takvîm gibi
adlar altında kütüphânelerimizde mevcuttur.
Hicrî
1000-1591 /1592 yılı yaklaşırken III. Murad (1574-1595) KIYAMET KAYGISIyla
birtakım tedbirler alınmasını emretti. Bu arada Türk, Arap
ve Yahudi, devrin en yetkili astronomları İstanbul'a çağrılarak bir Rasadhâne-i
Hümâyûn inşa olundu. Kıyamet beklentisi içinde bulunan halk, bu arada
yeniçeri arasında, Tanrı'nın sırlarını öğrenmeye kalkmanın, küfür olduğu
söylentileri dolaşmaya başladı ve rasathane yıkıldı (1580). Bu rasathânede,
o zaman Avrupalı astronomların kullandıkları en yeni âletler kullanılıyordu.
Hicrî
1000'de meydana gelecek kıyametten korkan sultan için tarihçi Mustafa Âlî de,
kıyamet alâmetleri hakkında, astroloji üzerinde Mir'âtu'lavâlim
adlı bir risâle yazdı. Hicrî 1000/1591-1592 yılı yaklaşırken, İstanbul'u
kıyametin yakın olduğu korkusu sardı ve birçok kötü olay buna yoruldu. Birinci
binde beklenen kıyamete hazırlık olarak padişah, hâzineyi doldurmak için sıkı
malî önlemler aldırttı.
1589
yeniçeri ayaklanması, iki büyük yangın ve veba salgını kıyamet alâmetleri
olarak yorumlandı. Tarihçi, şâir ve devlet adamı Mustafa Âlî'nin 1589-1591
arasındaki şiirlerinde kıyamet bekleyişi, apokaliptik kaygılar sık sık yer alır
(C. Fleischer):
Ulemâ
câhildir, devlet erkânı yalancıdır; akça'nın değerini kaybetmesi (Selânikî
yüzde yüz bir enflasyondan söz eder) nedeniyle fakirlik ve sıkıntı, rüşvet ve
suistimaller alıp yürümüştür. Toplum
soysuzlaşmıştır, pâyitahtta herkes para ve ikbale kavuşmak için her şeyi
yapmaya hazırdır, iltimas, kayırmacılık (factionalism) doruktadır. Bütün
bunlar, büyük Osmanlı kültür adamına göre, kıyametin yakın olduğunun birer
göstergesidir. MUSTAFA ÂLÎ, BİR AYDIN OLARAK KIYAMET KOPACAĞINA İNANMASA DA,
HALK ARASINDAKİ TELÂŞ VE KORKUDAN KENDİSİNİ KURTARAMAZ.
Saray
halkı da, Hicrî 1000'de büyük olaylar beklemektedir. Sultan Murad, 1000
yılından önce eyaletlerde geçen tüm olayların bir defterde kaydını emreder.
1000 yılı gelince bu korkulara yer olmadığı meydana çıkar. Hicrî 1000 yılı
kargaşasız geçince, herkes kendini yeni bir hayatın eşiğinde hissetmiştir.
Âlî,
Osmanlı gücünün düşüşünü ve kargaşayı, kanunların çiğnenmesinde bulur ve Hicrî
1000 yılım devletin tarihinde yeni bir dönüm noktası olarak alır. Fleischer,
devlet kurumlarında ve kanun rejiminde soysuzlaşma üzerine ünlü kitabı NUSHATUS-SELÂTÎN'İ yazmaya Hicrî
1000 yılında başlar. Hicrî 1000'de yalnız Osmanlı değil, İslâm âlemi kıyamet
korkusu içindeydi. Halep halkı, Hicrî 999'da şehrin harap olacağına ve
dünyada hiçbir Arab'ın sağ kalmayacağına inanıyordu. O zaman Halep'te
bulunan Âlî, Sultan'ı uyararak bir önlem alınmasını arz eder. Hindistan'da Türk
hükümdarı Babur'un torunu Büyük Ekber (1556-1605), bir dünya tarihi yazılmasını
emretmiş, 993-1000 yıllarını kapsayan bir Tarîh-i
Elfî (1000 yılına dek Tarih) yazılmıştır. Cornell Fleischer'e göre
(s. 244) bir dizi Osmanlı tarihçisinin genel tarih yazmaları da Hicrî 1000 yılı
beklentisiyle ilişkilidir.[1]
1000-2000
arası yüzyıllarda dünya iki büyük Türk imparatorluğuna sahne olmuştur.
İlki,
1100-1243 arasında Orta-Asya'dan Bizans sınırlarına, oradan da Akdeniz'e kadar
uzayan Selçuk İmparatorluğu;
İkincisi
1300'lerde ortaya çıkarak Anadolu ve Balkanlar Ta beraber tüm Ortadoğu ve Kuzey
Afrika'yı 500 yüzyıl idaresi altında tutan Osmanlı İmparatorluğu.
Asya'da
Uzakdoğu'da Çin İmparatorluğu'nu, Hindistan'daki devletleri; Avrupa'da Doğu
Roma (Bizans) ve Kutsal Roma-Cermen İmparatorluklarım bir yana bırakırsak,
dünyanın merkezî bölgesi ikinci binin büyük kısmında Türk egemenliği altında
kalmıştır. Daha önceki bin yıllarda merkezî bölge; yani Mezopotamya,
Mısır-Suriye ve Anadolu, ilk yüksek medeniyetlere sahne olmuş, evrensel
dinlerin ortaya çıktığı, dünya tarihinin merkezini oluşturan bölgeydi.
İkinci
bin yılbaşlarında, Transoxiana, Harezm, İran, Irak, Anadolu, Suriye ülkelerini
Türkmen/Oğuz aslından Selçuklular idareleri altına almışlar ve İslâm
medeniyetinin en parlak devirlerinden biri o dönemde gerçekleşmiştir.
1055'te
Bağdad'da Abbasî halifesi, İslâm ülkelerinin idaresini resmen Selçuklu Sultanı
Tuğrul'a bırakmış, bundan sonra İslâm dünyası çoğunlukla Türk hanedanlarının
idaresinde yaşamıştır (bkz. H. Edhem). Haklı olarak tarihçiler, ikinci bine
İslâm tarihinde Türk Çağı demektedirler. Bu dönemde Avrasya'dan gelen Türk
kavimleri, merkezdeki Selçuklu Oğuz Türkleri gibi kenar bölgelerde, Hindistan
ve Doğu Avrupa'da da devletler kurmuşlardır (Hindistan'da Gaznevîler, Dehli
Memlûk Sultanları, Tuğluklular, Orta Asya'da Uygur, Karahanlı, Doğu Avrupa'da
Hazar ve Kıpçak Devletleri).
Büyük
Selçuklu împaratorluğu'nun kuruluşu (1040), dünya tarihinde etkileri bugüne dek
süregelmiş büyük değişimlerin başlangıcıdır.
Bu
değişimlerin başlıcaları:
1.
İslâm
halifeliği dağılmaktan kurtulmuş, 1258'de Hulagu, Bağdad'ı alıncaya kadar
varlığını sürdürmüştür. Anadolu Selçuklu Devleti, Bağdad ile sıkı ilişkiler
içinde bulunmuş, Halife Nâsir li-Dînillâh'ın fütüvvet teşkilâtına katılmasıyla
ahîlik-esnaf ahlâk ve örgütünün Anadolu Türkleri arasında yayılması böylece
mümkün olmuştur.
2.
Türkler,
dağılmakta olan İslâm devletine yeniden hayat veren iki şey getirdiler:
Devlet-hükümdar otoritesinin üstünlüğü, hükümdar iradesinin koyduğu devlet
kanunları ve yeni bir siyasî-sosyal düzen.
3.
Selçuklular'ın
İslâm dünyasının başına geçmesi, Anadolu'yu fethetmesi ve İznik'te yerleşerek
(1087) Bizans'ın pâyitahtını tehdit etmesi üzerine feodal Avrupa ayaklanmış ve
Ortaçağ tarihinin en önemli olaylarından biri olan Haçlı seferlerini başlatmıştır.
İlk Haçlı seferi, İstanbul üzerinden Anadolu'ya karşı 1097'de
düzenlenmiştir. Ortadoğu'da son Haçlı kalıntısı Akka Kalesi 1291'de düşmüş,
Avrupa bundan sonra da Mısır, Suriye ve Anadolu'ya Haçlı seferlerine devam
etmiştir.
XIV. yüzyılda Aydın Beyliği gibi Türkmen deniz beyliklerinin
kurulması üzerine Haçlı seferleri Ege Denizi'ne intikal etmiştir. XI-XII.
yüzyıllarda Haçlı seferleri sonucunda Suriye ve Filistin'de Haçlı devletleri
kurulması ile Hristiyan dünyasının Yakındoğu İslâm medeniyetiyle sıkı teması
mümkün olmuş; bunun sonucu Ortaçağ Avrupası, günlük yaşam, tarım, teknoloji ve
ilim alanlarında Ortadoğu'nun derin etkisi altına girmiştir. Avrupa medeniyet
tarihi, bu etkiler göz önünde tutulmadıkça anlaşılamaz. Meselâ, Hint baharatı
tüketimi sonucu baharat ticareti gelişerek kapitalizmin ilk temel ticaret
maddesi oldu. Avrupa'da 1250'lerde ilk ipek sanayiinin Floransa'da Lucca'da
kuruluşu sonucu, bu bölgeye yılda beş milyon altın ekü girmekteydi. Böylece, İtalya'da zengin bir burjuva sınıfı
meydana çıktı; şehirler gelişti; Venedik, Ceneviz, Avrupa kıtasıyla Yakındoğu
arasında ticaret antreposu hâline geldi.
Özetle, Rönesans İtalyası, servet ve şaşaasını bu Levant
ticaretine borçludur. Ortaçağ Avrupası'nda metrolojide ölçü adlarının Arapça, Farsça
ve Türkçe'den geçmiş olması (kantar, litre, batman gibi), iki dünya arasında
alış-verişin önemini göstermesi bakımından anmaya değer. İlginç bir
ayrıntıyı burada ekleyelim:
Avrupalılar pamuklu iç çamaşırı giymesini Ortadoğu'da görmüş ve
öğrenmişlerdir.
4.
İslâm
medeniyeti ile tanışma, Avrupa'da bilim ve teknoloji alanlarında ilerlemeye
kaynak olmuştur. Avrupa'da Ortaçağ'ın büyük skolastik âlimleri, İslâm
üstatlarını izliyorlar, İspanya'da İslâm medreselerinde yetişiyorlardı. XV.
yüzyılda bile İbni Rüşd'ün (Averroe) teolojisi, İtalya'da Bologna
Üniversitesi'nde okutulmaktaydı.
İnsanlık
tarihinin bütün bu ana gelişimlerinin cereyan ettiği sahne, Ortadoğu (Levant),
çoğunlukla Türk hanedanlarının idaresi altındaydı (Suriye'de Selçuklu
hanedanları, Mısır'da Eyyubîler ve sonra 1380'lere kadar Kıpçak Türklerinden
Memlûkler, İran ve Azerbaycan ve Anadolu'da Selçuklular, Harzemşahlar ve
Timuroğulları). İslâm dünyasında devletin örgütlediği ilk medreseler,
Selçuklular zamanında Nizamiye medreseleridir. Bu dönemde Gazâlî (1158-1111),
İbn Teymiyye, Nizâmülmülk, İbn al-Arabî (1165- 1240), Mevlâna Celâlüddin
(1207-1273) gibi İslâm dünyasımn önde gelen düşünce ve devlet adamları
yetişmiştir. Selçuklular'dan sonra bölgede Türk egemenliği, Anadolu'da Konya
Selçuklu Sultanlığı (1075-1308), XIV. ve XV. yüzyılda Doğu Anadolu, Azerbaycan,
İran ve Irak'ta Karakoyunlu, Akkoyunlu Türkmen devletleriyle süregelmiştir.
Anadolu
Selçukluları'nın, bugünkü Türkiye'nin nüfus yapısı ve kültürünün temellerini
atmış bir devlet olarak üzerinde durulması gerekir.
Türk
devletlerini zayıflatan, parçalanmaya götüren en önemli faktörlerden biri,
Türkler arasında bir saltanat verâset kanununun mevcut olmaması, egemenliğin
yalnızca Tanrı tarafından verildiği inancıdır.
Hakanın
oğullarından hangisinin tahta geçeceğini düzenleyen bir kanun veya kural,
Tanrı' nın iradesine karşı çıkmak anlamına geldiğinden, bir verâset ve
veliahtlık kanunu yapılmamıştır. Bu inanç, hakanın unvanında: "Tengride
Kut Bulmuş" formülüyle ifade edilmiştir. Burada "kut",
"tâli, kader, Tanrı'nın lûtfu" anlamlarını taşır. Hakanın evladından
birini vasiyetle veliahd yapması da, ölümüyle beraber geçersizdir ve
evlatlardan hangisi fiilen iktidarı, yani orduyu, kurultayın desteğini veya bir
savaşı kazanır, devletin merkezî bölgesini (Taht-ili) ve hâzineyi ele
geçirirse, ulus onu meşrû hakan tanır. Başarı, Tanrı'nın desteğine bir işaret
sayılır. Tabiî, hanlık iddiasında olan için soyunda atalarından birinin han
olmuş bulunması şarttır. Bu yüzden boyların desteğini sağlayan han soyundan
şehzâdeler, taht için mücadele ederler. Bu durum, Türk ve Moğol hanlıklarında
bitmez tükenmez iç mücadelelere yol açmıştır.
Osmanlılarda
taht için şehzâde kavgalarının temel nedeni, bu vazgeçilmez gelenektir.
Bu tehlikeli durumu önlemek için Osmanlılar bir dizi önlem almak gereğini
duymuşlardır. Bu önlemlerden biri kardeş katlidir. Devlet büyükleri ve
halk, tahta oturan ve ordunun desteğini alan şehzâdenin kardeşlerini bertaraf
etmesini, kargaşayı önlemek için doğal görmüşlerdir. Fâtih Sultan Mehmed
(1444-1446, 1451-1481), kardeş katlini ulemânın câiz gördüğünü kanunnâmesinde
belirtmiştir. Osmanlı Devleti tarihinde şehzâde mücadeleleri (1402-1413
Fetret devri, Düzmece Mustafa 1421, II. Bayezid-Cem mücadelesi, Kanunî Sultan
Süleyman'ın oğulları arasındaki mücadele) hepsi bu köklü geleneğin sonucudur ve
bu mesele ülkeyi tehlikeli iç mücadelelere sürüklemiştir.
Öbür
yandan, tüm Türk-Moğol hanedanları, soylarını ilk büyük Kağan (Hakan) Oğuz
Han'a bağlarlar; bu, egemenliğin meşrûluk koşuludur. Bu kural, hükümdarın
mutlaka han soyundan gelmiş olması şartıyla ilgilidir. Osmanlı padişahları, II.
Murad döneminde ortaya çıkan bir iddiaya göre, Oğuz'un büyük oğlu Günhan'ın
oğlu Kayı Han'dan indiklerini iddia etmişlerdir.
Özetle,
Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Selçuk'un oğulları ve torunları arasında taht
için mücadele sonucu parçalanmış; taht için ayaklanan Kutalmış oğlu Süleyman
Şâh Anadolu'ya sığınmak zorunda kalmış, böylece Anadolu'da ayrı bir Selçuklu
devleti ortaya çıkmıştır.
Kaynak:
Halil İNALCIK, Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde
Osmanlı, Timaş, İstanbul 2011, s.11-17
[1] Günümüzde de
“Hayatın Şifreleri” vb. gibi programlar insanlarımızın içini bulandırarak
yaşama zevklerini kırmaktadır. Allah Teâlâ bu tür kıyamet beklentileri
olanların şerrinden insanlarımızı muhafaza buyursun. Kusura kalmasınlar Allah
Teâlâ onların isteklerini yapmaktan münezzehtir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar