RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN SIRTINDAKİ MÜHÜR HAKKINDA
Celaleddin
es-Suyuti , Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Mucizeleri ve Büyük
Özelliklerinden bahsederken buyurdular ki; [1]
Buhari ve
Müslim, Sâib bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir:
"Ben,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun
iki omzu arasındaki Nübüvvet Mührü denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm,
keklik yumurtası büyüklüğünde idi."
Müslim ve
Beyhakî'nin Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir:
"Ben
Resûlüllâh Efendimiz'in iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir
güvercin yumurtası şeklinde gördüm. Rengi de, kendi cesedinin rengine
yakındı."
İmâm Tirmizî
ise bunu:
"Güvercin
yumurtası büyüklüğünde ve kırmızımtırak bir bez idi" ifadesiyle vermiştir." [2]
Müslim,
Abdullah bin Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Ben,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omzu arasındaki nübüvvet mührüne
baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında ve üzerinde siyahımsı
benler bulunan bir yumru hâlinde gördüm."
İmam Ahmed
ve Beyhakî de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder:
"Ben
dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir
misiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "Elini uzat!"
Elimi uzattım baktım, omuzu ucunda, yumurta büyüklüğünde bir şeydi."
Yine İmam
Ahmed, Beyhakî ve İbn-i Sa'd, çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet
ederler:
"Ben
babamla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gitmiştim. O'nun iki
omzu arasındaki mühre baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur
şeklinde gördüm."
İmam-ı
Buhârî'nin Tarih'inde, Beyhaki’nin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre,
o şöyle demiştir:
"Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzları arasındaki mühür, bir et çıkıntısı
idi" Tirmizi de:
"Arkasında,
yumru hâlinde bir et parçası idi" şeklinde
rivayet eder.
Yukarıda
geçen bir bahiste görüldüğü veçhile ve Beyhakî'nin rivayeti ile Selmân-ı Fârisî
de bu hususta şunları söylemektedir:
"Ben
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gittiğim zaman, ridâsını omuzundan
biraz sarkıtıp:
"Ey Selmân,
sana söylenen mührü görmek istersen bak!" buyurdular. Baktığımda, iki
omuzu arasında, güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü gördüm."
Ahmed,
Tirmizî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Ulba bin Ahmed'den o
da Ebû Zeyd'den şöyle rivayet ederler:
"Resûlüllâh
Efendimiz bana dediler ki: "Ey Ebû Zeyd, bana yaklaş ve elinle arkamı
meshet!" Yaklaştım ve elimle arkasını meshedip parmaklarımı mühür
üzerine koydum."
-Yanındakiler
Ebû Zeyd'e: "Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki
toplu olarak bitmiş olan kıllardır" cevabını verdi."
Taberanı ile
İbn-i Asâkîr ise Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor:
"Ben
Peygamber Efendimizin iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu
yer kadar büyüklükte, bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."
İbn-i Asâkîr
ve Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkim, İbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
Hâtem-i Nübüvvet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin arkasında fındık
büyüklüğünde bir et parçası olup üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh"
yazısını andırır bir şekil vardı."
Ebû Nuaym
ise, Selman'dan şöyle rivayet etmektedir:
"Bu
nübüvvet mührünün bâtınında: "Allah birdir, O'nun ortağı yoktur,
Muhammed ise Allah'ın Resulüdür! " diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye
isterse oraya teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye
yazılıdır[3]
الله وحده لا شريك له، محمد رسول الله، فإنك منصور، توجه حيث شئت فإنك المنصور
Taberâni ve
Ebû Nuaym El-Ma'rife adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler:
"O'nun
iki omzu arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür
gibiydi ve Resûlüllâh bu mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."
İbnü Ebî
Hayseme tarihe dâir yazdığı eserinde, Hz. Aişe radiyallâhü anhadan naklen der
ki:
"Nübüvvet
mührü, siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin etrafında, at
yelesi gibi sık kıllar vardı..."
Açıklama:
Alimlerimiz
dediler ki; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasında
bulunduğu rivayet edilen nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı
bulunmaktadır. Fakat aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu
râvîlerden her biri, bir benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri
arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik
yumurtası büyüklüğünde idi" derken biri: "Güvercin yumurtası
kadardı" demekte; bir diğeri de: "Bir keçi yavrusunun
dizindeki mühür kadardı" demektedir. Biri: "Bir et yumrusu
idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı idi" demekte;
biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri: "Şişenin kan
almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi." demektedir. Yâni,
bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. Ve gerçekten o, bir et parçasından
ibaret idi. İşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar arasından İmam-ı
Kurtubî ise şöyle demektedir:
"Sabit
ve sahih olan hadisler delâlet eder ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin iki omuzu arasındaki mühür; sol omuz yanında kırmızımtırak renkte ve
çıkıntı halinde bir şey idi. Küçülüp azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde
oluyor, büyüyüp şiştiği zaman da yumruk kadar oluyordu... (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatı zamanında ise, şişkinlik kaybolmuştu...)
Süheylî de
demiştir ki:
"Nübüvvet
mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün bulunduğu yer
de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine engeldi..."
Alimler,
"Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa
doğduktan sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih
edenler, yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs
hadisini, delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'm
vefatından sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde
anlatacağız... Bu konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu
rivayeti vardır:
"Cenâb-ı
Hakk'ın gönderdiği bütün peygamberlerin sağ elleri içinde bir peygamberlik
nişanı vardı. Ancak, bizim peygamberimiz müstesna. Zira O'nun peygamberlik
nişanı, iki omuzu arasında idi[4]
İbn-i Sa'd
ve İbn-i Asâkir Mûsâ bin Yâkâb el-Zemeî tarikiyle Guseyme'nin âzadlısı Sehl'den
rivayet ederler, Sehl, Murays kabilesine mensub bir nasrânî idi ve amcası
evinde büyüyen bir yetimdi... O demiştir ki:
"Bir
gün ben, İncil’i elinden aklım ve okumaya başladım... Derken birbirine yapışık
iki yaprak vardı. Onları ayırarak okumaya başladım ve orada Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin sıfatlarını gördüm. O'nun boyundan, renginden, oturuş şeklinden,
iki omuzu arasındaki mühürden, sadaka kabul etmemesinden, hilim ve tevâzuundan
haberler vardı... Orada, kendisinin İsmâil aleyhisselâmın soyundan olduğu ve
isminin Ahmed olduğu da yazılı idi... Ben, bu kısımları okumakla idim ki, bu
sırada amcam geldi ve bana: "Niçin o yapışık olan kısmı açıp okuyorsun?
Sen kim oluyorsun ki bunları okuyasın?" diye şiddetle çıkıştı ve beni
dövdü... Ben dedim ki: "Ey amcacığım, bak bu kısımlarda Ahmed adındaki
peygamberle ilgili haberler var!" Amcam bana, yine öfkeyle: "O
peygamber henüz gelmedi!" diye bağırdı..."[5]
Nihayet yine
bir pazar günü halkın huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi
ki: "...Biliniz ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben
yıllardır Kudüs'e gitmek hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle
dedi ve yola çıktı. Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla
birlikte çıktım. Nihayet Beyt-i Makdis'e geldik. O, mescid'e girip ibâdet
etmeğe başladı. O bana demişti ki:
"Ey
Selmân, Allah yakında bir peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke'den
çıkacak... O, hediyeyi kabul edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun
biraz sol tarafında mühür bulunacak, işte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun
gelmesinin yaklaştığı zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona
yetişeyim! Zira iyice ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve
tabî ol!" Ben
kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o peygamber, bana sizden öğrendiğim
ve şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım
mı?" Cevabında:
"Evet,
benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü'l-Makdis'ten
çıktı. Onun kapısı Önünde bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum
bismillah Allah'ın adıyla kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O
da bir şeyi yokmuş gibi kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti.
Ben de hemen arkasından koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana:
'Yardım et
de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım
ettim. Sonra üstadın peşinden koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim.
Kime rastlasam onu soruyordum. Aldığım cevaplarda hep "İleride,
ileride!" oluyordu... (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443 ve Beyhaki’nin
diğer tarîkten rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)
Yine Ebû Nuaym'ın
Ebû Seleme bin Abdurrahman'dan nakline göre, Hz. Selmân radiyallâhü anhın
önceki üstadlarından birinin kendisine şöyle dediği anlatılmaktadır:
-
"...Ey delikanlı, Meryem oğlu İsa'nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:
-
"Hayır, bunu işitmedim" dedim. O
dedi ki:
- "İsâ,
Allah'ın Resulüdür. Kim İsa'nın ve ondan sonra gelecek olan Ahmed adındaki
zatın peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin
ferahlığına ve nimetine eriştirir..."
Ben bu
üstadın çok iyi bir insan olduğuna şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey
şu idi: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Meryem oğlu İsa Allah'ın
resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed de Allah'ın resulüdür. Öldükten
sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz kılmayı da öğretmişti ve
demişti ki:
"Namaz
kılacağın zaman kıbleye dön! Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen
farz olan namazı kılarken, anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme!
Ancak bir peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah'ın Resulü, ancak Allah'ın
vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen, Tihama dağlarından
(Mekke'den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah'ın zamanına yetişecek olursan,
muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı söyle." Ben de kendisine dedim ki:
-
"Efendim bana Muhammed'in sıfatını anlatır mısın?" O dedi ki:
- "O,
âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden kendisine "Nebiyyü'r-Rahme"
yâni rahmet peygamberi denilecektir, babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama
dağlarından çıkacaktır... Son derece mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve
katıra da binecek; hür olanla köle olan yanında eşit olacaktır... Rahmet, O'nun
hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu olacaktır... İki omuzu arasında
güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür bulunacaktır. Bunun zahirinde:
"Her nereye teveccüh etsen, Allah'ın yardımı seninle olacaktır"
mealinde bir yazı; bâtınında ise: "Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı
yoktur! Muhammed de O'nun resulüdür!" diye yazılmış olacak... O, hediye
olandan yiyecek, sadaka olandan yemeyecek... Ne bir muâhide, ne de bir
müslümana, asla zulüm etmiyecek..."
(Nübüvvet
mührünün, zahirdeki ve bâtındaki yazılarından söz eden bu rivayet, münker
sayılmıştır.) [6]
Hafız Ebâ Zekeriyyâ Yahya bin Aiz,
Resûlüllâh'ın doğumuyla ilgili olarak yazdığı "Mevlid" kitabında,
İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini-kaydeder:
"Amine, doğum yaptığı güne dâir konuşur
ve şöyle derdi:
"Ben büyük bir
hayranlık içinde iken, ansızın üç kişi geldi; sanki güneş onların yüzünden
doğmuştu... Birinin elinde gümüş bir ibrik vardı, içinde misk gibi bir koku
bulunmakta idi. İkincinin elinde dört köşeli ve yeşil zümrütten bir tepsi vardı
ve her köşesinde beyaz inciler bulunmakta idi. Biri ansızın şöyle diyordu:
"İşte dünyâ! Bütün
denizleri ve karası, doğusu ve batısı ile! Ey Allah resulü, ne tarafını almak
istiyorsan al."
Ben bu sıra, Rasulullah'ın hangi tarafım tutacağını görmek için baktım ve
gördüm ki O, tepsinin ortasından kavrayıp aldı. Biri şöyle, nida etti: "Hiç
şüphesiz Muhammed Kabe'yi ve onun işaret ettiği mânayı almıştır! Sımsıkı
Tevhîd'e tutunmuştur. Şüphesiz Allah Kabe'yi
O'na kıble olarak vermiş ve
O'na mübarek bir makam kılmıştır!,.." O gelen güneş yüzlü
zatlardan üçüncüsünün elinde ise, iyice durulmuş beyaz bir ipek vardı. Onu açtı
ve içinden bir mühür çıkardı. Mühür, görenleri hayretler içinde bırakacak
güzellik ve parlaklıkta idi. Sonra o zât, bana doğru yaklaştı ve elindeki
mührü, elinde tepsi tutmakta olan zâta verdi. Bu sırada elinde gümüş ibrik
tutmakta olan zât ibriği dökerek mührü yedi defa yıkadılar. Sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin iki omuzu arasını mühürlediler. Tekrar mührü
beyaz ipek parçasına iyice sardılar. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin omuzun u mühürleyen zât, O'nu kanatlan arasınaa alarak bir müddet
tuttu... Sonra O'nun kulağına birşey söyledi, fakat ben ne söylediğini
anlayamadım... Sonra O'na hitaben dedi ki:
"Sana müjdeler
olsun yâ Muhammed! Senden önceki peygamberlere verilmiş bulunan bütün ilimler
de sana verilmiştir! Peygamberler içinde ilmi en çok olan, şecaat ve
kahramanlıkta da en ileri bulunan
sensin! îlâhî nusretin ve zaferlerin anahtarı seninledir! Senin adını duyan her
bir asker veya kumandanın, mutlaka kalbine bir korku ve saygı dolacaktır.
Senden korkacaktır, ey Allah'ın halîfesi!....
(Hadis bilginlerinden
ibn Dıhye bu rivayet hakkında et-Tenvir adlı kitabında: "Bu garib bir rivayettir"
demiştir. Suyûtî.) [7]
Kaynak:
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/248-250.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/248-250.
*****************
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi isimli
eserindeki açıklamalarında şöyle söylemektedir.
İlk asrın müslüman tarihçilerine göre, Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin sırtında, biyografisinde müteaddit defalar bahsedilen bir çeşit “ur”
(veya “ben”) vardı. (İbn Hişâm, s. 141) Selmân Farisi radiyallâhü anhın ve
Heraklius’un elçisinin bunu arayıp sorması (lbn Hanbel, IV, 74–75) Yine bir
Arap tabip bununla alâkadar olmuştu (İbn Sa’d, l/II, s. 132–3)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürüyüşünden sonra,
kendisini son defa yıkayanlar, bu “ur”u bulamadılar. Bunun Risâlet Mührü olduğuna
inanılmıştır; ölümüyle nübüvvet son bulduğundan bu mühür geri alınmıştır.
(Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İst, 2003, c. II, s. 1102)
*****************
Kettani,
Hz.Peygamber’in Yönetimi, Et-teratibu’l-idariyye, İz Yayıncılık: 2/211-219.
İbn Ebî
Usaybia Tabakâtu'I-etibbâ'da bir bâb başlığı açarak şöyle der: "İslâm'ın
zuhurunun ilk zamanlarındaki Arap ve diğer tabiplerin taba-katına dair yedinci
bâb."[8] Burada
Haris b. Kelede,[9] oğlu
Nadrb. Haris [10] ve İbn
Ebî Rimse et-Temîmî'nin biyografilerini verir ve bu sonuncusu ile ilgili
olarak şöyle der: Resulullah (sav) zamanında tabipti, cerrahlık yapıyordu.
Nuaym, İbn Ebî Uyeyne'den, o İbn Ebcer'den, o Ziyâd'dan, o Lakît'ten, o da İbn
Ebî Rimse'den şöyle dediğini rivayet eder:
Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldim, iki omuzu arasında mühürü
gördüm.
"Ben
tabibim, bırak onu tedavi edeyim" dedim, şöyle buyurdu:
"Sen
mahir ve latif bir kimsesin, tabip ise Allah'tır," Süleyman b. Hassan şöyle dedi:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onun el maharet ve hafifliğine sahip (iyi bir
cerrah) olduğunu fakat ilimde üstün olmadığını bilmiş olup bu da onun
"tabip Allah'tır" sözünden anlaşılmaktadır.[11]
*******************
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
sırtında bulunan mühr-ü şerif hakkında
geniş bir inceleme yapmış olan Yrd. Doç. Dr. Erdinç AHATLI açıklayıcı bilgiler
sunmuştur.
Özet
olarak;
Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasında bulunan ve herhangi bir
insandaki normal bir benden daha büyükçe olan "ben", ilgili
kaynaklarda genellikle O’nun nübüvvet alâmetlerinden birisi olarak
değerlendirilmiş ve "nübüvvet/ peygamberlik mührü" anlamına
gelen "hâtemü’n-nübüvve" diye isimlendirilmiştir. Bu nedenle
nübüvvet mührü, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini konu
alan ilim dallarından şemâil, delâil ve hasâis türü eserlerin mutlaka yer
verdikleri temel konulardan birisi olmuştur.
Kaynaklarda güvercin veya keklik
yumurtası/gerdek çadırının düğmesi, yumruk halinde veya insan bedeninde çıkan
siğile ve daha başka şeylere benzetilerek yapılan bu tasvirlerin
ortak noktası, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtında iki kürek
kemiği arasında, sol kürek kemiğine yakın irice bir et parçasının bulunduğudur.
Bu çalışmanın hedefi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri
arasında bulunan bu benin hadis kitaplarında ve ilgili diğer eserlerde nasıl
tasvir edildiğinin dökümünü yapmak değildir. Nitekim nübüvvet mührü
bahis konusu olduğunda verilen bilgilerin neredeyse tamamının, mezkur benin
ilgili kaynaklarda yapılan tasvirleri etrafında odaklaştığı müşâhede
edilmektedir. Bu çalınmanın asıl amacı, sözkonusu “ben”in hangi özelliği
sebebiyle "nübüvvet mührü” ismini aldığı ve bunun tarihî süreçte
nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığı sorularına cevap aramaktır. Bir başka
ifadeyle nübüvvet mührü, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
peygamberliğini ne yönüyle kanıtlayan bir delildir?
Bu soruya ilgili
rivayetler ve yapılan değerlendirmeler ışığında iki tür cevap verilebilir.
Birincisi, kadîm semavî
kitaplarda ileride gelecek son peygamber Hz. Muhammed’in tanınmasını sağlayacak
alâmetlerden birisi olarak, onun fizik süretini resmeden bilgiler sadedinde iki
kürek kemiği arasında irice bir benin bulunduğundan bahse dilmesidir. İkincisi
ise, birinci cevabı dışlamamakla birlikte anılan bu benin normal bir insanda
bulunandan ayrı ve mucizevî bir özellik arz ettiğidir.
Birinci cevabın
tahlilini çalışmanın son kısmına bırakarak İkincisinden başlamak ve konunun
boyutlarını bu merkezde ele almaya çalışmak daha isabetli olacaktır. Meseleye
bu açıdan bakıldığında karşımıza yine bir soru çıkmaktadır:
Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri arasındaki bu benin olağanüstülük
yönü nedir?
Bu ben hangi ayırıcı
vasıflarıyla peygamber olmayan diğer insanlarda da bulunabilecek benlerden
ayrılmaktadır?
Konuyla ilgilenen İslâm
âlimlerinin ki bu yönüyle konu üzerinde az durulmuştur- bu soruya verdikleri
cevap nübüvvet mührüne yükledikleri anlamda kendisini belli etmektedir. Buna
göre, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasındaki
bu et parçası doğuştan meydana gelmiş tabiî bir ben değil, melekler tarafından
onun peygamberliğinin delili olmak üzere sonradan, âdeta bir mühür gibi
mühürlenmek suretiyle oluşmuş mucizevî bir bendir. Bu nedenle anılan benin
doğuştan olduğunu bildiren haberler hep zayıf kabul edilmiş ve itimâda şâyan
bulunmamıştır.
Bu benin doğurtan
olmayıp sonradan melekler tarafından gerçekleştirilen bir ameliye ile meydana
geldiği İleri sürüldüğünde de problem tam olarak çözüme kavuşmamakta ve
"ne zaman” sorusu gündeme gelmektedir. İşte burada konu "şakku’l
sadr" veya "şerhu’s-sadr” ismi verilen, Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin göğsünün yarılıp kalbinin çıkarılması ve
temizlendikten sonra tekrar yerine konması ile ilgili rivâyetlerle direkt
olarak irtibatlı hale gelmektedir. Ne var ki şerhu’s-sadr olayını anlatan
rivâyetler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında bu hadisenin dört
ayrı zamanda gerçekleştiğini bildirmektedir. Bunlar; sütannesi Hz. Halîme’nin
yanındayken dört beş yaşlarında, on küsur yaşlarında, ilk vahiy inmezden önce
ve Mîrâc’a çıkmadan önce olmak üzere zikredilen rivâyetlerdir. Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin kürek kemikleri arasına nübüvvet mührünün
vurulmasını şerhu’s-sadr rivayetlerindeki bilgilerle açıklamaya çalışan
âlimler, anılan rivâyetlerin bizzat kendilerinden kaynaklanan farklı malumat
dolayısıyla konuyu izah etmeye gayret etmişlerdir.
Öyle anlaşılıyor ki, zaman içerisinde bu bene mucizevî bazı
anlamlar yüklenmiş ve Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini
ispat eden kamtiar arasında, bu yönü ağır basan bir manada sayılmıştır. Dolayısıyla sözkonusu olağanüstülük
anlayışının bir uzantısı olarak, bu benin doğuştan olmadığı ve Mat genellikle
şerhu’s sadr rivâyederiyle irtıbatlandırılarak sonraki bir dönemde melek
tarafından âdeta bir mühür şeklinde vurulduğu kabul edilmiştir. Halbuki bu
iddiaya delil olarak getirilen rivâyetler tahlil edildiğinde, bunların hem
sened hem de metin açısından pek çok zaaflarının bulunduğu ve itimâda şayan
olmadıkları görülmektedir. Aynı şekilde bu benin doğuştan olduğunu gösteren
rivayetler de sahih olarak nitelendirilemez. Ancak konuyla ilgili bütün sahih
rivâyetlerde, bu benin olağanüstülüğünü gösteren Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin ağzından bir ifadenin bulunmaması, mezkur benin doğuştan
gelen tabii bir fizyonomik durum olduğu kanaatini haklı çıkarmaktadır. Nitekim
bu konuya dair sahîh rivâyetler, sadece nübüvvet mührünün çeşitli tasvirlerini
içermektedir. Ayrıca Ebû Rimse et-Temîmî hadisi de bunun tabiî bir ben şeklinde
algılandığım destekler mahiyettedir.
Tüm bu anlatılanların
ışığında bu çalışmada varılan sonuçlar hakkında şunlar söylenebilir: Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kürek kemiği arasında, görgü
şahitlerinin algılama ve anlatma kapasitesine göre değişik şekillerde tasvir
ettikleri bir et parçası veya irice bir benin olduğu şüphe götürmez bir
gerçektir. Bu ben, kaynaklarda genellikle nübüvvet mührü anlamına gelen "hâtemü’n-nübüvve"
diye isimlendirilmiştir. Bu tabirin ne ifade ettiği hususu beraberinde farklı
anlamaları ve anlamlandırmaları tevlîd etmiştir. Selmân-ı Fârisî’nin hayat
hikâyesinden bâriz bir şekilde ortaya çıkağı üzere, önceki kitap ehlinin Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtındaki bu benden haberdâr oldukları
anlaşılmaktadır. Selmân-ı Fârisî radiyallâhü anhın, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Medine’ye hicret eder etmez, hemen onun yanına gelip müslüman
olmasından hareketle, nübüvvet mührüne ilişkin bilginin Medine döneminin
başından itibaren yaygınlaştığı söylenebilir.
Öyle anlaşılıyor ki,
zaman içerisinde bu bene mucizevî bazı anlamlar yüklenmiş ve Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetini ispat eden delilller arasında, bu
yönü ağır basan bir manada sayılmıştır. Dolayısıyla sözkonusu olağanüstülük
anlayışının bir uzantısı olarak, bu benin doğuştan olmadığı ve fakat genellikle
şerhu’s sadr rivâyetleriyle irtibatlandırılarak sonraki bir dönemde melek
tarafından âdeta bir mühür şeklinde vurulduğu kabul edilmiştir. Hâlbuki bu
iddiaya delil olarak getirilen rivâyetler tahlil edildiğinde, bunların hem
sened hem de metin açısından pek çok zaaflarının bulunduğu ve itimâda şayan
olmadıkları görülmektedir. Aynı şekilde bu benin doğuştan olduğunu gösteren
rivayetler de sahih olarak nitelendirilemez. Ancak konuyla ilgili bütün sahih
rivâyetlerde, bu benin olağanüstülüğünü gösteren Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin ağzından bir ifadenin bulunmaması, mezkur benin doğuştan
gelen tabii bir fizyonomik durum olduğu kanaatini haklı çıkarmaktadır. Nitekim
bu konuya dair sahîh rivâyetler, sadece nübüvvet mührünün çeşitli tasvirlerini
içermektedir. Ayrıca Ebû Rimse et-Temîmî hadisi de bunun tabiî bir ben şeklinde
algılandığım destekler mahiyettedir.
Diğer taraftan, Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sırtındaki bu ben, bir yönüyle onun
peygamberliğini ispat eden delillerden sayılabilir. Bu cihet, kitap
ehlinin söz konusu ben hakkında bilgisinin olması yönüdür. Onlara, ileride
gönderilecek son peygamberin fizîki suretinden bahsedilirken, onu tanımaya
yarayacak ayırıcı bir özellik olarak, iki kürek kemiği arasında irice bir benin
olacağı bildirilmiştir. Zira bu tür bir ben insanlar arasında çok sık
görülmez. Dolayısıyla bu benin, Hz. Peygamber hakkında mümeyyiz bir vasıf
olduğu söylenebilir. Diğer bir ifadeyle, sırtında bu ben bulunmayan birisi,
asla geleceği bildirilen son peygamber değildir. Ancak çok nadir de olsa,
sıradan herhangi bir insanda Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemde
bulunan bu bene benzer bir ben bulunabilir. Fakat sadece bu ben, o insanın
peygamberliği için yeterli bir delil değildir. Netice itibariyle, "nübüvvet
mührü" kavramının içinin, yukarıda uzunca değerlendirilmeye çalışılan
olağanüstülük anlayışıyla izah edilen rivayetlerle değil; önceki kitap ehline
geleceği bildirilen son rasülün, fizik süretinde tanınmasını sağlayacak tabiî
bir ben şeklinde doldurulmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı söylenebilir.
[Daha
geniş bilgi için bkz: Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Yrd. Doç. Dr.
Erdinç AHATLI, NÜBÜVVET MÜHRÜ, (Târihî
süreçteki algılanması ve anlamlandırılması) Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 3/2001]
[1]
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: üçüncü bölüm
[4] Hafız, Allâme eş-Şâmî bu rivayet hakkında
tevakkuf gösterip; "Ben, bu rivayetin sahih olabileceğini zannetmiyorum!
Lütfen senedine nazar kılınsın... Bu rivayet Vâkidî tankından gelmektedir.
Vâkidî ise metruktür Hattâ hadîs ilmi âlimlerinden bir topluluk; onun yalancı
olduğunu söylemişlerdir" demektedir. (Bakınız, Şerhu'z-Zerkânî
Alel-Mevâhibı'l-Le-dünniye, 1/156).
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/115-117.
[5]
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal
Kitabevi: 1/26-40.
Yukarıda adı geçen
kaynakların bu tespitine göre, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Kubâ'dan ayrıldıktan sonra müslümanlığı kabul etmiş
oluyor...
Selmân'a gelince: O dâima
İslâm'a hizmet etmiş, hakkın hak olarak bilinip yaşanmasına, bâtılın bâtıl
olarak bilinip ondan kaçılmasına yardımcı olmuş; Ebüd-Derdâ gibi bir sahâbîye
yazdığı mektubunda bile: "Bak kardeşim, eğer sen gerçekten hekim isen
dikkatli ve açık konuş; zira senin sözün (vehim ve vesveselere) şifâ
olacaktır..." diye yazmıştır (Kûtül-Kulûb, 1/147).
Ashâb-ı Kiram arasındaki
lakabı ise hep "Selmanü’l-Hayr" olmuştur. (Üsdü'l-Gâbe, 2/328).
Gerçekten ashabın en büyük ve en hayırlılarından olan Selmân-ı Fârisî
hazretleri, hayrı çok sever ve çok sadaka verirdi. Hazîneden kendisine tahsis
edilen yıllık maaşının tamâmını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kendisi ise,
el emeği ile kazandığından geçinirdi. (Hurma liflerinden hasır örüp satardı).
"Nesebin nedir,
kimin oğlusun?" diye soranlara, "Ben, İslâm oğlu
Selmân'ım" diye karşılık veren ve gerçekten de "Müslümanlığın
Çocuğu" olan bu büyük sahâbî; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemın
müjdelediği "Cennetin iştiyakla kendilerini beklediği üç
bahtiyardan..." da biri olmak şerefine m az har bulunuyordu... Bu üç
bahtiyar: Hz. Ali, Ammâr ve Selmân idiler... (İbnü'l-Kayyim, El-Fevâid,
38-Beyrut, 1393).
Çok abid ve zâhid olan bu
mübarek zât hakkında Hz. Ali kerremallâhü veche demiştir ki:
"O, öncekilerin de,
sonrakilerin de ilmine vâris olmuştur. O, dibi bulunamaz bir deniz idi..."
Aynı zamanda, Ehl-i Beytin bir üyesi de sayılan Selmân-ı Fârisi hazretleri-,
uzun ömürlü olmakla tanınır ise de en sahih kavle göre seksen sene yaşamış olup
hicretin 35-36 yıllarında Hakk’a yürümüştür. (Şerhû'l-Mevâhib ül-Zerkânî,
3/309). Ve ondan bize, bir büyük nasihat:
"Ey müslümanlar,
ilmi ilerletiniz, öldürmeyiniz!
Biliniz ki, İnsanlar
kendileri ölmeden önce sahibi bulundukları bilgileri yeni nesillere
aktardıkları müddetçe, hayır ve hidâyet üzere bulunurlar... Aksi takdirde hepsi
hayır ve hidâyetten uzaklaşıp helak olurlar..." (Sünenü'd-Darimî,
79-lst. 1401)
[6]
I. Bölüm
[7]
Hadîs İlimleri ıstılahında Garîb rivayetten maksat; Bir şahsın, sevkettiği
rivayetinde teferrüd etmesi, yâni yalnız kalmasıdır ki, böyle olan rivayetin,
diğer rivayetlerde benzerine rastlanmadığı yahut diğer rivayetler ona muhalif
olduğu için, o bu adı almıştır. Garîb haberlerin, sahîh, hasen ve zaîf gibi
nevileri bulunmakla beraber pekçoğu zayıf olduğundan, ihtiyatlı davranmak
yerinde olur. Nitekim başlıca hadîs İmamlarının tavsiyeleri; hu merkezde
olmuştur. (Bakınız: Tecrîd Tercemesi, 1/111. Nuhbetü'l-Fiker, 13.
Ulûmü'l-Hadîs, 93, Kemâleddin Taî, Bağdad, 1391).
[8]
Uyûnul-enbâ, s. 161. Usaybia kelimesi metinde Udaybia şeklinde geçmiştir.
[9]
age, 161-167.
[10]
age, 167-170.
[11]
age, 170-171. Metindeki hata ve düşükler aslından düzeltilerek tercüme
edilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar