İLM-İ LEDÜN SIRLARINDAN
AHMED AMİŞ
kuddise sırruhu’l-azîz EFENDİ
Fatih
Sultan Mehmed Han’ın türbedarlarından ve Şa’bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden.
İsmi, Ahmed Amiş (Amiş kelimesinin Arapçadaki amîş veya a’meş’le ilgisi
yoktur. Bu kelime Rumeli’de amca mânâsında «amm»ın tasğir (küçültme) sigası olup
«amcacık» demektir. Rumeli’de çok
sevilen çocuklar bu tâbirle çağrılırlar) olup, Türbedar veya Türbedar Ahmed
Efendi isimleriyle de tanınır. 1807 (h.1222) de Tuna vilâyetine bağlı
Tırnova’da doğdu. İstanbul’da 1920 (h.1338) de Hakk’a yürüdü. Aramgâhi ebedisi
Fatih Camii yanındaki kabristandadır.
Doğum
yeri olan Tırnova’da ilk tahsilini gören Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz
Efendi, medrese tahsilini de orada tamamladı. On dört yaşında tasavvufa alâka
duydu. Bir şeyhe bağlanmak arzusuyla Sadık Efendi adlı bir zata başvurdu. Sadık
Efendi, O’nun bu konudaki yüksek arzusunu anlamasına rağmen, tasavvuf yoluna
girme zamanının gelmediğini belirtti. Bu hususta;
“Yavrum!
Sen şimdi git. Sonra seni soyu temiz birisi gelip bulacak ve irşad (rehberlik)
edecektir.” dedi. Bu söz üzerine ilim öğrenmeye devam eden Ahmed Amiş Efendi,
yirmi yaşına geldiği zaman Şa’bâniyye yolunun İbrâhimiyye veya Kuşadaviyye
kolunun kurucusu Kuşadalı İbrahim kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin Tırnova’ya
nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî kuddise sırruhu’l-azîze intisâb edip,
talebe oldu. Senelerce Ömer Halvetî kuddise sırruhu’l-azîzin ilim meclislerinde
ve sohbetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. 1846 senesinde irşada yâni
insanlara İslâmiyet’in emir ve yasaklarını anlatıp, talebe yetiştirmeye mezun
oldu. 1853 Osmanlı-Rus yâni Kırım harbine tabur imamı olarak katıldı ve harpte
üstün hizmetler gördü.
Harpten
sonra memleketine döndü. Bir ara gördüğü bir rüya üzerine, hocası Ömer Halvetî
kuddise sırruhu’l-azîzin izniyle İstanbul’a geldi. Kuşadalı İbrahim kuddise
sırruhu’l-azîz Efendinin Hakk’a yürüdüğü tarihinden sonra, onun yerine geçen
İstanbul-Fatih Zeyrek civarındaki Çinili Hamamın sahibi Muhammed Tevfik Bosnevî
kuddise sırruhu’l-azîz Efendi ile görüşüp sohbetinde bulundu. Sonra tekrar
Tırnova’ya dönerek bir hamam kiraladı ve Muhammed Tevfik Bosnevî kuddise
sırruhu’l-azîz gibi o da hamam işletmeye başladı. Bu sırada ayrıca Sıbyan
Mektebi hocalığı da yapan Ahmed Amiş Efendi, Muhammed Tevfik Bosnevî kuddise
sırruhu’l-azîzin 1866 senesinde Hakk’a yürüdüğü tarihi üzerine tekrar
İstanbul’a geldi. Muhammed Tevfik Bosnevî kuddise sırruhu’l-azîzin önde gelen
müridlerinden Üsküdarlı Hoca Ali Efendi, Rıfat Efendi, Üsküdar’da Nalçacı
Dergâhı Şeyhi Mustafa Enver Bey, Kaşkar hükümeti temsilcisi Yâkub Han ve Fâtih
türbedârı Niğdeli Bekir Efendi ile sohbetlerde bulundu. Bir müddet sonra
Tırnova’ya döndü, talebe yetiştirmek ve insanlara vâz ü nasihat etmekle meşgul
oldu. Üsküp’te Seyyid Muhammed Nûr-ül-Arabî kuddise sırruhu’l-azîz ile görüştü.
Muhammed Nûr-ül-Arabî kuddise sırruhu’l-azîzden icâzet aldı. 1877 senesinde
Tuna vilâyetinin Osmanlıların elinden çıkması üzerine tekrar İstanbul’a geldi.
Niğdeli Bekir Efendi’den Fatih türbedarlığını devraldı ve “Fatih Türbedârı” unvanıyla
anıldı. Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’den Nakşibendiyye
yolundan icazetli olan Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi
tasavvufta mücâhede yolunu değil de sohbet ve telkin yolunu tercih etti.
Kendisine tâbi olanlardan İslâmiyet’in emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan
sonra sadece sohbet ve muhabbet yolunu seçmelerini istedi. Çile ve riyâzat
yolunu tercih etmedi.
Ahmed
Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi bu hususta diyor ki;
“Mücâhedâtın, tasavvufî perhizlerin bir kısmını Kuşadalı
kaldırmıştı. Geri kalanını da ben kaldırdım.”
Kendine
tâbi olanlara sık sık şu tavsiyelerde bulunur;
“İstiğfar edin, salâvat okuyun, Kur’ân-ı Kerîm okuyun, her şeyi
Kur’an-ı Kerim’de bulursunuz.” Derdi. Bu sözleri doğrultusundaki yaşayışı sebebiyle, mensûb
olduğu tarîkatın Piri Kuşadalı İbrahim kuddise sırruhu’l-azîz Efendi gibi
tekkeye ve merasime itibar etmemiştir. Kırk seneyi aşan irşâd faaliyeti
sırasında taliplere Halvetî ve seyrek olarak da Nakşibendî icazetnamesi
vermiştir.
Ömrünün
sonuna kadar mensûb olduğu Şa’bâniyye yolunun şeyhliğini ve Fatih Sultan Mehmed
Han’ın türbedarlığını yürüten Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin
müridleri ve yakınları arasında, Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Müderris
Babanzâde Ahmed Naîm Bey, Ahmed Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmail Fenni
Ertuğrul, Abdülazîz Mecdî (Tolun) Efendi gibi kimseler yer aldı.
Yaklaşık 113 yaşında iken damadı Ahmed Naîm Bey’in İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki
evinde 9 Mayıs 1920 (h.1338) târihinde Hakka yürüdü. Cenaze namazını
talebelerinden Abdülazîz Mecdî kuddise sırruhu’l-azîz Efendi kıldırdı.
Senelerce türbedarlığını yaptığı Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesi yanındaki
kabristana defnedildi. Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin kabir
taşında;
Hâmil-i emânât-i sübhaniyye,
Câmi-i makâmât-i insaniye
Mürebbi-i sâlikân-i rahmâniyye,
el-Hac Ahmed Amiş el-Halvetî eş-Şâbânî
Hazretlerinin rûh-i şerifleri içün el-Fâtiha.
20 Şaban 1238
Hakk’a
yürüdüğü tarihine talebelerinden Evranoszâde Samî Bey; “Gitti gülzâr-ı
Cemale pîr-i efrad-ı Cihân” (1388). mısra’ı ile tarih düşürmüş ve mezar
taşlarından birine şu manzumeyi yazmıştır.
Rûh-i pâk-i mürşid-i yekta cenâb-i Ahmede.
Sâye-i arş-i ilâhîdir mualla âşiyân
Matla’-i feyz-i velayettir o kutbu’l-vâsılîn
Sırr-i ferdiyyet olurdu vech-i pâkinden iyân
Râh-i Şâbân-i Velide ekmel-i devrân olup
Ehl-i hilme kıble-i irfan idi birçok zaman
Ah kim yükseldi lâhûta, muhât-i vahdete
Oldu envâr-i tecellî-i bekada bî nişan.
Ahmed
Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi eser bırakmamıştır. Abdulbâki Gölpınarlı, Ahmed
Avni Konuk’un Ahmed Amiş Efendinin sohbetlerinde tuttuğu notların kendisinde
olduğunu kaydetmektedir. Kendisinden sonra yerine baş halifesi olan Kayserili
Mehmed Tevfik Efendiyi postnişin bıraktı. Şa’bâniyye ve Halvetiyye yollarının
son devir temsilcilerinden olan Ahmed Amiş Efendi, sohbet yoluyla talebe
yetiştirmeye çalıştı. Sohbetleri esnasında kısa ve özlü sözlerle talebelerini
ikaz eder, onların istikamet üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile
ashabının yolunda olmalarını isterdi. Talebelerinden birisi müridin yâni
talebenin şeyhe (hocaya) olan ihtiyacını sorunca;
“Dağı dağ, taşı taş gördükçe şeyhe muhtaçsın. Bu böyle olsun, şu
şöyle olsundan kurtuluncaya kadar, şeyhe muhtaçsın.” Demiştir.
MARAŞLI AHMED TÂHİR EFENDİ
(1885-1954) Kadı, dersiam, vaiz, Halveti-Şâbânî şeyhî.
Maraş'ta doğdu. Maraş vilâyeti kâtiplerinden Berberzâde Hz. Efendi ile
Hızanoğuilan'ndan Esma Hanım'ın oğludur. Dedesi Ahmed Efendi vilâyet başkâtibi
idi. Ahmed Tâhir Efendi'nin çocukluğu Maraş'ta geçti. Medrese tahsilini
Kayseri"de tamamladı. Pîrdaşı olacağı medrese arkadaşları Hüseyin Avni
(Korıukman) ve Yozgatlı Yûsuf Bahri (Nefesli) beylerle birlikte İstanbul'a
giderek yüksek öğrenime başladı. Dârülfünun'un Ulûm-i Riyâziyye ve Tabîiyye Şubesi
İle Hukuk Şubesi'nin ikisini birlikte okuyarak mezun oldu. Daha sonra
Medresetü'l-kudât'a girdi. Ömer Nasuhi (Bilmen) ve Bekir Hâki (Yener) onun bu
medresede beraber okuduğu arkadaşlarıdır. Ahmed Tâhir Efendi, Fâtih türbedarı
diye tanınan Halveti - Şâbânî şeyhi Ahmed Amiş Efendi'ye bu yıllarda intisap
etti.
Medresetü'l-kudât'ı bitiren Ahmed Tâhir Efendi (1914), askerliğini I.
Dünya Savaşı yıllarında Kafkas cephesinde Üçüncü Ordu kumandanı Vehib Paşa'nın
hukuk müşaviri olarak tamamladıktan sonra Sivas'ın Suşehri kazasına kadı tayin
edildi. Sivas Kongresi'nin yapıldığı tarihe kadar (1919) burada kadılık ve
kaymakam vekilliği yaptı. Ardından İstanbul'a döndü ve Beyazıt dersiamı oldu.
Cumhuriyet devrinde dersiâmlık müessesinin kaldırılması üzerine Ayasofya
Camii'nde vaiz olarak görevlendirildi. Ayasofya Camii müzeye dönüştürülünce
(1934) vaazlarını cuma namazından sonra Sultan Ahmed, pazar günleri öğle
namazından sonra Nuruosmaniye camilerinde 1953 yılının ortalarına kadar
sürdürdü. Bu görevinin yanı sıra Nisan 1941 'de Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde
Kütüphaneler Tasnif Heyeti üyesi olarak çalıştı. 1951 yılında emekli oldu.
1947'de ciddi bir rahatsızlık geçiren Ahmed Tâhir Efendi 1954 Temmuzunda mide
kanaması geçirdi ve 11 Temmuz 1954'te Haydarpaşa Numune Hastahanesi'nde vefat
etti. Ertesi günü Beyazıt Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından vasiyeti
gereği Fâtih Camii hazîresinde mürşidi Ahmed Amiş Efendi'nin yanında toprağa
verildi.
Dârülfünun'da okuduğu yıllarda arkadaşları Hüseyin Avni ve Yûsuf Bahri
beylerle mürşid arayışı içine girip bu amaçla İstanbul'daki tekke şeyhlerini
ziyaret eden, ancak aradıkları nitelikteki şeyhi bir türlü bulamayan Ahmed
Tâhir Efendi. son olarak adını duyduğu Hamzavî - Melâmî kutbu Seyyid Abdülkâdir-i
Belhîye gittiklerinde Belhî, nasiplerinin Fâtih türbedarında olduğunu
söyleyerek onları Ahmed Amiş Efendi'ye göndermiş, arkadaşlarından bir gün sonra
türbedarı ziyaret eden Ahmed Tâhir Efendi'nin tarikata intisabı bu ziyaret
sırasında gerçekleşmiştir. Mürşidinin ölümünün ardından irşad makamına geçen
Kayserili Mehmed Tevfık Efendi'ye bağlanan Ahmed Tâhir Efendi onun 1927'de
vefatı üzerine halifesi olarak irşad faaliyetine başladı. Soyadı kanunu çıkınca
mürşidinin adına telmihen Memiş soyadını aldı.
Ahmed Tâhir Efendi Arap, Fars ve eski Türk edebiyatlarını iyi bilir,
vaazlarında âyet ve hadislerden sonra genellikle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
Mesnevi'si ile Dîvân-ı Kebir'inden beyitler okuyup bunları herkesin
anlayabileceği bir dille açıklardı. Kendisi de mürşidleri gibi sohbet,
muhabbet, hizmet ve rabıtayı esas alan bir seyrü sülük usulünü benimsemiş, mensuplarını
Koska'daki evinde, dönemin aydınlarının devam ettiği Beyazıt'taki Küllük Kahvehanesi'nde,
Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndeki odasında ve yaz aylarını geçirdiği Çengelköy'deki
Sultan Vahdeddin Köşkü'nde kabul edip sohbet yoluyla irşad etmiştir. Tarikat
silsilesi Ahmed Amiş Efendi, Ömer el-Halvetî, Bosnalı Mehmed Tevfik Efendi
vasıtasıyla Halveti-Şâbânî tarikatının Kuşadaviyye (Kuşadalı) kolunun pîri
Kuşadalı İbrahim Efendi'ye ulaşır. Küllük Kahvehanesi'nde yaptığı sohbetlerde
Evrenoszâde Sami Bey, Mustafa Efendi (Özeren), Hasan Nevres. Miralay Hilmi
Şanlıtop, Muzaffer Ozak, Mehmed Ali Yitik, Vehbi Güloğlu, Fethi Gemuhluoglu
gibi müridlerinin yanı sıra Babanzâde Ahmed Naim Bey, Muhiddin Raif, Neyzen
Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı gibi dönemin önemli şahsiyetleriyle üniversite
öğrencileri katılmıştır. Özellikle Mevlânâ ve Mesnevi konusunda Ahmed Tâhir
Efendi'den İstifade eden Abdülbaki GÖlpınarlı'nın birkaç defa ona intisap
etmeyi istediği, ancak onun bunu kabul etmediği bilinmektedir.
Mensupları arasında "Hocaefendi" diye anılan Ahmed Tâhir
Efendi'nin mürşidi Ahmed Amiş Efendi'nin methine dair Farsça bir manzumesiyle
Sultan Ahmed ve Nuruosmaniye camilerinde verdiği bazı vaazlarından derlenmiş
bir metnin bulunduğu kaydedilmekteyse de bunlar henüz yayımlanmamıştır. Sahip
olduğu hukuk, fen ve ilahiyat diplomalarının kendisine tasavvuf yolunda hiçbir
faydası olmadığını söyleyen Ahmed Tâhir Efendi'nin, "Resûlullah Allah'ın
harem dairesidir; insan bir ağaca benzer, kökü Allah, gövdesi Muhammed, yaprakları
da kendisidir; kişi çalışarak köküyle gövdesini bulmalı; mükevvenat bütün
teferruatıyla beraber insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber; insanda
aşk-ı ilâhî o kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı" gibi irfanı anlamlar
taşıyan 131 vecizesi Muhabbet Üzerine adlı kitapta yer almaktadır. Burada
ayrıca mensuplarından Ömer Lutfi Toygar'a yazılmış on beş mektubu da
bulunmaktadır. Yirmi dört vecizesiyle bazı mektuplarından seçme parçalar
Abdullah Kucur tarafından yayımlanmıştır.
Bibliyografya :
İlmiyye Salnamesi (haz. Seyit Ali Kahraman v.dgr.), İstanbul 1998, s.
225, 660; Mahir İz. Yılların İzi, İstanbul 1975, s. 230; Muzaffer Gökman.
Kitaplar Arasında 44 Yıl, İstanbul 1977, s. 140; Ömer Lütfi Toygar, Muhabbet
Üzerine, İstanbul, ts., s. 12-72; Abdullah Kucur, "Hoca Ahmed Tahir Memiş
Efendi", Sahabeden Günümüze Allah Dostları, İstanbul 1996, X, 21-31. Nihat
Azamat
“MUHABBET ÜZERİNE” İSİMLİ KİTAPTAN
Tekrar mülaki oluruz Bezmi ezelde,
Evvel giden ahbaba selam olsun erenler.
ÖNSÖZ
Ömer Lütfi Toygar 1924 yılında Ödemiş'te dünyaya geldi. Babası Hacı
Yusuf Toygar, annesi Fatma Üzire hanımdır.
Hacı Yusuf, doğduğu ve büyüdüğü yer olan Konya'dan medrese tahsili için
genç yaşta ayrılmış ve Dava Vekilliği yaptığı Ödemiş'e ilk eşi Şefika Hanım ile
evlenerek yerleşmiştir. Şefika Hanım'dan çocuğu olmayınca Şefika Hanım'la
beraber hacca gitmeleri şartı ile Yusuf Efendi'ye çocuk verebilecek bir hanımla
evlenmesine izin vermiş ve dünyaya gelen Mehmet Kemal ile Ömer Lütfi'ye ikinci
annelik yapmıştır. Ağabeyi Mehmet Kemâl, İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuduğu
için Ömer Lütfi, Denizli Lisesi'ni (o tarihte Ödemiş'te lise yoktu) bitirdikten
sonra ailesine yük olmamak için askeri talebe olarak İstanbul Diş Tabipliği
Fakültesi'nde okuyarak 1949 yılında mezun olmuştur. Teğmen rütbesi ile mezun
olduğu yıl Fatma Müesser Hanım ile evlenen Ömer Lütfi, Ankara, Merzifon, İzmir,
Visbaden, Kütahya ve Eskişehir Hava Hastanelerindeki görev yıllarından sonra
albay rütbesi ile emekliye ayrılmıştır. Bu yıllar sırasında Ödemiş'te büyük kızı
Hasene, Merzifon'da Atiye ve büyük oğlu Yusuf Ammar, İzmir'de de küçük oğlu
Ahmet Tahir ile küçük kızı Feyziye dünyaya gelmişlerdir. İstanbul'da diş tababetinde
okuduğu yıllarda tanımak bahtiyarlığına eriştiği Ahmet Tahir Memiş
Hazretlerinden aldığı feyz ve muhabbet vefatlarında vazifeyi devrettikleri
Mustafa Özeren Efendi Hazretleri ile devam etmiş ve Ömer Lütfi bu rabıtanın bu
dünya ile ilgili kısmını son nefesindeki "ALLAH" kelamına
kadar terk etmemiştir.
Bu rabıtada aldığı zevki ve heyecanı paylaşmak isteği ile okuyacağınız
"Muhabbet Üzerine" adını verdiğimiz eseri kaleme almıştır.
Allah Teâlâ bizlere de bu rabıtanın kokusunu nasip eder inşallah. Amin.
(sh:7-9)
***
Huzur nedir? Tarif zor. Bu bir his ve duygu meselesi. Şehevî ve
meyve, gıda lezzetleri de lâyıkı ile anlatılabilir mi? Şimdilik
hissedebildiğim: Allah'a yakın olma duygusu; O'na yaklaşmak, O'na kendimizi
sevdirmek için, dünyevî hiçbir istek olmadan, ihlas ile yapılan her gayretin
verdiği bir rahatlık duygusu. Anladığımca da bu duygu da hakikaten her an Hak
ile beraber olan zatların yanında hissedilir ve hissedilmemesi de mümkün
değildir.
Bir demir parçasının mıknatıs yanında bulundukça mıknasiyet aldığı gibi,
kul eğer dünyanın geçici, Allah'ın emirlerinin Hak olduğunu içten duyarak kabul
etmiş, Hak yoluna talipli ise, Hak ile her an beraber olan bir veli yanında bu
huzuru bulacaktır.
"Evliyanın da sahtesi vardır evladım."
buyurmuşlardı. Elbette sözleri haktı.
Talip huzur bulmuyorsa, ya bakır gibi mıknasiyet kabul etmiyor, yahut
evliyanın sahtesi ile karşılaşmıştır, derim. Allah istediğini, ezel takdiri ile
kendine doğru çeker. Bizleri mahzun etmemiştir inşaallah."
“Bilenler Nasıl buldun?" diye sorarlar: Hikâyem başkası için geçerli olur
mu bilmem. Zira kimi rüya ile, kimi tanıtım, kimi nisbet kokusu ile buldu
denir. Elbet bir ilk sebep mevcuttur. Anlatayım:
Günlerden cumartesi, gece saat 24'e kadar okuldan dışarı çıkma izni var.
Kimi sinemaya, kimi gezintiye giderdi. Namazlı bir arkadaş abdest almış, acele
hazırlık için koridorda koşuyordu. Diğer biri de yüksek sesle soruyordu:
"Bu akşam nereye gidiyorsunuz?"
Koşan da durmadan yüksek sesle cevap verdi:
" Bizim bir kalaycımız var, gönüllerimizi kalaylatmaya
gidiyoruz."
O güne kadar kararan gönlümün kalaya, temizliğe ihtiyacı olduğunun hissi
ile mi bilmem, cevabın cazibesinde kaldım.
Camide toplanan arkadaşlar bir yere gitme hazırlığı içindeler. O gün
herkes dağıldı gene yalnızlıkta kaldım. Birkaç gün sonra, çarşamba ve hafta
ortası galiba tatil günleri vardı. Gece aynı grup arkadaşlar, yatsı namazını
edadan sonra okul dışına çıkma hazırlığı içinde idiler. Sevdik mi sevildik mi
bilmem, Vahyi Ağabeye danıştılar, "Ömer'i de götürelim mi?"
Vahyi Ağabey ki muhabbete kapı ve pencereleri açık, bir sıkıntımız olursa ona
anlatırdık. Tabii götürelim" teşvikinde bulundular. Meğer bu konuda "İstediğini
getirebilirsin" diye izinli imişler.
O günde, başka ziyaretçilerin bulunması sebebiyle, biz talebelere ertesi
gün için "gidebileceğimiz" ruhsatı çıktı.
Gün perşembe, ben yine merak ve iştiyakla arkadaşların peşlerini takiple
onlara katıldım. Şimdi Kanada'da doktorluk yapan, orada bir miktar ömür geçiren
Edip Can'ın kolunda idim.
Bir gün sormuşlardı: " Seni kim getirdi be yahu?"
“Efendim, Edip'le gelmiştik." " Yaa."
Bu sualleri birkaç kere zuhur etmişti. Hâlbuki bir öğrendiklerine tekrar sual
açmazlardı. İlk vuslata sebep olmanın kıymetini anlayabilmiştim ama, niçin
tekrarla sorduklarını anlayamamıştım. (sh:30-33)
(Nasıl tarif etsem bilmem ki, edebiyat tarifi mi yapsam, nasıl?) diye
bocaladım. Benim sıkıldığımı anladılar. Ve Din ne yapar?" sualine
çevirdiler. Din, insanlara yöneltilen, Allah'a kulluğu, ibadeti emreden
Allah'ın yalnız insanlara mahsus emirleri, insanlığı öğreten kaidelerdi.
" İnsanı insan yapar efendim"
diyebildim. Onlar hakiki cevabı lütfettiler:
" Din, İrade-i cüzi yeyi, İrade-i külliyeye götürür. (İradei
cüzi-ye: İnsanların iradesi, İrade-i Külliye Allah'ın iradesi). İrade-i
Külliyeye ulaştın mı buradan Bağdad'a bakarsan görürsün."
Sohbet ve ilgileri hep benimle mi oldu? Daha neler anlatıldı bilemiyorum.
Eski arkadaşlara latifelerde bulundular. Zaman nasıl geçti, ne çabuk saat 23.30
oluverdi. "Haydi size izin vereyim." buyurdular. Geldiğimizde
olduğu gibi teker teker ellerini öptük. Kimi ellerinin içini, kimi üstünü
öpüyordu. Hatıralarımda saklı, bir de, ertesi gün tek başıma kendilerine gidip
sarılmamdır.
Şimdi, Onların kelâmlarından bazılarım Edip Can'ın
kaleminden yad edelim:
(1) İlk gittiğim günler bana şu
misali verdiler:
"İnsan bir tramvaya benzer. Tramvay, cereyan kesilince durur. O
cereyanın bir merkezi vardır, kesilen cereyan oraya avdet eder, insan da
böyledir. Ondaki ruh, tramvaydaki cereyan gibidir. Ruh çıkar, merkezi neresi
ise oraya gider ve insan hareketsiz kalan tramvay gibi işlemez, durur. İşte bu
da ölümdür." dediler.
(2) "İnsanlar Allah'a birçok
yoldan varırlar. Hüsnü hulk, ibadet, zikir, iyilik, vs. gibi. Fakat en kısa ve
kestirme yol Muhabbettir."
(3) "Namazı huzurla
kılabilmek için namaza başlamadan önce çok çok "Lâilâhe illallah
Muhammedin sallallah" demeli ve namaza ondan sonra durmalı, çünkü
"Lâilahe illallah" kalbin süpürgesidir, orasını temizler."
(4) "Namaza baş açık
durmamak iyidir. Çünkü (Biz Hıristiyanların yaptıklarının aksine yaparız) diye
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır. Onlar çanla toplanır,
biz ezanla, onlar baş açık kılarlarsa biz örtüneceğiz."
(5) "Nefis ölmez, nefiste
ilerleme olur."
(6) "Herkesin şeytanı başka
başkadır. Bazılarınınki azılı olur. Resûlullah: (Benim şeytanım bana iyilikten
başka bir şey söylemiyor) buyurmuşlar.
(7) "Namazlardan sonra,
(Beden afiyeti, ruh afiyeti, kalp safası, ruh safası ihsan eyle Ya Rabbi) diye
dua etmeli.
(8) "Fatiha ölülerin
gıdasıdır."
(9) "Sağ tarafa
"Lâilahe illallah" sola "Muhammedin sallallah" diye zikir
çekmeli.
(10) "Uyurken yatakta zikir çekerek
uyunursa, sabaha kadar gönül zikir ile geceyi geçirmiş olur.
(11) "Zikir çok çekmeli,
bağıra bağıra gönül kapısını zorlayıp içeri girmeye çalışmalı. Nasıl ki bir arkadaşınıza
"Necmi, Necmi" diye çağırırsanız, sağır dahi olsa nihayet bir an
dönüp "Efendim" diyecektir. İşte gün gelir bu kapıdan da ses gelir, o
sesi işittin mi tamam."
(12) Hz. Mevlâna'yı çok severler.
Kendilerine, Nuri Osmaniye'deki vaızlarında Mevlâna'dan pek fazla
bahsettiklerinden "Siz Mevlevi misiniz?" diye arkadaşlar sor
muşlar. "Ben Mevlevi değil, Mevlânavi yim" demişler.
(13) "İnsanı kâmil o adamdır ki başını' göğsü üzerine eğdiği zaman kendini
huzurullahta bulur."
(14) Şeyhin ruhu da Allah gibi her yerde hazır ve nazırdır. Mürit her
zaman her yerde, sıkışık anında, şeyhine sığınabilir.
(15) "Şeyh, kendiyle Allah
arasında hiçbir şey olmayandır."
(16) "Şeyh, müridini öyle
yetiştirmeli ki Allah'la arasında olan her şey silinip temizlenmeli. Bir altın
düşünsek, onun üzerindeki toprak, çamur ve işe yaramaz kısımların tasviyesinden
sonra altını, saf altını meydana çıkarmak nasılsa bu da öyledir. İnsanla Allah
arasında "hırs, hayal, kin, şehvet, vs." vardır; işte şeyh bunların
tasviyesi ile uğraşır.
(17) "Kendileri her zaman,
sesli olarak "Lâ ilahe illallahüverrahmanirrahim" zikrini
tekrarlardı.
(18) "Müminlerin sıratı,
mizanı bu dünyadadır."
(19) "Abdülkadir Geylâhi
Hazretleri ölecekleri gün kapının eşiği önüne uzanmış, perişan bir halde
ağlıyorlarmış, sor muşlar:
"Ya Abdülkadir neye ağlarsın. Senden bahtiyar kimse var mı? Sen
zamanın kutbusun." "İşte en son mertebeyi burada zillette
buldum" demişler. Bizim Efendi
Hazretleri türbedar da zillette buldular."
(20) "Namazlarda şu iki duayı
okumalı:
1- Ya Rabbi, hakkımda hayırlı tecelliyatlar ihsan et.
2- Kendi benliğimi ifna, Kendi varlığını icra eyle."
(21) "Mü'minlerin çektiği
azap, hastalık, günahlarını azaltır, ona karşılıktır. Bu adamına göredir.
Bazılarında da mertebe değişir."
(22) "İnsanda Aşkı İlâhi o
kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı."
(23) "(Tarikat için) insan
yolunda yuvarlanmalı, yuvarlandıkça toparlanır."
(24) "Zikir çektirmek şeyhin
kuvvetine, kâmilliğine bağlıdır. İsmi şeriflerden hangisini söylersen olur.
Hatta şeyh kâmil olunca (taş, taş) diye zikir çektirse, işler gene olur.
Müritlerinden birisi Kuşadalı Hazretlerine sormuş; onlar da (Günde 15 defa
İbrahim çeksen sana kâfi) demişler.
(25) Aziz Ağabey kendilerine
sordular: "Bu zamanda Evliyaullah az mıdır, yoksa çoklar da kendilerini
göstermiyorlar mı?"
" Evliya çoktur, fakat zamanımız dalâlet zamanı ve Allah'ın Celâl
sıfatı hüküm sürüyor, onun için kendilerini göstermiyorlar, yoksa, zenginler,
fakat paraları ellerinde değil. Güneş var, fakat arada bulut var, ziyası
mestur."
(26) "Allah'ın kanunu icabı,
bir dalâlet, bir hidayet deye zamanlar hüküm sürer. Bu devrin en sonu delâlet
bitecek, kıyamet o zaman kopacak. Son zamanların en son hidayeti, Mehdi
Aleyhisselâmla olacak. Ondan evvel Hz. İsa aleyhisselâm inecek, bütün
Hristiyanlar Müslüman olacaklar. Mehdi Aleyhisse lâm zamanına 100 sene kadar
var. (Sene 1947'de söylendi).
(27) "Maneviyatta ilerleye
ilerleye evvelâ adını, sonra tadını, sonra huzurunu, en nihayet kendini
bulursun."
(28) "İnsan Allah'ın
binasıdır, bir insan öldürmek, kâinatı yıkmaktan fenadır."
(29) "Ruhlar ezelde
yaratılmışlardır. Sırası gelince kafese girerler. Daha kafese girmemiş ve
sırasını bekleyen nice ruhlar var. Bazı insanların ruhları Arşı aladan
başlayıp, 7 (yedi) kat gökleri dolaştıktan sonra vücut kafesine girerler.
Bazıları 12, bazıları da 34 kat dolaşarak girerler. Ne kadar dolaşmış ise, rücu,
yani eskiye dönüş o kadar güçtür. Eskiye dönüş: İlâhi kudretten maadasını
atmaktır. Yalnız Arşı görerek kafese girmiş ruhlar da vardır. Böylelerinde rücu
çok erken ve basit olur, küçük yaşta zuhur eder. Hazreti İsa aleyhisselâm
gibi."
(30) "İnsan ruhu, bedene
girmeden evvel 18.000 alem gezmiş, her birinden başka bir şey "nefis,
şehvet, heves vs." almış. Mürşidin vazifesi bunların hepsini temizleyip
tek şeyi bırakmaktır."
(31) "İnsan Lailahe illallah
diye diye kalbi bununla dolar, buna gebe kalır, günün birinde doğurur."
(32) Arkadaşlardan birisi Af.
Hazretlerine şu hikâyeyi anlattı:
Şeyhin birisi dervişe sormuş: "Allah sana 100 yıl ömür verse ne
yaparsın." Derviş
"İbadetle geçiririm" dediğinde, şeyh efendi: "Ben olsam
99'unu İHLÂS ile, bir yılını da ibadetle geçiririm" demiş.
Arkadaş bundan bahis ile,
"İhlasın bu kadar mühim olup olmadığını ve manâsını" sordu.
Cevap olarak:
"O kadar mühimdir evlâdım. İhlâs, insanda Allah'tan gayri her şeyin
temizlenmesi, yalnız Aşkı İlâhinin kalmasıdır. Daha doğrusu, (Halis olmaktır)
ki bu da Evliyaullahın son mertebesidir."
(33) "Allah'a varınca, insan
Allah olur mu?" diye soruldu:
" Allah, Allah'lığını kimseye vermez,
vermemiştir. Peygamberlerine dahi. Surete uluhiyet isnat ettirilemez.
Evliyaullahın durumu, bir denizin kıyısındaki ev sahibine benzer; hem denizden,
hem deryadan istifade eder. O deniz "Deryayı İlâhidir".
Evliyaullahın halini sobanın içerisine sokulu, uzun müddet kalan bir
demir parçasına da benzetebiliriz: Sobanın içerisinde iken ve çıktıktan birkaç
dakikaya kadar o demir de ateş olmuştur ve ateş gibi kıpkırmızıdır. Fakat ona
ateş diyebilir miyiz, o gene demirdir. Allah Allah'lığından vazgeçer mi
evlâdım."
(34) "İnsan iki defa doğmadan
insan olmaz: Anasından doğar, ikincisi
de ruhun doğumudur. İkincisinin ebesi Mürşitlerdir."
(35) "Allah bir insan yapmış,
içine 70.000 türlü terkip koymuş. İşe yaramayanlarını söküp atmalı. Nasıl ki
bahçeye ektiğimiz sebzenin etrafındaki muzır (faydasız) otları temizleyerek,
sulayıp büyütür, besleriz bu da öyledir."
(36) "Dışarısı esbaplı ve
esbapsız şeytanlarla doludur, sakınmalı."
(37) "Dünyevî işlerde yerine
göre kafa tutmalı, yerine göre ağlayıp sızlanmak. Fakat Allah işlerinde kafa
tutmaya gelmez, orası Babı tevazudur, kafa tutarsan bitirirler."
(38) Anatomi imtihanında muvaffak
olamayarak huzurlarına gittiğimde: "Ne vakit (Lâilahe illallah) ı kayıp
edersen o vakit üzül" dediler.
(39) Kurban bayramında
ziyaretlerine gittiğimiz gün:
"Ne yapıp yapmalı, Allah'ı gönülden içerde
kıstırmak, ondan sonra mesele tamam. Ya o seni yahut sen onu becerirsin. Adamına
göre... Fakat bunu başarmak için bir de pezevenk lâzım, onsuz olmaz. O bazen
Allah'a, bazen sana gelir. Allah'ı kandırır, yapar yakıştırır. Ama zor evlâdım
zor. Fazla muhabbet ister, fazla aşk ister. Aşkın kabarır da ağlarsın,
ağlarsın, yalvarırsan, nihayet acır. O zaman işini bitiriverir. Allah'ın da
cilvesi çoktur. Muhabbetin artar da kıvamına gelirse bu defa O rahat durmaz,
vakitli vakitsiz seninle oynar, arada bir çimdik atar, uyursun bir cezbe gelir
uykun kaçar."
(40) "Bir ilacı bir doktor
verir, şifa bulamazsan da başka doktordan alacağın aynı ilaçla iyi olursun. O
hassa izni ile müessirdir."
(41) "Meleklere verilen
ömür defteri uzayabilir, lâkin Allah indindeki ecel sabittir."
(42) "Türbedar Hazretleri;
"Benim ecelim 6 sene önce geldi, sizler için bekliyorum" derdi.
Onlara bu dünya tevkif gibi gelir."
(43) "Ehlullah kâinata
hakim olurmuş, doğru mu?" diye sordular.
"O kâmiller içindir evlâdım, hepsi için değil. İşte ben onlardan
bir tane gördüm ki kâinatla mum gibi oynardı."
(44) 'İnsan nefse at gibi binerek
Allah'a gider, onun da yemini fazla kaçırmamak üzre vermeli."
(45) (Nefis için) "Yendim
zannedersin, bir yerden gene karşına pehlivan gibi çıkar. Burada yere atarsın,
kapının Önünde eskisinden daha azılı karşına çıkar."
(46) "Rüyaların hikmeti çok
büyüktür. Bu alemin ötesinde bir alem vardır. Burada olacak herhangi bir vak'a
evvelâ orada olur, sonra burada zuhur eder. O alem buraya benzemediği için
ekseri rüyalar tabire muhtaçtır. Orası buranın atölyesidir."
(47) İmtihanda muvaffak olamayıp
huzurlarına gittiğimde: "Türbedar (Amiş) Hazretleri ( Bir şeyin olup
olmaması arasında sence bir fark mevcutsa, nakıssın, tamamlanmaya çalış.) derdi.
Sende de bir fark mevcut mu?" diye sordular ve devamla: "Gene Efendi
Hazretleri (Çalışma ile olmaz, çalışmadan da olmaz) derlerdi. Bunu sana
bir misalle anlatayım mı? Meselâ: Bir fidan dikersin, ona emek çekip
çalışmadan, sulamadan meyve verir mi? vermez. Fakat, çalışıp sulamakla da meyve
vereceğini garantileyebilir misin? Hayır vermeyebilir de. Bu da öyle evlâdım,
çalışıp didinmeli, dua etmeli, ondan sonra gelene rıza göstermeli."
(48) "Üç türlü kitap vardır:
Birincisi, sizin
bildiğiniz ders kitabı.
İkincisi, İmam-Din kitabı.
Üçüncüsü de, insanın kendi
kitabı.
Üçüncüsünü okumak çok zordur. Onun hocasını bulmalı, hocası da pek
bulunmaz. Kitabın sahifeleri namütenahidir. Hz. Mevlâna, Hz. Abdülkadir o
kitabı son sahifesine kadar okumuşlardır. Ben size onun ilk sahifesini
söyleyeyim mi? "Lâilahe illallah Muhammedin sâllallah."
(49) "Zikir çeke çeke, içerde
bir şeyler kaynamaya başlar, muhabbet doğar, zevk duyulur. İşte o zevki
yakalamak ip ucudur. İp ucunu elde ettikten sonra yavaş yavaş dürmeye başlamalı."
(50) "Zikir çekerken gözleri
kapayarak sağa sola ırgalanmalı, ırgalandıkça yayığın içindeki yağın toplandığı
gibi, ruhtaki muhabbet yağlan da bir araya gelerek, toplanır. Onun zevkine
doyum olmaz."
(51) "İstanbul'a geleli, iki
defa tiyatroya, bir defa da sinemaya gittim. Terkide azıcık günah da olsun,
Allah'ın gafur sıfatına nail olmak için."
(52) "Havalar açıldı, bahar
geldi, fakat insanın içindeki bahar açmalı, gelmeli. O bahar da geldikten sonra
yaz kış hep bahar olur. Fakat onu bulmak pek zor: 70.000 tılsım var evladım."
(53) "Bazı insanların gözü,
bazılarının sözü, bazılarının da özü değer. Özü değenler Evliyaullahtır."
(54) "Evliyaullah iki
kısımdır: Bir kısmı istediği zaman kalbinden geçeni icra eder. Bir kısmı da içerde
bir kabarma olunca yapabilir."
(55) Kendisine zikir verilen bir
arkadaş, rüyasında zelzele görmüş.
" O zelzele yaptığın zikir dolayısıyla gönlünde olan sarsıntıya
işarettir, zamanla diner." Buyurdular.
(56) Aziz ağabey, Necip Fazıl'ın
(Çöle İnen Nur) ismi altında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
hayatlarını yazdığını söyledi:
"RESULULLAHIN HAYATINI YAZABİLMEK İÇİN ONUN AHLÂKI İLE MÜEDDEP
OLMAK LÂZIMDIR. ALLAH TEÂLÂ DA BULANIKLIK İSTER AMMA RESULULLAH DA KAT'İYYEN.
ALLAH'IN SIFATLARI ARASINDA SARHOŞLUK, GADDARLIK, HER ŞEY VARDIR. RESULULLAHTA
BULANIKLIK İSTEMEZ, TAM DURULMAK LÂZIMDIR."
(57) "RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ
ALEYHİ VE SELLEM ALLAH'IN HAREM DAİRESİDİR."
(58) "Maneviyatta dahi salikin
Allah'a varması bir derece kolaydır. Fakat, Resulullaha varmak için: Aşk ister,
ahlâk ister, sayi (çalışmak) ister."
(59) Salih Yeşil'in muaviye
davasıyla hâlâ alakadar olduğunu söylediler:
" İyi amma, onun muhakemesini bize mi verdiler. Her büyüğün bir
Muaviye'si var; Resulullahın Ebu Cehl'i, Hz. Musa'nın Firavunu, Hüseyin
Efendimizin Yezid'i, Hz. Ali'nin de Muaviye'si var. Dikensiz gül olur mu?
Dikeni ile uğraşacağına gülü ile uğraş. Dikeni koklarsan burnunu kanatır, gülü
koklarsan zevk duyarsın."
(60) "İnsan bir ağaca benzer: Onun kökü Allah, gövdesi Muhammed,
yaprakları da kendisidir. Çalışarak köküyle gövdeni bulmalı."
(61) "Allah'ın yanında insanın
bilgisi ve kudreti, saçta kıl kadar bir şeydir. İnsan kudretini, bilgisini,
hatta mümkünse varlığını Allah'a teslim etmeli. Varlığını teslim edersen
Evliyaullah olursun, o da çok zordur."
(62) "Bir dışardan, bir de
içerden adam olunur."
(63) Enfiye tabakalarını kaybetmişlerdi,
yanlarına düşürmüşler, buldular ve sonra:
" Bir gün nerdeyse kendimi itireceğim. Fakat kendini itirmek
iyidir. O zaman insan Allah'ı bulur."
(64) Türbedar Hazretlerinin bir
kerametlerinden bahs ile: " Ne pezevenkmiş" dediler.
(65) "Aşkı kabarmış bir insan,
dolaba gelmiş hayvan gibi şuursuzdur, arar."
(66) İhvandan bir zat, Efendi Hazretlerini ziyaret etmiş, gittik orada
idiler, az sonra ayrıldılar. Efendi
Hazretleri:
" Bu adam da paraya düşkündür, sizden önce bir hayli münakaşa
ettik, paralı olması için benden dua istiyor. Herkes buraya soyunmak için
geliyor, bu giyinmeye."
(67) "BİZİM İŞİMİZ ÇOK ZOR,
BURAYA GELENLERİN BİR KISMI DELİ, BİR KISMI MECZUP, BİR KISMI AKILLI OLUR. HER
BİRİNE BAŞKA ANAHTAR LÂZIM, HELE KADINLAR."
(68) Mutrip Muzaffere: "
Sen çalgıya meraklısın, üstüne fazla düşüyorsun. Şu Allah'ın üzerine de bir
düşemiyor musun?"
(69) Gene Muzaffere: Madem kanuna
hevesin var, sana bir kanun bulalım beyahu ben kanunla ney'i severim. Fakat asıl
mesele, kanunsuz kanun çalmaktır, gönülden."
(70) "Maneviyatta son
mertebeye kadar 6 basamak vardır: Fenafişşeyh, Fenafirresul, Fenafillah,
Fenafial'al, Fenafissıfat, Fenafizzat."
(71) Adana'da bir zata bazen bir
hal gelerek yere düştüğü ve cezbe halinde birçok gazeller, kasideler okuduğunu,
milletin hayrette kaldığını, söylediler. Onlar da:
"İnsanlar Allah'ın bir kuyusudur, bu dalâlet zamanında bile
insanları Allah boş bırakmıyor, kuyularından birini taşırıverir. Henüz hidayet
zamanı gelmediği için insanlar çok zamandır böyle şeyler görmedi. Arada vu ku
bulan zuhuratlar da gariplerine gidiyor. Henüz musluklar kapalı yakında
açılırsa Füyuzatı ilahiye müstalit kalplere akmaya başlar, cezbelenen sokağa
düşer."
(72) "Tarikatın Halvetiyenin
gayesi faniliktir, faniliğin gayesi zatiyettir. Ricali Halvetiye, mazharı
zattandırlar."
(73) İmtihanlardan bahs olunuyordu:
"Bu imtihanlar kolay evlâdım, asıl imtihan Allah imtihanıdır. Orada da
iki büyük imtihan var:
(a) Tevhid,
(b) Ameli saliha.
Ben bunlardan birincisini çabuk verdim, ikincisinde
bir hayli uğraştım."
(74) Maddî ve manevî
imtihanlardan bahs olunuyordu: " Her ikisinde de çalışmak lâzım, fakat maneviyatta
hak yenmez, lâyık olduğunu verirler. Bazen çalışmadan da verirler. Orada tek
şey lâzım. İsteyici, tırmalayıcı olmamalı, kalen istememeli, halen istemeli."
(75) "Herkesin sülûku ve seyri
bir olmaz, başka başkadır."
(76) Çengelköy'de V... ağabey
manevî bir hal ile sarhoş gibi olup yerlere uzanıverdi. Sonra kendine
geldiğinde, bizleri göstererek " Bunlara da himmet edin Efendim"
dediler. Onlar da: Zamanı gelince olur, şimdi o zevkin üzerinde bir kapak var,
onun açılması lâzım." Sonra bize dönerek: "V...'nin kapağı iki sene
evvel fırladı." ve devamla: " İşte bu zevk Neş'eyi Muhammediyenin en
basitidir." buyurdular.
(77) "Evliyaullah bir yaprağa
baksa, sizin cinsi münasebet anında duyduğunuz zevki duyar." (Manevi
zevkin cinsi olandan üstünlüğünü kastı ile. " Allah insanlara o zevki,
arkasını "yani manevî zevki" arasınlar diye vermiştir."
buyurmuşlardı.)
(78) "Dünya işlerinde muvaffak
olamayan, ahiret işlerinde hiç olamaz. Bunlar ötekinin yanında sigara içimi
kadar da değildir."
(79) "Her ismi şerifte bir
şarap mevcuttur, yeter ki zaman gelsin o zevk zuhur etsin."
(80) "İçerde saklı bir
mevcudiyet var, uyumaktadır. Onu zikirle uyandırmalı. Zikir onun ninnisidir,
uyutmaz, uyandırır. Bir defa da uyandı mı, artık uyumak bilmez."
(81) As. Öğretmen Okulu, son
sınıfta Sait isimli arkadaş 34 dersten ikmale kalmıştır, daha evvel sene kaybı
olduğu için, ikmalini veremezse hem tahsili heba olacak, hem de er olarak kıtaya
sevk edilecektir. Memleketindeki evlerini annesine baskı yapıp satarsa, belki
As. okul masraflarını ödeyip, sivile çıkarak tahsiline devam edebilecektir ama,
buna da imkân yoktur. Bunalım ve çıkmazlar içinde ders de çalışamamaktadır.
Kendini İstanbul Boğazı sularına atıp, intiharı düşünmüş, sıkıntılar içinde
camide aramızda bulduk. Derdini önüne gelene anlatıyor. Arkadaşlar Efendi Hazretlerine götürelim diye konuştular, o da
Hazret ismini duyunca, belki para yardımı yapıp, As. okul masraflarını öderler zannı
ile huzura geldi.
" Arkadaşın bir derdi var" dediğimizde:
" Hayırdır inşallah, aşk işi ise, zorca, başka bir şeyse
basit." diye lâtife ettiler. Arkadaş durumunu anlattı,
dinlediler ve gayet sakin:
" Bu kadar mı? Bunda bir şey yok evlâdım. Sen günde 100 tane
Lâilahe illallah, 33 tane de Allahümmesalli çek, derslerine çalış, fakiri de
gönlüne bir şey kalmaz. Bir şeytanı tokatlarız, o bizim solumuzdadır
ve sonra devamla:
"Bunu Türbedara götürün, böyle işlerde Allah'ın adamını bulmalı,
yapan var, yaptıran var evlâdım. O dediğim, Allah'ın adımıdır. Biz de O'nun
adamıyız, yalnız O'nun tırnağının ucuyuz."
buyurdular. Netice: Bu Sait denilen arkadaş imtihanlarını vererek öğretmen
oldu, hatta Efendi Hazretleri onu,
rabıtalı. Lise mezunu bir kız ile evlendirdiler, çocukları oldu. Fakat maalesef
her şeyine ilgi gördüğü bu muhabbetin ikinci sahifesinde koptu, nasip.
(82) ÇENGELKÖY'DE, RAHMETLİ ALİ BEY, BİR ADAMIN TAHSİLDEKİ KIZINI
ZORLA AMERİKA'YA GÖTÜREREK TAHSİLİNİ İKMAL ETTİRMEKTE ISRAR ETTİĞİNİ VE KIZ İLE
ANNESİNİN BU İŞE TARAFTAR OLMADIKLARINI, DOLAYISIYLA EFENDİ HAZRETLERİNİN HİMMET BUYURMALARINI İSTİRHAM
ETTİKLERİNDE: BUYURDULAR:
" BİR KÂĞIDA 'LÂİLAHE İLLALLAH MUHAMMED RESULULLAH' YAZAR,
ANNESİNİN ELİNE VERİRSİN. ANNESİ KÂĞIDI İKİYE BÖLEREK, 'LA İLAHE İLLALLAH'
KISMINI KENDİSİNDE BIRAKIR, MUH... RES...'I KIZA VERİR, BABASI İSTERSE KIZI
AMERİKA'YA GÖTÜRSÜN, GENE ER GEÇ DÖNECEKTİR. ÇÜNKÜ, ALLAH, MUHAMMED'DEN
AYRILMAZ."
(83) "Mükevvenat bütün
teferruatıyla beraber insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber."
(84) "Allah insanın gönlünün
derinliklerindedir ve daima insanla beraberdir. Uykuda ve uyanık hallerde de.
İşte Allah'ı orada, gönlünün lâyenetaha'sında aramalı."
(85) "Mürşid odur ki hasta
kalpleri tedavi etsin, ameliyat etsin. Zira her kalp hastadır, tedaviye
muhtaçtır. Tedavi görmüş bir kalp ile hasta kalbin 'Lâilahe illallah'
demesi başkadır. Berikinde 'Lâilahe illallah' yalnız ağzından çıkar, diğerinde,
ağzı da varlığı da zikir çeker, hatta karşıda eşyalar da aynı kelimeyi
söylerler."
(86) "Hayatta hiçbir şeye
üzülmemeli, yalnız bir şeye üzünülse yeridir; o da 'Allah her zaman benimle
beraber de ben neden O'nun cahiliyim. O'ndan bihaberim.' Akıllı insanlar buna
üzülmüşler, bunu aramışlar. Hz. Mevlâna, Hz. Abdulkadir gibileri de
bulmuşlar."
(87) Bahsi geçen, bunalım ve
sıkıntılarından kurtulan Sait, şiirler yazardı. Bir gün Sait'e:
" Gene şiir yazıyor musun?" diye sordular ve
" Bundan sonra Allah'a ait şiirler yazmaya çalış. Bu güzellikler hep
O'ndan gelmedir, O'nun bir cüz'üdürler, O'ndan sıçramalardır, şerraresidirler.
Zevklerin güzelliklerin membaı, deposu Allah'tandır." buyurdular.
(88) "Gönüldeki emaneti
burada iken yakalamalı, ölünce ruh anı terk eder seninle beraberken
yakalayamazsan, ayrılınca nasıl yakalanırsın? Burada iken kuyruğundan, saçından,
ele neresi gelirse orasından yakala."
(89) "Hocalık kolay, lâkin
Allah hocalığı zor. O hocadan dünyada 35 tane ancak bulabilirsin. Allah'a yol
çok, gitmesi zor. Yolda bin bir türlü eşkiya, hain, şeytan dolu. İşte kâmil
şeyh bunların hepsinden atlatarak saliki yürütendir."
(90) Sait'e sigara içip içmediğini
sordular. " İçerim" dedi. Onlar devamla: " Fazla içme, günde
10 tane kadar normaldir, tiryakisi olma. Dünyada hiçbir şeyin tiryakisi
olmamalı, yalnız gönüldeki zevke tiryaki olmak iyidir. Orada neler var. Başka
şeye tiryaki olursan orası kıskanır." ve Said'e dönerek:
" İşte sendeki, kıskandığından olacak, senin sağa sola meylettiğini
görünce kırbaçladı, kendi mevcudiyetini belirtti. O halin ondandır, öyle
bil." dediler.
(91) "Rüyada büyüklerle münasebeti
cinsiyede bulunmak, ilerde ondan feyz alınacağına işarettir. O hal ruhun ruha
ilkahıdır."
(92) "Şehvet maneviyatta mubah
ve makbuldür."
(93) "Evvelâ kahvehane, sonra
meyhane, sonra kârhane." (Herhalde bu misallerle, maneviyatta da zevk
basamaklarının mevcudiyetine işaret ettiler.)
(94) "Eşkiyalığın da 3
nev'i vardır.
Birincisi, bildiğimiz "Şekaveti amme'
ikincisi, tahsildarların, polislerin, hükümetin yaptığı 'Şekaveti
kanuni',
üçüncüsü doktorların yaptığı 'Şekaveti tıbbi.'"
(95) "Kur'an'ın bir mektubî,
bir de gayri mektubî kanunları vardır. Yerine göre, bilhassa bu zamanda
ikinciyi de yapacaksın." 'polisin eline 5 lira sıkıştırma gibi.'
(96) "His, akla hakimdir.
Hisse hakim olacak tek şey de İmandır."
(97) Türbedar Hazretleri için,
"Mükevvenat iki dudağı arasında idi." derler.
(98) V... ağabey, kendilerine
'Efendim, bana manevî zevk kâfidir, evlenmesem olmaz mı?" diye sordular.
" Hayır, biri ruh, Öbürü kalıp zevkidir. İkisi de yerine gelecektir."
buyurdular. Bir gün de: " Kalp zevki tamam olmadan, kalp zevki tamam
olmaz." buyurdular.
(99) Said'e sordular:
" Artık şiir kapısını bırakıp, şuur kapısına mı başladın? Güzellere
şiir yazıyordun, şimdi Allah'a yaz, onu onlara veren Allah'taki güzellik
nihayetsizdir."
(100) "Bir kimse hakiki ışığını sever de, yolundan, dediğinden
gitmezse, o sevgi makbul değildir, hayvanidir."
(101) "Şeyh o kimsedir ki saliklerinden birisi Mağrip'de, diğeri
Maşrik'de olsa, ikisi de aynı zamanda tehlikeye düşse, ikisine de aynı anda
yetişsin."
(102) Gurupdan ve güzelliğinden bahs olunuyordu: Asıl tulü ve gurup
insandakidir." buyurdular.
(103) "İnsanın içinde lâakal 7 türlü insanlık vardır, bizler onun
nefis katındayız. Onun ardında Sır, onun ardında Aşk, sonra Felek, öyle
gider."
(104) "İnsan kâinatın dışında olup kâinatı seyretmeli."
(105) İmtihanda muvaffak olamayarak üzüldüğüm gün, " İmtihanı gene
kayıp ettin ha. Üzülüyor musun? Ne vakit 'Lâilahe illallah'ı kayıp edersen o
vakit üzül." buyurdular.
(106) "Gönüldeki muhabbet elde iş, düsturumuzdur."
(107) "Derviş için her yer birdir, Şam'ı da İstanbul'u da, Bağdat'ı
da bir, Güneş'i aynı, Ay'ı bir Allah'ı bir. Yalnız şu var ki nerenin
Evliyaullahı zenginse oranın Allah'ı daha iyidir." (Yani, kendine vusul
vesilesini daha fazla zuhur ettirmiştir.)
(108) "İnsan, 18.000 alemle münasebette, Ay, Güneş, şehvet, nefis
vs. Bunların hepsine karşı bir istinatgaha muhtaçtır: İşte oda Allah..."
(109) Namazı istediğimiz şekilde, oturarak, rahatça kılmak hususunda
hükümet adamlarının fikri söylendi. Cevaben: "Doktorun reçetesindeki
terkiplerden bir tanesi değişse, o ilaç müessir midir? Değil. Tesirini
kaybeder, şifasız kalır, bu da böyle; bu işler aklile değil naklile olur.
(110) "Ruh zevki başka beden zevki başkadır. Beden zevki ruh
zevkine haildir, ikincisinde perhiz etmeli, onda tenzil olunca, öbüründe tezyit
olur."
(111) "İnsanın ruhu Allah'a yakın, bedeni uzaktır. Asıl mesele
ikisini de yaklaştırmaktır."
(112) "İradeyi kırmamalı, iradeli olmalı. İradeyi kullana kullana
inkişaf eder, iradeyi külliye yaklaşır."
(113) "Allah'ın lûtfu hangi taşın altında olduğu bilinmez,
usanmadan çalışıp aramak lâzım."
(114) "Bu, verilmez, alınır. Biz haline göre vermek
mecburiyetindeyiz, meselâ, dışarda Güneş var, sen pencereni kapıyorsun, ne
yapmalı."
(115) "Meyve gibidir, bazıları evvel, bazıları orta, bazıları da
geç yetişir tecelliyatına göre."
(116) "Bu yolun evveli şiir, sonu kimyadır."
(117) "Namazı kılmazsan işine şeytan, kılarsan Rahman
karışır."
(118) "Bazıları odun gibidir, yakmak için çok emek ister, güç
yanar. Bazıları da çıra gibi bir kibritle tutuşur."
(119) "Peygamberimizin doğumları, nübüvvete ermeleri, ölümleri
hep Pazartesine rastlamıştır. Onun için tarikatımızda Pazartesi, Perşembe oruç
tutmak sünnettir."
(120) "Namaz olmazsa niyaz olmaz, niyaz olmazsa münacaat, münacaat
olmazsa rüyet, rüyet olmazsa hakikat olmaz, o da olmazsa Hak bulunmaz."
(121) "Herkes Allah'ı bir yoldan bulur. Lâkin en kestirmesi Hayrat
ve Muhabbet yoludur."
(122) "Namazı öyle kılmalı ki sen değil kılan kılsın. Bizimkiler
namaz değil, namaz taklididir."
(123) "KADINLARA MÜMKÜNÜ KADAR İYİ MUAMELE EDİP ONLARA HAKARET ETMEMELİ;
ZİRA ONLAR MAZURDURLAR."
(124) "Hz. Türbedardan naklettiler: Bir hafız bir gün Türbedar
Hazretlerinin huzurlarına giderek:
"İçimden doğdu, size bir Kur'an okuyayım Efendim."
demiş. Onlar da: Hafız, bir nokta, iki nokta, üç nokta" demişler. Hafız; "
Evet" demiş. Sonra,
" Üç nokta, iki nokta, bir nokta"
demişler. Hafız gene:
" Evet" demiş. Devamla: " İki nokta, bir
nokta" demişler. Hafız,
“Evet" demiş. Ellerini vererek
" Haydi git" demişler ve işini halletmiş.
Efendim:
"Onlar bazen dolarlar, saçacak yer ararlar, neresi olursa
saçıverirler."
"O zaman olurdu, ama şimdi pek olmaz. Zira o zaman harman zamanı
idi, şimdi başak zamanı, hafız'a olan da işin harmanı."
(125) "Zikir, cilayı kulüptür, kalp cilalanır da alemi melekût o
aynadan kalbe akseder."
(126) "Efendi Hz.'leri (Türbedar) , bazen huzurlarına gittiğimizde,
ellerini uzatarak,
"Beni meşgul etme evlâdım, haydi git"
derlerdi. Bu "Haydi git"in manasını anlayıncaya kadar kafamız
şişti."
(127) "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile Hz. Ali
birbirinden ayrılmazlar. Onlar paranın iki tarafı gibidir, birisi yazı, öbürü
turası."
(128) Milleti, Hz. Türbedara, zındık demeleri üzerine:
" Secdelerin, rükûların kime olduğunu bilmezler de konuşurlar. Aldulkadirül
Geylâni Hazretleri,
"Hiç bir Cami yoktur ki orada bana secde olmasın"
demiş. O ki daha Kutbiyyet makamından hitaptır. Orada Türbede senelerce Veraset
ve Kutbiyyet makamında oturdu da kimseler bilmedi."
(129) "Fenafillah nedir?" diye sordular:
“Allah'a banmak, yani Allah'ın cebine girmektir."
buyurdular.
(130) Uzak illerden birinde bir zat, Efendi Hazretlerine
(Türbedara) mülâki olmak istemiş. Onlar
da cevap olarak: " İstemez, yalnız şunu bellesinler ona yeter Bir şeyin şeyinin şeyi, o şeydir. Bir nurun
nurunun nuru, o nurdur."
(131) "En büyük ibadet ve
sevap, bir kalbi şad etmek, sevindirmektir. En büyük günah da bir gönlü kırmak,
ihtizaz ettirmektir."
Cihana padişah olmak bir kuru dava imiş,
Bir veliye bend olmak her işten ala imiş
(Garibullahi Sivasi- Bunu çok tekrar ederdi.)
Edip Can'ın, seneler önce bana vermiş olduğu notlar, 131 adet kıymetli
sözler, sonunda bir beyit ile son buldu. Onun günlük kayıtlan ile feyiz bu
kelâm ve irşatların devamı ve ilâvelerin kendisinde var olduğunu sanırım. Ben
fakir kula böyle notlar yazmak nasip olmadı, inşaallah, herkese lüzumlu olanlar
verilmiş ve pırıl pırıl hatıra ve feyizleri gönüllere işlenmiştir. Ve O Işık
aile, dostlar muhitinde, sevenden sevene naklolmaktadır.
Kendilerine, kavuşma ve ayrılık zamanlarında, bir evlâdın babasına
sarılıp öpmesi gibi sarılır, sakallarını koklayıp yanaklarından öpmemize de
izin verirlerdi. Zahir muhabbet izharından, gerçek gönül muhabbetine yol vardır
herhalde, mektuplara muhakkak cevap yazarlar ve kendilerine muhabbetli
mektuplar yazılmasından memnun olurlardı. Bu sevgi vasıtasının zuhur
tecellisine her zaman hamd ederim. (sh:38-73)
Kaynak:
Ömer Lutfi TOYGAR, Muhabbet Üzerine, Seçil OFSET, Ocak-2009, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar